259

"Yahut o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da:

"- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek (ihya edecek)?" demişti. Bunun üzerine Allah onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti. "- Bu durumda ne kadar kaldın?" diye sordu. O: "- Bir gün ya da bir günden az!" dedi.

"- Hayır dedi Allah, tam yüz sene kaldın! Öyle iken yiyeceğine, içeceğine bak; hiç bozulmamışlar! Bir de merkebine bak. Bütün bunları seni insanlara bir âyet (deki, ibret) kılmak için yapıyoruz. Şimdi kemiklere bak. Onları nasıl yerlerine yerleştiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!?"

Vaktaki hak kendisine tebeyyün etti o zaman şöyle dedi;

"- Artık hakkıyla biliyorum ki Allah, her şeye kaadirdir."

A- "Yahut o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da :

"- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek ?" demişti."

Bu âyet, bir önceki âyete matuftur ve Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlerin velisi olduğuna bir misal ve izahtır. Atıf harfi olarak vav (ve) değil, ev (yahut) kullanılmış olması, bir önceki âyetle bu âyetin tek bir misal olduğu zannından sakınmak içindir.

"Ev k'ellezî" ibâresindeki "kâf" harfi, kimi âlimlere göre teşbih (gibi) içindir; kimi âlimlere göre bu harf zaittir. Cümlenin anlamı şudur:

"Yahut o kimse gibisini veya o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da... Allah (celle celâlühü) nasıl onu hidâyete erdirdi ve onu şüphe karanlığından müşahedeyle hâsıl olan kesin bilgi nuruna çıkardı."

İşte sen bunu gördün ve bildin. O hâlde Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlerin velisi olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu âyette söz konusu edilen kimse:

Tabiînden Katâde, Rebî', İletime, Naciye b. Kâ'b, Süleyman b. Yezıd ve Süddî'ye göre, Uzeyr b. Şerhıya'dır

Vehb b. Münebbih ile Ubeydullah b. Umeyr'in taraftar olduğu bir rivâyete göre bu kimse Harun Peygamberin soyundan gelen Ermıya b. Halkıya'dır (öl: M.Ö. 590)

Bir görüşe göre de Hazır (Hızr) olarak bilinen Ermiya'dır

Tabiînden Mücâhid'e göre ise âyetteki şahıs ölümden sonraki hayâtı inkâr eden biriydi. Ancak bu görüş, gerçek olmak ihtimalinden uzaktır.

Âyet-i kerimedeki kasaba veya şehre gelince;

Tabiînden Vehb b. Münebbih, İklime ve Rebî' b. Enes'e göre bu Beytüi-Makdis'dir.

Bir başka görüşe göre Dicle Nehri kenarında bulunan Hirakl (Herackus) manastırı idi.

Kelbî'ye göre ise, Sâber Âbâd manastırı idi.

Süddî'ye göre ise, Selmabâd manastırı idi.

Ancak bu görüşler içinde hakikate en uygun ve en meşhur olanı birincisidir.

Rivâyet olunduğuna göre, İsrâiloğulları, şer ve fesad çıkarmakta aşırıya kaçınca; azgınlık ve zorbalıkta mûtad sınırları aşınca, Allah (celle celâlühü) onlara Bâbil hükümdarı Buhtun'nassari musallat buyurdu. 28 Buhtunnassar, altiyüz bin sancakla onların üzerine yürüdü; nihayet Şam'ı bastı; Beytü'l-Makdis'i tahrip etti ve İsrâiloğullarını üç kısma ayırdı: Üçte birini öldürdü; üçte birini Şam'a iskân etti (Eski coğrafyacılara göre Şam, bütün Suriye'yi, Ürdün'ü ve Filistin'i kapsayan bölgenin adıdır) ve üçte birini de esir olarak alıp götürdü. Esirler yüz bin oğlan idi. Bir kısmi ergenlik çağında; bir kısmı da daha küçük idi. Buhtunassar, bu oğlanları kumandanlarına taksim etti; her birine dört oğlan düştü. İşte Uzeyr (aleyhisselâm) de bunlar arasındaydı. Bir zaman sonra Allah (celle celâlühü), Uzeyr'i kurtardı. O, eşeğinin sırtında Beytülmakdis'e uğradı; gördüğü manzara çok korkunç ve vahşet örneği idi. İşte âyetteki "çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış" ifâdesi bunu anlatır. Binaların önce çatıları çökmüş, sonra da duvarları çatılar üzerine yıkılmıştı. Uzeyr kasabanın bu hâline üzülerek, şehrin yeniden imarını arzulayarak ümitsizlik içinde:

28 M.Ö. 1800 yıllarında Mezopotamya'da yeni bir devlet kurulur. Bu devletin adı Bâbil'dir. Bâbıl, sanıldığı gibi münhasıran bir şehir adı değildir. Çoğu kez Bâbil veya Bâbilonya adı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki geniş ve verimli toprakları içeren bir bölgeyi işaret eder. Bâbil, Nabupolassar, II. Nabukodonosor, Evil Merodak, Nergel-Şar-Uşur ve Nabonid'in krallıkları zamanında büyük bir gelişme gösterir. Nabupolassarin oğlu II. Nabukodonosor (M.Ö. 605-562), Asur devletini yıkar ve M.Ö. 596 a Kudüs üzerine yürür. Halkın büyük bir kısmını köle olarak Bâbıl'e götürür ve Kudüs'e Bâbilonyakları yerleştirir. Kendine bağlı kalacağına inandığı birim kral yapar. Fakat bir süre sonra onun da Mısır'la ittifak arayışlarına girdiğini tesbit edince M.Ö. 587 de ikinci defa Kudüs'e girer ve Yahudi kralını tahtından indirip gözlerini oydurur, oğullarım öldürür, Yahudileri ve özellikle okur yazarlarını Bâbilonya'ya sürer. Yahudilerin Bâbil esareti veya sürgün hayâtı yaklaşık yetmiş yıl sürer. II. Nabukodonosor devri Bâbıl'in en parlak çağı olur. Fakat bu kralın ölümünden sonra Bâbil devleti giderek zayıflar ve M.Ö. 519 da Pers Kralı Dârâ tarafından ortadan kaldırılır. Bâbil dilindeki Nabukodonosor . adı Arapça'ya "Buhtunnasır" biçiminde intikal eder.

"Enna yuhyî hâzihi'llâhü ba'de mevtiha / Allah ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek?" demişti.

Bu cümlede "hâzihi'llâhü" şeklinde failin me'ful (tümleç)den sonra gelmesi, uzak bir ihtimal olarak görülen, garipsenen şeyi ifâde içindir. Garipsenen şey fail, yani Allah (celle celâlühü) ile değil fakat me'ful, yani harabe hâlindeki şehirle ilgilidir.

Hulâsa,  burada murad bu harabe şehrin darmadağın olmuş eski sakinleri veya başkaları tarafından yeniden imar edilmesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektir.

İmar için ihya (diriltme) ve harabiyet için de mevt (ölüm) kelimelerinin kullanılması, durumun korkunçluğunu göstermek; İmar ve ihyanın ne kadar uzak bir ihtimal olduğu görüşünü te'kid içindir.

B- "Bunun üzerine Allah, onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti ."

Âyet bu ifâdeyle ölümden sonraki dirilmenin (ba's-ü ba'del-mevtın) gerçekleşmesi itibariyle uzak görülen bir hâdise olduğunu en güzel ve en kuvvetli şekilde belirtmiş; Allah (celle celâlühü), Uzeyr'e (aleyhisselâm), hem kendi nefsinde hem de merkebinde bu hâdisenin nasıl gerçekleştiğini göstermiş, zihninde uyanabilecek bütün şüpheleri gidermiştir.

Şehrin imar ve ihyasını, şehir halkının diriltilmesi şeklinde yorumlamak doğru değildir. Âyette şehir halkının değil şehrin, perişan halinin anlatılmış olması bu yoruma engeldir. Şehrin diriltilmesinden murad, halkının (diriltilmesi olsaydı, sadece ölümün zikriyle yerinilmez, onların kemik ve toprak hâline gelmiş olduklarından da bahsedilirdi. Çünkü kemik ve toprak olduktan sonra diriltilmek kabul bakımından çok daha uzak (müsteb'ad) bir garabettir; hayâtın akışına daha terstir. Üstelik Allah'ın (celle celâlühü) iradesi, şehir halkının diriltilmesine değil şehrin imar ve ihyasına ve şehre uğrayan kimsenin şehrin o hâlini görmesine taallûk etmiştir. Nitekim âyetin bundan sonraki kısmı bu doğrultudadır.

Rivâyet olunur ki, Uzeyr o şehre girince, eşeğini bağladı ve dolaşmaya başladı. Çevrede hiç kimseyi göremedi. İşte o zaman:

"- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek?" dedi.

Ağaçlarda meyveler vardı; incir ve üzüm kopardı; üzüm sıkıp suyunu içti ve uyudu. O zaman Allah (celle celâlühü), henüz genç olan Uzeyrin canını aldı; eşeğini de öldürdü. Kopardığı meyvelerden ve üzüm suyundan artakalanlar da yanında bulunuyordu. Allah (celle celâlühü), onu mahlukatın gözlerinden gizledi. Nihayet ölümü üzerinden yetmiş sene geçtikten sonra Allah (celle celâlühü), Beytü'l-Makdis'i imar etmek için Fars'ın büyük hükümdarlarından Yûşeku'yu oraya gönderdi. 29 Onun yanında bin kethüda (kâhya) ve her kethüdanın emrinde de üç yüz bin işçi vardı. İşte bunlar şehri îmara başladılar. Allah (celle celâlühü), Buhtunnassari beynine giren bir sivrisinekle helâk buyurdu ve İsrâiloğullarından kalanları sürgünden kurtardı ve onları Beytü'l-Makdis'e iade etti. İsrâiloğullarından etrafa dağılanlar da Beytü'l-Makdis'e geri döndüler. Böylece otuz sene müddetle şehrin imarına çalıştılar. Nesilleri de çoğaldı ve eskiden daha iyi bir duruma geldiler.

29 Müellif merhumun "Yûşeku" adı ile andığı hükümdar Fars veya Pers kralı II. Keyhüsrev (öl: M.Ö. 528) olmakdır. Çünkü adı geçen M.Ö. 539 da Bâbil'i istilâ ederek sürgündeki Yahudilerin Kudüs'e dönmelerini sağlamış ve Beytü'l-Makdis'ten gasbedilerek Bâbil'e getirilmiş olan değerli eşyayı da kendilerine iade etmiştir. İsrâiloğullarının Bâbil esareti bu büyük hükümdarın aynı yılda Kudüs'ü zabtetmesiyle sona ermiştir. Bununla beraber konuya ilişkin rakamların abartık olup, çokluk ifâde ettiği kanısındayız.

C- "Bu durumda ne kadar kaldın?" diye sordu.

Allah Uzeyr'i ölümü üzerinden yüz sene geçtikten sonra diriltti. Burada "ihya" yerine "ba's / diriltmek, uykudan uyandırmak, göndermek" fiilinin kullanılması, Allah'ın (celle celâlühü) yüce iradesine göre, bu işin gerçekleşmesinin bir insanı uykudan uyandırmak kadar kolay ve çabuk olduğunu belirtmek içindir. Bir başka sebebi de Allah'ın (celle celâlühü), Uzeyr'i öldüğü günkü hâli ile, ezcümle akıllı, anlayan, düşünen, eserden müessiri istidlal edebilen biri olarak geri göndermiş olduğunu ifâdeye yöneliktir.

Bu, bir istinaf cümlesidir. "Pekiyi, onu dirilttikten sonra ona ne demişti?" şeklindeki bir gizli soruya cevap mahiyetindedir.

Allah (celle celâlühü), Uzeyr'e bu soruyu kudretini kavramaktan âciz olduğunu, kendisini öldürdükten sonra diriltmesinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin pek de zor olmadığını göstermek için sormuştu. Ayrıca Uzeyr bu arada Allah'ın (celle celâlühü) kudret eserlerinden birine daha muttak olur ki bu da, çabuk bozulan söz konusu gıdaların hiç tagayyür etmeden uzun zaman olduğu gibi kalmasıdır.

Uzeyr'e soruyu soran ya bizzat Allah'tır (celle celâlühü), ya da Allah tarafından memur edilmiş bir melektir.

Bir görüşe göre de gökten "Ey Uzeyr! Ölümden sonra ne kadar öyle kaldın?" diye bir nida gelmişti.

Ç- "O : Bir gün ya da bir günden az!" dedi ."

Uzeyr (aleyhisselâm), bunu takribi ve tahminî olarak yahut da kaldığı sürenin pek kısa olduğunu ifâde etmek anlamında söylemiş olmakdır.

Bir rivâyete göre, Uzeyr (aleyhisselâm) kuşluk vakti ölmüş ve yüz sene sonra gün batımından az önce diriltilmiş. Soruya cevap verirken, güneşe bakmadan:

"- Bir gün!" demiş.

Dönüp bakınca daha güneşin batmamış olduğunu görmüş; o zaman da fıkirini değiştirerek:

"- Belki bir günden de az!" demiş,

Bu görüş, gerçekten uzaktır, Çünkü güneşin battığını zannederek de olsa, kesin olarak tam bir gün olduğunu söylemesinin izahı yoktur; çünkü günün başında noksanlık vardır.

D- "Hayır, dedi Allah; tam yüz sene kaldın! Öyleyken yiyeceğine içeceğine bak; hiç bozulmamışlar!"

Bu cümle de, önceki gibi istinaf cümlesi olup gizli bir sualin cevabı mahiyetindedir, Bu beyân,

"- Hayır, sen o kadar değil, fakat tam yüz sene kaldın! Şimdi de kudretimizin delillerinden bir başka misâk görmek için yiyeceğine, içeceğine bak! Bozulup değişmeleri gerekirken, bu uzun müddet içinde hiç tagayyür etmemişler!" anlamına gelir.

Rivâyet olunur ki, Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta döndüğünde yanındaki incir ve üzümleri ağaçtan kopardığı, üzüm suyunu da sıktığı gibi taptaze buldu.

"Lem yetesenneh / Hiç bozulmamışlar" cümlesi "üzerinden yıllar geçmemiş" şeklinde de tefsir edilmiştir, O takdirde bu ifâde, hakikat değil, teşbih olur ve:

"- Yiyeceğine, içeceğine bak! Sanki üzerinden hiç yıllar geçmemiş; taptaze duruyor." anlamı kazanır.

E- "Bir de merkebine bak !"

"- Bir de bindiğin eşeğine bak; nasıl kemikleri çürüyüp dağılmış, mafsalları birbirinden ayrılıp parçalanmış! Bak ki, ne kadar zaman kaldığını ve sana anlatılanları kavrayasm ve kalben mutmain olasın."

F- "Bütün bunları seni insanlara bir âyet (delil, ibret) kılmak için yapıyoruz ."

"- İşte o anlatılanlardan sonra seni yeniden hayâta döndürdük. İstedik ki uzak sandığın, yıllar sonra hayâta döndürülmenin nasıl gerçekleştiğini bizzat yaşayıp göresin ve bu asırda yaşayan insanlara bir ibret olasın. Sen geçen asrın insanı olduğun hâlde bu asrın insanları seni görsünler ve uzun zamandır kendilerine gizli kalmış Tevrat ilimlerini senden alsınlar."

Nitekim ileride bu konu gelecektir.

Hulâsa,  Uzeyr in önce öldürülmesi, uzun süre öyle bırakılması sonra yeniden hayâta döndürülmesi ve bütün bunların hikmeti, o asrın insanları için bir ibret olması ve gizli, kalmış Tevrat hakikatlerini insanlara öğretmesi-dır.

G- "Şimdi kemiklere bak. Onları nasıl yerlerine yerleştiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz !?"

Burada kemiklerden maksad, eşeğin kemikleri olduğu için "venzur / bak" emri yinelenmiştir. Çünkü birinci "ünzur / bak!", uzun süre öylece kaldıkları hâlde hiç bozulmamış olan gıda maddelerine ilişkindir. İkinci "ünzur / bak!" ise hayâtın ve hayât unsurlarının üzerine bina edildiği o kemiklere ilişkindir. Demek isteniyor ki:

"- Sen, yeniden hayâta döndürülmeyi nefsinde yaşadıktan sonra şimdi de onun keyfiyetini başkasında görmek için eşeğinin kemiklerine bak! Onları nasıl bir araya topluyor, bedendeki yerlerine koyuyor ve uygun bir terkib meydana getiriyor veya nasıl kemiklere hayât veriyoruz!"

"Nünşizü" fiili, "nünşiru" şeklinde de okunmuştur. Bunun anlamı "Allah ölüleri neşretti, diriltti" demektir. Buradaki "neşr", hakikî değil mecazîdir. Çünkü bundan sonra gelen "Sümme neksûha lahmâ / sonra onlara nasıl et giydiriyoruz" cümlesi bu mânâyı vermeye engeldir.

Bir kırâete göre de, "nünşizü" fiili yaymak anlamına "nenşüru" şeklinde okunmuştur. O takdirde cümlenin mânâsı "Onları (kemikleri) nasıl yayıyoruz" olur.

Âyette, ruhun bedene üflenmesi keyfiyetine temas edilmemesi, sanırız ki ilâhî hikmet bunu gerektirmediği içindir.

Rivâyet olunur ki;

"- Ey çürümüş kemikler! Allah size emrediyor, bir araya toplanın!" diye bir nida gelmiş; bunun üzerine kuşların, yırtıcı hayvanların ve rüzgârların alıp götürdükleri parçalardan dağda, ovada ne varsa, hepsi bir araya toplanmış, yerli yerine yerleşmiş, birbirlerine eklenmiş, baş yerine oturmuş, sinirler, damarlar yerlerini bulmuş, kemikler üzerine et ve deri giydirilmiş, deriden kıllar çıkmış ve sonunda ona ruh üflenmiş; nihayet hayvan ayağa kalkıp anırmaya başlamış.

Ğ- "Vaktaki hak kendisine tebeyyün etti o zaman şöyle dedi:

"- Artık hakkıyla biliyorum ki Allah her şeye kaadırdir ."

Bu, "bakılması emredilen öldükten sonra diriltilme keyfiyetinin bütün unsurlarıyla delâlet ettiği hakikat kendisince anlaşılınca..." demektir.

Bu cümle, "Bak!" emrinin gerektirdiği mukadder bir cümleye matuftur. (Yani o da bakınca ve bütün bunlar kendisince anlaşılınca...)

Bu mukadder cümlenin hazfedilmesi, onun açık bir hakikat olduğunu, zikrine ihtiyaç bulunmadığını ve bir de,

"Kitabtan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise:

- Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm; dedi.

Süleyman, o kraliçenin tahtını yanıbaşma yerleşmiş görünce..."

" (Neml 27/40) mealindeki âyette olduğu gibi, hâdisenin süratle gerçekleştiğini zımnen bildirmek içindir.

Bu âyetin takdiri şöyledir:

O zaman Allah. (celle celâlühü) o kemikleri yerli yerine koydu ve onlara et giydirdi. Bu sırada Uzeyr (aleyhisselâm) ona bakınca ve diriltme keyfiyeti tam olarak kendisince anlaşılınca,

"- Ben artık iyice biliyorum ki, Allah (celle celâlühü) her şeye ve ezcümle kendi nefsimde ve başkasında gördüklerimi yapmaya hakkıyla muktecürdir; O'nun emrine hiçbir şey baş kaldıramaz." demişti.

"A'lime — bilmek" fiilinin "ea'lemü / biliyorum" şeklindeki muzari (geniş zaman) kipinin tercih edilmesi, Uzeyr'in Allah'ın (celle celâlühü) kudretiyle ilgili bilgisinin sürekliliğine, o bilginin aslının hiç bozulmadığına ancak diriltilme keyfiyetini müşahede sebebiyle o bilginin vasfının değiştiğine delâlet eder. Bu da bize Uzeyr'in

"- Allah bu şehri öldükten sonra nasıl diriltecek!?" sözlerini, normal şartlara göre bunu uzak gördüğü ve hâdisenin büyüklüğünü ifâde için sarfettiğini anlatır.

Bir kırâete göre, "ea'lemü / biliyorum" fiili emir kipi ile "h'lem / bil" şeklinde de okunmuştur.

Rivâyet olunur ki Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta döndükten sonra eşeğine binip mahallesine geldi, fakat insanlar onu tanımadı. O da insanları ve evleri tanımadı. Fakat Uzeyr (aleyhisselâm), çevreyi dolaştı, bazı şeyleri tahmin etti ve nihayet evini buldu. Yaşlı, amâ ve kötürüm bîr kadının kendi evinde oturduğunu gördü. Bu yaşlı kadın Uzeyr'i (aleyhisselâm) biliyordu; ona yetişmişti. Uzeyr ondan sordu:

"- Bu ev, Uzeyr'in evi mi?"

Evet, dedi kadın ve ekledi, Uzeyr'i çok uzun zaman önce kaybettik. Sonra ağlamaya başladı." Uzeyr de kendini tanıttı.

Yaşlı kadın hayretler içinde kaldı ve:

"- Böyle bir şey olamaz!" diye kekeledi.

Uzeyr ise:

Allah, benim canımı aldı, yüz sene beni ölü bıraktıktan sonra yeniden diriltti." dedi.

Yaşlı kadın o zaman şu dilekte bulundu:

"- Uzeyr, duası kabul olunan biriydi; eğer sen gerçekten Uzeyr isen, Allah'a duâ et de, bana gören gözlerimi geri versin, seni göreyim!"

Bunun üzerine Uzeyr Rabbine duâ ve eliyle yaşlı kadının görmeyen gözlerini meshetti; o anda görmeye başladı. Sonra elinden tutup,

"- Allah'ın izniyle ayağa kalk!" dedi.

Yaşlı kadın şifâ bulmuş olarak ayağa kalktı ve kendisini bağlayan zincirlerden kurtulmuş gibi rahatladı. Uzeyr'in (aleyhisselâm) yüzüne baktı ve:

"Sen gerçekten Uzeyr'sin; ben buna şâhitlik ederim" dedi ve hemen komşularına haber vermeye koştu. Onlar da o sırada toplanmış sohbet ediyorlardı. İçlerinde Uzeyr'in yüz yaşını geçkin oğulları da vardı. Yaşlı kadın,

"- işte Uzeyr geldi!" diye seslendi. Onlarsa buna inanmadılar, onu ciddiye almak bile istemediler. O, İsrarla:

"- Bakın; ben onun duâsıyla bu hâle geldim!" deyince fırlayıp ayağa kalktılar; Uzeyr'in (aleyhisselâm) yanina geldiklerinde oğlu:

"- Benim, babamın iki omuzu arasında hilâl şeklinde bir kara ben vardı" dedi. Uzeyr sırtını açtı; baktılar ve gerçekten tarife uygun bir ben bulunduğunu gördüler.

Buhtünnassar, Beytü'l-Makdis'te Tevrat okuyucularından kırk bin kişi katletmişti. Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta dönüp Beytü'l-Makdis'e geldiği zaman, İsrâiloğulları içinde ne bir Tevrat nüshası, ne de Tevrat'ı ezberden okuyabilen biri vardı. O zaman Uzeyr Tevrat'ı, bir harfini bile eksik bırakmaksızın ezberden okuyup yazdırdı. Bu arada, Buhtunassar'ın helakinden sonra Bâbil esaretinden Beytü'l-Makdis'e dönenlerin evlâdından bin,

"- Babam bana anlatmıştı; ona da dedem söylemiş; esir alındıkları gün kendisi Tevrat'ı bağda küpün içinde bir yere saklamış. Eğer siz dedemin bağını bana gösterebilirseniz, ben de size o Tevrat'ı bulup çıkarırım." dedi.

Adamın dedesinin bağını bilenler beraberce kalkıp oraya gittiler; köşe bucak aradılar; sonunda o Tevrat'ı buldular. Buldukları Tevrat metnim Uzeyr'in ezberden kendilerine yazdırdığı Tevrat nüshasiyla karşılaştırdılar; aralarında hiçbir fark bulunmadığım tesbit ettiler. İşte o zaman:

"- Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler.

Elbette Allah (celle celâlühü), bundan münezzehtir.

259 ﴿