2

"İşte o Kitab. Onda hiçbir şüphe yoktur."

A- "İşte o Kitab"

"Zâlike'l-Kitab" (2/2) terkibindeki "zâlike" kelimesi, aslında mürekkebtir. Şöyle ki: "Zâ", işaret ismidir. "Lâm", işaret olunan şeyin uzaklığına delâlet eden bir kinayedir. "Kâf" da hitab içindir. "Zâlike" kelimesi böylece Arapçada gözle görülen uzaklıkta bulunan bir nesneye işaret etmek için kullanılır. Burada, "Zâlike" ile işaret edilen Kitab, yani Kur’ân-ı Kerîm henüz tamamen gözle görülecek bir menzil içinde değildir. Çünkü tamamıyla inmemiştir. Fakat uzak mesafede de değildir. İnen kısımlanyla yakındır. O hâlde bu kullanılış onun şânının yüceliğini, fazilet ve şerefinin yüksekliğini ve sanki gözle görülebilecek kadar açık bir vesika olduğunu ifade içindir.

Kimi âlimlerin "buradaki uzaklık manevî derinlik itibariyledir veya Allah tarafından, gönderildiği insanlara ulaşması itibariyledir" şeklindeki yorumları, bunun için bir ölçüde geçerli sebep olabilirse de işlevi yakma işaret olan kelimenin tercih edilmesini haklı kılmaktan uzaktır.

Kitap; lügatte, gözle görülen şeyleri toplayıp bir araya getirmektir. Nasıl ki kıraat kelimesi de, lûgatta, görülmeyen şeyleri toplayıp bir araya getirmektir, İşte bu münasebetle harflerin yan yana dizilmesine kitap, kitabet denilmiştir. Burada kitabtan maksat -her ne kadar bu sûre nazil olduğu zaman henuz nüzulü tamamlanmamış ise de- Kur’ân-ı Kerîm'in tamamıdır. Çünkü Kur’ân'ın tamamı Yüce Allah'ın ezelî ilminde, Levh-ı Mahfûz'da mevcut îdi Yahut Kur’ân, önce dünya semâsına (insanlık boyutuna) toptan indirilmişti Nitekim Fatiha sûresi tefsirinde de anlatılmıştır. 3 "el-Kitab"tan maksad, kimilerine göre Bakara (2) süresidir. Söz konusu sûre, bütün Kur’ân-ı Kerîm'in ana amaçlarını ve önemli bölümlerini ıçerdiği için Kur’ân'ın tamamı gibi sayılmıştır. Tıpkı "Hacc, a'refedir (el-Haccü a'refetü)" hadîsi gibi. (Haccın, olmazsa olmaz veya en önemli rüknü Arafat'ta vakfe olduğu için Hacc, a'refedir, buyrulmuştur.)

Bir görüşe göre de "el-Kitab"tan maksad, Kur’ân'ın tamamıdır. Buna göre de Kur’ân, diğer semavî kitaplardan çok çok üstün ve mükemmelliğin zirvesinde olduğu için, bu isme lâyık görülmüş ve sanki diğer semavî kitap lar, bu kavramın kapsamı dışında bırakılmıştır.

Bir görüşe göre de âyette işaret edikti bir mev'ûd (va'dedilen) kıtaptır Bu bakış açısına göre âyette uzaklık işaretinin kullanılmasının sebebi Bakara (2) sûresi ise, bu va'dden murad;

"Gerçekten Biz sana yükü ağır bir söz vahy (ilkaa) edeceğiz (İnna senülkî a'leyke kavlen sakîlâ)" (Müzemmil 73/5) meâlındekî âyette ifade edildiği gibi bir mânâ kastedilmektedir. Yok eğer burada müsemmâ Kur’ân'ıse o takdirde va'dden murad, Kur’ân'ın indirileceğine dâir Tevrat ve İncil'deki va'ddir.

B- "Onda hiçbir şüphe yoktur."

"Reyb". mastarlî olup lûgatta kalbin rahatsızlık duyması ve vehim beslemesidir. Sonra mutlak şüphe veya töhmet ile beraber şüphe mânâsında kullanılmıştır. Çünkü şüp he ve töhmet de, kalbi rahatsız eder, huzur ve sükûneti ortadan kaldırır. Yani bu ilâhî Kitabın şânı o kadar yüce ve hücceti o kadar açıktır ki onun hak ve gerçekliğinden ve Allah katından indirilmiş bir vahiy olduğunda şüpheyı mûcib hiçbir sebep yoktur. Yoksa hiç kimse, ondan şüpheye düşmeyecek demek değildir. Nitekim Kur’ân'da;

"Ve eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’ân) şüphedeyseniz..." (Bakara 2/23) buyrulmuştur. Bunun anlamı: Eğer Bizim indirdiğimiz kitapta sizin için bir şüphe var sa, yahut Bizim indirdiğimiz kitaptan siz şüphe ediyorsanız" demektir, Ancak bu âyette şüphenin Kur’ân'da olması yerine, kullarda olması farz edilmiştir Bu, Kur’ân'ı ziyadesi ile şüpheden münezzeh kılmak ve şüphenin, Kur’ân'da değil fakat insanda olduğunu anlatmak içindir.

C- "O, müttakîler için bir hidâyettir".

Yukarda geçtiği gibi hidâyet; istek ve amaca eriştiren vâsıtaları nazikçe göstermektir.

Bir görüşe göre ise hidâyet; istek ve amaca eriştiren rehberliktir Bu görüşün delili, hidâyetin karşıtının dalalet olmasıdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerîmelerde:

"İşte onlar, hidâyete mukabil dalâleti satın alanların tâ kendileridir." Ve:

"O hâlde ya biz ya da siz ikimizden biri, mutlaka ya hidâyet üzeredir ya da apaçık bir dalâlet içindedir" (Sebe 34/24) buyrulur.

Ve hiç şüphesiz dalâlette murada ermeme mânâsı vardır. Onun mukabili de murada ermektir. Ve lâzım (geçişsiz) hidâyet fiili için bu mânâ gözetiliyorsa, müteaddî (geçişli) olan hidâyet fıili için de aynı mânâ gözetilmelidir. Çünkü lazım ile müteaddî arasındaki fark, yalnız etkileme ve etkilenme cihetindendır. Hulâsa,  müteaddî olan hidâyet, murada erdiren; lâzım (geçişsiz) an hidayet ise murada varan bir yönelmedir, hidâyetin karşıtı olan dalâlet, Kesin olarak murada varmayan yönelmedir. Açıkça görüldüğü gibi bu düşünce, iki temel kabule dayanmaktadır:

1- Murada ermek zorunlu olarak lâzım (geçişsiz) hidâyet fıili mefhû- unda vardır;

2- Lazım fiil de müteaddi (geçişli) fiil içinde zorunlu olarak bulunmaktadır.

Oysa her iki husus da sübût bulmaktan uzaktır. Çünkü hidâyet ve dalâletin birbirinin karşıtı olmasının dayanağı yalnız murada ermek veya ermemek değildir; fakat bu iki kelime arasında karşıtlığın gerçekleşmesi için onların içerdikleri mefhûmlara özel olarak bu mânânın yüklenmesi gerektiğidir. Bunun da açıklaması şöyledir:

Nasıl hidâyette, insanı murada erdiren şuurlu bir yönelme mânâsı olması gerekliyse dalâlette de insanı muraddan uzaklaştıracağı kesin şeylere yönelme mânâsı olmalıdır. Bunlar iki taraf için de müsellemdir ve mânâda karşıtlığın gerçekleşmesi için bu lâzımdır.

Bu açıklamalardan sonra deriz ki; eğer hidâyet mefhûmunun içerdiği murada ermekten maksat, yönelme ile murada ermenin eşzamanlı olması ise bunun geçersiz (bâtıl) olduğu açıktır. Çünkü murada ermek, söz konusu yö nelmenin gayesidir. Bu itibarla murada erme hâsıl olunca, yönelme de kesin olarak sona ermiş olur. Çünkü hâsılın tahsiline yönelmek imkânsızdır, bun dan sonra bakî kalan, ya hidayet üzerinde sebat etmek ya da artmasına yö nelmektir. Bir de, bir maksada yönelmek, tedricîdir; maksada erme defaten gerçekleşir. Bu itibarla gerçekleşmede ikisinin bir araya gelmesi zorunlu olarak imkânsızdır.

Dalâletteki ermeme mânâsı ise, sürekliliği olan bir husus olduğuna göre gerçekleşmede ikisinin beraberliği bütün zamanlarda zorunludur. Çünkü bir an için ondan ayrılırsa, onun mukabili olan erme (vusul), onun yerine geçer

Bunlar anlaşıldıktan sonra deriz ki emre ve davete itaat ve icabet, bir öl çüde emre ve davete terettüp ediyorsa da, haddi zatında bu iki fiil, mü olarak, emir ve davet olunan kişiden kendi ihtiyarı ile sâdır olmaktadır. Yok sa, itaat ve icabet, tabiî sonuçların, fiillere bağlılığı gibi, emir ve davete bağlı değildir. Bunun gibi, hidâyet olunan kimsenin hidâyeti, yani o yola yönelmesi de müstakil bir fiil olup kendi ihtiyarı ile ondan sadır olmaktadır tabiî sonuçlar gibi, hidâyetin, yani yönlendirmenin ayrılmaz bir sonucu değildir.

Bu açıklamalarla hidâyet yolunun ne olduğu vuzuha kavuştu ve an ki hidayet, arzu ve murat edilen şeylere ulaştırabilen vesile ve vâsile ve mutlak olarak göstermekten ibarettir ki bu da, yolu anlatmak ve yolu retlerini tarif etmek ile olur. Hidâyetin mânâsında, arzu ve murat edilen şeylere ulaşmak şartı olmadığı gibi yapılmak istenen rehberliği kabul etme şartı da yoktur. Bunlardan hiçbiri gerçekleşmez veya yalnız biri gerçekleşirse yine hidâyet edilmiş sayılır.

"Ey Resûlüm! Sen her sevdiğini doğru yola iletemezsin (hidâyet edemezsin)..." (Kasas 28/56) ve

"Allah dileseydi hepinize hidâyet ederdi" (Nahl 16/9) meâlindeki âyetlerde hidâyette arzu ve murada erme mânâsının gözetilmiş olması ise mecaz kabilindendir. Yine geçmiş açıklamalarımızdan anlaşıldı ki gerek kendi nefislerimizde olsun, gerekse dışımızda olsun, bütün kâinatta yaratılmış olan delâletler (yol göstermeler) ve semavî kitaplarda, yer alan dinî beyanat, âsi olsun, itaatkâr olsun bütün mahlûkata mutlak olarak gerçek mânâda Yüce Allah katından coşku ile akan hidâyetlerdir.

"Allah'a hamdolsun ki O, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu, Eğer Allah, bize hidâyet etmeseydi biz kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık" (A'raf 7/43).

Takvanın mânâsı ve mertebeleri (meratib)

Âyette geçen müttakiler, hâlen veya gelecekte takva vasfını kazanmış olanlardır. Âyette hidâyet, takva sahiplerine tahsis edilmiştir; çünkü hidâyet nurundan nasib alanlar ve onun sonuçlarından faydalananlar takva sahipleridir. Ancak hidâyet, mü'min olsun, kâfir olsun, düşünen herkese şamildir. Nitekim âyet-i kerîmede;

"İnsanlar için hidâyettir" (Bakara 2/185) buyrulmaktadır.

Takvâ, vikaye kökünden olup ziyadesiyle korunmak, sakınmak (Allah'tan gereği gibi korkmak, mehâfetu'llah) demektir, Takva, İslâm örfünde, ahiret için zararlı olan şeylerden menahî) şiddetle sakınmaktır. Nitekim:

"Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı) akrabaya yardım etmeyi emreder; kötülükleri (el-fahşa) fenalık ve azgınlığı da (el-münkeri ve'lbağy) yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" (Nahl 16/90) âyeti, takvanın kısımlarını kapsar."13

Emevî halîfesi Ömer b, Abde'l-Azîz'e göre:

"Takva, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk ve farz kıldığı şeyleri ifâ etmektir"

Tâbiin'den bir hadîs âlimi olan Şehr b. Havşeb'e göre;

"Takva sahibi, mubaha (ne helâl ne haram) düşmek endişesi ile sakıncası olmayan birtakım şeyleri bile terk eden kimsedir."

Bayezid el-Bistamî'ye göre:

"Takva, şüpheli olan her şeyden sakınmaktır."

Muhammed b. el-Hanefîyye'ye göre:

"Takva, seni Yüce Allah'tan uzaklaştıran her şeyden sakınmaktır."

Sehl el-Tüsterî'ye göre:

"Takva sahibi, kendi kuvvet ve kudretini bırakan kişidir."

Bazı zâtlara göre takva, Allah'ın, seni yasakladığı yerde görmemesi emrettiği her yerde görmesidir.

Meyimin b. Mehran'a göre:

"Kişi, kendi nefsini cimri ortaktan ve zalim sultandan daha şiddetli ola rak hesaba çekmeden takva sahibi olamaz."

Ebû Turab Asker el-Nahşebî'ye göre:

"Takvanın önünde beş geçit vardır. Bu geçitleri geçmeyen kimse, takvaya eremez:

1) Sıkıntıyı nimete tercih etmek,

2) Zafiyeti kuvvete tercih etmek,

3) Zilleti izzete tercih etmek,

4) Cehdi (gayreti) rahata tercih etmek,

5) Ölümü hayata tercih etmek"

Bazı hikmet pirlerine göre de: "Kişinin, takvanın zirvesine ermesi, ancak kalbinden geçenlerin bir tabağa konulup da çarşıda pazarda dolaştırıldığında ona bakanlardan utanmadığı bir hâle gelmekle olur" Bazı zâtlar da diyor ki:

"Takva, dışını halk için süslediğin gibi içini de Hak için süslemektir." Takva konusunda gerçek şudur: Takvanın üç mertebesi vardır:

Birincisi- Küfürden uzak kalmak suretiyle ebedî azaptan korunmaktır, Fetih (48) suresinin:

"Allah Resulünün ve mü'minlerın üzerine sekînetinı indirdi ve onları takvâ kelimesine bağladı (ilzam etti). Zaten onlar buna ehak ve ehil idiler.

Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (48/26) mealindeki 26. âyette geçen takva sözü bu surede yorumlanmaktadır.

İkincisi' Fiil olsun, fiilin terki olsun, bütün günahlardan sakınmaktır. Hattâ bazılarına göre küçük günahlar da buna dahildir. Şeriat örfündeki takva budur A'raf (7) sûresinin "Eğer o memleketler halkı inansalar ve takva üzere olsalardı..." mealindeki 96. âyetinde geçen takvadan da bu mânâ kasdedilmektedir.

Üçüncüsü: Gönlü Yüce Hak'tan başka her şeyden temizlemek ve bütün varlığı ile Cenâb-ı Allah'a yönelmektir. İşte Al-i İmran (3) sûresinin:

"Ey iman edenler, Allah'tan gerçek takvanın gerektirdiği gibi korkup sakının ve her hâlde Müslümanlar olarak can verin." mealindeki 102, âyetinde bu nevi takva emredilmektedir.

Bu mertebenin de pek geniş boyutları vardır. Gizli hikmetlere binâen, ilâhî iradenin gereği olarak, derecelerinin istidatları ölçüsünde değişik ölçülerde feyiz alan mensuplarının sınıfları da kendi durumlarına göre değişmektedir. Bunların en yükseği, peygamberlerin ve onların üstün himmetlerinin eriştiği zirvedir. Çünkü onlar, peygamberlikle velilik riyasetini kendilerinde toplamışlardır. Peygamberlerin, insanlık âlemine bağlılığı, onların ruhlar âlemine yükselmelerine engel değildir. Peygamberlerin, halkın işleri ile ilgilenmeleri, onları Halik'ın işlerine dalmaktan da alıkoymaz. Çünkü kutsal kuvvetle desteklenen temiz ruhlarının istidadı pek mükemmeldir.

Kur’ân-ı Kerîm'in hidâyeti, bütün bu mertebelerin erbabına şamildir. Eğer Kur’ân'ın takva sahiplerine hidâyetinden maksad, Kur’ân'ın onları takvanın birinci mertebesini tahsile ve o mertebeye erişmeye irşad ise o takdirde mecazî olarak, takva sahiplerinden murad takvaya yakın olanlardır. Çünkü takva sahiplerinin kendileri kastedilirse, hâsılın tahsili lâzım gelir ki bu da imkansızdır (zâten onlar takva sahibi olmuşlardır.) Âyette bunu açıkça ifade eden ibare değil de mevcut ibarenin kullanılması, ibarenin veciz olmasını sağlamak ve bu sûrenin başında Yüce Allah'ın velîlerini zikir ve onların şanını tazim içindir.

Yok eger yukarıda belirtildiği gibi, takvanın birinci mertebesine değil de ondan sonraki iki mertebeye irşad kastedilirse ve takva sahiplerinden murad da birinci mertebedeki takva sahibleri ise mecaz değil hakikat olur. Yok eğer takva sahiplerinden birinci mertebeden sonraki iki mertebede bulunanlar kasdedilirse, o takdirde mecaz olur. Çünkü birden sonraki mertebeye erişmek de ancak beklenen o Kur’ân hidâyeti ile gerçekleşir. İkinci mertebe ile üçüncü mertebe arasındaki durum da şöyledir:

Eğer hidâyetten, üçüncü mertebenin tahsiline irşad kasdedilirse ve takva sahiplerinden murad ikinci mertebedekiler ise, ifade hakikat olur. Yok eğer murad üçüncü mertebedekiler ise ifade mecaz olur. Hidâyet lafzı ise bütün takdir ve suretlerde (mecaz değil) hakikattir.

Eğer Kur’ân'ın, takva sahiplerine hidâyet olmasından, takvada sebat etmelerini sağlamak veya takvanın ziyadesi de, onun kullanılmakta olan mânâsına dahil olduğu kabul edilerek takvanın ziyadesine irşad kasdedilirse, bu ifade mutlaka mecaz kabul edilir, Müttakiler (takva sahipleri) lafzı ise, bütün hâl ve takdirlerde (mecaz değil) hakikat olarak kullanılmış olur. Kur’ân-ı Kerîm'in veciz olmasının gereği olarak, âyetlerin tertibinde, cümleler arasında uyum ve ahenk gözetilmiş, sonraki cümleler, önceki cümleleri açıklar şekilde bir sıra izlenmiştir. Bundan dolayıdır ki, cümleler arasına atıf harfi girmemiştir.

"Elif-Lâm-Mîm", kendi başına bir cümle olup cümlenin baş unsuru (mübtedâ) gizlidir yahut alfabe harflerinden bu üç harf, benzerini getırmek için insanlara karşı meydan okunurken kelâmı oluşturan harflerin cinsinden olduklarını bildirmektedir.

"İşte o Kitab" diye meâli verilen "Zâlike'l-Kıtab" ikinci bir cümle olup meydan okur niteliktedir. Çünkü (daha önce de işaret edildiği gibi) "el-Kitab", onun üstün mükemmeliyet vasfını taşıdığına delâlet etmektedir. Bundan sonra da o Kitab ta şüphe olmadığını bildirmek suretiyle o Kitabın zirvedeki üstünlüğü tescil edilmektedir. Çünkü hak ve yakıînden (şüpheden uzak bilgiden) daha yüksek bir fazilet yoktur.

"Hüden li'l-müttekîn / M'üttekîler için bir hidâyettir" cümlesi de, bir tekid cümlesi olup, onun en ufak bir şüphenin dahi çevresinde dolaş madığı bır hak (gerçek) olduğunu ve taşıdığı mükemmellik vasfını beyan eder. Yahut da deli ile medlul gibi önceki cümle mefhûmu sonraki cümle mefhumunun gereği olan ifade kabilindendir. Çünkü başta, ilâhî kelâmın da kendi kelâmları cinsinden olduğu hâlde onun karşısında âciz kaldıklarına buyrulunca, o Kitabın, kemal mertebelerinin doruğunda olduğu ortaya çı kar. Bu da onun, şüpheden son derece münezzeh olmasını gerektir. Çün kü şüphe götüren bir şeyden daha noksan bir şey olamaz. Şüpheden vareste olan bir kelâm da müttekîler (sorumluluğunun bilincinde olan, Allah'tan gereği gibi korkup çekinen ve O'nu haşyetle seven) için mutlaka hidayet olur Bu gördüğün gerçeklerdeki derin nükteler ve üstün meziyetler, Allah'ın şânının Celalini ve azametini pek açık olarak gösterir.

2 ﴿