25

"(Resûlüm) imân edip iyi (sâlih amel) işleyenleri de müjdele! Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine o cennetlerden bir semere rızık olarak her verildiğinde:

"- Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir!" derler.

O rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler de vardır ve onlar orada devamlı (muhalleden) kalacaklardır."

A- "İmân edenleri müjdele"

Kur’ân-ı Kerîm'in Allah'ın yüce katından indirilmiş (münezzehin min ı'ndi'llâhi azze ve celle) olduğuna imân edenleri müjdele!...

Bu cümle, önceki cümle üzerine matuftur. Ancak bu atıf, belli bir şeyin bizzat kendisinin atfı kabilinden olmayıp fakat bir kıssanın bir kıssa üzerine atfı kabilindendir. Burada mü'minlerin, Kur’ân karşısındaki durumu ve onların mükâfatının vasfı, kâfirlerin Kur’ân karşısındaki durumu ve onların cezasının keyfiyeti üzerine atfedilmektedir. Zira ilâhî sünnette terğib (teşvik) ile terhib (korkutmak) ve va'd ile vaîd (ceza tehdidi) çift olarak zikredilmektedir. İki cümle arasındaki üslûp değişildiği ise iki grubun halleri arasındaki farkın büyüklüğünü hayal ettirmek ve anlatmak içindir.

Âyette müjdelemenin imân ve sâlih amele bağlanması, imân ve sâlih amelin bizzat kendileri için değildir. Çünkü imân ve sâlih amel, gelecekte mükâfat gerektirmek şöyle dursun, daha önce anlatılan dünya nimetlerine bile karşılık olamazlar. Bu ancak sâri' (şeriat hükümlerini koyan) Allahü teâlâ'nın va'di gereğidir.

Bundan önceki âyette kâfirler, fail olarak (kâfirin şeklinde) zikredilmişken burada mü'minlerin, hudûs (oluş) ifade eden (âmenû / onlar imân ettiler), fiili ile anlatılmaları muhatabları imâna teşvik ve küfürde direnmekten sakındırmak içindir.

"Beşşir / müjdele!" hitabı, Peygamberimize aittir.

Bir görüşe göre ise bu hitab, müjdeleme işini gerçekleştirebilecek herkes içindir. Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîsinde şöyle buyrulur:

"Gecenin karanlığında mescidlere yürüyen mü'minlere kıyamet gününde tam bir nûr müjdele!"

İşte bu hadîste de Peygamberimiz muayyen bir kimseyi değil fakat gece karanlığında mescide gidecek herkesi kıyamet gününde nurla müjdelemektedir. Bu da şuna işaret eder: Konu o kadar önemlidir ki muktedir olan herkes bunu yapmakdır.

B- "...Sâlih ameller işleyenleri"

Sâlih amel, aklen ve naklen (islâm ölçülerine göre) doğru olan iştir. Çoğul olarak zikredilen "a'milû's-sâlihât — iyi işler"den bazılarına Bakara sûresinin baş tarafında işaret edilmişti. Amelin (iş), imâna atfedilmesi ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğuna delâlet etmekle beraber bu müjdeye hak kazanmak için her ikisinin bir kimsede bulunması gereğini vurgulamak içindir.

Günkü imân, temeldir ve salih amel de onun üzerine kurulan bina gibidir. Ve üzerinde bina bulunmayan bir temel de, ihtiyacı karşılamaz.

C- "Onlar için... Cennetler vardır"

Cennet, lügatte örtü (e's-sütre) veya dalları birbirine dolanan sık hurma ağaçlarının gölgelediği yer demektir. Nitekim Cahiliye devrinin ünlü şâirlerinden ve aynı zamanda Muallakat-ı Seb'a (Kabe duvarına asılan yedi seçkin şiirin) sahiplerinden Züheyr b. Ebi Selma bir şiirinde şöyle demiştir:

"Keenne ayneyye fîğarbiyyi makteletin, Mine’n-nevadıhı teslia cenneten sehaka. "

"Bir savaş meydanına gün batısında bakan göklerim, Uzaklardaki bir cenneti (bahçeyi) sulayan havutlara döndü. "

Hurma ağaçlarının çok sık olması ve dalların birbirine dolanması hâlinde altını güneşten sakladığından bir örtü gibi kabul edilir ve cennet adını alır. Fakat genel olarak ağaçlık yerlere de cennet denir. Yahya b. Ziyad el-Ferrâ diyor ki:

"Cennet, hurma ağaçlarının; Firdevs üzüm kütüklerinin bulunduğu bahçelere denir."

Mükâfat yurdunda (dâre's-sevab) anlatılması imkânsız köşkler ve saraylar bulunmakla beraber ona cennet adının verilmesi, nimetlerin ana kısınının ve lezzetlerin büyük bölümünün orada olmasındandır.

Cennetler anlamına gelen "cennât" kelimesi, çoğul ve nekire (harf-i tarifsiz) olarak zikredilmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas'tan rivâyet edildiğine göre yedi cennet vardır:

1) Firdevs Cenneti (Cennetü'l-Firdevs),

2) Adn Cenneti (Cennet-i Adn)

3) Naîm Cenneti (Cennetü'n-Naî'm),

4) Huld Cenneti (Dârü'l-Huld),

5) Me'vâ Cenneti (Cennetü'l-Me'vâ)

6) Dârü's-Selâm,

7) Illiyyûn.

Bu cennetlerin her birinde de amellerin ve amel sahiplerinin değişik hallerine göre değişik mertebeler ve dereceler vardır.

Ç- "...Altlarından ırmaklar akan"

Eğer cennetten maksat gölge yapan ağaçlar ise ırmakların onların altından aktığını düşünmek tabiîdir. Fakat cennetten murad ağaçlı bir yer ise o zaman bir muz af takdir etmek gerekir. Yani ağaçlarının altından ırmaklar akan demek olur. Eğer cennetten hem yer, hem de ağaç kastedilirse, o zaman da "altından" mânâsı ağaçlar itibarı ile nazara alınır ve hepsine birden cennet denilmesi yeterli olur. Tabiînden Mesrûk, diyor ki:

"Cennet ırmakları, arlı ve kanal olmaksızın akar."

Âyetteki ırmaklardan (el-enhâr) maksat, ırmakların cinsidir ya da Muhammed (47) sûresinin 15. âyetinde belirtilen ırmaklardır. Şöyle ki:

"Müttakîlere (sakınan) va'dolunan cennetin misâli şudur:

Orada (rengi, kokusu ve lezzeti) bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan (tagayyür etmeyen) sütten ırmaklar, içenler için lezzetli bir şarabtan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar var."

Nehir, derenin üstünde (fevka'l-cedvel) ve denizin altında (dûne'l-bahr) Nil ve Fırat gibi su mecralarına denir. Fakat burada mecazî olarak nehirden kasdolunan o mecrada akan sulardır. Nitekim "oluk aktı" denildiğinde me-caz-i aidi olarak oluktan akan su anlaşılır.

D- "Kendilerine o cennetlerden bir semere rızık olarak her verildiğinde;

"- Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir!" derler."

Bu cümlede anlatılanlar da cennetlerin ikinci sıfatıdır. Birincisi altlarından ırmaklar akmasıydı ki bu cennetlerin zâtına ilişkin bir sıfat olduğundan daha önce zikredilmiştir.

Bu ikinci sıfat cennet nimetlerinden faydalanan cennet ehline (mütenaa'i-mîn) ilişkın bir sıfat olduğundan daha sonra zikredilmiştir. Yahut bu cümle gizli bir sorunun cevabı mahiyetindedir. Sanki cennetlerin o sıfatları anlatılınca dinleyenlerin zihnine,

"- Acaba âhiret cennetinin meyveleri, dünya cennetlerinin (cennâti'd-dünya) meyveleri gibi mi?" sorusu geliyor da cevab olarak onun memelerinin vasıfları anlatılıyor.

"Bundan önce / min kablü"den maksat, dünyada demektir. Ancak dünya semeresiyle cennet semeresi arasındaki benzerlik çok kuvvetli (müstahkem) olunca "Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir" beyanıyla ikisinin aynı şey olduğuna hükmediliyor. Açıkça anlaşılıyor ki cennet meyveleri, dünya meyveleri gibi yaratılmıştır. Bunun da sebebi görüldüğünde nefsin ona meyletmesini sağlamaktır. Çünkü insan tabiatı, alışık olduğu şeye meyleder; tanımadığı şeyden kaçar. Bu benzerliğin bir diğer sebebi de insanın onu gördüğünde o semerenin meziyetini ve nimet özelliğini kavramasını kolaylaştırmaktır. Çünkü cennet nimetleri hiç bilinmeyen bir cinsten olmuş olsaydı omın başka türlü olamayacağı zannedilirdi.

Bir başka tevcihe göre bu cümlenin mânâsı "bundan önce cennette bize yedirilen rızk İşte budur" demektir. Çünkü cennetin yiyecekleri, şekil ve görünüm olarak birbirlerine benzer. Nitekim Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) gelen şöyle bir rivâyet vardır:

"- Cennet ehlinden birine bir tabak yiyecek getirilir; o da ondan yer; sonra bir tabak daha getirilir; bakar ki içindeki yiyecekler ilk tabaktakiler gibidir. O (görünüşe bakarak):

"- Bu da, onun aynı!" der. Fakat onu getiren melek:

"- Buyur, ye; renkleri birdir ama tatları değişiktir der!"

Bir başka yoruma göre âyetin mânâsı Peygamberimizin bir hadîsinde işaret buyurduğu gibidir. Şöyle ki:

"Nefsimi kudreti elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki cennet ehlinden bir adam ilk defa yemek için elini semereye uzatır ama o semere daha ağzına ulaşmadan Allahü teâlâ onu benzeri ile değiştirir (ona başka bir tat ve lezzet verir)."

Ancak birinci yorumdaki, "küllemâ / her defasında" genel mânâyı korumak için daha münasiptir. Çünkü cennet ehli her defasında bu sözü tekrar ederler. Cennet ehli bu sözleriyle, sevinçlerini gösterirler. Cennet ve dünya meyveleri arasındaki şekil ve renk benzerliğine rağmen lezzet bakımından aralarında büyük farklar bulunduğunu garipsediklerini ifade ederler. Sanki şöyle demiş olurlar:

"- Bu, dünyada iken bize rızk olarak yedirilen şeyin aynıdır. O halde bu lezzeti ve güzel kokusu nasıl oluyor?"

Abdullah b. Abbas'ın

"- Cennette dünya yiyeceklerinden isınınden başka bir şey yoktur." rivâyeti de bu mânâya halel getirmez. Çünkü bu, dünya yiyecekleri ile cennet yiyecekleri arasında lezzet, güzellik ve biçim bakımından çok büyük farklılıklar bulunduğunu anlatmak içindir; yoksa aralarında hiçbir benzerlik bulunmadığını beürtmek için değil. Elbette öyledir; çünkü isimler, kesinlikle aynı türden olanları ifade etmek içindir.

Bu âyet-i kerîme şöyle de tefsir edilmiştir:

"Cennet ehlinin aldığı lezzetler, dünyada kendilerine (manevî) rızk olarak verilen marifetler ve taatler mukabilinde olup durumları değişiktir."

Bu yoruma göre cennet ehlinin "bundan önce bize yedirilen rızk İşte budur" sözlerinden, "bu, dünyada rızk olarak bize verilen taatlerin mükâfatıdır" mânâsı çıkarılabilir. Ancak bunun meyvelere tahsis edilmiş olması bu yorumu desteklemez. Çünkü cennet ve içindeki bütün nimetler, mükâfatlar kabilindendir.

E- "O rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur."

Bu cümle, bir ara cümlesi olup kendisinden öncekiler için açıklama mahiyetindedir.

F- "Orada onlar için tertemiz eşler de vardır..."

Cennet kadınları maddî ve manevî bütün kirlerden arınmışlardır. "Tetahhur" kelimesi maddî ve manevî bütün temizliği kapsar.

"Ezvac", zevcin çoğuludur. Zevç, eş anlamında olup erkek için de, kadın için de kullanılır. Zevç lügatte, kendi cinsinden bir arlıadaşı olana denir.

G- "...Ve onlar orada devamlı (muhalleden) kalacaklardır."

Âyette geçen "hâlid" kelimesinin mastarı "hulûd" sonsuz devam etsin veya etmesin, uzun süre sebat etmek anlamındadır. Bundan dolayıdır ki (kazanın, çömleğin üzerine konulduğu) ocak taşlarına, insanın kendi hâli üzere kaüp, değişmeyen kısınına hâlid denir. Eğer hulûd'un asıl mânâsı, sonsuzluk olsaydı, Kur’ân'ın Nisa (4) sûresinin 57, 122 ve 169. âyetlerinde "hâlid" kelimesinin yanında bir de "ebed" (ebediyyen) kaydı zikredilmezdi ve sonsuz olmayan şeyler için kullanılmazdı. Ancak burada (cennet ehli için) kastedilen mânâ sonsuzluktur. Çünkü bu konudaki âyet ve hadislerden (el-Sünen) çıkarılan kesinlikle budur.

Demliyor ki, insanın bedeni keyfiyet bakımından zıt cüzülerden oluşur. Bu cüzüler bir takım değişikliklere uğrar. Bu değişiklikler, bedeni sonunda çözülüp dağılmaya (inhilâl ve infıkâke) götürür. Şu oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) âleminde âlim ve kâmil bir insanın müşahede ettiği vakıa budur. (Bu da insan hayatının sonsuz olmasını imkânsız kılar). Bu görüşün dayanağı, âhiretin mükemmel âlemini bu düzensiz âleme ve oradaki hayatı, burada görülenlere kıyaslamaktır. Kaldı ki, , yaratan Allahü teâlâ ölümden sonra ikinci kez insanı yaratırken, belki bu kez insanı öyle yaratacaktır ki bedenin cüzülerinde değişildik meydana gelmeyecek ve bedenî çözülme asla olmayacaktır. Bu da şöyle gerçekleşebilir:

Bedenin cüzleri keyfiyetçe zıt değil, belki farklı olmakla beraber kuvvetçe birbirini dengeleyici olacaktır. Etkileşim hallerinde biri güç kazanıp öbürünü ortadan kaldırmaz. Birbiri ile devamlı dayanışma içinde olur; birbirinden hiçbir zaman ayrılmaz. Bu orantı ebediyen aralarında muhafaza edilir. Yemek, içmek ve hareketler gibi şeyler de onlarda bir değişiklik yapmaz.

Bilmiş ol ki gözlemler ile sabit olduğuna göre insan hislerine hitap eden lezzetlerin çoğu meslien, yiyecek ve evlilik ile sağlanmaktadır. Bütün bunların amacı da ayakta kalıp hayatı idame etmektir. Çünkü ne kadar büyük olursa olsun, geçici ve yok olmaya mahkûm her nimet bulanık olur; üzüntü izleri taşır, İşte bundan dolayıdır ki, Allah, mü'minlere mükemmel bir keyif ve sevinç vermek için onlara cenneti ve onun devamını müjdelemiştir.

Allah'ım! Bizleri rızanı kazanmaya muvaffak eyle! Rızana erdiren söz ve amellerde sebat etmeyi bizlere nasip eyle!

25 ﴿