62"Şüphesiz imân edenler, Yahudiler, Hrîstiyanlar ve Sabiîler; bunlardan her kirn Allah'a ve âhiret gününe imân edip sâlih amel işlerse artık onlar için Rabbleri katında mükâfatlar vardır. Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." A- "Şüphesiz imân edenler, Yahudiler, Hrîstiyanlar ve Sabiîler..." Burada söz konusu olan sadece dilleriyle imân etmiş olanlardır ki onlar münâfıldardır. Münafıkların da, kâfirler sırasına (sılki'l-küfr) dahil edilmesi buna karinedir. Onların nifak nitelemesiyle değil de bu şekilde belirtilmeleri, sarahatle bildiriyor ki, onların bulunduğu mertebe, her ne kadar imân olarak ifade ediliyorsa da, bu, onlara asla bir fayda sağlamaz ve onları küfür bataklığından kesinlikle kurtarmaz. "Yahûd" kelimesi ya Arapça olup tevbe mânâsında dır; çünkü İsrâiloğulları buzağıya tapmaktan tevbe ettikleri zaman, bu ismi almışlardır. Nasarâ'dan murad Hristiyanlardır. Nasarâ, nasran'ın çoğuludur. Nasranî'deki "y" harfi, mübalağa (manayı güçlendirmek) içindir. Onlar, Mesih İsa'ya yardım ettikleri için bu ismi almışlar. (Nasran, nusret kökünden gelir ki, yardım anlamındadır). Yahut onlar, Nasran (Nasıra) denilen kasabada İsâ ile beraber kaldıkları için bu ismi almışlar, yahut o kasabaya nisbet edilmişlerdir. Sabiî'lerin ne olduğu konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki, : 1- Sabiîler, Hristiyanlarla Mecûsîler arası bir konumdaydı. İnançlarında her ikisinden de alınmiş unsurlar vardı. 2- Sabiîlerin dinlerinin aslı, Nuh'un diniydi. 3- Sabiî'ler, meleklere taparlardı. 4- Sabiîler yıldızlara taparlardı. Sabiî kelimesi, eğer Arapça ise, "sabe" kökünden gelir ki, bir dinden çıkıp başka bir dine girmek anlamındadır; yahut bu kelime, "sabâ" kökünden gelir ki, meyletmek (ayrılmak) anlamındadır. Çünkü onlar, bütün dinlerden ayrılıp kendi dinlerine yahut da haktan batıla dönmüşler demektir. B- "Bunlardan her kim Allah'a ve âhiret gününe imân edip salih amel işlerse artık onlar için Rabbleri katında mükâfatlar vardır." Bu sayılan fırkalardan her kim, hâlis ve lâyıkı veçhile bir imâna sahip olup o imân üzere ölürse ve hayatında da bu imânın gerektirdiği şekilde sâlih amel işlemiş ise, artık bu gibiler için yaptıklarına karşılık, her şeyin Mâliki, insanları layık oldukları kemâle erdiren Rabbleri katında kendileri için va'dedilen mükâfatlar vardır "I'nde Rabbihim. / Rabbleri katında" buyrulmak suretiyle onların Rabb'e izafe edilmeleri, kendileri için büyük bir lütuftur ve mükâfatlarının verileceğinin kesin delilidir. C- "Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." Allah'a ve âhiret gününe imân edip sâlih amel işleyenlere, kâfirlerin azabtan korkacakları gün korku yoktur ve taksirat sahiplerinin ömürlerini heba ettiklerine, sevapları kaçırdıklarına üzülecekleri, hüzünlenecekleri zaman, onlar mahzun olacak da değillerdir. Bundan maksat, onlar için korku ve hüznün hiçbir zaman olmayacağıdır; korku ve üzüntünün olabileceği fakat bunların devamlı olacağı anlamında değildir. Bir görüşe, göreyse âyetteki "men âmene / imân eden..."den maksat, muhlis olsun, münafık olsun, islâm dini ile mütedeyyin olanlardır. Bu takdirde imân edenleri, mutlak anlamda Allah'a ve âhiret gününe imân edenler veya bu vasfı taşıyanlar olarak tefsir etmek gerekir. Bu imân vasfı ister muhlislerde olduğu gibi ısrarlı ve devamlı, ister münafık ve gayr-i müslimlerde olduğu gibi sonradan ihdas ve inşâ edilmiş olsun sonuç aynıdır. Bu tefsire göre bunun muhlis mü'minleri de kapsayacak şekilde umumî olarak ifade edilmesi diğerlerini imâna daha fazla teşvik etmek içindir. Başka bir deyişle onların gerçek imân vasfını taşımakta gecikmiş olmaları, ecir, mükâfat ve bunun sonucu sürekli güvende olmaya hak kazanmada eski mü'minlere bile örnek teşkil edecek mükemmel bir mü'min olmalarına engel değildir. Bu âyet, "Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden her kim, dinleri neshedilmeden önce Allah'ı ve âhiret gününü kalbi ile tasdik edip dininin gereklerini yerine getirirse..." şeklinde de tefsir edilmişse de, bu doğru bir tevcih değildir. Çünkü bu makamın gereği İslâm dinine teşviktir. Başka bir dini ve neshedilmeden önce o din üzere yaşamış olanların hâlini beyan etmenin, bu bahisle hiçbir ilgi ve münasebeti yoktur. Hattâ bu bahsin doğru ve gereği gibi anlaşılmasına halel dahi getirir. Çünkü anılan tefsir o dinin de zamanında hak olduğuna bir ölçüde delâlet eder. (Bu durumda, zamanında hak olan bir din, niçin şimdi hak olmasın; düşüncesi akla gelebilir). İlâve olarak, münafıklarla Sâbiîler için anılan tefsir mümkün de değildir; çünkü münafıklar, eğer müşrik sınıfından sayılırlarsa, zaten durum açıktır. Yok eğer Kitab Ehli'nden sayılırlarsa, dinleri neshedilmeden önceki Kitab Ehli, münafık değillerdi. Sâbiîlere gelince, hiçbir zaman tatbiki caiz bir dinleri olmamıştır. Eğer Sâbiîlerin semavî bir dinleri olduğu ve sonradan bu dinden çıktıkları doğru kabul edilirse, bu takdirde, onlardan bu dinden çıkmadan öncekilere Sâbiî denemez. |
﴾ 62 ﴿