30

"Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki:

- Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım! Melekler de:

- Orada fesad çıkaracak (bozgunculuk yapacak) ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz. Dediler.

Allah, şöyle buyurdu:

- Şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."

Âdem'in yaratılışı ve Meleklerin Âdem'le imtihanı

A- "Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki."

Bu âyet de öncekiler emsinden başka bir gerçeği beyan ve kâfirlerin, bu gerçekler karşısındaki olumsuz tutumlarını reddeder. Çünkü Âdem'in yaratılışı ve Allahü teâlâ'nın ona verdiği yüksek şeref, onun zümyetini küfür ile isyandan alikoyan ve şükür ile imâna davet eden en büyük nimetlerdendir. Bu âyet aynı zamanda:

"O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. "mealindeki âyetin muhtevasını ve yeryüzündeki nimetleri kullanmanın, onlardan yararlanmanın keyfiyetini açıklar.

Bu âyette hitabın değiştirilerek Peygamberimize tevcih edilmesi şu gerçeği bildirmek içindir:

Kelâmın özü, daha önce dikkatleri çekilen kâfirlerin müşahede ettikleri aklî deliller ile gösterilebilen hususlar değil fakat Peygamberimize mahsus vahiy yoludur (tarîki'l-vahy). Âyetin başında "Rabbüke / senin Rabbin" buyrulmak suretiyle canlıları kemale erdiren rubûbiyet (rablık) vasfının (zımnen) vurgulanması ve Rabbin Peygamberimize râcî olan zamire izafe edilmesi, onun şerefinin yükseldiğini belirtir.

"İz" zarfı değişik yönlerde (vecih) yorumlanabilir. Şöyle ki:

1- "İz", şayet "- Hatırla o zamanı ki..." şeklinde anlaşılırsa emir zaman içinde geçen olaylara değil de bizzat zamana tevcih edilmiş olur. Bu da zaman içinde vukua gelen olayların hatırlanmasının gereğine işaret eder. Çünkü zamanın hatırlanması lüzumu mantık ve delil yolu ile o zamanda vuku bulan olayların hatırlanması demektir. Bu itibarla vakit ve zaman hatırlanınca onun kapsadığı olaylar da hatırlanır ve gözle görülür gibi olur. Bilindiği gibi zaman mücerret bir kavramdır fakat onun içinde geçen olaylar müşahhastır.

"Hatırla o zamanı ki..." deyimi "o zamanda vuku bulan olayları hatırla!" demektir. Mazruf hazfedilip zarf (iz) onun yerine kaim olmuştur.

Sanki Peygamberimize

"- Sen o kâfirlere bu âyetlerle öğüt ver ve bu nimeti de onlara hatırlat; gafletten uyansınlar, besledikleri inançların bâtıl olduğunu anlasınlar ve bu tutumlarına son versinler." buyrulmaktadır.

2- "İz" zarfının mukadder (gizli) cümlesi "Göklerin ve yerin yaratılmasındaki nimete şükret yahut bunu düşün!"dür.

Bu tür bir anlayış doğru değildir. Çünkü şükrün gerekli olduğu yeri muhataba hatırlatmak ve şükrün vecîbelerine onun dikkatini çekmek kelâmın muktezasıdır. Oysa âyete muhatab olan Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) makamında bu söz konusu olamaz,

3- "Ve iz kale..."deki "kale" sözü mukadderdir. Ancak buna göre maksûd olan diğer âyetlere de sirayet eden kıssanın tamamı değil fakat sadece söz konusu bu âyettir. Bu telâkki tarzı ise yanlıştır.

4- "İz" zarfı, daha önce geçen Bakara (2) sûresinin "(Resûlüm) o imân edip saklı ameller (iyi iş) işleyenleri müjdele ki onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır" 25. âyeti ile ilerde gelecek olan Yûnus sûresinin "O imân edenleri müjdele ki onlar için Rabbleri katında kadem-i sidk vardır" 2. âyetindeki "beşşir..." fiilinin zarfıdır. Bunun da uzak bir görüş olduğu açıktır.

5- "İz" zarfı geçen âyetin mefhûmundan çıkan bir fiilin zarfıdır. Meselâ "Sizi yaratmaya başladı; o zaman ki, ..." gibi. Ancak şüphe yok ki yaratmaya başlayışın o vakit ile takyid edilmesi yararsızdır.

6- "İz" zarfının mukadder fiili "sizi yarattı", yahut "size hayât verdi"dir. Bu telâkki tarzında da pek çok sakıncalar vardır.

7- "İz" zaittir. Başka bir deyişle mânâda belli bir karşılığı yoktur; belagat gereği kullanılmıştır.

Bu görüş Ebû Ubeyd Kasım ve Ma'mer b. el-Müsennâ adlarındaki İslâm âlimlerine nisbet edilmiştir.

Rabbimız bu sözleri tebliğ için meleklere söylemişti.

Melek, şiddet ve kuvvet anlamını ifade eder.

Bir görüşe göre "melek"in aslı "melek"tir ve o da risâlet (elçilik) anlamındaki "elüket" kökündendir, Melek kelimesinin çoğulu "melâike"dir. Melâike kelimesinin sonundaki "t" harfi ise cemaati te'kid eden bir te'nis (dişilendirme) içindir.

Melekler, Allahü teâlâ ile insanlar arasında vâsıtadır (vesâittin beynallahi teâlâ ve beyne n-nâs). Onlar, Allahü teâlâ'nın ya da Peygamberlerin elçileridir,

Akla ağırlık veren bilginler meleklerin hakikat ve mahiyetleri konusunda uyuşmazlığa düşmüş olmakla beraber onların nefisleriyle kaaim yani bağımsız varlıklar oldukları konusunda ittifak etmişlerdir.

Kelâmcılara (mütekellemîn) göre melekler, muhtelif seldiler oluşturma kudretine mâlik lâtif cisimlerdir. Delil olarak şunu ileri sürerler:

"Peygamberler, melekleri değişik şekillerde görmüşlerdir, "

Felsefecilere (hükema) göre ise melekler, mücerret cevherler (kendi varlığı ile kaaim olan; karşıtı arazdır, renkler gibi) olup hakikatte nefs-i nâtıklardan (insan) farklıdır; kuvvet bakımından insanlardan daha mükemmeldir, bilgileri de daha çoktur, İnsanlara göre durumları, ışığa göre güneşin durumu gibidir.

Melekler iki kısma ayrılır:

Birinci kısının hak (şe'ni), Halik'ın marifetinde (ma'rifeti'l-Halik) gark olmak (istiğrak) başka bir şey ile iştigalden arınmaktır (tenezzül).). Nitekim Allahü teâlâ, onları şöyle vasıflandırmaktadır:

"Onlar gece gündüz Rabblerini tesbih ederler; hiç bıkıp usanmazlar / fütur getirmezler."

"Sakın (o kâfirler gibi olmayın)! Çünkü ebrarın (itaatkâr ve sâdıklar) kitabı muhalikak ki İllıyyîndedir." (Mutaffifîn 83/18)

"(Resûlüm) ılliyyûn nedir bilir misin?" "O, yazılı bir kitaptır."

"Ona mukarrebûn (Allah'a yalan melekler) şâhid olur."

İkinci kısım melekler ise kaza ve kader kaleminin yazdığı emirleri semâdan dünyaya uygularlar. Bunlar da, "Emirlerin Müdebbirleri" olan meleklerdir. Bu meleklerin de bir kısmı, semavî (sema sakini), bir kısmı da arzî (dünya, sakini) meleklerdir.

Hıristiyanlardan bir fırkaya göre melekler, faziletli insanların bedenlerinden ayrılan ruhlardır.

Rivâyet olunuyor, Peygamberimiz meleklerin çokluğu konusunda şöyle buyurmuştur:

"Gökler (yüklerinin ağırlığından) inliyor. İnlemeye de halikı var. Çünkü göklerde ayak basacak kadar her yerde mutlaka secde veya rükû hâlinde bir melek vardır."

Yine rivâyet olunuyor ki insanlar, cinlerin onda biri kadardır. İnsanlar ile cinlerin toplamı da kara hayvanlarının onda biri kadardır. Hepsinin toplamı da kuşların onda biri kadardır. Bunların hepsinin toplamı da deniz hayvanlarının onda biri kadardır. Bunların da hepsinin toplamı, dünya semasındaki meleklerin onda bin kadardır. Bütün bunların toplamı da ikinci semânın meleklerinin onda biri kadardır. Ve yedinci semâya kadar bu minval üzere devam etmektedir. Sonra bütün bunların toplamı da Kürsî meleklerinin sayısına göre pek önemsiz bir sayıdır. Sonra bütün bunların toplamı da Arş'ın serdaklarından (çadır, çardak, gölgelik, duvar, bir evin orta boşluğu, sahanlık, bölüm; çoğulu: sûradik) her birindeki meleklerin onda biri kadardır. Arş'ın serdaklarının (süradık) sayısı da altı yüz bindir. Her serdak'ın eni, boyu ve yükseldiği de bütün gökler, yer ve ikisinin içindekilerle aralarındakilerin büyüklüğü onunla karşılaştırıldığı zaman hissedilir bir büyüklükte dahi olmaz. Ve o serdaklarm her birinde bir karış kadar her yerde mutlaka secde veya rükû ya da kıyam hâlinde bir melek bulunur. Bu melekler, yüksek sesle Rablerini tesbih ve takdis ederler. Fakat bütün bunlar Arş'ın çevresinde dolanan meleklere göre, denizde bir damla gibidir. İsrafil'e bağlı meleklerle Cebrâîl’in (aleyhisselâm) ordusundaki meleklere gelince; onların cinslerini, ömürlerinin müddetim ve ibâdetlerinin keyfiyetini Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan) Allah'tan başka kimse bilmez. Nitekim Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

"Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez."

Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Miraç gecesi göklere çıktığı zaman yüksek bir mekânda meleklerin kalabalik bir halde birbirlerine karşı ters yönde yürüdüklerini görünce, Cebrâîl’e suâl:

"- Bunlar, nereye gidiyor?" diye sordu. Cebrâîl de, ona:

"- Nereye gittiklerini ben bilmiyorum ancak ben yaratıldığım günden beri bu manzarayı böyle görüyorum ve bir kez gördüğüm meleği bir daha görmedim" dedi.

Sonra o meleklerden birine:

"- Ne kadar zaman önce yaratıldın?" diye sordu.

O da:

"- Bilmiyorum, yalnız şunu biliyorum: Allahü teâlâ, her dört yüz bin senede bir yıldız yaratıyor ve ben yaratılak Allahü teâlâ, dört yüz bin yıldız yarattı."

Ey Yüce Rabbimiz! Seni tenzih ederiz. Senin kudretin ne kadar büyük, Senin mülkün ve saltanatın ne kadar geniş!

Hadîsteki meleklerin, hangi melekler olduğunda farklı görüşler ileri sürülmüştür:

1- Onlar, yeryüzü melekleridir. Tabiînden Dahhâk b. Muzahım el-Hilalî'nin, Abdullah b. Abbas'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre bu melekler, Allahü teâlâ'nın cinler ile savaşmak için iblis ile beraber gönderdiği meleklerdir. Nitekim cinler, önceleri yeryüzünün sakinleri idi. Sonra yeryüzünde fesat çıkardılar ve kan döktüler. İblis ile o melekler, bu cinlerin pek azı hariç hepsim öldürdüler. Kalanlarını da dünyanın mesliûn yerlerinden çıkarıp denizlerin ortasındaki adalara ve dağların tepelerine sürdüler ve onlar yeryüzüne yerleştiler. Allahü teâlâ da, bu meleklerin ibâdetlerini hafifletti ve iblis'e yeryüzünün ve dünya semâsının hâkimiyeti ile cennet muhafızlığını verdi. Bundan sonra İblis, bazen yeryüzünde, bazen semâda ve bazen de cennette Allahü teâlâ'ya ibâdet ederdi. Derken İblis, kendini beğendi ve kibre kapıldı da olanlar oldu.

2- Ashâb'ın ve Tabiînin çoğunluğuna göre hadîse konu olan melekler, bütün meleklerdir. Çünkü ifade geneldir ve bu genelliği sınırlayan bir kayıt da yoktur.

B- "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım."

"Caa'le — kılmak, yapmak, yaratmak" mastarı, iki meful (tümleç) gerektirir. Kendisinden sonra gelen iki kelime onun tümleçleri olursa mânâ şöyle olur:

"Bütün bu olanlardan sonra Ben yeryüzünde herhangi veya belli bir halîfe yaratacağım." Tümlecin birincisi karine olduğu için hazf ve halîfe kelimesi de ikinci tümleç olarak zikredilmiş ise mânâ "Ben, topraktan bir beşer yaratacağım ve onu yeryüzünde halîfe kılacağım." şeklinde anlaşılır.

Hazfedilmiş tümlecin karinesi, hâl ve durum olabildiği gibi âyette geçen meleklerin cevabı da olabilir.

Allame Zemahşerî Mahmut b. Ömer (öl, 1144), "el-Keşşâf an Hakaikı't-Tenzil" adk eserinde;

"Rabbin, o zaman meleklere şöyle demişti:

- Ben, muhalikak çamurdan bir beşer yaratacağım." mealindeki âyetin tefsirinde diyor ki:

"- Eğer sen; meleklerin henüz beşerin ne olduğunu bilmedikleri ve öyle bir şeyi görmedikleri halde Allahü teâlâ'nın onlara beşerden söz etmesi doğru olur mu?" dersen cevap olarak derim ki:

"- Allahü teâlâ, meleklere gerçekte Ben öyle bir mahluk yaratacağım ki, sıfatları şöyle şöyle olacak demiş fakat olayı hikâye ederken kısaltarak yalnız beşerin adını söylemekle iktifa etmiş olabilir."

Zemahşerî'nin örneğinde olay anlatırken, delâlet edecek bir karine yoktur ve tafsilat yerine yalnız isimle yetinilmiştir fakat bizim örneğimizde açık bir karine vardır.

"Caa'le" fiili yaratmak mânâsına da kullanılmış olabilir. O takdirde yalnız bir tümleç gerekir.35 (Böylece bir şeyin hazfine gerek kalmamış olur). Ancak o takdirde ondan sonra gelen meleklerin kelâmı, bizzat ona terettüp etmez;

fakat bilvasıta ona terettüp eder. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Allahü teâlâ, meleklere:

"- Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" deyince, melekler:

"- Ey Rabbimiz! O halîfe nasıl olacak?" diye sordular, Allahü teâlâ da:

"- O halifenin zürriyeti olacak; onlar, yeryüzünde fesat çıkaracaklar; birbirlerini çekemeyecekler; birbirlerini öldürecekler!" dedi.

İşte o zaman melekler o sözleri söylediler, Allahü teâlâ, cümleden iyi bilir.

"Halîfe", başkasına halef olan ve onun yerme geçen demektir. Kelimenin sonundaki "ta" harfi mübalağa başka bir deyişle kelime mânâsını kuvvetlendirmek (te'kid) içindir.36 Halîfeden murad, Âdem ve çocukları olabilir. Burada beyan kasr edilmiş (kısaltılmış), fazla, sözden istiğna ve sadece Âdem'in zılıri ile iktifa edilmiştir. Arap dilinde bu yaygındır. Nitekim "Mudar veya Haşim" denildiğinde "Mudar Oğulları, Hasım Oğulları" kastedilmiş olur. Ve "Hilafet, Kureyş'tedir" hadîsi de bu kabilden olup "Hilafet, Kureyş Oğullarına aittir" demektir.

Yahut da halîfe kelimesi, "halef oldu" manasınadır. O takdirde halifelik Âdem'e (aleyhisselâm) ve onun zürriyetinden gelen diğerlerine şamil olur.

Hilâfetten maksat, ya Allahü teâlâ cihetinden olan hilâfettir ki insanlar arasında O'nun hükümlerini icra etmek, emirlerini uygulamak, halkı siyâset etmektir (yönetmek). Ancak bu Allahü teâlâ'nın buna ihtiyacı olduğu için değil fakat kendilerine halîfe tâyin edilen insanların ıstidadca kusurlu olup ilâhî feyzi bizzat doğrudan doğruya almaya liyakatleri bulunmamasindandır. İste bundan dolayı hilâfet Âdem oğullarından has kullara özgüdür. Âdem'den önce yeryüzündeki hilâfet ise, meleklerin hepsine şâmil idi.

C- "Melekler de:

- Orada fesad çıkaracak (bozgunculuk yapacak) ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler."

Burada da "caa'le" fiili hakkında yukarıda yapılan açıklamalar aynen geçerlidir.

"Yeryüzünde fesat çıkaracak birini mi halife kılacaksın?" mânâsındaki bu ifade tarzı ile halife tayini, kuvvetle istib'a'd edilmekte, uzak görülmekte, yadırganmaktadır. Çünkü bir müfsidin, fesad çıkardığı yerde halife tayin edilmesi, başka bir yerde halife tayin edilmesinden daha yadırgatıcıdır. Ancak meleklerin taaccüb ve hayreti aslında yeryüzünde fesat çıkaracak birinin yaratılması değildir. Çünkü ondan sonraki cümlede meleklerin bu hilâfete daha ehil olduklarını iddia etmeleri bu mânâyı kesin olarak geçersiz kılmaktadır. Melekler, zaten yaratılmışlardır; yaratılmaya daha ehil olduklarını iddia etmelerinin bir anlamı yoktur. Meleklerin yadırgaması, öyle bir kimsenin Allah'ın hükümlerini ve emirlerini icra etmek suretiyle yeryüzünün imarı ve ıslahı için halife tayin edilmesi ya da tabiatları, ibâdet ve taat olan meleklerin yerine, fesat çıkarmak ve kan dökmek, nevinin gereği olan birinin halife kılınmasıdır.

Her ne kadar Âdem fesat çıkarmak ve kan dökmekten münezzeh ise de onun halîfe kılınması zürriyetinin hilâfetini de beraberinde getirmektedir. Âdem'in zürriyeti ise genellikle fesat çıkarmaktan ve kan dökmekten arınmış değildir.

Meleklerin, hayret ve şaşkınlık göstermeleri onlar için gizli (hafi) olan bazı hikmetleri keşfetmeleri, içinde bulundukları şüphelerden sıyrılmaları amacıyla kendilerine gerekli bilgilerin verilmesi ve Âdem'i buna ehil kılan faziletlerin anlatılması içindir. Tıpkı bir öğrencinin, kafasını karıştıran bir şeyi sorması gibi. Yoksa meleklerin bu hali, Allah'ın (celle celâlühü) yapacaklarına karşı itirazları olduğu o tasarrufların icmali olarak hikmet ve maslahat içerdiği hususunda şüpheleri bulunduğu ve meleklerin Âdem'i ve zürriyetini gıybet amacıyla tenkid etmeleri anlamında değildir. Çünkü meleklerin makamı, bu gibi şeylerin onlar hakkında düşünülmesinden uzaktır. Nitekim Allah onlar hakkında meâlen şöyle buyurur:

"Onlar (müşrikler) Rahman, çocuk edindi (melekler Allah'ın kızlarıdır); dediler. O, bundan münezzehtir (Sübhan). Hayır onlar (melekler) lütuf ve ihsana mazhar olmuş (mükrem) kullardır." (Enbiya 21 /26)

"Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar ancak O'nun emriyle hareket ederler." (Enbiyâ 21/27)

Melekler, insanların yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, kan dökeceklerini nereden bilekler? Daha önce anlatıldığı gibi, bunu ya Allah'ın (celle celâlühü) haber vermesiyle ya da her şeyin yazılı olduğu Levh-ı Mahfûz'dan öğrendiler yahut da kendi akılları ile, ismetin (günâhsizlığın) kendilerine mahsus bir hâl olduğu noktasından hareketle bunu bilekler veyahut da (cinlerin daha önce fesat çıkarıp kan döktüklerini gördüklerinden) insanları da cinlere kıyas ederek bu sonuca vardılar.

"Sefeke" lügatte, birbirinin kanını dökmek, birbirini öldürmek demektir. Fakat ıstılahta yalnız haram olan kanı dökmek başka bir deyişle katli haram olan kimseleri haksız yere öldürmek anlamına gelir. Burada öldürmek yerine, "kan dökmek" ifadesi tercih edilmiştir. Çünkü öldürmenin en çirkin ve feci şekli budur.

Ç- "Oysa biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz."

Bu cümle, daha önce belirtilen taaccübü açıklamakta ve onu daha da pekiştirmektedir. Tıpkı bir kimsenin, efendisinin hizmetinde canla başla çalıştığı hâlde efendisi bu hizmeti bir başkasına verince efendisine:

"- Sen, isyankârları mı istihdam edeceksin? Oysa ben canla başla bu hizmeti görüyorum" demesi gibi. Yani, şöyle demiş oluyorlar:

"- Ey Rabbimiz! Fesatla (bozgunculuk) asla uğraşmayanlar dururken, zürriyetinin işi fesat olan birini mi halîfe yapacaksın?"

Meleklerin maksatları, kendilerinin hilâfete daha ehil olduklarını arz etmek ve insanlardan, hilâfete engel hâller beklendiği hâlde kendilerinin rüchaniyet sebeblerini açıklamaktir yoksa bu sözlerle büyüklenmek ve böbürlenmek değildir. Öyle anlaşılıyor ki melekler, insandaki şehvet kuvvetini (kuvvetı'ş-şeheviye) sezmişlerdi. Bunun ifratı yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Yine melekler insandaki öfke kuvvetini (kuvveti'l-ğadabiyye) sezmişlerdi. Bunun da ifratı kan dökmektir. İşte bundan dolayı melekler, o sözleri söylediler ve düşünemediler ki akıl kuvveti (kuvvetü'l-alikye), bu iki kuvveti emri altına aldığı ve onları hayra yönelttiği zaman onlarla beraber öyle yüksek mertebelere erışilir ki şehvet ve öfke kuvvetleri olmadan akıl kendi başına o mertebelere erişemez. Meselâ, cüz'iyatı (ayrıntıları) tafsilatı ile kavramak, sanat ve meslekleri ile, kâinattan bir takım yararlar çıkarmak gibi.

Tesbih, Allah'ı itikatta, söz ve amelde (itikaden, kavlen ve amelen) O'na lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek, onlardan uzak tutmaktır.

Takdis de netice itibariyle tesbih demektir. Onu takdis etti, onu temizledi demektir. Çünkü bir şeyi temizleyen, onu kirlerden uzaklaştirmış olur. Yani tesbih:

"- Ey Rabbimiz! Biz, Seni yücelik ve izzet gibi sana lâyık sıfatlarla tavsif ve sana lâyık olmayan sıfatlardan da tenzih ederiz ya da biz, nefislerimizi Senin için günâhlardan temizleriz" demek gibidir.

Öyle anlaşılıyor ki, melekler, en büyüğü ve son derecesi Allah'a (celle celâlühü) ortak, koşma olan insan fesadını kendi tesbıhleriyle; kan dökme cinÂyetini de kendi fiilleri olan nefsi kötülüklerden temizlemek (tathirü'n-nefs) ile karşılaştırmışlardır.

Meleklerin bu sözleri, bir durum tesbitidir (vakiin beyanı) yoksa övünmek (temeddün) ve minnet izhar etmek için değildir. Yani şunu demek istemişlerdir:

"- Biz meleklere bahşetmiş olduğun çeşitli nimetler, ezcümle bu ibâdete bizi muvaffak kıldığın için bizler Sana hamd eder. Seni yüce şânına yaraşmayan her şeyden tenzih ederiz, "

Sonuç olarak tesbih, Allah'ın (celle celâlühü), celâl sıfatlarını izhar etmek, hamd ise in'âm (ihsan) sıfatlarını hatırlatmak içindir.

D- "Allah, şöyle buyurdu; - Şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."

Bundan maksat, Allah'ın (celle celâlühü) her ne olursa olsun, onların bütün bilmediklerini bildiğini beyan değildir. Çünkü meleklerin bundan hiçbir şüpheleri yoktur ki bunun için bir uyarıya ve özellikle tekidli bir uyarıya ihtiyaçları olsun. Bundan maksat Âdem'in hilâfetini gerektiren sebepler olduğunu açıklamaktır. Çünkü melekler için gizli ve hayretlerini mûcib olan husus budur.

Âyette "hilâfetin gereği olan vasıflar Âdem'de (aleyhisselâm) var" anlamında özet bir kelâm yerine Allah'ın (celle celâlühü) ilminin her şeyi kuşattığı ifadesinin yer alması, O'nun şânını yüceltmek, işlerinin muhkem bir ilim, mükemmel bir hikmet temeli üstüne kurulduğunu, meleklerin sözlerinin ise gafletten kaynaklandığını bildirmek içindir.

Bir başka görüşe göre de mânâ şöyledir:

"- Ben Âdem'in hilâfetinde size gizli olan maslahatları bilirim."

Âyet, aynı zamanda Allah'ın (celle celâlühü) bütün işlerinin güzel ve hikmete uygun olduğunu bilmeleri için melekleri irşad amacına da yöneliktir.

Bütün bu açıklamalar meleklerin daha önce bu gerçeği bilmediklerini, hayret ve şaşkınlıklarınin bu fiilin hikmete uygun olup olmadığı hususundaki tereddütlerine dayandığını mı göstermektedir?

Hayır bu meleklerin şânına yaraşmaz. Çünkü melekler, bunun mutlaka bir hikmet içerdiğini biliyorlardı. Ancak bu hikmetin ne olduğu hususunda tereddütleri vardı:

Âdem'e (aleyhisselâm) hilafet verilmesi, sadece Allah'ın hükmü gereği mi yoksa Âdem'in faziletinin de bu İşte ilgisi var mı?

İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), önce mücmel ve müphem olarak, Âdem'de kendilerine gizli bir takım faziletler olduğunu belirtti ki bunu öğrensinler. Sonra o faziletlerin bir kısmım açıkladı ki bunu aşikâr olarak görsünler ve Allah'ın (celle celâlühü) işlerinin harikulade ve hikmetli olduğu açıkça anlaşılsın da şüpheleri zail olsun.

Âdem'e isimlerin ta'limi konusu

30 ﴿