105

"Ne Kitab Ehlinden ne de müşriklerden hiç kimse size Rabbiniz den bir hayır indirilmesini istemez. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir."

A- "Ne Kitab Ehlinden ne de müşriklerden hiç kimse size Rabbiniz den bir hayır indirilmesini istemez."

Âyetin başında (onlar anlamına gelen bir) zamir kullanılmayıp "ellezîne kefem / onlar ki kâfir oldular" buyrulmasi, onların bu davranışlarının sebebinin küfürleri olduğunu bildirmek içindir.

Bu cümlenin mâkabk (öncesi) ile ilgisi, bundan önce yasaklanan o "râinâ" kelimesinin, çoğu kez, burada "hayır" diye ifade edilen vahyin inişi sırasında söylenmiş olması ihtimahdir.

Burada belki de Yahudilerin Tevrat'ı tahrif etmelerinin ve daha önce anlatılan diğer çirkin hareketlerinin sebebinin, Müslümanlara inmesini istemedikleri hayrın vahiy olduğuna işaret vardır.

Bir görüşe göre de, Yahudilerden bir fırka vardı ki bunlar mü'minlere zahiren muhabbet gösteriyorlardı ve mü'minler için hayır istediklerini iddia ediyorlardı. İste bu âyet, onları tekzib için inmiştir.

Hayr'dan maksat vahydir. Bu hayra, ilim ve nusret (ilâhî inayet) gibi başkasını da kapsayacak genel bir anlam yüklemek mümkün değildir; çünkü bundan sonra gelen rahmetin tahsisi, bu mânâya engeldir.

".. .min Rabbiküm / Rabbinizden" buyrulması Müslümanlara hayr indirilmesinin sebebinin rubûbiyet vasfı olduğunu bildirmek ve Rabbin "siz / küm" zamirine izafe etkimesi ise, muhatablara şeref kazandırmak içindir.

Yahudilerin, vahyin müsiümanlara indirilmesini islememeleri, Müslümanların, Kür'an'a göre ibâdet etmeleri ve Kur’ân'ın, Müslümanları iki cihan saadetine hazırlamaları yüzünden değildir. Çünkü hadiseye bu açıdan bakılmış olsa, o Yahudiler de, kendilerine hayır (vahiy) indirilmiş olanlar cümlesindendir. Fakat onların bunu istememeleri, vahyin kendi içlerinden birine değil Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olma yüzündendir. Bu da Peygamberin şahsına has bir sebepten değil fakat Yahudilerin dinî tedrisatı, müşriklerin de kendi riyasetlerini kaybetme endişelerindendir. Başka bir deyişle Yahudiler ve müşrikler, kendilerini vahiy için daha liyakatlı görüyorlardı.

Yahudiler, Ehl-i Kitab olduklarından nübüvvet ve vahiy için kendilerim ümmî bir kavimden daha liyakatlı görüyorlardı. Müşrikler de mal ve şöhretlerini ileri sürerek peygamberlik için daha ehil olduklarını iddia ediyorlardı. Çünkü onlar nübüvvetin diğer dünyevî riyasetler gibi zahirî sebeplere bağlı olduğunu zannediyorlardı, İşte bundan dolayı,

"Şu Kur’ân, memleketten (Mekke ile Taıf) bir büyük adama ındırilseydı ya!..." diyorlardı.

B- "Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir."

Bu cümle, rahmetin indirilişını açıklar, onun hikmetine dikkat çeker. Rahmetten maksad, vahydir. Nitekim;

"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar âyetinde de aynı mânâ kastedilir.

Vahiy, mü'minlere inmesi itibariyle hayır, Allah'a (celle celâlühü) izafesi itibariyle de rahmet olarak vasıflandırılmıştır.

Ali (kerremallahü vecheh), bunun anlamı şudur, diyor:

Allah, nübüvvetini Muhammed'e tahsis etmiştir."

Daha önce Bakara sûresinin 90. âyetinde geçen;

"...Allah'ın kullarından dilediğine lûtfunun eseri (fadlından) indirdiğini kıskanarak..." ifadesinin siyakına uygun olarak burada tenzil değil de tahsis kökünden bir fiil kullanılması, Peygamberin şerefini yüceltmek, Yahudilerle müşriklerin boş ümitlerini tamamen kesmek içindir. Kısaca Allah, kullarından kimde liyakat görürse, rahmetini bir lütuf eseri o kuluna tahsis eder, başkasına vermez.

Allah'ın, bir kimseye peygamberlik vermesi de, çok büyük bir lûtuftur. Nitekim Isrâ sûresinin 87. âyetinde:

"Şüphesiz O'nun senin üzerindeki lûtfu pek büyüktür." buyurulur.

Allah'ın, diğer insanları vahiyden mahrum bırakması (onlara vahiy indirmemesi), Allah'ın lûtfunun darlığından değildir. Bu ilâhî iradenin hikmetleri gereğidir.

Her iki cümlenin başında Allah adının zikredilmesi, her ikisinin de mânâ ve şân itibariyle yüceliğine işarettir.

105 ﴿