219"(Resûlüm), sana şarap (el-hamr) ve kumar (el-meysir)dan sorarlar. De kı: Her ikisinde de hem büyük günah (ism-i kebîr) hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Fakat onların günahları yararlarından daha büyüktür. Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını verin. Allah, âyetlerini böyle açıklıyor. Umulur ki düşünürsünüz." A- "(Resûlüm), sana şarap (el-hamr) ve kumar (el-meysir)dan sorarlar." Şarap hakkında dört âyet nazil olmuştur. İlk önce Mekke'de Nahl (16) sûresinin; "Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem şarap (seker), hem de güzel gıdalar (rızk-ı has en) edinirsiniz." mealindeki 67. âyeti nâzıl oldu. Bundan sonra da Müslümanlar şarap içmeye devam ettiler. Daha sonra Ömer, Muaz ve diğer sahabilerden bir grup (radıyallahü anh) "-Ya Resûlallah! Şarap içmenin hükmünü bize anlat; şarap insanların aklını gideriyor" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bundan sonra da bazıları şarap içmeyi bıraktılar; bazıları ise içmeye devam ettiler. Sonra bir gün Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh), bazı Sahabileri evine dâvet etti. Onlar da şarap içip sarhoş oldular. İçlerinden biri imam olup onlara namaz kıldırdı. Namazda kıraât sırasında Kâfirûn sûresinin, "Ben, sizin taptığınıza tapmam" meâlindeki 2. Âyetini "lâ" harfini kaldırarak, "Ben sizi taptığınıza taparım" şeklinde yanlış okudu. Bunun üzerine Nîsâ (4) sûresinin; "Ey imân edenler! Siz sarhoş iken namaza yaklaşmayın." meâlindeki 43. âyeti nâzil oldu. Bundan sonra şarap içen Müslümanlar hayli azaldı. Sonra bir gün Utban b. Malik, Sa’d b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) ve bir grup Sahabîyi dâvet etti. Bunlar da şarap içip sarhoş olduktan sonra şiirler okuyup övünmeye başladılar. Nihâyet Sa’d b. Ebi Vakkas, Ensar’ı hicveden bir şiir okudu. Ensar’dan biri, devenin çene kemiği ile onun kafasına vurup iyice yaraladı. Sa’d b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) da, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde şikayette bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "- Allah’ım, bize şarap hakkında mü’minlerin ondan kaynaklanan hastalıklarına şifâ olacak bir beyân ihsan eyle!" diye duâ buyurdu. İşte o zaman: "Ey imân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Artık bunlardan sakının ki, kurtuluşa eresiniz." (Maide 5/90) "Şeytan, içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlara son verir misiniz" (Mâide 5/91) âyetleri nâzil oldu. Bu âyetleri dinleyen Ömer (radıyallahü anh) de; "İntehinâ ya Rabbî / Son verdik ya Rabbi!" dedi. Rivâyet olunduğuna göre Ali (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: Eğer bir damla şarap bir kuyuya düşse ve onun yerinde bir minare yapılsa, ben o minarede ezan okumam. Eğer bu bir damla şarap bir denize düşse, sonra deniz kurusa ve yerinde otlar bitse, ben onlardan yemem." Yine rivâyete göre İbn-i Ömer diyor ki: "- Parmağımı şarabın içine batırmış olsam, onu bedenimden ayırasım gelir." İşte gerçek imân ve takva budur. Allah, cümlesinden razı olsun! "Hamr- şarap" aslında örtmek anlamındadır. Sıkılmış ve köpük alıncaya kadar kaynatılmış üzüm suyuna "hamr" denmesinin sebebi insanın aklını ve temyiz kudretini örttüğü içindir. Akıl ve temyizi haczettiği için ona "seker" de elenir. "Meysir — kumar", yüsr (kolaydık) kökünden gelir. Çalışmadan, yorulmadan elde edilen bir kazanç olduğu için bu isim verilmiştir. Onun "yesâr — servet" kökünden geldiği de söylenir. Kumar, serveti götürdüğü için bu isim verilmiş olabilir. O zamanlar bu kumar kıdah, ezlâm ve aklâm dedikleri âletlerle oynanıyordu. (Bu âletler, temrensiz ve sapsız ok başları gibi ve tombala misali işaretlenmiş, her birine ayrı isim verilmiş çubuklardı.) Bu çubuklar on taneydi ve isimleri şunlardı: 1) Fezz (tek), 2) Tev'em (ikiz), 3) Raldb, 4) Cels, 5) Nâfıs, 6) Müsbil, 7) Muallâ, 8) Menîh, 9) Sefih, 10) Vağd. Bu âletlerin her birinin belli bir değeri olup üzerine işaretlenmişti ve bu işaretler, kumar oynamak için kesilmiş ve etleri on parçaya ayrılmış devenin o etlerinin karşılığı demek idi. Bazıları da devenin etlerini yirmi sekiz parçaya bölüyorlardı. Bu çubuklardan üç tanesinin değen ve payı yoktu. Bunlar, Menîh, Sefih ve Vağd isimlerini taşıyanlardı. Diğerlerine gelince; Fezz / bir, Tev'em / iki, Rakîb / üç, Cels / dört, Nâfis / beş, Müsbil / altı, Muallâ / yedi pay idi. Kumarcılar, kumar takımlarını bir torbanın içine koyup onu oyun hakeminin eline veriyorlardı. Oyun hakemi de onları torbanın içinde karıştırdıktan sonra elini torbanın içine daldırıp kumarcıların isimleri ile onları birer birer çekiyordu. Böylece kendisi için hisseli oklardan biri çıkan, o belli payı alıyordu. Kendisine hissesiz oklar isabet edenler ise, hiç pay almadığı gibi, kesilen devenin değerini, de üstlenmiş oluyordu. Kumarcılar, aldıkları hisseleri kendileri yemeyip fakirlere satıyorlardı. Cahiliye devrinin Arapları, bu kumarı iftihar vesilesi sayıyor ve oynamayanları da "Berem cimri" olarak vasıflandırıyor ve ayıplıyorlardı. Tavla, satranç ve diğer vâsıtalarla oynanan kumarın hükmü de böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Bu iki uğursuz oyundan (tavla ile satrançtan) şiddetle sakının; çünkü bunlar da, acemlerin (Arap olmayanların) kumar oyunlarıdır." Alı (radıyallahü anh) de, "Tavla ve satranç ile oynanan kumarların âyette bildirilen kumardan farkı yoktur" demiştir. İbn-i Sirin'e (ölm.728) göreyse: "Taraflardan birinin mal kaybetme riski, olan her oyun kumardır." B- "De ki her ikisinde de hem büyük günah (ism-i kebîr) hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Fakat onların günahları yararlarından daha büyüktür ." "Ey Resûlüm! Mü'minler sana içki ve kumarın hükmünü ve sonuçlarını soruyorlar. Sen onlara de ki: - Her ikisinde de büyük günah vardır. Çünkü içki, bütün din ve dünya işlerinin kutbu, idare merkezi olan aklı giderir. Ve her ikisi de mal kaybına sebeb olur. Fakat bunlarda eğlenmek, zevk almak, gençlerle arkadaşlık etmek, korkuyu atıp cesaret kazanmak ve mizacı kuvvetlendirmek gibi bazı faydalar da yok değildir. Ancak her ikisinin de doğurduğu mefsedetler, bazı kimselerce yarar olarak mülahaza edilen sonuçlarından daha büyüktür. Zaten âyette günahlarının önce zikredilmesi, büyüklükle vasıflandırılmışı; faydalarının, günahlarından sonra zikredilmesi ve faydalarının bazı insanlara tahsis edilmesi de, günahlarının daha üstün ve gaalib olduğunu bildirir. Bir kırâete göre âyetteki "kebîr / büyük", "kesir / çok" olarak, bir kırâete göre de "ekber / daha büyük", "ekser — daha çok" olarak okunmuştur. C- "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını." Bu cümle, "(Resûlüm), sana şarap ve kumardan soruyorlar" cümlesine atıf olup bir kıssanın diğer bir kıssaya atfı kabilindendir. Yani neyi Allah (celle celâlühü) yolunda infak edeceklerini de sana soruyorlar; demektir. Bir rivâyete göre bunu soran da yine daha önce adı geçen Amr b. el-Cemûh'tur. Bu zât, önce hangi cins malları Allah (celle celâlühü) yolunda infak edeceklerim sormuş. Her cins maldan Allah yolunda infak edilebileceği beyân edildikten sonra ikinci defa hangi vasıftaki maldan, yani âlâsından mı yoksa aşağı evsafta olanından mı infak edeceklerini, ya da Allah (celle celâlühü) için harcayacakları malın miktarını sormuş ve bunun cevabı olarak da "afv'i" başka bir deyişle "kolayı, ihtiyaçtan fazla olanı" buyrulmuştur. Ebû Hasen Ali Vâkıdi (ölm.1075) diyor ki "Afv, lügatte ziyâde demektir." Kat fal. Abdullah el Mervezî (ölm.1025) de diyor ki: "Afv, insanların ihtiyaçlarının fazlası kolaylıkla harcanabilen mal demektir." Tâbiînden Katâde, Ata ve Süddî'nin görüşü de budur. Sahabîler (radıyallahü anh) de kazandıkları mallardan nafakalarına yetecek miktarı ayırıp fazlasını sadaka olarak verirlerdi. Rivâyet olunuyor ki, bir Şahabı, ganimetlerin taksiminden kendisine isabet eden bir altın miğfer ile Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelmiş ve: "- Bunu sadaka olarak al!" demiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, ondan yüz çevirmiş. Ancak o zât israr etmiş. Sonunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), öfkelenerek: "- Ver şunu!" demiş ve onu aldığı gibi şiddetle fırlatıp atmış. Sonra: "- Birileri, malının tamamını getirip sadaka veriyor ve ondan sonra da oturup insanlardan dileniyor. Sadaka, ihtiyaç fazlası mallardan olur" buyurmuştur. Ç- "Allah, âyetlerini size böyle açıldiyor." Allah (celle celâlühü), şer'î hükümleri böyle mükemmel bir şekilde açıklamaktadır. Bu hakikatin tam izahı, daha önce Bakara 2/143. âyetin tefsirinde geçti. Ayetlerin, açıklanması, onların anlaşılabilir ve mânâsı vazıh olarak indirilmeleridir; yoksa önceleri karışık ve anlaşılmaz iken sonra tavzih edilmesi demek değildir. "Yübeyyinü tebyın eder, açıklar" buyrulmak suretiyle istikbal kipinin kullanılması bunu insan zihninde canlandırmak içindir. D- "Umulur ki düşünürsünüz." Allah (celle celâlühü), âyetleri size böyle açıklıyor ki, onlar üzerinde hakkıyla düşünüp amaçlarına vakıf olasınız ve içerdikleri hükümleri uygulayasınız.18 |
﴾ 219 ﴿