17

"Onların hâli (meseli), ateş yakan bir kimsenin hâli gibidir ki ateş etrafını aydınlatınca Allah, onların nurunu giderir ve kendilerini karanlıklar içinde bırakır. Artık onlar hiçbir şeyi göremezler."

A- "Onların hâli ateş yakan bir kimsenin hâli gibidir ki; ateş etrafını aydınlatınca..."

Bu âyet, münafıkların yukardan beri anlatılan hâllerine ilişkin ilâve bir açıklamadır. Onlar hem malî hem de şahsî zarara uğrayacak insanlar olarak tasvir edilmiştir. Bu temsil, nefsi korkutmak ve onun büyük ayıbını ortaya koymak içindir. Zira temsil, vehmi aldın emrine vermek, onu isyan makamından indirmek, için en güzel vâsıta ve anlayışsız cahile bir şeyler anlatmak, serkeş ve isyankârın gücünü kırmak için en kuvvetli vesiledir. Elbette öyledir. Çünkü temsil, akıl ile idrâk edilen gizli gerçekler üzerindeki perdeyi kaldırmak, onları duyularla idrâk edilen açık tabiat varlıkları hâlinde teşhir etmek, münkeri (elinde makbul olmayanı) maruf (dinde makbul olan) suretinde göstermek, vahşiyi ehli şeklinde takdim etmektir.

Âyette geçen "mesel" lügatte "misil ve benzer" anlamındadır. Sonra mesel kelimesi, ata sözleri anlamında kullanılmıştır. Ata sözleri de, garip ve pek hoş sözlerle ifade edildikleri için ülkeden ülkeye yayılması kolay olmuş ve hazır olan ve olmayan herkesin kabulüne mazhar olmuştur. İşte mesel kelimesi, bu mânâsından dolayı arada benzerlik düşünülmeksizin, acayib ve garip her hâl, sıfat ve hikâye için mecaz olarak kullanılmaktadır. Nitekim Nahl (16) sûresinin 60. âyetinde:

"Ahirete imân etmeyenler için kötü meseller (meselü's-sûi) var. Yüce meseller de (meselü'l-a'lâ) Allah'a aittir. O, A'zizü'l-hakîm'dir" buyrulur. İşte bu âyette "mesel" bu mânâda kullanılmaktadır. Yani en büyük şân ve de ğerce en yüksek sıfatlar Allah'a aittir; demek isteniyor.

Yine Ra'd (13) sûresinin 35 âyetinden "Takva sahiplerine va'dolunan cennetin meseli"nden bahsedilir ki bu "o cennetin acayib hikâyesi" demektir.

"Nâr", lâtif (şeffaf), aydınlatıcı, sıcak ve yakıcı bir maddedir. Nâr kelimesi lügatte, yeryüzünde seyretmek anlamına gelir. Ateşe de "nâr" denmesi, onda hareket ve ıstırap olmasındandır. Ateş, kendisinin veya yakanın çevresini aydınlatınca...

B- "Allah, onların nurunu giderir ve onları karanlıklar (zulümat) içinde biralar. Artık onlar hiçbir şeyi göremezler."

Nûr, parlayan her şeyin ışığıdır. Nûr kelimesinin aslı da (ateş anlamındaki) nârdır. Yani Allah, onlara nûr ve ışık veren ateşlerini söndürür. Âyette "Allah, onların ateşini giderdi" değil fakat "Zeheba'llahü binûrihim - Allah, onların nurunu giderdi" denmiştir. Çünkü ateş yakmalarından maksat, ısınmak ve benzeri değil, fakat nûr veya ışık sağlamaktır. Nitekim " ateş etrafını aydınlatınca" cümlesi de bu maksatlarını açıklamaktadır.

"Zeheba'llahü binûrihim / Allah, onların nurunu giderdi" buyrulmak suretiyle münafıkların dalâlette bırakılması fiili, Yüce Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü olup biten her şey, Yüce Allah'ın yaratması ile gerçekleşmektedir.

Bu ateş gizli bir sebeble yahut da rüzgâr veya yağmur gibi semavî bir sebeble sönmüş de olabilir. Bunun Allah'a isnad edilmesi onların ışıksız, yoğun karanlıklar içinde kaldıklarını bildirmek içindir. Çünkü Allah, bir şeyi aldıktan sonra hiçbir kuvvet onu istirdat edemez. Burada kastedilen mânâ, onların ışıklarının tamamen giderilmiş, söndürülmüş olmasıdır. Nitekim "...fî zulümatin lâ yübsiirûn / karanlıklar içinde onlar hiçbir şey göremezler" cümlesi de bunu açıkça bildirmektedir. Çünkü zulmet veya nurun yolduğu, ışığın defaten sönmesi hâlidir. Özellikle burada "zulümat / zulmetler" kelimesinin çoğul ve nekire (harf-ı tarifsiz / elif lâmsız) olarak kullanılması da, karanlıkların kat kat ve pek yoğun olduğunu ifade etmek içindir. Böylesine karanlık bir ortam, ancak nûr ve ışıktan hiçbir eser kalmayınca gerçekleşebilir.

Yahut bu âyetteki nurdan maksat, Yüce Allah'ın razı olmadığı mecazî ateştir ki o da fitne ve fesat ateşidir. Nitekim Mâide (5) sûresinin,

"Ne zaman savaş için bir ateş yakmişlarsa Allah onu söndürmüştür" mealindeki 64. âyetinde nâr mecazî anlamda kullanılmıştır.

Buna göre âyetteki ateşin, çevresini aydınlatmak ile vasiflandırılması, terşih (kendisine teşbih edilen nesnenin, yani müşebbehün bıh'in vasfını teşbih edilene, yani müşebbeh'e mal etmek) kabilindendir.

Yahut da âyetteki ateş, gerçek mânâsında kullanılmış olup bundan maksat, azgın insanların, bazı günahlara ulaşmak için yaktıkları ve onunla abes ve fesat yolunu buldukları ateştir, İşte Yüce Allah da onların bu ateşini söndürmüş ve emellerini boşa çıkarmıştır.

Hulâsa,  münafıkların satın aldıkları dalâletin iki karanlığı vardır:

a) Küfür karanlığı,

b) Nifak karanlığı.

Bu iki karanlık da üç karanlığa sebep olmaktadır:

a) Allah'ın gazabının karanlığı,

b) Kıyamet gününün karanlığı.

Nitekim Hadîd (57) sûresinin "O günde mü'min erkeklerle mü'min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında olduğu hâlde koşar görürsün" mealindeki 12. âyetinden kıyamet gününde kâfir ve münafıkların nurlarının olmayacağı ve karanlıklar içinde kalacakları anlaşılır.

c) Ebedî azab karanlığı.

Münafıkların, dalâleti satın almak için karşılık olarak verdikleri, hidâyet kendilerinde doğuştan (fıtraten) mevcut olup hak delillerle desteklenmiş olan nurdur.

Dalâlet uğruna feda ettikleri hidâyet, daha önce anlatıldığı gibi o münafıkların Tevrat'tan aldıkları hidâyet, yani Peygamberimizin müjdelenmesidir. İşte bu hidâyete karşılık o dalâleti satın alan münafıkların hâli, büyük bir ateş yakan ve o ateş istifade edilecek hâle gelince, Allah tarafından, söndürülüveren kimsenin hâli gibidir.

17 ﴿