ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

Medine'de Nazil Olmuştur. İki Yüz Ayettir.

Bismi'ilâhi'r- Rahmâni'r- Rahîm

1

"Elif, Lâm, Mim."

2

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedî olarak diri (el-Hayy) dir, yarattıklarını her an gözetip duran (el- Kayyûm) dır."

A- "Allah'tan başka ilâh yoktur ."

Mâbûdiyete müstahak ve lâyık yegâne ilâh Allah'tır (celle celâlühü); O'ndan başka hak ve gerçek ilâh (ma'bûd-i bı'l-hak) yoktur.

B- "O, ezelî ve ebedî olarak diri (el-Hayy)dir, her an yarattıklarını gözetip Duran (el-Kayyûm)dır ."

Bu cümle, mâbûdiyete istihkak ve liyakatin yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğunun delili gibidir. Daha önce (Ayete'l- Kürsî') de geçtiği gibi Hay)7, ezelden ebede bakî olan ve kendisi için ölüm ve fena (yokluk) ihtimali bulunmayan varlık; Kayyûm ise bütün kâinatı sürekli yöneten ve koruyan, görüp gözeten demektir. Ve bu iki sıfatın Allah'a (celle celâlühü) hâas oluşunun zorunlu sonucu olarak, mâbûdiyete istihkak da O'na mahsus olur. Zira bu iki sıfat olmadan mâbûdiyete istihkak mümkün değildir.

Rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın Ism-ı Azami (Allah'ın bütün isimlerinin mânâlarını cami olan ismi) Kur’ân'ın üç sûresindedir:

1- Bakara (2) sûresinin 255. âyeti:

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedî olarak diridir (el-Hayy), yarattıklarını her an gözetip Durandır (el-Kayyûm) ."

2- Al-i İmrân (3) sûresinin 1 - 2. âyetleri:

"Elif, Lâm, Mîm. Allah'tan başka ilâh yoktur. O, Hayy'dır, Kayyûm'dur ."

3- Tâ-Hâ (20) sûresinin 11 1. âyeti:

"Bütün yüzler, O Hayy ve Kayyûm için eğilmiştir ."

Bu konuda başka rivâyetler de vardır. Şöyle ki:

1- İsrâıloğulları, Mûsa'ya (aleyhisselâm) Ism-i Azami sordukları vakit, Mûsa (aleyhisselâm): "- İsm-i Azam, el-Hayyu'l- Kayyûm'dur" demiş.

2- İsâ (aleyhisselâm), ölülere hayât vermek istediği zaman: "- Yâ Hayyu, yâ Kayyûm!" diye duâ edermiş.

3- Asâf b. Berahya da (Süleyman Peygambere) Belkısin tahtını getirmek istediği zaman:

"- Yâ Hayyu, yâ Kayyûm!" diye duâ etmiş.

{Asâf b. Berahya, Süleyman'ın ilmi, tedbiri ve akıllılığı ile ünlü veziri, mutemedi ve sırdaşı idi.}

Bir kırâete göre, "el-Hayyü'l- Kayyûm", "el-Hayyu'l Kayyâm" şeklinde de okunmuştur.

Bu âyet-i kerîme, İsa'nın ilâh olduğunu iddia edenlerin iddiasını red ve ibtal eder. Rivâyet olunur ki:

(H. 8-9 yıllarında) Necran Hıristiyanları Medine'ye altmış kişilik bir hey'et (vefd) gönderdiler. Aralarında onların eşrafından ondört kişi vardı. Hey'et başkanı Benî Bekir b. Vâil kabilesinden baş kadılık, baş rahiblik ve baş müderrislik gibi en önemli üç görevi uhdesinde toplamış bulunan Ebû Harise Ibn-i Alkame; yardımcısı da Abdülmesîh adlı bir rahib idi. Kervan el-Eyhem'in riyasetinde idi. Rûm hükümdarları, Ebû Harise îbn-i Alkame'yi ilim ve içtihatlarından dolayı takdir ve taltif etmişler, mal ve mülk vermişler, çeşitli ikramlarda bulunmuşlar ve ona kiliseler yaptırmışlardı.

Ebû Hârise'nin yanında kardeşi Kürz b. Alkame de vardı. Bir ara yolda giderken Ebû Hârise'nin katırının ayağı sürçtü. O zaman Kürz, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) kastederek:

"- O uzaklardaki ölsün!" dedi. Sonra konuşma şöyle sürdü: Ebû Harise:

"- O değil, anan ölsün!". Kürz:

"- Niye böyle söylüyorsun?" Ebû Harise:

Vallahi o, bizim beklediğimiz peygamberdir!" Kürz:

"- Sen bunu bildiğin hâlde seni ondan engelleyen nedir?" Ebû Harise:

"- Çünkü bu hükümdarlar bize çok mal verdiler ve bize çeşidi ikramlarda bulundular. Biz ona imân edersek, bize verdiklerinin hepsini geri alırlar!"

Bu sözler Kürz'ü derinden sarstı ve Müslüman oluncaya kadar bunu gizledi. Müslüman olduktan sonra ise bunu herkese anlattı.

Nihayet Medine'ye ulaşan heyet ikindi namazından sonra Resûlüllah in (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidi'ne vardı. Çok değerli Yemen kumaşlarından abalar, cübbeler, hırkalar giymişlerdi. Sahabîlerden bazıları hayretlerini,

"- Bu güne kadar böyle bir heyet görmedik" sözleriyle izhar ediyorlardı.

O sırada onların namaz vakti geldi. Mescid'de namaz kılmak için ayağa kalktılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sahabîlerme:

"- Onlara engel olmayın, serbest bırakın!"buyurdu.

Onlar da doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Sonra yukarıda anılan üç kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmaya başladılar ve lafı İsa'nın (aleyhisselâm) ulûhiyyetıne getirerek:

"- İsâ, Allah'ın kendisidir. Çünkü o, ölülere hayât verirdi. Anadan doğma âmâların gözlerini açardı. Gaybden haberler verirdi. Çamurdan bir kuş heyeti yapar, ona üfler ve kuş uçardı."

Devamla:

"- İsâ, Allah'ın oğludur; çünkü onun bilinen bir babası yoktur."

"- İsâ, üç ilâhın üçüncüsüdür. Çünkü Allahü teâlâ: "yaptık, söyledik" şeklinde çoğul olarak konuşmaktadır. Oysa eğer Allah bir olsaydı, "yaptim, söyledim" şeklinde tekil konuşurdu" dediler.

Sözleri bitince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara Müslüman olmalarını teklif etti.

"- Biz senden önce Müslüman olduk" dediler.

Bundan sonra görüşme iki taraf arasında soru-cevap seklinde sürüp gitti: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Siz yalan söylüyorsunuz; Allah'a (celle celâlühü) oğul isnad etmeniz, sizin İslâmınıza mânidir."

Onlar:

"- Pek iyi, eğer İsâ, Allah'ın oğlu değilse, onun babası kimdir? " Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Siz, bilmiyor musunuz kı, her çocuk, mutlaka babasına benzer?" Onlar:

"- Evet, öyle." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Siz bilmiyor musunuz ki Rabbimiz, Hayy'dir, hiçbir zaman ölmez; İsâ ise, fânidir?" Onlar:

"- Evet, öyle." Peygamber

"- Siz bilmiyor musunuz ki bizim Rabbimiz her şeyin Kayyûmüdur; her şeyi korur ve rızkını verir?"

Onlar:

"- Evet, öyle." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Pekiyi, İsâ, bunların her hangi birine mâlik midir?" Onlar:

"- Hayır, değildi." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Siz bilmiyor musunuz ki yerde, gökte ne varsa, hiçbir şey Allah'a (celle celâlühü) gizli değildir?"

Onlar: "- Evet, öyle." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Pekiyi İsâ, o bildikleri dışında bir şey biliyor muydu?" Onlar:

Hayır, bilmiyordu." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Siz bilmiyor musunuz ki Rabbimiz, İsa'yı ana rahminde iken dilediği gibi sûretlendirmiştir ve bizim Rabbimiz yemez, içmez ve abdest bozmaz?"

Onlar:

"- Evet, öyledir." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

Siz bilmiyor musunuz ki İsa'nın annesi, diğer kadınlar gibi kendisine hamile kalmış, diğer kadınlar gibi onu doğurmuş; İsa diğer çocuklar gibi beslenmiş, büyümüş, yemiş, içmiş ve abdest bozmuş?"

Onlar da:

"- Evet, öyle."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- O hâlde bu, sizin iddia ettiğiniz (ulûhiyyet) nasıl mümkün olabilir?!"

O zaman delilsiz, gerekçesiz inatçı bir inkâr içinde susup kaldılar.

İşte bu hâdise üzerine Allah (celle celâlühü), Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda gösterdiği delil ve hüccetleri; onların şüphelerine verdiği cevapları açıklamak ve onların şüphe ile baktıkları hakkı ortaya koymak üzere başından seksen küsur âyetine kadar bu sûreyi indirdi.

3

"(Resûlüm) Allah, sana Kitab'ı, önceki kitabları tasdik edici olarak hakla indirdi. Tevrat ve İncil'i de O indirmiştir."

A- "(Resûlüm) Allah, sana Kitab'ı, önceki kitabları tasdik edici olarak hakla indirdi ."

Burada açıkça anlaşıldığı gibi Kitab'tan murad Kur’ân'dır. Fakat Kur’ân değilde cins isim olan "Kitab" denmesi, bu cinsin kemâl sıfatlarını haiz olmak bakımından Kur’ânin, cinsin diğer fertlerinin en üstünde olduğunu belirtmek içindir. Sanki mutlak kitab ismi ancak buna yaraşır, diğerlerine yaraşmaz. Nitekim Tevrat ve İncil isimlerinin sarahatle zikredilmesinden de anlaşılan budur.

"Nezele / indirdi" fiilinin mübalağa ifâde eden tef'il babından "nezzele, yünezzilü, tenzilen" kipinin kullanılması, tazim içindir.

"Nezzele" fiili "nezele", "el-kitabe" kelimesi de "el-kitabü" şeklinde de okunmuştur.

Allah (celle celâlühü), Kur’ân'ı,

Peygamber'inin (sallallahü aleyhi ve sellem), dâvasında haklı,

Hükümlerinin âdil,

Bütün haberlerinde, va'd ve vaîdlerinde doğru,

Allah (celle celâlühü) katından vahyedilmiş, olduğu gerçeğini ortaya koyan apaçık delillerle,

Kendisinden önceki semavî kitabları tasdik edici olarak indirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm'i, önceki kitabları tasdik edici (musaddık) olarak vasıflandırmanın faydası, Ehl-i Kitab olan Yahudilerle Hiristiyanları, Allah katından indirilmiş olan Kur’ân'a inanmaya teşvik ve bunun vücûbuna dikkatlerini çekmek içindir. Zira tasdik edilene (Tevrat ve İncil'e) imân, tasdik edene de imânı gerektirir.

Bu da gösterir ki, eski kutsal kitabların nüshaları o insanların çillerinde vardı ve onların muhtevası insanlar tarafından iyice bikiliyordu.

Kur’ân-ı Kerîm'in, eski kutsal kitabları tasdik etmesi,

- imâna ve tevhide davette,

- Allah'ı (celle celâlühü) O'nun yüce şânına yakışmayan sıfatlardan tenzihte,

- Adalet ve ihsana ilişkin emirlerde,

- Eski Peygamberlerin ve ümmetlerin haberlerinde,

- Eski kutsal kitabların yazılı olduğu bilinen vasıflarla inmesinde ve

Onların ümmetlerin ve asırların değişmesi ile değişmeyen hükümlerinde açıkça görülür. Bu konularda Kur’ânin onları tasdik ettiğinde hiç şüphe yoktur.

Ümmetlerin ve asırların değişmesiyle değişen hükümlerde onları tasdik etmesi ise, eski kutsal kitabların her birinin hükümlerinin, onlarla mükellef kılınan ümmetlerin, durum ve hususiyetlerine göre teşriî hikmetlerin gereklerine uygun bulunmalarındandır.

B- "Tevrat ve İncil'i de o, indirmişti ."

Bu cümle, "lima beyne yedeyhi / kendisinden önceki, önündeki" ifâdesinden neyin kastedildiğini tâyin, Kur’ân'ın yüksek yerini beyân ve bundan sonra anlatılacaklara da bir giriş teşkil eder. Çünkü onları tasdik eden Kur’ân'ın sân ve şerefi bu şekilde daha yücelir, kalblerdeki kabulü ve mehabeti daha artar ve bu eski iki kutsal kitabı dolaylı olarak inkâr edenlerin, çirkinlikleri daha belirginleşir ve ilende açıklanacağı gibi şiddetli azabı gerektiren hâlleri kuvvetle ortaya çıkar.

Allah (celle celâlühü), Tevrat ile İncil'i Mûsa ve İsa'ya (aleyhisselâm) defaten indirmiştir. Mûsa ile İsâ Peygamberler'in isimleri zikredilmemiştir. Çünkü burada söz konusu olan iki kutsal kitabtır; kitabların indirildikleri kişiler değildir.

Tevrat ve İncil iki acemî (Arabî olmayan) isimdir. Birincisi İbranîce, ikincisi de Süryanîcedir. Tevrat kelimesinin "verâ" kökünden, İncil kelimesinin de "neci" kökünden olduğunu söylemeye kalkışmak bir zorlamadır.

4

"Daha önce insanlar için hidâyet olmak üzere Furkan'ı da O indirdi. Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azab (azab-ı şedîd) vardır. Allah her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, intikam sahibi (züntikam) dir."

A- "Daha önce insanlar için hidâyet olmak üzere ..."

Allah (celle celâlühü), Tevrat ile İncil'i, Kur’ân'ı indirmeden önce indirmiştir. Bu, açık bir hakikat olduğu hâlde âyette sarahatle bildirilmesi, daha fazla beyân içindir. Onların indirilmesinin sebebi de, insanların hidâyetidir. Eğer Tevrat ile İncil'in hidâyetinden, murad, bütün muhtevâlarıyla hidâyet oldukları ise, buradaki insanlardan da murad, bu kitabların indirilmesinden neshedildıkleri zamana kadar yaşamış olan eski ümmetlerdir. Yok eğer onların hidâyetinden, mutlak olarak her zaman hidâyet oldukları kastedilirse-ki bu makama en münasip olan da budur- o takdirde insanlardan da murad, genel olarak bütün insanlardır. Çünkü Tevrat ile İncil'in hidâyeti, neshedilen hükümler dışında, Kur’ân'ın da tasdik ettiği hidâyettir. Nitekim Kur’ân'ın indirileceğinin ve Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderileceğinin müjdeîenmesi de bunlardandır. Bu takdirde onların hidâyeti bütün insanları kapsar.

B- "Furkan'ı da O indirdi ."

Furkan kelimesi, gufran (mağfiret) kelimesi gibi mastardır, mânâyı mübalağalı ifâde etmek için burada fail için kullanılmıştır. Fakat bu konuda değişik tevcihler yapılmıştır. Şöyle ki:

Furkan'dan murad bütün ilâhî kitablar olabilir.

Bu anlayışa göre "Furkan", âyette zikredilen ve edilmeyen bütün ilâhî kitabları kapsayacak şekilde hepsinin ortak vasfı olarak tetmîm (tamamlama) ve tamim (genelleştirme) için zikredilmiştir. Nitekim;

"Sonra toprağı gereğince yardik." (Abese 80/26)

"Orada daneler, " (80/27),

"Üzümler, sebzeler, " (80 /28)

"Zeytinlikler ve hurmalıklar, " (80/29)

"İri ve sık ağaçlı bahçeler, " (80/30)

"Meyveler ve çayırlar bitirdik." (80/31) mealindeki âyetlerde de benzer üslup kullanılmıştır. (Önce meyvelerden ünlüleri adları ile belirtilmiş, sonra da zikredilen ve edilmeyen hepsini kapsayacak şekilde meyve vasfı dile getirilmiştir.)

Furkan'dan murad, daha önce zikredilen kitablar olabilir.

Buna göre de, bu kitablar, daha önce belirtilmemiş özel vasıfları ile tekrar atıf yoluyla zikredilmiş ve vasıftaki değişiklik zâti değişiklik gibi sayılarak onunla beraber inzal fiili de aynen tekrar edilmiştir. Nitekim;

"Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber imân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtardık." (Hûd 11/58) mealindeki âyette de aynı üslup kullanılmıştır.

"Furkan"dan murad Zebur olabilir.

Zira Zebur, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, hayra ve doğru yola çağıran, şerre ve fesada mânı olan öğütleri içerir. Buna göre, zaman itibârıvla İncil,

Zebur'dan sonra iken âyette ondan önce zikredilmesi, hükümleri ve usulleri içermek bakımından Tevrat ile münasebeti daha kuvvetli ve beraber anılmaları da yaygın olduğundandır.

Furkan' dan murad Kur’ân olabilir.

Buna göre Kur’ân, "Kitab" ismiyle anıldıktan sonra şânını yüceltmek için medhü sena edici bu sıfatla dile getirilmiştir. Bu mânâya göre, Kur’ân için biri tenzil, diğeri de inzal olmak üzere iki kere indirilişinden sözedilmesinin izahı şudur:

Daha önce de belirtildiği gibi, Allah (celle celâlühü) Kur’ân'ı önce defaten dünya semâsına, daha sonra da onu tedricen yere indirmiştir. Yahut inzâldan kasdın, tedricî veya gayri tedricî olması düsünülmeksizin mutlak olarak indirme mânâsıdır.

Furkan'dan murad zikredilen kıtablarla beraber indirilen, hak ile batılı birbirinden ayıran mucizeler olabilir.

C- "Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azab (a'zab-ı şedîd) vardır ."

Allah'ın âyetlerinden murad, Allah katından indirilmiş kitablar ya da bu ki tablada beraber mucizelerdir.

Âyetler kelimesinin ism-i celile (Allah) izafe edilmesi, (âyati'llâh / Allah'ın âyetleri), buyrulması,

Onların küfürlerini tâyin,

İşlerinin korkunçluğunu ifâde,

Şiddetli azaba müs tahrik olduklarını te'kid içindir.

Onların şiddetli bir azaba uğramaları için de bütün âyetleri inkâr etmeleri şart değildir. Fakat bir kısmını inkâr etmeleri de yeterlidir.

Burada söz konusu edilen kâfirler kimlerdir?

Ya iki Ehl-i Kitab fırkası Yahudiler ve Hıristiyanlardır.

Ehl-i Kitab'a karşı hüccet ikamesi makamında bu bahse uygun olan da bu mânâdır.

Ya da bundan murad bütün kâfirlerdir ve Ehl-i Kitab da, öncekide buna dahildir.

O kimseler ki,

Allah'ın birliğine, O'nun, şânına yakışmayan şeylerden tenzihine mütedair âyetleri kısmen veya tamamen inkâr ettiler,

Kendisinden önceki ilâhî kitabları onaylayan Kur’ân-ı Kerîmi doğrudan doğruya ve Kur’âni tasdik eden diğer ilâhî kitabları da dolaylı yoldan yalan saydılar,

Mesela, Kur’ânin ineceğini, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) geleceğini müjdeleyen âyetlerini tekzib ettiler, işte bu küfürleri, sebebiyle onlar için kemiyet ve keyfiyeti tahmin edilemeyen çetin bir azap vardır.

Bu ilâhî kelâm büyük bir vaîd (azab ile tehdid)dir. İnsanları kabul ve iz'ana sevketmek ve küfür ile isyandan caydırmak için zikredilmiştir.

Ç- "Allah her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, intikam sahibi (züntikam') dir ."

Allah Azîz'dir, yegâne gaalibtir; ne dilerse onu yapar ve nasıl dilerse öyle hükmeder.

"İntikam" kelimesi, "nakame, nakıme, niıkmet" kökünden olup öç, kin, hınç, garez, ceza; felâket, âfet, gaz ab anlamına gelir. İntikam almak, cezalandırmak hıncını çıkarmak, öcünü almak demektir.

Bu cümle, öncesi için bir zeyl olup zikredilen vaîd için bir açıklama ve te'kiddir.

5

"Şüphesiz yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz ."

Daha önce Allah'ın (celle celâlühü) kudret: ve izzetinin kemâli açıklanmıştı. Şimdi bu istinaf cümlesiyle Allah'ın (celle celâlühü) bilgisinin genişliği, onun ilminin kâinatta gizli veya açık her şeyi, ezcümle kulların küfür ve fışkını da kuşattığı belirtilmiş oluyor. Bundan amaç, makablindeki vaîdi (azab tehdidini) kuvvetlendirmek ve İsâ (aleyhisselâm) gibi bazı gayblere vâkıf olmanın, ilâhî sıfatlar mertebesine ulaşmak demek olmadığını belirtmek içindir.

Bu âyet-i kerîmede de tıpkı,

" Ne yerde, ne gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." (İbrâhîm 14/38) mealindeki âyet-ı kerîmede olduğu gibi, Allah'ın (celle celâlühü) ilminin, "Hiçbir şey O'na gizli kalmaz" seklinde ifâde edilmesi, şu gerçekleri bildirmek içindir:

Allah'ın (celle celâlühü) ilmi, sınırsız ve son derece gizlidir fakat onun dışında, onun için sır ve ona gizli kalan, onun ihata ve ihtiva etmediği hiçbir şey yoktur. O ihata ve ihtiva itibariyle gizlilik şaibesinden tamamen uzaktır.

Mahlûk olan insanın ilmi ise son derece sınırlıdır; bilmediği pek çok suvardır. İhata itibariyle gizlilik şaibesinden kurtulması mümkün değildir.

Hulâsa,  ne yerde, ne gökte, hiçbir şey Allah'a (celle celâlühü) gizli değildir.

Kâinatın yer ve gökle ifâde edilmesi, yer ve göğün, kâinatın iki tarafı (aşağı ve yukarı tarafı) olmasındandır.

Yerin gökten önce zikredilmesi, yerde yaşayanların ahvâline itinâ göstermenin bir ifadesidir.

Yer (Arz) ile gök (sema) kelimeleri arasına nefıy (olumsuzluk) harfi (velâ) konulması "fi'l-ardıi velâ fi'se-semâ" buyrulmasi bize göre yakınlık ve uzaklık itibarıyla aşağıdan yukarıya terakki belirtmek içindir. Bu yakınlık ve uzaklık, bizim yer ve gök hakkındaki bilgilerimizin de farklı olması sonucunu doğurur.

6

"Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. A'zîz'dir, Hakîm'dir."

A- "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur ."

Bu istinaf cümlesi, Allah'ın Kayyûm sıfatı ile yaptıklarını, O'nun üstün hikmete dayanan iradesinin gereği olarak yaratıkların vücutlarında asama aşama gerçekleşen gelişimi ve Allah'ın (celle celâlühü) ilminin kemâlini açıklar.

Ayrıca Allah'ın (celle celâlühü) ilminin, henüz vücut aşamasına gelmemiş eşyaya da taallûk ettiğine açıklık getirir. Zira canlıların muhtelif suretlerle yaratılmasından mertebelerce önce olan ilâhî irade, buna terettüp eden tasvir ve buna da terettüp eden muhtelif suretler aşamalarında Allah'ın (celle celâlühü) ilminin eşyaya taallûku zarurîdir.

Yani ana rahminde sizi, nutfe (sperma), alaka (döllenmiş yumurta), uzuvları belirsiz et parçası (mudğa) aşamalarından geçiren; size dilediği gibi biçim veren; uzuvlarınızı belirleyen; erkeklik, dişilik, güzellik, çirkinlik ve daha niceleriyle vasıflandıran O'dur.

Bu âyet-i kerîmenin vurgulamak, istediği gerçekler şunlardır:

- İsâ Allah'ın iradesine uygun olarak yaratılışı itibariyle söz konusu aşamalardan geçen bir insanoğludur.

- Onun tanrılığını iddia edenlerin bu iddiası tamamen bâtıldır.

"Yusavviruküm / sizi şekillendirir" fiili, bir kırâete göre "tesavvereküm" olarak da okunmuştur. Buna göre, anlam:

"Kendisini tanımak ve O'na ibâdet etmek için sizi sûretlendiren O'dur." olur.

B- "O'ndan başka ilâh yoktur. Aziz'dir, Hakîm'dir ."

Hiçbir insan, ulûhiyete (tanrılığa) mahsus o muazzam vasıflardan hiç birini taşımıyor ki, İsa'nın ülûhiyeti düsünülebilsin.

Allah'ın (celle celâlühü) kudret ve hikmeti sonsuzdur. İşte bundan dolayıdır kı O, sizi garib ve güzel biçimde yaratmıştır.

7

"(Resûlüm) sana bu Kitab'ı indiren O'dur. Onun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir. Onlar Kitabin anası (Ümmü'l-Kitab)dır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerınde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve te'vil etmek için Kitab'tan müteşabih âyetlere uyarlar. Oysa onların te'vilini ancak Allah, bir de ilimde derinleşmiş (rüsuh kazanmış) olanlar bilir. Onlar: "- Biz ona imân ettik; hepsi Rabbhıiîzin katındandır." deder. Bunları akıl sahiplerinden başkası düşünmez."

A- "(Resûlüm) sana bu Kitabi indiren O'dur ."

Bundan önce rubûbiyetin (tanrılığm) ve onun vasıflarının Allah'a mahsus olduğu defalarca anlatıldıktan ve Allah'tan başka her şeyin Allah'ın iradesine bağlı ve hükümdarlığının kahrına mahkûm olduğu beyân edildikten sonra şimdi burada, Necran Hıristiyanlarının şüphelerini anlamsız kılan bir bahse başlanıyor.

Rivâyet olunur ki, Necran heyeti, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ya Muhammed! Sen, İsa'nın Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh olduğunu idclıâ etmiyor musun?" dediler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"- Evet, öyledir." buyurdu.

Onlar da:

"- işte bu bize yeter!" dediler.

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların fitnelerini ortaya koydu ve Allah'ın Kitabı Kur’ânin, aslî kaidelerle, onlara dayanan fer'î (ayrıntılarla ilgili) hükümler üzerine tesis edildiğini, bunların hepsinin haklı ve Necranlıların dalâlet içinde ve inançlarının bâtıl olduğunu âyetler okuyarak beyân etti.

Burada "İnzâl"den murad, tedriç ve adem-i tedriç kaydından mücerret mutlak indirmek (el-kaderüi- müşterek)dır.

B- "Onun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir. Onlar Kitabin anası dır . Diğerleri de müteşâbihtir "

Bu Kitabi, âyetlerinin bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşâbih olmak üzere indiren Allah'tır.

1- Muhkem âyetler, mânâ ve murada delâletleri kesin; ibareleri sağlam, ihtimal ve iştibâhtan masun ve mahfuz olan âyetlerdir. İşte bunlar Kitabin ask, anasıdır; diğer âyetler için de başvurulan ilkelerdir.

Kitab'tan murad, Kur’ânin tamamıdır. Muhkem âyetler sayıca çok olduğu hâlde "ümm / ana" kelimesinin tekil olarak zikredilmesinin sebebi,

- ya muhkem âyetlerin her birinin ayrı ayrı asıl;

- ya da hepsinin bir âyet hükmünde asıl olmasındandır. Nitekim,

" Onu ve oğlunu âlemler için bir âyet (ibret) kıldık." (Enbiyâ 21/91) âyetinde de aynı şekilde vârid olmuştur.

Bir görüşe göre de, burada tekil, çoğul yerine kullanılmıştır.

2- Müteşâbih âyetler, benzer mânâlara gelen; hangi mânâda alınmasının daha uygun olacağı konusunda zahirde kesin bir ayırım yapılamayan fakat ancak iyi bir inceleme ve derin bir tefekkür sonunda açıklığa kavuşturulan ve asıl muradı anlaşılan âyetlerdir.

Bu itibârla teşâbüh (benzerlik, kapalılık, mübhemlik, belirsizlik) aslında o mânâların vasfıdır; âyetlerin bununla vasi (lan dırılm ası, delâlet edenin (dâll'in), delâlet edilenin (medlulün) vasfıyla vasıflandırılması kabilindendır.

Bir görüşe göre de müteşâbih olmanın temel vasfı, aklın benzer ve muhtemel mânâlar arasında tefrik ve temyiz yapmakta âciz kalmasıdır. Buna göre aklın çözemediği her şeye müteşâbih denmiştir; velev çözümsüzlük teşâbüh sebebiyle olmasın. Nitekim müskil de, aslında benzerlerinin ve emsalinin arasına karışıp tâyin edilemeyen şeydir. Sonradan muğlak, mübhem ve anlaşılmaz her şey için kullanılmıştır; velev anlaşılmazlığı başka cihetten olsun.

Kur’ân âyetlerinin bir kısmının müteşâbih kılınmasının sebebleri de:

Bunları anlayan âlimlerin faziletçe üstünlüklerini açıklamak;

Bu âyetler üzerinde tefekkürü sağlamak ve kastedilen gerçek mânâda onlardan sağlıklı hükümler çıkarabilmek (istinbat) için gerekli ilimlerin tahsilini teşvik etmek;

Bu vesileyle sağlam beyinleri, hâlis maksadlarm ve uygun mânâların istihsali yolunda yormak suretiyle yüksek derecelere erdirmek;

Müteşâbih âyetlerle muhkem âyetleri bağdaştırmaya muvaffak olanları yakîn ve itminanın en uzak mertebesine ulaştırmak olabilir.

" Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir Kıtab'dır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1)

âyetinde geçen muhkem ise değişik mânâlarda yorumlanabilir:

Âyetleri, her türlü halelden (nakısadan), ya da nesihten korunmuş; 40

40 Ebussuûd Efendi, neshi kabul ettiği hâlde, bu yorumuyla ufkunun genişliğini göstermiştir.

Âyetleri hak olduklarına delâlet eden kesin hüccetlerle te'yid edilmiş,

Âyetleri hikmetli kılınmış.

Çünkü o Kitabin âyetleri büyük ve küçük bir çok hikmetleri ihtiva etmektedir.

Yine: " Allah kelâmın en güzelini, müteşâbih ve tekrar tekrar okunan bir kitab olarak indirdi." (Zümer 39/23) âyetinde geçen müteşâbih ise, Kur’ân'ın bölümleri mânânın sıhhatinde, nazmın mükemmeliyetinde ve mefhûmun hakkaniyetinde birbirine benzer demektir.

C- "Kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve te'vil etmek için Kitabtan müteşâbih âyetlere uyarlar ."

Rağıb el-Isfehânî (öl: 1108) "Zeyğ / eğrilik" hakkında diyor ki:

"Zeyğ, onların doğru yoldan ayrılması ve şer ile fesatta ısrar etmeleri, demektir."

Kalblerinde haktan ayrı, bâtıl hevâ ve heveslere bir meyil duyanlar, insanları şüpheye düşürmek, kafalarını karıştırmak, muhkem âyetleri müteşâbih âyetlerle nakzetmeye çalışmak ve arzuladıkları gibi tevil etmek için, muhkem âyetlerden yüz çevirip müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Kitabin (Kur’ân'ın) müteşâbih âyetlerinin zahirine takılırlar yahut bu Kitabin Allah (celle celâlühü) katından olduğuna imân ettikten sonra hakkı araştırmadan tevile kalkışırlar. Oysa onlar, âyetleri tevil edebilecek ilmî mertebeden çok uzaktır. Nitekim âyetin devamında meâlen şöyle buyurulur:

Ç- "Oysa onların te'vilini ancak Allah, bir de ilimde derinleşmiş (rüsuh kazanmış) olanlar bilir ."

Kalblerinde eğrilik olanlar, te'vil için Müteşâbih âyetlerin, peşine takılırlar. Oysa onların tevili, Allah'a (celle celâlühü) ve Allah'ın buna muvaffak kıldığı ilimde rüsuha ermiş, sebat ile derinleşmiş olan ve ayakları kaygan satıhlarda sarsılmayan kullarına mahsustur.

Âyette belirtildiği gibi, kalblerinde eğrilik bulunanların müteşâbih âyetlerin peşine düşmelerinin illet ve sebebi, te'vilin kendisi değil fakat onların te'vil isteğidir. Te'vilin haktan ve sıhhatten yoksun olarak vasıflandırılması ise onların tevile ehliyet ve liyakatleri olmadığını bildirmek içindir.

"Vema ya'lemu tevile hu illa'llâh / onun te'vilini ancak Allah bilir." cümlesinde "illallah / ancak Allah" kelimesi üzerinde vakfeden (cümlenin orada tamamlandığını söyleyen) tefsir âlimleri müteşâbih âyetleri,

- dünyanın ömrü, kıyamet günü, sayıların özellikleri, meselâ Zebanilerin adedi gibi yalnız Allah'ın (celle celâlühü) bildiği konular yahut,

- zahir mânânın kastedilmediğine kesin delil olmakla beraber asıl mânânın ne olduğuna da delâlet bulunmayan âyetler olarak tefsir etmişlerdir.

D- "Onlar:

"- Biz ona imân ettik; hepsi Rabbimizin katındandır" derler. ."

İlimde derinleşmiş olanlar:

"- Biz, müteşâbih âyetlere imân ettik..." derler.

Burada onların muhkem âyetlere imânları zikredilmemiştir. Çünkü o, zaten açıktır. Yahut biz, Kitab'a imân ettik, demektir.

Bu cümle, birinci tefsire göre bir istinaf cümlesi olup ilimde rasıh (derinleşmiş) olanların hâlini açıklar.

Birinci tefsirdeki kelime dizisi şöyledir:

"Oysa onların te'vilini ancak Allah, bir de ilimde derinleşmiş olanlar bilir. Onlar:

"- Biz ona imân ettik; hepsi Rabbimizin katındandır" derler."

İkinci tefsire göre ise kelime dizisi şöyle olur:

"Oysa onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise:

"- Biz ona imân ettik; hepsi Rabbimizin katındandır; derler."

Bu takdirde (gramer olarak) "vel- rasihûn / ilimde derinleşmiş olanlar" kelimesi mübteda "iî'l-ı'lmi / ilimde" kelimesi de onun haberi (yüklemi) olur.

"Hepsi Rabbimiz katınd andır" cümlesi de, onların söylediklerine dahil olup makabli için açıklama ve te'kiddir. Yani onlar şöyle demiş oluyorlar:

"- Kitabin müteşâbihat ve muhkematından her biri Allah (celle celâlühü) katından indirilmiştir; aralarında hiçbir fark yoktur. Müteşâbih âyetlere ve Allah (celle celâlühü) onlardan ne murad ettiyse hepsinin haklı ve gerçek olduğuna imân ettik."41

E- "Bunları akıl sahiblerinden başkası düşünmez ."

Bâtıl hevâ ve heveslere meyletmeyen hâs akıl sahiplerinden başkası Allah'ın (celle celâlühü) kelâmı üzerinde düşünmez, onlardan öğüt ve ibret almaz.

Bu cümle, mâkabk için bir zeyl olup ilimde râsih olanları keskin zekâ ve güzel nazar ile medhetmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından zikredilmiştir. Yine bu cümle, ilimde râsih olanların, müteşâbih âyetlerin teviline ehil olmak için nasıl hazırlandıklarına da işaret eder ki, o da, aklın önündeki hissiyat perdelerini sıyırıp atmaktır.

Bu âyet-i kerîmenin mâkabk ile bağlantısı, Hıristiyanların, Isâ hakkın dald;

" Şüphesiz Meryem oğlu Isâ Mesîh, Allah'ın Resulü ve Meryem'e ilkaa ettiği kelimesidir." (Nisa 4/171) âyetini delil göstermek teşebbüsüne icmali bir cevap olmasıdır. Mufassal cevap ise:

" Allah katında İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir; Allah onu topraktan yarattı.; sonra ona "Ol!" dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân 3/59) mealindeki âyet ile gelecektir.

8

"Ey Rabbimiz! Bize hidâyet ettikten sonra kalblerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bağışla. Elbette Sen çok bağışlayan (el-Vehhab)sın."

A- "Ey Rabbimiz! Bize hidâyet ettikten sonra kalblerimizi eğriltme ."

Bu âyet de ilimde râsih olanların söylediklerine dahildir. Yani, onlar şöyle demiş oluyorlar:

"- Ey Rabbimiz! Bizleri, hakka ve doğru tevile ya da hem müteşâbih, hem de muhkem âyetlere inanmaya hidâyet buyurduktan sonra kalblerimizi eğrilterek müteşâbih âyetleri razı olmayacağın şekillerde te'vile yöneltme!"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"Âdem oğlunun kalbi, Rahman Allah'ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır; dilerse onu hak üzerine ikame eder; dilerse de onu haktan kaydırır." 42

42 Sahih-i Müslim'de "Allahü teâlâ'nın Kalbleri Nasıl Dilerse Öyle Çevireceği Bâbi'nda Abdullah b. Amr b. As'dan (radıyallahü anh) tahric edilen bir hadiste Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivâyet olunur:

"Ademoğullarınin kalblerinin hepsi bir tek kalb gibi (kekalbin vahid) Rahmanin parmaklarından iki parmağı arasındadır. (Beyne ısbea'yni min esabiı'r-Rahmân). Onu dilediği gibi evirip çevirir, tasarruf eder (Yüsarreflıü haysü yeşâ'). Bundan sonra Resûlullak (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duâ etti:

- Ey Allah'ım! Ey kalbleri dilediği gibi evirip çeviren! Kalblerimizi sana ibâdet ve taa't yönüne çevir (Allahümme! Ya musarrefel-kulûb! Sarref, kulûbena a'lâ taa'tik)."

(Sahih-ı Müslim Tercemesi ve Şerhi: Ahmed Dâvudoğlu, Cilt: 10, Sayfa: 633 -634, Hadîs No: 2654/17)

Bir görüşe göre de,

"- Ey Rabbimiz! Bizim kalblerimizin haktan kaymasına sebep olacak belâlara bizi uğratma!" demektir-.

B- "Bize katından bir rahmet: bağışla .

Elbette Sen çok bağışlayansın "

Daha mufassal bir deyişle:

"- Ey Rabbimiz! Katından bize, Sana yaklaştıracak ve Senin huzurunda bizi kurtuluşa erdirecek geniş bir rahmet bağışla ya da hakda sebat etmek için bize muvaffakiyet ihsan eyle!"

Bu son cümle, geçen talebin, yahut matlûbun ihsan edilmesinin sebep ve illetini bildirir. Bu da hidâyetin de, dalâletin de O'ndan geldiğini ve kullarına bahşettiği nimetlerin tamamen O'nun lütfü ve ihsanı eseri, olduğunu ifâde eder.

9

"Ey Rabbimiz! Vukuu şüphe götürmeyen o günde insanları bir araya toplayacak olan Sensin. Muhakkak ki Allah, va'dinden caymaz."

A- "Ey Rabbimiz! Vukuu şüphe götürmeyen o günde insanları bir araya toplayacak olan Sensin ."

"Yevm" kelimesinden önceki muzaf, hazfedilmiştir. Yani o kıyamet gününün hesap ve cezası (amellerin karşılığı) demektir. Muzafın hazfedilmesi, o günün ve onda vuku bulacak olayların korkunçluğunu ifâde etmek içindir. Allah (celle celâlühü) o günü, hesap ve ceza için bütün insanları muhakkak bir araya toplayacak veya haşredecektir.

Kimde derinleşmiş veya rüsuh kazanmış olanların bu duadan maksadları, ilâhî rahmete muhtaç olduklarını arzetmek ve ilâhî rahmete mazhar olmanın, kendileri için en yüce gaye olduğunu bildirmektir. Daha önce geçen duanın bu duâ ile te'kid edilmesi de, âhiret ahvâline yakıînen inandıklarını, bu ahvâlin vuku bulacağından kesin olarak emin olduklarını açıklamak içindir.

B- "Muhakkak ki Allah, va'dinden caymaz ."

Bu cümle, haşirde ve hesabta şüphe olmadığının illet ve sebebini açıklar. Burada ismi celilin (Allah adının), (zamir ile ifâdesi mümkün iken) zahir isim olarak zikredilmesi ve önceki cümle hitab tarzında iken burada gaybubet tarzına dönülmesi, o korkunç ve dehşet dolu günün (kıyamet gününün) gerektirdiği ilâhî iclâl ve tazimin kemâlini göstermek içindir.

Bu sûrenin 194. âyetinde:

" Muhakkak ki Sen va'dinden caymazsım" (Âl-i İmrân 3/194) şeklinde hitap üslûbunun kullanılması ise, nimet talebi makamı olduğu içindir. Nitekim bunun izahı orada gelecektir. Bir de burada ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, bu cümlede ifâde edilen hükmün illet ve sebebini bildirmek içindir. Zira Allah kelimesinin ifâde ettiği ülûhiyet (tanrılık), va'dinden caymaya ters düşer. Âyetin bu cümlesi, râsih âlimlerin sözlerini açıklamak üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından söylenmiş bir cümle olarak da yorumlanabilir.

10

"Şu bir gerçektir ki kâfirler için ne malları ne de oğulları hiçbir fayda sağlamaz . işte onlar ateşin yakıtıdırlar ."

Daha önceki âyetlerde hak din veya tevhid dini beyân, bunu ifâde eden ilâhî kitabların vasıfları zikredildikten, Kur’ân-ı Azîm'in yüce şânı ve râsih âlimlerin Kur’ân'a olan imânlarının keyfiyeti açıklandıktan sonra şimdi burada da Kur’âni inkâr edenlerin hâli anlatılmaya başlanıyor.

Kâfirlerden maksadın kimler olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

Onların bütün sınıflarını kapsayan kâfir cinsidir.

Medine'ye gelen Necran heyetidir.

Benî Kurayza ve Benî Nadîr Yahudileri veya Arap müşrikleridir.

Âyette, "emvalühüm velâ evlâdühüm" buyrulmak suretiyle önce mallar, sonra evlâd zikredilmiştir. Çünkü sıkıntıların giderilmesinde evlâdın katkısı daha büyüktür (cana gelecek zararların çoğu mal ile değil, fakat evlâdın savunması ile bertaraf edilebilir) yahut belâların defi için önce mal feda editir.

Yani kâfirlerin, celbi menfaat ve def-i mazarrat için harcadıkları malları ve önemli işlerde yardımlarına baş vurdukları, maddî ve manevî dayandıkları çocukları, Allah katında uğrayacakları üzüntüleri, sıkıntıları gidermek, Allah'ın (celle celâlühü) azabını engellemek, ortadan kaldırmak konusunda hiçbir işe yaramayacak, hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bir görüşe göre de, mal ve evlad, Allah'ın (celle celâlühü) rahmet ve taatinden (itaatinden) iğnâ etmez (hiçbir şeyin yerini tutmaz), demektir. Nitekim:

" Şüphesiz ki zan, haktan (ilimden) iğnâ etmez (hiçbir şeyin yerini tutmaz)." (Yûnus 10/36) mealindeki âyette de ığnâ fiili bu mânâda kullanılmıştır. Ve âyette ifâde edilen hakikat:

"Şan şeref ve dünyalık, Senin rahmetinden bir şeyin yerini tutmaz" mealindeki hadîs ve:

" Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâdınızdır." (Sebe' 34/37) mealindeki âyette de ifâde edilmiştir.

Ancak kâfirlerin malları ve çocuklarının, Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti ve taati yerine geçmesi, hiç kimse tarafından düşünülmez ki, bunun reddi cihetine gidilsin.

Bir de, âyetin ilk tefsiri, kâfirlerin hâlinin korkunçluğunu göstermesi bakımından kendisinden sonraki "İşte onlar ateşin yakıtıdırlar." cümlesi ile bundan sonraki âyette gelecek "Allah da onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesine daha uygun düşmektedir.

İşte o küfür sıfatını taşıyanlar, cehennem ateşinin yakılıp kızdırıldığı cehennem yakıtından ve odunundan başka bir şey değildir.

Kâfirlerin cehennem yakıtı olduğu ifâdesinden,

Eğer cehennemin yakılıp kızdırıldığı zamandaki hâl kasdediliyorsa bu takdirde isim cümlesinin tercihi, bunun tahakkuk ve takarrürüne delalet eder. (Çünkü isim cümlesinin ifâde ettiği mânâda tahakkuk ve takarrür vardır).

Eğer kasdedilen bu değilse, o takdirde bu ilâhî ifâde, kâfirlerin gerçek, hâlinin bu olduğunu, zahirî hâllerinin yok hükmünde sayıldığını bildirir.

Bu itibârla onlar dünyada iken bile aynen cehennem ateşinin yakıtıdırlar. Bu ifâde kâfirlerle cehennem ateşi arasındaki sıkı ilişkiyi apaçık gösterir.

"Vekuud / yakıt", bir kırâete göre "vükuud" olarak da okunmuştur. Buna göre, kâfirler, cehennemi yakma, tutuşturma, alevlendirme ehli oluyorlar demektir.

11

"Onların hâli firavunun yakın çevresi (âl-i fir'avn) ve onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı. Allah da onları günahları ile yakalayiverdi. Allah, azabı şiddetli olandır "

Onların küfür ve azabtaki hâli, firavunun yakın çevresi ve onlardan önceki kâfir ümmetlerin hâli gibidir.

"Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı" cümlesi, bir istinaf cümlesi olup gizli (mukadder) bir sualin cevabıdır. Yani,

"- Fir’avun’un yakın çevresi ile onlardan önceki kâfir ümmetlerin hâli nasıl idi?" gizli sorusuna cevap olarak:

"- Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı" denmiştir.

"Allah da, onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesi de, onlara yapılan hâl ve muamelenin izahıdır. Yani Allah (celle celâlühü) da, onları yakalayıp cezalandırdı ve onlar, Allah'ın (celle celâlühü) azabından kaçıp kurtulacak bir yer bulamadılar. İşte bu kâfirlerin hâli ve akıbeti de, onların hâli ve akıbeti gibidir.

Bir görüşe göre, âyete verilen gramer ve terkipten şu meal de çıkarılabilir:

"Onların hâli firavunun yakın çevresinin hâli gibidir. Onlardan öncekiler de, âyetlerimizi yalanlamışlardı."

Ancak bu tefsir, âyetin nazm-i kerîmindeki güzellik ve safiyeti ortadan kaldırır.

Onların günahları,

- Ya âyetleri tekzib etmeleridir ki, o takdirde bu günahları, o ilâhî azaba sebep olmuştur;

-Ya da bu günahlar, onların şâir günahlarıdır.

Buna göre, bu ifâdede, onların başka günahları da olduğuna delâlet vardır. Yani Allah (celle celâlühü), onları, günahlarına tevbe etmeden günahları ile yakaladı, demek olur. Tıpkı:

" ve Allah, onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe 9/55) mealindeki âyette ifâde edildiği gibi.

Son cümle, mâkabk için bir zeyl ve tekmile (bütünleme) olup ilâhî muahazeyi açıklar.

12

"(Resûlüm) o kâfirlere de ki:

«Yakında yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz! Orası ne kötü bir yataktır»."

Bu kâfirlerden maksadın timler olduğu konusunda değşik görüşler ileri sürülmüştür

1- Bu kafirlerden maksad Yahudîlerdir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Medine Yahudileri, Bedir savaşında Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere karşı kazandığı zaferi görünce:

"- Vallahi, bu zat, gerçekten Mûsa'nın bize müjdelediği o Tevrat'ta vasıfları yazılı ümmi peygamberdir" dediler ve Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iman etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine diğer bazı Yahudiler:

"- Durun bakalım, acele etmeyin; başka bir savaşını daha görelim de ondan sonra karar verelim!" dediler.

Sonra Uhud savaşında olanlar olunca, Yahudiler şüpheye düştüler. Bu arada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarıda belli bir süre için yapılmış olan muahedeyi de süresinden önce bozdular. Bu arada Benî Nadır'dan Ka'b b. Eşref altmış süvari ile Mekke'ye gitti ve nihayet Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşmaya karar verdiler.

İste o zaman bu âyet-i kerime nâzıl oldu.

Said b. Cübeyr ve İkrime'nin (ölm.724) İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) başka bir rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında Kureyş'e karşı zafer kazanıp Medine'ye dönünce Yahudileri Kaynuka Pazarı'nda topladı ve Kureyş'in başına gelenlerin onların başına da gelmemesı için onları uyardı. Yahudiler de dediler ki:

"- Senin beceriksiz, deneyimsiz, savaş kültürü olmayan bir kavimle karşılaşıp bir fırsat yakalaman, seni aldatmasın. Sen bizimle savaşırsan, bizim ne adamlar olduğumuzu anlarsın!" dediler.

İste o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani ;

"- Ey Resûlüm! O Yahudilere de ki; dünyada yakın bir zamanda mutlaka mağlup olacaksınız."

Nitekim Allah Yahudilerden Benî Kureyza'nın katli, Benî Nadır'ın sürgün edilmesi ve diğer Yahudilerin de cizyeye bağlanması suretiyle va'dini gerçekleştirdi. Bu olay, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin hak ve gerçek olduğunu gösteren en açık delillerden biridir.

Bu kâfirlerden maksad Mekke müşrikleridir.

Mukatil'den gelen bir rivâyete göre, bu âyet, Bedir savaşından önce nazil olmuştur ve bu âyette zikri geçen kâfirler, Mekke müşrikleridir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamber Bedir günü Mekke müşriklerine şöyle demişti:

" -Şüphesiz Allah, size gaalib gelecek ve sizi cehenneme sürecektir. Ne kötü bir yataktır orası!"

Ancak bu rivâyete göre, bu âyetle bundan sonraki âyet arasında inkıta lazım gelir. Çünkü bundan sonraki âyet, Bedir savaşından sonra nazil olmuştur.

"Setuğlebûne / mağlup olacaksınız" ve "tuhserûne ilâ cehennem / cehenneme sürüleceksiniz" fiilleri bir kırâete göre gayb kipi ile "seyuğlebûne / mağlup olacaklar ve yuhşerûne /cehennenıe sürülecekler" şeklinde de okunmuştur. Bu kırâete göre, Allah kendi beyânı ile haber verdiği vaîdi (ceza tehdidini) onlara, anlatmayı Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) emir buyurmuştur. Yani,

"- Ey Resûlüm! Bu sözleri, onlara ilet!" buyurmuştur.

En son cümle, ya onlara söylenecek sözlere dahildir, ya da istinaf olup cehennemin korkunçluğunu ve cehennem ehlinin perişan hâlini ifâde eder.

Bu kâfirlerden maksad bütün kâfirlerdir.

Bu görüşün sıhhatli ve muteber olduğunda hiç şüphe yoktur.

13

"Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta (fieteyn) sizin için âyet (ibret)ler vardır. Onlardan biri Allah yolunda (fî sebîlillâh) savaşıyordu; diğerleri de kâfirdi ve göz görüşü (re'ye'l-a'yn) onları ('mirileri) kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımı (nasrı) ile te'yid eder. Şüphesiz bunda basıîret sâhibler (ülü'l-ebsar) için ibret vardır."

A- "Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için âyetler vardır ."

Bu âyet de, söylenmesi emredilen sözlere dahil olup makablinin mânâ ve muhtevasını açıklar ve aynı zamanda bunun bir hakikat olduğunu isbat eder. Bu âyet Yahudilere yöneliktir ve şunu demek ister:

"- Ey sayılarına ve imkânlarına mağrur olan Yahudiler! Vallahi, Bedir savaşında iki fırkanın, iki topluluğun duruşunda, karşı karşıya gelişinde mutlaka sizin için ibretler vardır. "Setuğlebûne / yakında yenileceksiniz" sözünün hak ve gerçek olduğunu siz de göreceksiniz. Bedir savaşında da yenilenler, sayılarının çokluğu ve güçlerinin üstünlüğü ile gururlanıyorlardı. Ama onların nelerle karşılaştıklarını gördünüz. İşte onların başlarına gelenler, sizin de başınıza gelecektir."

B- "Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu ; diğeri de kâfirdi ve göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı ."

Karşılaşan iki fırkadan,

Biri mü'mindi. Ancak burada imân yerine imânın hükümlerinden makama uygun olan Allah yolunda savaş (cihad fîsebîlillâh) zikredilmişdir. Bu, onları medhetmek, onların verdiği savaşı önemsemek ve âyetin (deki ve ibretin) ne suretle gerçekleştiğini, güç olarak azın nasıl çok görüldüğünü bildirmek içindir.

"Diğeri de kâfirdi / ve uhra kâfiratün". Burada kâfir fırka için vasıf zikredilmemiştir. Bunun sebebi onların savaşını hiç nazar-ı itibâra almamak, onların duydukları korku ve heybetten dolayı saldırıya geçemediklerini zımnen bildirmek içindir.

"Yerevnehüm misleyhim re'ye'l-ayn / göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı" cümlesindeki görme Fiili "yeravne / görüyorlar" biçiminde çoğul olarak kullanılmıştır. Görüş, kâfir fırkanın tek tek bütün fertlerine şâmildir. Onlardan her biri mü'minleri, kendilerinin iki katı, iki bin savaşçı olarak görüyorlardı. Çünkü müşrik ordusu bine yakındı. Onların tam sayısı dokuz yüz elli savaşçı idi ve baş kumandanları da Utbe b. Rabia b. Abdişems idi. Ebû Süfyan ve Ebû Cehil de ona yardımcı bulunuyordu. Müşrik ordusunda yüz at, yedi yüz deve ve her çeşitten sayısız silah vardı.

Muhammed b. Ebü'l Firarin Sa'd b. Evs'ten rivâyetine göre:

Bedir savaşında müşrikler, Müslümanlardan birini esir almışlar ve kendisine:

"- Sayınız ne kadardı?" diye sormuşlar. O da: . "- Üç yüz on iki ile üç yüz yirmi arasında idik." demiş. Müşrikler de:

"- Hayır, olamaz; biz sizi iki katımız kadar görüyorduk!" Veya:

"- Biz sizi iki katınız kadar, altı yüz yirmi, altı yüz otuz arasında görüyorduk" demişler.

Nitekim Bedir savaşında Müslümanların sayısı üç yüz on üç idi. Bunların yetmiş yedisi Muhacirlerden ve iki yüz otuz altısı da Ensar'dan idi.

Bu savaşta Resûlüllah ile Muhacirlerin sancaktarı Ali b. Ebı Tâlib (radıyallahü anh) (ölm.661); Ensarın sancaktarı da Sa'd b. Ubadc el-Hazrecî (ölm.637) idi.

İslâm ordusunda doksan deve ile iki at bulunuyordu. Bu atlardan biri Mikdael b. Amrin (radıyallahü anh), diğeri de Mersed b. Ebi Mersed'in (radıyallahü anh) idi.

Müslüman savaşçıların yalnız altı zırhı ve sekiz kılıcı vardı.

Bedir savaşında Müslümanlardan şehid düşenlerin tamamı on dört kişidir. Bunların altısı Muhacirlerden, sekizi de Ensar'dandır. Allahü teâlâ, cümlesinden razı olsun!

İşte Müslümanların sayısı bu kadar az iken, Allah (celle celâlühü), onları müşriklerin gözünde çok güçlü gösterdi ki, müslümanlardan korksunlar ve onlarla savaşmaya cesaret edemesinler. Bu, Yüce Allah'ın Müslümanlara bir inayeti, yardımı, nasrı, desteği idi. Allah o gün Müslümanları meleklerle de destekledi. Bu ilâhî yardım, iki tarafın karşılaşması sırasında gerçekleşti. Bundan önce de kâfirler daha işin başında kaçmasınlar ve Müslümanlara karşı cür'et kazansınlar diye Allah (celle celâlühü) onların gözünde Müslümanları az göstermişti.

Bir başka kavle göre de, Müslümanlar, kâfir fırkayı kendilerinin iki misli görüyorlardı; oysa onlar, Müslümanların üç katı idi. Bundan murad Müslümanların sebat etmesi ve;

" Şimdi sizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüzü yenerler." (Enfâl 8/66) âyetinde zikredildiği gibi ilâhî nusret va'dı ile kalben müsterih ve mutmain oknaları ve gönül rahatlığına kavuşmaları idi.

Ancak âyetin birinci tefsiri (müşriklerin, Müslümanları kendi sayılarının iki katı kadar görmeleri) daha anlamlıdır. Çünkü Müslümanlar, müşrikleri hep kendilerinin iki kati kadar görmemişler; daha ziyâde kendileri kadar hattâ daha da az görmüşlerdir. Nitekim rivâyete göre,

İbn-i Mes'ud diyor ki:

"- Biz ilkin müşriklere baktığımızda gördük ki, bizden kat kat fazlalar; sonra baktığımızda gördük ki, onlar bir kişi bile bizden fazla değiller."

Sonra Allah müşrikleri Müslümanların gözünde sayıca daha da az göstermiş; hattâ Müslümanlar onları kendilerinden de az görmüşlerdir.

Yine İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bedir günü müşrikler bizim gözümüze o kadar az görünmeye başladılar ki yanımda bulunan bir adama:

"- Sen de onları yetmiş kişi kadar mı görüyorsun?" dedim. O da bana:

"- Ben onları yüz kişi kadar görüyorum." dedi. Sonra biz onlardan bir esir aldık ve ona: "- Sizin sayınız ne kadar?" diye sorduk. O da bize: "- Bin kişi." dedi.

Eğer bu âyetten murad, Enfâl (8) sûresinde olduğu gibi, mü'minlerin müşrikleri gerçekte olduğundan daha az görmelerini temin ile bunu bir âyet ve ibret olarak belırtmekse, bu mü'minlerin müşrikleri kendilerinin iki katı olarak görmelerinden daha çok zikre değerdir. Kaldı ki, kâfirlere azın çok, zayıfın güçlü gösterilmesi ve bu şekilde onların kalblerine korku salınmasi, bu suretle kâfirlere Allah'ın (celle celâlühü) kudret ve hikmet eserlerinin gösterilmesi, hem ibret vesilesi, hem de kâfirlere karşı kullanılacak hüccet olarak daha etkili ve aynı zamanda Kur’ân'a muhatab olanların bunları kabul etmeleri için daha uygundur. Çünkü muhatab kitlenin, bu mucizevî hâli müşahede eden kâfirlerle ihtilali çoktur, işte cumhûrun kıraetine göre Kur’ânin mükemmeliyetinin gereği bu izahtır.

Bir görüşe göre, bu iki âyetteki hitab,

Setuğlebûne / Yakında yenileceksiniz!" hitabı ile,

"- Kad kâne leküm âyetün ... / Gerçekten bunda sizin için âyetler vardır." hitabı, (Yahudiler için değil fakat) Mekke müşrikleri içindir. Ancak bu görüş aşağıdaki sebeble doğru telâkki edilemez:

"Setuğlebûne ve tuhşerûne ilâ cehennem / yenileceksiniz ve cehenneme sürüleceksiniz!" vaîck, bu görüş sahiplerinin sarahatle belirttikleri gibi,

Eğer sadece Bedir hezimetinden ibaret ise,

"- Sız Mekke müşrikleri Bedır'de mağlup olacaksınız!" dedikten sonra, "- Sizin için Bedir'de bir ibret vardır" demek uygun değildir.

Eğer bu hezimet, başka bir hezimet ise, yine uygun değildir.

Çünkü bu takdirde müşrikler, o korkunç ibreti Bedir'de görerek yaşayanlar, âyette hem mübhem (iki fırka), hem de vasıflandırılmış (kâfir bir fırka) olarak iki defa zikredilmiş olur. (Oysa Bedir gazası, onu yaşayanlar için değil, fakat başkaları için bir ibret dersi olarak öngörülür) Ayrıca müşahedenin (kendilerinin iki misli olarak görürler, ifâdesindeki müşahede) muhatablara isnadı, hüccetin ilzamında ve hasmı susturmada daha etkili iken, o kâfir fırkaya isnael etmenin de bir sebebi yoktur. İşte bu açıklamalardan, ikinci hitabın,

"- Sizin için âyet vardır." hitabının mü'minler için olduğunu söylemenin sırrı anlaşılmış olur.

Bir kırâete göre bu âyetteki "yerevnehüm / onları görürler" fiili, "terevnehüm / siz onları görürsünüz" seklinde hitap kipi olarak okunmuştur. Bu kıraetin zahiri, ikinci hitabın (sizin için büyük bir ibret vardır) müşriklere tevcih edilmesini gerektiriyorsa da, kesin değildir; çünkü bu kırâete göre ikinci mahzur (anılan Bedir ibretinin müşahedesinin muhatablara isnat edilmemesi mahzuru) kalkıyorsa da, birinci mahzur (Bedir ibretini müşahede edenlerin, "sizin için büyük bir ibret vardır" hitabının muhatapları olması) aynen mevcuttur.

Bunun için muhtemeldir ki, âyetteki hitap Yahudiler içindir. Bedir'deki ibreti görmek ise müşrikler içindir; fakat müşriklerin görmesi, Yahudilerin görmesi mesabesinde sayılmıştır. Çünkü aralarında küfür birliği vardı ve özellikle Kâ'b b. Eşref vasıtasıyla meydana getirilmiş olan söz birliği, mîsak ve muahede vardı.

İşte bundan dolayı beyânda mübalağa ve Yahudilerin de aynı akıbete uğrayacakları hakikatini zımnen açıklamak için anılan müşahede, Yahudilere isnad edilmiştir.

Eğer " onları (mü'minleri kendilerinin iki misli görüyorlardı" ifâdesındeki görme, göz görmesi olarak kabul edilirse, "re'ye'l-ayn / göz görüşü, bakışı", onun tekidi olur; yok eğer anılan görme, kalb görmesi (basiret) olarak kabul edlirse, "re'ye'l-ayn" teşbihi mastar kabul edilir. Yani göz görmesi gibi apaçık bir müşâhde, demek olur.

C- "Allah, dilediğini yardımı (nasr'ı) ile te'yid eder (destekler)."

Allah (celle celâlühü), Bedir savaşında kendi yolunda savaşan fırkayı doğrudan doğruya kendi yardımıyla desteklediği gibi, kimi dilerse âdi (âdete uygun) sebepleri vâsıta kılmadan da onu yardımıyla destekler.

Ç- "Şüphesiz bunda basıîret sahibleri (ülü'l-ebsar) için ibret vardır ."

Sayıca az ve imkânları dar bir fırkanın, sayıca çok ve tam techizatlı bir fırkaya galip gelmesi sonucunu doğuran o az kuvveti çok görme olayında elbette ki akıl ve basiret sahibleri için veya onları görenler için büyük bir ibret vardır.

"Zâlike / işte bunlar" işareü uzak için olduğu hâlde burada kullanılması, kendilerine işaret edilen Bedir mücâhidlerinin faziletteki derecelerinin pek yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Bu cümle;

- ya söylenmesi emredilen sözlere dahil olup bir zeyl olarak makablini, açıklar,

- ya da Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kelâmını tasdik etmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından ifâde buyrulmustur.

14

"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı sevgi insanlara hoş gösterilmiş (tezyin edilmiş, süslenmiş)tir. Bütün bunlar dünya hayâtının geçici yararlarıdır. Oysa varılacak güzel yer (hüsnü'i- meâb), Allah karındadır."

A- "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı sevgi insanlara hoş gösterilmiştir ."

Bundan önce, elde bulundurdukları dünyalıklarla güç gösterisi yapan kâfirlere bunların bir fayda sağlamayacağı beyân edilmişti. Şimdi de dünyevî bazların her çeşidinin kalıcı bir değeri olmadığı bu istinaf cümlesiyle belirtiliyor. Maksad, insanları dünya nimetlerine zahitçe yaklaşmaya ve Allah (celle celâlühü) katındaki ebedî nimetlere rağbete yöneltmektir.

"e'n- Nas" dan murad, bütün insanlardır. Âyette zikredilen dünya nimetlerim insanlara câzib gösteren, aslında Allah'tır (celle celâlühü) Çünkü hakikatte bütün fiillerin ve arzuların yegâne yaratıcısı Allah'tır (celle celâlühü) Bundaki hikmet ise, kulları sınamak, imtihan etmektir. Nitekim Allah Kehf (17) sûresinin 7. âyetinde şöyle buyurur:

" Biz, yeryüzünde olan şeyleri insanlardan hangileri daha güzel hareket (amel) edecek; sınayalım diye bir zinet kıldık." (Kehf 17/7)

Zira dünyanın nimetleri şer-i şerife uygun olarak kullanıldığmda iki cihan saadetine ve insanlığın devamına vesile olur.

"Züyyine / tezyin edildi, süslendi; çekici, câzib gösterildi" fiili, "zeyyene / tezyin etti, süsledi; çekici, câzib gösterdi" şeklinde fail kıpı ile de okunmuştur.

Bir görüşe göre dünya nimetlerini câzib gösteren şeytandır. Çünkü âyet-i kerîmenin siyakı, dünya nimetlerine karşı duyulan sevginin zemmi yönündedir.

(Ünlü Mu'tezile âlimi) Ebû Haşim Abdüsselam el-Cübaî (ölm.933), bu konuda mubah ile haram arasında ayırım yapmış; mubah şeylerde fiili Allah'a (celle celâlühü), haram şeylerde şeytana isnad etmiştir.

Kadınlar, oğullardan önce zikredilmiştir; çünkü onların cazibesi daha etkilidir. Nitekim kadınların gayri meşru sevgisi, şeytan tuzağı sayılır. Âyette kızlar zikredilmemiştir; çünkü kız çocuklarına karşı eluyulan sevgi (cahiliyye toplumunda) umûmi değildir. (Hattâ kız çocuklarını öldürenler bile vardır.)

"el- Kanatıîr", "kıntar"ın çoğuludur. Kantar, çok mal demektir. Ancak kantarın mânâ ve muhtevası hakkında değişik görüşler vardır. Buna göre kintar:

Yüz bin dinardır;

Bir öküz gönü dolusu dinardır;

Yetmiş bin dinardır;

Seksen bin dinardır;

Yüz rıtıl altındır (Bir rıtıl yaklaşık 460 gr.);

Bin iki yüz miskal altındır (Bir miskal yaklaşık 45 desigram);

Yüz rıtıl, yüz miskal, yüz dirhemdir;

Bir kan bedelidir (diyettir).

"Mukantara / kıntar, kıntar" kelimesine de değişik mânâlar verilmiştir:

Bazılarına göre tekid için kullanılmıştır;

Bazılarına göre de sağlama alınmış, korunmuş; gömülmüş; istif edilmiş; sikke hâline getirilmiş demektir.

B- "Bütün bunlar dünya hayâtının geçici yararlarıdır ."

Bu zikredilenler, dünya hayâtında, sayılı günlerde kendilerinden faydalanılan, sonra da süratle yok olup giden geçici nimetlerdir.

C- "Oysa varılacak güzel yer Allah katındadır ."

İnsanın toplayıp biriktirdiği dünyalık ne kadar çok olursa olsun, ona mutlu bir gelecek hazırlayamaz.

Bu cümlede lafz-ı celâl (Allah) öznedir (mübteda) ve ondan sonraki zarf cümlesi de, onun yüklemi (haberi) dir. Bu da, mânâya ziyadesiyle tekid, tazim, Allah (celle celâlühü) katındaki ebedî nimetlere ziyadesiyle teşvik ve dünyanın fâni lezzetlerine, nimetlerine karşı zahitçe bir yaklaşım içinde olmayı tavsiye anlamını ifâde eder.

15

"(Resûlüm) de ki:

"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva sâhiblerı için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır. Allah kullarını hakkıyla gören (Basıîr) dir."

A- "(Resûlüm) de kı (Kul):

"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva sahibleri için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır."

Yüce Rabbimiz, bundan önce dünyanın sahte güzelliklerini beyân ve katındaki güzel sonları icmalen zikrettikten sonra burada daha çok kulluğa teşvik için icmalen anlatılanları Resûlüllah'a, insanlara açıklamayı emrediyor.

Hitab;

"- Ey insanlar! O anlatılan dünya lezzetlerinden ve zilletlerinden daha hayırlısını size haber vereyim mi?" seklinde bütün insanlığı kucaklıyor.

"Hayr"ın önce mübhem olarak zikredilmesi, onun şânını tazîm ve ona teşvik içindir.

"Lillezînettekav / takva sahipleri için..." cümlesi, istinaf (akla gelen suale cevap) olup o mübhemi açıklar.

Takvadan murad, kulun kendini tamamen Allah'a adaması ve mâsivâ'dan (Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirmesidir. Nitekim gelecek sıfatlar da bunu bildirir.

Cennetlerin ve ondan sonra zikredilen çeşitli nimetlerin husulünün takvaya bağlanması, takvanın tahsili ve takva üzerinde sebata teşvik içindir.

"I'nde Rabbihim / Rableri indinde" (katında) ifâdesi, cennet ehlinin mertebesinin yüksekliğini ve bu tabakanın üstünlüğünü belirtir. Burada "Rabb" unvanının zikredilmesi ve takva sahiplerinin yerini tutan zamire izafe edilmesi, "Rabbihim / Rabblerinin", onlar hakkında lütufkâr olduğunu zımnen açıklamak içindir.

"Tecrî min tahtihe'l-enhâr / Altlarından ırmaklar akan cennetler"

ifâdesinde, cennetlerden zahir manâsıyla;

eğer sırf ağaçlar kasdediliyorsa, altlarından ırmakların akmasının anlamı açıktır;

eğer arazı ve ağaçların bütünü kasdedihyorsa, o zaman altlarından ırmakların akması, arazinin cüz'ü olan ağaçlar itibariyledir. Nitekim daha önce defalarca izahı geçti.

Cennet ehlinin eslerinin tertemiz (ezvâc-i mutahhara) olmasından murad, onların hoşa gitmeyen bedenî ve tabiî hâllerden tertemiz olmaları demektir.

"Ridvânün mina'llâh / Allah'tan bir rızâ" ifâdesinde, rızânın pek mükemmel ve muazzam olduğu anlamı vardır. Allah'ın takva sahibleri için öyle bir rızâsı vardır ki, o rızânın değerini hiç kimse takdir edemez.

B- "Allah, kullarını hakkıyla görendir ."

Allah (celle celâlühü), kullarını ve onların bütün amellerini hakkıyla bilir ve görür. Böylece O, kıyamet günü, amellere uygun mükâfat ve cezayı verecektir yahut Allah (celle celâlühü), takva sahiplerinin hâllerini kemâliyle görmektedir. Bunun içindif ki, onlara, zikredilen nimetleri hazırlamaktadır. Bu cümle bize, ancak takva sahiblerinin, "ı'badu'llah veya ı'bada'llah — Allah'ın kulları" ismini taşımaya lâyık olduğunu bildirir.

16

"O takva sahibleri şöyle derler:

"- Ey Rabbimiz ! Biz şüphesiz imân ettik, bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru ."

Bu âyet;

ya "o takva sahibleri, o üstün faziletli kullar kimlerdir?" şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır;

ya da daha önce zikri geçen takva sahiblerinin medh ü senası, vasfı ve izahıdır.

"Înnena âmenna / Biz şüphesiz imân ettik" cümlesinin teki elli (innenâ / biz şüphesiz) olması, o takva sahiblerinin büyük rağbetinden ve sonsuz isteklerinden ileri gelmektedir.

"Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!" duasının mücerred imândan sonra zikredilmesi, ilâhî mağfirete ve cehennem ateşinden korunmaya hak kazanmak için, bu kadarının yeterli olduğuna delâlet eder.

17

"Onlar, sabredenler, doğruluktan şaşmayanlar, itaat edenler, infak edenler ve seher vakitlerinde istiğfar edenlerdir "

O takva sahipleri,

- taatlerin zorluklarına,

- hastalık ve savaşta meşakkat ve sıkıntılara sabredenler;

- sözlerinde, niyetlerinde, azimlerinde (ve bütün hâllerinde) dürüst davrananlar;

- ibâdet ve taatte devamlı olanlar;

- mallarını Allah yolunda harcayanlar;

- seher vakitlerinde mağfiret dileyen kimselerdir. Tabiînden bazı ulemânın görüşleri şöyledir:

Mücâhid, Katâde ve Kelbî' ye göre:

"Seherlerde mağfiret dileyenler, seher vakitlerinde namaz kılanlardır."

Zeyd b. Eslem'e göre:

"Bunlar, sabah namazını cemaatle kılanlardır."

Hasen-ı Basrî'ye göre:

"Bunlar, gece namazlarını seher vaktine kadar uzattıktan sonra mağfiret dileyenlerdir."

Nâfi'nin anlatımına göre:

"İbnti Ömer (radıyallahü anh) her geceyi ihya ederdi; sonra bana: "- Ya Nâfi! Seher vaktine eriştik mi?" diye sorardı. Ben de ona: "- Havır!" derdim.

Bunun üzerine yine namaza devam ederek. Nihayet ben:

"- Evet!" deyince, oturup sabah oluncaya kadar istiğfarda bulunur ve duâ ederdi."

Hasen-ı Basrî' de kendi yaptıklarını şöyle anlatır:

"Biz gecenin başından seher vaktine kadar namaz lalar, nihayet seher vakti girince duâ eder ve mağfiret dilerdik."

Âyette, seher vakitleri mağfiret dilemeye tahsis edilmiştir, çünkü seher vakitlerindeki duâ, icabete daha yakındır. Zira o vakitlerde özellikle de ondan önce teheccüd namazını kılmış olanlar için, ibâdet hissi, gönül safiyeti ve ruh huzuru daha yüksek olur.

Sayılan sıfatlar arasında "vâv" (ve) harfinin zikredilmesi, bu sıfatların her birinin bağımsız olduğunu, takva sahiplerinde bu sıfatların kemâl derecesine vardığını bildirmek içindir.

18

"Allah, hak ve adaletle şahadet eder ki gerçekten kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler de (bunu ikrar), ilim sahibleri de (buna imân etmişlerdir). O'ndan başka ilâh yoktur. O, A'zîz'dir, Hakîm'dir."

A- "Allah, hak ve adaletle şahadet eder ki gerçekten kendisinden başka ilâh yoktur . Melekler de (bunu ikrar), ilim sahibleri de (buna imân etmişlerdir) ."

Allah (celle celâlühü), kâinatta enfüsî (öznel) ve afakî (nesnel) deliller yaratarak vahdaniyetini (birliğini) apaçık ortaya koymuş ve bunu ifâde eden teşriî âyetler indirmiştir. Bu mânânın şahadet olarak tavsifi, mecazî olup mevcut delillerin matlûbun isbatındaki kuvvetlerini ve inkârın ne kadar anlamsız olduğunu ifâde içindir.

"Şehidellahü / Allah şahadet eder" cümlesi,

bir kırâete göre "şühedâe li'llâh";

diğer bir kırâete göre de "şühedâü li'llâh"; şeklinde okunmuştur.

Bu iki kırâete göre "şühedâü" kelimesi, ya şehidin ya da şahidin çoğulu olarak bundan önceki âyetlerde anlatılan takva sahiblerinin sıfatı olur. Yani o takva sahibleri Allah için şehid veya şâhid olurlar; demektir.

Burada şahadete, ikrar ve imânı da kapsayan genel ve mecazî bir anlam yüklenmek suretiyle melekler ve ilim sahipleri, ism-i celâle (Allah'a) atfedilmiştir. Yani melekler de bunu ikrar ve ilim sahibleri de buna imân ettiler, tekvini (kâinattaki) ve teşriî delillerle buna hüccet getirdiler; demektir.

İlim sahiblerinin kimler olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. İlim sahiblerinden murad:

Peygamberler'dir (sallallahü aleyhi ve sellem);

Muhacirler (Peygamberimiz ile beraber Mekke'den Medine'ye hicret etmiş olan Müslümanlar) ve Ensar (Mekkeli göçmen Müslümanlara her türlü yardımı yapan Medineh Müslümanlar)dır;

Ehl-i Kitab'tan imân etmiş olan Abdullah b. Selâm ve benzerleridir;

Allah'ın (celle celâlühü) vahdaniyetini (birliğini) kesin delillerle anlamış olan bütün muinin âlimlerdir; diyenler olmuştur.

Âyetin başında Allah'ın (celle celâlühü) zâtının kemâli anlatıldıktan sonra "adaletle kaaim / âdil", yani bütün işlerinde adaleti ayakta tutan, ifadesiyle de, Allah'ın (celle celâlühü) fiillerindeki kemâl açıklanır. Allah'ın bu sıfatının, melekler ve ilim sahiblerinden sonra zikredilmesi meleklerin ve ilim sahiplerinin mertebelerinin yüksekliğini ve Allah'a yakınlıklarını zımnen belirtmek, bir de tevhidin yüce şânına binaen onun şâhidlerini bir an önce bildirmek içindir.

B- "O'ndan başka ilâh yoktur; O, A'zîz'dir, Hakîm'dir ."

Bu tevhıcl ifâdesinin tekrarı,

anlamı tekid etmek (kuvvetlendirmek, güçlendirmek);

tevhid delillerini öğretmeye ziyadesiyle itinâ göstermek;

delilleri ortaya koyduktan sonra varılan hükmü anlatmak;

Azîz ve Hakim sıfatlarıyla bağlantı kurmak ve bunların Allah'ın sıfatları olduğunu bildirmek içindir.

Azîz sıfatının, Hakîm sıfatından önce zikredilmesi de Allah'ın (celle celâlühü) kudretine (Azîz sıfatının mânâsına) olan ilmin, O'nun hikmetine olan ilimden önce geldiğini zımnen bildirmek içindir.

Rivâyete göre bu âyetin fazileti hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü, bu âyetin müdavimi ve sırrına mazhar olan kişi, Allah'ın huzuruna getirilir. Allah der ki:

"- Bu kulumun benim yanımda bir ahdi (Benim ona bir taahhüdüm) var ve Ben herkesten daha çok ahdime vefa ederim. Haydi, bu kulumu cennete götürün!"

Bu âyet-i kerîme, "İlm-i Usûlü'd-Dîn / Dinin Temel Esasları" nın faziletine ve bu ilmi bilenlerin şerefine delildir.

Rivâyete göre:

Tâbiîn'den Saki b. Cübeyr'den şöyle deniyor:

"Kabe'nin etrafında üç yüz altmış put vardı. Bu âyet-i kerîme nazil olduğu gün (tevhidin zafer işareti olarak) bütün putlar yüzüstü yere düştü." 43

43 Bu zât tâbünden olduğuna göre görgü şahidi değildir. Rivâyet etmekte veya mecaz yoluyla Mekke'nin fethinde bizzat Resülullah’ın eliyle putların devrilmesi olayına işaret etmektedir.

Bu âyet, (daha önce bahsi geçen) Necran Hıristiyanları hakkında nazil olmuştur.

Muhammed b. Saib el- Kelbî de diyor ki:

"İki Yahudî âlimi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile görüşmek üzere yola çıktılar. Medine'yi gördükleri zaman biri diğerine dedi ki:

"- Bu şehir, âhir zamanda zuhur edecek Peygamberin (kitablarımızda tarif edilen) şehrine ne kadar benziyor!"

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girdiklerinde, onu bütün sıfatları ile tanıdılar ve:

"- Sen Muhammed'sin değil mi?" dediler. O,

"- Evet!" buyurdu.

Onlar:

"- Senin bir adın da Ahmed'dir değil mi?" dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Muhammed de benim, Ahmed de benim!" buyurdu. Onlar:

"- Biz sana bir şey soracağız. Eğer onu bize haber verirsen, sana imân ve dâvanı tasdik ederiz!" dediler.

Peygamber

"- Sorun!" buyurdu.

Onlar da:

"- Allah'ın Kitabindakı en büyük şahadeti bize haber ver!" dediler. İşte o zaman Allah (celle celâlühü) bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Cevaplarını alan o iki Yahudî âlimı de Müslüman oldular.

19

"Şüphesiz Allah katında yegâne hak din İslâm'dır. Kitab verilmiş olanların kendilerine gelen bunca ilimden sonra ihtilâfa düşmeleri aralarındaki kıskançlık ve taşkınlıktan dolayıdır.

Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse şunu iyi bilsin ki Allah, hesabı çabuk gören (Serîu'l-hisab)dir."

A- "Şüphesiz Allah katında yegâne hak din İslâm'dır ."

Bu istinaf cümlesi, önceki cümlenin tekididir. Yani tevhid inancından ve şer'-i şerif zırhına bürünen İslâm'dan başka Allah'ın hoşnud olduğu bir din yoktur.

Tabiîn'den Katâde'ye göre:

"İslâm, "Lâ ilahe illallah / Allah'tan başka ilâh yoktur" diye şahadet ve Allah'tan (celle celâlühü) gelen vahiyleri ikrar etmektir."

B- "Kitab verilmiş olanların kendilerine gelen bunca ilimden sonra ihtilâfa düşmeleri aralarındaki kıskançlık ve taşkınlıktan dolayıdır ."

Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in getirmiş olduğu İslâm'ı red ve onun nübüvvetini inkâr eden Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Onların, "ûtü'l-kitabe / kitab verilmiş olanlar" şeklinde vasıllandırılmaları, onların hâllerini daha çok takbih içindir. Çünkü ellerinde ihtilafı giderecek ve bu yarayı kökünden kurutacak bir düstura sâhib olanların buna rağmen uyuşmazlığa düşmeleri son derece çirkindir. Yani o Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslâm'ın yegâne hak din olduğunu bütün delilleriyle öğrenme imkânına sahip oldukları hâlde, buna arkalarını dönerek, kendileri için kapalı bir nokta ve bir şüphe kaldığı için değil, sırf aralarındaki kıskançlık ve rekabet yüzünden anlaşmazlığa düştüler.

Âyetin bu ifâdesi, onların, dalâletin son haddinde olduklarını gösterir. Çünkü bu imkâna sahip olanların ihtilafa düşmeleri akıl işi değildir. Âyetin, onların sırf kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüklerini ifâde etmesi ise, kendileri için takbih üstüne takbihtir.

C- "Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse şunu iyi bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir ."

Her kim Allah (celle celâlühü) katında İslâm'ın yegâne hak din olduğu gerçeğini, açıkça ifâde eden âyetleri inkâr eder ve gereklerini yerine getirmez yahut öncelikle bunlardan veya diğer âyetlerinden herhangi birini inkâr ederse Allah (celle celâlühü) da onu müstahak olduğu azaba uğratır. Çünkü Allah (celle celâlühü), hesabı çabuk gören yahut süratle sonuçlandırandır.

İsm-i celâl (Allah kelimesi) yerine zamir kullanılmayıp zahir ismin zikredilmesi, ilâhî mehabeti artırmak ve Allah korkusunu kalblere yerleştirmek içindir.

Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini mutlak inkârdan sonra ilâhî azabın zikredilmesi, o kâfirlerin hususî hâllerine, yani kendilerine Kitab verildikten ve Kitabin muhtevasına muttak olduktan sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden kâfir olduklarına temas edilmemesi zımnen onların azabının son derece şiddetli olacağına delâlet eder.

20

"(Resûlüm) eğer onlar seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki:

"- Ben Allah'a teslim oldum; bana tabî olanlar da.."

(Resûlüm) o kendilerine Kitab verilenlere ve ümmîlere de ki.: "- Siz de teslim oldunuz mu?"

Eğer onlar teslim olurlarsa gerçekten hidâyete ermiş olurlar. Ve eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla gören (Basiir) dır."

A- "(Resûlüm), eğer onlar seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki:

"- Ben Allah'a teskm oldum ; bana tabî olanlar da., ."

"Eslemtü vechiye îillâhi / Ben yüzümü Allah'a teslim ettim." den murad, insanın nefsi, kalbi ve bütün varlığı ile Allah'a yönelmesi, teslim olmasıdır. Bunlar yüz olarak ifâde edilmiştir. Çünkü yüz,

- insan vücûdunun en şerefli cüz'ü;

- beşerî kuvvetlerin ve duyuların mazharı;

- ibâdetlerin büyük bir kısmını ifâ eden bölümüdür.

Bundan başka, bir şeye yönelme, yüz ile gerçekleşir.

Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanı ile verilmek istenen mesaj şudur:

"- Ey Resûlüm! Eğer Allah (celle celâlühü) katında yegâne hak dinin İslâm olduğu konusunda delil veya hüccet gösterdikten sonra seninle yine tartışmaya girerlerse, o zaman onlara de ki:

"- Ben bana uyan mü'minler (tabî olanlar, ıttiba' edenler / müttebeû'n veya müttebeû'n) ile birlikte nefsimi, kalbimi ve bütün varlığımı Allah'a (celle celâlühü) teskm ettim. Ben O'na hiçbir şeyi ortak koşmam. En güçlü ve en parlak delillerle âyetlerin ve Peygamberlerin davet ettiği en güzel ve mutedil din budur."

B- "(Resûlüm), o kendilerine Kîtab verilenlere ve ümmîlere de ki :

"- Siz de teskm oldunuz mu?"

"- Ey Resûlüm! Kendilerine Kitab verilmiş olan Yahudilerle Hristiyanlara ve kitabları olmayan Arap müşriklerine de ki:

Mü'minler gibi siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi? Çünkü, bu kabulü gerektiren apaçık pek çok delil size de ulaştı. O hâlde siz de İslâm'ı benimsediniz mı ve muktezasinca amel ettiniz mi ? Yoksa bundan sonra da küfre devam edecek mısınız ?"

Bu ilâhî ifâde, bir kimsenin, muhatabına meseleyi iyice açıkladıktan sonra, "Anladın mı?" demesi kabilindendır. Tıpkı içki ve kumar hakkındaki, âyetlerde bütün caydırıcı unsurlar tafsilatıyla açıklandıktan sonra:

"Artık bunlara son verir misiniz?"

(Mâide 5/91) âyetinde buyurulduğu gibi.

Bu âyet-i kerîme, onların taksiratını, inadlarmı; insaf, akıl ve idrâk yoksulu olduklarını açıkça bildirir.

C- "Eğer onlar teskm olurlarsa gerçekten hidâyete ermiş olurlar ."

Eğer onlar da sizin gibi İslâm'ı kabul ederlerse, dalâletten kurtulup saadete ermiş olurlar. Burada sarahaten "Eğer sizin islâm'ı kabul ettiğiniz gibi..." denmemiş olmakla beraber, bu âyet,

" Eğer onlar da sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse..." (Bakara 2/137) kabilindendir. Bu ifâde, İslâm adının başka bir şey için kullanılmasını tamamen önlemek içindir.

Ç- "Ve eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak tebliğdir ."

Eğer onlar, sana uymaktan ve İslâm'ı kabul etmekten yüz çevirirlerse, sana bir zarar veremezler. Çünkü senin üstüne düşen sadece tebliğdir ve zaten bunu da en güzel şekilde yapıyorsun.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyeti Ehl-i Kitab'a okuyunca, onlar:

"- Biz İslâm'ı kabul ettik." dediler.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Yahudilere:

"- Pekiyi siz, İsa'nın Allah'ın kelimesi, kulu ve Resulü olduğuna şahadet eder misiniz?" diye sordu. Onlar:

"- Maazallah!" dediler.

Bu defa Hıristiyanlara sordu:

"- Siz de, İsa'nın Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet eder misiniz?"

Onlar:

"- Maazallah! İsâ, kul değildir." cevabını verdiler.

İşte Allah'ın (celle celâlühü) "Ve eğer yüz çevirirlerse..." mealindeki kelâmı bunu anlatır.

D- "Allah kullarını hakkıyla görendir ."

Allah (celle celâlühü), kullarının bütün hâllerini hakkıyla bilir. Bu cümle, bir öncesi için bir zeyl olup va'd ve vaîd (ceza va'di) ifâde eder.

21

"Allah'ın âyetlerini inkâr ve haksız yere Peygamberleri katledenler, insanlardan adaletle emredenleri de öldürenler var ya; işte onları acı bir azab ile müjdele !"

Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerden maksad, O'nun herhangi bir âyetini inkâr edenlerdir. İslâm'ın yegâne hak din olduğunu anlatan âyetler de öncelikle buna dahildir.

Peygamberleri haksız yere öldürenler de, Ehl-i Kitab'tır. Onların ataları eski Peygamberleri (aleyhisselâm) ve onlara imân eden mü'minleri öldürdüler. Onları izleyen sonraki nesiller de, atalarının yaptıklarından razı oldular. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan Yahudiler de, ona suikast düzenlemek için etrafında dolaştılar fakat Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hayât sahası, Allah (celle celâlühü) tarafından korunduğu için buna muvaffak olamadılar. İşte bundan dolayı âyette geniş zaman kipi kullanılmıştır. (Yani onlar hâlâ o kötü niyetlerini koruyorlardı.)

"Yaktülûne / öldürürler" fiili bir kırâete göre "yukattilûne" şeklinde de okunmuştur. Buna göre, mânâ "çok katlettiler" olur.

"Biğayr-ı hakkın / haksız yere" denmesi, bu katillerin kendilerine göre dahi haksız olduğunu vurgulamak içindir.

"Ve yaktülûne'llezîne ye'mürûne bi'l-kıstıi mine'n-nâsi / insanlardan adaleti emredenleri de öldürenler" buyrulmak suretiyle öldürmek fiilinin tekrar edilmesi, ya iki öldürmenin birbirinden farklı olduğunu, ya da ayrı ayrı zamanlarda vukuu bulduğunu bildirmek içindir.

Ebû Ubeyde Âmir b. el-Cerrah (radıyallahü anh) (öl: 639) şunları rivâyet ediyor:

"- Ya Resûlallah! Kıyamet gününde insanlardan hangileri, en şiddetli azaba uğrayacak ?" diye sordum.

"- Bir peygamberi yahut emr-ı bi'l mâruf ve nehy-ı ani'l münker (Allah'ın emirlerinı emir, yasaklarından nehyetme) hizmetini görenleri öldürenler ." buyurdu, sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu ve şöyle devam etti:

"- Ya Ebâ Ubeyde! İsrâiloğulları, bir gün öğleden önce bir saat içinde kırk üç peygamber öldürdüler. Bunun üzerine İsrâiloğullarından yüz on iki âbid (kendini tamamen ibâdete vermiş olan), o peygamberlerin katillerine emr-ı bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker kabilinden öğütler verdiler; isrâiloğulları, aynı gün öğleden sonra onları da öldürdüler."

22

"İşte onların dünya ve âhiret bütün amelleri boşa gitmiştir . Ve onların hiçbir yardımcıları yoktur ."

En çirkin şifadan taşıyanlar ve en kötü sona uğrayanlar, o kimselerdir ki, dünyada yaptıkları hayır ve hasenat boşa gitmiştir. Ancak onlara dünyada lâiıet ve hüsran, âhirette de acı bir azab kalmıştır. İki cihanda da onları Allah'ın (celle celâlühü) azabından koruyacak hiçbir yardımcıları da yoktur.

" Ve onların hiçbir yardımcıları yoktur" buyrulmak suretiyle çoğul kipinin kukanılması, bunun karşısında yer alan mü'minlerin yardımcıları olduğundandır. " Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur" (Bakara 2/270) âyeti de bu kabildendir.

23

"(Resûlüm), kendilerine Kitabtan bir nasib verilenleri görmez misin ? Aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabina çağrılıyorlar da sonra onlardan bir kısmı inatla yüz çeviriyorlar ."

Bu âyetin muhatabı, öncelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), sonra da Ehl-i Kitabin hâlini ve kötü işlerini gören herkestir. Dikkatleri Ehl-i Kitabin çirkin hâllerine çeken bu âyet aynı zamanda onların İslâm'ın yegâne hak din olduğuna dâir kendilerine bilgi geldikten sonra uyuşmazlığa düştüklerinin bir açıklamasıdır.

Burada "Kitab"tan maksad Tevrat'tır. Bu "Kitab" kelimesinden bütün ilâhî kitabları çıkarmak, mesafeyi uzatmak olur. Çünkü o takdirde matlûb mânâyı bulmak için, Tevrat'ın da o kitablara dahil olduğunu kabul etmek gerekir. Zira bu âyette takbih edilen ve taaccübe karşılanan, onların çağırıldıkları Kitabin, hakem kabul edilmesinden yüz çevirmeleridir. Onlar da yalnız Tevrat'a çağırılmışlardı.

"Ellezîne ütü mine'l-kitâbi / Kitabtan kendilerine verilmiş nasıîb" den maksad, Tevrat'ta beyân edilmiş olan ilimler, hükümler, ezcümle onların Tevrat'tan öğrendikleri Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfatları ve İslâm dininin hak olmasıdır. Bunlara "nasıîb" denmesi, bu bilgilerin özellikle Yahudilere hâs olduğunu, onları gözetip gereğini yerine getirmek zorunda bulunduklarını bildirmek içindir.

"Nasıîb" kelimesinin nekire (harf-i tarifsiz, belirsiz) olarak zikredilmesi (bir nasip, denmesi), o nasibi tazim içindir. Bunun aksi, yani tahkir mânâsı ise, bu makama uygun değildir. Çünkü bu makam, onların hâllerinin son derece takbih edildiği bir makamdır. (Bu itibârla onlara büyük bir nasıp verildiği hâlde bundan faydalanmadıkları mânâsı daha uygun düşmektedir.)

Zamir ile ifâdesi mümkün iken ism-i celâlin (Allah adının) zikri ve Kitabın ona izafesi "Kitabi'llâh / Allah'ın Kitabı", denmesi, onların icabetinin zaruretini beyân, bu Kitaba başvurmalarının vücûbunu tekid ve ism-i celâle izafetle o Kitabi teşrif içindir.

Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi hakkında üç ayrı görüş vardır:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Yahudilerin havrasına gidip onları İslâm'a çağırdı. Orada bulunan Naîm b. Amr ile Haris b. Zeyd isimli Yahudiler sordular:

"- Sen hangi dindensin?"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ben, İbrâhim milletindenim (dinindenim)." O ikisi:

"- İbrâhim Yahudî idi" dediler. O zaman Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Benimle sizin aranızda Tevrat hakem olsun. Haydi Tevrat'a başvuralım!" dedi fakat onlar bundan imtina ettiler.

Bu âyet Yahudilerin recim (taşlama cezası) hakkında anlaşmazlığa düşmeleri üzerine nazil olmuştur.

"Kitabi'llâh / Allah'ın Kitabından murad Kur’ân'dır. Zira Yahudiler, Kur’ânin Allah'ın Kitabı olduğunu biliyorlardı ve bunda şüpheleri dahi yoktu.

"Li yahküme / hükmetmek için" fiili, bir kırâete göre "li yuhkeme/ hükmedilmek için" şeklinde mechûl kipi ile de okunmuştur. O takdirde bu ihtilaf, Yahudiler arasında meydana gelmiş demektir. Nitekim Abdullah b. Selâm gibi bazı Yahudi âlimleri Müslüman olmuşlar ve diğerleri de onlara düşman kesilmişlerdir.

"Sümme yetevellâ ferîkun minhüm — sonra onlardan bir kısmı inada yüz çeviriyorlar" ifâdesi;

ya o Yahudilerin, Tevrat'a başvurmanın zaruretini bildikleri hâlde bundan yüz çevirmelerinin davranış biçimi olarak garabetini sergilemek;

ya da Yahudi kavminin bâülda inat ve İsrarla durduğunu belirtmek içindir.

Bu takdirde bu cümle makablinden bağımsız (itirazı) olur.

24

"İşte bu, onların şüphesiz:

"- Ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır; demelerindendir.

Uydura geldikleri şeyler dinleri hakkında kendilerini aldatmıştır."

A- "İşte bu, onların şüphesiz:

"- Ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır; demelerindendir ."

Onların haktan yüz çevirmelerinin sebebi:

"İşlediğimiz günahlar ve hatâlar yüzünden sayılı günlerden, yani vaktiyle buzağıya taptığımız günlerden başka, ateş bize dokunmayacaktır." demiş olmalarıdır. İşte bu yanlış inanç, onların zihnine tamamen yerleşmiş ve böylece onlar, âhiretin çetin hâllerini kendileri için kolaylaştırmışlardır.

B- "Uydura geldikleri şeyler dinleri hakkında kendilerini aldatmıştır ."

Yahudilerin bu ve buna benzer sözleri meselâ:

"- Bizim peygamber olan atalarımız bize şefaat edeceklerdir." veya,

"- Allah (celle celâlühü), Yakub evlâdından, yeminini bozanlar dışında kimseye azab etmeyeceğini va'detmiştir" demeleri, dinleri hakkında kendilerini aldatmıştır. İşte o Yahudiler bundan dolayı o çirkin fiilleri işlemişlerdir.

25

"Vukuu şüphe götürmeyen o günde onları topladığımız ve herkese kazandığının tamamen kendisine ödendiği ve kimseye haksızlık yapılmadığı zaman hâlleri ne olacak ?"

Bu âyet-i kerîme, Yahudilerin uğrayacakları azabın şiddetini, onları kuşatacak kıyametin korkunç hâllerini imâ ederek iddialarını red ve iptal eder ve o mukadder soruyu yöneltir:

"- Vukuunda asla şüphe bulunmayan o kıyamet gününde kendilerini topladığımızda, iddialarının aksine, herkesin dünyada yaptıklarının karşılığı, fazla azab veya eksik sevab gibi bir haksızlığa uğratılmadan, eksiksiz olarak ödendiği, hiç kimseye müsamaha gösterilmediği zaman hâlleri ne olacak?"

Rivâyete göre, kıyamet günü bütün küfür bayrakları içinde ilk önce Yahudilerin bayrağı dikilecek; sonra Allah (celle celâlühü), bütün şâhidlerin huzurunda onları rezil-rüsvay edecek; sonra da cehennem ateşine atılmalarını emir buyuracak.

Kıyamet günü herkese ödenecek olan, dünyada yaptıklarının karşılığıdır. Âyette,

"Ve vüffiyet küllü nefsin ma kesebet / Herkesin kazandığının tamamen kendisine ödendiği" buyrulması, bu iki şey arasında tam bir ilişki ve mülâzemet (birbirini gerektirme) bulunduğunu ve bundan dolayı da bu iki şeyin bir şey gibi sayıldığını bildirmek içindir.

Bu âyet-i kerîmeden şu hükümler çıkarılabilir:

1- Hiçbir ibâdet boşa gitmez;

2- Mü'minler ebedî olarak cehennemde kalmaz;

3- Mü'minlerin imânlarının ve amellerinin karşılığı cehenneme girmeden önce verilmeyeceği gibi, onlar cehennemde iken de verilmez;

4- Günahkâr mü'minler cehennemden kurtulduktan sonra imânlarının ve amellerinin karşılığı kendilerine tamamen verilir.

26

"(Resûlüm) de ki:

"- Ey mülkün sahibi Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çeker alırsin. Dilediğini azîz ve eklediğini zelîl edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kaadirsin."

A- "(Resûlüm) de ki:

"- Ey mülkün sahibi Allah'ım !"

Ey Resûlüm Muhammed! De ki:

"- Mudak mânâda (ale'l-ıtlak) bütün mülkün gerçek sahibi olan., mülkünde ortağı ve manii olmaksızın dilediği gibi tasarruf, icad, imha, ihya, imate ve ta'zib eden ve mükâfatlandıran Allah'ım!"

B- "Mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çeker alırsın ."

Âyetin bu bölümü, mülkiyetin gerektirdiği mutlak tasarrufun bazı çeşitlerini beyân etmekte, hakikati hâlde mülk sahibinin Allah (celle celâlühü), diğerlerinin mecaz olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim âyette, gerçek mânâda mâlikiyetin sübûtunu ifâde eden "temlik" fiili değil, vermek anlamına "itâ" fiili kullanılmıştır. Bu itibârla âyetteki birinci mülk (mülkün gerçek sahibi), hakikî ve umûmidir ve memlûkiyeti de gerçektir; diğer ikinci mülk ise mecazîdir, özeldir ve bu mülklerin, sahiplerine nısbeti de mecazîdir.

Bir kavle göre de birinci mülk, umûmidir; diğer iki mülk ise, onun parçalarıdır.

Son bir kavle göre de, mülkten murad peygamberliktir ve mülkün alınması da, peygamberliğin bir kavimden diğer kavimlere intikal ettirilmesidir.

C- "Dilediğini azîz ve dilediğini zelil edersin ."

"- Sen ey Yüce Rabbim! Kimi dilersen, hiçbir engel ve müdafâa ile karşılaşmadan onu hem dünyada, hem âhirette veya her ikisinde azîz edersin; kimi de dilersen yine hem dünyada, hem âhirette veya her ikisinde zelîl edersin."

Ç- "Hayır Senin elindedir ."

Hayır, Senden başkasının kudretiyle değil ancak Senin kudretinle hâsıl olur. Sen iradenin tecellisine uygun olarak dilediğin gibi hayrı tutar ve dilediğin gibi dağıtırsın.

Burada yalnız hayrın zikredilmesinin bazı sebebleri vardır. Şöyle ki:

İlâhî hükme konu olan yalnız hayırdır. Şer o sebeble zikredilmemiştir.

Şerrin hükmü ârizidir, zira cüz'î bir şerrin içinde mutlaka külli bir hayır vardır.

Şerrin hâsıl olmasında kısmen sahibinin de dahli vardır. Çünkü şer, sahibinin amellerinin karşılığıdır. Hayır ise, sadece ilâhî lütuftur.

Âyette şerrin zikredilmemesi, insanların edebi gözetip şerri Allah'a isnad etmemeleri içindir.

Burada sözkonusu olan sadece hayırdır. Nitekim rivâyet olunuyor ki,

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ahzâb (Hendek) savasında Medinelilerden her on kişiye kırk arsın hendek kazma işi verdi ve onlar da kazmaya başladılar. Derken hendekte kocaman bir kaya çıktı; külünkler, kazmalar, balyozlarla onu parçalamak mümkün olmadı. Sonra Selman el- Farisî (radıyallahü anh) vâsitasıyle haber gönderildi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi; Selmanin elinden külüngü alıp kayaya bir darbe vurunca, kaya parçalandı ve çıkan kıvılcım, karanlık bir evdeki lamba gibi hendeğin iki tarafını aydınlattı. O anda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tekbir getirdi -Müslümanlar da onunla beraber tekbir getirdiler- Sonra:

"- Bana bu ışıktan Hîre sarayları göründü" dedi.

İkinci defa vurdu;

"- Bana Rum toprağındaki kızıl saraylar göründü" dedi. Üçüncü defa vurduğunda da;

"- Bana San'a sarayları göründü. Cebrâîl de ümmetimin bu yerlerin hepsini fethedeceğini bana haber verdi. Haydi, size müjdeler olsun!" buyurdu.

Bunu duyan münafıklar da Müslümanlara:

"- Siz buna taaccüb etmiyor musunuz? Peygamber, size umut veriyor: sizi boş va'ellerle oyalıyor; Yesrib (Medine)den Hîre saraylarını, Kisra şehirlerini gördüğünü ve o yerlerin sizin tarafınızdan fethedileceğini haber veriyor. Oysa sız açıkta meydan savaşı veremediğiniz için korkunuzdan hendek kazıyorsunuz."

İşte o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu.

D- "Şüphesiz Sen her şeye kaadirsin ."

Bu cümle, bundan önce zikredilenlerin sebebini, illetini beyân ve onların gerçek olduklarını ifâde eder.

27

"Geceyi gündüze ika edersin (sokarsın) ; gündüzü de geceye ilca edersin . Diriden ölü çıkarırsın ; ölüden de diri çıkarırsın . Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın ."

Geceyi gündüze; gündüzü de geceye ta'kib ettirirsin. Uzatmak ve kısaltmak suretiyle geceyi gündüze, gündüzü de geceye katarsın. Diriden ölü, ölüden de diri; mü'minden kâfir, kâfirden de mü'min çıkarırsın. Kime dilersen ona meşakketsiz rızik verirsin.

Ebû Abbas Ahmed el- Makarrî'ye göre hesab kelimesi Kur’ân'da üç mânâda kullandır:

1- Yorgunluk, meşakkat mânâsında:

Âl-i İmran (3) sûresinin 27. âyeti:

"Dilediğini hesabsız (yormadan, meşakketsiz) rızıklandırırsın."

2- Aded mânâsında:

Zümer (39) sûresinin 10. âyeti:

" Yalnız sabredenlere mükâfatları hesabsız (saymadan) ödenecektir."

3- Taleb mânâsında:

Sâd (38) sûresinin 39. âyeti:

" İşte bu Bizim insanımızdır. İster ver, ister elinde tut; hesapsızdır (dedik)."

Bu âyet-i kerîmenin delâlet ettiği bir gerçek vardır. Şöyle ki:

Akıllara hayranlık veren tasarruflara muktedir bir güç için, acemi (Arap olmayanları) zelîl ederek, mülkü (hükümdarlığı) onlardan alıp Araplara vermesi ve bu suretle onları azîz kılması kolayların da kolayıdır.

Ali (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

1- Fâtihatül- Kitab (1) sûresi,

2- Âyetül Kürsî (Bakara 2/255),

3- Âl-i İmrân (3) sûresinin iki âyeti, yani :

" Allah hak ve adaletle (kaimen bi'l-kıst) şahadet eder ki gerçekten kendisinden başka ilâh yoktur." Cümlesinden;

" Şüphe yok ki Allah katında yegâne hak din İslâm'dır." (Âl-i İmrân 3 /18, 19) cümlesine kadar ve

" Ey mülkün sahibi Allah'ım!" cümlesinden;

" Dilediğini hesabsız rızıklandırırsın." (Âl-i İmrân 3/26, 27) cümlesine kadar, muallakattır ; Allah (celle celâlühü) ile bunlar arasında perde yoktur."

Bu âyetler nazil olurken:

"- Ya Rabbi! Sen bizi yeryüzüne, Sana isyan edenlere indiriyorsun?" demişler.

Cenab-ı Allah da buna cevaben şöyle buyurmuş:

"- Ben yemin ettim; her namazdan sonra sizi okuyan (ve sırrınıza mazhar olan) kimsenin günahları ne olursa olsun Ben onun mekânını mutlaka cennet yaparım; onu (cennetin âlâ yeri) Hazîretüi- Kuds'e yerleştiririm; ona günde yetmiş kere kudret gözlerimle nazar ederim; onun yetmiş ihtiyacını karşılarım. Bunların en küçüğü onun mağfiretidir. Ve onu her düşmandan ve kıskançtan korurum; onlara karşı ona yardım ederim."

Bazı kitablarda da yazılı olduğu üzere Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"- Ben Allah, hükümdarlar hükümdarıyım (Ena'llahü mekkü'l-mülûk). Hükümdarların kalbleri (kulübül-mülûki), alınları (ve nevasıihim) Benim kudret elimdedir (biyedî). Benim kullarım bana itaat ederlerse, o hükümdarları kullarıma rahmet kılarım; yok eğer kullarım bana isyan ederlerse, o hükümdarları onların basına azab yaparım. O hâlde siz hükümdarlara hakaret (sebb-i mülûk) ile meşgul olmayın; siz bana tevbe edin (tûbû ileyye); Ben de onları size karşı merhametli kılayım."

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Kema tekûnû yüvelle aieyküm / Siz nasıl olursanız, başınızda öyle yöneticiler olur." hadisinin mânâsı da budur.

28

"Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin.

Kim bunu yaparsa Allah ile bağı kesilmiş olur. Ancak onlardan korunmak için yapmış olmanız müstesna. Allah, kendisinden sakınmanız için sizi uyarır. Gidiş Allah'adır."

A- "Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin ."

Müslümanlar, bu suretle;

akrabalık,

câhiliye devrinden gelen bir dostluğun devamı,

- yeni başlayan bir samimiyet ve muaşeret sebebiyle yalnız kâfirleri veya mü'minlerle beraber kâfirleri de dost edinmekten yasaklanmışlardır.

Nitekim Mumtehine (60) sûresinin 1. âyetinde:

"Ey imân edenler! Benim düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin."

Ve Mâide (5) sûresinin 51. âyetinde:

" Ey imân edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin" buyurulur.

Hulâsa,  mü'minlerin sevgisi de, buğzu da ancak Allah için olmakdır ya da bu âyetle yasaklanan, mü'minlerin savaşta ve din işlerinde kâfirlerden yardım istemeleridir.

Bu âyet-ı kerîme işaret eder ki, mü'minlerin dostluğu, kâfirlerin dostluğuna ihtiyaç bırakmaz.

B- "Kim bunu yaparsa Allah ile bağı kesilmiş olur ."

Kim, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinirse, artık onun Allah (celle celâlühü) ile olan dostluğuna dostluk denmez. Çünkü iki düşmanı dost edinmek pek mümkün değildir.

"Kim kâfirleri dost edinirse" yerine "Kim bunu yaparsa" denmesi, ya ihtisar (kısaltma) içindir, ya da kâfirleri dost edinmenin sözünün bile çirkin olduğu, zannını vermek içindir.

C- "Ancak onlardan korunmak, için yapmış olmanız müstesna ."

Böylece her hâl ü kârda, ne zahirde, ne bâtında (gizliden) kâfirleri dost edinmekten, nehyolunan Müslümanlar ancak bir hâlde; onlardan gelecek ciddî bir tehlike endişesi olduğu zaman, kalblerinde yine o adaveti saklamakla beraber mâni zail oluncaya, ortadan kalkıncaya kadar onlara zahiren dostluk gösterebilirler. Nitekim Isâ (aleyhisselâm) der ki:

"Kün ve satan vemşi câniben / Vasat (ılımlı) ol ve kenardan yürü!"

Ç- "Allah, kendisinden sakınmanız için sizi uyarır ."

Allah (celle celâlühü), zâtına karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Zira mütekaddimme, önceki İslâm ulemâsına göre, diğer varlıklarla benzerlik olmaksızın Allah'ın (celle celâlühü) zâtı hakkında nefs kelimesinin kullanılması tartışmasız caizdir. Müteahhırînden, sonraki İslâm ulemâsından bazı tahkik ehline göreyse, diğer varlıklarla benzerlik olmasa bile nefs kelimesinin Allah'ın (celle celâlühü) zâtı hakkında kullanılması caiz değildir. Onlara göre âyetteki nefsten murad, Allah'ın zâtı olmayıp O'nun azabıdır.

Bu âyette, kâfirler için apaçık büyük bir tehdit vardır.

Âyette, nefs kelimesinin zikredilmesi, sakındırılan şeyin, doğruda doğruya Allah'tan sâdır olan pek korkunç özel bir azab olduğunu belirtir.

D- "Gidiş Allah'adır ."

Bu cümle, makablinin mefhûmu için bir zeyl olup kıyamet ve hâdiselerinin kesin olarak vukuunu açıklar.

29

"(Resûlüm) de ki:

"- Sadrınızda olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah, onu bilir.

O, gökte olanları da yerde olanları da hepsini bilir. Ve Allah, her şeye kaadirdir."

A- "(Resûlüm) de kı (Kul):

"- Sadrınızda olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah, onu bilir."

İçinizde sır olarak sakladıklarınızı (İhfa ettiklerinizi) ve ezcümle kâfirlere karşı duyduğunuz dostluğu gizleseniz de, açığa vursanız (ibda' etseniz) da, Allah onu bilir. Bu itibârla huzuruna vardığınızda sizi ondan ötürü sorumlu tutacaktır.

Önce gizlemenin, sonra açığa vurmanın zikredilmesinin sırrı, daha önce Bakara 2/77 ile 284. âyetlerin tefsirinde geçti.

B- "O, gökte olanları da yerde olanları da, hepsini bilir ."

Bu ifâde, hâstan (özel olandan) sonra ânımı (geneli) tekıd ve açıklama olarak zikretmek kabilindendir.

C- "Ve Allah, her şeye kaadirdir ."

Şu hâlde eğer siz nehyolunduğunuz davranışlara son vermezseniz, Allah (celle celâlühü), sizi en ağır azab ile cezalandırmaya da kaadirdir.

Bu cümlede de ism-i celâlin (Allah'ın) zamir yerinde açık olarak zikredilmesi ilâhî heybeti artırmak ve durumun korkunç olduğunu ifâde etmek içindir. Bu cümle de makabli için bir zeyl olup,

" Bununla beraber Allah, kendisinden sakınmanız için sizi uyarır (Al-i İmran 3/28) cümlesine de bir izahtır. Yani o zât-ı akdes Allahü teâlâ, zâti ilim sıfatına sahip olmakla, diğer bütün zâtlardan ayrılır. Aynı zamanda zâti kudret sıfatına da sâhibtir. O'nun kudreti, her şeyi kapsar ve hiçbir şey O'nun hâkimiyeti dışına çıkamaz.

30

"O gün her nefis, iyilik ve kötülük olarak ne işlemiş ise onu hazırlanmış olarak bulur. Kötülük olarak işledikleriyle kendi arasında uzak bir zaman olmasını arzu eder. Allah, kendisinden sakınmanız için sızı uyarır. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir (Rauf)."

A- "O gün her nefis, iyilik ve kötülük olarak ne işlemiş ise onu hazırlanmış olarak bulur . Kötülük olarak işledikleriyle kendi arasında uzak bir zaman olmasını arzu eder ."

Allah'ın (celle celâlühü) emriyle herkes yaptıklarını yanında hazır bulacaktır. Burada herkesten maksad mükelleflerdir.

"Muhdaran / hazırlanmış olarak" ifâdesi, "hazır" mefhumundan daha çok durumun korkunçluğunu belirtir. "Muhdaran" kelimesinin, yalnız hayır için açıkça zikredilmesi, kötülük için geçmemesi, zımnen şunu bildirir:

"Asıl hazırlanması murad olan hayırdır. Şerrin hazırlanması ise, ancak teşrii hikmetin gereğidir."

Kıyamet günü herkes amel defterlerindeki hayır ve şerri, yahut onların karşılıklarını hazırlanmış görünce, o günün korkunçluğundan dolayı onunla kendisi arasında pek uzun bir zaman dilimi olmasını dileyecektir. Bu dileğin, ameli iyi veya kötü, bütün herkese isnad edilmesi, o günün korkunçluğunun apaçık göstergesidir.

Allah'ım! O günün dehşetinden Sana sığınırız!

B- "Allah, kendisinden sakınmanız için sizi uyarır . Allah, kullarına karsı çok şefkatlidir (Rauf) ."

"Ve yühazzirukü'llâhü nefseh / Allah kendisinden sakınmanız için sizi uyarır", daha önce 28. âyette geçen cümlenin tekrarıdır.

Allah'ın (celle celâlühü), kullarını kendisine karşı gelmekten sakındırması,

1- Kullarına karşı geniş şefkat ve merhametindendir.

2- Şefkat ve Merhametinin azabının gerçekleşmesine engel teşkil etmemesindendir.

3- Şefkat ve merhametinin azabı ile beraber gerçekleşmesindendir.

Nitekim, İnfitar (82) sûresinin 6. âyetinde:

"Ey insan! İhsanı bol Rabbine karsı seni aldatan nedir?" buyrulur. İsm-i celilin (Allah adının) tekrarı, ilâhî heybeti daha ziyâde tebarüz ettirmek içindir.

31

"(Resûlüm) de ki:

"- Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın (mağfiret etsin). Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dır."

A- "(Resûlüm) de kı (Kul):

"- Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabî olun kı Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın ."

Muhabbet, nefsin bir şeyde gördüğü kemâlden dolayı ona meyletmesi ve nefsi o kemâle yaklaştıran eylemlere sevketmesidir.

Kul;

Mutlak kemâlin ancak Allah'a ait olduğunu,

Kemâl olarak nefsinde ve başkasında gördüklerinin de Allah'tan geldiğini;

Allah'ın iradesiyle orada kaldığını,

Sonunda yine Allah'a döneceğini idrâk ederse onun mahabbeti de ancak Allah için ve Allah yolunda olur.

İşte kulun itaat iradesinin ve kendisini Allah'a yaklaştıracak hayırlara rağbetinin esası budur. Bundan dolayıdır ki, muhabbet, itaat iradesi olarak tefsir edilmiş ve kulun, ibâdetlerinde Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uyması, bütün işlerinde onu taklıd etmesi şeklinde anlaşılmıştır. Kısaca Peygamber lisanından yapılan tenbih şudur:

"- Bana uyun ki, Allah sizden razı olsun ve sizden sâdır olan taksiratı bağışlasın; kalblerinizdeki perdeleri açsın; sizi kendisine yaklaştırsın ve sizi kutsal civarında yerleştirsin."

B- "Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dır ."

Emirlerina uyarak Kendisine muhabbet edenler ve O'nun Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtına uygun yaşayarak Kendisine yaklaşma gayreti gösterenler için Allah (celle celâlühü), Ğafûr'dur, Rahîm'dir. Bu itibârla bu cümle, makablini açıklayan bir zeyl ve aynı zamanda rahmet va'didir. Bu cümlede ism-i celilin (Allah'ın) zamir yerinde açıktan zikredilmesi, ülûhiyet (Allah) vasfının mağfiret ve rahmeti gerektirdiğini zımnen bildirmek içindir.

Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü hakkında değişik rivâyetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Bu âyet-ı kerîme;

1- " Yahudiler ve Hıristiyanlar, biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dedikleri (Mâide 5/18) zaman nazil olmuştur;

Necran heyeti Biz, Isâ Mesih'e Allah'a (celle celâlühü) olan muhabbetimizden dolayı tapıyoruz." dedikleri zaman nazil olmuştur;

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan ve Allah'a (celle celâlühü) muhabbetleri olduğunu iddia eden bazı kavimler hakkında nazil olmuştur.

Bunun üzerine o kavimlere iddialarını doğrulayan davranışta bulunmaları emrolundu.

Dahhâkin İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre:

"Bir gün Peygamber Kureyşlilcri seyrediyordu. Onlar, Mescid-i Ha -ram'da, devekuşu yumurtalarını astıkları ve kulaklarına da salkım küpe taktıkları putlarına secde ediyorlardı. O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara seslenerek dedi ki:

"- Ey Kureyş topluluğu! Siz ibrâhim ve İsmail'in dinine gerçekten muhalefet ettiniz."

Kureyşliler de:

"Biz ancak, Allah'a (celle celâlühü) olan muhabbetimizden dolayı, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye bu putlara tapıyoruz!" cevabını verdiler.

İşte bunun üzerine Allah da Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem)

"- Onlara söyle; eğer Allah’ı (celle celâlühü) sevdiğiniz için ve sizi O'na yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorsanız, asıl siz benim şeriatıma ve sünnetime uyun ki, Allah da sizi sevsin. Zira ben O'nun size gönderdiği Resulü ve hüccetiyim." buyurdu.

32

"(Resûlüm) de ki:

"- Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah, kâfirleri sevmez."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"-Allah'a ve Resulüne itaat edin ."

Siz bütün emir ve nehiylerde Allah'a ve Resulüne itaat edin. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmak, uymak da bu itaat emrine öncelikle girer.

Âyette zamir yerine zahir ismin (Allah) tercih edilmesi ve gaybden muhatab ifâdesine geçilmesi, itaat cihetini tâyin ve onun illetini bildirmek içindir. Zira emrolunan itaat, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), şahsı itibariyle değil, Allah'ın Elçisi olması itibariyledir. Ve hiç şüphe yok ki, (âyette zikredilen) risâlet unvanı, itaatin muciblerinden ve sebeplerindendir.

B- "Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah, kâfirleri sevmez ."

Bu cümle, ya söylenmesi emrolunan sözlere dahildir, ya da önceki kelâmın sonucunu ifâde etmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından söylenmiştir.

Bu âyette daha önce geçtiği gibi " Eğer onlar teslim olurlarsa.." (Âl-i İmran 3/20) denmeyip yalnız " Eğer yüz çevirirlerse.." buyrulması, bunun muhtemel olmadığını açıklamak içindir.

Burada ilâhî muhabbetin nefyi, "Fe inna'Uâhe lâ yuhıibbü'l-kâfirîn /

şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" buyrulması, Allah'ın (celle celâlühü) onlara olan buğzundan kinayedir. Yani Allah onlardan razı olmaz ve onları hayırla vasıflandırmaz; demektir.

Burada kâfirlerin zamir ile değil, zahir isim olarak zikredilmesi, hükmü bütün kâfirlere tamim, etmek ve hükmün illetini de bildirmek içindir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) onlara buğz etmesi, onların küfürleri sebebiyledir. Ve bu ifâde ile, söz konusu itaatten yüz çevirmenin küfür ve ilâhî muhabbetin de mü'minlere hâs olduğu bildirilmektedir.

33

"Şüphesiz ki Allah, Âdem'i, Nuh'u, Âl-i İbrâhîm (İbrâhim soyu) ile Âl-i İmran'ı (İmrân soyunu) seçip âlemlere üstün kıldı ."

Daha önce, Allah katında yegâne hak dinin, İslâm ve tevhid olduğu, Ehl-i Kitab'ın yalnız ihtiras ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüğü, Allah'ın rahmet ve mağfiretinin ancak Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ittiba ve itaatle mümkün bulunduğu anlatıldıktan sonra şimdi Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) risâletinin gerçekliğine temas ve kendisinin de kadîm bir peygamber soyundan geldiği beyân ediliyor. Bu âyetlerde:

Önce bütün Peygamberlerin değerlerinin yüceliği vurgulanıyor;

Sonra, İsâ ile annesi (aleyhisselâm) hakkında Ehl-i Kitab'ın ifrat ve tefritleri ortaya konuyor ve bu konudaki gerçek açıklanmak üzere İsa ile annesinin başlangıçtaki hayâtları ve İsâ'nın insanları tevhid ve İslâm'a daveti zikrediliyor;

Bunun ardından Ehl-i Kitab'ın İbrâhim hakkındaki hüccetleri; onların, İbrâhim dinine mensup oldukları hakkındaki iddialarının doğru olmadığı beyân ve o dinin muhtevası, Yahudilerin ve Hıristiyanların yanlış inançlarından tenzih ediliyor;

Daha sonra da bütün Peygamberlerin (aleyhisselâm), insanları yalnız Allah'a ıbâdct ve itaate çağırdıkları, ne kendilerine, ne meleklere ne de Allah'tan başka şeylere tapmaya davet etmedikleri; onların ümmetlerinin de ellerinde bulunan kutsal kitabları tasdik eden Peygamberlerin getirdiklerine imân etmekle emrolunclukları açıklanıyor.

Hak Teâlâ bütün bunları, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun önündeki Tevrat ve incil'i tasdik eden Kur’ân'a imân ve ona itaat etmenin zorunlu olduğu hakikatini ortaya koymak için yapıyor. Nitekim tafsilatı gelecektir.

En başta Âdem (aleyhisselâm) zikrediliyor. Çünkü Âdem bütün insanların babası ve Peygamberlerin de ilkidir.

Nuh'un (aleyhisselâm) zikrinin sebebi de aynıdır. Çünkü Nuh (aleyhisselâm) da ikinci Âdem sayılır.

İbrâhîm soyunun zikredilmesi ise, onların Allah (celle celâlühü) tarafından seçilip üstün kılındıklarım kabul eden Ehl-i Kitab'ı Peygamber'e (aleyhisselâm) imâna teşvik ve onları, Peygamber'in (aleyhisselâm) de Allah (celle celâlühü) tarafından seçilip üstün kılındığı inancına yönlendirmek içindir. Çünkü Peygamber'in (aleyhisselâm) de o zümreden olması, buna yardımcı bir unsurdur. Ayrıca Peygamber'in, Allah (celle celâlühü) tarafından seçilip üstün kılınan bu hayırlı zümre içinde ve nübüvvet zincirinde önemli bir yeri olduğuna da dikkat çekilir.

Âl-i İmran'ın, Âl-i İbrâhîm'e dahil olduğu hâlde ayrıca zikredilmesi, İsa'nın (aleyhisselâm) durumuna duyulan ilgidendir. Çünkü İsâ (aleyhisselâm) hakkındaki ihtilaf çok derindir. İstifa (seçme, üstün kılma, tercih etme) vasfının yakın babaya nisbeti, bu vasfın âl'de (soyda) gerçekleştiğine açık bir delâlettir. "Âl" in Nûh ve Âdem'e (aleyhisselâm) değil de İbrâhîm'e (aleyhisselâm) izafe edilmesinin sebebi de budur. (Zira Âdem ve Nûh ailesinden hidâyete ermemiş olanlar da vardır.)

"istifa", lügatta tasfiye etmek, süzmek, saflaştırmak, bir şeyin saf olan kısmını almak gibi mânâlara gelir. Ama burada söz konusu olan seçmek, üstün kılmaktır.

Allah (celle celâlühü), Peygamberlere bahşettiği kudsî nefisleri, ona yaraşan ruhanî melekeleri ve cismanî kemâl mertebelerini "ıstıfâ" ile temsil buyurmuştur. Anılan bu üstün hasletler, "mustafânın / seçilen ve üstün kılınanın" nefsinde peygamberlik sonucunu doğuruyor. Meryem (radıyallahü anha) de ise, onunla çok ilgili olan ve kendisinden doğan insanda bu sonuç hâsıl oluyor.

Allah'ın (celle celâlühü) Âdem'i (aleyhisselâm) istifa etmesi,

- Onu kudret eliyle en güzel biçimde yaratması;

- Eşyanın isimlerini ona öğretmesi;

- Meleklere ona secde ettirmesi ve onu cennete yerleştirmesidir.

Allah'ın (celle celâlühü) Nuh'u istifa etmesi ise,

- Onu, serıatleri nesneden ilk peygamber kılması (ondan önce mahremlerin birbirleriyle evlenmesi haram değildi);

- Onun ömrünü uzatması;

- Yalnız onun zürriyetini dünyada bırakması;

- Kâfirler ile mü'minler hakkındaki duasını kabul buyurması;

- Su yüzünde taşıma imkânını ona bahsetmesidir.

"Âl-i İbrâhîm" den maksad, İsmail, İshaak (aleyhisselâm) ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dahil olmak üzere o soydan gelen bütün peygamberlerdir.

Allah'ın İbrâhîm'i ıstıfâ ettiği, onun âlini istifa etmesinden de anlaşılır. Bunun sarahatle belirtilmemesi, ona gerek olmadığı içindir. Çünkü İbrâhîm Allah'ın Halili olmak sıfatı ile meşhurdur. O, nebi ve resullerin imamıdır. Ve Âl-i İbrâhîm'in muştafâ kılınması da onun,

"- Ey Rabbimiz! Sen onlara, içlerinden Senin âyetlerini okuyacak, Kitab ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak (tezkiye edecek) bir Resul gönder." (Bakara 2/129) mealindeki duasının bereketiyle gerçekleşmiştir. İşte bundan dolayıdır kı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Ben, babam İbrâhîm'in duâsıyım" buyurmuştur.

Âl-i İmran'dan maksad kimlerdir? Bu hususta iki ayrı görüş vardır:

"Âl-i İmran"dan maksad, İsâ ile annesi Meryem'dir (aleyhisselâm). Meryem'in şeceresi şöyledir:

Meryem binti İmrân bin Mâsân bin Ebi Bûr bin Rabbi Bâbil bin Salyan bin Yûşyan bin Emun bin Menşa bin Hazkıya bin Ahz bin Yûsem bin Azyahû bin Yehûşafat bin Esâ bin Rahba'm, bin Süleyman bin Dâvud bin Bişa bin Avfîz bin Bûaz bin Selemûn bin Nahsûn bin Amyenûzeb bin Rem bin Hasrûn bin Bars bin Yehûzâ bin Yakuub.

"Âl-i İmran" dan maksad, Mûsa ile Harun'dur. Mûsa ile Harun'un şeceresi de şöyledir:

Mûsa ile Harun bin İmrân bin Yasher bin Kahes bin Lavey bin Yakuub (aleyhisselâm).

Adları geçen iki İmrân (Mûsa ile Harun'un babaları İmrân ile Meryem'in babası İmrân) arasında bin sekiz yüz (1800) sene zaman vardır.

Âl-i İmran'dan maksad eğer Mûsa ile Harun (aleyhisselâm) ise, İsa'nın mustafâ kılınması da Âl-i İbrâhîm'e dahil olmasındandır. Ancak ilk tefsir, daha zahirdir. Çünkü ondan sonra Meryem'in kıssası gelmektedir. Ve Mûsa ile Harun'un Âl-i İbrâhîm'e dahil edilmek suretiyle ıstıfâ edilmiş olmaları daha açık bir tevcihdir.

"el-Â'lemîn / âlemler" den maksad, her Peygamberin kendi zamanındaki insanlardır. Yani Allah (celle celâlühü) o Peygamberleri kendi devrindeki insanlardan seçip üstün kılmıştır.

34

"Onların hepsi birbirinin zürriyetindendir . Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, kemâliyle bilendir ."

Allah'ın seçip üstün kıldığı Âl-i İbrâhim (aleyhisselâm) Âl-i İmran, nesebte müteselsilen birbirinin devamıdır.

Bir görüşe göre ise, dinde birbirinin devamıdır.

Birinci mânâya göre anılan peygamberler arasındaki yakınlık ve ilgi, akrabalıktan; ikinci mânâya göre ise delil ve anlayıştandır.

Allah (celle celâlühü), kullarının bütün sözlerini hakkıyla işitir ve onların açık ve gizli bütün yaptıklarını bilir. Bu itibârla peygamberlik hizmeti için de kullarından, kavli ve fiilî bakımdan istikameti en mükemmel olanı seçer. Nitekim, En'am (6) sûresinin 124. âyetinde:

"Allah, risâletini (peygamberlik görevini) nereye vereceğini en iyi bilendir." buyrulur.

35

"Hani İmran'ın karısı şöyle demişti:

"- Rabbim! Ben karnımdakini her türlü kayıt ve dünya meşgalelerinden uzak (muharrer, azad edilmiş, hür) olarak (Senin hizmetine) adadım (nezrettim). Bu adağımı benden kabul et. Şüphesiz Sen her şeyi hakkıyla işiten (e's-Semî'), kemâliyle bilen (el-A'lîm)sin."

A- "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti ."

"Hani, bir zamanlar, hatırla o zamanı ki.." anlamlarına gelen "İz" zarfı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

"İz", mukadder (gizli) bir fiilin tümlecidir. Bu cümle istinaf olarak, Âl-i İmran'ın nasıl seçilip üstün kılındığını açıklar. Yani bu,

"- Resûlüm, o vakti onlara hatırlat ki, İmran'ın karısı şöyle demişti..." anlamındadır.

Bu ve benzerlerinde, maksûd olan, o vakitlerde vukuu bulmuş hâdiseleri hatırlatmaktır. Hatırlatma fiilinin vakitlere tevcih edilmesinin sebebi daha önce açıklanmış olduğundan tekrar etmiyeceğiz.

"İz", makablinin zarfıdır. Yani Allah İmran'ın karısının hikâye edilen sözlerini gayet iyi işiten ve onun niyetini gayet iyi bilendir.

"İz", bir zaman zarfı, daha önce zikredilen istifanın zarfıdır. Yani Allah İmran'ın karısı, bunları söylediği zaman, Âl-i İmran'i seçip üstün kıldı; demektir.

İmrân'ın karısının adı Hanne binti Fakuzâ'dır. Hanne, İsa'nın (aleyhisselâm) anne annesidir.

Mûsa ile Harun'un (aleyhisselâm) babası olan İmrân bin Yasherin de Meryem adında bir kızı vardı. Bu Meryem, Mûsa ile Harun'un (aleyhisselâm) ablasıdır. İşte bu benzerlikten dolayı bazıları bu âyetteki imrân in karısından murad, Mûsa ile Harun'un babası olan İmran'ın karısı sanmışlardır. Oysa murad olan o değildir. Çünkü Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) kefaleti (himayesi) meselesi, bunun, İmrân bin Masan in karısı olduğunu kesin olarak kanıtlamaktadır. Zira Zekerıyya İmrân bin Mâsan in muasırı idi ve anılan Hanne'nin kızkardeşi ve aynı zamanda Yahya'nın (aleyhisselâm) da annesi olan İşâ adındaki hanımla evlenmişti. (Yani Hazret-i Yahya'nın babası olan Hazret-i Zekeriyya, âyette zikredilen İmrân in bacanağı idi.)

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Yahya ve İsâ (aleyhisselâm) hakkında, "İkisi, teyze çocuklarıdır" hadisinin izahı ise şöyledir:

Halk arasında çoğu kez, kızkardeşin kızına da kız kardeş denir. İşte bu itibârla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikisini teyze çocukları saymıştır.

Bir görüşe göre de, Zekeriyya'nın karısı İşâ, anılan Hanne'nin ana bir kızkardeşi idi ve Meryem'in de baba bir kızkardeşı idi. Buna göre, anılan imrân, önce Hanne'nin annesi ile evlenmiş ve Hanne'den İşâ doğmuş, sonra da Hanne ile evlenmişti. Buna göre şeriatinde bir insanın, kendi üvey kızı ile evlenmesi meşru idi. İşte Hanne ile olan evliliğinden de Meryem doğmuştur. Böylece İşâ, Meryem'in baba bir kızkardeşi olur ve anne tarafından ise onun teyzesi olur. Çünkü İşâ, anne bir Hanne'nin kızkardeşdir.

Rivâyet olunuyor ki, Hanne, yaşlanmış kısır bir kadın idi. Bir gün bir ağacın gölgesine otururken bir kuşun, yavrusuna bir şeyler yedirdiğini gördü. O anda içinde bir çocuk hasreti duydu ve şöyle duâ etti:

"- Allah’ım! Senin için benim bir adağım var. Bana bir çocuk verirsen, onu Beyt’ül Makdis’e bağışlayacağım; onun hademelerinden olacak."

Ve o zaman bu adak, yalnız oğlan çocuklar için meşru idi. Sonra Hanne hamile iken İmran vefat ett.

B- "Rabb’im ben karnımdakini her türlü kayıt ve dünya meşgalelerinden uzak olarak (Senin hizmetine) adadım."

Bu duâda "Rabbî / Rabbim" denmek sûretiyle rubûbiyet vasfı kullanılmıştır. Bu vasıf merbûbe (Rabbi olduğu varlıklara) bol ihsan mânâsı ifade eder. İşte bu kelimenin kullanılması ve adakta bulunan Hanne’nin zamirine izafe edilmesi (Rabbim, denmesi), icâbet zincirini harekete geçirmek içindir.

Bundan dolayıdır duâ âdabı konusunda şu tavsiye edilmiştir:

"Duâ eden, duâsının kabulünü istiyorsa; icâbete münasib düşen Allah’ın (celle celâlühü) isim ve sıfatları ile duâ etsin."

"Ma", Hanne’nin karnındaki cenini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Oysa bu harf, insanlar dışında, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılır. Böyle iken bu harfin insan cenini için kullanılması, o aşamada henüz mübhem ve akıl sâhibi derecesine erişmemiş olmasından dolayıdır.

Onun söylemek istediği şudur:

"- Ey Rabbim! Ben gerçekten karnımdaki çocuğu, yalnız Beyt’ül Makdis’in hizmetini görmek yahût sırf ibâdetle meşgul olmak üzere Sana adadım."

Burada kastedilen mânâ, Allah’a yakınlaşma için Hanne’nin, adağını tahrir (âzad) kaydına bağlamasıdır.

C- "Bu adağımı benden kabul et."

Aslında bu niyaz, çocuk istemektir. Çünkü makbul (kabul konusu şey), tahakkuk etmeden kabul tasavvur olunamaz. Hattâ bu niyaz, oğlan çocuk istemektir. Çünkü o zamana kadar kız çocuk bu hizmete kabul edilmiyordu.

Ç- "Şüphesiz Sen her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilensin."

"- Bütün seslenişleri, benim yakarışımı ve duamı hakkıyla işiten ve bütün her şeyi, benim kalbimde olanları hakkıyla bilen ancak Sensin."

Bu cümle, kabul niyazının illet ve sebebidir. Ancak bu, Allah'ın (celle celâlühü), Hanne'nin duasını işitmesi ve kalbindekini bilmesi hasebiyle kısmen kabulü doğruladığı için değil, fakat Allah'ın (celle celâlühü) onun niyetindeki ihlâs ve samimiyeti bildiği, bu kabulü lütuf ve ihsan gerektirdiği içindir.

Bu cümlenin tekid ile ifâdesi, "inne / şüphesiz" denmesi, kesin inancın kuvvetini belirtmek içindir.

Burada işitme ve bilme sıfatlarının Allah'a (celle celâlühü) tahsisi, duanın yalnız Allah'a hâs kılındığını ve başkasından umudun tamamen kesildiğini beyâna yöneliktir. Bu ise, yalvarış ve yakarıştaki mübalağayı belirtir.

36

"Vaktaki onu doğurdu,

"- Rabbim, kız doğurdum!" (Allah onun ne doğurduğunu elbette biliyordu.) Erkek kız gibi değildir. Ve ben ona Meryem (ibâdet eden) adını verdim. Gerçekten ben onu ve onun zürriyetini o kovulmuş (recmedılmis, taşlanmış, lanetlenmiş, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış) şeytanın şerrinden Sana ısmarlarım." dedi.

A- "Vaktaki onu doğurdu :

"- Rabbim, kız doğurdum!"

(Allah, onun ne doğurduğunu elbette biliyordu — Vallahü ca'lcmü bima vedaa't) dedi."

Hanne'nin bu sözleri, umduğuna kavuşamamaktan doğan üzüntünün bir ifadesidir. Çünkü kendisi, oğlan doğurmayı umuyordu. Bundan dolayı onu, bütün işlerden azade olarak Beytü'l-Makdis'in hizmeti için adamıştı. Hanne'nin bunu tekid ile "innî / şüphesiz ben" diyerek dile getirmesi, hamlinin oğlan olacağına olan yanlış inancını reddetmek içindir.

Elbette Allah, onun erkek mi, kız mı doğurduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Fakat böylece Hanne'nin doğurduğu çocuğun şanı yüceltilmiş ve annenin de çocuğun değerini gereği gibi bilmediği ifâde edilmiş oluyor. Başka bir deyişle Allah (celle celâlühü), Hanne'nin doğurduğu çocuğun kıymetini, o çocukla beraber gelişecek hâdiseleri ve onun dünyaya getireceği çocuğun da bütün âlemler için "âyeten lilâ'lemîn" (Enbiya 21/91) bir ibret olacağını herkesten iyi biliyordu. Fakat Hanne elbette olacaklardan habersizdi.

Bu cümle bir müteriza (birbiriyle alâkalı cümleler arasına girmiş bir ara) cümlesidir. Gaaıb kipi ile vârid olan "vedaa't / doğurdu" fiili çeşitli kıraatlere göre farklı şekillerde okunmuştur:

Tekellüm veya hitab kipi ile "veda'ti / doğurdun" seklinde.

Buna göre Allah (celle celâlühü) Hanne'ye şöyle hitab etmiş olur:

"- Ey Hanne! Sen, sana bağışlanan bu çocuğun büyük değerini, Allah'ın (celle celâlühü) bu çocuğa ihsan buyurduğu yüce şânı, yüksek kadri bilmiyorsun!"

Konuşan birinci şahıs (mütekellim) kipi ile "veda'tü / doğurdum"

şeklinde.

Bu takdirde "Vallahü ea'lemü bima vedaa't / Allah onun ne doğurduğunu elbette biliyordu" cümlesi "Vallahü ea'lemü bima veda'tü / Allah benim ne doğurduğumu elbette biliyordu" olur.

Bu kırâete göre, bu ifâde, Hanne'nin, Allah'tan (celle celâlühü) özür dilemesi anlamına gelir. Zira o, adağı olan Beytü'l-Makdis hizmetine uygun olmayan bir çocuk doğurmuştur. Yahut da bu sözleri kendi nefsini teselli etmek için söylemiştir. Yani herhalde bunda bir sır ve hikmet vardır. Belki de bu kız çocuğu, oğlan çocuğundan daha hayırlıdır.

B- "Erkek kız gibi değildir ."

Bu cümle de, itiraz (ara) cümlesi olup birinci itiraz cümlesini beyân etmekte, doğan çocuğu yüceltmekte, onun mertebesinin pek yüksek olduğunu belirtmektedir. Daha açık bir deyişle söylenen şudur:

"- Sana bağışlanan bu kız, Beytü'l-Makdis hademelerinden biri olması için istediğin ve kemâlini hayal ettiğin erkek çocuk gibi değildir."

Ama Hanne bu kızdaki büyük fazileti kavravacak bilgi ve idrâk düzeyinde değildir. Bu, tevcih ilk iki kırâete (vedaa't, veda'ti kıraetlerine) göredir.

Allah'tan özür dilemek anlamındaki son kıraetin (veda'tü) ilk tefsirine göre "faziletçe erkek çocuk bu kız gibi değil, fakat bu kızdan aşağıdır" demek olur.

Hanne'nin, Allah benim ne doğurduğumu herkesten iyi biliyor, sözleri ile kendi kendini teselli etmiş olması anlamındaki son kıraetin son tefsirine göre, bu cümle, geçen itizar (mazeret dileme) cümlesine bir tekiddir. Çünkü bu cümle, cismanî fazilette, meziyette, mâbedlerin hizmetine uygunlukta erkek çocuğun kız gibi olmadığını beyân eder. Nitekim kızlar bu hususlarda erkeklerden farklıdir.

C- "Ve ben ona Meryem adını verdim ."

Bu cümle, daha önce geçen ".. innî vada'tüha ünsa / ben onu kız doğurdum" cümlesine atıftır. Hanne'nin, kızının adını Allah'a (celle celâlühü) arzetmesi, onu Allah'a yaklaşma vesilesi yapması ve ona ismet dilemesi anlamındadır. Zira onların lügatinde Meryem kelimesi, âbide (ibâdetle meşgul kadın) mânâsında idi.

Kurtubî Muhammed b. Ahmed el-Endülüsî (öl: 1273) diyor ki:

"Meryem, Rabbin hadimi demektir."

Hanne'nin kızının adını Cenab-ı Allah'a arzetmesi, doğurduğu kız da olsa, yine niyetinden rucû etmediğini, Beytü'l-Makdis'in hizmetine uygun olmasa da, en azından Beytü'l-Makdis'te ibâdet edenlerden olması arzusunu açıklamak içindir.

Ç- "Gerçekten ben onu ve onun zürriyetinı o kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlarım ." dedi.

Bu cümlede "â'ze / sığınmak, koruma istemek, himaye dilemek"

fiilinin geniş zaman (muzarî) tek ellim kipi "üıîzü" nün kullanılması, bu mânânın sürekli olduğuna delâlet eder.

Racîm, tardolunmuş, kovulmuş, demektir. Racîmin mastarı olan recm, lügatte taşlamak anlamına gelir.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Her çocuk doğarken mutlaka şeytan ona dokunur; çocuk da şeytanın dokunmasından yüksek sesle ağlar. Yalnız Meryem ve onun oğlu İsa bundan müstesnadır."

Yani şeytan, her doğan çocuğu azdırmak ister ve çocuğun, kendisinden etkilenmesi umudunu besler; ancak Meryem ve onun oğlu müstesna. Zira Allah (celle celâlühü) bu duanın bereketiyle onları korumuştur.

37

"Rabbi de onun bu adağını güzel bir kabul (kabul-i hasen) ile kabul etti ve onu güzel bir bitki (nebat-i hasen) gibi yetiştirdi.

Onu, Zekeriyya'nın kefaletine (himayesine) verdi. Zekerıyya, mihrab (mabed) da her ne zaman onun yanına girse orada bir rızık bulur ve sorardı:

Meryem! Bu sana nereden geliyor?"

Meryem de:

"- O, Allah katındandır! Çünkü Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır" derdi.

A- "Rabbi de onun bu adağını güzel bir kabul (kabul-i hasen) ile kabul etti ve onu güzel bir bitki (nabat-ı hasen) gibi yetiştirdi ."

Rabbi, Meryem'i lâyık olduğu kemâle eriştirecek güzel bir kabul ile karşıladı ve ondan razı oldu. Bu ifâde, Meryem için apaçık bir şereflendirmedir.

Hulâsa,  Allah Meryem'e özel bir hüsnü kabul gösterdi. Oysa o zamana kadar bu hizmet için kız çocuk kabul edilmemişti ya da doğumdan hemen sonra, henüz çocuk gelişmeden ve hizmete elverişli hâle gelmeden annesinin onu Beytü'l-Makdis'e teslimi kabule şayan görüldü.

Rivâyetlere göre:

1- Hanne, Meryem'i doğurduktan sonra onu bezlere sarıp Beytü'l-Makdis'e götürdü ve Harun'un (aleyhisselâm) soyundan gelen danişmendlerin (hocaların) yanma bıraktı. Beytü'l-Makdis'in danismendleri, Kabe'nin hâcıblerı (kapıcıları) gibi idiler. Hanne, o danişmendlere:

"- Bu adak kızı alın!" dedi.

Danişmendler, onu almak için birbirleriyle âdeta yarıştılar. Zira Meryem, onların imamlarının ve reislerinin kızı idi. İmrân in mensub olduğu

Mâsanoğulları sülâlesi, İsrâiloğullarına reisler ve hükümdarlar veren bir soydu.

O danişmendler, Meryem'in ve oğlu İsa'nın (aleyhisselâm) vasıflarını ilâhi kitab larda görmüşlerdi.. O zaman Zekeriyya dedi kı:

"- Bu, hepinizden fazla benim hakkımdır; çünkü benim karım onun teyze sidir."

Fakat diğer danişmendler, kabul etmediler ve bunun için kur'a çekilmesini istediler. Bunlar yirmi yedi kişi idi. Sonunda bir nehrin kıyısına gittiler ve kur'a olarak kalemlerini suya attılar; Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) kalemi suyun yüzünde kaldı; diğerlerinin kalemleri, ise suya battı. O zaman Zekeriyya (aleyhisselâm), Meryem'in bakımını üstlendi, onu himayesine aldı.

"Fetekabbeleha Rabbuha / Rabbi de onu kabul etti.." ibâresindeki "takabbül", istikbal anlamındadır. Yani Meryem doğunca Allah onu, daha başta hüsnü kabul ile karşıladı; demektir.

Allahü teâlâ'nın, Meryem'i güzel bir bitki gibi yetiştirmesi, mecazî bir ifâde olup onu, bütün hâllerinde sâliha bir kadın olarak terbiye etmesi demektir.

B- "Onu, Zekeriyya'nın kefaletine (himayesine) verdi ."

Allah (celle celâlühü) Zekeriyya'yı (aleyhisselâm) da onun bütün ihtiyaçlarını karşılamak, işlerini görmek, kendisini korumak için kefili ve hâmisi kıldı. Ancak bu kefalet ve himaye, vahiy yoluyla değil, fakat zikredilen tafsilat ile oldu. Nitekim Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) Meryem'in kefaletine rağbet etmesi, kur'a sırasında kaleminin su yüzünde kalması, diğerlerinin kalemlerinin suya batması ve aralarında cereyan eden olayların hepsi, Allahü teâlâ'nın kudretinin eserleridir.

Zekeriyya kelimesi Zekeriyya (aleyhisselâm) şeklinde de okunur.

"Fetekabbeleha rabbuha bikabulin hasenin ve enbeteha nebaten hasenen" cümlesindeki fiiller "tekabbelha rabbeha ve enbetha ve keffelha" şeklinde emir kipi ile de okunmuştur. Bu takdirde bu cümle bir duâ üslubunda söylenmiş olur. Şöyle ki:

"- Ya Rabbi! Onu hüsnü kabul ile kabul buyur, onu güzel bir terbiye ile terbiye eyle (yetiştir), Zekeriyya'yi da onun hâmisi kıl!"

"Zekeriyya'yı da onun hâmisi kıl!" cümlesi, terbiye amacına yöneliktir.

Mihrabın delâlet ettiği mânâ bakımından değişik rivâyetler vardır:

1- Zekeriyya (aleyhisselâm), mescidde (mâbedde) Meryem için bir mihrab, yani merdivenle çıkılan yüksek bir oda yaptı.

2- Mihrab, meclislerin en şerefli yeri ve ön tarafı demektir . Bu mânâya göre Meryem., Beytü'l-Makdis'in en şerefli yerine yerleştirildi.

3- Onların mescid veya mabedlerine mihrab deniyordu

Söylendiğine göre Zekeriyya yalnız başına Meryem'in yanına giriyor ve onun yanından çıkınca üzerine yedi kapı kilitliyordu.

C- "Zekeriyya mihrab da her ne zaman onun yanına girse orada bir rızık bulur ve sorardı ."

Zekeriyya her ne zaman Meryem'in yanma girdi ise, onun yanında, mûtad olmayan bir çeşit yiyecek buluyordu. Zira o yiyecekler cennetten ona iniyordu. Ve Zekeriyya (aleyhisselâm), yazın onun yanında kış meyvelerini ve kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Ve Meryem, hiç süt emmedi.

Ç- "- Meryem! Bu sana nereden geliyor ?" derdi.

Bu cümle;

"- Zekeriyya (aleyhisselâm), bu ibret verici durumu görünce, ne dedi?" şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır. Yani, bunun daha açık anlamı şudur:

"- Ey Meryem! Kapılar senin üstüne kilitli iken, bu dünya yiyeceklerine benzemeyen yiyecekler sana nereden geliyor?"

Bu âyet-i kerîme, evliyânın kerametlerinin olabileceğine delildir. Evliyânın kerametlerini inkâr edenler ise, bunu, İsa'nın peygamberliği için irhâs (Peygamberlerden, nübüvvet öncesi sâdır olan harikulade olay) ve tesis olarak yorumlarlar. Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) bunu anlamakta güçlük çekmesi, bu fevkalâde olayı onun mucizesi olarak yorumlamaya mânidir.

Zekeriyya Meryem'e o küçük yaşına rağmen bu şekilde hitab etmiştir. Çünkü o gördüklerinden onun, Allah (celle celâlühü) tarafından ilim ve kudretle desteklendiğini anlamıştır.

D- "Meryem de:

"- O Allah katındandır ! Çünkü Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır." derdi ."

Bu cümle de istinaf cümlesidir. Yani,

"- Merveffi, suali anlamaya ve cevabını vermeye muktedir olmayan küçük bir kız iken ne yaptı?" gizli sualine böyle cevap verilmiştir. Yani Meryem, anlamı itibariyle şöyle demek istemiştir:

"- Bu rızık Allah katındandır. Onun için buna taaccüb etmeyin ve garipsemeyin. Çünkü şüphesiz Allah kimi dilerse onu hesapsızca, çokça, ya da hakkı olmadığı hâlde ilâhî lütuf olarak rızıklandırır."

"İnna'Uâhe yarzuku men yeşâü biğayri hıisâb / Çünkü Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır." cümlesi,

- ya Meryem'in kelâmının devamıdır,

- ya da doğrudan doğruya Allah tarafından söylenmiş bir istinaf cümlesidir.

Rivâyete göre kızı Fâtımatü'z-Zehrâ (radıyallahü anha), bir gün Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) iki ekmek ile bir parça et gönderdi. Peygamber onları kendisine geri götürdü ve ona:

"- Kızcağızım, şu gördüğüm büyük kabı getir bakayım!" dedi ve kabın üstünü açınca baktı ki, içi ekmek ve et dolu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Pekiyi, bu sana nereden geldi?" diye sordu. Fâtıma (radıyallahü anha) da:

"- Allah katından geldi. Şüphesiz Allah kimi dilerse onu hesapsız rızıklandırır." dedi.

Bunu üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Allah, hamd olsun ki seni, İsrâiloğullarının ulu kadını Meryem'e benzer kılmıştır."

Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali'yi, Hasen ile Hüseyin'i ve diğer Ehl-i Beytini topladı ve hepsi ondan yediler, doydular; fakat yemek, hâlâ olduğu gibi duruyordu. Fâtıma (radıyallahü anha) kalan yemeği de komşularına dağittı.

38

"Orada Zekeriyya Rabbine duâ etti:

"- Rabbim! Bana katından (ledünnünden) temiz bir zürriyet ver! Şüphesiz Sen duaları hakkıyla işiten (Semîu'd-Duâ) sin."

A- "Orada Zekeriyya Rabbine duâ etti : "

Bu araya Meryem kıssası ile ilgi ve münasebeti çok kuvvetli olan müstakil bir kıssa daha giriyor: Zekeriyya kıssası. Gerçekten bu kıssanın burada zikrinde, Meryem hikâyesinin anlatılmasındakı amaca uygunluk vardır. Bu aynı zamanda İmran hanedanının seçilip üstün kılınmasına munzam bir açıklık getirir. Çünkü bazı akrabaların faziletleri, diğer akrabaların faziletlerine de delildir.

Zekeriyya'yi duaya yönelten ortam ve sebebler şöyle özetlenebilir:

Zekeriyya'ya (aleyhisselâm) Meryem'in yanında oturduğu mekânda, ya da Meryem'in Allah (celle celâlühü) katındaki yüksek şerefini ve mertebesini gördüğü zaman, karısı İsa'dan, Hanne'nin çocuğu gibi Allah (celle celâlühü) katında necib ve şerefk bir çocuğu olmasını diledi. Vakıa, onun karısı yaşlanmış ve kısır idi ama Hanne de bu durumda idi. Ve buna rağmen çocuğu olmuştu.

Zekeriyya (aleyhisselâm), Meryem'in yanında mevsimi olmayan meyveler görünce, yaşlanmış ve kısır bir kadının, bir şeyh-i fâniden (çok kocamış bir erkekten) çocuk doğurabileceğini düşündü. Bundan dolayı da hiç zaman geçirmeden hemen o anda duaya yöneldi. Onu orada duaya yönelten sebeblerden biri de hiç şüphesiz çok yaşlanmış, vücudca zayıflamış olması ve kendisinden sonra mü'minlerin başına geçecek bir yakınının bulunmaması idi. Nitekim Meryem sûresinde tafsilatı gelecektir.

B- "Rabbim! Bana katından temiz bir zürriyet ver ! Şüphesiz Sen duaları hakkıyla işitensin dedi."

Bu cümleler, Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) yaptığı duâvı açıklar. O şöyle demek istiyordu:

"- Rabbim! Hanne'ye bağışladığın gibi, mûtad bir vâsıta olmaksızın, sırf kudretinle bana da temiz bir nesil bağışla! Çünkü şüphesiz sen, duayı hakkıyla işitensin, kabul edensin."

Bu cümle, makablinin illeti ve sebebi olup icabet silsilesini (zincirini) harekete geçirmek için duânm sonuna eklenmiştir.

39

"O (Zekeriyya), mihrabda namaza durmuştu ki melekler nida ettiler:

"- Allah seni, Allah'tan (gelen) bir kelimeyi doğrulayıcı, kavmi içinde efendi (seyyid), nefsine son derece hâkim (hasûr) ve sakillerden bir Nebi olarak Yahya ile müjdeler!"

A- "O (Zekeriyya), mihrabda namaza durmuştu ki melekler nida ettiler ."

"Melâike / melekler"den murad kimdir?

1- Zekeriyya'ya seslenen Cibril'dir (aleyhisselâm). Nitekim bir kırâete göre

"Fenadethü'l-melâiketü / melekler ona nida ettiler" cümlesi "Fenâdahu

Cibril / Cibril ona nida etti" şeklinde okunmuştur ki bu okunuş şekli söz konusu fikri teyid eder. Melekler şeklinde çoğul olarak zikredilmesi, bir atı ve bir elbisesi olan kimse hakkında, "filan adam atlara biniyor; elbiseler giyiyor" denmesi kabilindendir.

2- Ebü İshak İbrâhim el- Zeccac, bu âyetin tefsirinde,

"Bu nida Zekeriyya'ya melek cinsinden (bir varlıktan) geldi." der.

3- Cebrâîl meleklerin reisi olduğu için, tazim olarak cemaatin ismiyle ifâde edilmiştir.

4- Bir reisin cemaati olur, bu itibârla nida özellikle Cebrâîl’den (aleyhisselâm) sâdır olduğu hâlde hepsine isnad edilmiştir.

Burada da mihrab, mâbed veya Meryem'in odasıdır.

B- "- Allah seni, Allah'tan (gelen) bir kelimeyi doğrulayıcı, kavmi içinde efendi (seyyid), nefsine sonderece hâkim (hasûr) ve Sahillerden bir Nebî olarak Yahya ile müjdeler !"

Bu kelâm, sonuna kadar Allah'ın (celle celâlühü) ifâdesi ve O'na aittir. Tıpkı;

" De ki, ey kendi nefisleri aleyhine aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!" (Zümer 39/53)

âyeti gibi. Bunun böyle olduğu Zekeriyya'nın cevap verirken meleğin aracılığına değil de, bizzat Allah'a (celle celâlühü) müracaatından da anlaşılıyor.

Burada tebşirin (müjdelemenin), azamet ifâdesine (Biz) isnad edilmemesi (Allah müjdeler, yerine Biz müjdeleriz, denmemesi) -oysa aynı olay Meryem sûresinde anlatılırken "Biz müjdeleriz" ifâdesi kullanılmış- uluların âdetine uygun bir tarzdır. Nitekim hükümdarlar emir ve ferman ederken:

"- Mü'minlerin emiri şöyle ferman buyurur" derler.

Bir de, Meryem (19) sûresinde hikâye edilen nidanın, müjdelemenin ve ona bağlı olarak cereyan eden muhaverenin hepsi, ilk akla geldiği gibi bizzat Allah'tan değil, fakat melek vasıtasıyla hikâye yoluyla olmuştur. İşte böylece her iki sûre-i kerîmede de mânânın aynı olduğu anlaşılmış- olur.

Yahya ismi, Arapça kökenli olabilir de olmayabilir de. Bu konuda değişik görüşler vardır:

İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre:

"Yahya'ya bu ad verilmiştir. Çünkü Allah annesinin kısırlığını onunla ihya etmiştir."

Tabiînden Katâde'ye (radıyallahü anh) göre:

"Yahya'ya (aleyhisselâm) bu ad verilmiştir. Çünkü Allah (celle celâlühü), onun kalbini imân ile ihya etmiştir."

Kurtubî'ye (radıyallahü anh) göre:

"Yahya'nın (aleyhisselâm) adı Kitab'da Hayya idi."

Yahya'yı müjdelemekten maksat, onun doğumunu müjdelemektir. Çünkü müjdeleme, eşyanın kendisine taallûk etmez.

Allah'tan olan kelime, İsa'dır Ona "Bikelimetin mina'llâh /Allah'tan bir kelime" denmiştir. Çünkü Allah'tan gelen bir kelime ile var olmuştur.

Rivâyete göre, ilk önce İsa'ya (aleyhisselâm) imân eden ve onun Allah'ın kelimesi ve ruhu olduğunu tasdik eden Yahya'dır.

Tâbiî'nden İsmail Süddî'ye göre:

"Yahya'nın annesi, İsa'nın annesiyle karşılaşmış ve ona sormuş: "- Ya Meryem! Benim hâmile olduğumu biliyor musun?" Meryem:

"- Ben de hamileyim!" A'ahya'nın annesi:

"- Ben gerçekten senin karnındakini gördüm!" demiş.

İşte "Mûsaddikan bikelimetin mina'llâhi.. / Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edici..." âyetinin mânâsı budur.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Yahya, İsa'dan (aleyhisselâm) altı ay büyüktü."

Bir başka görüşe göre de, Yahya, İsa'dan (aleyhisselâm) üç yaş büyüktü.

Yahya İsa'nın göklere ref inden az bir müddet önce öldürüldü. Her halükârda Yahya'nın doğumu ile doğum müjdesi arasında uzun bir zaman olmalıdır. Çünkü Meryem, doğum yaptığında on veya on üç yaşında bulunuyordu.

Bir görüşe göre de âyetteki "Allah'ın kelimesi" Allah'ın Kitabı demektir.

Yahya'nın (aleyhisselâm) seyyid veya ulu olması, kavminin riyaset ve şerefte en üstünü olması demektir. Zaten Yahya (aleyhisselâm) diğer insanlardan da üstün idi. Zira o hiçbir hatâya yaklaşmadı ve günaha teşebbüs etmedi.

Yahya sâlihlerden bir Peygamberdi. Çünkü o, Peygamber soyundan geliyordu. Yahut o, sâlih olmakla ünlü Peygamberlerden idi. Nitekim İbrâhîm (aleyhisselâm) hakkında da:

" Hiç şüphesiz o, âhirette de salihlerdendir." (Bakara 2/130) buyurulur.

Buradaki salâh, Peygamberlik için gerekli olan salâhın çok üstünde bir salâh mertebesidir. Nitekim Süleyman Peygamber'in (aleyhisselâm):

" Ve rahmetinle, beni sâlih kulların arasına idhal eyle!" (Neml 27/19) şeklindeki duası da bu kabildendir.

40

"Zekeriyya:

"- Rabbim! Benim nasıî oğlum olabilir? İhtiyarlık gelip çatmış ve karım da âkıir (kısır)." dedi.

Allah:

"- Bu böyledir. Allah, dilediğini yapar." buyurdu.

A- "Zekeriyya:

"- Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir? İhtiyarlık gelip çatmış ve karım da âkıir ."

Bu cümle bir istinaf olup;

"- Zekeriyya (aleyhisselâm) o zaman ne dedi?" sualine cevaptır.

Burada Zekeriyya (aleyhisselâm), kendisine doğrudan doğruya seslenen meleğe değil eski duası tarzında Rabbine hitab etmektedir. Zira alçak gönüllülük, yakarış, bütün varlığı ile Allah'a (celle celâlühü) yönelme bu duâ üslûbunda daha ziyade vardır.

Zekeriyya'nın (aleyhisselâm):

"- Benim nasıl oğlum olabilir?" tarzındaki sözlerinden müjdeleme sırasında çocuğun oğlan olacağının kendisine haber verildiği anlaşılıyor. Nitekim Meryem (19) sûresinin 7. âyetinde bu tebşir şöyle açığa kavuşturulur:

"Ey Zekeriyya! Gerçekten Biz seni Yahya adında bir oğulla müjdeleriz."

İhtiyarlığın çökmesinden maksat, ihtiyarlığın onu çökertmesidir. Bu, aynı zamanda, ihtiyarlığın, ölümün habercisi olması hasebiyle insanın peşini bırakmayan bir gerçeğin ifadesidir.

Zekeriyya'nın yaşı hakkında farklı fikirler ileri sürülmüştür. O sırada:

- doksan dokuz yaşında,

- doksan iki yaşında,

- yüz yirmi yaşında,

- altmış yaşında,

- altmış beş yaşında,

- yetmiş yaşında,

- yetmiş beş yaşında,

- seksen beş yasında idi diyenler vardır. Karısının da doksan sekiz yaşında olduğu söylenir.

Zekeriyya'nın (aleyhisselâm), o harikulade hâlleri gördükten sonra Allah'ın kendisine bir çocuk vermesi için yakardığı; zaten Allah'ın (celle celâlühü) buna muktedir olduğuna çok kuvvetle ve kesinlikle imân ettiği hâlde,

" Rabbim benim nasıl oğlum olabilir?" (Al-i İmran 3/40) demesi,

Allah'ın kudretinin büyüklüğünü kuvvetle bekitmek, buna hayret ve taaccüb ettirmek ve Allah'ın (celle celâlühü) bu nimetini çok önemsediğini vurgulamak içindir. Yoksa bu vakıanın gerçekleşmesini uzak bir ihtimal olarak gördüğü anlamında değildir. Fakat buna muhalif görüşler de vardır. Şöyle ki:

Zekeriyya'nın bu sözleri, vakıanın gerçeklesmesini uzak bir ihtimal olarak gördüğü anlamındadır. Çünkü duâ sı ile müjde arasında altmış sene geçmişti ve o duasını da unutmuştu. Ancak bu görüş, hakikat olmaktan uzaktır.

Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) bu sözleri, bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini sormak anlamındadır.

B- "Allah:

"- Bu böyledir . Allah dilediğini yapar ; buyurdu."

Allah (celle celâlühü), acayip ve harikulade işlerden dilediğini yapar. O, dilerse, bir şeyh-i fâni ve yaşlı bir kısır kadından bir çocuk da yaratır.

41

"Zekeriyya:

"- Rabbim, bana bir âyet (alâmet) ver!" dedi.

Allah:

"- Senin âyetin üç gün insanlarla konuşmamandır işaret (remz) müstesna. Rabbini çok zikret; sabah, akşam tesbih et." buyurdu.

A- "Zekeriyya:

"- Rabbim, bana bir âyet ver!" dedi ."

Zekeriyya Rabbine yalvardı ve dedi ki:

"- Rabbim! Dileğimin gerçekleştiğine, hâmilelik sürecinin başladığına dâir bana bir alâmet, bir işaret ver!"

Çünkü hâmilelik, onun vâkıf olamayacağı gizli bir şeydi. Bunun için Allah'ın (celle celâlühü) kendisini buna muttali kılmasını diledi. Böylece bu büyük nimetin hâsıl olduğu anda şükrünü eda etmek, hamileliğin mûtad olarak belli olacağı zamana kadar bunu geciktirmemek istedi.

Zekeriyya'nın bu dileği, herhalde çocuk müjdesinden uzun bir zaman sonra vaaki olmuştur. Çünkü daha önce zikredildiği gibi Yahya ile İsâ (aleyhisselâm) arasında altı aylık veya üç yıllık bir zaman fasılası vardır. Alâmetin ortaya çıkması da alâmetin tâyininin akabinde olmuştur. Nitekim Meryem (19) sûresinin 11. âyetinde:

"Feharace a'lâ kavmihi mine'l-mihrabı fe evhâ ileyhinı en sebbihu bükraten ve a'şiyya / Nihayet Zekeriyya mâbedden kavminin karşısına çıkınca, onlara sabah akşam tesbihte bulunun; diye işaret etti" denir.

Ancak -Allah bizi hatâ etmekten korusun- eğer Zekeriyya ile Meryem arasında geçen konuşma (Bu rızıklar sana nerden geliyor?..), Meryem büyük iken cereyan etmiş ise, o takdirde Zekeriyya'ya çocuk müjdesi verildiği zaman ile onun, bir alâmet dilediği zaman arasında uzun bir müddet olması gerekmez. Ancak şunu unutmamak gerekir ki Meryem'in (aleyhisselâm), küçük (bebek) iken konuşanlardan sayılması, Zekeriyya ile aralarında geçen konuşmada hikâye edilen sözlerinden dolayıdır.

B- "Allah (celle celâlühü):

"- Senin âyetin (kale âyetüke), üç gün insanlarla konuşmamandır . İşaret müstesna (İllâ remza). Rabbini çok zikret ; sabah akşam tesbih et " buyurdu.

"- Ey Zekeriyya! Senin için alâmet, üç gün peşpeşe (mütevaliyen) insanlarla konuşamamandır. Meryem (19) sûresinin 10. âyetinde de:

"Allah, senin alâmetin sapasağlam olduğun hâlde üç gece (selâse leyalin) insanlarla konuşmamandır" denir.

(Böylece peşpeşe üç gün üç gece mânâsı çıkmış olur.) Zekeriyya (aleyhisselâm), insanlarla konuşmaya muktedir değil idi; fakat zikir ve tesbihe muktedir idi. Onun insanlarla konuşarrıamasının buna alâmet kılınması, bu nimetin hakkını edâ etmek üzere bütün zamanını Allah'ın (celle celâlühü) zikrine ve şükrüne tahsis etmesi içindi. Başka bir deyişle matlûbun hâsıl olması ve nimete kavuşmanın alâmeti, bu nimetin şükründen başka dili her türlü konuşmadan men etmekti. Yalnız el veya baş ile yapılan işaretler müstesna. Yani Zekeriyya'ya (aleyhisselâm) verilen emir şu idi:

"- Dilini hapsettiğin, konuşmadığın günlerde lütuf ve nimetin hâsıl olmasına şükür olarak Rabbini çokça zikret veya zikre çok zaman ayır ve aynı zamanda Allah'ı (celle celâlühü) sabah akşam tesbih et!"

Tesbihten murad nedir?

Bir görüşe göre tesbihten murad, namazdır. Çünkü görüldüğü üzere bu tesbih vakte bağlanmıştır. Tıpkı,

" Akşama erdiğinizde de, sabaha erdiğinizde de Allah'ı tesbih edin." (Rûm 30/17)

" Göklerde ve yerde hamd O'na aittir. Gündüzün sonunda ve öğleye erdiğinizde de.." (Rûm 30/18) âyetlerinde olduğu gibi.

Bir diğer görüşe göre de tesbihten maksad, lisanen zikirdir; nitekim zikirden murad da kalben zikirdir.

42

"Hani melekler şöyle demişlerdi:

"- Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah, seni seçti (istifa etti), seni tertemiz kıldı ve seni kadınlar âleminin üstüne yüceltti."

A- "Hani melekler şöyle demişlerdi : "

Burada, İmran ailesinin seçilip üstün kılınması ile ilgili son bilgiler aktarılıyor. Daha önce İmran'in akrabalarından Zekeriyya ve Yahya'nın (aleyhisselâm) faziletlerine kısaca işaret edilmişti. Çünkü konu, her ikisinden de söz etmeyi gerektiriyordu.

Meleklerden murad, Cebrâîl’dir Daha önce bununla ilgili bazı açıklamalar yapılmıştı. Burada, İmran ailesinin seçilip üstün kılındığına delil olarak, meleklerin sözleri hatirlaühyor. Bu hatırlatmanın daha önce geçtiği hâlde tekrar edilmesi, ıstıfâ ile ilgili olarak anlatılanlara ziyadesiyle önem verildiğini belirtmek ve bir de söz konusu olayın daha önce zikredilenlerden müstakil ve ayrı olduğuna dikkatleri çekmek içindir. Gerçekten daha önce anlatılanlar, Meryem'in küçüklüklük hâllerine, bakım ve yetiştirilmesine ilişkindi. Burada zikredilenler ise, onun erginlik çağındaki hâllerine, şer'î mükellefiyetlerine ve ruhî terbiyesine dâirdir.

Bir görüşe göre, melekler, Meryem'in küçüklüğünde onunla bayağı konuştular. Bu hâl, Meryem'in kerametidir veya İsa'nın (aleyhisselâm) irhâsı (nübüvvet öncesi onun Peygamber olacağını gösteren harikulade hâllerinden)dır. Çünkü Allah'ın hiçbir kadına peygamberlik vermediği, icmâ ile sabittir.

Bir görüşe göre de, bu âyette meleklerin onunla konuşmasından maksad, onun kalbine ilham vermeleridir.

B- "Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah, seni seçti (istifa etti), seni tertemiz kıldı ve seni kadınlar âleminin üstüne yüceltti ."

Daha tafsilâtlı bir anlatımla melekler, Meryem'e şöyle diyorlar:

"- Ey Meryem! Allah önce seni annenin bir adağı olarak hüsnü kabul ile karşıladı. Senden önce hiçbir kadını Beytü'l-Makdis hizmetine kabul etmemişti. Seni Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) himayesinde besleyip büyüttü; cennet nimetleriyle rızıklandırdı, sana yüksek kerametler nasib etti ve seni bütün dünya kadınlarının üstüne yüceltti. Nitekim sana İsa'yı babasız olarak bağışladı. Oysa bu ayrıcalık hiçbir kadına verilmedi. Ve Allah seni ve oğlunu bütün âlemler için bir ibret ve mucize kıldı."

Şu hâlde meleklerin, Meryem'e bu söylediklerinin, onu İsâ (aleyhisselâm) ile müjdelemelerinden önce zikredilmesi, daha önce belirtildiği gibi her ikisinin birbirinden ayrı, bağımsız ve hatırlatılmaya değer büyük hâdiseler olduğuna dikkat çekmek içindir. Eğer bu iki hâdise arasında zahirî tertip gözetilmiş olsaydı, hepsinin tek bir hâdise olduğu akla gelebilirdi.

Bir görüşe göre ise, bu âyette zikredilen her iki istifadan (seçip üstün kılmadan) murad aynı mânâyı tazammun eder ve bunun tekrarlanması, tekid ve kimlerden seçilip üstün kılındığını beyân içindir.

Bu yoruma göre, nazm-i celilin tertibinde müskilât da olmaz. Çünkü o takdirde ıstıfâ,

birinci ıstıfâ için zikredilen mânâya (onun, annesinden hüsnü kabul ile kabul edilmesine) hamledilmiş;

meleklerin bu sözleri, İsâ (aleyhisselâm) ile tebşirden önce sarfedilmiş;

Meryem'in İbâdet ve taatte çokça gayret sarfeden, Allah'a (celle celâlühü) yönelmiş,

bütün varlığıyla kendini Allah'a vermiş,

beşerî hasletlerden sıyrılmış bir şahsiyet olduğu belirtilmiş olur.

43

"- Ey Meryem! Rabbin için kıyamda dur, secde et ve rükû edenlerle beraber sen de rükû et "

Meryem'e yapılan nidanın tekrarı, bu nidadan sonra gelecek emirler olduğunu bildirmek; nimetlerin hatırlatılması ise, bunun zikrine bir hazırlık ve gereğini yapmaya teşvik içindir. Başka bir ifâdeyle vurgulanmak istenen şudur:

"- Ey Meryem! Rabbin teâlâ için namaz kılanlarla beraber sen de kıyama dur ya da kıyamı uzat; secdeye kapan ve rükû et!"

Burada Rab unvanının zikredilmesi, emre boyun eğmenin vücubunun illet ve sebebini zımnen bildirmek içindir.

Bu âyet, Meryem'e cemaatle namaz kılmayı emretmektedir. Bu emrin, namazın rükünlerinin zikri seklinde vârid olması, namaza riâyetin vücubunu mübalağa ile ifâde ve bu rükünlerin her birinin faziletini ve asilliğini bildirmek içindir.

Secdenin, rükûdan önce zikredilmesi;

ya onların şeriatinde rükünlerin tertibi böyledir;

ya da secde namaz rükünlerinin efdali (en faziletlisi), huşu ve huzu mertebelerinin en sonu olduğu içindir.

Ancak bu, uygulamadaki tertibin de böyle olmasını gerektirmez; aksine, uygulamadaki tertibe uygun olan, aşağıdan yukarıya çıkılmasıdır.

Rükûun sonra zikredilmesinin bir sebebi de namazlarında rükû olmayanların namaz kılmış sayımladıklarını bildirmek için olabilir.

Âyette, birinci rükünde (kıyamda) "Ya meryemü'knüti lirabbiki / Ev Meryem! Rab bin için kaanit ol" kaydı zikredilmiş, fakat diğer iki rükünde (secde ile rükûda) bu kayıt zikredilmemiştir. Tercümede cümlenin başında zikredilen "li rabbiki / Rabbin için" kaydı, diğer rükünler bakımından da aynı mânâyı ifâde ediyorsa da, âyetin Arapça aslında kıyamdan sonra gelen bu kayıt, secde ve rükûa aynı mânâyı vermemektedir. Zira cümlenin kelime kelime tercemesi,

"Ey Meryem! Kaanit ol (kıyam et) Rabbin için; secde et, rükû edenlerle beraber sen de rükû et" şeklindedir.

Ancak bundan maksad, namaz emrinin bu kayıt ile kayıtlandırılmasıdır.

Bir görüşe göre de, bu âyette (kıyam olarak tercüme edilen) kunûttan murad, taat ve ibâdetlerin devamlılığıdır. Tıpkı Zümer (39) sûresinin 9.

"Emmen hüve kaanitün ânâeileyk sâciden ve kaaimen yahzeru'l-âhıirate ve yercû rahmete rabbih / (Küfür ve inkâr eden mi hayırlıdır) Yoksa âhıirct azabından korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak o gece saatlerinde kalkıp sâcid ve kaaim olan mı?" âyetinde olduğu gibi. Ve bu âyetteki secdeden murad da, namazdır. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi, secde, namaz rükünlerinin efdakdir. Ve âyetteki rükûdan murad da, huşu ve sükûnettir.

Rivâyet olunuyor ki, Meryem bu emri alınca, namazlardaki kıyamı o kadar uzattı ki, sonunda iki ayağı şişti ve yara oldu.

44

"İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Resûlüm), onlar "Meryem'e kim kefil olacak?" diye kalemlerini attıklarında sen yanlarında değildin. Tartıştıklarında (muhasama ettiklerinde) da sen yanlarında değildin."

A- "işte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir ."

Uzak için kullanılan ve daha önceki harikulade olayları gösteren "Zâlike — işte bunlar" işareti, bu hâdiselere mazhar olanların şânının ve faziletteki mertebelerinin yüceliğine delâlet eder.

Âyette vahiy için muzari' (geniş zaman) kipinin kullanılması, vahyin henüz kesilmediğini bildirir.

B- "(Resûlüm) onlar "Meryem'e kim kefil olacak?" diye kalemlerini attıklarında sen yanlarında değildin . Tartıştıklarında da yanlarında değildin ."

Bu da, inkarcılara gazab ederek Kur’ân-ı Kerîmin vahiy olduğunu izah ve tahkiktir. Tıpkı,

"Ve ma künte bicanıbil-ğarbiyyi iz kadaynâ ilâ mûsal-emra ve ma künte mine'ş-şâhidîn / (Resûlüm) Mûsa'ya emrimizi vahyettiğimiz zaman sen batı tarafında değildin; "

" Sen âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin..." (Kasas 28/44, 45) âyetleri gibi. Zira bu gibi olayları öğrenmenin yolu:

- ya bizzat görmektir,

- ya da görenlerden işitmektir.

İkincisinin olmadığı kendilerince sabit idi. Böylece zorunlu olarak geriye bizzat görme ihtimali kalıyordu. Bu da maddeten imkânsız olup kendilerine gazab ve şiddetli öfke gösterilerek nefyedilmiştir.

Kalemlerden murad, temren sız şans oklarıdır.

Bir kavle göre de onlar, bereket vesilesi olması umuduyla, Tevrat'ı yazdıkları kalemlerle kur'a çekmişlerdi.

"Ve ma künte ledeyhim / sen onların yanında değildin" ibaresinin tekrarı, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetine delâlet eden iki ayrı şahadettir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem),

- ne onların kalemlerim attıkları sırada,

- ne de Meryem'in kefaleti için çekiştikleri sırada yanlarında bulunuyordu. Bunlar vahiy yoluyla kendisine bildirilen gayb haberlerindendı.

Özellikle onların çekişmelerinden, kuradan önceki nizaları kasdedildiği takdirde bu daha da bariz olarak ortaya çıkar. Çünkü zikirde (anlatımda) tertibin bozulması, bu yorumu teyid eder.

45

"Hani melekler şöyle demişlerdi:

"- Ey Meryem! Şüphesiz Allah, seni kendinden bir kelime ile müjdeler. Onun ismi Meryem oğlu Isâ Mesîh'dir; dünya ve âhirette vecîh'dir (itibarlı) ve mukarrabîndendir."

A- "Hani melekler şöyle demişlerdi : "

İsa'nın (aleyhisselâm) kıssasına böyle başlanıyor. Bu âyet;

"Ve iz kaleti'l-melâiketü ya meryemü innallâhe'stafaki ve tahharaki - Hani, melekler şöyle demişlerdi:

- Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı..." (Âl-ı imrân 3/42) âyetinin bedek ve izahıdır. Bu iki âyet arasındaki bölümler, ara cümleleri kabilindendir. Bu âyet, geçen kısımlara hem izah hem de benzerleri gibi, Peygamberimiz'in nübüvvetine şahadet eden delillerdendir.

Bir görüşe göre de, bu âyet, bundan önce zikredilen,

" Tartıştıklarında da sen yanlarında değildin." (Al-i İmran 3/44) cümlesinin bedeli ve izahıdır. Bu âyetler kısaca şunu söylemektedir:

"- Resûlüm, bir bölümünde o çekişmelerin diğer bir bölümünde de bu hitabın gerçekleştiği o uzun zamanda sen dünyada yoktun."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Meryem'in durumunu böylece bütün tafsilatıyla kavramıştır.

Burada da yine söyleyen, Cebrâîl’dir Melekler şeklinde çoğul olarak zikredilmesi ise, daha önce açıklanan sebeplerden dolayıdır.

B- "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni kendinden bir kelime ile müjdeler. Onun ismi Meryem oğlu İsâ Mesîh'dir; dünya ve âhirette vecîh (itibârlı) ve mukarrabindendir ."

Yani o kelimenin adı Mesih'tir; o aynı zamanda İsa'dır ve o Isâ, Meryem'in oğludur.

Bir görüşe göre de, burada isimden murad, müsemmânın, başkalarından temeyyüz etmesi, ayrılmasıdır. Buna göre burada isim, bu üç kelimenin (Mesîh, İsâ ve Meryem oğlu kelimelerinin) toplamıdır. Çünkü İsa'yı başkalarından tamamıyla temyiz eden, bu üç kelimenin toplamıdır.

Mesîh, İsa'ya siddîk gibi şeref" için verilmiş bir lakabdır. Bu kelimenin İbranîce aslı, mübarek anlamında Meşîha'dır. İsâ kelimesi de, îşû kelimesinın Arapçalaştırılmış şeklidir.

"Mesîh kelimesinin mesh (dokunmak) ve İsâ kelimesinin de ays (kızıl karışımı beyazlık) kökünden geldiklerini isbat etmeye kalkışmak ve delil olarak da,

İsâ (aleyhisselâm), bereket veya günahlardan temizlenmek için meshedilmışti;

Cebrâîl (aleyhisselâm) onu mesh etmişti;

İsâ toprağı meshetmis, belli bir yerde oturmamış hep gezmişti;

İsâ hastaları meshederek iyileştirmişti; bunun için ona Mesîh adı verildi;

Teni, kızıl karışımı beyaz olduğu için de ona Isâ dendi; "

iddialarında bulunmak su yüzüne yazı yazmak gibidir.

İsa'nın (aleyhisselâm) kendisine hitab edildiği hâlde ona "Meryem oğlu" denmesi, onun babasız olarak doğacağına ve bu yüzden ancak annesine nısbet edileceğine dikkatleri çekmek içindir. Zaten bundan dolayı Meryem, bütün dünya kadınlarından üstün kılınmıştır.

İsa'nın vasfı olarak zikredilen "vecîh", kuvvetli ve şerefli demektir. Onun dünyadaki vecihliği, Peygamberliği ve insanların öncüsü olmasıdır. Ahiretteki vecihliği ise, şefaattir ve cennetteki yüksek derecesidir.

İsa'nın (aleyhisselâm) mukarrabînden (Allah'ın kendisine yakın kıldıklarından) olması, semâya ref ine ve meleklerle olan ülfet ve arkadaşlığına işarettir.

46

"Ve o, beşikte (bir bebek) ve bir yetişkin (kâhil) iken insanlarla konuşacak ve sâlihlerden olacaktır ."

O, beşikte küçük bir bebek iken ve orta yaşlı bir erişkin (kâhil) olarak insanlarla peygamberlerin kelâmı ile konuşacaktır.

Bir görüşe göre de İsâ gençliğinde semâya kaldırıldı ve tekrar yeryüzüne indiğinde orta yaşlı olacaktır.

İsa'nın çeşitli ve değişik hâllerinin zikredilmesi, onun ülûhiyet (tanrılık) vasfından çok uzak olduğuna işaret içindir.

47

"Meryem (o zaman) şöyle dedi:

"- Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir? Bana bir beşer dokunmamış iken..."

Buyurdu ki:

"- Böyledir; Allah, dilediğini yaratır. O, bir işin olmasına hükmettiği zaman sadece (ol!) der; o da hemen oluverir."

A- "Meryem (o zaman) şöyle dedi (Kalet):

"- Rabbim (Rabbi)! Benim nasıl oğlum olabilir ? Bana bir beşer dokunmamış iken ..."

Bu da, mukadder bir sualin cevabı mâhiyetinde bir istinaf cümlesidir. Yani,

"- Melekler, Meryem'e o sözleri söyleyince, kendisi ne dedi?" şeklindeki bir gizli suale cevap olarak Meryem de, Rabbine yalvararak dedi ki:

"- Rabbim! Benim çocuğum nasıl ve ne suretle olabilir?"

Meryem, bunu, câri âdete göre hayret ve şaşkınhğını belirtmek ve Allah'ın kudretinin büyüklüğünü dile getirmek için söylemiş olabilir.

Bir kavle göre de, istifham ve istifsar (açıklama istemek) için söylemiş olabilir. Başka bir deyişle bu çocuk, evlenme ile mi, yoksa evlenmeden mı olacak?

B- "Buyurdu kı (Kale):

"- Böyledir; Allah, dilediğini yaratır ."

Daha önce Zekeriyya kıssasında da bu cümle geçti; bir farkla ki orada "yefa'lü ma yeşâ' / dilediğini (onu) yapar" (3/40); burada "yahluku ma yeşâ' / dilediğini (onu) yaratır, halkeder" (3/47) buyrulmustur.

Çünkü bakire bir kızın, bir erkek eli değmeden çocuk doğurması, yaşlı ve kısır bir kadının bir pir-i fânîden çocuk doğurmasından çok daha garibtir. İşte bundan dolayı, örneksiz olarak icad etmek anlamında olan halk (yaratma), bu makama, mutlak fiilden (yapmaktan) daha uygundur. Ondan sonra da halkın (yaratmanın) keyfiyeti şöyle beyân edilir:

C- "O, bir işin olmasına hükmettiği zaman sadece (Ol!) der; o da hemen oluverir ."

"İza kadâ emran / O, bir işin olmasına hükmettiği zaman" bir işi irade ettiği zaman demektir. Nitekim diğer bir âyette:

" O bir şeyin olmasını irade ettiği zaman sadece "Ol!" der; o da hemen oluverir." (Yâ-Sîn 36/82) buyrulur.

"Kadâ veya Kazâ" lügatte muhkem ve sağlam kılmaktır. Bu âyette ise, bir şeyin var olmasına taallûk eden kesin ilâhî irade anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu kesin ilâhî irade mutlak surette, taallûk ettiği şeyin var olmasını gerektirir.

Bir görüşe göre ise, burada kazâ, İsrâ (17) sûresinin 23. âyetinde kullanıldığı gibi emir anlamındadır. Şöyle kı:

" Rabbin, kendisinden başka hiç kimseye kulluk etmemenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kazâ buyurdu." (İsrâ 17/23)

Gördüğün gibi bu âyet-i kerîme, bir temsil ve bir tasvirdir. Yine bu âyet-ı kerîme şu hakikatin de izahıdır:

Allah (celle celâlühü), eşyayı tedricî olarak, mûtad sebepler ve maddeler ile yaratmaya muktedir olduğu gibi, sebepler ve maddelere ihtiyaç olmaksızın defaten onları yaratmaya da muktedirdir.

48

"Ona Kitab'ı ve hikmeti, İncil ve Tevrat'ı öğretecektir ."

Allah ona yazmayı, yahut ilâhî kitabları, ilimleri, ahlâkı güzelleştirmeyi, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecektir.

"el- Kitab" kelimesinden, Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olan bütün kitablar kastedildiği takdirde ayrıca Tevrat ve İncil'in zikredilmiş olması, bu ikisinin, kendilerinden önceki diğer ilâhî kitablardan daha üstün ve yüksek olduğundandır.

49

"Ve (Allah) onu Resul olarak İsrâioğullarına gönderecek; (o da onlara şöyle diyecektir:)

"- Şüphesiz ben size Rabbinizden bir âyet getirdim Gerçekten ben size çamurdan bir kuş heyeti yapacağım; sonra ona üfleyeceğim; o da Allah'ın izniyle bir kuş olacak. Anadan doğma körü ve alaca hastasını iyileştireceğim. Allah'ın izniyle ölüyü dirilteceğim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neler biriktirdiğinizi sizlere haber vereceğim. Şüphesiz bütün bunlarda sizin için âyet (ibret) vardır. Eğer gerçekten inanıyorsanız."

A- "Ve (Allah) onu Resul olarak İsrâıloğullarına gönderecek ; "

İsâ bütün İsrâiloğullarına gönderilmiş bir peygamber olacaktır. Ama onun nübüvveti konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür:

1 - Yahudilerden bazıları onun belli kavimlere Peygamber gönderildiğini iddia etmişlerdir.

Bazılarına göre İsa'ya (aleyhisselâm), çocukluğunda Peygamberlik verilmiştir.

Bazılarına göre de, bulûğ çağından sonra ona Peygamberlik verilmiştir.

İsrailoğullarının ilk peygamberi Yusuf (aleyhisselâm), sonuncusu da İsa'dır (aleyhisselâm).

Diğer bir görüşe göre ise, İsrailoğullarının ilk peygamberi Mûsa (aleyhisselâm), sonuncusu da İsâ (aleyhisselâm) dır.

B- "(o da onlara şöyle diyecektir:)

"- Şüphesiz ben size Rabbinizden bir âyet getirdim ."

Bir kıraate göre "âyet" kelimesi, "âyât" şeklinde çoğul olarak okunmuştur.

Burada âyet, bir tek mucize değil fakat büyük bir mucize demektir. Tenvin, teklik için değil tazım içindir.

"Rabb", unvanının kullanılması ve muhatapların zamirine izafe edilmesi, gelecek emirlere uymanın vücûbunu tekid içindir.

C- "Gerçekten ben size çamurdan bir kuş heyeti yapacağım; sonra ona üfleyeceğim; o da Allah'ın izniyle kuş olacak ."

İsâ (aleyhisselâm), bir bebek iken kavmine karşı şunları söylüyor:

"- Ben, bana inanmanızı sağlamak ve yalanlamanızı bertaraf etmek için, çamurdan bir kuş süreli veya heykeli yapacağım: sonra ona üfüreceğim; işte o zaman, o suret, Allah'ın izniyle hayât bulup diğer kuşlar gibi uçacak."

İsa'nın "biizni'llâhi / Allah'ın izniyle" demesi, o çamurdan şekle hayât verilmesinin, kendisinden değil fakat Allah'tan (celle celâlühü) olduğuna işaret eder.

Bir görüşe göre, İsâ (aleyhisselâm), yalnız çamurdan yaptığı yarasa suretine hayât vermiştir.

Rivâyet olunuyor kı, İsâ (aleyhisselâm) peygamberlik iddiasında bulunup mucizeler gösterince, Yahudiler, ondan bir yarasa yaratmasını istediler. Bunun üzerine bir miktar çamur alıp ondan yarasa sureti yaptı ve ona üfürdü; bir de baktılar ki, havada uçuyor.

Veheb b. Münebbih diyor ki:

"- Bu yarasa, insanların görebildiği mesafeye kadar uçtu; gözden kaybolunca da, ölü olarak yere düştü. Sonuç, Allah'ın (celle celâlühü) halk (yaratmas)ından tefrik edilmesi için böyle tecelli etti."

Bir kavle göre İsa'dan (aleyhisselâm) özellikle yarasa yaratmasını istemelerinin sebebi de sudur:

Yarasa, bütün uçanlar içinde en mükemmel yaratılışa sâhibtir ve Allah'ın (celle celâlühü) üstün kudretine delâleti hepsinden daha açıktır. Çünkü yarasanın memecikleri ve dişleri vardır; diğer hayvanlar gibi hayız (âdet) görür, temizlenir; insanlar gibi güler; tüyleri, telekleri olmadığı hâlde uçar; gündüz ışığında da, gece karanlığında da görmez; yalnız iki saatte görür: Güneş battıktan sonra bir saat ve şafak söktükten sonra bir saat.

Diğer bir görüşe göre ise, Isâ (aleyhisselâm), çeşidi kuşların suretlerine hayât verdi.

Ç- "Anadan doğma körü ve alaca hastasını iyileştireceğim . Allah'ın izniyle ölüyü dirilteceğim . Evlerinizde neler yediğinizi ve neler biriktirdiğinizi sizlere haber vereceğim ."

"Ekmeh", anadan doğma kör veya göz yuvası ya da kaşı olmayan kişi demektir.

O zamanlar cüzam, insanların en çok korku ve nefret duydukları bir hastalık idi. Özellikle bu iki hastalığın zikredilmesi önemlidir. Çünkü İsâ (aleyhisselâm) zamanında çok iyi tabibler vardı. Fakat bu iki hastalığın tedavisinde âciz kalmışlardı. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), onlara bu mucizeleri gösterdi.

Rivâyete göre İsa'ya binlerce hasta başvuruyordu. Gelemeyenlere ise, İsâ (aleyhisselâm) kendisi gidiyordu. Ve İsâ hastaları yalnız duâ ile tedavi ediyordu.

"Büzni'llâhi /Allah'ın izniyle" ifâdesinin tekrar edilmesi, İsa'nın (aleyhisselâm) tanrılığı vehmini red içindir.

Kelbî diyor ki:

İsâ (aleyhisselâm), ölüleri "Ya Hayyu, ya Kayyûm!" duâsıyle diriltiyordu. İsâ Âzer adındaki dostunu da diriltti ve sonra onun çocuğu oldu.

Bir gün Isâ (aleyhisselâm), yaşlı bir kadının ölmüş ve bir kerevete konmuş oğlunun cenazesinin yanından geçerken onun için Allah'a (celle celâlühü) duâ etti. Ölü, hemen dirildi ve kerevetten inip ailesinin yanma gitti. Ondan sonra uzun bir süre yaşadı ve çocuğu da oldu.

Yine İsâ (aleyhisselâm), vergi memurunun ölmüş kızını diriltti ve o kız ondan sonra çocuk doğurdu.

O zaman, ona inanmayanlar:

"- İyi de, sen hep, yeni ölmüşleri diriltiyorsun; belki de onlar ölmemişlerdi de, kalp sektesi geçirmişlerdi. Haydi, sen Nuh'un (aleyhisselâm) oğlu Sâm'ı dirilt, bakalım!" dediler.

Bunun üzerine İsâ (aleyhisselâm):

"- Haydi, onun kabrini bana gösterin!" dedi. Onlar da, kabri gösterdiler. İsâ (aleyhisselâm), onun kabri başında duâ etti. O anda Sâm, saçları bembeyaz olarak mezarından kalktı. Isâ (aleyhisselâm) ona:

"- Senin saçların nasıl böyle bembeyaz oldu; oysa sizin zamanınızda öyle değildi?" dedi.

O da:

"- Ya Ruha'llah (İsâ)! Sen beni çağırınca, "Ücib ruha'llah / Ruha'llah'a icabet et!" diye bir ses duydum. Ben de zannettim ki, kıyamet koptu. İşte onun korkusundan saçlarım böyle bembeyaz oldu" dedi.

İsâ ona can verme hâlini (hâlet-i nez'i) sordu.

O da:

"- Ya Ruha'llah! Onun acısı hâlâ hançeremden gitmedi" dedi. Oysa ölümü üzerinden dört bin sene geçmişti. Ve Sâm, oradaki insanlara:

"- İsa'yı tasdik edin ; o, gerçekten Allah'ın Peygamberidir " dedi.

Bunun üzerine bazıları imân etti; bazıları ise, yine onu tekzip edip:

"- Bu bir büyüdür; bize başka bir mucize göster!" dediler.

O zaman İsâ (aleyhisselâm):

"- Ey filan! Sen şunu yedin; ey filan! Senin evinde de şu yiyecekler saklanmaktadır " dedi.

İste âyetteki "Ve ünebbiüküm bima te'külûne vema teddehıirüne /

Evlerinizde neler yediğinizi ve neler biriktirdiğinizi sizlere haber vereceğim!" ifâdesinin mânâsı budur. Yani sizin ahvâlinden şüphe (şekk) etmediğiniz sırları (mugayyebati) size haber vereceğim.

D- "Şüphesiz bütün bunlarda sizin için âyet vardır . Eğer gerçekten inanıyorsanız ."

Eğer ibret ve delilden yararlanabilecek yahut kendilerinden imân beklenen kimselerdenseniz, bu gösterilen mucizelerde, benim peygamberliğimin doğruluğunu apaçık gösteren ve buna imân etmenizi gerektiren apaçık kanıt ve belgeler vardır.

50

"Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici (doğrulayıcı, musaddık) olarak ve size haram olan bazı şeyleri de helâl kılmak için gönderildim. Size Rabbinizden bir de delil getirdim. Artık, Allah'tan korkun da bana itaat edin."

A- "Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici (doğrulayıcı, musaddık) olarak ve size haranı olan bazı şeyleri de helâl kılmak için gönderildim ."

Ve Isâ (aleyhisselâm) kavmine karsı o konuşmasına şöyle devam ediyor:

"- Mûsa'nın şeriatinde size haranı kılınmış olan içyağını, karın ve bağırsak yağlarını, balığı, deve etini ve cumartesi günü çalışmayı size helâl kılmak için gönderildim."

Bir görüşe göre, balıklar ve kuşlardan da (horoz ayağındaki fazla parmak gibi) baldırında parmağı olmayanlar helâl kılındı. Cumartesi günü çalışmanın helâl kılınmasında ise ihtilâf edilmiştir.

Bu âyet-i kerîme İsâ şeriatinin, Tevrat'ın bazı hükümlerini neshetmiş olduğuna delâlet eder. Ancak bu, İsa'nın (aleyhisselâm), Tevrat'ın onaylayıcısı olmasına halel getirmez. Çünkü nesh, hükümlerin zamanlara göre izahı ve tahsisidir.

B- "Size Rabbinizden bir de delil getirdim . Artık Allah'tan korkun da bana itaat edin ."

"- Size Rabbinizden, Peygamberliğimin doğruluğuna şahadet eden bir delil de getirdim. Artık getirdiğim delili red etmek ve karşı çıkmak hususunda Allah'tan korkun ve Allah'ın bana olan emri gereğince benim size verdiğim emir ve yasaklara uyun!"

Bir kırâete göre buradaki âyet (delil) kelimesi "âyât" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur.

51

"Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir . O hâlde O'na kulluk edin . İşte doğru yol budur ."

Bu âyet bundan öncekinin bir tekrarıdır. Burada dile getirilen, bütün Peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği açık gerçektir. Bu da, İsa'nın (aleyhisselâm) o hak Peygamberlerden biri olduğuna kesin delildir.

Yahut bu iki âyetin mânâsı sudur:

"- Allah'ın benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olduğuna dâir size delil getirdim."

Buna göre, bundan önceki âyetteki "Fettekullahe ve atıîû'ni / Artık Allah'tan korkun da bana itaat edin!" cümlesi, bir itiraz cümlesi (ara cümlesi) olur. Zahire göre bu cümle, bundan önceki âyette geçen cümlenin aynen tekrarıdır. Başka bir ifâdeyle İsâ muhatablarına şöyle seslenmiş oluyor:

"- Ben size, çamurdan hır kuş yaratmak, anadan doğma körü ve cüzamlıyı iyileştirmek, ölüleri diriltmek, gizli olan şeyleri haber vermek; ayrıca babasız olarak doğmak ve beşikte iken konuşmak gibi, birbiri peşinden bir çok mucizeler getirdim."

Buna göre birinci cümle (Ve ci'tüküm biâyetin min rabbiküm / Bir de size Rabbinizden delil getirdim) hücceti hazırlamak, ikincisi de hücceti hükme yaklaştırmak içindir, işte bundan dolayıdır ki, ikincisine terettüp etmek üzere "Fettekullahe / Artık Allah'tan korkun" buyrulmustur. Yani bu cümleyi şöyle anlamalıdır:

"- Ben size bu aşikâr mucizeleri ve açık kanıtları getirdiğime göre artık Allah'tan korkun, bana karşı çıkmayın ve sizi davet ettiğim şeylerde bana itaat edin!"

"înnallâhe rabbî ve rabbüküm / Şüphe yok ki Allah, benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir." cümlesi, nazarî kuvvetin kemâlinin, hak itıkad ile gerçekleşeceğine işarettir. Bu itikadın gayesi de tevhiddır.

"Fa'büdûhü / O hâlde O'na kulluk edin" cümlesi de, ameli kuvvetin kemâline işarettir. Çünkü bu kemâl, emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmaktan ibaret olan taate bağlıdır.

Nihayet bu hakikatin izahı olarak, iki unsur (hak itikat ve amel) birleştirilir ve sırat-ı müstakim olarak vasıflandırılır. Ve "Hâza sıîratün müstakimi / İşte sırat-ı müstakim / doğru yol budur" denir.

Bunun bir benzen de Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisidir:

"- De ki, Allah'a imân ettim; sonra da istikametten ayrılma!"

52

"Nihayet İsâ, onlardaki küfrü hissedince:

"- Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler:

"- Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a imân ettik. Şâhid ol, biz gerçekten Müslümanlarız." dediler.

A- "Nihayet İsâ, onlardaki küfrü hissedince :

"- Allah yolunda yardımcılarım kim ? dedi."

Bu âyet-i kerîme ile, İsa'nın (aleyhisselâm) ahvâli ve akıbeti anlatılmaya başlanıyor. Daha önce meleklerden naklen onun ahvâlinin bir yönüne işaret edilmişti. Burada meleklerin söylediklerinin hepsinin gerçekleştiği, onların kuvveden fiile çıktığı belirtiliyor. Bu ifâde tarzı da, tıpkı

"Kale'llezî ı'ndehu i'lmün mine'l-kitâbi ene âtike bihi en yertedde ileyke tarfük / Kitabtan (ilâhî) bir ilme sahip olan kimse ise; gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm; dedi." ifâdesinden sonra,

" Süleyman, o tahtı yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce, bu Rabbimın fadlındandır; dedi." (Neml 27/40) kabilindendir.

Yani bu, "meleklerin o söylediklerinden sonra Meryem, İsa'yı (aleyhisselâm) doğurdu ve ondan sonra da şöyle oldu ve İsa'da şunları söyledi." demek olur.

İsa'nın (aleyhisselâm), meleklerin, kendisi hakkında Meryem'e söylediklerini zikretmemesi, meleklerin söyledikleriyle yetinmesinden, bir de o ilâhî va'dlere muhalefet olmadığını zımnen belirtmiş olmasındandır.

İsa'nın (aleyhisselâm) diğer ahvâlinin, daha öncekiler gibi meleklerin nakil üslubuyla aniatılmarnast, ya bunlara ayrı bir önem atfedildiği için ya da bunların zikri, o makama münasip olmadığı içindir. Çünkü bu kısımda İsa'nın (aleyhisselâm) çeşitti sıkıntılara katlanması, tuzaklara ve düzenlere karşı mücadelesi vardır.

"Felemmâ ehasse ı'îsâ minhümü'l-küfra / Nihayet İsâ, onlardaki küfrü hissedince.." den maksat, müşahede verine geçen kuvvetli idrâktir.

Küfürden maksad da, küfürdeki ısrarları, kibir ve inatları ile beraber İsa'yı (aleyhisselâm) öldürmeye azmetmeleridir. Nitekim "ehasse" kelimesi., bu mânâya işaret eder. Çünkü bu kelime, bu gibi yerlerde, taallûk ettiği şeyin sakıncalı ve mekruh (arzu edilmeyen) olması hâlinde kullanılır. Tıpkı,

"Azabımızı hissettiklerinde bir de bakarsın ki, oralardan kaçıyorlar." (Enbiya 21/12) âyetinde olduğu gibi.

İsa'nın (aleyhisselâm):

"Men ensarî ilâ'llâh — Allah yolunda yardımcılarım kim?" çağrısı, bütün Isrâıloğullarına yönelik olmayıp fakat yalnız hâs dostları içindir. Nitekim,

"Kale ı'îsebnü meryeme iilhavariyyînc men ensarî ilâ'llâh / Meryem oğlu İsâ, Havarilere:

"- Kimdir Allah'a giden yolda benim yardımcılarım?" dedi. (Saf 61/14) âyet-ı kerîmesi de buna delildir. Bu âyetteki:

" İsrâiloğullarından bir kısmı imân, bir kısmı da inkâr etmişti." (Saf 61/14) ifâdesi ise, hitabın hepsine tevcih edildiği hususunda sarih değildir. Zira bu sonucun hâsıl olması için davetin onlara ulaşmış olması yeterlidir.

Yani İsâ Isrâiloğullarında o küfür ve inkârı görünce, Allah'a teveccüh ve iltica ederek:

"- Kimdir benim yardımcılarım?"

Yahut;

"- Allah'ın safına geçerek O, bana yardım ettiği gibi, kimler bana yardım edecek?"

Yahut;

"- Kimdir Allah yolunda yardımcılarım?" Yahut:

"- Kimdir Allah için yardımcılarım?" Yahut;

"- Kimdir Allah ile beraber yardımcılarım?" dedi.

B- "Havariler :

"- Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a imân ettik. Şâhid ol, biz gerçekten müslümanlarız (bienna müslimûn)." dediler.

Bu cümle bir istinaf olup akla gelen,

"- Pekiyi, Havariler ne demiş?" sorusuna bir cevap niteliğindedir. Havari kelimesine değişik anlamlar verilmiştir. Şöyle ki:

Havari, kişinin hâs dostları demektir. Bu kelime, hâlis beyaz anlamındaki "ha-vav- ra / hâre, haver" kökündendir. Niyetlerinin hâlis ve sırlarının (kalblerinin) temiz olmasından dolayı, İsa'nın (aleyhisselâm) arkadaşlarına "havari" denmiştir.

İsa'nın (aleyhisselâm) arkadaşlarında görülen ibâdet eserlerinden ve nurlarından dolayı onlara havari adı verilmiştir.

Havarî vasfını almış olanlar, önceleri beyaz elbiseler giyen bir hükümdarlar ailesi idi. Bundan dolayı onlar Havarî olarak isimlendirilmişti. Bu kavle göre, o hükümdar, insanlara bir ziyafet vermiş. Yemekte hazır bulunan İsâ (aleyhisselâm) önündeki tabaktan sürekli yediği hâlde yemek hiç eksilmemiş. Bunu görenler, durumu hükümdara anlatmışlar. Hükümdar, İsa'yı (aleyhisselâm) çağırtmış ve:

"- Sen kimsin?" diye sormuş.

O da:

"- Ben Meryem oğlu İsa'yım" cevabını vermiş.

Hükümdar o anda hükümdarlığı bırakmış ve akrabalarıyla birlikte İsa'ya (aleyhisselâm) tâbi olmuş. İşte havariler o hükümdar ile akrabalarıdır.

Havariler, önceleri, beyaz elbiseler giyen balıkçılardı. Şem'ûn, Yakuub ve Yuhanna da bu balıkçılar arasında idi. İsâ (aleyhisselâm), onların yanından geçerken, kendilerine:

"- Siz şimdi, balık avlıyorsunuz; ama bana imân ederseniz, o zaman ebedî bir hayât için insanları avkyacaksınız." dedi.

"- Sen kimsin?" diye sordular.

"- Ben, Allah'ın kulu ve Resulü Meryem oğlu İsa'yım" cevabını verdi.

Bunun üzerine ondan mucize göstermesini, istediler. O gece de Şem'ûn, ağını atmış, fakat hiç balık tutamamıştı. İsâ (aleyhisselâm), tekrar ağını suya atmasını emretti. O da attı. Bu sefer ağına o kadar çok balık geldi ki âdeta birbirlerini eziyorlardı. Başka bir tekne daha çağırdılar ve her ikisini de balıkla doldurdular ve sonuçta İsa'ya (aleyhisselâm) imân ettiler.

Havariler, İsa'ya (aleyhisselâm) inanan ve ona tâbi olan on iki kişiydiler. Bunlar acıktıkları zaman:

"- Ya Ruha'llah! Biz acıktık!" diyorlardı,

O zaman İsâ (aleyhisselâm), elini yere vuruyor, o anda yerden her biri için iki ekmek çıkıyordu. Susadıkları zaman da:

"- Susadık!" diyorlardı.

O zaman İsâ (aleyhisselâm) elini yere vuruyor, o anda yerden su kaynıyor, onlar da kana kana içiyorlardı. Bir gün Havariler, sordular:

"- Kim bizden daha faziletlidir?"

İsâ (aleyhisselâm) da:

"- Bizzat çalışıp eli emeğinden yiyen kimse, sizden daha faziletlidir" dedi. Bundan sonra onlar da, ücretle elbiseleri, bezleri yıkamaya başladılar. İşte bu sebebie onlara Havariyyûn (Havariler) dendi.

6- Annesi, İsa'yı (aleyhisselâm) bir boyacının yanına vermişti. Bir gün bu boyacı, bazı özel işleriyle meşgul olmak üzere iş yerinden ayrılmak istedi ve İsâ'ya (aleyhisselâm):

"- Burada çeşitli bezler vardır. Her birini belli bir işaretle işaretledim. Sen de o bezleri işaretlediğim renklerle boyayacaksın" dedi ve gitti. Isâ (aleyhisselâm) da, bezlerin hepsini bir bir boya küpüne koydu ve:

"- Ey bezler! Allah'ın izniyle, istediğim gibi boyanın!" diye seslendi.

Sonra boyacı, iş yerine dönünce, kendisine ne yaptığını sordu. O da, yaptıklarını anlattı. Boyacı:

Eyvah! Bezleri berbat ettin!" sözleriyle hayıflandı.

İsâ ona:

"- Kalk da, bak!" dedi.

Ustası bezleri çıkarmaya başladı. Çıkardığı bezlerden, biri kırmızıya, biri yeşile, biri de sarıya boyanmıştı. Nihayet hepsini çıkardı. Bir de baktı kı, hepsi istediği gibi mükemmel olmuş. Bunu görenler, hayret içinde kaldılar ve hepsi İsa'ya (aleyhisselâm) imân ettiler. İşte Havariler bunlardı.

7- Abdullah Kaffal el- Mervezî diyor ki:

"Bu on iki Havariden bazıları hükümdar, bazıları balıkçı, bazıları kas sar (çırpıcı) ve bazıları da bez, kumaş boyacısı olabilirler. Hepsine birden Havari adı verilmesi, İsa'nın (aleyhisselâm) yardımcıları, destekçileri ve ona ihlâsla itaat ve muhabbet eden kişiler olmalarındandır."

"Amenna billahi / Allah'a imân ettik" cümlesi, makablinin illet ve sebebi gibidir. Çünkü Allah'a (celle celâlühü) imân etmek, O'nun dinine yardım etmeyi, O'nun dostlarını savunmayı ve düşmanlarına karşı savaşmayı gerektirir.

"Bi enna müslimûn / Biz gerçekten Müslümanlarız" ifâdesinden murad, imânda ihlas sahibi olan ve İsa'ya (aleyhisselâm), istediği yardım elini uzatan mü'minler demektir.

Havarilerin, her Peygamberin ümmeti için şâhid olarak dinlendiği o kıyamet gününde, İsâ'dan (aleyhisselâm) kendileri lehinde şâhidlik yapmasını istemeleri, onların asıl gayelerinin uhrevî saadet olduğunu gösterir.

53

"- Ey Rabbimiz ! İndirdiğine imân ettik ve Resule uyduk . Artık bizi sâhidlerle beraber yaz ." dediler."

Havariler, kendi durumlarını daha fazla belirtmek için, hâllerini önce Allah'ın Resulü İsa'ya sonra da bizzat Allah'a (celle celâlühü) arz ve niyazda bulunuyorlar ve şöyle diyorlar:

"- Ey Rabbimiz! Biz, indirdiğin vahye imân ettik ve din işlerinde tamamen Peygamber'e uyduk. Artık bizi,

- vahdaniyetine şahadette bulunanlardan yaz, Yahut;

- ümmetlerinin lehinde şahadette bulunan Peygamberlerle beraber yaz, Yahut;

- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti ile beraber yaz!

Çünkü Peygamberimiz'in ümmeti, bütün insanlar hakkında şahadette bulunacaktır.

54

"Onlar hile yaptılar. Allah da onların hilesini boşa çıkardı. Allah, hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır."

A- "Onlar hile yaptılar (Ve mekerû). Allah da onların hilesini boşa çıkardı ."

İsa'yı (aleyhisselâm), küfür ve inkârla karşılayan Yahudiler, ona tuzak kurdular; onu öldürmek için suikast hazırladılar; Allah (celle celâlühü) da onların mekrını, suikast planını boşa çıkardı. Nitekim Allahü teâlâ, İsa'yı (aleyhisselâm) gayb âlemine kaldırdı ve suikastçıyı ona benzer hâle getirdi. Onlar da İsâ diye onu öldürdüler.

"Mekr", lügatte, başkasına zarar vermek için tuzak kurtmak, hile yapmak anlamına gelir. Allah'a isnadı, ancak mecaz yoluyla mümkün olabilir.

İsa'nın (aleyhisselâm) akıibeti hakkında değişik kaviller vardır:

1- İbn-i Ab bas'dan (radıyallahü anh) gelen bir rivâyete göre:

"İsrailoğullarının hükümdarı, İsa'yı (aleyhisselâm) öldürmeye teşebbüs edince, Cebrâîl (aleyhisselâm), İsa'ya penceresi olan bir eve girmesini emretti ve sonra da onu pencereden alıp semâya kaldırdı.

Hükümdar, alçak bir adama:

"- içeri gir, İsa'yı öldür!" dedi.

O, içeri girince, Cenab-t Allah, onu İsa'ya (aleyhisselâm) benzer bir hâle dönüştürdü. Sonra o adam dışarı çıkıp evde kimse olmadığını söyledi. Onlar da onu İsâ zannederek öldürdüler ve cesedini götürüp astılar."

İsâ (aleyhisselâm), bir gece Havalileri topladı, onlara öğüt ve tavsiyelerde bulundu; en sonunda dedi ki:

"- Bu gece horoz ötmeden biriniz beni inkâr edecek ve birkaç dirheme satacaktır!"

Havariler, İsa'nın (aleyhisselâm) yanından çıkıp dağıldılar. O sırada Yahudiler de onu arıyorlardı. İşte Havarilerden bir münafık Yahudilerle pazarlığa girdi:

"- Ben, Mesih'i size gösterirsem, bana ne vereceksiniz?"

"- Sana otuz dirhem veririz" dediler.

O da, otuz dirhemi aldı ve İsa'nın (aleyhisselâm) yerini gösterdi. Allahü teâlâ da, o münafık Havarî'yi İsa'ya (aleyhisselâm) benzetti. Yahudiler İsâ diye onu yakaladılar. O, ne kadar:

"- Ben, İsa'nın yerini size gösteren adamım!.." dediyse de, onun sözüne aldırmadılar ve götürüp onu astılar. Fakat sonra şüpheye düştüler:

"- Yahu, bu adamın yüzü, İsa'nın yüzüne; vücûdu ise, bizim adamınkine benziyor. Şimdi eğer bu adam İsâ ise, bizim adamımız nerede? Yok eğer bu, bizim adamımız ise, o zaman Isâ nerede?" diye tartıştılar.

Sonra da aralarında büyük kavgalar çıktı.

O şahıs asılınca, Meryem, yanında, İsa'nın (aleyhisselâm) duâsıyla cinnetten şifâ bulmuş bir kadın olduğu hâlde oraya geleli ve ikisi de asılan o adam için ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Yüce Allah, İsa'yı (aleyhisselâm) oraya indirdi; İsâ (aleyhisselâm) onların yanına gelip kendilerinden sordu:

"- Niçin ağlıyorsunuz?"

Onlar da:

"- Senin için ağlıyoruz."

İsâ (aleyhisselâm):

"- Yüce Allah beni onların arasından ref etti ve bana hayırdan başka bir şey olmadı. Bu asılma, onlara yapılan bir benzetmedir" dedi.

Muhammed b. İshak diyor ki:

"Yahudiler, İsâ'nın (aleyhisselâm) gayb âlemine kaldırılmasından sonra Havarilere işkenceler yaptılar. Havarîler, Yahudilerden çok çektiler. Nihayet Yahudilerin yaptıkları, Roma İmparatoru'na ulaştı. O zamanlar Yahudî Hükümdarı da, Roma imparatoruna bağlı bulunuyordu. Roma İmparatoru'na dediler ki:

"- Sana bağlı İsrâiloğullarından bir adam, kendisinin Allah İn elçisi olduğunu ilân etmiş; ölüleri dirilttiğini, anadan doğma körü ve alaca hastasını iyileştirdiğini onlara göstermiş ve daha neler neler yapmış."

İmparator:

"- Ben bunları bilseydim, Yahudilerin ona yaptıklarına müsaade etmezdim!" dedi.

Sonra adamlarını Havarilere göndererek onları Yahudilerin elinden kurtardı ve huzuruna getirtti ve onlara İsâ'yı (aleyhisselâm) sordu.

Havariler de, ona İsâ'yı (aleyhisselâm) anlattılar.

İmparator onları dinlerinde serbest bıraktı. Asılan şahsı asıldığı yerden indirterek ortadan kaldırdı, haç biçimindeki darağacını muhafaza altına aldı ve ona hürmet gösterdi. Sonra da, israil oğullarına karşı savaş açtı ve onlardan çok sayıda insan öldürdü. İşte o târihten itibaren Hıristiyanlık, Roma'ya yerleşti. Sonra İmparator Titus geldi ve İsa'nın (aleyhisselâm) gayb âlemine kaldırılmasından yaklaşık kırk yıl sonra Beytül-Makdisl işgal etti; onun halkını esir aldı ve Beytül-Makdis'de taş üstünde taş bırakmadı. İşte bu sırada Yahudilerden Benî Kurayza ve Benî Nadir kabileleri Hicaz toprağına göç etti."

Tarihçiler diyorlar ki:

Meryem, on üç yaşında iken İsa'ya (aleyhisselâm) hâmile kaldı ve onu, Ureşekm (Terusalem/ Kudüs) toprağında Beytül-Lahim'de, İskender'in Bâbili istilâsından altmış beş yıl sonra doğurdu.

İsâ (aleyhisselâm), otuz yasına girerken Allah (celle celâlühü) ona vahyetti ve otuz üç yaşında iken, beytül-Makdis'de, Ramazan ayında ve bir Kadir gecesinde onu Kendi katına kaldırdı. Annesi Meryem, ondan sonra altı sene yaşadı.

B- "Allah, hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır ."

Allah (celle celâlühü), tuzak kuranların, şer planları yapanların hepsinden daha üstün ve güçlüdür. Hiç umulmadık hâllerde zarar vermeye muktedirdir.

Zamir yerinde (zamir ile ifâde edilmek mümkün iken) lafz-ı celâlin (Allah) zikredilmesi, ilâhî heybeti daha güçlü olarak ifâde etmek içindir.

Âyetin bu cümlesi, mâkabk için bir zeyl mahiyetindedir.

55

"Hani Allah, şöyle demişti:

"- Ey İsâ! Şüphesiz ki Ben seni öldüreceğim ve seni kendime yükselteceğim ve o kâfirlerden temizleyeceğim. Sana uyanları (tabî olanları) kıyamet gününe kadar o kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Banadır. İhtilâfa düştüğünüz konularda aranızda hükmedeceğim."

A- "Hani Allah, şöyle demişti (İz kale'llâhü):

"- Ey İsâ! Şüphesiz ki Ben seni öldüreceğim ."

"- Ey İsâ! Şüphe yok ki, Ben, seni onların katlinden koruyarak, senin için tâyin edilen ecele kadar yaşatacağım ya da seni yeryüzünden alacağım yahut sen uykuda iken seni katıma kaldıracağım!"

Zira rivâyet olunuyor ki, İsâ (aleyhisselâm) uyku hâlinde iken kaldırılmıştır.

İsa'nın semâya refı veya vefatı konusunda muhtelif fikirler vardır:

Şimdilik seni katıma kaldıracağım; gökten yeryüzüne indikten sonra ecekn geldiğinde senin canını alacağım ya da melekût âlemine (gayb âlemine, ruhlar âlemine) yükselmene engel olan şehvetlerini, kötü duygularını öldüreceğim,

Allahü teâlâ, İsa'yı yedi saat ölü olarak bıraktıktan sonra onu semâya kaldırdı. Hıristiyanların görüşü de budur.

Muhammed b. Ahmed el- Endülüsî el- Kurtubî diyor ki:

"Sahih olan görüşe göre, Allah (celle celâlühü), İsa'yı (aleyhisselâm) vefat ve uyku olmaksızın kaldırmıştır. Nitekim Hasen-ı Basrî, İbn-i Zeyd, Muhammed el-l'aberî'nin tercih ettiği görüş de budur. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) gelen sahih rivâyet de böyledir."

Kıssanın aslı şudur:

Yahudiler, İsa'yı öldürmeye azmedince, sayıları on iki kişi olan Havariler bir odada toplandılar. İsâ da, odanın penceresinden onların yanına girdi. Bunu gören İblis, ya da İblis tabiatında bir adam gidip Yahudilere haber verdi. Yahudilerden pek çok atlı, gelip odanın kapısını tuttular.

O anda Mesîh (aleyhisselâm), Havarilere:

"- Hanginiz çıkacak, öldürülecek ve cennette benimle beraber olacak?" dedi. Havalilerden biri:

"- Ben çıkacağım, ey Allah'ın Peygamberi!" dedi.

İsâ (aleyhisselâm) da, kendi yün hırkasını ve yün külahını ona verdi ve asasını da ona uzattı. Bu Havari, Allah (celle celâlühü) tarafından İsa'ya (aleyhisselâm) benzetildi ve dışarı çıkınca Yahudiler tarafından öldürüldü; cesedi de asıldı.

İsa'ya (aleyhisselâm) gelince, Allah (celle celâlühü) ona cemâl ve nûr elbiselerini giydirdi. Nûr, onun yemek ve içmek isteğini kesti. Allah'ın ona:

"- Müteveffîke / seni vefat ettireceğim" demesinin anlamı budur. Çünkü bunun bir anlamı da:

"- Seni kemâle erdireceğim!" dir.

Bundan sonra İsâ (aleyhisselâm), meleklerle beraber uçmaya başladı. Bu hâdiseyi gören İsa'nın ashabı, sonraları onun hakkında üç fırkaya ayrıldılar.

Bir fırka:

"- Allah bizim aramızda idi; sonra semâya yükseldi" dediler. Bunlar, "Yâkûbiyye" fırkasıdır.

Diğer bir fırka da:

"- Allah'ın oğlu aramızda idi; Allah dilediği kadar onu aramızda bıraktı; sonra da kendi katına kaldırdı."dediler. Bunlar da "Nestûrıyyc" fırkasıdır.

Bir diğer fırka da:

"- Allah'ın kulu ve Resulü aramızda idi; Allah dilediği kadar onu aramızda bıraktı; sonra da onu katına aldı" dediler. İşte bunlar da Müslümanlardır.

Sonraları o iki fırka, Müslüman fırkaya karşı gaalıp geldiler ve Müslümanları öldürdüler. Ondan sonra Allah (celle celâlühü), Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderinceye kadar İslâm gizli kaldı.

B- "Ve seni Kendime yükselteceğim ve o kâfirlerden temizleyeceğim . Sana uyanları kıyamet gününe kadar o kâfirlerden üstün kılacağım ."

Yüce Rabbimiz, İsa'ya (aleyhisselâm),

"- Seni hürmetli kıldığım bir âleme, melekler âlemine kaldıracağım." buyurmuştur.

Katâde, Rebî', Şâbî, Mukatıl ve Kelbî diyorlar ki,

"İsa'ya uyanlardan, (ellezîne't-tebeû'ke —" sana ittiba edenler) maksad, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden İsa'yı (aleyhisselâm) tasdik eden ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dinine tabî olanlardır; yoksa onu tekzip eden ve onun hakkında yalan uyduran Hıristiyanlar değildir."

"Ellezîne keferû / O kâfirler" de, İsa'ya tuzak kuranlar ve onların yolundan gidenler, Yahudilerdir. Nitekim Müslümanlar, izzet, kuvvet ve hüccetle onlardan üstündür. Fakat "Üstün kılınanlar"ın kimler olduğu konusunda değişik fikirler ileri sürülmüştür. Şöyleki:

Üstün kılınanlar, Havarilerdir. Bu görüşe göre, Havarilerin üstünlüğü, Müslümanların üstünlüğü anlamına hamledilmek dır; çünkü Havarîler de, İslâm ve tevhidde Müslümanlarla birlik içindedir.

Üstün kılınanlar, Hıristiyanlığı kabul eden Romalılardır.

Üstün kılınanlar, o zamanki Hıristiyanlardır. Günümüz Hırıstiyanlarının İsa'ya (aleyhisselâm) muhabbeti ve uymaları ise, kendi iddialarıdır; hakikatte onlar,

İsa'ya (aleyhisselâm) uymaktan çok uzaktır.

"İlâ yevmi'l-kıyameh / kıyamete kadar" buyrulması, "kıyamette onlar bu zilletten kurtulacaklar" demek değildir; fakat "Müslümanlar, kıyamete kadar onlara gaalib olacaklar; kıyamet günü ise, Allah (celle celâlühü) onlar hakkında ne dilerse onu yapar" demektir.

C- "Sonra dönüşünüz banadır ."

Yani kıyamet günü yeniden hayâta döndürülüp Bana geleceksiniz. Buradaki hasr (ancak Bana) ifâdesi, vaat ve vaîdi (ceza vaadini) tekid içindir.

Âyetteki muhatablar, İsâ ile ona uyanlar ve onu inkâr edenlerdir. Hepsinin muhatab alınması, müjde ve uyarı için daha etkili olması içindir.

Ç- "İhtilâfa düştüğünüz konularda aranızda hükmedeceğim ."

Kıyamet günü Bana döndükten sonra, dünyada din işlerinde anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda Ben hükmedeceğim.

56

"O kâfirlere gelince; dünyada da, âhirette de onlara şiddetli bir azab ile azab edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır."

A- "O kâfirlere gelince ; dünyada da, âhirette de onlara şiddetli bir azab ile azab edeceğim ."

Bu âyet de, kıyamet günü iki fırka arasında verilecek hükmü belirtmekte ve onun keyfiyetini açıklamaktadır. Önce kâfirlerin hâli açıklanıyor. Çünkü kelâm, onları korkutarak küfür ve inattan kendilerini vazgeçirmek içindir.

"Fi'd-dünya ve'l-âhıirati / dünyada ve âhirette" ifâdesinin mânâsı, "dünya azabı da, âhiret azabı da kıyamet günü gerçekleştirilecek ve iki azab da kıyamet günü ihdas edilecek" demek değildir; fakat "dünya ve âhiret azaplarının toplamı o gün tamamlanacak" demektir.

Bir görüşe göre ise, (bu âyetin tefsir ettiği) bundan önceki âyette geçen "merciu'küm / merciiniz "dönüşünüz", dünyevî dönüşü de, uhrevî dönüşü de kapsar.

B- "Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır ."

Onları, her iki cihanda da Allah'ın (celle celâlühü) azabından kurtaracak yardımcıları olmayacaktır. "Yardımcılar" kelimesinin çoğul olarak, "nâsıirîn" şeklinde çoğul varid olması "lehüm / onların" zamirine karşılık olduğu içindir. Yani her birinin hiçbir yardımcısı olmayacaktır.

57

"İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; Allah onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah, zâlimleri sevmez."

A- "İmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince ; Allah, onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir ."

Benim getirdiklerime imân edenler ve mü'minlerin âdeti olduğu üzere sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara da Allahü teâlâ mükâfatlarını eksiksiz olarak verecektir.

Bundan önceki âyette kâfirlerin azabı hakkında mütekellim (birinci şahıs) kipi kullanıldığı hâlde (cezalandıracağım, denmiş iken), burada gaaib kıpı kullanılması (mükâfatlarını tam olarak verecektir, buyrulması), azab va mükâfatın kaynaklarının ayrı ayrı olduklarını zımnen bildirmek içindir. Zira birinin kaynağı Allah'ın celâl sıfatı, diğerinin ise cemal sıfatıdır. "Yüveffîhim / tam olarak verecektir", fiili, bir kırâete göre "nüveffîhim / Biz tam olarak vereceğiz" şeklinde azamet ifâde eden "Biz" kipi ile de okunmuştur.

B- "Allah, zâlimleri sevmez ."

Allahü teâlâ, hiçbir zâlimi sevmez. Bu kinaye ifâdesi, bütün lügatlerde hakikat gibi kullanıldığı için ilâhî kelâmda da kullanılmıştır.

Kâfirlerin zâlim olarak vasıflandırılmaları, onların kendi küfürleri ile, haddi astıklarını ve küfrü, şükür ve imân yerine koyduklarını zımnen bildirmek içindir. (Nitekim daha önce de belirtildiği gibi zulüm, bir şeyi, hakkı olmayan bir yere koymaktır.) Bu cümle, makablinin zeyli ve izahı mahiyetindedir.

58

"(Resûlüm), işte bu sana okuduklarımız âyetlerden ve Zikr-i Hakîm'dendir ."

"Zâlike / işte bu"ndan maksat, İsâ (aleyhisselâm) ile ilgili anlatılanlardır. Bunun âyetteki karşılığı olan "zâlike" kelimesi (daha önce de geçtiği gibi), uzak ve görülen şeyleri işaret için iken, burada kullanılması, işaret edilenin şânının yüceliğini, şerefteki mertebesinin yüksekliğini ve tebliğ ettiği hakikatin gözle görülecek gibi açık olduğunu zımnen göstermek içindir.

"Hakîm" kelimesi, "hikmet dolu, sayısız hikmeti olan" şeklinde tefsir edildiği gibi, "muhkem, çok sağlam veya halel gelmekten güvende olan" şeklinde de tefsir edilebilir. Bundan murad, ya Kur’ân'dır ya da Levh-ı Mahfûz'dur.

59

"Şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah, onu topraktan yarattı sonra ona (Ol!) dedi o da oluverdi."

A- "Şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir ."

İsa'nın (aleyhisselâm) garabet örneği olan ve bundan dolayı misal olarak gösterilen hâli, Allah'ın takdir ve hükmünde Âdem'in (aleyhisselâm), o tartışma ve şüphe götürmez durumu gibidir.

B- "Allah, onu topraktan yarattı sonra ona (Ol!) dedi o da oluverdi ."

Burada İsa'nın doğumu ile Âdem'in yoktan yaradılışı arasındaki benzerlik ortaya konmakta, mübhem ve mücmel kalan taraf vuzuha kavuşturulmaktadır. Âdem'in babasız ve annesiz olarak yaratıldığını kabul eden kimsenin, İsa'nın (aleyhisselâm) babasız yaratıldığını inkâr etmesi akılla bağdaştırılamaz.

Allah Âdem'in (aleyhisselâm) kalıbını topraktan yaratmış, sonra onu beser olarak inşa etmiştir. Nitekim;

" Sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik (insan hâline getirdik)" (Mü'minûn 23/14) buyrulur.

Yahûtta bu ifâde Allah (celle celâlühü), Âdem'i (aleyhisselâm) topraktan yaratmayı takdir, sonra da halkettı, demektir.

Rivâyete göre, Medine'ye gelen Necran heyeti, Resûlüllah'a

"- Sen, niçin bizim efendimize (Hazret-i İsa'ya) hakaret ediyorsun?" dediler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Ben, ona ne diyorum ki? " Onlar:

"- O, şüphesiz bir kuldur; diyorsun." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Evet, o, Allah'ın kulu ve Resulüdür; onu bakire ve kendini tamamen Allah yoluna vermiş olan Meryem'e ulaştırmıştır." dedi.

Bunun üzerine kızdılar ve:

Sen hiç babasız insan gördün ? Şimdi sen, İsa'nın (aleyhisselâm) insanlardan babası olmadığını kabul ettiğine göre, onun babası Allah olmalıdır." dediler.

O zaman Peygamberimiz de:

"- Âdem'in (aleyhisselâm) ne babası, ne de annesi vardı; ama bundan, onun Allah'ın (celle celâlühü) oğlu olduğu sonucu çıkmaz. İşte İsa'nın (aleyhisselâm) durumu da böyledir." buyurdu.

60

"Hak, Rabbindendir . Sakın şüphe edenlerden olma ."

"- Resûlüm! İsâ ve annesi hakkında sana anlattıklarımız haktır ve Rabbindendir."

Burada Rab unvanının kullanılması ve muhatap zamirine izafe edilmesi (Rabbindenelir, denmesi),

hem Peygamberimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrif;

hem de hakkı ve gerçeği dile getiren bu âyetlerin indirilmesinin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bakımından bir ilâhî terbiye ve lütuf olduğunu zımnen bildirmek içindir.

"Felâ tekün mine'l-mümterîn / Sakın şüphecilerden olma!" hitabı,

1- Ya Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Buna göre (Peygamberimizde şüphe olmadığı hâlde) bu hitap, ilâhî duygularını tahrik etmek, sebatını kuvvetlendirmek ve bir de şu önemli noktayı bildirmek içindir:

Bu gerçekler hakkında şüpheye düşmenin sakıncası o kadar büyüktür kı kendisinden böyle bir şüphe sâdır olması mümkün olmayan zâtın dahi, bu şüpheden nehyedilmesi lazımdır. Şu hâkle gerçekten şüphe edenlerin durumu acaba nasıl olur?

2- Ya da bu hitab, muhatab olmak ehliyetini taşıyan herkes içindir.

61

"(Resûlüm), sana gelen bunca ilimden sonra kim seninle tartışmaya kalkışırsa artık onlara de ki :

Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım; sonra da duâ edelim de Allah'ın lâ'netinin yalancılar üzerine olmasını ekleyelim ."

Daha mufassal bir ifâdeyle:

"Resûlüm! Herkesin sana inanmasını gerektiren bu kesin belgeler ve kanıtlar geldikten, o Necranlı hristiyanları da bunları senden dinledikten sonra, İsâ ile annesi (aleyhisselâm) hakkında Allah (celle celâlühü) tarafından anlatılanları yalanlayarak yine de seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki:

"- Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı; bizleri ve sizleri çağıralım, yani her birimiz ve her biriniz kendi nefsi ile beraber, ailesinden kendisi için en aziz, kalben en yakın olanları çağırsın; sonra da duâ edelim, Allah'ın (celle celâlühü) lâ'netinin yalancılar üzerine olmasını dileyelim." 48

48 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından Necran'da yerleşmiş bulunan Hıristiyan halkı tevhid dinine davet için Necran keşişlerine Hicrî 8. ve 9. yılları arasında mektup yazılmıştı. İşte bu mektub üzerine Necran Hıristiyan]arı Medine'ye 60 kişilik bir heyet gönderdiler. Heyet başkanı Ebû Harise b. Alkame adk bir papazdı. Abdü'l-Mesîh adlı diğer bir rahib de onun yardımcısıydı. İpekli elbise (bürd-i yemanî)ler içinde ve gösterişk tavıriada Mescid-i Nebî'ye giren Necrankîar doğuya yönelerek ibâdet ettiler. Fakat ancak ertesi günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşabildiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara yeni dinin temel ilkelerini anlattı ve sonunda kendilerini İslâm'a çağırdı. Görüşme, tartışmaya dönüştü, Necranlılar, soruyorlardı:

Âyette yalnız oğullar zikredilmiştir. Çünkü onlar için oğullar, kızlardan daha azizdir. Kadınların onlar için değerli ve onların kadınlara bağlık İdari ise, ancak başka cihettendir.

Mübahale için yapılan çağrıda oğullar ve kadınlar, nefislere takdim edilmiştir. Oysa mübahale (lâ'net dileme)de helâk edici maddelerdendir, onda da helâk olma ihtimali vardır. Tabiî ahvâlde kişi, ailesi için kendini tehlikeye atar ve onları korumak için savaşır; böyle iken bu bedduada onların öne sürülmesi, Peygamberimiz'in, kendi haklılığına olan sonsuz güvenini ve kendi ailesine hiçbir kötülük isabet etmeyeceğine olan kesin inancını zımnen bildirmek içindir. İşte beddua için meydan okumada, Peygamberimiz'in muhatablara takdim edilmesinin sırrı da budur.

Rivâyet olunuyor ki, Necran heyeti mülâaneye davet edilince:

"- Biz, gidip aramızda bir görüşelim, ondan sonra kararımızı bildiririz." dediler.

Yalnız kaldıklarında, reislerine sordular: "Ya Abde'l-Mesîh ne dersin (ma terâ)?" Reisleri:

"- Ey Hıristiyan cemaati ! Vallahi, siz de şüphesiz biliyorsunuz ki Muhammed, Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir Peygamber dir ve o, hakikaten Peygamberi (sahibi)niz (İsâ) hakkında da gerçek bilgiler verdi. Vallahi, târih boyunca hangi kavım, bir Peygamberle mübahaleye girmişse, o kavmin büyükleri yaşamamış ve küçükleri de büyümemiştir. Vallahi, siz de bunu yaparsanız, muhakkak helâk olursunuz. Eğer siz illâ dininizi, eski hâlinizi korumak istiyorsanız, bu adamla vedalaşm da (fevadiu'r-racüle), kendi ülkenize dönün !" dedi.

" - İsa'nın (aleyhisselâm) babası Allah değilse kimdir?"

Âl-i İmran (3) sûresinin pek çok âyeti bu münasebetle indi. Necranklar gerçeği görmek istemiyorlardı. Akıl ve mantiğa hitab ederek onları hak yola çekmek mümkün olmadığı anlaşılıyordu. Tek yol vardı. Bu da Âl-i İmran (3) sûresinin 61. âyetinde ifâdesini bulan mübahale veya mülâane idi. Bu, haksız olanın boynuna lâ'net halkasının geçmesi dileğinde bulunmak demekti. Resûlüllah bu âyette şekillenen ilâhî irade uyarınca onları mübahaleye çağırdı. Önce teklifi müsaid karşılayan Necranklar, sonra bundan korku ve pişmanlık duydular.

Bunun üzerine Necran heyeti, Resûlüllah'a yöneldiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hüseyin'i kucağına almış, Hasen'nın da elinden tutmuş onlara doğru geliyordu; Fatıma (radıyallahü anha) ve Ali (radıyallahü anh) de onu takib ediyorlardı.

Peygamberimiz, ailesine:

"- Ben duâ ettiğim zaman, siz de âmîn! deyin!" buyurdu. Necran heyeti, durumu görünce, rahibleri dedi ki:

"- Ey Hıristiyan cemaati! Yemin olsun; ben öyle yüzler görüyorum ki, eğer onlar, Allah'tan bir dağı yerinden kaldırmasını dileseler, Allah muhakkak kaldırır. Onun için siz sakın, mübahaleye girmeyin; yoksa helâk olursunuz ve hattâ kıyamete kadar yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz."

O zaman Necran heyeti:

"- Ya Ebe'i- Kasım! Biz şuna karar verdik ki seninle mübahaleye girmeyeceğiz. Sen kendi dininde kal; biz de kendi dinimizde kalalım!" dediler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"- Siz eğer mübahaleye girmekten kaçınıyorsanız, o zaman gelin, Müslüman olun; Müslümanlar için lehte ve aleyhte sabit olan bütün hak ve mükellefiyetler sizin için de aynen sabit olur." buyurdu.

Fakat yine de onlar Müslüman olmayı kabul etmediler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- O zaman ben de sizinle savaşırım" buyurdu. Onlar:

"- Biz, Araplarla savaşanlayız; fakat seninle bir sulh andlasması yapalım; sen, bize karşı savaşma, bizi tehdid etme ve bizi dinimizden döndürme; biz de her yıl sana, bini Safer ayında, bini de Receb ayında olmak üzere iki bin takım elbise teslim edelim. Ayrıca otuz adet de demir zırh verelim." dediler.

Bu şartlarla bir sulh andlasması yapan. Resûlüllah, daha sonra şöyle buyurdu:

"- Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, helâk, Necranklar üzerine sarkmıştı. Eğer onlar bu mübahaleye katılmış olsalardı, maymun ve domuz şekline dönüştürüleceklerdi (mesholunacaklar); bu vadi, onlar üzerine ateş püskürecekti; Allah Necran halkının kökünü kaziyacakti; ağaçların tepesindeki kuşlar bile kurtulamayacaktı; bir sene geçmeden bütün Hıristiyanlar helâk olacaktı."

62

"İşte onun hakkındaki gerçek kıssa budur . Allah'tan başka bir ilâh yoktur . Şüphesiz ki Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir ."

Hiç şüphe yok ki, İsâ ile annesi hakkında ancak bu âyetlerde anlatılanlar doğru haberlerdir; bunun dışındakiler Hıristiyanların uydurduğu yalanlardır.

"Vema min ilâhin illa'llâh / Allahtan başka bir ilâh yoktur." cümlesindeki, istiğrak (hiçbir) mânâsı ifâde eden "min" harfi kullanılması, teslis inancına karşı reddin tekidi içindir.

Her şeye muktedir olan ve hikmeti her şeyi kaplayan ancak Allah'tır; kudret ve hikmette hiçbir ortağı yoktur ki, ülûhiyette ortağı olsun,

63

"Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah, müfsidleri biîir ."

Eğer onlar, bunca açık ve parlak delil ve belgeleri gördükten sonra yine de sana anlattığımız tevhidden ve hakkı kabulden yüz çevirirlerse, şüphe yok ki, Allah onları bilir.

Onların "müfsıcl :/ bozguncu" olarak vasıflandırılmaları sunu gösterir kı:

"Delil ve belgeler açık seçik ortaya konduktan sonra yine de tevhidden ve kaçınılmaz haktan yüz çevirmek, âlemi ifsattan başka bir şey değildir."

Bu âyet, onlar için apaçık ağır bir ceza va'elidir.

64

"(Resûlüm) de ki:

"- Ey Ehl-i Kitab! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin:

Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim;

O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım;

Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmeyelim. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse deyiniz kı:

"- Şâhid olun, biz gerçekten Müslümanlarız."

A- "(Resûlüm) de kı (Kul):

"- Ey Ehl-i Kitab ! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin :

Allah'tan başkasına kulluk etmeyekm ;

O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ;

Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmesin ."

Ehl-i Kitab'ı ilgilendiren bu emir, bazılarına göre Necran heyetine bazılarına göre de, Medine Yahudilerine hitab ve onları bütün Peygamberler ve semavî kitablar arasında müşterek olan bir söze çağırır. Şöyle ki:

İbâdetimizi yalnız Allah'a tahsis edelim; ibâdette O'na başkasını ortak kılmayalım ve başkasını ibâdete ehil görmeyelim; 49

49 İslâm'ın kendi dışındaki dinlerle diyaloga girmesi için Kur’ânın öngördüğü ilk şart budur.

"Uzeyir, Allah'ın oğludur; Mesih, Allah'ın oğludur" demek, tahrım ve tahlilde (haram ve helâl kılmakda) Yahudî ulemâsının sözlerine uymak suretiyle kimimiz kimimizi Allah'ın yanı sıra ilâhlar edinmeyelim! Çünkü onlar da, bizim gibi beşerdir.

Rivâyete göre;

" Onlar (Yahudiler) bilim adamlarını (hibr veya habr), (Hıristiyanlar) rahiblerinı (ruhban) Allah'tan başka Rabbler edindiler." (Tevbe 9/31) âyet-i kerîmesi nâzıl olunca;

Adiyy b. Hâtem, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Ya Resûlallah! Biz o rabiblere tapmıyorduk ki..." dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz sordu:

"- Pekiyi, bir şeyin helâl veya haram olduğunu onlar sizin için tesbit etmiyorlar mıydı ve siz de onların bu sözlerini tutmuyor muydunuz?"

Adiyy:

"Evet, öyle!.." dedi.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"İşte o, budur" buyurdu.  

B- "Eğer onlar yine yüz çevirirlerse deyiniz ki

"- Şâhid olun biz gerçekten Müslümanlarız ."

Resûlüm, eğer onlar yine de, senin kendilerini davet ettiğin tevhıdden ve şirki terkten yüz çevirirlerse, o zaman sen ve mü'minler onlara deyin ki;

"Hüccetlerimiz sizi ilzam etmiştir; şimdi artık,

- ya sizin değil, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuzu kabul edin;

- ya da ilâhi Kitabların ifâde ettikleri ve bütün Peygamberlerin üzerinde mutabık kaldıkları gerçekleri inkâr ettiğinizi kabul edin!"

Tenbih:

Bu kıssada, irşadda gözetilen mükemmeliyet ve hüccet beyanındaki güzellik son derece şayan-ı dikkattir:

Resûlüllah

Önce İsa'nın ahvâlini ve onun hayatındaki değişik aşamaları anlatarak onun bir ilâh olmadığını;

Allah'ın kulu ve Resulü olarak nasıl insanları tevhide ve İslâm'a davet ettiğini ortaya koyuyor;

Sonra Necran heyetince hakikat anlaşıldığı hâlde inkârı sürdürmeleri sebebiyle onları mübahale veya mülâaneye davet ettiğini;

Onlar yine haktan yüz çevirip bazı şartlarla sulh andlaşmasina boyun eğince, bu sefer de onları, bütün Peygamberlerle kutsal Kitabların üzerinde ittifak ettikleri ortak bir söze çağırdığını belirtiyor;

Bunların hiçbir fayda sağlamadığı ortaya çıktığında da Allah'ın emri gereğince, onlara:

"- Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız!" beyânı ile tartışmaya son veriyor."

65

"Ey Ehl-i Kitab! Niçin İbrâhîm hakkında tartışıyorsunuz ? Ovsa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir Hiç akletmez misiniz ?"

Yahudiler ve Hıristiyanlar, ibrâhim (aleyhisselâm) dini ve şeriati hakkında tartıştılar; her iki fırka da, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kendilerinden olduğunu ıddıâ ettiler ve murafaa için Resûlukah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) başvurdular, işte bunum üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani ;

"- Ey Ehl-i Kitab olan Yahudiler ve Hıristiyanlar! Ne diye İbrâhîm (aleyhisselâm) dini ve şeraiti hakkında tartışıyorsunuz ve onun sizden olduğunu iddia ediyorsunuz? Oysa Tevrat, Mûsa'ya (aleyhisselâm) ve İncil de İsa'ya (aleyhisselâm) ancak ondan sonra indirilmiştir. Nitekim İbrâhim (aleyhisselâm) ile Mûsa (aleyhisselâm) ve Mûsa (aleyhisselâm) ile İsâ (aleyhisselâm) arasında biner senelik bir zaman fasılası vardır. Niçin bu söylediklerinizin bâtıl olduğunu aldetmîyorsunuz? Yahut siz bunu söylerken, hiç düşünmüyor musunuz?"

66

"İşte siz böylesiniz; haydi hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışıyorsunuz; fakat hiç bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir; siz bilmezsiniz."

A- "İşte siz böylesiniz ; haydi hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışıyorsunuz ; fakat hiç bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz ?"

"- Siz ne anlayışsız ve gaafil insanlarsınız; haydi Tevrat'ta ve İncil'den edindiğiniz biraz bilgi ile bir konuda tartışıyorsunuz fakat hiç bilgi sahibi olmadığmz konuda nasıl fikir yürütüyorsunuz? Çünkü ne Tevrat'ta, ne de İncil'de İbrâhîm'in dini zikredilmemiştir.

Bir görüşe göre "hâ" harfi, taaccüp istifhamı içindir. Yani ha siz o kimseler misiniz ki...

B- "Allah, bilir ; siz bilmezsiniz ."

Yani Allah sizin tar üş tığınız konuyu bilir, yahut Allah her şeyi bilir ve sizin tartıştığınız konu da öncelikle buna dahildir.

67

"İbrâhim, Yahudî de Hıristiyan da değildi- Fakat o, muvahhid (tek Tanrıya inanan) bir Müslüman idi. O, hiçbir zaman müşriklerden de olmadı."

A- "İbrâhim, Yahudî de Hıristiyan da değildi . Fakat o, muvahhid (tek Tanrıya inanan) bir Müslüman idi ."

"Müslim" kelimesi, Allah'a (celle celâlühü) karşı teskmiyet içinde olan ve O'nun emirlerine boyun eğen kimse demektir yoksa İbrâhîm'in (aleyhisselâm) İslâm dini üzere olduğu anlamında değildir. Zira böyle olsa, Yahudiler ve Hıristiyan lafa terettüb eden ilzam, bizim için de söz konusu olur. (Nitekim yukarıda belirtildi ki, İbrâhîm'in dininin inanç ve prensipleri ilâhî Kitablarda beyân edilmiş; fakat isim olarak, semavî dinlerin hiçbirinin ismi ile zikredikmemiş-tir.)

B- "O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı ."

Bu ifâde, onların "Uzeyir, Allah'ın oğludur. Mesîh, Allah'ın oğludur" demeleri sebebiyle onların müşrik olduklarına bir tarizdir. Bir de, müşriklerin, İbrâhim (aleyhisselâm) dininden oldukları şeklindeki iddialarım reddeder.

68

"Şüphesiz İbrâhîm'e en yakın (evlâ) insanlar, ona uyanlar ; bu Peygamber ; bir de ona imân edenlerdir . Allah da mü'minlerin velîsidır ."

İbrâhîm'e (aleyhisselâm) imân edenler, hem o zaman inananlar hem de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetidir. Çünkü İslâm, şer'î hükümlerin çoğunda temel prensip olarak, İbrâhîm'e (aleyhisselâm) muvafık düşer.

Allah (celle celâlühü), mü'minlerin yardımcısıdır ve onları imânlarına karşılık güzelce ödüllenekrecektir. Burada özellikle mü'minlerin zikredilmesi, nihaî hâkimiyet ve zaferin Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ait olduğunu, nass delaletiyle tesbit etmek içindir.

69

"Ehl-i Kitab'tan bir zümre (taife) sizi saptırmak (idlâl) arzu ederler . Fakat onlar ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar ."

Bu âyet, Yahudilerin, Huz ey fe b. Yeman, Ammar b. Yasir ve Muaz b. Cebel'i kendi dinlerini kabule davet ettikleri zaman inmiştir.

"Vema yudıillûne illâ enfüsehüm / Fakat onlar ancak kendilerini saptırırlar" cümlesi, adları geçenlerin, İslâm dinindeki derinlik (kcmâl-i rüsûh)lerini ve sebatlarını bildirmek için zikredilmiştir. Yani Yahudilerin bu saptırma çabası, kendilerini aşmaz ve onun vebali, kendilerine döner. Onların bu sebeble azabı artar. Fakat onlar, bunun farkında ve şuurunda değillerdir.

70

"Ey Ehl-i Kitab ! Niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz ; gerçeği gördüğünüz hâlde ."

"- Siz, ey Kitab Ehli! Tevrat ve İncil'de yer alan ve Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetine delâlet eden Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Oysa siz, bunların Allah'ın âyetleri olduğunu görüyor ve biliyorsunuz."

Yahut;

"- Siz, ey Kitab Ehli! Kur’ân'ı neden inkâr ediyorsunuz? Oysa onun vasıflarını her iki kitab ta da görüyorsunuz veya mucizelerle onun hak olduğunu biliyorsunuz."

71

"Ey Ehl-i Kitab! Niçin hakkı bâtıl ile telbis ve hakkı ketmediyorsunuz; kendiniz bildiğiniz hâlde ?"

"- Siz, ey Kitab Ehli! Neden Allah'ın (celle celâlühü) Kıtabı'nda tahrifat yaparak batili hak suretinde gösteriyorsunuz? Niçin hakka bâtılı karıştırıyorsunuz?"

Yahut;

"- Hak ile bâtılı birbirinden ayırmak için neden gereken gayreti göstermiyor, kusurlu hareket ediyorsunuz? Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarını ve Peygamberliğini neden gizliyorsunuz? Oysa kendiniz bunun hak olduğunu biliyorsunuz."

72

"Ehl-i Kitab'tan bir zümre dedi ki :

"- Mü'minlere indirilene günün başında imân ve âhıirinde inkâr edin! ! Belki onlar da dönerler ."

Bunu söyleyen zümre (taife), onların reisleri ve çevrelerini ifsad edenlerdi.. Yani bu güruh kendi çevrelerine dediler ki;

"- Müslümanlara indirilmiş olan. Kur’ân'a gündüzün başında, sabahleyin, imân ettiğinizi; gündüzün sonunda, akşamleyin de inkâr ettiğinizi açıklayın. Böylece ilk başta düşünmeden imân ettiğinizi ve sonra düşününce, ilk görüşünüzün yanlış olduğunu anlayıp bundan dolayı ondan döndüğünüzü onlara gösterin. Belki böylece onlar da, sizin döndüğünüz gibi, Kur’ân'a imândan dönerler."

"Taife" den murad;

1- Bir kavle göre Yahudilerden Kâ'b b. Eşref ve Malik b. el-Sayf'dır. Bunlar, Kıble tahvil edilince (değiştirilince), kendi adamlarına dediler ki;

"- Müslümanlara indirilen Kâ'bc'ye doğru namaz kılma emrine imân ettiğinizi günün başında açıklayın ve Kâ'bc'ye doğru namaz kılın, sonra akşamleyin de Kudüs'teki el-Sahra'ya doğru namaz kılın! Belki Müslümanlar: "Bunlar, bizden daha iyi biliyor ve onlar, döndüler" derler de, kendileri de dönerler."

2- Diğer bir kavle göre ise, Hayber Yahudi ulemâsından on iki kişidir. Bunlar, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabı'ın onun hakkında şüpheye düşürmek amacıyla, günün başında islâm'a girmek ve günün sonunda da:

"- Biz Kitabımıza baktık ve âlimlerimize danıştık; fakat Muhammed'de, Tevrat'ta gördüğümüz vasıfları bulamadık!" demek için kendi aralarında ittifak etmişlerdi.

73

"Kendi dininize tabî olandan başkasına inanmayın."

(Resûlüm), onlara de ki: "- Hidâyet (doğru yol), Allah'ın yoludur." (Yahudiler kendi aralarında şöyle dediler:)

"- Size verilenin misli (bir benzeri)nin başkasına da verildiğine yahut Rabbinizin katında sizin aleyhinize deliller getireceklerine inanmayın."

(Resûlüm) de ki:

"- Şüphesiz ki fadl (lütuf ve ihsan) / Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah rahmeti geniş olandır (Vâsi'), her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın ."

"- Siz Yahudi dindaşlarınız dışında, Kur’ân'ın ve Muhammed'in hak olduğu yolunda kimseye bir açıklama yapmayın!"

Yahut;

"- Siz, günün başındaki imânınızı, yalnız daha önce sizin dininizden olup da sonra islâmiyeti seçenlere açıklayın. Çünkü onların İslâm'dan dönmeleri ihtimali daha kuvvetlidir ve onların dönmeleri bizim için daha önemlidir."

B- "(Resûlüm) onlara de ki (Kul):

"- Hidâyet (doğru yol), Allah'ın yoludur ."

Allah kimi dilerse, ona imân ve hidâyet nasib eder; imânda da sebat verir.

C- "(Yahudiler kendi aralarında şöyle dediler:)

"- Size verilenin misli (bir benzeri)nin başkasına da verildiğine yahut Rabbinizin katında sizin aleyhinize deliller getireceklerine inanmayın ."

(Resûlüm.) de ki (Kul):

"- Şüphesiz ki fadl (lütuf ve ihsan), Allah'ın elindedir . Onu dilediğine verir . Allah, rahmeti geniş olandır (Vâsi'), her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir ."

Resûlüm! O Yahudilere de ki:

"- Bütün bunları tasarlamanız ve söylemeniz, Peygamberliğin Benî İsrail kavminden başkasına verilmesini çekemediğiniz; gerçeği bildiğiniz hâlde gizlemeniz de mü'minlerin onu, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanmalarından korktuğunuz içindir."

Yahut;

"- Peygamberliğin, sizden başkasına da verilebileceği gerçeğini, yalnız kendi taraftarlarınıza açıklayın; bunu Müslümanlara ifşa etmeyin ki, onların sebatı daha da kuvvetlenmesin ve müşriklere de anlatmayın ki, onlar, İslâm'a meyletmesin."

"En yü'tâ / verildiğini" cümlesi, "ân yü'tâ" şeklinde takrıî (kınama) istifham olarak da okunmuştur. Bu takdirde anlam şöyle olur:

"- Siz Yahudiler, bütün bunları, peygamberlik sizden başkasına verildi diye mi yapıyorsunuz?"

Mezkûr cümledeki "en" harfi, bir diğer kırâete göre, olumsuzluk mânâsı ifâde eden "in" olarak da okunmuştur. Bu takdirde bu âyet de, anılan taifenin sözlerinden olur. Yani o taife şöyle demiş olur:

"- Sizin dininize uymuş olanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın. Siz Isrâiloğullarına verilen peygamberliğin benzerinin başka bir millete verildiğine, yahut o Müslümanların Rabbiniz katında size karşı delil getireceklerine de inanmayın!"

"Hidâyet, Allah'ın yoludur" cümlesi bir itiraz (ara) cümlesi olup o Yahudilerin hilelerinin, kendileri için bir fayda sağlamadığını belirtir.

"Şüphesiz ki fadl, Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, Vâsi'dir, A'lîm'dir" cümleleri de pek açık bir hüccet olarak onların iddialarını red ve iptal eder.

74

"Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder . Allah, büyük fadl sahibidir ."

Bu iki cümle, makabli için zeyl olup onların mânâlarını ikmal ve itmam eder.

75

"Ehl-i Kitab'tan öylesi vardır ki yüklerle (altın) emanet etsen onu sana eksiksiz geri verir; öylesi de vardır ki ona bir dinar emanet etsen onu sana geri vermez; meğer ki tepesine dikilip durasın!.. Bu şüphesiz onların:

"- Ummîlere karşı bizi sorumlu tutacak bir yol yoktur!" demelerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylüyorlar."

A- "Ehl-i Kitab'tan öylesi vardır ki yüklerle (altin) emanet etsen onu sana eksiksiz geri verir."

Daha önce Yahudilerin dindeki hiyanetleri beyân edilmişti. Şimdi burada da onların maldaki hiyanetleri belirtiliyor. Kitab Ehli'nden öyleleri vardır ki, kendisine külliyetli miktarda mal veya para emanet etsen, onu eksiksiz olarak sana iade eder. Abdullah b. Selam gibi. Nitekim bir Kureyşli, ona bin iki yüz ukiyye altın emanet etmiş ve o da onu eksiksiz olarak kendisine iade etmişti. { 1 ukiyye/12 dirhem. 1 dirhem / 31 dgr.}

B- "Öylesi de vardır ki ona bir dinar emanet etsen sana onu geri vermez ; meğer ki tepesine dikilip durasın !.."

Nitekim lünhas b. Âzûrâ adındaki Yahudiye Kureyş'ten biri, bir dinar emanet vermiş ve o da bunu inkâr etmişti.

Bir kavle göre de, burada kendilerine külliyetli mal emanet edilenler, Hıristiyanlardır. Çünkü o zamanın Hıristiyanları, genellikle emin idiler. Az bir malda bile hiyanet edenler Yahudilerdi. Çünkü Yahudilerde genellikle gözlenen hiyanettir.

Bu âyet, alacağını dâva yoluyla takib ve isbat sadedinde şahit dinletmek isteyen alacaklının durumunun mübalağalı biçimde ifadesidir.

C- "Bu şüphesiz onların :

"- Ummîlere karşı bizi sorumlu tutacak bir yol yoktur!" demelerindendir ."

Yahudilerin hukuk tanımayan bu tavırları, bu yanlış inançlarından kaynaklanmaktadır.

Uzaktaki eşyayı işaret eden "zâlike" kelimesinin kullanılması da, onların şer ve fesatta çok ileri gittiklerini zımnen belirtmek içindir.

Ç- "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylüyorlar ."

Onlar bunu iddia etmekle, bile bile Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan söylüyor ve iftira ediyorlar. Şüphesiz ki onlar kâzib ve müfteridirler. Onlar, kendilerinden haklarını isteyenlere zulmetmişler, bunu da helâl görmüşler ve:

"- Tevrat'ta onların hukuku hakkında bir yasak konmamıştır" demişlerdir.

Bir kavle göre de, Yahudiler, Kureyş'ten bazı kimseleri ücretle çalıştırdılar. Sonra o Kureyslıler Müslüman oldular. Yahudilerden haklarını isteyince, onlar:

"- Dininizi bıraktığınızdan sizin hakkınız düştü" dediler ve kendi Kitablarında böyle yazdığını söylediler.

Resûlüllah'dan rivâyet olunduğuna göte, bu âyet nazil olduğunda kendileri şöyle buyurmuştur:

"- Allah'ın düşmanları yalan söylediler ; câhiliyyede ne varsa hepsi ayaklarımın altındadır (ma min şey'in fi'l-cahiliyyeti illâ vehüve tahte kademi); ancak emanet müstesna ; bu itibârla iyinin de, kötünün de emaneti kendisine iade edilmelidir."

76

"Hayır, öyle değil (Belâ)! Kim ahdine vefa eder ve sakınırsa Allah, şüphesiz sakınanları sever ."

Bu âyet, Yahudilerin reddettiklerini isbat eder. Daha açık bir deyişle onlar, kendi dinlerinden olmasa da, başkasının haklarından sorumludurlar. Bu istinaf cümlesi, "hayır!" kelimesiyle zımnen bildirilen mânâyı açıklar. Âyet, her işin temelinin takva olduğunu vurgular. Bu takva, ahde vefayı, vâciblerı ifâyı, yasaklardan sakınmayı ve diğer hususları kapsar.

77

"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında satanlar var ya ; işte âhıirette onlar için bir nasib yoktur. Allah, onlarla konuşmayacak ; kıyamet günü onlara nazar etmeyecek ve onları arındırmayacaktır. Ve onlar için acı bir azab vardır."

Resûlüllah'a imân ve emanetlere vefa için Allah'a verdikleri sözü (ahdi) ve:

"- Vallahi, biz mutlak ve muhakkak ona imân ve yardım edeceğiz!" şeklindeki yemini az bir dünyalık karşılığında satanlar var ya;

işte onlar için âhiret nimetlerinden hiçbir nasib yoktur. Kıyamet gününde de Allah, kendileriyle konuşmayacak, onları sevindirecek bir söz söylemeyecek, o hesap gününde meleklerden sadece soru, ayıplama ve azarlama işiteceklerdir.

yahut onlar, kıyamet gününde Allah'ın (celle celâlühü) kelimeler ve âyetlerinden faydalanmayacaklardır.

Zahirde bu ifâde, Allah'ın şiddetli öfkesinden ve gazabından -ondan Allah'a sığınırız- kinayedir. Çünkü bu cümleden sonraki "velâ yanzuru ileyhim — onlara nazar etmeyecek veya onların yüzüne bakmayacak"

ifâdesinden de bu anlaşılır. Zira bu cümlede, onlara buğz ve onları tahkir anlamı içeren bir mecaz vardır. Çünkü değer verilen bir kimsenin yüzüne bakılır. Ancak bu ifâde, bakma olmasa da, itibâr ve ihsan mânâsı ifâde etmek üzere de kullanılmış olabilir. Bununla beraber ihsan bir yana yüzüne hiç bakılmayacak kimseler için de kullanılmış olabilir.

Fakat şurası da bir gerçek ki bu cümle, pek korkunç bir vaîd (ceza vaadi) anlamı taşır.

Allah, onları hayırla anmayacak veya onları günahların kirlerinden armdırmayacaktır. İşledikleri günahların cezası olarak onlar için dayanılmaz bir azab vardır.

Bir görüşe göre, bu âyet-ı kerîme, Ebû Rafı, Lübâbe b. Ebi'l- Hakîk ve Huy ey b. Ahtab adlarındaki Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu Yahudiler, aldıkları rüşvete karşılık Tevrat'ı tahrif etmiş ve Resûlüllah'ın vasıflarını değiştirmişlerdir.

Bir görüşe göre de, bu âyet, Eş'as b. Kays hakkında nazil olmuştur. Eş'as ile bir adam arasında bir kuyu ihtilâfı çıkmış. Bunlar, uyuşmazlığın hâili için Resûlüllah'a başvurmuşlar. Peygamber, Eş'as' a:

"- Ya sen iki şahit getireceksin, ya da bu adam yemin edecek" buyurdu. Eş'as:

"- O zaman bu adam hiç aldırmadan yemin eder" dedi. Peygamber’-

"Bir kimse, bir malı elde etmek için yalan yere yemin ederse, o tacirdir; kıyamet günü Allah'ın huzuruna çıktığında Allah, ona öfkeli (ğadban) olacaktır."

{İslâm hukukunda genel bir kural olarak, davacıya iki şahit, dâvâlıya yemin düşer. Dâvâcı, iki şahit dinletmek zorundadır; şahit getiremezse, dâvâlıya yemin teveccüh eder.}

Bir görüşe göre de, bu âyet, pazarda bir malı değerinden yüksek bir fiyata satmak için yalan yere yemin ederek sermayesini yüksek gösteren buta cır hakkında nazil olmuştur.

78

"Ehl-i Kitab'tan öyle bir firka vardır ki siz onu Kitab'tan sanasınız diye Kitab'ı dillerini eğip bükerek okurlar. Oysa o, Kitab'tan değildir.

Ve "- O, Allah, katından!" derler. Oysa o, Allah katından değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylüyorlar."

A- "Ehl-i Kitab'tan öyle bir fırka vardır ki siz onu Kitab'tan sanasınız diye Kitab'ı dillerini eğip bükerek okurlar . Oysa o, Kitab'tan değildir ."

Yahudilerden Kâ'b b. Eşref, Malik b. Sayf ve benzerleri okuduklarını Tevrat'tan sanasınız diye dillerini eğip bükerek okurlar. Tahrif ettiklerini gerçekten Tevrat âyetleri gibi göstermeye çalışırlar. Halbuki okudukları, gerçekte Tevrat'tan olmadığı gibi, kendi inançlarına göre de Tevrat'tan değilidır.

B- "Ve:

"- O, Allah katından!" derler . Oysa o, Allah katından değildir ."

O Yahudiler, dillerini eğip bükerek okudukları muharref âyetler için, kapalı ve tariz yoluyla değil, açık olarak:

"- Bu, Allah katından indirilmiştir" derler.

Oysa okudukları, kendi inançlarına göre de Allah katından değildir.

Bu âyet-i kerîme, görüldüğü gibi onları ağır bir şekilde ayıplamakta, yaptıklarını kınamakta ve onların cür'etlerini yüzlerine vurmaktadır.

İsm-i celilin (Allah) ve Kitab kelimesinin zamir makamında açık olarak zikredilmeleri, cüret ettikleri sözlerin korkunçluğunu zımnen ifâde etmek içindir.

C- "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylüyorlar ."

Onlar da Allahü teâlâ adına yalan söylediklerini ve O'na iftira ettiklerim elbette biliyorlardı. Bu ifâde, onların Allah (celle celâlühü) adına yalan söylediklerini ve bunu taammüden yaptıklarının telddidir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre:

"- Bu âyete konu olan bir grup Yahudî Kâ'b b. Eşrefe gelmişler, Tevrat'ı bozarak bir kitab yazmışlar ve bu kitabta Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfatlarını değiştirmişler. Sonra Benî Kurayza da, onların yazdıklarını almışlar ve ellerinde bulunan Tevrat'a karıştırmışlar."

79

"Allah bir insana Kitab, hikmet ve nübüvvet versin de sonra o, insanlara dönüp:

"- Allah'ı bırakıp da bana kul olun!" desin yakışmaz. Velâkin o:

"- Ta'Um ve tedris ettiğiniz (öğrettiğiniz ve okuduğunuz) Kitab'a uygun rabbanî (kendini Rabba adamış kimse)ler olun!" der.

A- "Allah, bir insana Kitab, hikmet ve nübüvvet versin de sonra o, insanlara dönüp :

"- Allah'ı bırakıp da bana kul olun !" desin yakışmaz."

Bu âyet-i kerîme, Kitab Ehli'nin, Peygamberlere yaptıkları bir iftirayı dile getirmektedir. Nitekim Necran Hıristiyanları demişlerdi ki:

"- İsâ bize onu ilâh edinmemizi emretmiştir." Hâşâ, İsâ (aleyhisselâm), bunu asla emretmemiştir.

Görüldüğü gibi daha önce onların Allah'a (celle celâlühü) yaptıkları iftira ve o iftiranın iptak zikredilmişti; şimdi bu âyetle, onların İsa'ya yaptıkları iftira reddediliyor.

"Beşer" kelimesi de, bu hükmün illet ve sebebini zımnen açıklıyor. Çünkü İsa'nın beşer olması, o kâfirlerin kendisine isnat ettikleri emre münâfidir. Yani hiçbir beşer, Allahü teâlâ kendisine, hakkı açıklayan, tevhidi, emreden ve şirki yasaklayan Kitab, hikmet (ilâhî sünneti anlayıp kavrama ilmi) ve nübüvvet verdikten, onu bu şereflerle şereflendirdikten sonra insanlara dönüp:

Allah'ı (celle celâlühü) bırakıp da veya Allah ile beraber bana kulluk edin!" demesi kendisine yaraşmaz.

Rivâyete göre, Ebû Râfi' el-Kurazî ile Seyyid el-Necranî adlarındaki kişiler, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sormuşlar:

Sen sana tapmamızı ve seni ilâh edinmemizi ister misin?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Allahü teâlâ'dan başkasına ibâdet edilmesinden ve Allahü teâlâ'dan başkasına ibâdet etmeyi emretmekten Allah'a sığınırız. Allah (celle celâlühü) bunun için beni göndermedi ve bunu bana emir buyurmadı."

İşte bunun üzerine bu âyet-ı kerîme nazil olmuş.

Bir görüşe göre de, Müslümanlardan bir zât:

"- Ya Resûlallah! Biz, birbirimize selâm verdiğimiz gibi sana selâm veriyoruz; biz niçin sana secde etmiyoruz?" demiş.

Peygamber de:

Allahü teâlâ'dan başka hiç îdmseye secde caiz değildir. Fakat Peygamberinize saygık olun ve onun ailesinin hakkını tanıyın!" buyurmuş.

B- "Velâkin o (Yelâkin kûnû):

"- Talim ve tedris ettiğiniz Kitab'a uygun Rabbanî (kendini Rabba adamış kimse)ler olun!" der ."

Rabbanî, ilim ve amelde kâmil, Allah'ın taatine ve dindarlığın gereklerine sımsıkı bağlı olan kimsedir.

Âyette, devamlı Kitab öğretmenin ve devamlı Kitab okumanın ayrı ayrı zikredilmeleri, fazilet ve Rabbanîyet tahsiknde bunların ayrı ayrı önemleri haiz olduklarını zımnen bildirmek içindir. Önce Kitabı öğretmenin zikri, onun şerefinin, okumaktan fazla olduğundandır.

80

"Ve o, size:

"- Melekleri ve Peygamberleri Rabblar edinin!" diye emretmez ."

Hiçbir insanın, Allah (celle celâlühü) onu Peygamber yaptıktan sonra insanlara dönüp, kendine ibâdet etmelerini ve meleklerle Peygamberleri ilâhlar edinmelerini emretmesi, yaraşmaz ve yakışmaz..

Bu cümle, istisnadan önceki cümleye atıf iken, ikisinin arasına istisna cümlesinin girmesi, kendisine peygamberlik verilen beşer, âyette, şânına yaraşmayan ve kendisinden sâdır olması mümkün olmayan vasıflardan tenzih edildikten sonra, onun şânına yaraşanı ve kendisine lâyık olanı açıklamak suretiyle hakkı ortaya koymakta acele etmek içindir.

Buradaki:

" siz Müslüman olduktan sonra" ifâdesi, hitabın Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) secde etmek üzere ondan izin isteyen Müslümanlar için olduğunu gösterir.

81

"Hani, Allah, Peygamberlerden şöyle bir mîsak almıştı :

"- Andolsun ki Ben, size Kitab ve hikmet verdikten sonra beraberinizde ki (Kitab'ı) tasdik edici bir Resul geldiğinde ona muhakkak îmân ve yardım edeceksiniz .

"- İkrar ettiniz mi ve Benim bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı ? dedi."

Onlar da:

"- İkrar ettik." dediler (Kalû ekrarna). (Allah):

"- O hâlde şâhid olun; Ben de sizinle beraber şâhid olanlardanım ." dedi.

Bu hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Yani,

"- Ey Resûlüm Muhammed! Allah'ın onlardan misak aldığını insanlara anlat."

Bu âyetin tefsirinde muhtelif tevcihler yapılmıştır. Şöyle ki:

1 - Bu âyet, zahirine göredir (mukadder kelimeler yoktur). Peygamberlerin hükmü bu ise, ümmetler öncelikle ve daha haklı olarak bu hükme dahildir.

Bu mîsak, hem peygamberlerden hem de onların ümmetlerinden alınmıştır. Ancak âyette Peygamberlerin zikriyle iktifa edilmiştir. .

Allah (celle celâlühü), Peygamberlerin, kendi ümmetlerinden aldıkları misakı Peygamberlerden almıştır.

Bu âyetteki Peygamberlerden murad, Peygamberlerin evlâdı, yani Isrâiloğullarıdır ya da İsrâıloğullarına, istihza ve tahkir için Peygamberler denmiştir.

Zira onlar:

"- Peygamberlik, Muhammed'den önce bizim hakkımızdır; çünkü bizler Kitab Ehliyiz ve eski Peygamberler de bizden idiler." diyorlardı.

"Kâlû ekrarna / Onlar da, ikrar ettik; dediler" cümlesi, bir istinaf cümlesi olup gizli bir sualin cevabıdır. Yani Allah (celle celâlühü):

" Siz bunları kabul ettiniz ve buna ilişkin ahdimi aldınız mı?" buyurduğunda,

"- Onlar ne dediler?"

şeklindeki gizli bir soruya,

"- İkrar ettik! demişler."

cevabı verilmiştir.

Soru:

"-İkrar ettiniz mi ve Benim bu ağır ab dimi üzerinize aldınız mı?" şeklinde iken, cevapta yalnız:

"Onlar da:

"- Kabul ettik" dediler." beyânı ile iktifa edilmiştir. Allah (celle celâlühü) da:

"- O hâlde kabul ettiğinize dâir birbirinize şâhid olun; Ben de onu kabul ettiğinize ve birbirinize şahitlik ettiğinize şahadet ederim" dedi.

"Ve ene maaküm mine'ş-şâhidîn / Ben de sizinle beraber şâhid olanlardanım" buyrulmustur; çünkü doğrudan doğruya ve gerçek mânâda şahadet edenler onlardır.

Allah'ın

"- Ben de sizinle beraber şâhid olanlardanım" ifâdesinde pek açık bir tekid ve uyarı vardır.

Bir görüşe göre "Feşhedû / O hâlde şâhid olun!" hitabı melekler içindir.

82

"Bundan sonra kim yüz çevirir (tevelli eder)se işte onlar fâsıkların ta kendileridir ."

Artık o mîsaktan ve o mîsakın ikrar (kabul) ve şahadet ile pekıştirilmesinden sonra kim bundan yüz çevirirse, işte onlar Allah'a itaatten çıkmış inatçı kâfirlerin ta kendileridir.

basık, her taifenin haddi aşanlarıdır.

Uzağı gösteren "zâlike" kelimesinin kullanılması, işaret ettiği mi sakı tazim içindir. Yine uzağı işaret eden "ülâike" kelimesinin kullanılması, o çirkin vasıf sahiplerinin serde ve fesatta çok ileri gittiklerini zımnen belirtmek içindir.

83

"Onlar, Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar ? Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez O'na teslim olmuştur . Ve O'na döndürüleceklerdir ."

Ehl-i Kitab olanlar söz konusu şeylerden yüz çevirip Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar?

"Yebğûne / arıyorlar" fiili, "tebğûne / arıyorsunuz" şeklinde hitap kipi ile de okunmuştur. Bu kırâete göre,

Onlara söyle!" cümlesi takdir edilmektedir (gizli olduğu var sayılmaktadır).

Göklerde ve yerde olan herkes ve her şey Allah'a (celle celâlühü) boyun eğmiştir. Bunlardan,

bir kısmı istıyerek; düşünüp taşınarak ve hüccetlere uyarak;

bir kısmı da, zorla; kılıç, dağın başları üzerine kaldırılması, Kızılde-nız'de boğulma ve ölümle karşı karsıya gelmek gibi korku veren sebeplerle kerhen Allah'a (celle celâlühü) boyun eğmiştir.

Melekler ve mü'minler kendi ıhtiyarlarıyla Allah'a (celle celâlühü) itaat yolunu seçmişlerdir. Kâfirler de Allah'ın (celle celâlühü) emirlerine musahhar kılınmışlardır. Çünkü kâfirler de, kendileri hakkında verilmiş ilâhî hükümlerin dışına çıkamazlar.

Göklerde ve yerde olanlar, sonunda Allah'a döndürüleceklerdir.

"Yurceû'ne / döndürülecekler" fiili, bir kırâete göre "türceûne / döndürüleceksiniz" şeklinde hitab kipi ile de okunmuştur.

Bu cümle, ya makabline matuftur, ya da istinafı olup tehdit ve vaîd (ceza va'di) içindir.

84

"(Resûlüm) de ki:

"- Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Ya'kuub'a ve torunlarına (esbata) indirilenlere; Mûsa'ya, İsa'ya ve diğer nebilere Rabblerinden verilmiş olanlara inandık. Onların aralarından hiçbirini tefrik etmeyiz. Biz, O'na teslim olanlarız."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Ya'kuub'a ve torunlarına (esbata) indirilenlere ; Mûsa'ya, İsa'ya ve diğer nebilere Rabblerinden verilmiş olanlara inandık ."

Bu âyet, Resûlüllah'ın bizzat kendisinin ve beraberindeki mü'minlerin bütün bu sayılanlara imân ettiklerini haber vermektedir.

"Vemâ ünzile a'leyna / bize indirilen"den maksat, Kur’ân-ı Kerîm'dır. Zira Kur’ân, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) tebliğiyle mü'minlere de indirilmiş sayılır yahut cemaatin bir ferdine nisbet edilen bir şey, bazen cemaatin tamamına nisbet edilir veyahut bu emir (De ki: Biz, Allah'a ....... îmân ettik), yalnız Peygamber'in İğz kendi nefsi içindir. Zaten mâba'dine (bundan sonra gelen kısma) en uygun olan mânâ da budur. Buna göre çoğul kipinin kullanılması (bize indirilene, denmesi), Cenab-ı Allah'ın, Peygamberimiz kendi nefsinden bahsederken hükümdarların edasıyla bahsetmesini emretmek suretiyle onun yüce şânını ve yüksek mertebesini izhar etmek içindir.

Âyetteki "de ki:" emrinin genel olması da caizdir. Tekil kipi ile olması ise, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrif içindir. Bir de bunda Peygamberimiz'in asıl olduğunu bildirme amacı vardır. Tıpkı:

"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda..." (Talâk 65/1) meâlindeki âyette olduğu gibi.

İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a Ya'kuub'a ve torunlarına Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olan Suhufa da imân ettik.

Resûlüllah'a indirilmiş olan, diğer Peygamberlere (aleyhisselâm) indirilmiş olanlardan önce zikredilmişti. Oysa nüzul itibarıyla, diğer Peygamberlere indirilmiş olanlar daha öncedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için malum ve ölçü olan, kendisine indirilendir.

Esbat, sıbt'ın çoğuludur; sibt da torun demektir. Buradaki torunlardan murad, Yakub (aleyhisselâm) ile on iki oğlunun torunları ve zürriyederidir. Zira bunların hepsi, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) torunlarıdır.

Mûsa'ya verilen Tevrat'a, İsa'ya veriden İncil'e, ikisinin eliyle gösterilen mucizelere ve adları zikredilen ve edilmeyen bütün Peygamberlere vahyedilen Kitablara ve mucizelere imân ettik. Burada sadece Mûsa ile İsâ zikredilmiştir. Çünkü kelâm, Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındadır.

B- "Onların aralarından hiçbirini tefrik etmeyiz ."

Biz, Yahudilerin ve Hıristiyanların yaptıkları gibi Peygamberlerin bir kısmına imân bir kısmını inkâr etmeyiz; fakat hepsinin nübüvvetinin doğru ve kendilerine indirilmiş olan vahiylerin veya kitabların o zamanlar için hak olduğuna imân ederiz.

Onlara indirilen ilâhî kitablar arasında da ayırım yapmadıkları zikredilmemiştir. Çünkü zikredilen kısım, bunu da içermektedir. Nitekim tafsilatı Bakara: 285. âyetinin tefsirinde geçti.

C- "Biz O'na teslim olanlarız ."

Biz ancak Allah'a boyun eğeriz yahut biz nefsimizi ancak Allah'a (celle celâlühü) hâlis kıldık; nefsimizde O'na hiç kimseyi ortak yapmıyoruz.

Burada Ehl-i Kitab'ın imânına tariz vardır; zira onların imânı bu ihlâstan çok uzaktır.

85

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa (şunu iyi bilsin ki), o ondan asla kabul edilmez . O, âhıirette de hüsrana uğrayanlardandır ."

Kim, müşriklerin yaptığı gibi açıktan açığa veya İki Kitab Ehli'nin yaptığı gibi tevhid iddiasında bulunmakla beraber şirke saparak tevhidden başka ve Allahü teâlâ'nın hükmüne itaat dışında, intisab için bir din ararsa, o merduddur ve asla kabul edilmez. Öyle bir arayış içinde olanlar âhirette de hüsrana uğrayacaklardır. Hulâsa,  islâm dininden yüz çevirip başka bir din arayan kimse, insanın, üzerinde yaratıldığı selim fıtratı kaybeder ve hem dünyada hem de âhıirette hüsrana uğrar.

İslâm'dan başka din arayan kimsenin hüsranı, İslâm'dan başka bir din edinen ve onda karar kılan kimsenin hâlinin, daha kötü ve daha çirkin olacağına delâlet eder.

Bazı âlimlere göre, bu âyet-ı kerîme, imânın İslâm'ın kendisi olduğuna delildir. Çünkü imân, islâm'dan başka bir şey olsa, bu âyet gereğince zaten kabul edilmez. Buna cevap şudur:

Bu âyet, İslâm'a mugayir olan her dini reddeder fakat İslâm kelimesinin ifâde ettiği mânâ dışında olan her şeyi reddetmez.

86

"İnandıktan, Peygamberin hak (gerçek) olduğuna şahadet ettikten ve kendilerine beyyine (açık delil)ler geldikten sonra küfre sapan lara Allah, nasıl hidâyet eder. Allah, zâlimler kavmine hidâyet etmez."

A- "İnandıktan, Peygamberin hak (gerçek) olduğuna şahadet ettikten ve kendilerine beyyine (açık delil)ler geldikten sora küfre sapanlara Allah nasıl hidâyet eder ?"

Bu âyet-i kerîme değişik şekillerde yorumlanmıştır. Şöyle ki:

1- Bu âyete konu olanlar, imân ettikten sonra İslâm'dan dönüp "Mekke'ye iltihak eden on kişi idi.

2- Benî Kurayza ve Benî Nadir Yahudileriyle diğerler Hazret-i Muhammed'e Peygamberlik gelmeden önce (Tevrat'taki vasıflarına göre) ona imân etmiş iken, sonra onu inkâr edenlerdi.

Bu âyet onlara işaret ve Allahü teâlâ'nın bu tür insanları hidâyete erdirmesi ihtimalinin çok uzak olduğunu beyân eder. Zira hak, kendisine apaçık belli olduktan sonra ondan saparak dalâlette ısrar eden kimse, doğru yolu bulmaktan çok uzaktır.

3- Bu âyet, bu bir insanların hidâyete ermesini red ve inkâr eder. Bu mânâya göre, mürteddin tevbesinin hiç kabul edilmemesi gerekir.

Bu âyet-i kerîme, lisan ile ikrar etmenin, imânın hakikatine dahil olmadığına delildir.

B- "Allah zâlimler kavmine hidâyet etmez ."

Allah (celle celâlühü), hakikati bulmak için lâyikı veçhile düşünüp araştırmamak ve küfrü imânın yerine koymak suretiyle kendi nefsine zulmedenleri hidâyete erdirmez. Şu hâlde hak, kendisine ulaştıktan ve hakkı tanıdıktan sonra haktan yüz çevirenin hâli nice olur?!

87

"İşte onların cezaları (yaptıklarının karşılığı), Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin onlar üzerine olmasıdır ."

"Ülâike / İşte onların" işareti, anılan insanları, zikredilen o çirkin sıfatlar ile göstermektedir. Burada da uzak işaretinin kullanılmasının sebebi, daha önce anlatıldığı gibidir.

Bu âyet ifâdesine göre, bu tür insanlara lanet okumak caizdir. Bunlardan başkasına lanet okumak ise caiz değildir. Herhalde bu insanlar ile diğer kâfirler arasındaki fark şudur:

Bu tür insanlar, yaratılış itibariyle, hidâyete ermeleri yasaklanmış kalblere sahip bulunuyorlar. Diğer kâfirler ise böyle değildir.

Bu âyetteki insanlardan maksat, mü'minlerdir veya bütün insanlardır. Zira kâfir de, hakkı inkâr edip ondan dönene lanet okumaktadır. Ancak kâfir, hakkın ne olduğunu tâyin edememektedir.

88

"Onlar orada (lâ'netin içinde) sürekli (muhalleden) kalacaklardır . Onlardan hiçbir azab hafifletilmeyecek ; onlara nazar da edilmeyecektir ."

Onlar, sonsuza kadar lanette yahut azabta veya ateşte kalacaklardır. Zira azap ve ateş, âyette zikredilmemişsede, kelâm, onlara delâlet etmektedir.

89

"Bundan sonra tevbe ve kendini ıslâh eden müstesna. Şüphesiz ki Allah, Ğafûr'dur, Raltim'dir ."

İrtidattan sonra tevbe edip daha önce yaptıkları fesadı düzeltenler, yahut salâha (iyi hâle) girenler müstesna; Allah şüphesiz Ğafûr'dur, Raltim'dir; onların tevbesinı kabul ve onlara lûtf-ü ihsan eder.

Bir görüşe göre, bu âyet-i kerîme, Haris b. Süveyci hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:

Bu zât, ırtidat etmiş, sonra pişman olmuş ve kendi akrabalarına haber gönderip tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sormalarını rica etmiş; kardeşi Cüllâs da, bu âyeti yazıp kendisine göndermiş; bunun üzerine Medine'ye dönüp tevbe etmiştir.

90

"İman ettikten sonra küfre sapmış, sonra küfrünü daha da artırmış olanların tevbeleri asla kabul edilmez. Ve işte onlar sapıtmış (yoldan çıkmış, dalâlete düşmüş) olanların ta kendileridir."

A- "imân ettikten sonra küfre sapmış, sonra küfrünü daha da artırmış olanların tevbeleri asla kabul edilmez ."

İnatçı ve ısrarcı Yahudiler, Mûsa ile Tevrat'a olan imânlarından sonra İsâ ile İncil'i inkâr ettiler. Sonra küfürlerinde, inat ve İsrarlarında daha da ileri giderek Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur’ân'ı da aynı suretle inkâra devam ettiler.

İnatçı ve ısrarcı Yahudiler, Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamberlik gelmeden önce (Tevrat'taki tarifine göre) ona imân ettiler. Sonra ona Peygamberlik gelince, küfürlerinde ısrar etmek, onu kötülemek, başkalarını imândan alıkoymak ve mısakı bozmak suretiyle küfürlerinde daha da ileri gittiler.

3- Bunlar, imândan sonra irtidat edip Mekke'ye iltihak eden ve sonra da Peygamberimiz için:

"- Onun zamanın felâketlerine uğramasını bekleriz veya ona geri dönüp imânımızı açıklamak suretiyle ona karşı münafıklık yaparız!" demek suretiyle küfürlerinde daha da ileri gidenlerdir.

Yani bu insanlar, ancak helâk olmak tehlikesi ile karşı karşıya gelince tevbe ederler.

Özetle, âyette bu insanların;

- durumlarının pek vahim olduğu,

- onların hâllerinin, Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinden ümidi kesmiş kimsenin hâline benzediği,

- onların tevbe etmeyecekleri,

- tevbe etseler bile tevbelerinin kabul edilmeyeceği,

- onların tevbelerinin ancak nifak şeklinde olabileceği, çünkü onlar irtidat etmekle beraber küfürde çok ileri gittikleri bu suretle ifâde edilmiştir.

B- "Ve işte onlar sapıtmış olanların ta kendileridir ."

Onlar dalâlette sabit olan insanlardır.

91

"Şüphesiz küfredenler ve kâfir olarak ölenler dünya dolusu’ altın fidye de verseler onlardan asla kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir azab vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur."

A- "Şüphesiz küfredenler ve kâfir olarak ölenler dünya dolusu altın fidye de verseler onlardan asla kabul edilmez ."

Âyet, kâfir olarak ölmenin, bu ümitsiz akıbetin sebebi olduğunu bildirmektedir. Bu cümlenin anlamı şudur:

1- Kâfir olarak ölen kimse, dünya hayâtında dünya dolusu altın sadaka vermiş olsa dahi kabul edilmeyecektir.

2- Kâfir olarak ölen kimse, âhirette azaptan kurtulmak için dünya dolusu altın fidye verse dahi, asla kabul edilmeyecektir.

B- "Onlar için can yakıcı bir azab vardır . Onların hiçbir yardımcıları da yoktur ."

Bu kimseler, o çirkin sıfatları taşımaları sebebiyle dayanılmaz bir azaba uğrayacak ve bu azabtan korunmak, kurtulmak veya azaplarını hafifletmek için hiçbir yardımcı da bulamayacaklardır.

92

"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla birra (hayra) nail olamazsınız. Hangi şeyden ne infak ederseniz şüphesiz ki Allah, onu bilir."

A- "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla birra ."

Bu hitab, mü'minler içindir. Bundan önce, kâfirlere faydası olmayan ve kendilerinden kabul edilmeyen şeyler beyân edildikten sonra bu istinafı kelâm ile de, mü'minlere faydası olan ve kendilerinden kabul edilen şeyder beyân edilmektedir.

Sizler, en değerli, en çok sevdiğiniz, en çok beğendiğiniz mallarınızdan bir kısmını, Allah (celle celâlühü) yolunda harcamadıkça, iyi insanların uğrunda yarıştıklar hakikî hayra eremezsiniz; hayrın yüksek derecesine ulaşamazsınız ve gerçek iyiler zümresine dahil olamazsınız;

Allah'ın (celle celâlühü) büyük mükâfatına, rahmetine ve cennetine erişemezsiniz. Nitekim başka bir âyette de meâlen:

"Ey imân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için arzdan çıkarttıklarımızın temiz (tayyib)lerinden infak edin." (Bakara 2/267) buyurulur

Bu âyetteki nifakın (hayır için fedakârlığın), genel anlamda mâlî, bedenî ve ruhî olduğu da düşünülmüştür. Buna göre, buradaki in fak mutlak bezi (sarfetme) demektir.

Bu âyet-i kerîme, yüksek hayra (birre) erişmenin pek kolay olmadığını gösterir.

Selef (ilk) Müslümanlar, bir şeyi çok sevdikleri zaman onu Allah için kullanırlardı.

Rivâyet olunuyor ki, bu âyet-i kerîme nazil olunca Eba Talha Zevci b. Sehl el- Ensarî (Hazret-i 672), Resûlüllah'ın huzuruna gelerek:

"- Ya Resûlallah! Benim mallarımdan en çok sevdiğim Beyrhâ hurmalığıdır.

- Ya Resûlallah! Onu, Allah'ın sana gösterdiği yere verebilirsin." dedi. Resûlüllah ayağa kalktı ve:

"- Peh peh, ne iyi, ne güzel! İşte o çok değerli bir maldır; ben, onu kendi yakınlarına vermeni tavsiye ederim" buyurdu.

Ebû Talha da, onu kendi yakınları arasında taksim etti.

Yine, bu âyet nazil olunca, Zeyd b. Harise (radıyallahü anh), çok sevdiği bir atı getirdi ve:

"- Bu ati Allah yoluna bağışlıyorum!" dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, (onun oğlu olan) Usame b. Zeyd'i ((radıyallahü anh) ö. 674) o atin sırtına bindirdi. O zaman sanki Zeyd, beklediğini bulamadı ve:

"- Ben onu sadaka vermek istemiştınti'dedı.

Resûlüllah’-

"- Evet, şüphesiz Allahü teâlâ, bu sadakanı kabul buyurmuştur" buyurdu.

İslâm âlimleri diyorlar ki, bu hadis, kişinin en sevdiği malını muhtaç olan en yakın akrabasına vermesi, sadakaların en faziletlisi olduğuna delâlet eder.

Medain fethedilince, Ömer ((radıyallahü anh), Ebû Mûsa el- Eş'arî Abdullah'a ((radıyallahü anh) bir mektup yazıp Celûlâ şehrinin esirlerinden kendisi için bir cariye satın almasını istedi. Nihayet cariye gelince, Ömer onu çok beğendi ve:

"- Allahü teâlâ buyuruyor ki: Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla hayra nail olamazsınız." dedi ve hemen o cariyeyi âzâd etti.

(Medain, Bağdad'ın güneyinde ondan 30 km. uzaklıkta Dicle nehrinin iki yakasında bir çok üniteden oluşan bir kent idi. Hazret-i Ömer hilafetinde Sa'd b. Ebi Vakkas tarafından alındı.)

Yine rivâyet olunuyor ki, Ömer b. Abdülaziz'in hanımının çok güzel bir cariyesi vardı; Ömer b. Abdülaziz'in bu cariyeye meyli, vardı ve bu cariyeyi defalarca hanımından istemiş, fakat hanımı onu kendisine vermemisti. Sonra Ömer b. Abdülaziz halife olunca, hanımı o cariyeyi süsleyip kendisine gönderdi ve:

"- Ey mü'minlerin Emiri! Ben bu cariyeyi sana bağışlıyorum; sana hizmet etsin." dedi. Ömer b. Abdülaziz:

"- Sen bu cariyeyi nereden almıştın?" diye sordu. Hanımı da:

"- Ben onu babam (Emevi hükümdarı) Abdülmelik'in evinden getirdim" dedi.

Ömer b. Abdülaziz, Abdülmelik'in bu cariyeye nasıl mâlik olduğunu araştırdı. Sonra kendisine dediler ki:

"- Filan valinin çok borcu varmış; nihayet ölünce, bu cariye, borcu yerine onun terekesinden alınmış."

Ömer b. Abdülaziz, o valiyi araştırdı; onun vârislerini topladı ve onlara mal vererek hepsinin rızâsını aldı. Sonra da Ömer b. Abdülaziz, bu çok sevdiği cariyenin yanına varıp:

"- Sen Allahü teâlâ'nın rızâsı için hürsün!"dedi.

O zaman hanımı, kendisine:

"- Ey mü'minlerin emiri onu niçin azad ettin? Oysa sen bu cariyenin durumundaki bütün şüpheleri de izâle ettin?" dedi.

Ömer b. Abdülaziz:

"- Ben bunu yapmazsam, . .venehe'n-nefse a'ni'l-hevâ / nefsini arzularından uzaklaştıran.." (Nâzıât 79/40) âyetinin sırrına mazhar olanlar zümresine dahil olamam." cevabını verdi.

B- "Hangi şeyden infak ederseniz şüphesiz ki Allah, onu bilir ."

Bu son cümle, mahzûf (hazfedilmiş) şart cevabının sebep ve illeti olup onun yerine geçmiştir. Yani hayır yolunda harcadığınız mallar, sevdiğiniz iyi mallar olsun, sevmediğiniz kötü mallar olsun, şüphe yok ki, Allahü teâlâ, iyisine ve kötüsüne göre size karşılığını verecektir. Çünkü Allahü teâlâ, harcadığınız şeylerin cinsini de, sıfatlarını da tamamıyla bilir.

Bu âyet-i kerîme, açık bir şekilde, hayır olarak iyi malların in fakını teşvik etmekte ve infak için özellikle kötü malları seçmekten sakındırmaktadır.

93

"Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail (Ya'kuub)in, kendisine haram kıldıkları dışında bütün yiyecekler, İsrâiloğullarına helâl idi.

(Resûlüm) de ki:

"- Haydi Tevrat'ı getirin de okuyun ! Eğer sâdık (özü, sözü doğru)lar iseniz ..."

A- "Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail (Ya'kuub)in kendisine haram kıldıkları dışında bütün yiyecekler, İsrâiloğullarına helâl idi ."

İsrâiloğullarının zulümlerine ve azgınlıklarına karşılık bir ceza ve bir sınırlama olmak üzere Tevrat ile bazı şeyler haram kılınmadan önce Yakub'un (aleyhisselâm) nefsine haram kıldığı deve eti ve sütü dışında bütün yiyecekler helâl idi.

Bir kavle göre, Yakub (aleyhisselâm) siyatik ağrıların (vecau'n-nesa') dan muztarıbdi. Bundan dolayı, şifâ bulduğu takdirde en sevdiği şeyi yememeyi nezretmişti. Ve onun en sevdiği şey de, deve eti ve sütü idi.

Bir diğer görüşe göre de, tabiblerin tavsiyeleri ile tedavi için bunları kendisine haram kılmıştı.

Peygamberler için içtihadın caiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti delil gösterirler. Ancak bu görüşü kabul etmeyenler, bunun doğrudan doğruya Allah tarafından haram kılınması gibi, O'ndan alınan izinle gerçekleştiğini söylerler.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Yahudilerin zulmü sebebiyle, kendilerine daha önce helâl kılınmış olan temiz şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa 4/160)

"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık." (En' âm 6/146) âyetlerinde belirtildiği üzere onları teşhir edince, Yahudiler:

"- Biz, bunların ilk haram kılındığı insanlar değiliz. Bunlar, Nûh ve İbrâhim Peygamberlerle (aleyhisselâm) ondan sonra gelenlere haram, idi; nihayet bizim devrimize gelindiğinde bize de haram kılındı." dediler.

İşte bu âyet-î kerîme, Yahudilerin bu iddialarım ve konuya ilişkin tenkitlerini reddeder.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Haydi Tevrat'ı getirin de okuyun ! Eğer sâdık (özü, sözü doğru)lar iseniz ..."

Bu âyet-i kerîme ile Allah :

Yahudileri taliktir, iskât ve yalanlarını teşhir için,

zulüm ve azgınlık (bağy)ları sebebiyle onlara bazı şeylerin haram kılındığını,

her günah işlediklerinde, ceza olarak bazı temiz yiyeceklerden bu suretle mahrum kaldıklarını açıklar ve,

- Resulüne konuşan kitab Tevrat'tan hüccet göstermeyi ve onlara Tevrat'ı çıkarıp okumalarını söylemeyi emreder. Şöyle ki:

"- Ey Resûlüm Muhammed! O Yahudilere de ki; eğer bu yasakların eski haramlar olduğu iddiasında sâdık ve samimîyseniz, haydi Tevrat'ı getirin de okuyun; kendinize güveniyorsanız bunu yapmak zorundasınız."

Rivâyete göre, bu meydan okuma karşısında Tevrat'ı çıkarmaya cesaret edemediler ve böylece küçük düştüler (e's-sağıîrûn), mahcub oldular.

Bu âyet-i kerîme, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in davasındaki sadakatine ve Yahudilerin inkâr ettikleri neshin caiz olduğuna apaçık bir delildir.

94

"Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa (iftira ederse), işte onlar zâlimlerin ta kendileridir ."

Yahudilere, Tevrat'ı getirip okumaları için meydan okunduktan, ona terettüb eden ilzam ve iskâttan işin hakikati tamamen ortaya çıktıktan ve tartışmayı sürdürme imkânı kalmadıktan sonra kim bu haramların, isrâiloğullarına Tevrat indirilmeden önce konduğu iddiasını sürdürmeye, Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uydurmaya devam ederse, işte onlar iftiracılardır; zulümde ve düşmanlıkta en aşırı gidenlerdir.

95

"(Resûlüm) de ki:

"- Allah doğru söyler. Öyleyse hanîf (muvahhid) olan İbrâhîm dini (milleti)ne uyun (ittiba edin)! O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah doğru söyler ."

Bunun anlamı şudur:

1- Allah her konuda olduğu gibi tahrim konusunda da doğru söylemiştir;

2- Allahü teâlâ'nın Âl-i İmran (3) sûresinin 67. âyetindeki su beyânı gerçeğin ta kendisidir:

"İbrâhîm, ne Yahudi ne de Hıristiyandı. Fakat o bir hanîf (Allah'ın birliğine inanan, muvahhid, Müslüman) idi."

Bu âyet de, Yahudilerin açık yalanına bir tarizdir.

B- "Öyleyse hanîf olan İbrâhîm dinine uyun ."

Bu cümle:

"- Ey Yahudiler! Aslında İbrâhîm (aleyhisselâm) dini olan İslâm'a uyun; çünkü sız iddia ettiğiniz gibi ona uymuş değilsiniz;

- Bâtıldan yüz çevirip bir tek Allah'a yönelmiş olan İbrâhîm (aleyhisselâm) dinine uyun ki, sizi tahrife, bazı dünyevî amaçları gerçekleştirmek için yalanlar uydurmaya sevkeden; bazı helâl (temiz ve tayyib) şeylerin size haram kılınmasına sebep olan o anlayışdan kurudasınız" şeklinde anlaşılmalıdır.

C- "O, hiçbir zaman müşrik (Allah'a eş koşan)lerden olmadı ."

İbrâhîm (aleyhisselâm), gerek dinin temel ilkelerin (asıl-usul)de, gerekse fer'lerinde (füruunda) Allah'a (celle celâlühü) ortak koşanlardan değildi.

Bu cümle, Yahudilerin Allah'a (celle celâlühü) ortak koştuklarına açık bir tariz ve İbrâhîm (aleyhisselâm) ile onlar arasında dinî bir bağ olmadığına da sarih bir beyândır. Bundan amaç, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in usûlde İbrâhîm (aleyhisselâm) dininde olduğunu vurgulamaktır. Çünkü Ibrâhim (aleyhisselâm) de, yalnız tevhide ve Allah'tan başka bütün mâbûdlardan uzak durmaya çağırıyordu.

96

"Şüphesiz, insanlar için kurulan (vaz'olunan) ilk beyt (ev, mâbed), Mekke'de bütün âlemlere hidâyet kaynağı olan o mübarek Kabe'dir ."

Bundan önce, Yahudilerin, bütün yiyeceklerin İbrâhîm'e helâl olduğunu inkâr ettikleri gerçeği üzerinde durulmuştu. Şimdi burada da Yahudilerin, İbrâhîm (aleyhisselâm) dininin diğer bazı ayırıcı vasıflarını inkâr ettikleri dile getıriliyor.

Rivâyete göre Yahudiler, dediler ki:

"- Beytülmakdis, Kabe'den daha büyüktür; çünkü eski Peygamberlerin hicret yurdudur; bir de Beytülmakdis, mukaddes topraklarda bulunmaktadır."

Müslümanlar da dediler ki: "- Hayır, Kabe daha büyüktür."

Nihayet söylenenler, Resûlüllah'a ulaştı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. İbâdet için kurulup mâbed yapılan ilk beyt, Kabe'dir. Bu nun kurucusu (bânii) ve koyucusu (vâzıı) da Allah'dır (celle celâlühü).

"Bekke", Mekke isminin başka bir okunuş şektidir. Zira Araplar "b" harfi ile "m" harfinin okunuşunu birbirine yaklaştırırlar.

"Bekke" kelimesine çeşitli anlamlar verilmiştir. Şöyle ki:

"Bekke", izdiham (yoğun kalabalık) demektir. Zira ziyaret için oraya gelen insanlar, izdiham oluşturur. Katâde diyor ki:

"Şehre gelen çok sayıda insan izdiham sebebiyle itişip kakıştığı ya da zorbalar dövülüp kakıldığı için buraya "Bekke" ismi verilmiştir. Nitekim Allah (celle celâlühü) kötülük için Mekke'ye yönelen her zorbanın boynunu kırmıştır."

Bekke, Mekke'nin ortasındaki vadinin adıdır.

Bekke, Kabe'nin yerinin adıdır.

Bekke, Mescid-i Haram'ın; Mekke ise, bütün şehrin adıdır.

İzdihamın şehrin her yerinde değil yalnız tavaf sırasında olduğu da, bu görüşü teyıd eder.

Bekke, şehrin; Mekke ise, Mescid-i Haram'ın ve tavaf yeri (metaf)nin adıdır. Zira âyette "Bekke'deki beyt" ifâdesi vardır.

Rivâyete göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e insanlar için kurulan ilk ev, mâbed, soruldu.

"- İlk kurulan ev, Mescid-i Haram'dır; sonra Beytilmakdis'dir." dedi. İkisinin kuruluşu arasındaki zaman fasılası soruldu. " Kırk sene..." dedi.

Allah'ın Beytinin ilkte kim tarafından inşa edildiği konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki:

1- Kabe'yi ilk önce bina eden İbrâhîm (aleyhisselâm) dir.

2- Kabe'yi ilk önce bina eden Âdem (aleyhisselâm) dir.

Bu konuya ilişkin görüşlerin tamamı Bakara (2) sûresinde zikredilmişti.

3- Zaman itibariyle değil, şeref itibariyle ilk kurulan Mekke'deki

Kabe'dir.

Kabe'nin âlemler veya bütün insanlar için mübarek (bereket kaynağı) olması, hac veya umre kasdıyla onu ziyaret ve sırf ibâdet amacıyla tavaf eden, orada itikâfa giren kimselerin kazandıkları sevab ve mazhar oldukları mağfiret gibi hayır ve yararlardır.

Yine Kabe, aynı zamanda bütün insanlar için bir hidâyet kaynağıdır. Çünkü onların kıblesidir, mabedidir. Bir de onda, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretine ve sınırsız hikmetine delâlet eden çok garib deliller vardır.

97

"Orada apaçık deliller ve Makam-ı İbrâhîm vardır. Kim oraya girerse güvende olur. Yoluna gücü yetenlerin Kabe'yi haccetmesi, Allah için insanlar üzerinde bir haktır. Kim inkâr ederse, artık Allah, şüphesiz bütün âlemlerden müstağni (ganîy)dir."

A- "Orada apaçık deliller ve Makam-ı ibrâhim vardır ."

Bu konuda şu misaller zikredilebilir:

Asırlardır kuşlar Beytullah'ın üstünden uçmazlar.

Harem toprağında yırtıcı hayvanlar avları ile bir arada yaşar ve onlara dokunmazlar.

Allahü teâlâ, Ashâb-ı Fil örneğinde görüldüğü gibi, kötü maksadla oraya yönelen bütün zâlim ve zorbaları kahreder.

"Makam-ı ibrâhim", Kabe'nin inşası sırasında İbrâhîm'in (aleyhisselâm) duvarlar yükselince yetişmek veya basını yıkamak için üzerine çıktığı kayada meydana gelen ayak izleridir. Rivâyete göre, İbrâhim (aleyhisselâm), ziyaret için Şam'dan Mekke'ye geldiğinde İsmail'in (aleyhisselâm) karısı ona:

"- İn de başını yıkayayım" demiş.

Fakat o inmemiş. Bunun üzerine bu taşı getirmiş ve onun sağ tarafına koymuş. İbrâhîm (aleyhisselâm) de, sağ ayağını bu taşın üzerine koymuş ve İsmail'in (aleyhisselâm) karısı, basının sağ tarafını yıkamış. Sonra da bu taşı onun sol tarafına koymuş ve başının diğer tarafını da öyle yıkamış. İşte bu taşta İbrâhim in ayak izleri kalmış.

Bu âyet-i kerîme iki anlama gelir:

Makam-ı İbrâhim, o apaçık delillerden biridir.

O apaçık deliller, Makam-ı İbrâhîm'den ibarettir.

Çünkü Makam-ı İbrâhim hem Allahü teâlâ'nın kudretine hem de

"Gerçekten İbrâhîm, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önder idi." (Nahl 16/120) âyetinde belirtildiği gibi İbrâhîm'in (aleyhisselâm) nübüvvetine delâlet eder.

Makam-ı İbrâhîm'in, bir çok delil olması da bir çok delil kapsaması itibariyledir. Çünkü,

- onun bastığı sert kayaya ayak izlerinin çıkması,

- ayaklarının topuklarına kadar bu kayaya gömülmesi,

- yalnız bu kaya parçasının yumuşatılmış olması,

- geçmiş Peygamberlerin mucizeleri içinde yalnız bunun baakıî kalması,

- pek çok düşmana rağmen binlerce seneden beri bu izlerin korunması başlı başına birer delil ve mucizedir.

B- "Kim oraya girerse güvende olur ."

Bu emniyet ve güven, İbrâhîm'in (aleyhisselâm):

"- Rabbim, bu beldeyi emîn kıl!" (İbrâhim 14/35) duasının bereketidir.

1- Bu Haremle sınırlı, belli bir arazi parçasına mahsus ve münhasır bir emniyettir. Bu güven o derecededir ki, bir şahıs, bütün cürümleri işlemiş olsa bile, Harem toprağına sığındıktan sonra takib edilmez.

Rivâyete göre Ömer (radıyallahü anh) der ki:

"- Harem toprağında babam Hattab'ın katilini görsem, ona dokunmam."

İmam Ebû Hanîfe Numan b. Sabit de diyor ki:

"- Kısas, irtidat veya zina gibi bir sebeble Harem haricinde ölüme mahkûm edilmiş bir kimse, Harem bölgesine sığınırsa, ona dokunulmaz. Şu var ki onu oradan çıkartmak için barınma imkânı verilmez, yedirilmez, içirilmez ve kendisiyle alıs-veriş edilmez."

2- "Kim oraya girerse güvende olur" ifâdesindeki emniyet, sadece toprağa ilişkin yerel bir emniyet değil fakat ayni zamanda cehennem ateşinden de masuniyettir. Gerçekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet olunduğuna göre :

"İki Harem (Mekke ile Medine)den birinde ölen bir kimse, kıyamet gününde ba'sedildiğinde güvende olur."

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyet olunduğuna göre:

"Kıyamet günü Mekke'deki Hacûn Mezarlığı ile Medine'deki Bakıî' Mezarlığı kenarlarından tutulup içindekiler cennete dökülür."

Abdullah Ibni Mes'ud (radıyallahü anh)dan rivâyet olunduğuna göre:

"Resûlüllah henüz mezarlık değil iken, Hacûn tepesinde durdu, sonra buyurdu ki:

"- Allahü teâlâ, kıyamet günü, bu mekândan ve bu Harem toprağının tamamından yetmiş bin insanı mezarlarından kaldırıp mahşere gönderecek. Bunların yüzleri Ay'ın on dördü gibi parlayacak. Bunlar hesap görmeden cennete girecek ve her biri de yetmiş bin kişiye şefaat edecek; onların yüzleri de Ay'ın ondördü gibi parlayacak."

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet olunduğuna göre:

"- İbâdet için Mekke sıcağına bir saat sabreden kimseden cehennem, iki yüz senelik mesafe uzaklaşır / Men sabera a'lâ harta Mekkete sâa'ten min nehâri tebâa'det a'nhü cehennemü mesirate mietî â' ."

C- "Yoluna gücü yetenlerin Kabe'yi haccetmesi, Allah için insanlar üzerinde bir haktır."

Sözlükte yol anlamına gelen "sebil" burada haccetmek için gerekli olan mal ve zenginlik ve diğer imkânlar demektir. Nitekim Enes b. Malik'in (radıyallahü anh) Resûlüllah'tan rivâyet ettiğine göre:

"Sebil, yiyecek ve binektir."

Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh) de şöyle rivâyet ediyor:

"Bir adam sordu:

"- Ya Resûlallah! Sebil nedir (Ma e's-sebîlü)?" Resûlüllah

"- Yiyecek ve binektir ." buyurdu.

İşte Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) haccetme iktidarını yiyecek ve binekle tefsir ettiğine ilişkin beyânı böyledir.

Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) ve Abdullah İbni Ömer'den (radıyallahü anh) de böyle rivâyet olunmuştur. Ekser İslâm ulemâsının görüşü de bu istikamettedir. Ancak imam Şafiî, âyetin zahirini mes neci alarak, bedel suretiyle haccedecek kimsenin ücretini vermeye muktedir sakat kimseler hakında da hacem farz olduğu hükmünü çıkarmıştır.

Zahire göre, Peygamber in haccın farz olması için beden sağlığına temas etmemesi, bunun ayrıca belirtilmesi gereksiz açık bir gerçek olduğu içindir. Bunun nasıl aksi düşünülebilir ki ? Muktedir insanı Kabe'ye ulaştıracak sebildir yani imkândır. Bu ise, beden sağlığı olmadan tasavvur olunamaz.

Rivâyete göre Abdullah b. Zübeyr (radıyallahü anh), yürüyerek hacca gidebilenlere de haccı farz görmüştür.

İmam Malik mezhebine göre, kişi kendi bedenî kuvvetine güveniyorsa, haccetmesi lazım getir. Yine İmam Malik'e göre hac, kişinin gücüne nisbetle farz olur. Nitekim bazen sefere muktedir olmayan kimse, yiyecek ve binek bulabilir; bazen de bineği ve yiyeceği olmayan kimse, sefere muktedir olur.

Tabiînden Dahhâk'a göre, hac yolunda ücretle çalışıp ihtiyaçlarını karşılayabilmen kimse de, hacca muktedir sayılır.

Ç- "Kim inkâr ederse, artık Allah şüphesiz bütün âlemlerden müstağnidir ."

Haccın vücûbunu kuvvetle vurgulamak ve onu terkin ne kadar ağır vebali olduğunu bildirmek için "kim haccetmezse" yerine "ve men kefeni / kim inkâr ederse" buyrulmuştur.

İşte bundan dolayıdır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Hacc ile mükellef olduğu hâlde haccetmeden ölen kimse, ister Yahudi, ister Hıristiyan olarak ölsün / Men mate velem yehucce felyemüt in şâe yahûdiyyen ev nasraniyya!" demiştir.

Ali (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Allah size haccı farz kılmıştır. Haccı edâ etmeyen kimse, artık ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Mecûsî olarak ölsün / Yâ eyyühe'n-nâsü inne-llâhe frada'l-hacce a'lâ men-istetaa' ileyhi sebîlâ. Ve men lem yef a'l felyemüt a'lâ eyyi hâlin şâe yahûdiyyen ev nasraniyyen ev mecûsiyyen !"

Allah (celle celâlühü),

- bütün âlemlerin;

- ezcümle kâfirlerin,

- haccın farz olduğunu inkâr ile haccetmeyenlerin ibâdetlerinden müstağnidir.

Bu âyet-i kerîme, haccın çeşitli yönlerden son derece önemli ve onu terk edenlerin de pek ağır bir vebal altında olduğunu en iyi biçimde ifâde eder. Böylece hac farizasının;

- insanlar üzerinde Allahü teâlâ'nın vâcib bir hakkı olduğu,

- geçmişte eda edildiği,

- gelecekte de eda edileceği,

- insanlar için bu farizadan kurtuluş olmadığı belirtilmiş olur.

Bir de, haccın farziyyetini sarahatle ortaya koyan bu kelâmda tamim (genelleme) den (bütün insanlar) sonra tahsis (yoluna gücü yetenler), ibhâmdan sonra beyân, icmaldan sonra tahsis yapılmıştır. Bu ifâde tarzında daha fazla tahkik ve izah vardır.

Ayrıca, âyette haccın terki, bütün çirkinliklerin sonu olan ve bunun ötesinde başka bir çirkinlik bulunmayan küfürle tavsif edilmiştir. Bunun müeyyidesi de, Allahü teâlâ'nın, bütün âlemlerin ibâdetlerinden müstağni olduğu şeklinde belirtilmiştir.

Bu, haccı terk edenin itibârdan düşürüldüğü, zikrinin bile müstehcen sayıldığı, Allahü teâlâ'nın gazab ve öfkesinin, haccı terk eden herkesi kapsadığı anlamını ifâde eder. Bu da, ilâhî gazabın son derece büyük olduğuna delâlettir.

Abdullah İbn Abbâs Hasen-ı Basrî ve Atâ'ya (radıyallahü anh) göre :

"Bu âyetteki "Ve men kefere / Kim inkâr ederse" ifâdesi, "kim haccın farz olduğunu inkâr veya farz olmadığını iddıâ ederse..." şeklinde anlaşılmakdır.

Tabiînden Saîd b. el-Müseyyeb diyor ki:

"Bu âyet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Mekke'ye haccetmenin farz olmadığını söylüyorlardı."

Yine Said b. el-Müseyyeb (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre:

"Bu âyet-i kerime nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün dinlerin mensublarını topladı ve hepsine hitaben:

"- Allah şüphesiz haccı üzerinize farz kılmıştır; onun için haccedin / İnne-llâhe ketebe a'leykümü'l-hacce fchuccû !" buyurdu.

O zaman sadece bir elinin mensubları, yani Müslümanlar buna îmân ettiler. Diğer beş dinin mensubları :

"- Biz hacca îmân etmeyiz (Lâ nü'minü bihi); Kabe'ye doğru namaz kılmayız (velâ nusallî ileyhi) ve onu haccetmeyiz (velâ nuhuccuhu). "dediler.

İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu."

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Ilaccedemeyeceğiniz zaman gelmeden önce haccedin ; zira Kabe, iki kere yıkılmıştır ; üçüncüsünde ise semâya kaldırılacaktır ."

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Karadan Kabe'ye yaklaşmak imkânsız hâle gelmeden bacanızı yapın!" buyurmuştur.

Yine Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) tarafından rivâyet olunduğuna göre. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

" Çölde, her hayvanın onu yediği zaman öleceği bir ağaç bitmeden önce haccmızı yapın."

Ömer (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:

"- Eğer bir sene insanlardan hiç kimse haccetmezse, hepsinden ilâhî rahmet kesilir."

98

"(Resûlüm) de ki (Kul):

Ey Ehl-i Kitab! Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Allah, yaptıklarınızı görüp duruyor ?"

Ehl-i Kitab'dan murad, Yahudilerle Hiristiyanlardır. Onlara, ilâhî kitablara ve o kitabların onayladıkları Kur’ân'a inanmayı mûcıb bu unvan ile hitab edilmesi, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini inkâr edişlerini daha ziyâde kınamak içindir.

"Lime tekfürûne biâyatillâhi / Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" suali de bir tevbıhtir. Allah'ın âyetlerini inkâr için hiçbir sebep olmadığını ve bundan kaçınma gereğini belirtir.

Allah'ın âyetlerinden maksad, geniş mânâda hac ve diğer konulara ilişkin âyetleri muhtevi Kur’ân'ıle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in vasıflarını anlatan Tevrat ve İncil âyetleridir.

" Vallahü şehîdün a'lâ ma ta'melûn / Allah yaptıklarınızı görüp duruyor" ifâdesi, söz konusu tevbih ve reddi daha da ağılastırmak içindir.

Bu cümlede Allah kelimesinin zamir yerinde açık olarak zikredilmesi de, mehabeti artırmak ve durumun korkunçluğunu ifâde etmek içindir.

Burada şöyle demek isteniyor:

"- Siz hangi sebeble Allahü teâlâ'nın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Oysa Allah sizin bütün yaptıklarınızı görüyor ve o yaptıklarınıza nasıl bir karşılık vereceğini de biliyor. İşte bu gerçek, sizin bütün yollarınızı kapatır ve sarılmak istediğiniz bütün sebepleri de ortadan kaldırır."

99

"(Resûlüm) de ki :

"- Ey Ehl-i Kitab! Niçin îmân edenleri Allah yolundan (an sebîkllâh) çevirmeye çalışıyorsunuz? Gerçeği gördüğünüz hâlde niçin (İslâm'da) eğrilik arıyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan asla gaafil değildir."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ey Ehl-ı Kitab! Niçin îmân edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışiyorsunuz ? Gerçeği gördüğünüz hâlde niçin (İslâm'da) eğrilik arıyorsunuz ?"

Bundan önce. Allah (celle celâlühü), Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) ; Ehl-i Kitab'ın dalâletinden dolayı onları kınamayı emir buyurmuştu. Burada onların insanları dalâlete düşürme (idlâl) gayretlerinden dolayı onları kınamayı emir buyurmaktadır.

"Kul / De ki" emrinin tekrarı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i onları tevbih ve takbihe ziyadesiyle sevk etmek içindir.

Bundan önceki âyette "lime tekfürûne / niçin inkâr ediyorsunuz?" dendiği hâlde burada "lime tasudelûne / niçin çeviriyorsunuz veya alıkoyuyorsunuz ?" buyrulması, onların inkâr ve alıkoymalarının (tasaddilerinin) her birinin, başlı başına tevbih ve takbihi gerektirdiğini zımnen bildirmek içindir.

"Yâ Ehle'l- Kitabı / Ey Ehl-i Kîtab" unvanıyla hitabın tekrarı ise, bunun ayrı bir vakıa olduğunu tekid ve onları takbih etmeyi ağırlaştırmak içindir. Çünkü bu unvan, kendi ellerindeki. Kitabı tasdik eden Kur’ân'a îmânı gerektirdiği gibi başka insanları da buna îmâna teşviki gerektirir. Şu hâlde onların insanları buna îmân etmekten alıkoymaya çalışmaları, çirkinlik derecelerinin son haddidir. Bir de, onların, insanları buna îmân etmekten alıkoyma çabaları, bazen Peygamberimiz in nübüvvetini bildiren âyetleri tahrif ve inkâr yoluyla olmaktaydı.

" Sebîlillâh / Allah'ın yolu", insanları ebedî saadete ulaştıran Allah'ın (celle celâlühü) hak dinî, tevhid inancı, tek kelimeyle islâm demektir.

Ehl-i Kitab olanlar, mü'minlere karşı müdhış bir propaganda yürütüyorlardı. Onları Allah yolundan alıkoymak için her çareye başvuruyorlardı. İslâm'a girmek istiyenleri olanca gayretleri ile engellemeye çalışıyorlardı ve Peygamberimizin vasıflarının kendi Kitablarında yazılı olmadığını ve kendileri nezdinde (ı'ndehum) onun geleceğini müjdeleyen (tekaddemetü'l-bişare) bir şey olmadığını söylüyorlardı.

Bir görüşe göre, Yahudiler, (câhiliye dönemindeki adavete son verip İslâm kardeşliğinden doğan barış içinde yaşayan) Evs ve Hazrec kabilelerini eski düşmanlık günlerine geri döndürmek için tahrik ve teşvik etmişlerdi.

Ehl-i Kitab'a karşı söylenen şu idi:

"Siz, İslâm gerçeğini bizzat gördüğünüz, bunun içinde hiçbir eğrilik bulunmadığını, bundan alıkoymanın insanları Allah yolundan ve haktan saptırmak olduğunu bildiğiniz hâlde;

- neden insanların zihinlerini karıştırarak,

- neshi inkâr ederek,

- kitabınızda yazılı Resûlüllah'a ait vasıfları değiştirerek, İslâm'da haktan sapma olduğu vehmini yayıyorsunuz?"

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor kı:

"- Ey Ehl-i Kitab sız de sahicisiniz kı, Tevrat'ta, Allah'ın yegâne dini İslâm'dır. Başka din kabul edilmemiştir. Siz, kendi aranızda âdil şâhidlersinız; sizin sözlerinize güveniyorlar ve sizi dâvalarda ve büyük işlerde şâhid gösteriyorlar."

B- "Allah, yaptıklarınızdan asla gaafil değildir ."

Öncesi için bir zeyl mâhiyetinde olan bu cümle, onlar için pek ağır bir tehdit anlamı taşır.

Bazı müfessırlere göre:

" Onlar, mü'minleri haktan alıkoymak ve saptırmak için gizlice gayret sarfediyorlardı. Bunun içindir ki âyetin sonunda, Allah'ın (celle celâlühü) bilgisinin onların bütün islerini kuşattığı açıklanarak hilelerinin kökü kesilmiştir. Onlar Allah'ın âyetlerini açıkça inkâr ettikleri için, geçen âyetin sonunda da, Allah'ın (celle celâlühü) bu yaptıklarına şâhid olduğu belirtilmiştir."

100

"Ey îmân edenler! Siz eğer kendilerine Kitab verilenlerden bir fırkaya uyarsanız, îmânınızdan sonra sizi kâfirler hâline getirirler ."

Bundan önce Ehl-i Kitab, yaptıkları iğva ve ıdlâlden vazgeçmeleri için kınandılar, tevbihe uğradılar. Bu âyette ise, Kitab Ehline uymaktan ve onların fitnesinin etkisi altında kalmaktan sakındırmak için, hitab mü'minlere tevcih edilmiştir.

"İn tütîû' / eğer tabî olursanız, uyarsanız" kaydı, onlara uymaktan ziyadesiyle sakınmanın ve o insanlarla arkadaşlık etmekten kaçınmanın lüzumunu daha iyi ifâde etmek içindir. Nitekim bundan önceki âyette tevbihin (kınamanın) umûmî olması da, caydırıcılığı kuvvetlendirmek içindi.

Yahut bu kayıt, nüzul sebebini muhafaza etmek içindir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Medine'de bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden bir cemaat, oturmuş sohbet ediyorlardı. O sırada, Müslümanları çok kıskanan ve küfrüyle şöhret bulan Şâs b. Kays adındaki Yahudi de, oradan geçiyordu . Evslilerle Hazreclileri böyle bir samimiyet, söz ve fikir birliği içinde sohbet ettiklerini görünce, bu durum onu ziyadesiyle öfkelendirdi. Bunun üzerine, yanında bulunan bir Yahudi gence, onların yanına gidip oturmasını ve kendilerine, Buâs savaşında olanları hatırlatmasını emretti. Buâs; Evs ve Hazrec için pek kötü bir gündü. O savaşta iki kabile birbirinden çok insan öldür müştü ve zafere uzanan Evs kabilesi olmuştu.

İşte Şâs, yanındaki Yahudi genç vâsıtası ile, onlara bu kötü hatıraları hatırlatmış oluyordu. Bahis açılınca Evsliler ve Hazrecliler, karşılıklı övünmeye, üstünlük taslamaya başladılar. Sonunda öfke ve gazabla birbirlerinin üstüne atıldılar ve "silah, silah!.." diye bağrıştılar. Böylece olay büyüdü ve her iki kabileden pek çok insan toplandı. İşte o sırada Resûlüllah Ashabı ile birlikte olay yerine geldi ve onlara:

"Hey ! Allahü teâlâ,

- size İslâm'ı lütfettikten,

- İslâm sayesinde câhılıye âdetlerini terkettıkten,

- İslâm inancı ile gönüllerinizi birleştirdikten sonra,

- ben henüz sizin aranızda iken,

- siz câhıliyeye geri mı dönüyorsunuz?" diye seslendi.

İşte o zaman Evs ve Hazrecliler, bunun bir şeytan dürtüsü ve düşmanlarının oyunu olduğunu anladılar da, hemen silâhlarını atıp istiğfar ettiler, birbirlerinin boyunlarına sarıldılar ve Resûlüllah ile beraber geri döndüler.

İmam Vahidî Ebû Hasen (radıyallahü anh) diyor ki:

" Evs ile Hazrec, savaşmak üzere saf bağladılar. İşte o sırada Âl-i İmrân (3) sûresinin "umulur ki hidâyete erersiniz" cümlesine kadar 100-103. âyetleri nazil oldu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip iki saf arasında durdu ve bu âyetleri yüksek sesle okumaya başladı. Onlar Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sesini duyunca, susup dinlediler. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini bitirince, onlar silâhlarını atıp biribirleriyle kucaklaşmaya ve ağlamaya başladılar."

Âyetteki "ba'de îmaniküm / îmânınızdan sonra" ifâdesi de, "derin îmânınızdan sonra" demektir ki bu, mü'minler için apaçık bir sebat telkinidir.

101

"Siz nasıl inkâra saparsınız ki Allah'ın âyetleri size okunup duruyor, O'nun Resulü de içinizde bulunuyor? Kim Allah'ın Kitabı'na sımsıkı sarılırsa, artık şüphesiz o, sırat-ı müstakıîme (doğru yola) hidâyet edilmiştir."

A- "Sız nasıl inkâra saparsınız kı / Ve keyfe tekfurun e)..."

Bu aynen,

"Müşriklerin Allah katında ve O'nun Resulünün yanında nasıl bir ahdi olabilir?" (Tevbe 9/7) âyeti gibi bir istifham-ı inkârîdir. Vukûun inkârı (redd) içindir;

yoksa; .

"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki siz ölüler iken size o hayât verdi.." (Bakara 2/28) âyetinde olduğu gibi vakiin inkârı değildir.

İnkâr ve garipsemeyi küfrün keyfiyetine tevcih etmekte (nasıl inkâr ediyorsunuz ki?) mevcud olan mübalağa, inkârı, doğrudan doğruya küfrün kendisine yöneltmek, yani "siz inkâr mı ediyorsunuz?" şeklindeki istifhamda mevcut değildir. Çünkü vücûde gelen her şeyin bir vücût bulma hâli ve sekli vardır. Buna göre, bir şeyin vücûde gelmesinin bütün hâlleri ve şekilleri nefyedilince, onun vücûdu, burhanı ve istidlali (delil göstererek) yoldan nefyedılmiş olur.

B- "Allah'ın âyetleri size okunup duruyor ..."

Bu cümle, îmân üzere sebat etmeyi gerektiren ve küfrü meneden anlamlar içermesi itibariyle inkâr ve garipseme mânâsını daha da pekiştirir.

C- "O'nun Resulü de içinizde bulunuyor?"

Bu cümle de, önceki cümleye atıf olup onun hükmüne dahildir. Zira Allahü teâlâ'nın âyetlerinin onlara okunması ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasında bulunması kendilerine Kitabı, hikmeti öğretmesi, hakkı tahkik ve şüpheyi gidermek suretiyle onları arındırması, küfrü meneden en kuvvetli unsurlardır.

Tilâvetin Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) isnad edilmemesi (Resûlüllah, Allah'ın âyetlerini size okuyup dururken, denmemesi), bunların birbirinden ayrı konular olduğunu bildirmek içindir.

C- "Kim Allah'ın Kitab'ına sımsıkı sarılırsa artık şüphesiz o, sırat-ı müstakıîme (doğru yola) hidâyet edilmiştir ."

Kim, Allah'ın (celle celâlühü), Resulünün lisanıyla açıkladığı hak dinine:, yani daha önce "Sebîlillâh / Allah'ın yolu" diye ifâde edilen İslâm'a ve tevhide sarılırsa, artık şüphesiz o, matlûba eriştiren sırat-ı müstakime, dosdoğru yola hidâyet edilmiş demektir.

Bu yolun, müstakim, dosdoğru olarak vasıflandırılması, onu eğri göstermek çabası içinde olanlara açık bir red mânâsı içerir.

Aslında sırat-ı müstakim, Allah'ın (celle celâlühü) hak dinidir ve ona hidâyet edilmiş olmak da, O'nun Kitabına sarılmanın ta kendisidir. Ancak bu iki husus, hakikatte değil, fakat itibarî olarak ayrıdır. İkinci unvan, (sırat-ı müstakime hidâyet), varılacak hedef olup teşvik için şart cümlesinin cevabı olarak kullanılmıştır. Tıpkı:

"Artık kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, iste o, gerçekten kurtuluşa ermiştir." (Âl-i İmrân 3/185) âyetinde olduğu gibi.

102

"Ey îmân edenler! Allah'tan, hakkıyla sakının ve ancak Müslümanlar olarak can verin."

A- "Ey îmân edenler ! Allah'tan, hakkıyla sakının ..."

Hitabın îmân unvanıyla tekrar edilmesi, mü'minler için teşrif üstüne teşriftir.

"İttika", aşırı derecede sakınma anlamındadır. Yani gerektiği gibi takva sahibi olun. Bu da, emirleri yerine getirmek ve yasaklardan sakınmak için bütün imkânları kullanmaktır. Nitekim diğer bir âyette de:

" Gücünüz yettiğince Allah'tan sakının " (Teğâbüun 64/16) buyu rulm ustur.

Rivâyet olunduğuna göre Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) diyor ki:

"Hakkıyla takva, her hususta O'na itaat etmek (Hüve en yutâe), hiç isyan etmemek (velâ yu'sâ); O'nu her zaman anmak (ve yüzkera), hiçbir zaman unutmamak (velâ yunsa); her hâlü kârda şükretmek (ve yüşkera), hiçbir nimete nankörlük etmemektir (velâ yükfera)."

Merfûan (kesintisiz bir rivâyet senediyle) rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Hakkıyla takva, hiçbir lâimin (ayıplayicı'nın) ayıplamasının, kişiyi Allah yolundan alıkoymaması ve kişinin kendi nefsinin, oğlunun ve babasının aleyhine olsa bile adaletten ayrılmamasıdır ."

Bir görüşe göre de hakkıyla takva, taat ve ibâdetlerin, dünyevî ve uhrevî iltifat ve beklentilerden arındırılmasıdır.

B- "Ve ancak Müslümanlar olarak can verin ."

Yani ancak kendinizi ihlâs ile Allahü teâlâ'ya vermiş olarak ve asla başkasına ortaklık hakkı tanımadan can verin. Tıpkı:

" Kendini yalnız Allah'a teskm etmiş olan kimseden din olarak daha güzel kim vardır?" (Nisa 4/125) âyetinde buyurulduğu gibi.

Âyetteki hitab, mü'minler için olduğuna göre, murad olan mânâ, ölünceye kadar İslâm'da sebatın zaruretidir. Bu nehyin ölüme tevcih edilmesi, yani "velâ temûtünne / hiçbir hâlde ölmeyin, illâ ve entüm Müslimûn / ancak Müslümanlar olarak can verin" anlamında bir ifâde kullanılması, nehiy mânâsını daha da güçlendirmek içindir. Bir de, bu ifâde tarzında ölüm ötesine de bir uyarı vardır.

103

"Allah'ın ipine hep birlikte (müctemian) sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin; Allah'ın size olan nimetlerim de hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalblerinizi birleştirdi. O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi oradan O, kurtardı.. İşte Allah âyetlerini size böylece açıklıyor ki hidâyete eresiniz."

A- "Allah'ın ipine hep birlikte (müctemian) sımsıkı sarılın (i'tisam edin) ..."

İslâm dinine yahut Allah'ın Kitabına sımsıkı sarıktı. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), buyuruyor ki:

"Kur’ân, Allah'ın sağlam ipidir ; fazla kullanmakla kenarları kopmaz ve eskimez. Kur’ân'ıle söyleyen, doğruyu söylemiş olur ; onunla amel eden, doğru hareket etmiş olur ; ona sımsıkı sarkan, sırat-ı müstakime hidâyet edilmiş olur ."

B- "Ayrılığa düşmeyin ."

Ehi-i Kitab gibi aranızda anlaşmazlığa düşüp parça parça olmayın, haktan ayrılıp dağılmayın ya da câhiliye döneminde olduğu gibi ayrılığa düşüp birbirinizle savaşmayın yahut tefrikayı mucib olacak, aranızdaki ülfet ve sevgiyi kaldıracak şeyleri konuşmayın.

C- "Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalblerinizi birleştirdi (te'kf etti) . O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz ."

Câhiliye döneminde aranızda nefret, düşmanlık ve sürekli savaşlar vardı. Allah (celle celâlühü), sizi İslâm'a muvaffak kılmakla gönüllerinizi birleştirdi. Nihayet O'nun nimeti sayesinde Allah yolunda birbirini seven, birbirine şefkat ve merhamet gösteren, hakta ittifak etmiş kardeşler oldunuz.

Bir görüşe göre, bu âyet, Medîneli Evs ve Hazrec kabileleri hakkındadır. Bu iki kabilenin ataları olan Evs ile Hazrec, ana baba bir kardeş idiler. Sonra onların evlâdı olan bu iki kabile arasında nefret ve düşmanlık meydana geldi ve yüz yirmi sene boyunca birbirleriyle savaştılar.

Ç- "Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi oradan O kurtardı ."

Siz küfrünüzden dolayı cehennem ateşine girmek üzere iken, Allah (celle celâlühü), İslâm'a hidâyet buyurmakla sizi oradan kurtardı. Zira eğer ölüm küfür hâlinde sizi yakalamış olsaydı, mutlaka cehennem ateşine girecektiniz.

D- "İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki hidâyete efesiniz ."

Allah (celle celâlühü) hidâyette sebat etmenizi ve hidâyet yolunda daha da ilerlemenizi istediği için delillerini size böyle açıklıyor.

104

"Sizden hayra çağıran, ma'rûfu (iyiliği) emir, münkeri (kötülüğü) men eden bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta. Kendileridir."

A- "Sizden hayra çağıran, ma'rûfu (İyiliği) emir, münkeri (kötülüğü) men eden bir topluluk olsun."

Allah bundan önce mü'minlere, söz konusu emir ve nehiylerle kendi nefislerini kemâle erdirmelerini ve her türlü kirden arındırmalarını emretmişti. Şimdi burada başkalarını da İrşad etmelerini ve kemâle erdirmelerini emrediyor. Murad, bütün İnsanların, ilâhî hükümleri saygı ile karşılamalarını sağlamaktır. Böylece bazı İnsanlar, kendi dinî vecibelerini yerine getirerek ilâhî hak ve sınırları muhafaza etmekle beraber, bunları diğer insanlara da hatırlatmalı ve bunları ihlâl etmelerini önlemelidirler.

Âyette, hayra çağırma fiili, mü'minlerin bir kısmına isnad edildiği hâlde, hitabın bütün mü'minlere tevcih edilmesi, bu görevi bütün mü'minlere farz-ı kıfaye kılmak içindir. Yani bu hayra çağırma görevi, bütün mü'minlere farzdır. Fakat bu öyle bir farzdır ki, bir kısım mü'minlerin bu görevi yapmasıyla farz, hepsinden sakıt olur. Ancak hepsi bunu İhlâl ettikleri zaman, hepsi günah İşlemiş olur. Hulâsa,  bu görevi yerine getirmek, fert fert her mü'min için kesin farz değildir. Nitekim,

Mü'minlerin hepsi toptan sefere çıkmamalıdır. Onların her fırkasından bir topluluk dinî ilimleri öğrenmek ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları ikaz (inzar) etmek için geride kalmalıdır." (Tevbe 9/122) âyeti de bu gerçeği belirtir.

İnsanları irşad;

- bunun keyfiyetini,

- nasıl olacağını,

- Allahü teâlâ'nın hükümlerini,

- sevap kazanma mertebelerini gerçekten iyi bilen kimselerin yapabileceği önemli ve ciddi bir iştir.

Bunları bilmeyen insanlar, mâruf (iyilik) ile münkeri (kötülüğü) birbirine karıştırıp münkeri emredebilir; mârufu da nehyedebılir ve yumuşak söylenmesi gereken yerde sert, sert söylenmesi gereken yerde de yumuşak söyleyebilir. Ancak bu hükümleri bilenlerdir ki günahta ısrar eden ve hattâ daha ileri giden kimselere karşı red ve inkâr ile karşı çıkabilir.

"Minküm / sizden, içinizden" kelimesindeki "min / den" edatı, kısım, bölük, parça ifâde eden "ba'zıye" değil, "beyâniye"dir. Başka bir deyişle beyân içindir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur:

"Siz hayra çağıran bir ümmet olun!"

Nitekim Fetih (48) sûresinin 29. âyetinde:

"O îmân edip sâlih ameller işleyenlere Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat va'detmiştir.

Al-i İmran (3) sûresinin 110. âyetinde de:

" Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rûf ile emr, münkerden nehy ve Allah'a îmân edersiniz" buyrulur.

Fakat bu tefsire göre de, hayra çağırmanın herkes için farz-ı ayn olması sonucu çıkmaz. Nitekim cihad da farz-ı kifayedir; oysa o da umumi hitab ile sabittir.

Tıpkı bazı âyetlerde meleklerin zikrinden sonra Cebrâîl ile Mikâıl in adlarının anılması gibi.

Her üç fiilde (hayra çağırma, iyiliği emretme, kötülüğü menetme) de mefûlün (tümlecin) hazfedilmesi,

- ya açıkça bilindiği içindir; yani bunlar hayra çağırırlar, iyiliği emr ve kötülükten men ederler;

- ya da fiilin kendisini gerçekleştirmek içindir; yani hayra çağırma, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetme hareketlerini bilfiil yaptırmaktır.

B- "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

Bu işleri yapan kimseler, üstün vasıflar taşımaları, bu vasıflarıyla diğer insanlardan temayüz etmeleri sebebiyle, felâh ve kurtuluşa hak kazanmışlardır.

Rivâyete göre, Resûlüllah

"- İnsanların en hayırlısı kimdir?" sualine şu cevabı vermiştir:

"- İnsanların en hayırlısı, mârufu emr, münkerden nehyedenler, Allah'tan sakınanlar (takva sahibi olanlar) ve sıla-ı rahmi (hısım ve akraba ziyaretini) verine getirenlerdir."

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan rivâyet olunduğuna göre:

"- Ma'rûf ile emr ve münkerden nehyedenler, yeryüzünde Allah'ın, Resulünün ve Kitabının halifesidir."

Yine rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, siz muhakkak mâruf ile emr ve münkerden nehyetmelisiniz. Aksi takdirde Allah pek yakında katından size bir azab gönderir. Sonra Allah'a yalvarırsınız da duanız kesinlikle kabul olunmaz."

Yine Ali'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cihadın en faziletlisi ma'rûf ile emr ve münkerden nehyetmektir. Bir kimse, fâsıklari (pervasızca günah işleyenleri) sevmez ve Allah için onlara buğzederse, Allah da, o kimseye buğzedenlere buğzeder."

Emr-i bi'l-ma'rûf, emrin konusuna göredir. Vacibi emretmek vâcib ve mendûbü emretmek de mendûb olur. Münker'in nehyi ise, hepsinde vâcib-tir. Çünkü şeriatin inkâr ve reddettiği her şey haramdır. Ve günahkâr (ası) kimseye de, kendisinin işlediği münkeri menetmesi vâcibtir. Çünkü günahkâr kimseye, hem kendisinin bu günahı terk etmesi vâcibtir, hem de başkasını ondan menetmesi vâcibtir. Binâenaleyh bu iki vâcibten birini terk etmesiyle diğer vâcib ondan salat olmaz. Ve:

" İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara 2/44) âyetindeki kınama da, başkasına iyiliği emretmelerinden dolayı değil, kendi nefislerini unuttuklarındandır.

Selef ulemâsı diyorlar ki:

"- Siz kendiniz yapmasanız bile hayrı başkasına emr (tavsiye)edin."

105

"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır."

A- "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın."

Kendilerine, hakkı apaçık ortaya koyan ve üzerinde ittifak gereken âyetler geldikten sonra bu kötü (denî) dünyanın geçici nimetlerini elde etmek için;

- bâtıl yorumlar yaparak,

- Peygamber in vasıflarını dile getiren âyetleri ketm ve tahrif ederek anlaşmazlığa düşen ve birçok fırkalara ayrılan Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi olmayın.

Âyetteki hitab ve nehiy, irşadla bizzat meşgul olan ilim sahiblerine doğrudan doğruya; onlara uyanlara da bilvasıta teveccüh eder.

Hayra çağırmak, dinî veya dünyevî iyiliği olan şeye davet etmekten ibarettir. Bu itibârla âyette, hayra çağırma cümlesinden sonra, aslında hayra çağırma kapsamına dahil olan mârufu emretme ile münkerden menetmenin zikri, hâssın âmme (özelin genele) atfı kabilindendir. Bu ise, emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l -münkerin, diğer hayırlardan daha faziletli ve derece itibariyle daha yüksek olduğunu gösterir.

Ayrılıp anlaşmazlığa düşenleri, dinde anlaşmazlığa düşmüş olan bütün eski, ümmetleri kapsayacak şekilde genel bir mânâda yorumlamak da caizdir. Nitekim diğer bir âyette de:

"Kendilerine kitab verilenler, gelen bunca açık delilden sonra hasedlerinden dolayı (o Kitab) hakkında anlaşmazlığa düştüler." (Bakara 2/213) buyrulur.

Bir görüşe göre de, dinde anlaşmazlığa düşenlerden maksad, bu ümmetin bid'atçileridir.

Bir diğer görüşe göre ise, bunlardan murad, Harûriyye (ilk Haricîler) fırkasıdır.

Dinde anlaşmazlığa düşenlerden murad ne olursa olsun, âyette, nehyedilen ihtilaf, dinin usûlündeki (esaslarınadaki) ihtilaftır; furûdaki ihtilaf değildir. Ancak feri konulardaki ihtilaf da açık nassa ve icmâa aykırı olmamalıdır.

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"İhtilâfa ümmeti rahmetün / Ümmetimin ihtilafı rahmettir." Yine Peygamber buyuruyorlar:

"Ictihad edip de isabet edene iki ecir (sevab); yanılana da bir ecir vardır / Men ictehede fesabe felehu ecrani ve men eh tae felehu ecrun vahıidün."

B- "İşte onlar için büyük bir azab vardır."

O zikredilen sıfatları taşımaları yüzünden onlar için pek büyük bir azap vardır. Bu ilâhî kelâm, dinde tefrikaya düşenler için apaçık, kesin ve ağır bir vaîd; onlara benzeyenlere de şiddetli bir tehdit içerir.

106

"O gün bir takım yüzler ağarır, bir takım yüzler de kararır, işte o yüzleri kararanlara şöyle denir:

"- imânınızdan sonra küfre mi düştünüz? Haydi küfrünüzden dolayı tadın azabı!"

A- "O gün bir takım yüzler ağarır, bir takım yüzler de kararır."

Tabiînden Ata eliyor ki:

"O gün Muhacir ve Ensar'ın yüzleri ağarır ve Benî Kureyza ve Benî Nadıîr Yahudilerinin yüzleri kararır."

Bu âyet, mü'minleri, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra tefrikaya düşenlerin akıbetine uğramamaları için uyarır ve dine sımsıkı sarılmaya (temessüke) teşvik eder.

Yüzlerin ağarması ve kararması, sevinç güzelliği (behceti's-sürûr) ile, korku ve üzüntünün (kâbeti'l-havf) yüzde beliren tezahürlerine kinayedir.

Bir kavle göre, o gün hak ehline (ehlü'l-hakka) mutluluk işareti olarak beyaz yüz ve nurlu bir çehre (beyazü'l-vechi ve's-sahiîfe), parlayan bir ten (ışrakıi'l-beşere), önde ve sağda yürüyen bir nûr ihsan edilir; bâtıl ehline (ehlü'l-bâtü) de bunların zıtları verilir.

B- "İşte o yüzleri kararanlara şöyle denir:

"- İmânınızdan sonra küfre mi düştünüz ?

Bu iki fırkanın (hak ile bâtıl fırkalarının) hâllerine daha önce icmâlen işaret edildikten sonra şimdi tafsilâta geçilmektedir. Bu istifham, kınama ve onların hâllerine taaccüb içindir.

Zahir olan mânâya göre bu yüzleri kararanların kimler olduğu konusunda çeşitli tevcihler yapılmıştır. Bunlar:

1- Ya Ehl-i Kitab olan Yahudilerle Hırıstiyanlardır. Onların îmândan sonra kâfir olanları da bi'setten önce kendi Kitablannda vasıflarını okudukları Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân ettikten sonra kâfir olanlarıdır;

2- Ya bütün kâfirlerdir. Nitekim onlar, misak günü (yevme'l-mîsak) Allah (celle celâlühü), ruhlardan misak aldığı zaman tevhidi ikrar etmiş iken bilahara bundan sapanlardır;

3- Ya da açık deliller ve parlak belgeler karşısında sağlıklı bir düşünce ile îmân imkânına sâhib oldukları hâlde küfrü seçenlerdir.

4- Veya zararlı bid'atlerin ve bâtıl itkadların sahibleridir.

C- "Haydi küfrünüzden dolayı tadın azabı."

Bu onların zikredilen küfürlerinin kaçınılmaz sonucudur.

107

"Yüzleri ağaranlara gelince; işte onlar Allah'ın rahmeti içindedir. Orada sürekli olarak, (muhalleden) kalacaklardır."

A- "Yüzleri ağaranlara gelince ; işte onlar Allah'ın rahmeti içindedir."

Onlar, cennette ve ebedî nimetler içindedirler. Cennet ve nimetlerinin, Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti olarak ifâde edilmesi, şu gerçeğe dikkat çekmek içindir:

Mü'minin bütün ömrü Allah'a, ibâdet ve taât içinde geçse bile, yine de ancak O'nun rahmetiyle cennete girebilir.

B- "Orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır."

Bu cümle bir istinaf cümlesi olup, kelâmın siyakından anlaşılan bir suale cavaptır. Sanki, "Pekiyi, onlar orada nasıl olacaklar ?" suali sorulmuş da cevabında da:

"- Onlar orada sonsuz kalacaklar ; ne oradan ayrılacaklar, ne de ölecekler " denmiştir.

108

"(Resûlüm) işte bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah, âlemlere zulmetmek istemez."

A- "(Resûlüm) işte bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz."

Resûlüm, işte ebrâr (özü, sözü doğru, fazıiletli insanlar) ın çeşitli nimetlerle ödüllendirileceğini ve küffar (küfür ve inkâr edenler)ın de hak ettikleri azaba uğrayacaklarını anlatan bu âyetler Allah (celle celâlühü) âyetleridir. Onları sana hak ve adaletle okuyoruz. Bu âyetlerin ifâde ettikleri hükümlerde, iyilik edenlerin sevablarının eksik verileceği; kötülük edenlerin de hak ettiklerinden fazla bir azab ile cezalandırılacağı, suçsuz insanların da azaba uğrayabileceği yolunda hiçbir haksızlık şaibesi yoktur. Fakat âyetlerde zikredilen va'd ve vaîdler gereğince, herkesin amellerinin karşılığı kendisine tam olarak verilecektir.

Kur’ân âyetlerinin Peygamber'e tilâveti, Cebrâîl’in lisaniyle olduğu hâlde "netlûha a'leyke bi'l-hakk / onları sana hakk olarak okumaktayız" buyurulması, âyetlerin tilâvetine son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Bir kırâete göre, "netlûha / okuyoruz" fiil "yetlûha / okuyor" şeklinde de tilâvet edilmiştir.

B- "Allah, âlemlere zulmetmek istemez."

Bu cümle makablinin zeyli olup mazmunu en beliğ biçimde açıklar. Zulüm kelimesinin nekire olarak (harf-i tarifsiz) zikri, nefyin (olumsuzluğun) Allah'ın irâdesine tevcihi, hükmün âlemlere ta'liki ve Allah ism-i celilinin (zamir ile değil) zahir olarak ifâdesi, bu hükmün (zulmetmemenin) illet ve sebebini zımnen bildirir ve Allah'ın (celle celâlühü) zulümden münezzeh olduğunu en mükemmel şekilde belirtir. Allahü teâlâ, değil âlemlere zulmetmek, âlemlerden hiçbir ferde, hiçbir vakit zulüm irâde etmez.

Bu cümlenin ifâde tarzında, kâfirlerin zâlim olduklarına, kendi nefislerini ebedî azaba mâruz bırakmakla ona zulmettiklerine imâ vardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; ancak insanlar kendi kendilerine zulmederler. "(Yûnus 10/44)

109

"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür."

Şu göklerde ve bu yerde bulunan sınırsız yaratıklar,

- mülken (mülk olarak),

- halkan (yaratma, icad ve ibda' olarak),

- ihyâen (can ve hayât verme, diriltme olarak),

- imâteten (can alma, yok etme, öldürme, ortadan kaldırma olarak),

- isbaten ve ta'zîben (mükâfatlandırma ve azaba uğratma olarak),

yalnız Allahü teâlâ'ya aittir; hiçbir varlığın ortaklığı söz konusu değildir.

Bütün insanların işleri yalnız Allah'ın hükmüne ve icrasına tâbidir. Hiç kimsenin ne müstakil, ne de müşterek bir hükmü ve icrası sözkonusu olamaz.

Allahü teâlâ, kime ne vaatte bulunmuşsa, mükâfat ve ceza olarak onu verecektir. Bu itibârla bu cümle, daha önce zikredilen iki fırkanın mükâfat ve azabı konusunda bir açıklamadır.

Bir görüşe göre de bu cümle, makabline atıf olup onun mânâ ve muhtevasına bir açıklamadır. Zira âlemlerin Allahü teâlâ'nın kulu ve mahlûku olması, rızıklarının O'nun tarafından verilmesini ve onlar hakkında hayır irâde buyurmasını gerektirir.

110

"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; ma'rûf ile emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız. F'ğer Ehl-ı Kitab da îmân etmiş olsaydı elbette kendileri için daha hayırlı olurdu, içlerinden îmân edenler de var; fakat çokları fâsık (yoldan çıkmış olanlardır.")

A- "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz ; "

Bu İlâhî kelâm, mü'minlere, hak üzerinde ittifak ve hayra davet hâlinde sebat etmeyi emir buyurmaktadır. Bu cümle değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Şöyle ki:

1- Bu cümle, "Siz Allahü teâlâ'nın ezelî ilminde veya Levh-ı Mahfüz'da, veyahut eski ümmetler içinde en hay ırk ümmetsiniz" demektir.

2- Bu cümle, "Siz insanlar için en hayırlı ümmetsiniz" demektir.

Binâenaleyh bu âyet, hayırlılığm, insanlara faydalı olmak demek olduğunda sarihtir. Gerçi bu mânâ, "insanlar için çıkarılmış" ifâdesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü bunda "insanların faydası ve maslahatı için çıkarılmış" olma mânâsı mündemiçtir.

3- Ashâbtan Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) ise bu cümleyi şöyle tefsir ediyor:

"Siz insanlar için en hayırlısınız; çünkü insanları zincirler içinde (köle ve esir olarak) getirip sonra İslâm'a sokuyorsunuz." (Böylece hem dünyada, hem de âhirette onları selâmete erdirmiş oluyorsunuz).

4- Tabiînden Katâde de diyor ki:

"Bu âyette anlatılan en hayırlı ümmet, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetidir; zira ondan önce hiçbir Peygambere savaş emredilmedi. İşte bu ümmet, kâfirlerle savaşıyor ve sonuçta onları İslâm'a sokuyor. Bundan dolayı da bu ümmet, insanlar için en hayırlı ümmettir."

B- "Ma'rûf ile emreder, münkerden nehyedersiniz."

Âyetin bu bölümü, bu ümmetin niçin en hayırlı ümmet kılındığını beyân eder. Hitab, her ne kadar vahye şâhid olan mü'minlere mahsus ise de hükmü genel olup bütün mü'minleri kapsar.

Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bu âyet, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini kasdeder."

Ebû İshak İbrâhîm el-Zeccac eliyor ki:

"Hitabın aslı, Resûlüllah'ın Ashabı içindir; ancak hükmü bütün ümmeti şâmildir."

Ebû Isâ Muhammed b. İsâ el-Tirmizî'nin, Behz b. Hakîm'den, o da babasından ve o da dedesinden rivâyetine göre, "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" mealindeki âyet konusunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e şöyle buyurmuştur:

"Siz yetmiş ümmeti tamamlamış bulunuyorsunuz; Allahü teâlâ katında bunların en hayırlısı ve en alicenabı sizsiniz."

Ve açık bir gerçektir ki, her ümmetten kastedilen, onların hem ilk, hem de son kısımlarıdır. Yoksa her ümmetin yalnız ilk kısımları değildir. Binâenaleyh bu ümmetin son kısımlarının da bu hükme dahil olması gerekir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Yahudi Mâlik b. el-Sayf ile Vehb b. Yahuzâ, bir gün, aralarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ubeyy b. Kâ'b, Muaz b. Cebel ve Huzeyfe b. el-Yeman'ın âzadlı kölesi Salim'in de bulunduğu bir cemaatin yanından geçerken bu iki Yahudi, o Sahabilere:

"- Biz sizden daha üstünüz ve bizim dinimiz de, sizin bizi davet ettiğiniz dinden, daha hayırlıdır" demişlerdi.

(Bu da gösteriyor ki, insanlar ümmet kelimesini, bir dininin ilk ve son mensuplarım kapsayan genel bir mânâda kullanmaktadırlar.)

Said b. Cübeyr'in Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet ettiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Siz en hayırlı ümmetsiniz" âyetinde kasdedilenler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Medine'ye hicret edenlerdir."

Tabiînden Dahhâk'a göre:

"Bunlar Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabından hadis rivâyetçileri ve İslâm dâvetçıleridır; Allah (celle celâlühü), Müslümanların bunlara uymasını emir buyurmuştur."

C- "Ve Allah'a inanırsınız."

"- Sizler Allah'a, Resulüne, Kitabına, âhıirete, haşr ve neşre, ceza gününe, hesaba ve inanılması gerekli (vâcib) her şeye îmân edersiniz."

İmânın tafsilâtı âyette sarahatle zikredilmemiştir. Çünkü bu îmânın, mü'minlerin îmânı olduğu gayet açıktır. Bir de bu îmân, Allah'a (celle celâlühü) gerçek mânâda bir îmândır. Ehl-i Kitab'ın îmânı gibi eksik bir îmân değildir. Fakat burada yalnız Allah'a îmân zikredilmiştir. Nitekim Nisa (4) sûresinin 150 ve 151. âyetlerinde şöyle buyrulur:

"O kimseler ki, Allah'ı ve Peygamberlerini inkâr ederler. Allah ile peygamberleri arasını ayırmak isterler ve:

"Bazılarına inanırız, ama bazılarına da inanmayız" derler ve böylece îmân ile küfür arasında bir yol tutmak isterler." (4/150)

"İşte bunlar gerçekten kâfirlerin ta kendileridir. " (4/151)

Allah'a îmân, vücud ve rütbe olarak, emr-i bı'l-ma'rûf ve nehy-ı a'nı'l-münker (iyiliği emr ve kötülükten men) den önce geldiği hâlde bu âyette onlardan sonra zikredilmiş olması bu ümmetin insanlar için en hayırlı ümmet olduğuna delâlet eder. Bir de, bu îmânın Ehl-i Kitab'ın îmânı ile yan yana zikredilmesi amaçlandığı içindir.

Ç- "Eğer Ehl-i Kitab da îmân etmiş olsaydı elbette kendileri için daha hayırlı olurdu."

Ehl-i Kitab da sizin îmân ettiğiniz gibi îmân etselerdi, bu elbette kendileri için, riyasetten ve avam halkın kendilerine bağlı kalmalarından daha hayırlı olurdu ve onların riyasetleri ve dünya nimetlerinden alacakları haz daha artardı ve îmânlarına karşılık kendilerine va'dedilen iki mükâfatı, kazanmış olurlardı.

Bir kavle göre de, eğer onlar îmân etmiş olsalardı bu, içinde bulundukları küfürden daha hayırlı olurdu. Şu hâlde hayırlılık mânâsı, onların iddiasına göredir. (Yoksa küfürde hiçbir hayır yoktur ki, îmân ondan daha hayırlı olsun.)

Âyet, onlar için bir nevi istihza anlamını da taşımaktadır.

"Velev âmene / eğer îmân etselerdi" dendiği hâlde îmân etmeleri gereken şeylere hiç temas edilmemesi, îmân denilen şeyin zaten açık olduğunu ve zihnin, ondan başka bir şeyi düşünmediğini zımnen bildirmek içindir. F, ğer burada veya daha önce, îmân edilmesi gerekenlerin tafsilâtına girilseydı, belki Kitab Ehlinin de kısmen îmân sahibi oldukları, fakat mü'mınlerın îmânının onlardan daha hayırlı olduğu anlaşılabilirdi. Öyle bir şey ise heyhat!...

D- "içlerinden îmân edenler de var; fakat çokları fâsık (yoldan çıkmış) lardır."

Bu cümle, Kitab Ehlinin, îmân etmedikleri için kendilerinde hayır olmadığı sonucundan çıkan gizli bir sualin cevabı gibidir. Sanki,

"- O Elıl-i Kitab'tan îmân edenler var mı, yoksa hepsi küfürde mi? "şeklinde bir soru vârıd olmuş da, cevabında böyle denmiştir. Ehl-i Kitab'tan elbette Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi inanan ve her iki cihan saadetine erişenler de var; fakat onların çoğu küfürde temerrüd ederek hakkın sınırları dışına çıkmışlardır.

111

"Onlar size eza etmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek (mukatele edecek) olsalar size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez."

A- "Onlar size ezâ etmekten başka bir zarar veremezler."

Ehl-i Kitab, sizi tenkid ve tehdit etmek gibi etkisiz birtakım davranışlarda bulunmak dışında size bir zarar veremezler.

B- "Sizinle savaşa girecek (mukatele edecek) olsalar size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez."

Eğer onlar sizinle savaşa kalkışırlarsa sizi öldüremezler; esir de alamazlar; kendileri hezimete uğrarlar. Sonra hiç kimseden yardım da göremezler; onları öldürmenize ve esir almanıza hiçbir kuvvet engel olamaz.

Bu âyet-i kerîme, Ehl-i Kitab'tan îmân edenlere sebat tavsiye eder. Zira onlar içlerindeki inananlara, alaya almak, ayıplamak, dalâletle suçlamak ve korkutmak suretiyle ezâ ediyorlardı. Yine, bu âyet, onların, sözlü sataşmalar dışında mü'minlere önemli bir zarar veremeyeceklerini de müjdeler. Ayrıca mü'minlere galibiyet ve intikam almayı va'deder. Onların akıbetinin hüsran ve zillet olacağını bildirir. Nitekim Benî Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka ve Hayber Yahudileri için bütün bunlar gerçekleşmiştir.

112

"Onlar nerede olurlarsa olsunlar üzerlerine zillet vuruldu. Meğer ki Allah'ın ipine ve insanların ipine sarılmış olsunlar. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar ve onlar üzerine meskenet vuruldu. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr ve Peygamberlerini haksız yere katletmelerindendir. Bu onların isyan etmelerinden ve aşırı gitaıelerindendir."

A- "Onlar nerede olurlarsa olsunlar üzerlerine zillet vuruldu."

O Yahudiler nerede olurlarsa olsunlar,

- nefislerinin, mallarının, ailelerinin heder olması ve

- bâtıla temessük (sarılma) zilleti ile karşılaşacaklardır.

B- "Meğer ki Allah'ın ipine ve insanların ipine sarılmış olsunlar."

Meğer ki o Yahudiler, Allah (celle celâlühü) ın veya onlara gelen Allah'ın Kitabının veyahut İslâm'ın ahdine ve zimmetine sığınıp Müslümanların yoluna uymuş (onların hakimiyet ve idaresini kabul etmiş) olsunlar.

C- "Onlar Allah'ın gazabına uğradılar ve onlar üzerine meskenet vuruldu "

Gazab (ğadab) kelimesinin nekire olarak zikredilmesi, bu gazabın pek büyük ve korkunç olduğunu ifâde etmek içindir. Gerçekten o günün Yahudileri, zelil ve miskin olarak genellikle Müslümanların ve Hıristiyanların elinde ve hakimiyetinde yaşıyorlardı.

Ç- "Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr ve Peygamberlerini haksız yere katletmelerındendir."

Yahudilerin zillet ve miskinliğe mahkûm edilmelerinin ve Allah'ın (celle celâlühü) o büyük ve korkunç gazabına uğramalarının sebebi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini açıklayan Tevrat âyetlerini sürekli inkâr ve tahrif; Kur’ân âyetlerini de aynı şekilde inkâr etmeleri ve Peygamberleri kendi inançlarına göre bile (bir gerekçesi olmadan) haksız yere öldürmeleri sebebiyledir.

Peygamberleri öldürenler, eski Yahudiler oldukları hâlde öldürme fiili, Medine'de ve civarında oturan o günün Yahudîlerine de isnad edilmiştir. Çünkü bu Yahudiler de, eski Yahudilerin yaptıklarına rızâ gösteriyorlardı. Nitekim Tevrat âyetlerini tahrif etmek de, Yahudi âlimlerinin fiili olduğu hâlde bu fiil, onların sözlerini dinleyip hâl ve hareketlerini taklit eden herkese isnad edilmiştir.

D- "Bu, onların isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendır."

Yahudilerin o inkâr ve cinayetleri de, onların sürekli isyankâr olmalarından ve Allah'ın (celle celâlühü) sınırlarını tecavüz etmelerinden ileri geliyordu. Çünkü küçük günahlarda ısrar etmek, büyük günahlara götürür ve büyük günahlara devam etmek de küfre götürür.

Bir görüşe göre de mânâ şöyledir:

O Yahudilerin dünyada zillet ve meskenete mahkûm olmaları ve âhirette de İlâhî gazaba uğramaları, onların küfürleri ve Peygamberleri öldürmeleri sebebiyle olduğu gibi, ayrıca onların isyanları ve tecavüzleri sebebiyledir. Çünkü. Yahudiler muâhaze halamından İslâm'ın fer'î meselelerine de muhatabtır.

113

"Hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab'tan öyle dürüst bir ümmet (topluluk) vardır ki gece saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar."

A- "Hepsi bir değildir."

Bu cümle, mü'minlerin iyiliklerini saymak için bir hazırlık ve daha önce geçen "İçlerinden îmân edenler de var." (Al-i İmrân 3/110) âyeti için de bir hatırlatma mahiyetindedir.

Ehl-i Kitab'ın hepsi o çirkin vasıfları taşımak hususunda bir ve eşit değildir (Çünkü Ehl-i Kitab'ın bir kısmı Müslüman olmaları sebebiyle o çirkin vasıfları taşımıyor.) Daha açık bir deyişle Ehl-i Kitab'ın hepsi, zikredilen çirkin vasıfları taşımak ve onlara terettüp eden cezalara mâruz kalmak hususunda bir ve eşit değildir.

B- "Ehl-i Kitab'tan öyle dürüst bir ümmet (topluluk) vardır ki gece saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar."

Bu cümle, Ehl-i Kitab'ın hepsinin nasıl bir ve eşit olmadıklarını beyân etmekte ve ondald ibhamı kaldırmaktadır. Tıpkı daha önce geçen "Te'mürû-ne bi'l-ma'rûfi — ma'rûf (iyilik) ile emredersiniz" cümlesinin "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i Imrân:110) cümlesini beyân ettiği gibi.

El-Kitab kelimesinin zamir ile ifâdesi mümkün iken zahir olarak zikri, iki fırka arasındaki müşterek noktayı (ikisine de Ehl-i Kitab dendiğini) belirtmek ve Ehl-i Kitab'tan bu mü'min topluluğun, onların rezillerinden değil bilakis Kitab'tan kendilerine büyük bir nasip verilmiş bahtiyar insanlardan olduklarını zımnen bildirmek içindir.

Ehl-i Kitab'tan olan bu bahtiyar topluluk, Abdullah b. Selâm, Salebe b. Said, Useyd b. Ubeyd gibi Isiâmiyetle şereflenenlerdir.

Bir görüşe göre, bunlar Necran halkından kırk kişi, Habeş halkından otuz iki kişi ve Rumlardan üç kişi idiler. Bu zâtlar, önce Isâ (aleyhisselâm) dininde iken sonra Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i tasdik ettiler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye hicret etmeden önce, aralarında Es'ad b. Zürare, Bürâ b. Mârûr, Muhammed b. Mesleme, Ebû Kays Sarmet b. Enes'in de bulundukları Medîneli bir cemaat de vardı ki., bunlar tevhıd inancına sahip bulunuyorlardı. Cünüb olduklarında guslediyorlar ve Hanîf dininin hükümlerinden bildiklerini uyguluyorlardı. Nihayet Allahü teâlâ, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) i gönderince onu tasdik ve kendisine yardım ettiler.

"Ayatillah / Allah'ın âyetlerî"nden maksad, Kur’ân-ı Kerîm'in âyetleridir ve secde etmek de, namaz kılmaktır. Çünkü secdede Kur’ân tilâveti yoktur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"Ben rükûda ve secdede Kur’ân âyetlerini okumaktan nehyolundum / Elâ innî nühîtü en ekraa rakian ve saciden."

Namazın rükünleri içinde secdenin zikredilmesi, tevazünün kemâlim daha çok ifâde ettiği içindir.

Namazda Kur’ân âyetlerinin tilâvet edildiği kesin olarak bilindiği hâlde, "yetlûne âyatillâhi — onlar Allah'ın âyetlerini okurlar" buyrulmasi, iki Ehl-i Kitab arasındaki farkı daha ziyâde belirtmek ve bu bahtiyar fırka ile ondan önce küfürle vasıflandırılan bedbaht fırkanın bir olmadıklarını açıklamak içindir. Zaten bu sıfatın, îmân sıfatından önce zikredilmesinin sırrı da budur.

Bu namazdan maksad, teheccüd (gece) namazıdır. Çünkü bu namaz onların medhi için daha çok belirleyicidir ve bu namazda onlar için tilâvet mümkündür; zira farz namazlarda tilâvet, imamın vazifesidir. (Cemaatle kılınan namazlarda yalnız imam okur.) Onların tek başlarına cemaatsiz olarak kıldıkları namazlara itibâr edilmesine ise, medh makamı engeldir (İlâhî medhe mazhar olan kimse, zaten namazını cemaatle kılar). Bu namazın, daha çok farz namazlar anlamına gelen "salât -- namaz" kelimesi ile vasıflandırılmamasına ve belli bir vakit zikredilmeden "ânâelleyli / gece saatleri" şeklinde mübhem bir ifâde kullanılmasına en münasib olan mânâ da budur.

Bir görüşe göre de, bu namaz yatsı namazıdır. Çünkü Ehl-i Kitab, bu namazı kılmazlar. (Bu itibârla yatsı namazı mü'min olan Ehl-i Kitab'ı diğerlerinden ayıran bir namazdır.) Nitekim rivâyet olunuyor ki, bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını geciktirdi; sonra evinden çıkınca baktı ki, insanlar namazı bekliyorlar. O zaman:

"Bilin ki, sizden başka hiçbir din ehli bu saatte Allah'a, ibâdet etmez / Emmâ innehu leyse min ehli'l-edyani ehadün yezkürullâhü hazihî's-saa'te ğayruküm" buyurdu ve bu âyeti okudu.

Bir görüşe göre de "vehüm yescüdûn / ve onlar secde ederler" mealindeki cümle, bir istinaf (makablinden bağımsız) cümlesidir. Yani namazda bir ayakta dururlar, bir secde ederler; Allah'a (celle celâlühü) her türlü tevazuu göstererek O'ndan lütuf ve rahmet niyaz ederler. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyurulur:

"Ve Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ile geçirirler." (Furkan 25/64)

Bir görüşe göre de, bu âyetteki secdeden murad, tevazu gösterip boyun eğmektir. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyurulur:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a secde ederler." (Ra'd 13 / 15) (Secde âyetidir)

114

"Onlar, Allah'a ve âhıiret gününe inanırlar; ma'rûf ile emr ve münkerden nehyederler. Hayır işlerinde de yarışırlar. İşte onlar Sâlihlerdendir."

A- "Onlar, Allah'a ve âhıiret gününe inanırlar ; "

Bu âyet, Ehl-i Kitab'tan olan o topluluğun diğer bir vasfını fakat aynı zamanda Yahudilerden farklı yanlarını ortaya koyar. Başka bir deyişle burada onların İslâm'ın beyân ettiği gibi Allah'a ve âhire t: gününe îmân ettikleri açıklanır.

İmânın kayıtsız ve mutlak olarak zikredilmesi, takyide gerek olmadığını zımnen bildirmek içindir. Çünkü mutlak olarak zikredilen bu îmândan İslâmî îmânın kasdedildiği açıktır.

Bir de, Yahudiler:

- "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dedikleri,

- bazı İlâhî Kitabları ve Peygamberleri inkâr ettikleri,

- kıyamet gününü de başka türlü nitelendirdikleri için,

Allah'a ve âhiret gününe inandıklarını iddia etmelerinin hiçbir kıymet taşımadığına bir tarizdir. Eğer îmân zikredilen bu kayıtla kayıtlandırılmış olsaydı, belki onların îmânlarına da îmân denebilirdi. Heyhat ki gerçek böyle değildir.

B- "Ma'rûf ile emr ve münkerden nehyederler."

Bu iki vasıf, Ehl-i Kitab'ın o mutlu topluluğunun Yahudilerden farklı yanlarını beyân için zikredilmiştir. Bir de, o bedbaht Yahudilerin sevap kazanmak adına riyakârlık yaptıklarına, hattâ işi tersine çevirip insanları saptırmaya ve Allah yolundan alıkoymaya çalıştıklarına bir tarizdir. Zira onların yaptıkları münkeri emretmek ve mârufu menetmektir.

C- "Hayır işlerinde de yarışırlar."

Bu da, o bahtiyar topluluğun bir diğer sıfatıdır. Onlar gerek kendilerim gerekse başkalarını ilgilendiren bütün işlerde güzel davranış örneği verir ve her hususta hayrın bütün çeşitlerine son derece rağbet gösterirler. Bu cümle ayni zamanda Yahudilerin, hayırda çok ağır, serde ise çabuk davrandıklarına bir tarizdir.

Ç- "İşte onlar sarihlerdendir."

İşte onlar, o seçkin vasıfları sebebiyle, Allahü teâlâ katında hâlleri ıslah edilmiş ve O'nun rızâsına ve medhine hak kazanmış mutlu insanlardır.

115

"Onların hayır olarak yaptıkları hiçbir şey inkâr edilmez. Allah ittika edenleri (sakınanları, takva sahibi olanları) bilir."

A- "Onların hayır olarak yaptıkları hiçbir şey inkâr edilmez."

Onların yaptıkları hiçbir hayır, elbette karşılıksız kalmaz. Başka âyetlerde hayrın karşılığının tam verilmesi, şükür olarak ifâde edilmiştir. Burada hayrın karşılığının tam verilmemesi de inkâr veya nankörlük olarak vasıflandırılmıştır. Bunun sebebi böyle bir hâlin, Allahü teâlâ'dan sâdır olmasının imkânsızlığını vurgulamak içindir.

B- "Allah, ittika edenleri (sakınanları, takva sahibi olanları) bilir."

Bu cümle, makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Zira Allahü teâlâ'nın onların hâlini çok iyi bilmesi, elbetteki onların sevabını tam vermesini gerektirir.

Burada takva sahiplerinden murad,

- Ya o anılan bahtiyar topluluktur. Onların zamir ile değil de zahir olarak "müttektîn / sakınanlar, ittika edenler" şeklinde belirtilmesi, kendilerini medhetmek, ilâhî ilmin taallûk ettiği unvanı tâyin etmek ve onların mükâfat sebebini bildirmek içindir. Bu da daha önce zikredilen hasletleri ihtiva eden takvadır.

- Ya da bu takva sahiplerinden maksat, bütün takva sahiplerini kapsayan muttakıîler cinsidir ve anılan topluluk da öncelikle buna dahildir.

116

"O küfredenlere gelince ; onların ne malları, ne evlâdları Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. İşte onlar cehennem ashabıdır. Orada sürekli olarak kalacaklardır."

Onlar îman edilmesi gereken şeyleri inkâr ettiler. Bu âyetin tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür:

1- Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre, "Bunlar Benî Kurayza ve Benî Nadıîr Yahudileridir. Onların küfürdeki inadı mal içindi."

2- Bunlar bütün Kureyş müşrikleridir. Nitekim Ebû Cehil Amr b. Hişam, malı ile çok iftihar ederdi.

3- Bunlar Ebû Süfyan Sahr b. Harb ve adamları idi. Nitekim Ebû Süfyan, Bedir ve Uhud savaşlarında kâfirlere çok mal harcamıştı.

4- Bunlar, bütün kâfirlerdir. Zira onlar malları ve evlatları ile iftihar ediyorlardı. Nitekim onlar:

"Biz malca ve evlatça daha çoğuz; biz azaba uğratılacak da değiliz." (Sebe' 34/35) diyorlardı. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü) onların iddialarını reddetmek üzere:

Onların ne malları ne evlatları, Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamaz" buyurdu. Yani onların malları da, evlatları da, Allah'ın (celle celâlühü) azabından hiçbir şeyi engelleyemeyecek, en ufak bir fayda sağlamayacaktır.

117

"Onların bu dünya hayatındaki infaklarının durumu, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup mahveden dondurucu bir rüzgâr misalidir. Allah, onlara zulmetmiyor; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar."

A- "Onların bu dünya hayatındaki infaklarının durumu, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup mahveden dondurucu bir rüzgâr misalidir."

Bu ayet de, kâfirlerin, "celb-i menafi' ve def-i mazarrat" için güvendikleri ve boş umut bağladıkları malların kendilerine nasıl hiç fayda sağlamadığını beyan eder.

Kafirlerin ibâdet, iftihar ya da şöhret; münafıkların da riyâ ve korku için yaptıkları harcamaların durumu, dondurucu bir rüzgarın vurduğu ekine benzer. Onlar küfür ve isyanları sebebiyle kendilerine zulmetmiş ve bundan dolayı da Allah'ın (celle celâlühü) gazabına uğramışlardır. İşte o dondurucu rüzgâr, ceza olarak onların ekinlerini vurmuş ve hepsini yok etmiştir. Bu kâfirler, kendilerine zulmetmekle vasıflandırılmışladır. Çünkü ilâhî gazabı mûcib hâllerinden dolayı helake uğramaları, onlar için daha ağır ve alçakladır.

Bu teşbihten maksad, onların yaptıkları harcamaların, kendilerine hiçbir yarar sağlamadığını, tamamen yok olup gittiğini belirtmektir.

Bu teşbih, daha önce Bakara (2) sûresinin 17. âyetinin tefsirinde geçen mürekkeb teşbih (kelimeler arasındaki teşbih değil, toplu teşbih) kabılindendır.

B- "Allah, onlara zulmetmiyor; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar."

Allah (celle celâlühü), onların harcadıkları malları zayi kılmakla onlara zulmetmedi; onlar mallarını yerinde harcamadıkları için kaybederek kendi kendilerine zulmettiler. Bazılarına göre bu cümlenin mânâsı şöyle de olabilir:

Allah ekini yok etmekle sahiplerine zulmetmedi; fakat onlar, bu cezayı hak eden fiilleri işlemekle kendi kendilerine zulmettiler.

Ancak bu mânânın bundan hemen önce sarahaten ifâde edilmiş olması buna engeldir.

118

"Ey îmân edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar, size kötülük etmekten geri durmazlar. Sıkıntıya düşmenizi arzu ederler. Gerçekten de düşmanlıkları ağızlarından taşıyor. Göğüslerinde sakladıkları ise daha büyüktür. Biz size âyetleri açıklıyoruz; eğer aklederseniz..."

A- "Ey îmân edenler ! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin."

Kişinin bitanesi (astarı), kişinin güvenip sırlarını anlattığı kimsedir. Böylece kişinin sırdaşı elbisenin astarına benzetilmektedir. Tıpkı sırdaş kişinin, şiara (iç elbiseye) de benzetildiği gibi. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"Ensar, şiardır (iç kaftandır, sırdaştır); diğer insanlar ise disardır (dış kaftandır)."

Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre:

"Mü'minlerden bazıları, aralarındaki akrabalık, dostluk ve anlaşmalar sebebiyle Yahudilere Müslümanların sırlarını ulaştırıyorlardı. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi."

Tabiînden Mücâhid'e göre de:

"Bu âyet-i kerîme, münafıklara haber ulaştıran bazı mü'mini er hakkında nazil olmuştur. İşte bu âyetle o yaptıklarından menedildiler."

Bundan sonraki âyetteki:

"Onlar size rastladıkları zaman, "inandık" derler. Kendi kendilerine kaldık (halvet olduk)ları zaman size olan öfke (gayz)lerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar" ifâdesi de bu yorumu teyid eder.

Zira bu, münafıkların sıfatıdır. Ancak hâdisenin aslında sırların verildiği ister Yahudiler olsun, ister münafıklar olsun, hüküm genel olup bütün kâfirler için geçerlidir.

B-"Onlar size kötülük etmekten geri durmazlar. Sıkıntıya düşmenizi arzu ederler."

Birinci istinaf cümlesi, onların hâlini açıklamakta ve onlardan uzak durmayı emretmekte; ikinci istinaf cümlesi de, nelıyi teyid ve nehyedilen şeyden şiddetle sakınmanın gereldiliğini ifâde etmektedir. Yani onlar, sizin hep sıkıntıya ve şiddetli bir zarara uğramanızı isterler.

C- "Gerçekten düşmanlıkları ağızlarından taşar."

Bu da başka bir istinaf cümlesi olup nehyedilen şeyden daha da şiddetle sakınmanın gerekliliğini belirtir. Onların islâm'a ve Müslümanlara olan öfkeleri, sözlerinden açıkça belli olur. Onlar bunu açığa vurmamak için ne kadar gayret etseler de, Müslümanlara olan öfke ve düşmanlıklarım ağızlarından kaçırmamayı başaramazlar.

Ç- "Göğüslerinde sakladıkları ise daha büyüktür."

Çünkü dilleriyle açığa vurdukları düşmanlık, düşünerek ve kendi ihtiyarlarıyla değildir. (Bundan dolayı düşmanlıklarını tam yansıtmamaktadır.)

D- "Biz size âyetleri açıklıyoruz ; eğer aklederseniz..."

Biz, size dinde ihlâslı olmanın, mü'minleri dost edinip kâfirleri düşman bilmenin lüzumunu anlatan âyetlerimizi açıklamış bulunuyoruz. Eğer siz, ald-i selim sahibiyseniz, aklınızı kullanabiliyorsanız, iyi düşünüp muhakeme edebiliyorsanız gerçeği anlarsınız.

119

"Sizler öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab'ın hepsine inanırsınız. Onlar size rastladık (mülâkıî olduk)lan zaman "inandık" derler. Oysa kendi kendilerine kaldık (halvet olduk) lan zaman size olan öfkelerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar."

(Resûlüm) de ki:

"- Kininizle ölün!"

Şüphesiz ki Allah göğüslerde olanı hakkıyla bilir."

A- Sizler öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab'ın hepsine inanırsınız."

Âyetin başında "hâ" edatının zikri, muhtevanın son derece önemli olduğuna dikkat çekmek içindir. Müslümanlar şu şekilde uyarılmaktadır:

"Onları dost edinmekle hatâ ediyorsunuz; onları seviyorsunuz ama onlar sizi sevmiyorlar; oysa siz onların Kitabına da inanıyorsunuz ama onlar, sizin Kitabınıza inanmıyorlar. Buna rağmen siz yine de onları sevmeye devam edecek misiniz?"

Kısaca o kâfirlerin dini bâtıl ve sizin dininiz hak iken, onlar kendi dinlerinde sizden daha katı ve müsâmahasızdır.

B- "Onlar size rastladık (mülâkıî olduk)ları zaman "inandık" derler. Oysa kendi kendilerine kaldık (halvet olduk)lan zaman size olan öfidelerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar."

Onlar, sizinle karşılaştıklarında münafıkça davranıp "âmenna / inandık" derler; kendi kendilerine veya baş başa kaldıklarında ise, size olan kin, gayz ve öfkelerinden dolayı, esef ve üzüntülerinin bir tezahürü olarak parmaklarının uçlarını ısırırlar; zira öfkelerini yatıştırmak için başkaca bir yol bulamamışlardır.

C- "Resûlüm) de kı (Kul):

"- Kininizle ölün !"

Bu ifâde, İslâm'ın yayılmasından ve Müslümanların sayıca artmasından ve güçlenmesinden dolayı, onların öfkelerinin artarak devamı sonunda helâk olmaları yahut şiddetlenen öfkelerinin onları helâk etmesi için beddua makamındadır.

Ç- "Şüphesiz ki Allah, göğüslerde olanı hakkıyla bilir."

Allah (celle celâlühü) sizin kalplerinizin içindeki kın, gayz, öfke ve düşmanlığı eksiksiz olarak bilir.

Burada iki ihtimâl vardır:

1- Bu cümle ya "De ki!" emrinin içindedir; o takdirde anlam şöyle olur:

"- Resûlüm, onlara de ki; Allahü teâlâ, sizin öfkeden parmaklarınızın uçlarını ısırdığınızı hattâ ondan daha da gizli olanı bilir."

2- Bu cümle, "De ki!" emrinin dışındadır; o takdirde de anlam şöyle olur:

"- Resûlüm, seni onların sırlarına muttali kıldığıma taaccüb etme! Çünkü Ben, kalblerin içindekileri tamamıyle bilirim."

3- Bir kavle göre ise, bu cümle "De ki!" emrinin kapsamı dışında olmakla beraber Resûlüllah'a gönlünü hoş tutmasnı ve gelecekten umutlu olmasını emreder. Ayni zamanda bunda İslâm'ın güçleneceğine ve onların İslâm'ın gücü karşısında hor ve hakıîr kılınacağına ve bundan duyacakları öfkeyle helâk olacaklarına dâir ilâhî bir müjde vardır. Sanki:

"- Ey Resûlüm! Sen kendi nefsine bunları anlat" buyrulmuştur.

120

"Size bir iyilik (hasene) dokunursa onlar üzülürler. Eğer size bir kötülük dokunursa sevinirler. Ve eğer sabreder ve sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır."

A- "Size bir iyilik dokunursa onlar üzülürler. Eğer bir kötülük dokunursa sevinirler."

Onların düşmanlıkları öyle bir noktaya varmıştır ki, Müslümanların mazhar oldukları hayıf ve yararları kıskanırlar. Müslümanların uğradıkları zarar ve sıkıntılara da sevinirler.

İyilik için "mess/dokunma", kötülük için ise "isabet" kelimesinin kullanılmış olması,

- ya en ufak bir iyiliğin bile Müslümanlara dokunmasının kendilerini üzdüğünü, onların ancak Müslümanların tam anlamıyla zarara uğramaları hâlinde sevınebildiklerini bildirmek içindir;

- ya da mess kelimesi, mecaz olarak isabet mânâsında kullanılmıştır.

B- "Ve eğer sabreder ve sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar veremez."

Eğer siz, onların düşmanlıklarına, yahut ağır mükellefiyetlere sabrederseniz ve Allahü teâlâ'nın yasaklayıp haram kıldığı şeylerden sakınırsanız, Allah'ın lûtfuyla ve O'nun sabredenlerle takva sahiblerine va'dettiği himaye sayesinde, onların sizin için düşünüp planladıkları hileler size hiçbir zarar vermez.

Bir de, dinine ciddiyetle sarılan ve kendini takva ile sabra alıştıran kimse, hasmına karşı cesur olur.

C- "Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını kuşatmıştır."

Allah (celle celâlühü) bilgisiyle, onların size düşmanlık için düşündükleri hileleri kuşatmıştır. Binâenaleyh yaptıklarından dolayı onları cezalandıracaktır.

Bir kırâete göre, "ya'melûne / yaptıkları" fiili hitab kipi ile "ta'melûne / yaptıklarınızı" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde anlam şöyle olur:

"Allah'ın bilgisi, sizin sabrınızı ve takvanızı kuşatmıştır. Binâenaleyh Allah, sizin hak ettiğiniz mükâfatları verecektir."

121

"Hani sen sabah erkenden mü'minleri savaş için mevzilerine yerleştirmek üzere aile (ehli)nden ayrılmıştın. Allah hakkıyla her şeyi işitendir ve her şeyi bilendir."

Burada, dikkatler sabır ve takvadan uzak kalmanın zararlı sonuçlarına çekilmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki sabır ve takva, va'd-i ilâhî gereği düşmanların yaptıkları hilelerin zararlarından kurtulmayı da sağlar.

Bu âyette hitab özellikle ve yalnız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e tahsis edilmiştir. Çünkü bu kelâm ona mahsustur. Ve demek istenen şudur:

"- Ey Resûlüm! Sabah erkenden ailenden ayrıldığın o zamanı onlara anlat ki, sabırsızlıktan ileri gelen o nahoş hâllerden ibret alsınlar da, bilsinler ki, sabır ve takvadan ayrılmadıkları takdirde kâfirlerin hileleri kendilerine asla zarar vermez."

Burada, asıl maksad o vakt içinde vuku bulan hâdiseler olduğu hâlde, anlat emrinin hâdiselere değil de, vakte tevcih edilmiş olması, bu hâdiseyi tafsilâtı ile hatırlamanın mecburiyetini mübalağa ile ifâde etmek içindir. Nitekim bu konu ile ilgili izah, Bakara 2/30. âyetin tefsirinde geçti.

Âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in Uhud savaşı için ailesinden, Âişe'nin (radıyallahü anha) Validemizin evinden çıkmasıyla ilgilidir. Burada maksûd olan, bazılarının zannettiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in niyet ederek ve bu azim ile evinden çıkması değil, fakat mü'minleri mevzilerine yerleştirmeye kadar uzanan zamanı ve buna bağlı olarak meydana gelen gelişmeleri hatırlatmaktır. Çünkü hâdiseleri hatırlatan o zamandır.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud savaşına cuma namazından sonra çıktığı hâlde, âyette "Ve iz ğadevte min ehlike / Hani sen sabah erkenden ailenden ayrıldın" buyurulmuştur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in mü'minleri mevzilerine yerleştirmesi, (ertesi gün), sabah erkenden olmuştur ve asıl konu da budur. Zira vaktin hatırla tılmasından maksat, mü'minlerin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in emrine muhalefetlerinin, yerleştirildikleri muayyen mevzileri terk etmelerinin ve sabırsızlık göstermelerinin hatırlatılmasıdır.

İşte böylece bu âyet-i kerîmeyi, cuma namazının zeval vaktinden (güneşin tam tepeye geldiği vakitten) önce kılmanın caiz olduğuna delil gösterme görüşünün yanlışlığı net olarak ortaya çıkmış olur.

Rivâyete göre müşrik ordusu Uhud'a çarşamba günü inmişti. Bunun üzerine Resûlüllah Ashabı ile istişare buyurdu ve (sonraları münafıkların başı olarak şöhret bulan) Abdullah b. Übeyy b. Selûfü de istişare için çağırdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan önce onu hiç çağırmamıştı. İstişarede Abdullah ve Ensar'ın çoğu şöyle dediler:

"- Ya Resûlallah! Medîne içinde kal, Medine'den çıkıp onların bulundukları yere gitme. Çünkü vallahi, bu güne kadar ne zaman Medine'den çıkıp bir düşman karşısına gitmişsek, hep mağlup olduk ve ne zaman bir düşman Medine'ye girip bizimle savaşmışsa, mutlaka biz onları yendik. Bir de sen aramızda iken Medine'de nasıl mağlup oluruz! Onun için sen o düşmanları orada kendi hâllerine bırak; eğer onlar hep orada kalırlarsa, zaten en kötü hapishanede kalmış gibi olurlar; yok eğer Medine'ye girerlerse, erkekler, cepheden onlarla savaşırlar; kadınlar ve çocuklar da onlara taş atarlar; eğer memleketlerine dönerlerse, amaçlarına ulaşmadan dönmüş olurlar."

Bazı Sahabiler de şöyle dediler:

"- Ya Resûlallah! Bizi o köpeklerin karşısına çıkar; bizim onlardan korktuğumuzu sanmasınlar."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Ben rüyamda arkamda boğazlanmış bir sığır gördüm ve bunu hayra yordum. Yine rüyamda kılıcımın ağız kısmında bir gedik gördüm ve bunu da hezimet olarak yordum. Yine rüyamda ellerimi bir muhkem zırhın içine soktuğumu gördüm ve bunu da Medîne olarak yordum. Eğer uygun görürseniz, Medine'nin içinde kalın da, onları orada bırakın."

O zaman da, Bedir savaşında bulunmayan ve Uhud savaşında Allahü teâlâ'nın kendilerine sehâdeti nasıb ettiği bazı Müslümanlar:

"- Ya Resûlallah! Bizi düşmanlarımızın karşısına çıkar!" diye ısrar ettiler.

Numan b. Mâlik el- Ensarî (radıyallahü anh) de şöyle dedi:

"- Ya Resûlallah! Beni cennetten mahrum bırakma! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben mutlaka cennete gireceğim" dedi ve sonra şöyle devam etti:

Ben şu iki sözümle cennete gireceğim:

"- Eşhedü en lâ ilahe illallah ve ben savaştan kaçmayacağım!" dedi..

Böylece çok ısrar ettiler. Nihayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evine girdi, zırhını giyip silâhlarını kuşandı. Ashâb, onu böyle görünce, ısrarlarından pişman oldular ve kendi aralarında:

"-- Biz yanlış yaptık; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vahye mazhar iken, biz ona yol gösteriyoruz!" dediler. Sonra da:

"- Ya Resûlallah! Sen nasil uygun görüyorsan, öyle yap!" sözleriyle takdiri ona bıraktılar. O zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Bir peygamber, silâhlarını kuşandıktan sonra savaşmadan onları çıkarması kendisine yaraşmaz" buyurdu.

Böylece cuma günü cuma namazından sonra Medine'den yola çıktı ve Hicretin üçüncü yılında, Şevval ayının ortasında, cumartesi günü sabahleyin Uhud vadisine vardı. Sonra Ashabını savaş için saf düzenine soktu ve onları ok sapı gibi dümdüz hizaya getirdi; safta birinin göğsünün daha ileri çıktığını görünce:

"- Geri!"

diye sesleniyordu. Peygamberimiz, vadinin kenarına inmişti. Ve kendisi ile askeri sırtlarını Uhud dağına verdiler. Abdullah b. Cübeyr'i de okçulara kumandan tâyin etti ve okçulara:

"- Siz oklarınızla bizi savunun; arkadan bize saldırmalarını önleyin; salan, mevzilerinizi terk etmeyin; siz yerlerinizde kaldığınız müddetçe biz gaalibiz!" diyerek onlara talimat verdi.

Allah (celle celâlühü) sizin sözlerinizi de gayet iyi işitmekte ve kalplerınizdekileri de eksiksiz olarak bilir.

Bu ifâde, zımnen, onlardan sâdır olmaması gereken bazı söz ve fiillerin sâdır olduğunu bildirir.

122

"Hani sizden iki fırka korkup kaçmak istemişlerdi. Oysa Allah, onların yardımcısı idi. Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler (güvensinler, dayansınlar)."

A- "Hani sizden iki fırka korkup kaçmak istemişlerdi. Oysa Allah onların yardımcısı idi.."

Bu cümle,

- ya "Ve iz ğadevte min ehlike / Almıştın" cümlesinin izahıdır,

- ya da "Vallâhü semîu'n a'lîm / dir" cümlesinin zarfı ve devamıdır.

Allah (celle celâlühü) o vakit de bütün sözleri işitiyor ve kalblerde olanları biliyordu. Elbette bu bir kayıt değildir. Çünkü Allah'ın işitmesini ve bilmesini o vakit ile kayıtlandırmak mümkün değildir.

Uhud savaşında korkuya kapılıp zafiyet gösteren iki bölük, Ensar'dan Hazrec kabilesinin Benî Seleme kolu ile yine Ensar'dan Evs kabilesinin Benî Harise kolu idi. Bunlar Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ordusunun iki cenahı idiler ve sayıları bin veya dokuz yüz elli kişi idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabır ve sebat gösterdikleri takdirde kendilerine zafer va'detmişti. İslâm ordusu nihayet küfür ordusuna yaklaştı. Kâfirlerin ordusu üç bin kişiden oluşuyordu. İşte bu sırada Abdullah b. Ubeyy b. Selûl, İslâm ordusunun üçte biri ile beraber geri döndü. Dönerken de şöyle diyordu:

"- Ey halkımız! Biz ne diye kendimizin ve evlâdımızın katlini kendi ellerimizle hazırlayalım? "

Bunun üzerine Amr b. Hazm el-Ensarî, onları geri döndürmek için arkalarından gidip şöyle seslendi:

"- Allah aşkına bunu kendi Peygamberinize ve kendi nefsinize yapmayın!" Abdullah b. Übeyy ise:

"- Biz savaşmasını bilseydik, sizin arkanızdan gelirdik" diye cevap verdi.

İşte tam bu sırada anılan iki kol da, Abdullah b. Ubeyy'in peşinden gitmek istedi. Fakat Allahü teâlâ onları korudu ve sonunda Resûlüllah ile beraber yola devam ettiler.

Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"- O iki kol, geri dönmeye niyetlendiler, fakat Allah (celle celâlühü), doğru yolda sebat etme azmini onlara bahş etti."

Bu konuda bu iki kolun yaptıkları, bir niyet ve arzunun ötesinde bir şey değildir. Kaldı ki bunlar, bazı şiddetli olaylar karşısında bir çok insanın içinden geçen şeylerdir.

B- "Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler."

Mü'minler bütün işlerinde yalnız Allah'a tevekkül etmelidir; zira her işte Allah, onlar için yeterlidir. İsm-i celilin zahir olarak zikredilmesi, bereket ve umut vesilesi olması içindir. Çünkü ulûhiyet, Allahü teâlâ'ya tevekkülü gerektirir.

123

" Yemin olsun ki Allah, Bedir'de siz boynu bükük iken size yardım etti. Allah'tan sakının ki şükredenlerden olasınız."

A- "Yemin olsun ki Allah, Bedir'de sız boynu bükük iken size yardım etti."

Daha önce sabırsızlığın zararlı sonuçları zikredilmişti. Şimdi bu istinaf cümlesiyle, sabır ve emre muhalefetten sakınmanın sonucu zafer hatırlatılmaktadır.

Bir görüşe göre de bu cümle, Allahü teâlâ'ya tevekkülün lüzumunu ifâde etmek üzere zikredilmiştir.

Bedir, Mekke ile Medîne arasında (Medine'ye 80 mil uzaklıkta) bir suyun (kuyunun) adıdır. Bu su, Bedir b. Kilde adında bir adamın idi. Bu münasebetle bu kuyuya onun adı verilmiştir.

Bir başka görüşe göre ise bu kuyu, suyunun dolunay misak berraldığı ve dolunay gibi daire biçiminde olması sebebiyle bu ismi almıştır.

Bir diğer görüşe göre de Bedir, bu yerin veya vadinin adıdır.

Bedir savaşı Hicret'in ikinci yılında Ramazan ayının yirmi yedisinde vuku bulmuştur.

Bu savaşta müslümanlar, düşmanlarına nisbetle, kemiyet olarak da, keyfiyet olarak da son derece güçsüz idi. Nitekim sayıları üç yüz on iki ile üç yüz yirmi arasında idi. Bunlar, kuyudan su çekme işinde kullanılan develerin sırtında yola çıktılar; her deveye beş on kişi nöbetle biniyorlardı. Orduda yalnız bir at vardı. Diğer bir rivâyete göre ise iki at vardı. Bin Mıkdad (radıyallahü anh) a, diğeri de Mersed (radıyallahü anh) e âit idi. Develerin sayısı da doksan idi ve yalnız altı zırh ve sekiz kılıç vardı.

Düşman ordusu ise, bin kişi kadardı; yüz at, çok sayıda silah ve mühimmat vardı.

B- "Allah'tan sakının ki şükredenler olasınız."

Daha önce sakınma (takva), sabır ile beraber zikredildiği hâlde burada yalnız olarak zilvredilmiştir. Bunun sebebi takvanın esas, sabrın ise onun ayrılmaz bir parçası olduğunu zımnen bildirmek içindir. İşte bundan dolayı sabır, takvadan (sakınmadan) önce zikredilmiştir.

Takva emrinin, zafer ihbarından önce zikredilmesinin iki anlamı olabilir:

1- Bu ya zaferin, Ashabın takvaları sebebiyle gerçekleştiğini anlatmak içindir. Yani o gün salündığınız gibi, her zaman Allah'tan sakının ki, takvanız sayesinde size zafer nimeti bahşedilsin; siz de daha önce şükrettiğiniz gibi, şülcredesiniz.

2- Ya da daha önce Allah, zafer nimetini size bahşettiği gibi, yine size zafer bahşeder, siz de ona şükredersiniz.

Şu hâlde âyette şükür, onun sebebi olan nimetin ihsanı yerinde zikredilmiştir.

124

"Hani sen (Resûlüm), mü'minlere şöyle diyordun :

"- Rabb'ınızın üç bin indirilmiş melek ile imdad etmesi size yetmez mi ?"

Daha önceki hitaplar, bütün mü'minlere müteveccih iken burada hitabın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a tahsis edilmesi, teşrif ve bu zaferin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in müjdesiyle gerçekleştiğini zımnen bildirmek içindir.

Bu müjdeden önce takva emrinin zikri de, onun son derece önemli olduğunu belirtir.

Mü'mınlerden bazıları o büyük düşman ordusuyla savaşamayacaklarını düşündükleri zaman bu İlâhî müjde erişti.

Tabiînden Şa'bî Amir diyor ki:

"- Kürz b. Câbir el-Hanefî'nin, müşriklere yardım etmek istediği haberi mü'minlere ulaşınca, bazı mü'minlerin morali bozuldu. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu."

"Rabbüküm" buyrulmak suretiyle "küm" zamirinin "Rabb"a izafesi, mü'minlerin Rableri tarafından çok önemsendiğini vurgulamak ve aynı zamanda yardımın illet ve sebebini zımnen bildirmek içindir.

Elulâsa, Allah'ın (celle celâlühü) bu miktar yardımı, elbette size yetecektir.

"Elen yekfiyeküm — size yetmez mi?" sorusunda "len /...olmayacak, yapmayacak" edatının kullanılması, o gün bazı mü'ninlerin, güçsüzlükleri, azlıkları; düşmanın ise kuvveti, çokluğu sebebiyle zaferden ümitlerini sanki kesmiş olduklarını bildirir.

125

"Evet, sabreder ve sakınırsanız (ittika ederseniz, takva sahibi olursanız); onlar üzerinize fevren (hemen veya ansızın) gelmiş olsalar bile Rabb'ınız size beş bin nişanlı melek ile yardım eder."

Bundan önceki "Elen yekfiyeküm en yümiddeküm rabbüküm biselâseti âlâfin mine'l-melâiketi münzelîn / Rabb'ınızın üç bin indirilmiş melek ile imdad etmesi size yetmez mi?" müjdesinden sonra bu âyette de Allah (celle celâlühü) mü'minlerin kalbini kuvvetlendirmek ve onları sabır ve takvaya teşvik etmek için onlara daha fazla yardım sözü veriyor. Yani eğer siz düşmanla karşılaşmada ve mukavemette sabır gösterirseniz ve Allah'a karşı isyan ve Peygamberine muhalefetten sakınırsanız; müşrikler hemen şu saatte üzerinize gelseler bile Rabb'ınız, size kendilerinin veya atlarının belli nişan ve alâmetleri olan beş bin melek ile yardım eder.

Rivâyete göre imdada gelen, melekler alaca atlara binmişlerdi ve beyaz sarıkları vardı; yalnız Cebrâîl (aleyhisselâm), Zübeyr b. Avvam (radıyallahü anh) gibi sarı sarıklı idi. Tabiînden Urve b. Zübeyr diyor ki:

"- Melekler, alaca atlara binmişlerdi. Başlarında da beyaz sarıklar vardı; sarıklarının uçlarını omuzları arasına salmışlardı."

Hişam b. Urve de:

"Meleklerin sarıkları sarı idi" diyor. Yine Tabiînden Katâde ve Dahhâk diyorlar ki:

"- Melekler, adarının alınlarına va kulaklarına boyalı yün koymak suretiyle işaret kullanmışlardı.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o gün Ashabına şöyle buyurmuştu:

"Nişanlar (işaretler) takın; çünkü melekler de nişanlar takmışlardır."

Bir kırâete göre, "müsevvimîn" fiili, mefûl (meçhul) kipi ile "müsevve-mîn" biçiminde de okunmaktadır. Buna göre, melekler Allah (celle celâlühü) tarafından nişanlanmış, işaretlenmiş olur.

Bir görüşe göre, anılan fiil, nişanlı anlamında olmayıp (mefûl kipi ile okunmakta ve) gönderilmiş anlamına gelmektedir. (Yani bu melekler Allah tarafından gönderilmişlerdir. Bu görüşe göre, zikredilen rivâyetlerin hiçbiri sahih değildir.)

İlâhî yardımın gerçekleşmesi sabır ile takvaya bağlı olduğuna göre bu iki şartın tahakkuku hâlinde düşman hemen de gelse, geç de gelse, İlâhî yardim yetişecektir. Böyle olduğu hâlde "ve ye'tûküm min fevrihim — onlar hemen veya ansızın üzerinize de gelmiş olsalar bile" ifâdesinin, sabır ve takva ile beraber zikredilmiş olması,

- ya hâdisenin aslının tesbiti içindir,

- ya da yardımın her hâl ve kârda gerçekleşeceğini en güzel ve mükemmel biçimde beyân etmek içindir.

Çünkü âyette en uzak ihtimâl öngörülmüştür ki diğer hâllerde bu yardımın daha kolay tahakkuk edeceği anlaşılsın. Zira düşmanın ansızın saldırısı veya hemen gelmesi hâlinde yardımın ulaşamayacağı zannedilir, işte yardımın ulaşmasının o hâl üzerine bina edilmesi, diğer hâllerde de evleviyetle yardımın geleceğine kalbleri ve zihinleri inandırmak içindir.

126

"Allah, bunu size başka bir şey için değil ancak müjde ve kaibleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı. Nusret ancak her şeye üstün ve gaalıb (el-A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (el-Hakîm) Allah katındandır."

A- "Allah, bunu size başka bir şey için değil ancak müjde ve kaibleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı."

Bu âyet, yeni bir kelâmıdır; doğrudan doğruya Allahü teâlâ taralından ifâde buyurulmuştur ve zahirî sebeblerin kendi başlarına netice için müessir olmadığını, hakikatte zaferin Allahü teâlâ'nın irâdesine bağlı olduğunu belirtir. Bundan amaç mü'minlerin, zaferin zahirî imkânları ve emareleri olmadığı hâllerde bile ilâhî yardıma güvenmelerini sağlamaktır.

Âyetin başındaki "cea'le / yaptı, kıldı" fiili, kelâmın seyrinden anlaşılan mukadder (gizli) bir fiile atıftır. Zira ilâhî yardımın,

- mutlak olarak vukuunu haber vermek,

- vaktini hatırlatmak,

- defalarca vukuunu va'detmek,

- geçmişteki vaktini tâyin etmek,

yardımın zamanında ve kesin olarak vukuunu gerektirir. Ancak tekrar şaibesinden ve va'd-i ilâhîde hulf etmek (sözünü yerine getirmemek) vehmini düşünmekten sakındırmak için yardımın fiilen gerçekleştirldiğı sarahaten belirtilmemiştir. Sadece "Allah, bunu size başka bir şey için değil ancak müjde ve kalpleriniz mutmain olsun diye yapti" demekle iktifa edilmiştir.

Hitabın Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değil de doğrudan mü'minlere tevcih edilmesi,

1- mü'minleri hem teşrif hem de kalblerını teskin etmek;

2- mazhar bulunduğu ruhanî destek itibariyle Resûlüllah'ın bunlardan müstağni olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Allahü teâlâ, melekleri açık olarak göndermek suretiyle size sağladığı yardımı, size müjde ve kalpleriniz mutmain olsun, yatışsın diye yaptı. Nasıl ki Isrâıloğullarının kalbleri Sekine (kutsal emanetlerin içinde bulunduğu sandık) ile sükûnet buluyordu. Bu itibârla her ikisi de, ilâhî yardımın nihaî gayeleridir. İlâhî yardımın bu iki gaye ile sınırlandırılması, zımnen o gün meleklerin, bilfiil savaşa katılmadığını, fakat yardımın, mü'minleri sayıca daha fazla göstermek ve bilfiil savaşanların cesaretini artırmak şeklinde tezahür ettiğini belirtir. Nitekim bazı Selef âlimlerinin görüşü böyledir.

B- "Nusret, ancak her şeye üstün ve gaahb ve hükümlerinde hikmet sahibi Allah katındandır."

1 - Bu zaferin de öncekide dahil olduğu bütün zaferler, hakikati hâlde yalnız Allah (celle celâlühü) katındandır. Zahirî sebeplerin ve asker sayısının gerçekte zaferde dahli yoktur. Bunlar ancak Allah'ın sünnetinin cereyan etmesi için zahirî unsurlardır.

2- Yahut Bedir'de kazanılan zafer, hakikatte yalnız Allah katındandır; melekler katından değildir. Çünkü melekler hakikî mânâda zaferde müessir olmaktan uzaktır. Onların katkısı, yalnız müjde (el-beşaret) ve kalplerin takviyesin (takviyeti'l-kulûb)den ibarettir.

"el-A'zîz", dilediği hüküm ve kararı veren, dilediği tasarrufta bulunan ve hiçbir zaman yenilmez, mağlûb edilemez demektir. Allahü teâlâ'nın bu sıfatla vasıflandırılmasi, zaferin niçin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğunu bildirmek içindir.

"el-Hakîm" de her şeyi hikmet ve maslahate uygun olarak yapan demektir. Allahü teâlâ'nın bu sıfatı ile vasiflandırılmasi da, zaferi, niçin melekleri indirmek suretiyle gerçekleştirdiğini bildirmek içindir. Çünkü zaferin bu şekilde elde edilmesi de, üstün hikmetin gereğidir.

127

"(Allah bunu), o kâfirlerden bir kısmını kessin veya perişan etsin de onlar hâib (kaybetmiş, başarısızhğa uğramış, umutları boşa çıkmış) olarak dönüp gitsinler diye yaptı."

Bu âyet daha önce geçen " Andolsun ki Allah, Bedir'de siz boynu bükük iken size yardım etti." (Âl-i İmrân 3/123) âyeti ile bağlantılı olup onun devamı mahiyetindedir. Bu iki âyet arasındaki âyetler ise, o yardım gerçeğinin tesbiti ve gerçekleşme keyfiyetinin beyânıdır. Bundan önceki âyette yegâne sebep ve illet olarak zikredilen müjde ve kalplerin yatışması ise, zikredildiği gibi meleklerle yapılan yardımın sebep ve illetidir. Binâenaleyh bu, asıl yardımın, kâfirlerden bir güruhun kökünü kesmek için olduğu mânâsına engel değildir.

Daha açık bir deyişle,

- Allahü teâlâ'nın Bedir günü size yardım etmesi;

- katından melekler indirmesi.

kâfirlerden bir taifeyi öldürmek ve esir almak suretiyle onları helâk etmek, eksiltmek içindi. Nitekim Kureyş'in reislerinden ve yiğitlerinden yetmiş kişi kati ve yetmiş kişi de esir edilmek suretiyle mev'ûd zafer gerçekleşti.

128

"(Resûlüm), bu işten sana düşen hiçbir şey yoktur. Allah, ya onların tevbelerini kabul yada onlara azab eder. Çünkü onlar zâlimlerdir."

A- "(Resûlüm), bu işten sana düşen hiçbir şey yoktur."

Bu bir itiraz cümlesi (ara cümle) olup o kâfirlerin gelecekteki durumunu bildiren matuf (atfedilen) cümle ile hâli hazırdaki durumlarını bildiren matufun aleyh (kendisine atfedilen) cümle arasında zikredilmiştir.

Daha önce, yardım eden meleklerin bunda etkileri olmadığı beyân edilmişti; şimdi bu âyetle, kendilerine yardım edilenlerin de bunda etkileri olmadığı açıklanıyor.

Bu âyette, hitab yalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmiştir. Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) elinde bir şey olmadığı ifâde edilmekle, başkalarının elinde bir şey olmadığı öncelikle anlaşılmış olur.

O kâfirlerden bir güruhun kökünün kesilmesi veya perişan edilmesi konusunda, Resûlüllah ile savaşa katılan mü'minlerin dahli olduğu düşünülebildiği için anılan itiraz (ara) cümlesi orada değil, burada zikredilmiştir.

B- "Allah, ya onların t evb elerini kabul ya da onlara azab eder."

Onların işlerinin mutlak mâliki Allah'tır Allah,

- onları helâk veya perişan etmek,

- Müslüman oldukları takdirde tevbelerini kabul etmek,

- küfürlerinde ısrar ettikleri takdirde de onlara azab etmek için onlara karşı size yardım etti.

Bunun anlamı şudur:

"- Resûlüm! Onların işlerinden senin payına düşen (seni sorumlu kılan) bir şey yoktur. Sen yalnız, onları uyarmaya (inzara) ve onlarla savaşa (cihada) memursun."

Onların azab edilmelerinden maksad, en inatçı kâfirlere mahsus uhrevî azabtır. Bu uhrevî azab, ilk iki fırka (helâk ve perişan edilenler) hakkındadır.

Âyette, tevbe ve tazib (azab etme), vücud ve tahakkuk olarak terettüb ettikleri İlâhî yardımın nihaî illet ve sebebi sadedinde zikredilmiştir. Çünkü:

1- onların mağfiret dileklerinin kabulü, ilâhî yardım ile gerçekleşen galibiyet sebebiyle İslâm'ın hak din olduğuna ilişkin bilgiden doğan tevbenin;

2- şiddetle azab edilmeleri de hak tebeyyün ettikten sonra küfürde ısrar etmelerinin sonucudur.

Bir görüşe göre, Utbe b. Ebi Vakkas, Uhud savaşında Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) başını yarmış ve ön dişlerini kırmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzündeki kanları silmeye, Ebû Huzeyfe'nin âzadlı kölesi Salim de, yıkamaya çalışıyordu. İşte o sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Kendilerini Rabb'larına davet eden Peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl felâh bulur / Keyfe yüflihu kavmün hadabû veçhe nebiyyühüm bi'd-demi vehüve yed'û'hüm ilâ rabbihim ?!"

İste bunun üzerine:

"Bu işten sana düşen hiçbir şey yoktur / Leyse leke mıne'l-emrı şey ün" âyeti indi. Sanki bu âyet, bir nevi muatebe (itab/ azarlama, serzeniş)dir.

Bir görüşe göre de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara beddua etmek istedi, ancak Allahü teâlâ, onu bundan menetti. Zira Allah (celle celâlühü), onlardan, bazılarının bir süre sonra îmân edeceklerini biliyordu.

Yahya b. Ziyad el-Ferrâ ile Muhammed İbnü'l-Enbârî'den nakledildiğine göre, "ev yetûbe" cümlesindeki "ev" harfi, "illâ en" karşılığı-dır. Bunun da anlamı şudur:

"- Onların işinden senin payına düşen bir şey yok; ancak Allah onların tevbesinı kabul ederse, sen buna sevinirsin; eğer onlara azab ederse, senin de yüreğin soğumuş olur."

Hangi tefsire göre olursa olsun, daha önce Bedir savaşı ile ilgili bazı olaylar anlatıldıktan sonra bu âyette de, Uhud savaşı ile ilgili bazı bilgiler veriliyor. Çünkü Bedir savaşı ile Uhud savaşı arasında açık bir münasebet vardır. Zira her ikisi de, bütün işlerde gerçek tesirin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğuna, başkasının hakiki mânâda tesiri olmadığına birer misâldir.

Bir görüşe göre ise, bu âyetlerde anlatılan kıssanın tamamı Uhud savaşı ile ilgilidir. Ve:

"Hani sen (Resûlüm) mü'minlere şöyle diyordun." (Al-i İmrân 3/124) cümlesi de, daha önce geçen:

"Sabah erkenden ailenden ayrılmıştın " (Al-ı imrân 3/121) cümlesinin ikinci izahıdır (bedelidir).

Bu görüşe göre, âyette Resûlüllah'dan tahkiye suretiyle zikredilenler de, Uhud savaşında vuku bulmuştur. Va'dedilen İlâhî yardım da, sabır ve takva şartına bağlı idi; onlar sabır ve takva göstermeyince, va'dedilen zafer gerçekleşmedi. Ancak âyetlerin nazm-ı kerîmi, bir kaç cihetten bu yoruma müsait değildir:

1- Âyette sabır ve takva şartlarına bağlanmış meleklerin yardımı, üçbin melek için değil, beşbin melek içindir. Oysa Uhud savaşında bir tek melek yardımı olmamıştır.

2- Eğer bütün anlatılanlar, Uhud savaşı hakkında olmuş olsaydı, mü'minlerin sabır ve takva göstermemekle işledikleri hatâ ve bundan dolayı mahrum kaldıkları büyük nimet teşhir edilirdi. Bunların açık olduğundan bahisle teşhir edilmediğini iddia etmek ise, kabul edilemez. Çünkü sibak ve siyak (ibarenin gelişi ve başı ile sonu arasında bulunan kelimelerden hâsıl olan mânâ), buna değil aksine delâlet etmektedir.

3- " Ve Allah, bunu yaptı..." (Âl-i İmrân 3/ 126) ibâresindeki zamiri (hü / bunu), va'dedilen yardıma irca etmek mümkün değildir. Çünkü o İlâhî yardım gerçekleşmemiştir. O hâlde Allah (celle celâlühü) gerçekleşmemiş bir yardımın nihaî illetini nasıl beyân buyurur (Bunu, şunun için vap tık, diyebilir) ?!

Bu zamir, yardım va'dine de irca edilemez, yani "Allahü teâlâ, o va'di, size müjde olsun ve kaibleriniz yatışsın diye yapmıştı fakat siz, şart koşulan sabır ve takvayı gösteremediğiniz için va'd de gerçekleştirilmedi" mânâsı verilemez. Çünkü aynı âyetin sonundaki "Nusret, ancak Azız ve Haldm Allah katındandır / Ve me'n-nasru illâ mm ı'ndıllâhi'l-a'zîzi'l-hakîm" ifâdesi, va'dedilen ilâhî yardımın gerçekleştiğini sarahaten bildirir. Ancak meleklerle olan yardımın etkisi, mücerred müjde ve kalblerın yatişmasıdır ki bunlar da hâsıl olmuştur. Hakikî yardım ise, ancak Allahü teâlâ katındandır.

Bu itibârla kaçınılmaz hak şudur:

"Hani sen (Resûlüm) mü'minlere şöyle diyordun." (Al-i İmrân 3/124), ifâdesi, bir önceki âyette geçen,

"Andolsun ki Allah Bedir'de size yardım etti." (Al-i İmran 3/123) ifâdesinin devamıdır.

"İz / hani, o zaman" zarfı "nasareküm / size yardım etti"ün zarfıdır ve 127. âyetin sonuna kadar anlatılanlar, kesinlikle Bedir savaşı ile ilgilidir. Ondan sonrası ise, zikredilen iki yoruma da müsaittir.

C- "Çünkü onlar zâlimlerdir."

Âyetin tefsiri ne olursa olsun, bu cümle, kendisinden önceki "ev yuazzibehüm / ya onlara azab eder" cümlesinin sebebini ve azabın kendi zulümlerinin cezası olduğunu beyân eder.

129

"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Diledi ğini mağfiret, dilediğine azab eder. Allah, Gafûr'dur, Rahîym'dir."

A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır."

Bütün kâinatın mülk ve tasarrufu Allahü teâlâ'ya aittir. Bu âyet, öncesi için açıklama ve tamamlama mahiyetindedir.

Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, gerek yaratış gerekse, mülk olarak yalnız Allah'ındır. Hiç kimsenin onlarda hüküm ve tesiri asla yoktur. Her şey Allah'ındır.

B- "Dilediğini mağfiret, dilediğine azab eder "

Allahü teâlâ, hikmet ve maslahate binaen kimi dilerse, onu bağışlar ve yine hikmet ve maslahate binaen kime dilerse, kötü amelinden dolayı ona azab eder.

Mağfiretin (bağışlamanın) azaptan önce zikredilmesi, Allahü teâlâ'nın rahmetinin gazabından önce geldiğini bildirmek içindir. Bir de, bu ifâde, İlâhî rahmetin Allah'ın Zâtının gereği olduğunu, gazabın ise, âsilerin kötülüklerinin gereği olduğunu bildirir.

Bu ilâhî kelâm, azab etmenin zorunlu olmadığını da açıklar. Mağfireti tevbe ile, azabı da tevbesizlik ile takyid etmek, İlâhî irâdenin serbestliğine münaft gibi sayıldığından bu takyid yapılmamıştır.

C- "Allah, Gafûr'dur, Rahîym'dir."

Bu cümle, "Allah dilediğini mağfiret eder." cümlesine açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. Bu zeylin, yalnız mağfirete yapılıp azaba yapılmaması, mağfiret ve rahmetin önemsendiğini gösterir.

130

"Ey îmân edenler! Kat kat faiz (ribâ) yemeyin. Allah'tan sakının ki felâha eresiniz."

A- "Ey îmân edenler! Kat kat faiz yemeyin."

Bu makablinden ayrı müstakil kelâm, her hususta ve özellikle cihadda esası teşkil eden takva, taât ve onlardan sonra terğib (teşvik) ve terkibi (uyarı) içerir. Bu kıssa esnasında bu bölümün zikredilmesi, bunun içerdiği hususlara muhatabları irşadda acele etmek ve mü'minlerin içinde bulundukları cihadda bu hususları muhafaza etmenin son derece gerekli olduğunu bildirmek içindir. Zira bu bölümde zikredilen hususlar, mutlak olarak ıkı cihan saadetinin temin edilmesine vesile oldukları gibi, bunlar cihacl hususunda da umdedir. Çünkü zafer ve galibiyet çarkı bunlar üzerinde döner. Buna nasıl hayır! denebilir ki, eğer o mü'minler, sabır, takva ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a itaati koruyabilselerdi, Uhud savaşında mâruz kaldıkları durumla karşılaşmazlardı.

Bu bölümün içerdiği hususlar arasında ribâ (faiz) nehyinin de zikredilmesi, şunun için olsa gerektir:

Bu bölümde bollukta ve darlıkta infak teşvik edilmektedir ve in fakın umdesi de, cihacl yolunda yapılan infaktır, işte bu da, mal kazanmayı zımnen teşvik etmektir. Böylece insanların bütün iktisap yollarına ve ezcümle ribâya (faize) de sür'atle başvurmaları vehmedilebilir. İşte bundan dolayı rıbâdan nehyolundular.

Ribâ (faiz) yemekten maksad, ribâ almaktır. Almak yerine yemek ifâdesi kullanılmıştır. Çünkü ribâ almaktan maksat yemektir. Bir de, ribâ daha çok, yiyecek maddelerinde yaygındır. Üstelik yemek ifâdesinde daha fazla takbih vardır.

"Ad'â'fen mudaafe — kat kat, katmerli" ifâdesi, nehyin bu şarta bağlı olduğunu ifâde etmek için değil (Yani faizin dinen yasak olması için illa ki kat kat ve katmerli olması şart olduğu için değil), onların mevcut uygulamalarını aynen zikretmek ve bundan dolayı onları kınamak içindir. Nitekim câhiliye döneminde ribâ alanlar alacağın vadesi geldiğinde, borçluya:

"- Sen borçlu olduğun malın miktarını artır; ben de vadeyi uzatayım" diyorlardı ve borçlu da öyle yapıyordu. Ve her vade geldiğinde bu işlem tekrarlanıyordu. Böylece az bir mal olarak başlayan borç, sonunda borçlunun bütün mal varlığını kaplıyordu.

B- "Allah'tan sakının ki felâha eresiniz."

Felâha, kurtuluşa ermek umuduyla, yasaklanan işlerden ve ezcümle ribâdan sakının.

131

"Sakının o ateşten, ki kâfirler için hazırlanmıştır."

Kâfirlere uymaktan ve onların yaptıklarını yapmaktan ve o ateşten sakının. İmam Ebû Hanıfe Numan b. Sabit (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bu âyet, Kur’ân'ın en korkutucu âyetidir. Çünkü mü'minler, yasaklardan kaçınmak suretiyle sakınmadıkları takdirde Allahü teâlâ'nın onlara, kâfirler için hazırlanmış ateşi va'dettiğini haber veriyor."

132

"Allah'a ve Resulüne itaat edin ki merhamet olunasınız.

Allah'a ve O'nun emirlerinı ve yasaklarını tebliğ edene itaat edin ki, O'nun rahmetine mazhar olasınız.

Vaîdin (azab ile tehdidin) akabinde rahmet va'dinin zikredilmesi, muhalefetten korkutmak ve itaate teşvik içindir.

Her iki hâlde (felâha ve rahmete ermek için) de "lealle" kelimesinin kullanılması, felâha ve rahmete ermenin pek kolay oladığını bildirmek içindir. Muhammed b. İs hak diyorki:

"- Bu âyet, Uhud savaşında Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefet eden Sahabilere bir uyarı ve azardır."

133

"Rabb'ınızın mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennetine koşun! O, müttekıîler (sakınanlar, takva sahibi olanlar) için hazırlanmıştır."

A- "Rabb'ınızın mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennetine koşun."

Bunlara vesile olan:

- İslâm'a,

- ibâdetlere,

- tevbe istiğfara

- ihlâsa,

- cihada,

- bütün vecibelerin edasına ve bütün yasakların terkine koşun.

Mağfiret, cennetten önce zikredilmiştir. Çünkü tahliye (boşaltma), tehliyeden (süslemeden) önce yapılır.

"Min Rabbiküm" buyrulmak suretiyle Rab unvanının, "küm / siz" zamirine ızâfe edilerek kullanılması, onlara ziyadesiyle lütûfkâr olduğunu göstermek içindir.

Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre:

"Cennetin genişliği, birbirleriyle birleştirilmiş yedi gök ve yedi yer kadardır -: Keseb'a' semâvatin ve seb'a' ardıîne lev vusıile ba'duha biba'd."

Bu âyet,

"Cennetin halen mevcut ve bu âlemin dışında bulunduğuna delildir / Inne'l-cennete mahlûka tün elâne ve inneha hâricetün a'n hâze'l-â'lem."

Ve bu cennet mütteki'ler için hazırlanmıştır.

134

"Ki onlar genişlikte ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yutarlar ve insanların suçlarını bağışlarlar. Allah, iyilik eden (Muhsin) leri sever."

A- "Ki onlar genişlikte ve darlıkta infak ederler."

Onlar rahatta (sâkin ve huzurlu) ve şiddette (üzgün ve sıkıntılı iken), bollukta (kolaylıkta / el-yüsr) ve darlıkta (güçlükte / el-u'sr) bütün hâllerinde hayır için mallarını harcarlar. Çünkü insan bu hâllerden hâli olmaz. Hulâsa,  hiçbir hâlde az veya çok infaktan geri kalmazlar.

B- "Öfkelerini yutarlar."

Takva sahibi olanlar öfkelendikleri zaman yapmaya muktedir oldukları şeyi yapmazlar. Çünkü öfkelerini yenerler.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur:

"Her kim, öfkesini infaza muktedir iken yutup yenerse, Cenabı Allah onun kalbini emn (güven) ve îmân doldurur / Men kâzame ğayzan ve hüve kaadirun a'lâ in fazihi meleallâhü kalbehu emnen ve îmânen."

C- "Ve insanların suçlarını bağışlarlar."

Muâhazeye müstahak olanları cezâlandırmazlar. Rivâyet olunuyor ki, kıyamet gününde bir münâdî,

"- Ecir ve mükâfatları Allah Teâla'ya âit olanlar nerede?" diye seslenir. Bunun üzerine yalnız, insanları affedenler ayağa kalkar.

Yine rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"İşte bunlar (öfkesini yenenler ve insanları affedenler), benim ümmetim içinde azdır (İnne hâülâi ti ümmeti kalîlün); Allah'ın muhafaza buyurduğu insanlar müstesna (İllâ men a'samellâhü). Geçmiş ümmetlerde ise bunlar çoktu."

Bu iki vasıfta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, Uhud savaşında emrine muhalefet eden okçuları muâhaze buyurmadığına ve onları son derece hoş tuttuğuna işaret vardır. Bundan başka Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin Hamza'nın cesedinin (kulak ve burun gibi) bazı kısımlarını kesmek vahşetini gösterdiklerini görünce, benzerini müşriklere yapmaya niyetlenmesi üzerine bundan vazgeçmesini teşvik anlamı da vardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Yemin olsun ki, ben de onun yerine yetmiş müşrikin cesedine aynı muameleyi yapacağım "buyurmuştu.

Ç- "Allah iyilik edenleri sever."

Muhsınlerden maksad,

- ya ihsan edenlerin hepisidir,

- ya da takva sahipleridir.

Buna göre, onlara "muhsinîn ihsan edenler" denmesi, zikredilen vasıfların ihsan babından olduğunu bildirmek içindir. Zira ihsan, işlen lâyikı veçhile yapmaktır. Bu vasfı güzellik, zatî güzelliği de sağlar.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ihsanı şöyle tefsir eder:

"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibâdet etmendir. Sen O'nu göremiyorsan ama O, seni görüyor."

Âyetin bu cümlesi, makabli için açıklayıcı bir zeyl gibidir.

135

"Ve onlar hayâsızlık yaptıkları ve kendilerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve işledikleri günahları için istiğfar ederler.

Allah'tan başka günahları kim mağfiret edebilir? Bir de onlar bile bile işledikleri günahlarda israr etmezler."

A- "Ve onlar hayâsızlık yaptıkları ve kendilerine zuknettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve isledikleri günahları için istiğfar ederler."

Bu cümle, (makabline atf olmaksızın, "o kimseler ki, " anlamında) bir ihtida cümlesi olabildiği gibi, mealde bilırtildiği veçhile, daha önce geçen takva sahiplerinin sıfatları üzerine atf da olabilir.

1- Bu cümle takva sahiblerinin sıfatlarına atıf olarak kabul edildiği takdirde bundan önceki " Allah ihsan edenleri sever" cümlesi, bir ara cümle olur ve iki sınıf arasındaki farka işaret eder. Zira birinci sınıfın takvadaki dereceleri, bunların derecesinden ve hazzından daha yüksektir.

2- Bu cümle "müttekıîn -: takva sahipleri" kelimesine atif olarak kabul edildiği takdirde bu iki sınıf arasındaki fark, daha bariz ve daha acık olur.

"Fahişe / fahiş fiil" den maksat, zina gibi son derece çirkin fiillerdir. Kendilerine zulmetmek de, herhangi bir günah işlemektir.

Fahiş fiil ve nefse zulmetmek konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

1- Fahiş fiil, büyük günah; nefsine zulmetmek de küçük günahtır.

2- Fahiş fiil, başkasının hukukuna tecavüz şeklinde işlenen günahlardır; kendi nefsine zulmetmek ise, böyle olmayan günahlardır.

Rivâyet olunduğuna göre mü'minler:

"- Ya Resûlallah! İsrâiloğulları, bizden daha fazla Allahü teâlâ'nın ikramına mazhar olmuşlardı. Çünkü onlardan biri, bir günah işlediği zaman ertesi gün kapısının eşiğine o günahın keffaretini yazılmış bulurdu" dediler.

{İsrail Oğullarında günahların kefaretlerinin kapıların eşiklerine yazılması, birbirlerine karşı hassasiyet gösterip uyarı görevini yapan komşular tarafından olabildiği gibi, özel vaizleri tarafından da olmuş olabilir.}

İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Bir rivâyete göre de:

"Bir gün hurma tüccarı Nebhân'a güzel bir kadın gelmiş. Ondan hurma istemiş. Nebhân kadına:

"- Bu hurmalar pek iyi değil, evde çok daha iyileri var; onlardan sana vereyim!" diyerek kadını evine götürmüş ve kucaklayıp öpmüş. Kadın:

"- Allah'tan kork!"demiş.

Nebhân da, kadını bırakmış ve yaptığına pişman olmuş ve Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip olanları anlatmış. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuş."

Bir rivâyete göre de, bu hikâyenin bir benzeri, aralarında âhiret kardeşliği bulunan Ensardan bir zât ile Sakıf kabilesinden bir adamın karısı arasında cereyan etmiş ve Ensar'dan olan şahıs, yaptığına çok pişman olmuş, başına toprak saçmış, ne yapacağını şaşırmış, dağlara çıkıp bağırmış, tevbe ve istiğfar etmiş, sonra Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmiş. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuş.

Nüzul sebebi hangisi olursa olsun, zina işleyenlerin fiili, öncekide buna dahildir.

Allah'ı tezekkür etmek;

- O'nun hakkını,

- haşyet ve hayayı mûcib olan celâlini,

- vaîdini,

- hükmünü ve azabını hatırlamaktır, istiğfar da, tevbe ve pişmanlıkla olur.

B- "Allah'tan başka günahları kim affedebilir."

Günahları Allah'tan (celle celâlühü) başka hiç kimse affedemez, Bundan maksad Yüce Rabbimizin, geniş rahmet ve mağfiret sahibi olduğunu bildirmek, insanları tevbe istiğfara teşvik etmek ve istiğfarın kabul edileceği va'di üzerinde önemle durmaktır.

C- "Bir de onlar bile bile işledikleri günahlarda İsrar etmezler."

Onlar fahiş günah işlemekte, nefislerine zulmetmekte, kötülük yapmakta ısrar etmezler.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur

"istiğfar eden kimse günahta İsrar etmiş sayılmaz; velevki bir günde yetmiş kere dönsün. Ve istiğfar ile, büyük günah vasfı kalmaz ve ısrar edilen bir günah da küçük olarak kalmaz."

Âyette "bile bile "kaydı zikredilmiş, çünkü öğrenmekte taksirat göstermeyen bir kimsenin bilmeden günahta ısrar etmesi, mazur görülebilir.

136

"İşte onların yaptıklarının karşılığı (cezası), Rabb'larından bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennettir. Orada onlar sürekli olarak kalacaklardır. İyi işler yapanların mükâfatı ne güzeldir."

A- "İşte onların yaptıklarının karşılığı (cezası), Rabb'larından bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennettir."

O sıfatları taşıyan insanların mükâfatları, Rablerinden büyük bir mağfirettir. "Rabb" unvanının "him onlar" zamkine izafe edilmesi, teşrif ve hükmün illet ve sebebini bildirmek içindir. (Yani Allah Teâla, onların Rabbi, besleyeni, koruyanı ve tekâmüle erdireni olduğu için bu mükâfatı kendilerine bahşetmektedir.)

B- "İyi işler yapanların mükâfatı ne güzeldir."

İyi işler yapanlara ecir ve mükâfat olarak verilen mağfiret ve cennetler ne güzeldir! Âyette mağfiret ve cennetler ecir olarak ifâde edilmiştir. Ecir, amel (iş) karşılığında hak edilen mükâfattır. Bu mükâfatlar ise amel ile hak edildiği için değil, fakat İlâhî lütuf olarak bahşedilir. Böyle iken yine de ecir olarak ifâde edilmesi ibâdet ve taâte ziyadesiyle teşvik ve günahlardan caydırma içindir.

Bu cümle, hatâdan sonra tevbe edenlere mahsus bir zeyl mahiyetindedir. Nasıl ki, bundan önceki zeyl de, daha öncekilere mahsus idi. Zaten iki zeykn mefhûmu da iki sınıf arasındaki açık farla ortaya koyar.

Allah'ın (celle celâlühü) muhabbetine ermiş olan ihsan ehli ile çalışıp ücretlerini ve amellerinin karşılığını elde edenler arasındaki mesafe çok büyüktür.

137

"Sizden önce bir çok sünnetler (sünen) gelip geçti. Yeryüzünde gezip dolaşın, yalancı (mükezzib)ların akıibetinin nasıl olduğuna bir balan."

A- "Sizden önce bir çok sünnetler (sünen) gelip geçti."

Bundan önce istikamet ve salâhın unsurları açıklandıktan ve necat ile felahın mukaddimeleri sıralandıktan sonra burada kıssanın geri kalanının tafsiline dönülmektedir.

Sünnetlerden murad olaylar, vakıalardır.

Bir görüşe göre de ümmetlerdir. Yani sizden yahut sizin zamanınızdan önce hakkı tekzib eden ümmetler hakkında Allah'ın icra ettiği birçok olaylar geçti. Nitekim Kur’ân'ın diğer bir yerinde de meâlen şöyle buyurulur:

"Hepsi de lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve muhakkak öldürülürler." (Ahzab 33/61)

"Allah'ın öncekiler hakkındaki kanunu (sünneti) budur." (33/62)

B- "Yeryüzünde gezip dolaşın, yalancıların akıibetinin nasıl olduğuna bir bakın."

Bir görüşe göre, bu cümle şart mânâsmdadır;’Yani eğer bunda şüpheniz varsa, haydin gezin, dolaşın; demektir.

138

"Bu, insanlar için bir beyân ve müttekıîler için bir hidâyet ve nasihattir."

A- "Bu, insanlar için bir beyândır."

"Hâza — bu" sıfatı, "sizden önce bir çok sünnetler (sünen) gelip geçti" (Al-i İmrân 3/137) âyetinde belirtilen hakikate işaret eder. İnsanlardan maksad, hakki tekzıb edenlerdir. O anlatılanlar, onların içinde bulunduğu tekzıb hâlinin kötü sonucudur. Zira âyetteki, gezip bakma emri, her ne kadar mü'minlere âid ise de, onun gereğini yapmak, belli bir dinî topluluğa mahsus ve münhasır değildir. Bu itibârla mezkûr âyet, insanları kendilerinden önceki mükezziblerin (yalancı ve yalanlayicüarm) akıbetlerine bakmaya ve târihî kalıntılarından ibret almaya sevkeder.

B- "Ve müttekıîler için bir hidâyet ve nasihattir."

Kur’ân sizin için aynı zamanda doğru yolu gösteren bir rehber ve öğüttür, (mev'ızadir).

1- "Sizin için" yerme, "klmüttekıîn / takva sahibleri, müttekıîler için" buyruknası, hükmün illetim, sebebini bildirmek anacına müstenittir. Zira bunun o mü'minler için hidâyet ve öğüt olmasının sebebi, onların takvasından başka bir şey değildir. Başka bir deyişle mü'minler o hidâyet ve nasihat sebebiyle takva sahibi olmuşlardır.

2- "Müttekıîler" den maksad takva sahibleri, takvaya gönül vermiş olanlar, takvaya yönelenler ise bu takdirde hidâyet ile nasihatin zahir mânâları dikkate alınmış olur. Anlatılan hakikat, o insanların kötü akıbetlerinin izahıdır. O kötü son, insanlardan takva yolunu tutanlar için de hidâyettir ve içinde bulundukları tekzib ve inkâr tavrından da bir caydırmadır.

3- "Müttekıîler" kelimesinden hem fiilen takva sahibleri hem takvaya aday olanları kapsayan bir genel mânâ da çıkarılabilir, hidâyet ve öğüt de, onların başlangıç ve ileri safhalarını kapsayan genel bir mânâda anlaşılabilir.

4- Kelâmın, tekzib ehli için beyân olması, takva ehline hidâyet ve öğüt olmasına takdim edilmiştir. Amaç, tekzib ehline beyân olmak değil, fakat takva ehline hidâyet ve öğüt olmaktır. Çünkü seleflerinin helâk kalıntılarını görmeyi mümkün kılan haleflerin görünen hâlleridir. Hidâyetin ziyâdesi veya hidâyetin aslı da, bundan sonra gelir.

5- Hidâyet ve nasihat, söz konusu beyâna terettüb ettiği hâlde onların takva sahiplerine hasredilmesi, burada asıl maksadın hidâyet ve öğüt olmasındandır.

6- İnsanlardan, murad yalnız tekzib ehli insanlar değil de bütün insanlar ise bu takdirde hidâyet ile öğüdün, bu insanlardan takva sahiblerine mahsus olması da mümkündür.

7- Bir kavle göre, âyetin başındaki "hâza / bu", takva sahiblerinin, tevbekârların ve günahda ısrar edenlerin hâllerine işaret eder ve bir önceki "Sizden önce birçok sünnetler gelip geçti" (Al-i İmrân 3/137) âyeti de itiraz (ara) cümlesi olur. Bu takdirde îmân ile şereflenen ve güzel ameller işleyenler için va'dolunan mükâfat veya nimetlere teşvik anlamı da düşünülebilir. Ancak bildiğin gibi itiraz cümlesi, o arada zikredilen şeyler için açıklayıcı olmakdır.

8- Son bir kavle göre "hâza / bu", Kur’ân'a işaret eder. Ancak bunun uzak bir ihtimâl olduğu açıktır.

139

"Gevşemeyin ve üzülmeyin. Üstün (gaalib) olan sizsiniz; eğer gerçekten mü'minlerseniz."

A- "Gevşemeyin ve üzülmeyin."

Bu ilâhî kelâm, mü'minleri cesaretlendir (teşci' et)mekte, kalblerini kuvvetlendir (takviye et)mekte ve Uhud savaşında mâruz kaldıkları zayiat (katl ve karh) dan dolayı onları tesliye etmektedir.

Uhud savaşında Muhacirlerden Hamza b. Abdülmuttalib, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın sancaktarı Mus'ab b. Umeyr (radıyallahü anh) ve halasının oğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Maz'ûn ve Utbe'nin azatlı kölesi Sa'd (radıyallahü anh) olmak üzere beş; Ensar'dan da yetmiş Sahabi şehid edilmişti.

Burada yapılan uyarı sudur:

"- Aldığınız yaralardan dolayı cihadda zafiyet ve gevşeklik göstermeyin ve sizden şehit edilenler için, kendinizi sarsacak kadar üzüntüye kapılmayın."

B- "Üstün (gaalib) olan sizsiniz."

Bu cümle üç türlü tefsir edilebilir:

1- Son galibiyet sizindir. Çünkü seleflerinin hâllerini gördüğünüz gibi onların sonu yok olmaktır. Şu hâlde bu, daha önce zımnen ifâde edilen zafer ve galibiyet va'dinin sarih biçimde ortaya konmasıdır.

2- Sânları yüce olanlar sizsiniz. Çünkü siz hak üzeresiniz; sizin savaşınız Allah (celle celâlühü) içindir ve sizin ölüleriniz cennettedir. Onlar ise bâül üzeredir; savaşları şeytan içindir ve ölüleri de cehennemdedir.

3- Sîzin hâliniz, onlarınkinden daha üstündür. Nitekim siz, Bedir'de, onlara Uhud'da uğradığınız zayiattan daha fazlasını verdirmiştiniz.

C- "Eğer gerçekten mü'mınlerseniz."

1- Eğer siz gerçekten mü'minlerseniz, cihadda gevşeklik ve zafiyet göstermeyin ve gücünüzü za'fa uğratacak bir üzüntüye kapılmayın. Çünkü kalbin kuvvetli olması, îmânla, Allahü teâlâ'nın yardımına güvenmekle ve Allah'ın düşmanlarına aldırmamakla mümkündür.

2- Eğer siz gerçekten mü'minlerseniz, gaalib gelecek olan sizsiniz, çünkü îmân, mutlak surette gaalibiyet gerektirir.

3- Eğer siz Allahü teâlâ'nın va'dine îmân ediyorsanız, galib sizsiniz.

Hangi mânâya göre olursa olsun, bundan maksad, îmâna tâlik edilen vakıanın gerçekleşmesidir.

140

"Eğer size (Uhud'da) bir yara değdiyse, (Bedir'de de) bir misli o kavme bir yara değmişti. İşte o günler! Biz, onları insanlar arasında dolaştırırız (tedavül ettiririz). Şunun için ki Allah, îmân edenleri bilsin ve sizden şâhidler edinsin. Allah, zâlimleri sevmez."

A- "Eğer size (Uhud'da) bir yara değdiyse, (Bedir'de de) o kavme onun misli bir yara değmişti."

1-

Bir görüşe göre bu iki yaradan biri Uhud, diğeri de Bedir savaşındadır.

O takdirde anlam şöyle olur:

Eğer o müşrikler, Uhud savaşında size zayiat verdirmişlerse, siz de Bedir savaşında onları büyük bir zayiata uğrattınız.

Ama onlar, yine de sizinle savaşmaktan geri durmadılar. Binâenaleyh zafiyet ve gevşeklik göstermemek daha çok size yaraşır. Çünkü onların Allah'tan ummadıkları uhrevî nimetleri siz umuyorsunuz.

2-

Bir görüşe göre ise, her iki yara da, Uhud savaşında gerçekleşmiştir. Nitekim Müslümanlar, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefetten önce müşrikleri önemli bir zayiat uğratmış ve müşrik ordusunun sancaktarının da aralarında bulunduğu yirmi küsur kişiyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı. Ozelikle süvarilerin büyük kısmını oklamışlardı.

B- "İşte o günler ! Biz onları insanlar arasında dolaştırırız."

"Tilke / Bu", yalnız Bedir ve Uhud günlerine değil geçmiş ve gelecek ümmetler arasında cereyan etmiş ve edecek hâdiselerin günlerine de işaret eder. Bedir ile Uhud günleri de öncekide bu günlere dahildir. Burada günlerden maksad, zafer ve galibiyettir. Demek istenen şudur:

"Biz, zafer ve galibiyeti insanlar arasında evirir çevirir; bazen bunlara, bazen de şunlara veririz. Bu ilâhî sünnet, hem eski hem de gelecek ümmetlerde câridir." Bu âyette mü'minler için bir nevi teselli de vardır.

C- "Şunun için ki Allah, îmân edenleri bilsin ve sizden şâhidler edinsin."

1- Bu ya temsil kabilındendir; Allah (celle celâlühü), ihlaskları, îmânda sebat edenleri bilmek için bunu yapmıştır.

2- Ya da burada sebebin adını müsebbebe vermek kabilinden, bilmek, mecaz olarak, temyiz ve tefrik yerine kullanılmıştır. Yani Allah Teâla, îmânda sebat edenleri diğerlerinden temyiz etmek için bunu yapmıştır. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyurulur:

" Allah, mü'minleri bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda habisi (pisi, murdarı), temiz (tayyib)den ayıracaktır." (Al-i imrân 3/179)

3- "Lıya'lemallâhü / Allah bilsin diye veya Allah'ın bilmesi için" ifâdesindekı ılım (bilmek), hakiki mânâdadır. Bu da bilfiil mevcut olan ilâhî ilim demektir. Çünkü ilâhî cezanın sebebi de bu ilimdir; yoksa bilkuvve mevcut olan ilâhî ilim değildir.

4- İmândan maksad, îmândaki derinlik ve ihlâs olduğu hâlde îmânın mutlak olarak zikredilmesi, îmân adının, başka îmânlar için kullanılmadığını bildirmek içindir.

5- "Vekya'lemallâhüllezîne âmenû / Ve Allah, îmân edenleri bilsin veya Allah'ın îmân edenleri bilmesi için" cümlesi, lafzen mezkûr olmayan başka bir sebep cümlesine atıftır. O cümle,

a- Ya mahsus ve muayyen olup mezkûr cümle onun ilk unsurlarından olduğu, ona delâlet ettiği için hazfedilmiş; sanki şöyle denmiştir:

"- Biz o günleri insanlar arasında döndürüp dururuz ki, sizin durumunuz ortaya çıksın ve Allah, îmân edenleri bilsin."

Zira onların amellerinin zuhuru ve kuvveden fiile çıkması, onları başkalarından temyiz ve tefrik etmenin ilkelerinden ve ilk unsurlarındandır ve ilâhî ezelî ilmin onlara taallûku da bu cihettendir. Allah'ın bilmesi, temsil kabilinden olduğu takdirde de bunun izahı yine böyledir. Artık bu hakikati gereğince düşün!

b- Ya da anılan cümlenin atfedildiği mahzûf sebep cümlesi, muayyen değil, fakat umumi ve mübhem bir cümledir. Böyle olması, şu hakikatlere dikkat çekmek içindir:

Bunun illet ve sebepleri sayılanlara münhasır değildir. Ve insanların başına gelen musibetler, onları üzmektedir. O insanlar, Allahü teâlâ'nın, o hâdiselerde kendileri için, kimsenin aldına gelmeyen pek çok gizli lütûflar yarattığını idrâk etmemektedir. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- Biz o günleri aranızda döndürüp dururuz ki, şu şu maslahatlar vücude gelsin ve Allah, îmân edenleri bilsin."

Bunda apaçık kuvvetli bir teselli ve ziyadesiyle yol gösterme anlamı vardır.

c- Veya "Ve Allah, îmân edenleri..." cümlesinin matufu olduğu nıahzûf mübhem cümle, diğer misâllerin sebeplerini anlatan bir cümle de olabilir. Böylece her misâlin, bir mûcib sebebi olduğuna icmâlen işaret edilmiş olur. Sanki şöyle denir:

"- Biz o günleri bütün insanlar arasında döndürüp dururuz ki, onun çeşidi misâllerini gerektiren şu şu hikmetler gerçekleşsin ve Allah, îmân edenleri bilsin."

Ç- "...Ve sizden şâhidler edinsin."

- Şühedâ, ya şehidin çoğuludur. O takdirde mânâ, "sizden bazı insanlara şehid ikram etmek için..." olur. Bunlar Uhud sehıdleridır.

- Şühedâ, ya da şahidin çoğuludur. Bu takdirde de mânâ "hak üzerinde sebat, sıkıntılara sabır ve metanetle tahammül eden veya başkaca sadakat kanıtları veren mü'minlerden âdil şâhidler edinmek ve kıyamet günü ümmetler hakkında şahadet etmelerini sağlamak için..." olur.

İki mânâdan hangisi olursa olsun, seçmek ve yaklaştirmak anlamlarını kapsayan ittihaz kelimesinin kullanılmasında onlar için apaçık bir teşrif ve tazim vardır.

D- "Allah, zâlimleri sevmez."

Bu itiraz (arızî) cümlesi, makablinin mefhûmunu hulâsa olarak açıklar. Burada ifâde edilen sevmemek, buğzetmekten kinayedir. Bunun zâlimler hakkında olması, Allahü teâlâ'nın, zâlimlerin mukabillerini sevdiğine işarettir.

Zalimlerden murad,

- ya îmânda sebat etmeyenlerdir ki o takdirde bu açıklama, Allahü teâlâ'nın onlara buğzu, şahitlik için seçilmiş ihlas sahibi olanları onlar arasından ayırmak, o kapsamdan çıkarmak içindir.

- Ya da zafer günlerinin kendilerinden yana döndürüldüğü kâfirlerdir ki o takdirde bu cümlenin bir açıklama olması, o kısmî zaferin kendileri için bir ilâhî nusret olmadığı cilıetiyledir. Çünkü ilâhî nusret ve kesin zafer, Allahü teâlâ'nın dostlarına mahsustur. O kâfirlerin kısmî zaferi ise, o zikredilen mü'minlere âit faydalar içindir.

141

"Bir de Allah'ın îmân edenleri günahlarından temizlemesi ve kâfirleri helâk etmesi içindir."

Allah (celle celâlühü) ın o galibiyet günlerini insanlar arasında evirip çevirmesinin mü'minlere yönelik üçüncü hır sebebi de, îmân edenleri günahlarından arındırıp tertemiz kılmaktır.

İsm-i celâlin (Allah adının) açıkça zikredilmesi, mü'minleri günahlardan arındırmaya çok önem verildiğini göstermek içindir.

Söz konusu üç sebep, gaalibiyet günlerini insanlar arasında nöbetle döndürmenin mü'minlere yönelik sebeplendir. Önce bu sebepler zikredilmiştir. Çünkü bunlar beyâna muhtaçtır.

Bu son sebebin. "Allah zâlimleri sevmez" cümlesinden sonra zikredilmesi,

1- Günahkârların zâlimlere dahil olduklarının vehmedilmemesini veya

2- "Kâfirleri de helâk etmesi içindir" cümlesine yakın olmasını sağlamak içindir,

Zira günahlardan tertemiz kılmak (temhıîs), eserleri silmek ve kirleri, pasları gidermek anlamlarını da taşır. Nitekim "mahk" kelimesi de helâk etmek, bozmak ve götürmek anlamlarını içerir.

Kâfirleri helâk etmek, gaalibiyet günlerini insanlar arsında münavebeyle tedavül ettirmenin kâfirlere yönelik sebebidir. Bu kâfirlerden murad, Uhud savaşında Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşan ve sonra da küfürde ısrar edenlerdir. Nitekim Allah (celle celâlühü), onları tamamen yok etmiştir.

142

"Yoksa siz, Allah'ın sizden mücahede ve sabredenleri bilmeden (belli etmeden, ortaya çıkarmadan) cennete girivereceğinizi mi sandınız ?"

Bir başlangıç kelâmı olan bu âyet, gaalibiyet günlerinin insanlar arasında münavebe ile döndürülmesinin nihaî gayesini, ihlâslı mü'minlerin tefrik ve temyiz edilmesinin, tertemiz kılınmalarının; onlardan şehitler veya şahitler edinilmesinin neticesini açıklamakta ve bu faziletlere ermenin zorluğunu dile getirmektedir.

Âyetteki hitab, Uhud savaşında kısmî hezimete uğrayan Müslümanlaradır.

Âyetin başındaki "em /yoksa" harfinin kullanılması, daha önce zikredilen teselliden, Müslümanların karşılaştıkları sıkıntıların sebebinin beyânına geçildiğini belirtmek ve o sıkıntıların, en ileri isteklere erişmenin ilk unsurları olduklarını bildirmek içindir.

Âyetteki istifham, red ve inkâr içindir. Yani Allah (celle celâlühü), sizden cihad ve sabredenleri bilmeden, sizlerde hem cihad, hem de sabır tahakkuk etmeden cennete gireceğinizi, cennetin nimetlerine erişeceğinizi hiç sanmayın. Çünkü mükâfatın amele bağlı olduğunu bilen kimsenin, amelsiz olarak mükâfat beklemesi, akıl sahiplerince pek uzak bir ihtimâldir.

Allah'ın ilminin olmaması (Allah (celle celâlühü) bilmeden), malûmun (ilmin taallûk ettiği şeyin) da olmamasından kinayedir. Zira aralarında öyle bir lüzum, bağlılık var ki, ikincinin tahakkuku ile birincinin tahakkuku lâzım gelir. Çünkü zorunlu olarak, Allahü teâlâ'nın bilgisi olmadan bir şeyin tahakkuk etmesi imkânsızdır.

Kinaye üslubunun sarih ifâdeye tercih edilmesi, kastedilen mânâyı daha kuvvetli olarak ifâde etmek içindir. Çünkü bu kinaye, onların cihadının olmadığını delil ile isbat etmekdir. Bir de bu kinaye üslûbu şunu belirtir:

Ceza ve mükâfatların amellere terettübünün ölçüsü, Allahü teâlâ'nın bilgisidir. Sanki şöyle buyrulur:

"- Sizden cihad edenler olmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?"

"Lemnıâ /...olduğunda, ...olduğu zaman, henüz" harfi, gelecekte onların cihad etmelerinin beklendiği anlamını verir.

143

"Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz. Fakat onu görünce bakakaldınız."

Daha açık bir deyişle:

"- Sız bundan önce savaşı veya şehid olarak ölmeyi temenni ediyordunuz."

Savaş, ölümün aşamalarından olduğu için, "el -mevt / ölüm" olarak ifâde edilmiştir.

Bu hitab, Bedir savaşında bulunmayanlara müteveccihtir. O Sahabiler, Bedir şehidlerinin faziletlerine ermek için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber savaşıp şehid olmayı temenni ediyorlardı. İşte bunun içindir ki Uhud savaşında, genç Sahabiler Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı, şehirden çıkıp müşriklerle göğüs göğse çarpışmak için ısrar ettiler. Sonra o ısrar edenlerden bazıları aksi davranışlar sergilediler.

İnsanlar savaşı görmeden, onun korkunçluğunu ve çetinliğini bilmeden onu temenni ediyorlardı. İşte şimdi savaş sırasında o temenni ettikleri ölüm sebeplerini gözleriyle görüyorlardı. Sanki şöyle buyruluyordu:

"- Şimdi siz kardeşlerinizden ve akrabalarınızdan kimilerinin gözlerinizin önünde öldürüldüğünü ve kendinizin de ölüme yakın olduğunu görüyorsunuz. O hâlde niçin çarpışmakta İsrar ettiniz?"

Bu âyet, savaşı temenni edip ona sebep olduktan sonra korkup hezimete uğrayanları kınamaktadır. Ancak bu kınama, onların şehid olmayı temenni etmelerinden ve şehid olmaları da, zımnen kâfirlerin galibiyeti demek olmasından dolayı değildir. Zira şehidlik temenni eden kimsenin arzusu, başka bir şey aklına gelmeksizin, sırf şehidlerin faziletine ermektir. Binâenaleyh bu cihetten kınanmaya müstahak olmaz.

144

"Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçti. O, ölür veya öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse (bilsin ki) Allah'a hiçbk zarar veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir."

A- "Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçti."

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den önce birçok Peygamberin gelip geçmesi, onun da geçmeye yakın olduğunu bildirir. Çünkü onun emsali Peygamberlerin nübüvvet makamını tahliye etmeleri, onun da bu makamı zorunlu olarak tahliye edeceğinin kesin delilerindendir. Sanki şöyle buyrulmaktadır:

"- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den önce onun emsali diğer peygamberler gelip geçti. Binâenaleyh o da, onlar gibi gelip geçecektir."

1- Onlar arkalarını dönüp kaçınca, gelip geçmek veya o Peygamberden sonra onun dinine bağlı kakmak konusunda sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer Peygamberlerden fark yani ölmemek imiş gibi bir inanç sahibi olduklarını sergilemiş oldular

İşte bundan dolayı, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), in de ancak diğerleri gibi bir Peygamber olduğu, onun da onlar gibi gelip geçeceği ve o Peygamberlerden sonra onların dinine bağlı kalmak (temessük) gerektiği gibi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), den sonra da onun dinine bağlı kalmanın bir zorunluluk olduğu belirtilmek suretiyle o inançları reddedildi.

2-

Bir görüşe göre ise, onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in bu savaşta terk-ı hayât etmesini gözlerinde çok fazla büyüttükleri (istizanı ettikleri) sanki onun vefat (adem-i beka)ını imkânsız gördükleri için onun hakkında şu iki vasfa (vasfeyne) inanmışlardır:

Risalet ve helakten uzak olmak. İşte bundan dolayı Resûlüllah İn (sallallahü aleyhi ve sellem) ölümsüz veya helakten uzak olmadığı ve ancak bir Peygamber olduğu belirtilmek suretiyle bu inanç reddedildi.

B- "O, ölür veya öldürülürse siz, gerisin geriye mi döneceksiniz."

Bu ilâhî kelâm, Müslümanların, daha önceki Peygamberlerin gelip geçtiklerini ve kendilerinden sonra da ümmetlerinin onların dinlerine bağlı kaldıklarını bildikleri hâlde, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra İslâm'dan dönmek veya irtidat etmek gibi bir düşünceye kapılmalarını şiddetle reddetmektedir.

Bir başka görüşe göre ise, bu cümle, eski peygamberlerin fanî oluşları, hakikatte Müslümanların kendi dinlerinde sebat etmelerinin sebebi iken, onu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in vefatından sonra dinden dönme sebebi yapmak gibi bir vehme kapılmalarını önlemek içindir.

Müslümanlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e ölüm erişeceğini kesin olarak bildikleri hâlde bu cümlede şart ve tereddüt ifâde eden "in / eğer" kullanılması muhatabların onun ölümünü gözlerinde çok fazla büyüttüklerinden bu konuda tereddüt ediyormuş gibi sayılmalarındandır.

Bu açıklama Kur’ân'da "in. — eğer" şart edatının kullanıldığı diğer âyetler için de geçerlidir. Çünkü Allahü teâlâ'nın kelâmında zikredilen, "in" şartı, hiçbir yerde tereddüt anlamını taşıyan zahirî mânâsında değildir; -zira zorunlu olarak, Allahü teâlâ, bir şeyin vaakıî olup olmayacağını kesin olarak bilir- fakat ifâde edilen tereddüt, dinleyen veya okuyanın hâline veya makama münasib başka bir mânâya yöneliktir.

Uhud savaşında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): in öldürülmüş olması ihtimâlinden büyük fitne ve mihnet koptuğu hâlde âyette, önce kati değil de ölüm (el-mevt)ün zikredilmiş olması ölümün insana daha yakın olmasındandır. Bu itibârla ölüm takdirinde Müslümanları geri dönmekten menetmek ve onları sebata yönlendirmek daha önemlidir. Bir de, diğer Peygamberler ile Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki ortak vasıf öldürülmek değil fakat ölmek suretiyle bu dünyadan ayrılmaktır.

Rivâyet olunuyor ki, Uhud savasında iki taraf karşılaşınca Ebû Dücane bir grup Müslümanla, müşriklere karşı saldırıya geçti ve kahramanca savaştı. Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh) de, müşriklere karşı büyük bir savaş verdi ve kılıcı eğilinceye kadar çarpışmayı sürdürdü. Sa'd b. Ebi Vakkas da, müşriklere karşı aynı şekilde çarpıştı. Müslümanlar, müşriklerden bir çoğunu öldürdüler ve onları hezimete uğrattılar. Müslüman okçular, müşriklerin hezimetini görünce, mevzilerini terk edip ganimet toplamaya giriştiler ve kumandanları Abdullah b. Cübeyr'in (radıyallahü anh) emir ve uyarılarına aldırmadılar. Sonunda Abdullah b. Cübeyr'in yanında yalnız seldz kişi kaldı. Okçuları kollayan Halid b. Velid, onların ganimetle meşgul olduklarını görünce, emrindeki iki yüz elli kişilik müşrik süvari gücüyle iki dağ arasındaki geçitten saldırıya geçti. Okçulardan mevzilerinde kalanları öldürdükten sonra Müslümanların arkasına sarktı; Müslümanları dağıtıp hezimete uğrattı. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çepeçevre savunan Ashâb'a saldırdı. Bunlardan omzu şehid düştü. Bunların hepsi de önce Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in önünde diz çöküp:

"- Yüzüm, yüzüne siper olsun (Vechî kvechike vekaaün); nefsim, nefsine feda olsun (nefsî knefsike fedâün); Allah'ın selâmı üzerine olsun (ve a'leyke selâmullâhü); sen terk edilmedin (gayra müvedda'), ya Resûlallah!" dedikten sonra çarpışarak şehid oldular. Bu sırada Abdullah b. Kamie el-Karisî adındaki müşrik, Resûlüllah'a bir taş atıp ön dışını kırdı ve mübarek yüzünü yaralayarak kana buladı. Bunun üzerine Müslümanların sancaktarı Mus'ab b. Umeyr (radıyallahü anh) önüne atlayıp Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) siper oldu. Abdullah b. Kamie, Mus'ab'ı öldürdü ve maksadını gerçekleştirdiğini sanarak:

"- Muhammed’i öldürdüm!" diye bağırdı.

O anda bir İblis de:

"Hey haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü!" diye yüksek sesle haykırmaya başladı.

Bu sesi duyan Müslümanlar kaçıp dağıldı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:

"- Ey Allah'ın kulları, bana gelin, bana gelin !" diye sesleniyordu,

Kâ'b b. Mâlik diyor ki:

"- O sırada Müslümanlardan Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) ilk tanıyan ben oldum ve olanca gücümle seslendim:

-Ey Müslümanlar topluluğu, işte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)!"

"Bunun üzerine otuz kadar Sahabi Resûlüllah'ın yanında toplandılar ve onu çevreleyen müşrikleri dağıttılar. Diğer Müslümanlar ise dağıldılar."

Müslümanlardan bazıları:

"Keşke Abdullah İbni Übeyy, bizim için Ebû Süfyan'dan eman alsa!" münafıklardan bazıları da:

"- Eğer Muhammed, peygamber olsaydı, öldürülmezdi ! Artık kardeşlerinizin yanına ve eski dininize dönün !" dediler.

O zaman Enes b. Mâlik'in amcası Enes b. Nadr (radıyallahü anh) dedi ki:

2 Bu olaylar cahiliye devri insanının ne kadar seviye ve seciye yoksulu olduğunu, fakat İslamın kucakladıklarının nasıl yüce kahramanlar hâline geldiğini göstermektedir.

Ey kavim! Eğer Muhammed öldürülmüşse, şüphesiz Muhammed'in Rabbi ebedi olarak diridir, asla ölmez. Zaten siz, Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra yaşayıp da ne yapacaksınız ? Haydi, siz de, Resûlüllah'ın savaştığı yolda savaşın ve onun gibi, şerefli olarak ölün !" 2

Enes b. Nadr (radıyallahü anh) sonra şöyle devam etti:

Allah'ım! Bunların söylediklerinden dolayı ben Senden özür diliyorum ve bunların söyledikleriyle ilgim olmadığını Sana arz ediyorum!"

Sonra kılıcını kuşanıp çarpışmaya girdi ve sonunda şehid oldu. Allahü teâlâ, Peygamber e:

"Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâıde 5/67) buyurduğu hâlde, Sahabiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in öldürülmüş olabileceğine inanmışlardı. Çünkü âyetlerin nüzulünün peyderpey devam ettiği o dönemde her Müslüman, her âyeti bilmiyordu ve bilenler de, her zaman ve her yerde bütün bu âyetleri hatırlayamiyordu. Özellikle böylesine tehlikeli ve korkulu hâllerde bütün âyetleri hatırlamak daha da zordu.

Nitekim Ömer (radıyallahü anh) de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde bu âyetten gafletle insanlar arasında ayağa kalkarak:

Bazı münafıklar, Resûlüllah'ın vefat ettiğini ıddiâ ediyorlar. Gerçek şu ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ölmemiştir. Mûsa b. İmrân (aleyhisselâm), kavminden kırk gece uzakta kaldıktan sonra döndüğü gibi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Rabb'ına gitti; o vallahi geri dönecektir ve o zaman ben, şimdi onun öldüğünü söyleyenlerin ellerini ve ayaklarını mutlaka keseceğim!" demiş ve bunu durmadan tekrarlamıştı.

Nihayet Ebûbekır (radıyallahü anh) ayağa kalkarak Allah'a hamd ü sena ettikten sonra şu sözlerle halkı uyarmıştı:

Ey insanlar (Eyyühannâsü) kim Muhamrned'e tapıyorsa bilsin kı (men kâne ya'büdü Muhammeden), Muhammed gerçekten ölmüştür (femne Muhammeden kad mate). Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah Hayy'dir; hiçbir zaman ölmez !"

Ve sonra da bu âyet-i kerîmeyi okumuştu:

"Vema Muhammedün illâ rasûl; kad halet min kabkhi'r-rusul — Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçti."

Bu olayı rivâyet eden râvi diyor ki:

Vallahi, o gün Ebûbekir bu âyeti okuyuncaya kadar sanki insanlar, bu âyetin Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) nazil olduğunu bilmiyorlardı."

Ömer de diyor ki:

"- Vallahi ben ancak Ebûbekir (radıyallahü anh) i dinleyince gerçeği anladım. İşte o anda ayaklarım kesilmiş gibi olduğum yerde donakaldım. Öyle ki, ayaklarım beni taşiyamıyordu. Ve ben artık Resûlüllah'ın vefat ettiğini kesin olarak anlamıştım."

C- "Kim geri dönerse (bilsin ki) Allah'a hiçbir zarar veremez."

Kim, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yöneldiği cihaddan geri dönerse, bu geri dönüşle Allah'a (celle celâlühü) hiçbir zarar veremez; o ancak nefsini Allahü teâlâ'nın buğz ve azabına mâruz bırakmakla kendi kendine zarar vermiş olur.

Bir görüşe göre de, bu ifâde "kim, İslâm'dan dönerse" anlamındadır. Ancak o gün münafıkların söyledikleri sözler dışında, irticaî bir hareket olmamış, Müslümanlardan hiç kimse İslâm'dan dönmemiştir.

Ç- "Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir."

Allah (celle celâlühü), en büyük nimet ve en aziz hayır olan İslâm dininde sebat edenleri mükâfatlandıracaktır. Sebat edenlerin "sakiller / şükredenler", olarak tavsifi İslâm'da sabır ve sebatın, bu büyük nimete şükretmek ve hakkını takdir etmek demek olduğundandır. Burada o savaştan dönenlerin, Allahü teâlâ'nın bu büyük nimetine nankörlük ettiklerine işaret vardır.

Abdullah İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre:

"Âyetteki şâkirlerden murad, Allahü teâlâ'ya itaat eden Muhacklerle Ensardır."

Ali'ye (radıyallahü anh) göre:

"Şâkirlerden murad, Ebûbekir (radıyallahü anh) ile Ashabıdır." Yine Ali'ye (radıyallahü anh) göre:

"Ebûbekir, şâkirlerden ve Allahü teâlâ'nın dostlarındandır."

145

"Allah'ın izni olmadan hiç kimse için ölmek yoktur. Bu, belli bir vakte bağlı olarak yazılmıştır. Kim dünyalık isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhıket mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Şükredenlerin de mükâfatını vereceğiz."

A- "Allah'ın izni olmadan hiç kimse için ölmek yoktur."

Bu âyet-i kerîme, Uhud savaşma katılan Müslümanlardan bazılarının, öldürülmekten çekinmeleri ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in öldürüldüğüne dâir yayılan haberden sarsılmaları sebebiyle işledikleri hatâya dikkatleri çeker. Nitekim âyet, her nefsin ölümünün Allahü teâlâ'nın irâdesine bağlı olduğunu, İlâhî irâde o kişinin ölümüne taallûk etmedikçe, savaş meydanlarına dalmak ve korkunç geçitlere atılmakla ölümün gerçekleşmeyeceğini belirtir. Ve bununla şuna işaret edilir:

"Onlar ölümden çekindikleri zaman, İlâhî irâde onların ölümüne taallûk etmemişti. İşte bundan dolayı onlar öldürülmemişlerdi; yoksa bilfiil çarpışmaya katılmaktan uzak durdukları için değil."

Hulâsa,  her hangi bir nefis için ölüm, Allahü teâlâ'nın kâdesi taallûk etmedikçe hiçbir sebeble gerçekleşmez. Şu hâlde âyetteki izin kelimesi, mecaz olarak Allah'ın irâdesi, dilemesi yerinde kullanılmıştır. Çünkü İlâhî irâde, O'nun izninin gereğidir yahut Allah (celle celâlühü) ölüm meleğine, o nefsin canını alması için izin vermedikçe hiçbir kimse için ölmek yoktur.

Bu âyetteki hakikat, temsilî bir kelâm seklinde ifâde edilmiştir. Şöyle ki:

1- Ölüm nefisler için, Allahü teâlâ'nın izni oknadan gerçekleşmesi mümkün olmayan ihtiyarî bir fiil olarak, tasvir edilmiştir;

2- Ölümün ilk aşamasına, yani savaşa yönelmek, ölümün kendisine yönelmek gibi kabul edilmiştir.

Bu ifâde tarzı, meramı daha iyi ifâde için tercih edilmiştir. Zira bir nefsin ölümü, onun kendisine veya ilk aşamalarına yönelmek veya gerçekleşmesi için çalışmak hâllerinde bile imkânsız ise, bunların yapılmaması hâlinde evleviyetle gerçekleşmeyeceği açık bir hakikattir

Bu âyet-i kerîme, gerektiğinde İslâm uğruna savaşmayı açıkça teşvik eder.

B- "Bu, belli bir vakte bağlı olarak yazılmıştır."

Allahü teâlâ, ölümü belli bir vakte bağlamış ve o şekilde yazmıştır. Bu süre, ne takdim, ne de te'hir edilmez; velevki bir saat olsun.

C- "Kim dünyalık isterse, kendisine ondan veririz ; kim de âhüret mükâfatı isterse, ona da ondan veririz."

Bundan önce ölüm ve hayâtın sadece Allahü teâlâ'nın kâdesine, dilemesine bağlı olduğu, hiç kimsenin bunda dahli olmadığı belirtilmişti. Şimdi de şu gerçeğe işaret ediliyor.

İşlerin semeresini akmak, insanların kâdesine bağlıdır. Bundan maksad, insanların, kendi irâdelerini değersiz gayelere değil yüce gayelere tevcih etmeleridir.

Kim yaptığı işler için dünyalık isterse, kendisine istedığknîz dünyevî karşılığı veririz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse, ona vermeyi dilediğimiz kadar dünyada hemen veririz." (İsrâ 17/18)

Bu ifâde, Uhud savaşında ganimetlerle meşgul olan okçulara da bir tarizdir. Nitekim tafsilâtı daha önce geçti.

Ve kim de amelleriyle âhiret mükâfatını isterse, onu da va'dimiz gereğince dilediğimiz kadar, cömertçe kat kat mükâfatlandırırız.

Ç- "Şükredenlerin de mükâfatını vereceğiz."

Biz, islâm nimetine şükredip o yolda azim ve sebat ile yürüyenleri, Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu kuvvet ve kudreti yaratılış gayesine uygun biçimde Allah yolunda sarfedenlerı ve bu yolda hıçbk engel tanımayanları elbette mükâfatlandıracağız.

Şâkirlerden murad, ya Uhud savaşının şehid ve gazi olan mücâhidleri, ya da bütün şükr edenlerdir ve bunlar da öncekide onlara dahildir.

146

"Peygamberlerden niceleri var ki, onlarla beraber bir çok Allah dostu (ribbiyyûn) savaştılar (katele). Fakat Allah yolunda baslarına gelenlerden dolayı hiç gevşemediler ve bitkinlik göstermediler; boyun da eğmediler. Allah, sabredenleri sever."

Bu âyet-i kerîme, Uhud savaşında anılan hatâları işleyenlerin taksiratını ve eski peygamberlerle beraber Allah yolunda savaşan Rabbani mücâhidleri havirla anar ve onların yolundan gitmeyenlerin kötü hareketlerini de teşhir eder.

"Rıbbî" de tıpkı "Rabbani" gibi "Rabb'e mensub" demektir.

Bir görüşe göre de, belli bir cemaate, "rabbef'e mensubiyeti ifâde eder.

Burada demek istenen şudur:

Nice Peygamberler vardır ilây-ı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) ve O'nun dinini aziz kılmak için birçok takva sahibi âlimlerle, âbidlerle (kendilerini ibâdete vermiş olanlar), veya cemaatlerle birlikte, düşmanlara karşı savaşmışlar ve Allah (celle celâlühü) yolunda uğradıkları büyük acılardan dolayı ne azim ve himmetlerinde bir gevşeklik ne de cihadda ve dinde bir zaaf göstermemişler, düşmana da boyun eğmemişlerdir. Zira bunların Allah (celle celâlühü) yolunda olması, onların kalbine kuvvet vermiş ve zafiyet göstermelerini önlemiştir.

"Katele / savaştı" kelimesi, "kutiie / öldürüldü" şeklinde de okunmuştur. Ancak hangi kırâete göre olursa olsun, onların Peygamberleri ile olan beraberlikleri savaşma beraberliğidir; öldürülme beraberliği değildir. (Yani peygamberleri de kendileriyle beraber savaşta öldürülmemiştir.)

Tabiînden Saıd b. Cübeyr diyor la:

"Biz, savaşta öldürülmüş bir Peygamber işitmedik de diyorlar ki:

"Hiçbir Peygamber savaşta katledilmemiştir."

Bu âyet, Uhud savaşında kâfirlerin saldırıları karşısında ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in öldürülmesiyle ilgili olarak çıkan yalan haberi üzerine bazılarının;

- gevşediklerine,

- azimlerinin kırıldığına,

- savaşta zaaf gösterdiklerine,

- münafık Abdullah b. Ubeyy b. Sekil vasıtasıyla Ebû Süfyan'dan emân almak istediklerine,

- ve bu suretle müşriklere boyun eğdiklerine tarizdir.

Allah (celle celâlühü), kendi yolunda sıkıntılara ve acılara katlanıp göğüs gerenleri sever ve sonunda onlara nusret bahşeder ve onların itibârım yükseltir.

Burada sabredenlerden murad,

- ya Uhud savaşında sabır ve sebat gösterenlerdir ve zamir kullanılmayıp zahir olarak zikredilerek hükmün (ilâhî sevginin) sebep ve illeti zımnen bildirilmiştir,

- ya da bütün sabredenlerdir ve Uhud savaşında sabredenler de öncelikle bunlara dahildir.

147

"Onların sözleri :

"- Ey Rabb'ımız! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve ayaklarımızı sabit kıl (illâ)! Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et !" demekten başka bir şey değildir."

O gerçek mü'minler, düşman karşısında, savaşın zorluklarına ve çeşitli güçlüklerine mâruz kaldıklarında sözleri başka değil ancak şunlardan ibaretti:

"- Ey Rabbımiz! Bizim küçük ve haddi tecavüzle işlediğimiz büyük günahlarımızı bağışla ve katından bize takviye ve destek bahşederek savaş meydanlarında ayaklarımızı sabit kıl! "

Yahut bizi hak dinde sabit kıl!"

Bu Rabbanî mü'minler, Allahü teâlâ'ya karşı tefritten uzak insanlardır. Öyle olduğu hâlde küçük ve büyük günahları kendi nefislerine izafe etmeleri, nefsaniyet duygularını daha da bastırmak, himmetlerini küçümsemek ve uğradıkları kısmî hezimeti kendi gayretlerinin yetersizliğine bağlamak içindir.

O mü'minlerin bu dualarında mağfiret isteklerini, durumlarına göre daha önemli olan,

- ayaklarını zemine sağlam bir şekilde basma,

- kâfirlere karşı muzaffer kılınma;

dileklerine takdim etmeleri, dualarını kabul ortamına daha da yaklaştırmak içindir. Zira alçak gönüllülük ve kemâl-i edeble temiz bir insandan sâdır olan duâ, kabule daha yakındır.

O Rabbanî mü'minler, hep bu duaya devanı ettiler; savaş meydanlarında ve savunma mevzilerinde şikâyet, zaaf ve sarsılma şaibesini yansıtacak bir söz sarfetmediler.

Bu âyet-i kerîme, Uhud savaşında savaş sahasını terk edenlere apaçık bir tarizdir.

148

"Allah da onlara hem dünya nimetini hem de âhıiret mükâfatının güzelliğini verdi. Allah ihsan ehlini (iyilik yapanları) sever."

A- "Allah da onlara hem dünya nimetini hem de âhıiret mükâfatının güzelliğini verdi."

Allahü teâlâ da, onların bu duası sebebiyle kendilerine dünyada zafer, ganimet, şeref ve güzel anılma (zikr-i cemîl) bahşetti; âhkette de cennet ve onun ebedî nimetlerini ihsan buyurdu.

Âyette, yalnız cennet ve cennet nimetlerinin güz enikle vasıflandırılmışı, onların faziletini, üstünlüğünü ve Allahü teâlâ katında asıl muteber olan mükâfatın ahiret mükâfatları olduğunu bildirmek içindir.

B- "Allah, ihsan ehlini (iyilik yapanları) sever."

Bu cümle, mâkabknin mefhûmunu açıklar mâhiyettedir. Zira Allahü teâlâ'nın kulunu sevmesi, ondan razı olmak ve hakkında hayır irâde buyurmak anlamındadır. Bu itibârla Allahü teâlâ'nın sevgisi, her saadetin başıdır.

Bu ihsan ehlinden murad,

- ya sözü geçen gerçek mücâhid mü'minlerdir;

- ya da bütün ihsan ehlidir ve mücâhidler de öncekide onlara dahildir.

149

"Ey îmân edenler !

Eğer kâfirlere itaat ederseniz sizi gerisin geriye çevirirler de hüsrana uğrayanlara dönersiniz."

Bundan önce mü'minler, Peygamberlerin yardımcılarına uymaya teşvik olunmuş ve bunun her iki cihan saadetine vesile olduğu beyân edilmişti Şimdi burada da mü'minlerin, kâfirlere uymaları menedilmekte ve bunun, dünya ve âhıret hüsranına vesile olduğu belirtilmektedir.

Hitabın nida ve tenbih ile başlaması, muhtevanın pek önemli olduğunu göstermek içindir.

Muhatabların îmân ile vasiflandırılmaları, onların düşmanlarından farklı olduğunu göstermek suretiyle hâllerini kendilerine hatırlatmak ve onda sebatlarını sağlamak içindir. Nitekim "İn tütıîû'llezîne keferû / Eğer kâfirlere ıtâat ederseniz.." ifâdesinde münafıkların küfür ile vasıflandırılmasi, yine aynı gayeye matuf olup onlardan nefret ettirmek ve onlara uymaktan sakındırmak içindir.

Ali (radıyallahü anh) a göre:

"Bu âyet, Uhud savaşındaki kısmî hezimet sırasında münafıkların mü'minlere:

-Kardeşlerinizin yanma dönün ve onların dinine girin!" demeleri üzerine nazil olmuştur. Burada vurgulanan şudur:

"- Ey îmân edenler! Eğer siz o münafıkların sözlerine uyarsanız, onlar size kendi dinlerini benimsetirler ve bundan dolayı hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğrarsınız; iki cihanda da saadete eremezsiniz ve âhirette ebedî azaba duçar olursunuz. Böylece durumunuz tersine döner, kazanmışken kaybedersiniz."

Bir görüşe göre de, bu kâfirlerden maksad, bir takım Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Nitekim bunlar, Müslümanlara karşı müstağni davranıyorlar, dinleri hakkında onları şüpheye düşürmeye çalışiyorlar ve şöyle diyorlardı:

"- Eğer Muhammed hak peygamber olsaydı, savaşta yenilmezdi ve onunla Ashabının bu başlarına gelenler gelmezdi. Ve hiç şüphesiz o er (Muhammed)in hâli de diğer insanlardan herhangi birinin hâli gibidir ; bir gün aleyhine ve bir gün lehine oluyor."

150

"Hayır; Allah, sizin mevlânızdır. O, yardımcıların en hayırlısıdır."

Bu, yanlış bir tavırdan yüz çevirmek demektir.

"- Onlar Müslümanların yardımcıları değildir ki, onlara uya siniz. Hayır! Sizin yardımcınız ancak Allah'tır. Öyleyse siz, yalnız Allah'a itaat edin ve onların yardımlarına müstağni davranın, yalnız Allah'tan yardım dileyin. Zaten Allah, yardımcıların en hayırlısıdır. Binâenaleyh siz, itaatinizi ve yardım dileklerinizi yalnız Allah'a tahsis edin."

151

"Allah'ın kendileri hakkında hiçbir hüccet (delil) indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalblerine korku salacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Şu zakimlerin varacağı ateş ne kötüdür."

A- "Allah'ın kendileri hakkında hiçbir hüccet indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalblerine korku (e'r-ru'b) salacağız."

"Salacağım" değil de büyüklerin edasıyla "senülkıî /; salacağız" ifâdesinin kullanılması, mehabeti takviye içindir.

Bu korku, Uhud savaşı günü müşriklerin kalbine ilka edilen korkudur. Nihayet müşrikler, o gün üstün kuvvet ve galibiyet sahibi iken sebepsiz olarak savaşı bırakıp geriye, Mekke'ye dönmüşlerdi.

1- Rivâyete göre, müşrikler, Uhud savaşından Mekke'ye dönerken yolda birbirlerine dediler ki:

Yahu, biz hiçbir şeyi yapmadık ; onlardan çok adam öldürdük, sonra onları bıraktık, biz onlara üstündük. Haydin, geri dönün onların kökünü kazıyın."

İşte o anda Allahü teâlâ, onların kalbine korku saldı da, bu yüzden onlar geri dönmeye cesaret edemediler.

Söz konusu rivâyete göre, bu âyetin, savaş esnasında veya henüz savaşın enkazı ortada dururken nazil olmuş olması gerekir.

2-

Bir görüşe göreyse, bu korku, Hendek savaşında onların kalblerine atılan korkudur.

Onlar Allahü teâlâ'nın, ortak olduklarına dâir hiçbir sultan (hüccet) indirmediği şeyleri O'na ortak koşmuşlardı. Hüccete sultan denilmesi, İlâhî vahyin açık ve parlak delil ya da kuvvetli olmasından, yahut da kesin nüfuzundan dolayıdır.

Müşriklerin Allah'a ortak koştukları şeylerin kendisine ortak olduklarına dâir bir hüccet indirmesi mümkün değil iken böyle söylenmesi, edebî bir üslup olup "böyle bir hüccet indirilmemiştir ve zaten böyle bir hüccet de olamaz" anlamındadır.

Bu âyet-i kerîme bize şu gerçeği de bildirir:

Din konusunda uyulması gerken semavî hüccettir; insanların görüşleri ve geçersiz arzuları değildir.

B- "Onların gidecekleri yer (me'va) de cehennemdir. Şu zâlimlerin varacağı ateş ne kötüdür."

Bundan önce müşriklerin dünyadaki hâlleri tasvir edilmiş, dünyada onların kalblerine korku ilka edildiği söylenmişti. Burada da onların âhirettekı hâlleri beyân ediliyor. Âhirette onların varacakları yer, me'va cehennem ateşidir; ondan başka iltica edecekleri bir yer yoktur.

"Şu zâlimlerin varacağı ateş ne de kötüdür!" cümlesinde zamir makamında zahir isimin (zâlimler) kullanılması, azab ifâdesini daha gakz kılmak, hükmün sebeb ve illetini bekitmek ve onların Allah'a ortak koşmakla zâlim durumuna düştüklerini, yani bir şeyi hakkı olmayan bir yere koyduklarını zımnen Bildirmek içindir.

152

"Andolsun ki Allah, size olan va'dini yerine getirdi; siz Allah'ın izniyle onları öldürüyordunuz. Nihayet yıldınız; Peygamberin emri hakkında çekiştiniz (nizâ); hattâ isyan bile ettiniz; Allah, çok sevdiğinizi (zaferi) size gösterdikten sonra. Sizden kiminiz dünyayı istiyordu kiminiz de âhkreti istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onlardan geri çevirdi. Andolsun ki Allah, sizi affetti. Allah, mü'minlere karşı fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir."

A- "Andolsun ki Allah size olan va'dini yerine getirdi ; siz Allah'ın izniyle onları öldürüyordunuz. Nihayet yıldınız ; Peygamberin emri hakkında çekiştiniz ; hattâ isyan bile ettiniz (ve a'saytüm); Allah, çok sevdiğinizi (zaferi) size gösterdikten sonra."

Uhud savaşından Medine'ye dönüşte bazı insanların:

"- Bu nereden başımıza geldi ; oysa Allah bize zafer va'detmişti ?" demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzii oldu.

Bu, Allahü teâlâ'nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in lisanıyla Müslümanlara verdiği bir zafer va'di idi. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud savaşı başlamadan önce okçulara şu emri vermişti:

"- Siz bu mekânı asla terk etmeyin ; siz bu mekânda kaldığınız müddetçe biz hep gaalib olacağız."

Ve gerçekten de öyle oldu. Müşrikler saldırıya geçince, okçular onlara ok yağdırdılar, diğer mücâhidler de kıkç çekip saldırdılar; müşrikler kısa sürede hezimete uğradılar ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da kaçanları kovaladılar ve yakaladıklarını öldürdüler.

"Biıznihi / O'nun izniyle", yani Allah'ın müyesser ve muvafak kılmasiyla, demektir. Müslümanların müşrikleri kırıp geçirmeleri Allahü teâlâ'nın zafer va'di gereğidir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu gerçekleştirilen zafer, Allahü teâlâ'nın:

" Evet, sabreder ve sakınırsanız..." (Al-i İmrân 3/125) âyetiyle va'dettiği zaferdir.

Oysa bu va'din Bedir savaşında gerçekleştiği daha önce anlatılmıştı. Bunun aksini iddia etmek mümkün değildir, bu âyetle va'dedilen, Allah'ın (celle celâlühü) melekleri indirmek suretiyle yardım buyurmasıdır.

İlâhî va'din gerçekleşmesinin Müslümanların Allah'ın izniyle müşrikleri öldürdükleri vakte bağlanması da açıkça şunu gösterk:

Buradaki va'din konusu manevî yardım ve tevfiktir; meleklerle yapılan yardım değildir

Son bir görüşe göre de, bu âyette geçen va'd-i ilâhî (bundan önceki) "Senülkıî fi kulûbillezîne keferû'r-ru'be kâfirlerin kalblerine korku salacağız" âyetiyle dile getirilen va'ddir. Ancak biliyorsun ki, onların kalblerine korku salınması,

- ya sebebsiz olarak savaşı bırakıp geri çekildikleri;

- ya da Mekke'ye avdet ederken yolda savaş için geri dönmeyi düşündükleri zaman olmuştu. Bu iki rivâyetten hangisi olursa olsun, anılan görüşe gö-re âyetin bu kısmı ile bundan sonra gelen kısmı arasında insicam kalmaz.

Yani Allahü teâlâ, sizin sevdiğiniz, istediğiniz zaferi, ganimeti ve düşmanın hezimetini size gösterdikten sonra yıldınız, zaaf gösterdiniz, ganimete meylettiniz; Peygamber'in emrini nizâ, çekişme konusu yaptınız. Nitekim müşriklerin hezimete uğrayıp kaçmaya başladıklarını, Müslümanların da onları kovaladıklarını ve yetiştiklerini vurup öldürdüklerini gören okçulardan bazıları:

"- Bundan sonra bizim duracak yerimiz burası mı olmalı ?" dediler. Okçuların kumandanı Abdullah b. Cübeyr ise:

"- Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefet edemeyiz. " diye onları tatmaya çalıştı. Fakat sonuçta on kişiden az bir erat mevzüni korudu; diğerleri ganimet peşine koştu, işte "Ve a'saytüm / isyan bile ettiniz" cümlesinin mânâsı budur.

Okçuların bu hâlini gören müşriklerin süvari gücü, iki dağ arasındaki geçitten saldırıya geçti ve okçuların kumandanı ile yanındakileri öldürdü. Nitekim daha önce Al-i İmrân 3/ 144. âyetin tefsirinde hâdisenin tafsilâtı anlatılmıştı.

"Izâ — ne zaman ki." şartının cevabı mahzûftur (gizlidir). Yani nihayet siz korkup zafiyet gösterince, Peygamber'in verdiği emir hakkında çeldşince ve isyan bile edince, Allah (celle celâlühü) yardımını sizden çekti.

Bir görüşe göre, anılan şartın gizli cevabı, "o zaman iki kısma ayrıldınız" cümlesidir. Nitekim âyetin bundan sonraki bölümü de bunu bildirmektedir.

B- "Sizden kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de âhkreti istiyordu."

Dünyayı isteyenler, mevzilerini terk edip ganimet toplamaya gidenlerdir. Ahireti isteyenler de yerlerinde direnip sonunda şehid olanlardır.

Bir görüşe göre de, anılan "izâ" harfi şart mânâsına değildir. Bu takdirde gizli bir cevab da sözkonusu değildir.

C- "Sonra Allah, sizi denemek için onlardan geri çevirdi."

Allah Teâla, musibetlerle imtihan etmek gibi bir muameleye tâbi tutarak sizi o müşrikleri mağlup etmekten alıkoydu ki, sizin o sıkıntılı zamanlarda da îmândaki sebatınız ortaya çıksın. Bu da, Müslümanlar için apaçık bir lûtuftur.

Ç- "Andolsun ki Allah, sizi affetti."

Allah bir lütuf olarak ve bir de, sizin Peygamber'in emrine muhalefet ettiğinize pişman olduğunuzu bildiği için yine de sizi bağışladı.

D- "Allah, mü'minlere karşı fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir."

Bu cümle, mâkabkni açıklar mâhiyette bir zeyl gibidir ve bir de şu hakikati bildirmektedir:

Bu İlâhî af, Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olarak gerçekleşmiştir; yoksa Allah bunu yapmak zorunda değildi. Mü'minlere lûtf ve ihsanda bulunmak Allahü teâlâ'nın yüce şânındandır. Olaylar görünürde mü'minlerin lehinde de olsa, aleyhinde de olsa, her halü kârda Allahü teâlâ, mü'minlere lütûfkârdır. Zira mü'minleri denemek de bir İlâhî rahmettir.

Bu mü'mirilerden maksad;

- ya muhatab mü'minlerdir (Uhud mucahidleridir) ve bu takdirde zamir makammda zahir ismin kullanılması, teşrif ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir;

- ya da bu mü'minlerden murad bütün mü'minlerdir ve muhatab mü'minler de öncekide onlara dahildir.

153

"Hani Peygamber sizi arkanızdan çağırdığı hâlde, siz durmadan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Böylece Allah, size keder üstüne keder verdi ki kaybettiğinize de, başınıza gelene de üzülm ey esiniz. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

A- "Hani Peygamber sizi arkanızdan çağıdığı hâlde, siz durmadan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz."

"Tus'ıdûne / uzaklaşyordunuz" farklı bir kırâete göre, "tas'adûne" olarak da okunmuştur.

Yani hani Peygamber yanında kalan Sahabelerinin arasından sizi çağırdığı hâlde, siz durmadan uzaklaşıyor, dağlara tırmanıyordunuz ve geri dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz; birbirinizi de beklemiyordunuz.

Rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ey Allah'ın kulları bana gelin, bana gelin! Ben Resûlüllah'ım. Geri dönüp savaşana cennet var (Men yekürrü felehü'l-cenneh)!" diye sesleniyordu.

Âyette Peygamberimiz'in Resûlüllah unvanı ile zikredilmesi, onun çağrısının rısalet yoluyla Allah tarafından olduğunu bildirmek içindir. Bu da hezimeti kabul edip kaçanlara ağır bir kınamadır.

B- "Böylece Allah size keder üstüne keder verdi ki kaybettiğinize de, başınıza gelene de üzülmeyesiniz."

1- Allah (celle celâlühü) yaptıklarınızdan dolayı sizi cezalandırdı; öldürülmek, yaralanmak, müşriklerin zafer elde etmesi, çevreye Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürüldüğüne ilişkin bir yalan haber yayılması ve ganimetin elden gitmesi size keder üstüne keder verdi.

2- Yahut Sizin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın emrine isyan etmekle onu üzmenize karşılık Allah (celle celâlühü) da size bu üzüntüleri tattırdı ki, sıkıntılara karşı sabretmekte idmanlı olasınız da, giden bir menfaate ve gelecek bir zarara üzülmeyesiniz.

3-

Bir görüşe göre ise âyette olumsuzluk mânâsını veren "lâ" harfi zaittir. Yani Allah (celle celâlühü), size keder üstüne keder verdi la, elinizden giden zafere, ganimete ve size isabet eden yaralara ve hezimete üzülesiniz; Allah bunları sîze ceza olarak verdi.

4- Bir başka görüşe göre de mânâ şöyledir:

Resûlüllah ganimet toplamak hususunda sizi üzdü; sonra sizin başınıza gelenlerden dolayı üzüldü; nitekim siz de onun başına gelenlerden dolayı üzüldünüz. O, sizi teselli etmek ve hoş tutmak için emrine isyan etmenizden dolayı sizi muâhaze buyurmadı ki, sizin elimizden giden zafere ve size isabet eden yaralara ve diğer acılara üzülmeyesiniz.

C- "Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

Allahü teâlâ, yaptıklarınızdan da, yapanların niyetlerinden de hakkıyla haberdardır.

154

"Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize sizden bir taifeyi (topluluğu) kaplayan güven verici bir uyku indirdi. Kendi canlarının kaygusuna düşmüş bir taife de, Allah hakkında haksız yere câhiliye zanlarına benzer zanlara kapılıyorlardı. Şöyle diyorlardı:

"- Bu işten bize bir şey var mı?"

(Resûlüm) de ki:

"- Bütün iş (emr), şüphesiz Allah'ındır."

Onlar sana açıklamadıklarını kendi içlerinde saklıyorlardı. Şöyle diyorlardı:

"- Bu işten bize bir şey (fayda) olsaydı burada öldürülmezdik." (Resûlüm) onlara de ki:

"- Evlerinizde bile olsaydınız, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, öldürülecekleri yerlere mutlaka çıkıp giderlerdi. Bu, göğüslerinizde bulunan (ihlâs ve nifak)lan sınamak (meydana çıkarmak) ve kaiblerinizdekileri temizlemek içindir. Allah, göğüslerinizde olanları hakkıyla bilen (A'lim)dir."

A- "Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize sizden bir taifeyi (topluluğu) kaplayan güven verici bir uyku incik di."

Bu hitab hakiki mü'minler içindir. Âyette "sonra -- sümme" kelimesi, istenen mânâyı ifâde ettiği hâlde "mm ba'di / ardından" kelimesinin de zikredilmesi, fazla beyân ve nimetin büyüklüğünü hatırlatmak içindir. Nitekim,

" Sonra Rabb'ın şüphesiz cehaletle kötü bir fiil işleyen, sonra bunun ardından da tevbe edip kendini düzeltenlerin lehindedir. Muhakkak ki Rabb'ın bu tevbeden sonra Gafûr'dur, Rahîym'dir." (Nahl 16/119) meâlindeki âyet de bu kabildendir.

Kederin çeşitleri içinden yalnız korkunun, giderildiği belirtilmiştir. Çünkü mü'minler için o anda en mühim olan budur. Zira müşrikler, dönüp giderken Müslümanlara yine geleceklerini söylemişlerdi. Bundan dolayı Müslümanlar onların geri dönmeyeceklerinden henüz emin değillerdi. Zaten Müslümanlar henüz kalkanlarının altında tam teçhizat savaşa hazır durumda bekliyorlardı. İşte tam bu sırada Allahü teâlâ, onlara güven indirdi ve bir uyuklama hâli (nüâ's) onları tuttu.

Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) diyor ki:

"O gün o korku hakliden sonra Allah (celle celâlühü), onları kaplayan bir uyuklama (nüa's) ile güven verdi. Zaten ancak kendini güvende hisseden kimse uyuklar ; korkan kimse uyuyamaz."

Zübeyr b. Avvam (radıyallahü anh) da diyor ki:

"Uhud savaşında korkunun en şiddetli anında ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in yanında idim. O sırada Allah, bize bir uyku indirdi Vallahi, ben Mu'tıb b. Kaşîr'in sözlerini duyuyordum. Uyuklama hâli beni de kaplamıştı; onun sözlerim rüyadaymış gibi duyuyordum. Şöyle diyordu:

- Bu işten bize bir fayda olsaydı, burada öldürülmezdik."

Ebû Talha Zeyd b. Sehl el-Ensarî (radıyallahü anh) de diyor ki:

"Uhud savaşında bir ara başımı kaldırıp baktım ki, herkes kalkanının altında uyukluyor ve o hâlde başı öne eğiliyor. O gün beni de uyuklama tutmuştu. Oyle ki, kılıcım elimden düşüyordu, alıyordum. Sonra kamçım elimden düşüyordu, alıyordum."

"...Yağşa tâifeten minküm /...sizden bir taifeyi kaplıyordu" ifâdesinden de açıkça anlaşıldığı gibi bu uyuklama hâli ancak bazı mü'minler için gerçekleşti."

Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Onlar (uyuklama hâlinin kapladığı kimseler) Muhacklerle Ensar'dan büyük kısmı idi."

Bu durum, âyetteki inzâlin umumi olmasına halel getirmez.

B- "Kendi canlarının kaygusuna düşmüş bir taife (topluluk) de, Allah hakkında haksız yere câhiliye zanlarına benzer zanlara kapılıyorlardı. Şöyle diyorlardı

"- Bu işten bize bir şey var mı ?"

Kendi canlarını kurtarmaktan başka bir düşüncesi olmayan, yahut nefisleri, kendilerini keder ve üzüntüye garketmiş bir kısım insanlar da, Allahü teâlâ hakkında, düşünülmesi gereken doğru ve hak düşüncelerin dışına çıkarak câhiliyenin din anlayışına benzer şeyler düşünüyorlar ve "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı.

O yanlış düşüncede olanlar sözde doğruyu öğrenmek için Resûlüllah'a:

"- Allah'ın emrinden, nusret ve zafer va'dinden bize bir nasıp veya bir tedbir var mı? "diyorlardı.

C- "(Resûlüm) de la (Kul):

"- Her iş (emr) Şüphesiz Allah'ındır."

Nihaî gaalibiyet Allahü teâlâ'nın ve O'nun dostlarınadır. Zira neticede her zaman gaalib olanlar, yalnız Allah'ın cemaatidir ya da tedbirin hepsi Allah'ındır. Zira Allahü teâlâ, işleri ilk takdirlerine uygun olarak tedbir buyurmuştur; ona hiçbir kuvvet engel olamaz.

Ç- "Onlar sana açıklamadıklarını kendi içlerinde saklıyorlardı."

Onlar sana açıklamadıkları bir takım şeyleri içlerinde gizliyorlar, yahut aralarında gizlice konuşuyorlardı. Onlar zahiren doğruyu öğrenmek ve nusret istemek için bunları sana söylüyorlar, içlerindeki, inkâr ve tekzibi gizliyorlardı.

D- "Şöyle diyorlardı:

"- Bu işten bize bir şey (fayda)olsaydı, burada öldürülmezdik."

Bu cümle, makablinden doğan gizli bir sualin cevabıdır. Sanki,

"- Onlar neyi gizliyorlar?" diye sorulmuş da onlar cevap olarak kendi içlerinde veya birbirlerine gizlice şöyle demişlerdir:

"Eğer Muhammed’ in bize va'dettiği gibi,

- işin hepsi Allah'a ait; gaalibiyet de Allah'ın ve dostlarının olsaydı,

- eğer bu işin tedbir ve yönetiminde bizim de payımız bulunsaydı,

burada yenilmezdik; bu savaşta bizden öldürülenler öldürülmezdi ve biz de Abdullah b. Ubeyy gibi evimizden ayrılmazdık."

E- "(Resûlüm) onlara de ki (Kul):

"- Evlerinizde bile olsaydınız, üzerlerine ölüm (kati) yazılmış olanlar, öldürülecekleri yere mutlaka çıkıp giderlerdi."

Eğer siz dediğiniz gibi Uhud savaşma katılmayıp Medine'de, evlerinizde kalsaydınız, Levh-ı Mahfuz'da haklarında katil yazılmış olanlar, Allahü teâlâ'nın takdir ettiği yerlere herhangi bir sebeple mutlaka çıkıp gidecekler, orada öldürüleceklerdi ve Medine'de kalma azimleri kendileri için hiçbir yarar sağlamayacaktı. Çünkü Allahü teâlâ'nın belirlediği kaderin hükmü asla red ve iade edilemez.

Bu âyet, onların bâtıl sözlerini pek kuvvetli bir şekilde reddeder. Nitekim Nisa (4) sûresinin 78. âyetinde şöyle buyrulur:

"Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır. Velev ki iyi tahkim edilmiş kalelerde olun."

Görüldüğü gibi burada sadece öldürüleceklerin zikriyle yetinilmeyip katlin vuku bulacağı mekân bile tâyin edilmiştir. İlâhî takdirde ölümün zamanının belli olduğunda şüphe yoktur. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulur:

"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an te'hir, ne de bir an takdim edilir." (A'raf 7/34)

Rivâyet olunuyor ki, Ölüm Meleği Azrail (aleyhisselâm), bir gün Süleyman Peygamberin (aleyhisselâm) meclisinde bulundu ve meclistekilerden birine ürküntü verecek şekilde baktı. Azrail kalkıp gittikten sonra o adam:

"Bu kimdi?" diye sordu. Süleyman (aleyhisselâm):

"O, ölüm meleği Azrail idi" dedi. Adam korku ile:

"- Ey Süleyman, beni rüzgârla başka bir âleme gönder! Çünkü o, bana korkunç bir nazarla baktı" dedi.

Bunun üzerine Süleyman rüzgâra emir verdi. Rüzgâr onu dünyanın pek uzak bir ülkesine attı. Aradan çok geçmeden ölüm meleği, Süleyman (aleyhisselâm) a yine geldi ve dedi ki:

"- Ben o adamın ruhunu şu saatte filan yerde almaya memur edildim. Ancak onu senin meclisinde görünce, kendi kendime:

"- Bu adam o yere ne zaman ulaşır ki?!"

diye hayret etmiştim. Sen de onu rüzgârla o yere göndermişsin; nihayet ben de onu orada buldum. Böylece Allahü teâlâ'nın emri, zamanında ve yerinde eksiksiz gerçekleştirilmiş oldu."

"Kati" kelimesi, bir kırarete göre "kıtal / savaş" şeklinde de okunmuştur..

F- "Bu, göğüslerinizde bulunan (ihlâs ve nifak)ları sınamak (meydana çıkarmak) ve kalblerinizdekileri temizlemek içindir."

Allah (celle celâlühü) bunu, kalplerinizdeki ıhlas ile nifakı denemek, ortaya çıkarmak, içinizdeki sırları dışarı vurmak ve kalplerinizi vesveselerden kurtarmak için yaptı.

Bu cümle, mukadder bir fiilin, yine mukadder bir sebep ve illeti üzerine atıftır. Sanki şöyle denmiştir-:

"- Allahü teâlâ, o yaptıklarını pek çok maslahat sebebiyle yaptı ve bir de içinizdekilerı denemek için..."

G- "Allah, göğüslerinizde olanları hakkıyla bilen (A'lîm)dır."

Allahü teâlâ, insanların kalblerinde neredeyse hiç çıkmayan, her zaman bulunan sırları ve gizli niyetleri gayet iyi bilir.

Bu cümle,

- ya arızî bir cümledir; Allahü teâlâ'nın, aslında denemeye ihtiyacı olmadığını, denemeğe benzer muameleyi de, mü'minlerı alıştırmak ve münafıkların hâlini ortaya çıkarmak;

- ya da bir hâl cümlesidir; Allahü teâlâ'nın, o yaptıklarını insanları denemek ve kalblerin içini temizlemek amacıyla yaptığını; ifâde içindir.

Bilindiği gibi Allah'ın (celle celâlühü), bütün bunları, deneme ve sınamaya ihtiyacı yoktur. O'nun ilmi, bütün gizli şeyleri kuşatmıştır. Bu ifâdede hem mükâfat va'dı, hem de azab vaîdi vardır.

155

"(Uhud'da) iki ordu karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip giden (tevelli eden)ler var ya; kazandıkları (kesbettikleri) bazı işlerden dolayı şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. Andolsun ki Allah, onları yine affetti. Allah, bağışlayıcı (Gafur)dır, cezalandırmakta acele etmeyen (Halim) dır."

A- "(Uhud'da) iki ordu karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler var ya; kazandıkları bazı işlerden dolayı şeytan onların ayaklarım kaydırmak istedi."

Uhud savaşında islâm ve müşrik orduları karşılaştıkları gün, daha önce hikâye edildığii gibi, İslâm ordusunun hezimete uğramasının sebebleri:

- Eshabtan bazılarının Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in emrine muhalefetle mevzilerini terk etmeleri;

- ganimete veya hayâta karşı hirsk olmaları idi.

Şeytan onların ayaklarını bu yüzden kaydırmak istedi. İşte bundan dolayı İlâhî destek ve cesaretten mahrum kaldılar.

Bir görüşe göre şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. Çünkü onlar eski günahları sebebiyle savaştan yüz çevirdiler. Günahlar da, sevaplar gibidir. Bir günah diğer günahları getirir.

Bir görüşe göre de, şeytan eski günahları sebebiyle onların ayaklarını kaydırmak istedi ve onlar, ihlaslı tevbeden ve kendilerine yaptıkları zulmü terk etmeden önce savaşmak istemediler.

B- "Andolsun ki Allah, onları yine de affetti"

Allah Teâla, ihlâslı tevbelerinden ve özür dilemelerinden sonra hiç şüphesiz onları bağışladı.

C- "Allah, bağışlayıcı " (Gafur) dır, cezalandırmakta acele etmeyen (Halimdir)."

Allahü teâlâ, bağışlayıcı, çok mağfiret edicidir; Halîm'dir, günahkâra tevbe imkânını vermek için onları cezalandırmakta acele etmez. İsm-i celâlin zahir olarak gelmesi, mehabeti artırmak ve illeti (sebebi) tekid içindir.

156

"Ey îmân edenler! Seferde ölen veya gazalarda şehid düşen kardeşleri için,

"- Eğer yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi!" diyen o kâfirler (inkarcılar) gibi olmayın.

Allah, bunu onların kalblerinde bir hasret yapacaktır. Allah, hem diriltir; hem öldürür. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla gören (Basiîr)dir."

A- "Ey îmân edenler ! Seferde ölen veya gazalarda şehid düşen kardeşleri için,

"- Eğer yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi!" diyen o kâfirler (inkarcılar) gibi olmayın.

Allah, bunu onların kalblerinde bir hasret yapacaktır."

"- Bu işten bize bir fayda olsaydı, burada öldürülmezdik" diyen o münafıklar gibi olmayın. Cümlenin başında o münafıkların küfrünün zikredilmesi, onların hâllerinin mü'minlerin hâllerinden tamamen farklı olduğunu sarahaten belirtmek, düşmanı taklid etmekten, onlara benzemekten nefret ettirmek içindir.

"Ihvanihım / onların kardeşleri'nden maksad, onların neseb veya mezheb (fikir) sebebiyle ittifak hâlinde oldukları kimselerdir. Onlar, yeryüzünde sefere çıkan, ticâret için gittikleri uzak yerlerde ölen veya savaşlarda öldürülen kardeşleri için:

"- Eğer yanımızda olsalardı, ölmezler, öldürülmezlerdi" diyorlardı. Bu sözler, Müslümanların nehyolundukları benzerlik şeklini belirtir.

Mü'minleri bundan nehyetmekten maksad, mücerret bu sözleri söylemekle onlara benzememek değil, fakat o sözlerin mânâlarına inanmakta ve gereğince hükmetmekte onlara benzememektir. Nitekim bu sözleri söyleyenlere vakıî olan red ve inkâr da bu cihettendir. Nitekim görüldüğü üzere,

"Allah bu sözü onların kalblerinde bir hasret (yara) yapacaktır." cümlesi de bunu teyid eder. Çünkü onların yüreklerinde açılan yara kesinlikle budur ve cümledeki işaret de bunu gösterir. Nitekim İbrâhîm el-Zeccac'tan naklolunduğuna göre, bu cümledeki "zâkke -- işte bu ", onların, savaşta bulunmasalardt öldürülmezlerdi, şeklindeki zanlarına işaret eder.

Bu cümlenin, daha önce geçen "Ve kaalû / onlar dediler" fiiline taallûku da bu sözlerin telaffuzları itibariyle değil fakat ifâde ettikleri hüküm ve itikat itibariyledir.

"Liyeca'lellâhü" ibâresindeki "H / için " edatı âkıibet manasınadır. Yani onlar, bu sözleri o anlamda söylediler ve mânâlarına da inandılar. Sonuçta o sözler onların yüreklerinde hasret ve yara oldu. Bundan maksad onların sözlerinin kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını açıklamaktır.

Bir görüşe göre ise, bu cümlenin ifâde ettiği illet ve sebep, rıehiy içindir. Yani sız de onlar gibi bu sözleri söylemeyin ve onların mânâlarına inanmayın ki, Allahü teâlâ, onu özellikle onların kalblerine hasret lalsın ve sizin kalplerinizi ondan korusun. Bu görüşe göre de, "zâkke" işareti, yine onların sözlerinin delâlet ettiği itikada işarettir. Bununla beraber, nehyin delâlet ettiği hususa da işaret olabilir. Yani siz onlar gibi olmayın ki, sizin onlar gibi olmamanız, onların kalplerinde hasret ve yara olsun. Zira sizin sözde ve itikatta onlara zıt olmanız, onları üzer ve öfkelendirir.

B-"Allah, hem diriltir; hem öldürür."

Bundan önce onların bâtıl inançlarının başlarına açtığı gaile beyân edildikten sonra burada da onların bâtıl inançları redd edilmektedir.

Hayâtta da, mematta da yegâne müessir Allahü teâlâ'dır; ikamet ile seferin bunda hiç dahli yoktur. Nitekim Allahü teâlâ, bazı kimseleri, ölüm saçan yerlerde yaşatır, bazı kimseleri de evlerinde otururken ölüme mâruz bırakır.

C- "Allah, yaptıklarınızı hakkıyla gören."

Bu mü'minlere, onlara benzememek için bir sınırlamadır. Bu "bima ta'melûne / yaptıklarınızı" fiili, bir kırâete göre gaaib kipi ile "bima ya'melûne onların yaptıklarını" şeklinde okunmaktadır. Yani Allah onların yaptıklarını hakkıyla görür. Buna göre, kâfirler için bu bir azab va'didir. Bu, kâfirlerin hem söyledikleri sözleri, hem o sözlerin kaynağı olan inançlarını, hem de onların sonuçları olan hareketlerini kapsar. İşte bundan dolayıdır ki, "Semi' / işiten" değil, "Basiîr / Gören" buyrulmuştur.

Burada da zamir makamında ism-i celîlın zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa ve azab va'dini ağırlaştırmak içindir.

157

"Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'tan bir mağfiret ve rahmet, elbette onların topladıklarından daha hayırlıdır."

Bundan önce, ölümün sefer ve savaşın sonuçları olduğu iddiası çürütüldükten sonra burada şimdi şu gerçek vurgulanıyor:

Onların kaçındıkları savaşta veya seferde öldürülmek veya ölmek, aslında kaçınılması gereken bir şey değil, aksine yarişılması gereken üstün değer ve fazilettir. Sefer ve savaş, ölümü çeken ve eceli öne alan unsurlar değildir. Bununla beraber eğer Allahü teâlâ'nın emriyle ölüm vakıî olursa, onun karşılığında Allahü teâlâ tarafından bahşedilecek az bir mağfiret ve rahmet, o kâfirlerin ömürleri boyunca dünya menfaatlerinden ve güzelliklerinden topladıkları şeylerden elbette hayırlıdır.

Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) a göre:

"Allah'ın az bir mağfiret ve rahmeti, dünya kadar som altından hayırlıdır."

Bir kırâete göre, "mimma yec'meû'ne / onların topladıklarından" fiili "mimma tec'meûne / sizin topladıklarınızdan" şeklinde hitap kipi ile de okunmuştur. Yani sizm o savaşta veya seferde ölmeyip de toplayacağınız bütün şeylerden hayırlıdır.

Âyette sadece ilâhî mağfiret ve rahmetin hayırlı olduğunun zikri ile yetinilmesi, fakat bunların gerçekleşip gerçekleşmediğinin meskût bırakılması, buna ihtiyaç olmadığı içindir. Zira Allahü teâlâ'nın umut verdikten sonra mahrum bırakması mümkün değildir.

Bundan önceki âyette, ölmenin daha fazla, öldürülmenin ise daha az vakıî olmasına binaen "ölmezler, öldürülmezlerdi" dendiği hâlde burada, bu sıranın tersine "öldürülür veya ölürseniz..." buyrulması, Allah yolunda öldürülmenin değerini belirtmek, ilâhî mağfiret ve rahmetin celbinde yerinin ziyadesiyle yüksek olduğunu bildirmek ve bu suretle Müslümanları cihada teşvik içindir.

Âyetin bu kısmı da apaçık delâlet ediyor ki, daha önce belirtildiği gibi, mü'minlere asıl yasaklanan şey, o zikredilen sözlerin mânâlarına inanmak, onların gereğini yapmak ve insanları saptırmak hususunda o münafıklara benzememektir; yoksa o sözleri mücerret söylemek değildir.

158

"Ökseniz de öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız."

İlâhî irâdenin gereği olarak sizin helakiniz nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, mutlak surette yalnız, ma'bûd-i bı'l-hak / hak ve gerçek ma'bud, a'zıîmü'ş-şân / şânı büyük, vâsıu'r-rahmeh / rahmeti geniş ve cezîlı'l-ihsan / ihsanı bol Allah'ın huzuruna toplanacaksınız; başkasının huzuruna değil. O zaman Yüce Rab biniz, ecir ve mükâfatlarınızı tastamam ve hattâ fazlasıyla verecektir.

159

"(Resûlüm sen) Allah'tan bir rahmetle onlara karşı yumuşak davrandım Eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. Artık onları affet; onlar için mağfiret dile ve her işte onlara danış. Bir kere de azmettin mı artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever."

A- "(Resûlüm sen) Allah'tan bir rahmetle onlara karşı yumuşak davrandım."

Bu âyette hitab Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a tevcih edilmiştir. Ve şu mesaj verilmek istenmiştir:

"- Ey Resûlüm! Onlar sana karşı işledikleri hatâlar nazara alındığında kınanmaya ve haşin bir muameleye müstahak iken sen, yine de Allah'tan büyük bir rahmet ile, mekârim-i ahlak (Ahlâkî yüceliklerin) sahibi olarak onlara karşı yumuşak ve nazik davrandın; onları hoş tuttun. Onlar, emrine muhalefet ve seni düşmana terk etmiş iken, yine de onlar için üzüldün."

B- "Eğer sen kaba, kati yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılıp giderlerdi."

"- Resûlüm, eğer sen böyle değil de muaşerette kavlen ve fiilen kaba, sert, müsamahasız (câfi) kalbi gakz, yani katı yürekli olsaydın..."

Râğıb el-İsfehânî’ye göre:

"Fazz, kötü huylu (kerîhü'l-hulk) demektir."

Ebû Hasen Ali el-Vâhıdî'ye göre:

"Fazz, kaba, kötü huylu (seyyiü'l-hulk) demektir."

Kelbî'ye göre de:

"Sen sözde, fazz (kaba) ve fiilde gakz (katı) kalbh olsaydın..." anlamına gelir. Sonuç itibariyle söylenen şudur:

"- Ey Resûlüm, sen öyle olsaydın, herhalde yanından dağılır giderlerdi; seninle sükûnet bulmazlar ve felâket uçurumlarına yuvarlanırlardı."

C- "Artık onları affet ; onlar için mağfiret dile ve her işte onlara danış."

Allahü teâlâ'nın onları affettiği gibi, sen de kendi hukukunla ilgili olarak onları affet; onlara karşı şefkatini ve iyiliğini tamamlamak ve Allah'ın hukukuna ilişkin konularda bağışlanmaları için duâ et. Onlara görüşlerini ortaya koyma fırsatını vermek, gönüllerini almak ve müşavere sünnetini tesis etmek için de, savaş işlerinde veya âdete göre müşaverenin câri olduğu benzeri işlerde onlara danış.

Bir kırâete göre, bu âyette "ba'zı" kelimesi de vardır. Bu "bazı işlerde de onlara danış." demektir.

Ç- "Bir kere de azmettin mi artık Allah'a tevekkül et."

Bir iş hakkında ashabın ile müşavere ettikten ve kalben mutmaî'n olarak bir karara vardıktan sonra artık sana göre daha doğru ve daha faydalı olanı gerçekleştirmek üzere harekete geç ve Allah'a tevekkül et. Zira bütün işlerde gerçekte en doğru ve en faydalınm ne olduğu bilgisi Allah'a mahsus-tur; sen ancak kendince faydalı olanı seçeceksin.

"Feiza a'zemte / azmettiğin zaman" fiili bir kırâete göre "feiza a'zemtü leke / Ben senin için bir işe azmettiğim zaman" şeklinde mütekelkm kipi ile de okunmuştur. Bu takdirde anlam şöyle olmak gerekir:

"- Ben, senin için bir işe karar verip seni ona irşad ettiğim zaman, artık sen Allah'a tevekkül et ve ondan sonra hiç kimseye danışma !"

Burada "Fetevekkel a'leyye / Bana tevekkül et" değil de "Fetevekkel a'lellâh / Allah'a tevekkül et" denmesi, mehabeti artırmak ve tevekkülün veya tevekkül emrinin illetini belirtmek içindir. Zira bütün kemâl sıfatlarını cami olan ulûhiyyet unvanı (Allah), O'na tevekkülü veya tevekkül emrini gerektirir.

D- "Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever."

Bunun içindir ki Allah (celle celâlühü), kendisine tevekkül edenleri, hayırlı ve faydalı olana irşad ve bu yolda onlara yardım eder.

160

"Eğer Allah, size yardım ederse sizi yenecek (size gaalib gelecek) yoktur. Eğer sizden yardımını eskgerse O'ndan başka size kim yardım edebilir? Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler."

A- "Eğer Allah, size yardım ederse sizi yenecek yoktur. Eğer size yardım etmezse, O'ndan başka size kim yardım edebilir."

Bu istinafi cümlede hitab, teşrif için mü'minlere tevcih edilmiştir. Bundan maksad,

- Allahü teâlâ'ya tevekkülün lüzumunu belirtmek,

- Allah'a ilticaya teşvik etmek,

- ilâhî yardımdan mahrum kalmayı mûcıb hâllerden sakındırmaktır.

Eğer Allahü teâlâ, Bedir savaşında yaptığı gibi size yardım ederse, artık size gaalip gelecek kimse yoktur. Eğer Uhud savaşında yaptığı gibi sizi yardımsız bırakıverırse, Allahü teâlâ'dan başka size kim yardım edebilir?

"Felâ ğâlibe leküm / artık sizi yenecek, size gaalib gelecek kimse yoktur" ifâdesi, gaalib cinsinin bütün fertleriyle hem zât, hem de sıfat olarak nefyinı (olmadığını) tazammun eder. Eğer bunun yerine "artık size kimse gaalib gelemez" şekline bir ifâde kullanılsaydı bu, yalnız sıfatın nefyine delâlet ederdi.

Ayrıca, kesin olarak bundan, eşitligin nefyı ve muhatablara gaalibiyet ısbati anlaşılır. Bu mânâ inkârı istifham şekünde vakıî bu tür ifâdelerin hepsinde mevcuttur. Nitekim Ankebut (29) sûresinin 69. âyeti bu kabildendir:

"Allah'a karşı yalan uyduran veya kendisine hak gelmiş iken onu yalanlayandan daha zâlim kimdir."

Hûd (11) sûresinin 18 ve 22. âyetleri bu mânâda daha kesin birer nasstır. Şöyle ki:

"Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?"

"Şüphesiz onlar âhkette en çok ziyana uğrayanlardır."

Onların en çok ziyana uğrayanlar olması, zâlimlerin en zâlimi olmalarını gerektirir.

B- "Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler."

Daha önce belirtildiği gibi, Allahü teâlâ'nın nusreti olduğu zaman o muhatablar gaalip ve O'nun yardımı olmadığı zaman da mağlup olduklarına göre, îmân edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler. Çünkü bu hakikati bilmek, behemehal yalnız Allahü teâlâ'ya tevekkülü gerektirir.

Burada îmân edenlerden maksad,

- ya bütün îmân edenlerdir ve muhatablar da öncelikle buna dahildir;

- ya da iltifat olarak, özellikle muhatablardır.

Hangisi olursa olsun, muhatablar için ya müşterek olarak, ya da müstakil olarak îmân unvanı sebebiyle teşrif vardır. Bir de, bu cümle, tevekkülün niçin yalnız Allahü teâlâ'ya yapılması gerektiğini belirtir. Çünkü îmân vasfı bunu icab ettirir.

161

"Bir Peygambere ganimette emanete ihanet yaraşmaz. Kim böyle bir şey yaparsa kıyamet günü ihanet ettiği emanetin günahını yüklenerek gelir. Sonra herkese kazandığı tam olarak ödenk. Kimseye haksızlık yapılmaz."

Bir Peygambere ganimet malı gizlice aşırması yaraşmaz. Kim onu gizlice aşırırsa kıyamet günü aşırdığı mal ile gelir. Sonra herkese kazandığı tam olarak ödenir. Kimseye haksızlık edilmez."

A- "Bir Peygambere ganimette emanete ihanet yaraşmaz."

Ganimete hıyanet etmek, Peygamberlerden hiçbirine yaraşmaz. Çünkü nübüvvet vasfı, buna açık bir engeldir. Bundan, iki maksad olabilir:

1- Ya, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevhum bir zandan tenzih etmektir; çünkü Uhud savaşında okçular mevzilerini terk edip ganimet toplamaya giderlerken şöyle demişlerdi:

"- Biz, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında yaptığı gibi ganimetleri hiç taksim etmeden "Men ehaze şey'en fehüve lehu — Kim bir şey almış ise o, ona aittir."demesinden endişe ederiz. "

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olaydan sonra onlara:

"- Ben, emrim, size ulaşmadan mevzilerinizi terk etmeyeceksiniz; diye sizden söz almamışmiydım (ahdetmemişmiydim) / Elem ea'hed ileyküm en lâ tetrukû'l-merkeze hattâ ye'tiyeküm emri ?" sözleriyle verdiği emri hatırlatmıştı.

Onlar ise:

"- Biz, diğer kardeşlerimizi orada bıraktık / terakna bakıyyete ihvanına vukuufen" diye cevap verdiler.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Hayır; siz, bizim ganimedere hiyanet edeceğimizi ve onları aranızda taksim etmeyeceğimizi sandınız / Bel, zan en tüm ene neğulle velâ naksimü beyneküm!" sözleriyle onların asıl endişelerini ortaya koydu.

2- Ya da Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) ziyadesiyle bundan nehyetmektir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, bir defasında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı müfrezeleri bazı yerlere göndermişti. Müfrezeler gittikten sonra Peygamber bazı ganimetler elde etti ve onları orada hazır bulunanlar arasında taksim etti ve müfrezelere bir şey bırakmadı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Yani bir Peygamber, askerin bir kısmına ganimet verip de diğerlerine vermemek hakkına sahip değildir. Fakat ganimetleri hepsine eşit olarak dağıtmalıdır

Bazı gazilere ganimet vermemenin hiyanet olarak vasıflandırılmışı, bu haksızlığı ağırlaştırmak içindir.

3- Ya da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ı münafıkların dedikodusundan tenzih etmektir. Zira rivâyet olunuyor ki, Bedir savaşında alman ganimetler arasında bulunan bir parça kırmızı kadife kaybolmuştu. O zaman bazı münafıklar:

"- Belki de onu Resûlüllah almıştır!" demişlerdi.

Ancak bu görüş, isabet ihtimâlinden uzaktır.

Hulâsa,  Peygamber'in ganimete hiyanet eden biri olması veya hiyanete nisbet edilmesi doğru değildir.3

B- "Kim böyle bir şey yaparsa kıyamet günü ihanet ettiği emânetin günahı ile gelir."

Kim ganimete hiyanet ederse, kıyamet günü, gizlice aşırdığı malı boynunda taşıyarak gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamber şöyle buyurmuştur:

Haberiniz olsun, kıyamet günü sizden, ganimet maldan gizlice aldığı böğür en bir deve veya bir sığır veya meleyen bir koyunla geleni tanımam. Sonra onlar bana:

3 Bütün bu anlatılanlar cahiliye devri insanlarının Müslüman olduktan sonra kolayca kemâle erişemediklerim ve "Fahr-i Kâinat"ın yine de onlara tahammül ve terbiyeye âlîcenablıkla devam ettiğini gösterir.

"- Ya Muhammed!" diye seslenirler. Ben de onlara:

"- Ben size Allah'tan bir yarar sağlamaya mâlik değilim ; çünkü ben size bunu tebliğ etmiştim" derim."

Yahut kim ganimete hiyanet ederse, kıyamet günü, onun günahı ve vabalı ile gelir.

C- "Sonra herkese kazandığı tam olarak ödenir. Kimseye haksızlık edilmez "

Herkese, hayır olsun şer olsun, az olsun, çok olsun, kazandığı tam olarak ödenir.

"Herkese amelinin karşılığı tastamam verilir" değil de bunun yerine "herkese kazandığı tam olarak verilir" denmesi, adaleti belirtmek içindir. Zira ikisinin arasında bulunan kemiyet ve keyfiyet, ikisini bir şey gibi yapmıştır.

Burada maksad, ganimete hiyanet eden kimsenin kıyamet günü, hiyanet ettiği şeyle gelmesini beyân iken, herkese kazandığının tastamam verileceğinin belirtilmesi, o günün ve ganimete ihanet edenin hâlinin son derece korkunç olacağını açıklamak içindir. Zira cürüm, ne kadar küçük ve önemsiz olursa olsun, herkese kazandığı eksiksiz ve tastamam verildiğine göre, ganimete hiyanet edenin cürmü bu kadar büyük iken, onun cezasından hiçbir şey eksiltilmeyeceği açıktır.

O gün hiçbir insan, ne fazla azab, ne de noksan sevap ile haksızlığa uğratılmayacaktır.4

162

"Allah'ın rızâsına uyan (tabî olan) kimse, Allah'ın hışmına uğrayan ve yeri cehennem olan kimse gibi midir ? Cehennem ne kötü bir varış yeridir."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onun hayâtını yaşayanlar, ibâdet ve taâtlerle Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışan insanlarla; ganimete hiyanet eden ve o anlayış ve yönelişi paylaşan, günahları sebebiyle Allahü teâlâ'nın gazabına uğrayan ve yeri cehennem olan kimseler bir olur mu?

Bundan maksad, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den ganimete hıyanet etmeyi nefyetmenin tekididir. Burada önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ganimete hiyanet eden kimse arasındaki zıddiyetin tesbiti yapılmıştır. Her biri, diğerinin vasfının zıddı ile vasıflandırılmıştır. Netice olarak da, Allahü teâlâ'nın rızâsı, O'nun gazabı ile ve o rızâyı gözetmek de, O'nun hışmına uğramakla mukabele edilmiştir. Hulâsa,  a'lay-i illiyyîne (yüceler yücesine) yükselenlerle esfel-i safiline (aşağıların aşağısına) menlerin bir olamayacakları vurgulanmıştır.

163

"Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla gören (Basıir)dir."

Yukarda vasıfları anlatılan insanlar Allahü teâlâ'nın ilminde ve hükmünde farklı tabakalar oluştururlar. Şu anlamda ki:

1 - İnsanlar hâllerinin farklı olmasından dolayı derece derecedir.

2- İnsanların zâti farklılıkları derece olarak vasıflandırılmıştır.

3- İnsanlar Allahü teâlâ katında farklı derecelere sâhıbtir.

Allahü teâlâ, onların amellerini ve derecelerini pek iyi görmektedir. Binâenaleyh onların karşılığını verecektir.

164

"Andolsun ki Allah, mü'minlere büyük bir lûtufta bulundu.

Onlara kendi içlerinden bir Resul gönderdi. O, onlara O'nun âyetlerim okuyor ve onları tezkiye ediyor (günahlarından arındırıyor) ve onlara Kitab ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar bundan önce açık bir dalâlet (sapıklık) içinde idiler."

A- "Andolsun ki Allah, mü'minlere büyük bir lûtufta bulundu. Onlara kendi içlerinden bir Resul gönderdi. O, onlara O'nun âyetlerini okuyor ve onları tezkiye ediyor (günahlarından arındırıyor) (ve yüzekkîhim) ve onlara Kitab ve hikmeti öğretiyor."

Vallahi, Allah, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in kavminden îmân edenlere pek büyük bir nimet bahsetmiştir. Çünkü onlara, sözlerini kolaylıkla anlasınlar; sadakat ve güvenilirlikte onun hâline vâkıf olsunlar; onunla iftihar etsinler diye kendi içlerinden, neseblerinden veya cinslerinden Arab bir Peygamber göndermiştir. Zaten bu, kendileri için büyük bir şereftir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Şüphesiz ki Kur’ân, senin için ve kavmin için bir zikir (şeref, öğüt) dır." (Zuhruf 43/44)

Bir kırâete göre, âyetteki "min enfüsihim / kendilerinden" kelimesi, "min enfesinim / en nefis veya enfeslerinden" seklinde de okunmaktadır.

Buna göre, mânâ:

"Onların en şereflilerinden (eşrafından) bir peygamber göndermiştir." olur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Arab kabilelerinin ve boylarının en şereflilerinden idi.

Bir kırâete göre, âyetteki "mennellah" kelimesi "lemin meniilâh" şeklinde de okunmuştur. Buna göre, mânâ "Allah'ın o mü'minlere nimetlerindendir" olur.

Bu ilâhî nimet, siyah ya da kızıl derik bütün insanları kapsadığı hâlde, âyette yalnız o mü'minlerin zikredilmiş olması, daha önce de belirtildiği gibi, o mü'minlerin daha fazla faydalanmış olmalarındandır.

Yine, onlar câhiliye ehli olup kulakları hiç vahiy duymamış iken, bu Peygamber onlara Kur’ân âyetlerini okuyor, onları kötü huylardan, kötü inanç, ıtikad ve günahlardan temizliyor; Kur’ân ile Sünneti öğretiyordu.

Kur’ân'ıle Sünneti öğretmek, Peygamberin başka bir sıfatı olup Kur’ân âyetlerini okumaya bağlıdır. Bu iki sıfat arasında tezkiye sıfatının zikredilmesi, -ki tezkiye, amelî kuvvet cihetinden nefsi kemâle erdirmek, nazarî kuvvet cihetinden de nefsi tezhib etmek (güzelleştirmek)dir- Peygamberliğe terettüp eden sonuçların her birinin kendi başına müstakil birer büyük nimet olup ayrı ayrı şükrü gerektirdiklerini zımnen bildirmek içindir. Zira eğer,

"- Ey Rabb'imiz! Sen onlara içlerinden Senin âyetlerini okuyacak, Kitab ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak (tezkiye edecek) bir Resul gönder." (Bakara 2/129) meâlindeki âyette olduğu gibi gerçekleşmeye göre bir sıra, tertib gözetilmiş olsaydı, ilk önce, bunların bir tek nimet oldukları akla gelirdi. Zaten burada Kur’ân yerine bir kere "âyetler" ve bir kere de "Kitab ve hikmet" denmesinin sırrı da budur. Bu da, Kur’ân İn, her unvanı itibariyle ayrı bir nimet olduğuna işarettir. Hikmet, mefhûmu da hadis-i şeriflerdeki hükümleri kapsar.

B- "Oysa onlar bundan önce açık bir dalâlet (sapıldık) içindeydiler."

Oysa o mü'minler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), in gönderilmesin (bi'set)den, onlara Kur’ân âyetlerini okumasından ve öğretmesinden önce açık bir sapıldık içindeydiler.

165

"(Bedir'de) onlara iki katını dokundurduğunuz bir musibet (Uhud'da) size dokununca mı (bu nereden) diyorsunuz ?

Daha önce, mü'minlerden sâdır olan bazı fâsid zanlar ve bâtıl sözler, ibtal ve reddedildikten sonra burada da o kabil zan ve sözlerin bir kısmı daha ibtal ve reddedilmektedir.

Burada Müslümanların uğradıkları musibetten maksad, Uhud savaşında yetmiş şehit vermeleridir. Müşriklerin uğradıkları iki katı musıîbetterı de maksad, Bedir savaşında yetmiş ölü ve yetmiş esir vermeleridir.

Yani daha önce müşriklere isabet eden zayiatın yarısı size isabet edince mi sabırsızlık gösterip feryâd ettiniz ve: "Bu nereden çıktı?" dediniz?

Daha önceki âyetlerde İlâhî nusret va'dinin zikredilmesi, burada ise, özellikle o vakitte kendilerinden sâdır olan sözlerden dolayı onlara serzeniş, red ve azar tevcih edilmesi, durumun onların şikâyetlerini değil, bunun aksim gerektirdiğindendir. Zira düşmanlarının uğradığı musibet, kendi musibetlerinin iki kati olması, sorunu hafifletir ve teselli kaynağı olur.

Yahut siz yaptıklarınızı yaptıktan sonra onun sonuçları size isabet edince mi "Bu nereden çıktı?" dediniz? Yani bu musibetin sebebini bizzat kendileri hazırladıkları hâlde onu garipsemelerinin doğru olmadığı vurgulanmaktadır.

C- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- O kendi nefsiniz dendir !"

Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir "

Bundan önce onların o suallerinin haksız olduğu, inkâr ve azar ile tesbıt edildikten sonra burada da Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) onların o haksız suallerine cevap vermesi, o musıîbetin, kendi kusurlarından, ganimete olan hırslarından ve bunun sonucu mevzilerini terk etmelerinden başlarına geldiğim beyân ederek onları susturması emrolunmuştur.

Onların kendilerinden kaynaklanan kusur ne idi? Bu konuda değişik görüşler vardır. Şöyle ki:

1-

Bir görüşe göre onların kusurları, Medine'den çıkıp dışarıda savaşmayı kabul ve tercih etmeleridir. Ancak,

" Andolsun ki Allah, size olan va'dini yerine getirdi." (Al-i İmrân 3/152) âyetinde de belirtildiği üzere nusret va'dinin bundan sonra olması, bu tefsire engeldir.

Bir de savaşı Medîne dışında kabul konusunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in onların isteklerini yerine getirmesi onların suçlarını hafifletmiştir. Kaldı ki, Medine'den çıkıp dışarıda savaşmayı tercih eden ve bunun için ısrarda bulunan kimselere, zaten o gün Allahü teâlâ, şehidlik ikram etmişti. Onun için onların "enna hâza / bu nereden" sözünü söylemiş olmaları mümkün değildir.

2- Bir başka görüşe göre ise, kendilerinden kaynaklanan kusur Bedir savaşında onlara izin verilmeden onların fidye alıp esirleri serbest bırakmalarıdır.

Bu görüşlerin en zahiri ve kuvvetlisi birici görüştür. Başka bir deyişle mü'minlerden bir zümrenin emre muhalefet etmesidir.

Mü'minlere müteveccih iki İlâhî hitab (bu âyetin başındaki hitab ile bundan sonraki âyetin başındaki hitab) arasında Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yönelen hitab (sen de ki...), yalnız birinci görüşü teyid eder. Çünkü faili fiilinden dolayı kınamak, eğer o fiili nehyeden kimse tarafından yapılırsa, tesiri daha fazla olur. (Ve Uhud savaşında Peygamberimiz, onlara mevzilerini bırakmayı nehyetmişti.)

Mü'minlere emre itaatleri hâlinde nusret etmek, emre muhalefet hâlinde de onları nusretten mahrum bırakmak, Allahü teâlâ'nın kudreti dahilindedir, işte siz, O'nun itaatinden çıkınca, başınıza o felâketler geldi.

Âyetin bu cümlesi, makablinin mefhûmunu açıklar mâhiyette bir zeyl gibi olup geçen emre (Resûlüm, de ki...) dahildir.

166

"(Uhud'da) iki ordunun karşılaştığı gün size dokunan musıîbct de Allah'ın izniyledir. Bu da mü'minlerı bilmek (ayırd etmek) içindir."

A- "(Uhud'da) iki ordunun karşılaştığı gün size dokunan musıîbet de Allah'ın izniyledir."

Uhud'da sizin ordunuzla müşriklerin ordusu karşılaştığı gün başınıza gelenler, Allahü teâlâ'nın hükmü ve izniyle olmuştur.

B- "Bu da mü'minleri bilmek (ayırd etmek) içindir."

Bu cümle, "Allah'ın izni ile olmuştur" cümlesi üzerine atıf olup müsebbebın sebebe atfı kabihndendir. Burada bilmek, temyiz etmek ve insanlar arasında açıklamaktır.

167

"Bir de münafıkları bilmek (ayırd etmek) içindir. Onlara:

"- Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunma yapm!"dendıği zaman onlar:

"- Eğer savaşmayı bilseydik elbette size tabî olurduk" dediler.

O gün onlar îmândan çok küfre yakın idiler. Kalblerinde olmayanı ağızları ile söylüyorlardı. Allah, onların içlerinde gizlediklerini en iyi bilendir."

A- "Bir de münafıkları bilmek (ayırd etmek) içindir."

Burada "A'lime / bilmek" fiilinin iade edilmesi, başka bir deyişle ikinci kez tekrar edilmesi mü’minleri teşrif, onları münafıkların kapsamına dahil olmaktan tenzih ve ilm-i ilâhînin iki fırkaya taallûk cihetinden farklı olduğunu bildirmek içindir. Çünkü İlâhî bilginin, mü'minlere taallûku, geçen taallûk şekli iledir. Münafıklara taallûku ise yeni bir veçhe iledir. Yani o gün size isabet eden musibet, îmânda sebat edenleri ve nifak gösterenleri birbirlerinden ayırmak için idi.

B- "Onlara :

"- Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunma yapın." dendiği zaman onlar :

"- Eğer savaşmayı bilseydik elbette size tabî olurduk." dediler.."

1- Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh)a göre:

"Bu münafıklar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır. Onlar Uhud günü Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılıp geri dönerken Abdullah b. Amr b. Hıram (radıyallahü anh) onlara:

"- Size Allah'ı hatırlatıyorum; Peygamberinizi ve kavminizi yardımsız bırakmayın!" diye seslendi ve onları savaşa davet etti. İşte âyetteki "Teâ'lev kaatilû fi sebîlillâhi evidfeû' / Gelin Allah yolunda savaşın veya savunma yapın." ifâdesi, bunu anlatır."

2- İsmail el-Süddî'ye göre:

"Evidfeû' —" veya savunma yapın" ifâdesi,

"- Eğer bizimle beraber çarpışmayacaksanız, hiç olmazsa yanımızda durarak mevcudumuzu çok göstermek suretiyle onların bize saldırmalarını önleyin!" demektir.

3-

Bir görüşe göre de:

Eğer Allahü teâlâ yolunda çarpışmayacaksanız, hiç olmazsa yurdunuzu, ailenizi ve evlerinizi savunun!" demektir.

4- Onların söyledikleri kelâmın seyrinden akla gelen bir suale cevab mahiyetindedir. Sanki:

"- Pek iyi onlar o iki seçenek arasında muhayyer bırakılınca ne yaptılar?" sorusuna böyle cevap vermişler ve şöyle demişlerdir:

"- Eğer biz savaşmayı bilseydik ve savaş gücümüz olsaydı, size tabî olurduk, sızın peşinizden gelirdik!"

Ancak onlar bu sözleri hile ve alay maksadı ile söylemişlerdi.

Savaşa muktedir olmamak, savaşı bilmemek olarak ifâde edilmiştir. Çünkü ihtiyarî fiillere olan kudret, onu bilmeyi de gerektirir.

5- Bu sözler şu anlamda da söylenmiş olabilir:

"- Eğer biz bunu gerçek bir savaş olarak bilseydik, sizin peşinizden gelirdik; fakat sizin bu yapmak istediğiniz asla bir savaş değil, ancak nefsi tehlikeye atmaktır."

Onların "Biz savaşmayı bilseydik, elbette size tabî olurduk "demeleri ve asıl maksud olan savaşmaktan söz etmemeleri de, onların savaştan geri durduklarına delildir.

C- "O gün onlar îmândan çok küfre yakın idiler."

Onlar, bu sözleri söyledikleri gün îmândan daha çok küfre yakın idiler. Zira bundan önce onlar îmânlarını izhar ediyorlardı ve onların küfürlerim bildiren bir emare, kendilerinde görülmemişti. Fakat onlar Müslüman askerlerinden ayrılıp o sözleri sarfedınce, haklarında beslenen zandan, îmândan uzaklaştılar ve küfre yaklaşmış oldular.

Bir görüşe göre, o gün onlar îmân ehlinden daha çok küfür ehline yardıma daha yalan idiler. Çünkü onların Müslümanlardan ayrılarak mevcudu azaltmaları, müşrikleri takviye oldu.

Ç- "Kalblerinde olmayanı ağızları ile söylüyorlardı."

Bu istinafı cümle, makablini açıklar mâhiyettedir. Âyette ağızların ve kalblerm zikredilmesi, onların nifakını tasvir etmek ve onların zahirlerinin (dışlarının) bâtınlarına (içlerine) uymadığını açıklamak içindir.

Onlar kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı.

O sözden maksad,

- ya bazen dillerinde, bazen de kalplerinde oluşan kelâmın kendisidir. Buna göre ısbat ve nefyedılen sözlerin yerleri değişik ise de, kendileri aynıdır.

- ya da yalnız ağızlarıyla söyledikleri sözlerdir. Bu takdirde nefyedılen, sözlerin menşei ağızdır, söylenen söz de ondan ayrı değildir. Bu takdirde sözün menşei olan ağzın söz olarak ifâde edilmesi, aralarındaki sıkı bağlılıktan dolayıdır. Bunun anlamı şudur:

"Onlar öyle bâtıl sözler sarfetmışlerdır ki o sözlerin kalblerinde yeri yoktur. Nitekim onlar bu sözleriyle, kalblerinde asla mevcut olmayan iki şeyi izhar ettiler:

1- Savaşmayı bilmediklerini,

2- Savaşmayı bilmiş olsalardı o takdirde Müslümanların peşlerinden gideceklerini.

Oysa onlar her iki hâlde de apaçık yalan söylüyorlardı. Çünkü onlar, savaşmayı biliyorlardı ve Müslümanların peşlerinden gitmeye de niyetlen yoktu.

Hayır, onlar Müslümanlara yardım etmemekte kararlı ve irtidada azimli idiler.

D- "Allah, onların içlerinde gizlediklerini en iyi bilendir."

Bundan önce, onların kalblerinde söyledikleri sözlere uygun bir şey olmadığı belirtilmişti. Şimdi burada, onların kalblerınin, şer ve fesatla meşgul olduğu ifâde; küfür ve nifakları ziyadesiyle tesbit ediliyor.

"Vallâhü ea'lemü / Allah en iyi bilendir" buyrulmak suretiyle bilme fiilinde tafdîl kıpı kullanılmıştır. Çünkü o münafıkların, mü'minleri zemmetmeleri, görüşlerini yanlış saymaları, başlarına musibetler gelmesine sevinmeleri gibi nifak hükümlerinden gizledikleri şeyleri mü'minler de icmâk olarak biliyorlardı. Bunların tafsilât ve keyfiyetlerinin bilgisi ise ilm-i ilâhîde mevcuttur.

168

"(Resûlüm, evlerinde) oturup kardeşleri için:

"- Bize uy salardı öldürülmezlerdi!" diyenlere de ki:

"- Eğer sözünüzde sâdık (doğru) iseniz haydi kendinize gelen ölümü def edin!"

A- "(Resûlüm, evlerinde) oturup kardeşleri için :

"- Bize uy salardı öldürülmezlerdi !" diyenlere de ki (Kul):"

Bunu söyleyenler, münafıkların bası Abdullah b. Ubeyy ile adamları idi. Onlar Uhud'da savaşa katılmadan yoldan geri dönmüşler ve savaş sırasında evlerinde oturmuşlardı. Uhud savaşında şehit düşen Müslümanlar veya bu şehitlerden akrabaları olanlar hakkında:

"- Bizim yaptığımız tavsiyeleri dinlemiş ve bize uymuş olsalardı, onlar da bizim gibi sağ kalırlardı"demişlerdi.

Bu da bize bildiriyor ki, münafıklar geri dönerken, onların da geri dönmelerini ve kendileri haktan saptıkları gibi onları da saptırmak istemişlerdi.

Bir görüşe göre,

1- Evlerinde oturmaktan maksad, daha başlangıçta Medine'de savaş konusu istişare edilirken, Abdullah b. Ubeyyin bu savaş hakkındaki düşüncesidir.

2- Onlara itaatten maksad da, onun düşüncesini kabul edilip uygulamaktır.

Ancak "ve kaa'dû / oturuyorlar, oturmuşlar" cümlesinin hâl cümlesi olması, bu tefsire engeldir. Çünkü bu cümle, isyan ve muhalefet konusunu tâyin etmektedir. Kaldı ki, Abdullah b. Ubeyy de, bu mânâda evinde oturmamıştır. (Zira daha önce belirtildiği gibi Ibni Ubeyy ve arkadaşları evlerinden çıkmışlar ve sonra yoldan geri dönmüşlerdir.) Bu itibârla onların tavsiyelerinin, istişare sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e açıkladıkları görüşe hamledilnıesi mümkün değildir.

B- "Eğer sözünüzde sâdık (doğru) iseniz haydi kendinize gelen ölümü def edin."

"- Ey Resûlüm! Sen onlara de ki:

- Eğer ilâhî takdirde öldürülmesi yazılı kimselerden ölümü engellemeye muktedir iseniz, hakkınızda özel bir sebebe veya belli bir vakte bağlı olarak yazılmış ölümü, sebebini ortadan kaldırmak suretiyle kendi nefsinizden savın. Çünkü ölüm sebeplerine karşı koyup koyamamak noktasında sızın ölümünüz ile onların ölümü arasında fark yoktur. Üstelik sizin nefsiniz, sızın için kardeşlerinizin nefsinden daha azizdir ve sizin kendi işiniz sizin için onların işinden daha önemlidir.

Hulâsa,  sizin öldürülmem eniz, bunun Allah tarafından yazılmamış olması sebebine bağlıdır; yoksa sizin iddia ettiğiniz gibi, hakkınızda ölüm yazılmış olduğu hâlde evlerinizde oturmakla ölümü önlediğiniz için değil. Zira böyle olması imkânsızdır. Hattâ bazen savaşa katılmak kurtuluş sebebi, evde oturmak ise ölüm sebebi olmaktadır.

Rivâyet olunuyor ki, münafıklar bunu söyledikleri gün kendilerinden eceliyle yetmiş kişi öldü.

Bir görüşe göre de, eğer sizi dinleyip de evlerinde kalsalardı, savaşta öldürüldükleri gibi bu defa evlerinde öldürüleceklerdi, demektir.

Bu görüşe göre, "Fedraû a'n enfüsikümü'l-mevt / Haydi kendinize gelen ölümü def edin!" cümlesi, onlarla istihza mahiyetindedir. Yani eğer sız gerçekten ölüm sebeplerini önleyen insanlar iseniz, o zaman iddianıza göre bu özel sebebi kaldırdığınız gibi, ölümün bütün sebeplerini ortadan kaldırın ki hiç ölmeyesiniz.

169

"Allah yolunda katledilmiş olanları ölüler sanma. Hayır, o likidindirler ve Rabbları katında rızıklanırlar."

A- "Allah yolunda katledilmiş olanları ölüler sanma !"

Bundan önce, ölümden sakınmak maksadıyla savaştan kaçmanın hiçbir fayda sağlamayacağı beyân edilmişti. Şimdi bu istinafı cümlede, Allah yolunda ölmenin aslında sakınılacak bir şey olmadığı aksine insanların bu yolda yarışmaları gerektiği beyân, ediliyor.

Allah yolunda öldürülenlerden murad, Uhud şehitleridir ki, bunlar yetmiş kişi idi. Hatnza b. Abdülmuttalib, Mus'ab b, Umeyr, Osman b. Şıhab ve Abdullah b. Cahş olmak üzere dördü Muhacirlerden, diğerleri de Ensardan idi. Allah cümlesinden razı olsun!

Bu âyetteki hitab hem Resûlüllah için hem de hitaba ehil herkes içindir.

"Velâ tahsebenne / sanma" fiili bir kırâete göre hitab yerine gaaib kipi ile de okunmaktadır. Bu takdirde mânâ şöyle olur:

1- Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yahut diğer insanlar onları ölü sanmasın!

2- Öldürülenler, kendilerini ölü sanmasın!

Bundan maksad, dinleyicilerin dikkatini, şehidlik faziletine çekmektir. Şehidlik, yüksek bir şeref ve ebedî nimetleri olan ebedî bir hayâtın başlangıcıdır. Bunun içindir ki memnuniyetle karşılanmakdır.

B- "Hayır, onlar diridirler ve Rabbları katında rızıklandınlırlar."

Bilakis onları diriler olarak bil! Burada "I'nde rabbihim — Rableri katında" ifâdesinden, Rabb'a yakınlık kastedilmektedir. Terbiye ve kemâle erdirme anlamını ifâde eden Rabb unvanının onların zamirine izafe edilerek zikredilmesi, onlara ziyadesiyle bir ikramdır. Yani onlar diridirler; cennette nimetlerle rızıklamrlar. Bu da, onların diri olduklarını tekid ve hayâtlarının bi hakikat olduğunu tesbit etmetir.

İmam Vahıdî'ye göre şehidlerin hayâtı hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den nakledilen en sahih (esahh) rivâyet şöyledir:

"Şehidlerin ruhları yeşil kuşlar misâk suretler içindedir; onlar rızıklamrlar, yerler ve nimetlenkler."

Yine rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizin kardeşleriniz Uhud'da şehid olunca, Allahü teâlâ, onların ruhlarını yeşil kuşlar misak suretlerin içlerine koydu ; onlar cennet ırmaklarında dolaşırlar."

Başka bir rivâyete göre de, "Onlar cennet ırmaklarından su içerler; cennet meyvelerinden yerler; cennette istedikleri yere uçarlar ve Arş'ın gölgesinde asık bulunan altından kandillere inip orada barınırlar."

170

"Onlar Allah'ın fadlından verdiği nimetlerle sevinçlidirler ve haleflerinden henüz kendilerine katılmamış olanları şöyle müjdelerler :

"- Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olacak değillerdir."

Şehidler, Allah'ın kendilerine fadlından (lütuf ve keremin den) bahsettığı şehâdet şerefi, ebedî hayât kurtuluşu, Allah'a yakınlık ve ebedî nimetlerden acilen faydalanmakdan dolayı sevinçk ve mutludurlar.

Yine onlar, arkalarında bıraktıkları, henüz Allah yolunda öldürülmemiş ve kendilerine katılmamış şehid adayı kardeşlerinin de öldükleri zaman aynı mutlu ebedî hayâta kavuşacaklarını, onları korkutacak, o tatlı hayâtı bulandıracak bir şeyle karşılaşmayacaklarını, herhangi bir şeyin ellerinden gittiğine de üzülmeyeceklarini anlamış olmak sevincini de yaşarlar.

Onlar geride bıraktıkları şehit adayı kardeşlerinin Allah yolunda öldürülmekten korkuları olmadığı gerçeğini bilfiil görmekten de sevinç duyarlar. Çünkü şehidlik korkulacak ve çekinilecek bir şey değildir; bilakis o, rağbet görmesi gereken mutlu bir ebedî hayâtın kapısıdır.

Burada maksud olan mânâ, onlar için korku ve üzüntünün hiç mevcud okrıayacağıdır.

171

"Onlar, Allah'ın fadlını (lütuf ve keremini), nimetini ve Allah'ın mü'minlere ecrini (mükâfatını) zayi etmeyeceğini müjdelerler."

Bir önceki âytte geçen istibşar (sevinç duymak) fiilinin burada da tekrar edilmesi, bunun mücerret korku ve üzüntünün olmaması sevinci olmadığını fakat bunun yanı sıra bir de değer ve miktarı ölçülemeyecek kadar büyük nimetlerin, yani amellerin sevabının da sevinci olduğunu beyân etmek içindir.

Birinci âyetteki sevincin, şehid kardeşlerinin, buradaki sevincin ise kendi hâlleri, ile ilgili olması da caizdir.

Mü'minlerden murad,

- ya şehidledir; bu takdirde şehidlerin mü'minler olarak ifâde edilmesi, îmân rütbesinin yükseldiğini ve eriştikleri saadetin ana sebebi olduğunu bildirmek içindir;

- ya da şehitlerin de dahil oldukları bütün mü'minlerdir. Buna göre, mü'minlerin îmân karşılığı mükâfatlarının eksiksiz olarak verileceği zikredilmiş ve din kardeşleri olmaları hasebiyle bu durum şehidler için de sevinç vesilesi sayılmıştır.

"Ve ennallâhe lâ yudüû' ecra'l-mü'minîn / ve Allah'ın mü'minlere olan mükâfatını asla zayi etmeyeceği" ibaresinin başındaki "enne" edatı "inne" olarak da okunmuştur. Buna göre anlam "Allah, mü'minlerin ecrini (mükâfatını) asla zayi etmez" seklinde olur. Bu takdirde istinafı ve arızî bir cümle olarak, îmân etmemiş insanların, amellerinin mükâfatı olmayacağı zımnen belirtilmiş bulunur.

Bu âyetler, pek açık olarak cihad için, şehidlik için, taât ve ibâdetleri, artırmak için büyük bir teşvik ve mü'minler için felâh müjdesidir.

172

"Onlar ki kendilerine isabet eden yaradan sonra Allah ve Resulünün dâvetine icabet ettiler. Onlardan iyilik eden ve sakınanlara büyük ecir (mükâfat) vardır."

Bu âyetin başındaki cümle, daha önce bahsi geçen mü'minlerin tamamını medheden bir sıfattır; mü'minlerin yalnız bir kısmına hâs bir sıfat değildir. Ancak ibtidaî bir cümle de olabilir. Buna göre cümle şöyle olur:

"O kimseler ki, kendilerine savaşta yara isabet ettikten sonra Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına uydular; işte o iyilik ehli ve takva sahipleri için pek büyük bir mükâfat vardır."

İyilik ve takva vasıflarını cemetmekten maksad, takyit (mükâfatı bu kayda bağlamak) değil, fakat o mü'minleri medhetmek ve bu mükâfatın illet ve sebebini bildirmektir. Çünkü Allahü teâlâ'nın ve Resulünün çağrısına uyanların tamamı iyilik ehli ve takva sahipleridir.

173

"Onlar ki insanlar kendilerine,

"- Halk size karşı toplanıyor ; onlardan korkun (fahşevhüm)!" dediklerinde bu, onların îmânını ziyâdeleştirdi de şöyle dediler :

"- Allah, bize yeter (Hasbünallâhü); O, ne güzel bir vekildir."

Rivâyet olunuyor ki, Ebû Süfyan b. Sahr b. Harb b. Ümeyye, Uhud'dan askerleriyle Mekke'ye dönerken Revha denilen yere geldiklerinde kısmî bir zafer kazanmış iken savaştan çekildiklerine pişman oldular ve tekrar savaş için geri dönmek istediler. Bu haber Resûlüllah'a ulaşınca, Resûlüllah kendisinin ve Ashabının kuvvetlerinin yerinde olduğunu göstermek ve onları yıldırmak istedi. Ashabı Ebû Süfyan'ı takib için teşvik etti:

Dün savaşta bizimle beraber olanlardan başka hiç kimse bu gün bizimle beraber çıkmasın !" diye kesin emir verdi.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir cemaatle yola çıktı ve Hamraülesed denilen yere kadar gitti. Burası Medine'den sekiz mil uzakta idi. Peygamber ile giden Ashâbtan yarak olanlar bu ecirden mahrum kalmamak için kendilerini çok zorlamışlardı. Müşrikler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, kendilerini takib ettiği haberim alınca, Allahü teâlâ tarafından onların kalplerine korku ilka edileli. Müslümanlarla tekrar çarpışmayı göze alamadılar ve hemen Mekke'ye yöneldiler. İste bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzıl oldu. 5

5 Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanı o şartlar içinde takıp etmesi askerî otoritelerce hayranlıkla karşılanmış olup ayrıca yüksek bir pedagojik değer ifâde etmektedir.

Müşriklerin kendilerine karşı asker topladığını söyleyenler,

1- ya yolda Müslümanlarla karşılaşan Abdü Kays kabilesinden bir kervanın mensublari;

2- ya da Nuaym b. Mes'ud el-Eşceî idi.

Bu ikinci görüşe göre Nuaym'a insanlar denmesi, onun insan emsinden olması ve sözünün insan kelâmı olması hasebiyledir. Nitekim tek bir atı ve tek bir elbisesi olan bir adam için de" filan adam, atlara biniyor ve elbiseler giyiyor" denir.

3- Yahut Nuaym'a Medîne'li bazı insanlar da katılıp onun sözlerini yaymışlardı.

Rivâyet olunuyor ki, Ebû Süfyan Uhud savaşından Mekke'ye dönerken: Ya Muhammed, istersen, gelecek sene Bedir panayırı mevsiminde orada buluşalım!" diye seslenmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "- İnşallahü teâlâ!" diye karşılık vermişti.

Nihayet ertesi sene Bedir panayırı mevsiminde Ebû Süfyan, Mekke'den askerleriyle yola çıkmış ve Merru'z-Zahran denilen yere kadar gelmişti. Fakat Allah onların kalblerine bir korku salmış ve neticede müşrikler topluluğu oradan geri dönmenin çarelerini aramaya başlamışlardı. O sırada oradan geçip Medine'ye gitmekte olan Abdü Kays kabilesine ait bir kervana rasdadılar. Ona bir deve yükü kuru üzüm vermeyi va'dederek Müslümanların Bedr'e gelmesini önlemelerini istediler.

Bir görüşe göre de, Ebû Süfyan yolda umreden dönmekte olan Nuaym b. Mesüd'la karşılaştı ve kendisine on deve vermeyi taahhüd ederek ve Süheyl b. Amr'ı da buna kefil göstererek Müslümanları bu seferden engellemesini istedi. Nuaym da, Medine'ye geldi ve Müslümanların bu sefere çıkmak için teçhizat hazırlığı içinde olduklarını görünce onlara şöyle dedi:

Onlar, yurdunuzda üzerinize geldiklerinde sizden kaçanlardan başkası ellerinden kurtulamamışti. Şimdi onlar sizin için çok sayıda asker toplamış iken yurdunuzdan çıkıp oraya mı gideceksiniz? Haydi dağılın!"

O zaman Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Nefsimi kudreti elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki ben mutlaka çıkacağım; velev benimle beraber bir kişi bile çıkmasın !" diyerek kesin kararını bildirdi. İşte o zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yetmiş atlı ile beraber yola çıktı. Bu mücâhidlerin hepsi:

"- Hasbunallah ve ni'melvekîl / Allah bize yeter; O, ne güzel vekildir!" demişlerdi. Rivâyete göre bunlar, İbrâhîm (aleyhisselâm) in, ateşe atılırken söylediği sözlerdi.

Propaganda için söylenen bu sözler, yahut propagandacı Nuaym, Müslümanların îmânını arttırmış oldu. Müslümanlar ona iltifat etmediler, aksine Allahü teâlâ'ya olan yakınî inançları sabit kaldı, onların itminanı daha da arttı, onlar İslâm hamiyetini gösterdiler ve niyetlerindeki ıhlâsı hiç bozmadılar.

Bu âyet-i kerîme, îmânın ziyâde ve noksan olarak farklı olabileceğine delildir, îmânın, ülfet, fazla tefekkür ve hüccetlerin yardımı ile ziyâdeleştiğinde hiç şüphe yoktur. Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh) in şu sözleri de bunu destekler niteliktedir:

"Biz:

"-Ya Resûlallah! imân artar ve eksilir mi ? diye sorduk.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Evet, artar ve nihayet sahibini cennete götürür. Eksikr ve nihayet sahibini cehenneme götürür " buyurdu.

174

"Böyle olduğu için kendilerine hiçbir kötülük dokunmaksı-zm Allah'ın fadlı (lütuf ve inayeti) ve nimetiyle geri döndüler. Allah'ın rızâsına tabî oldular. Allah, büyük fadl sahibidir."

A- "Böyle olduğu için kendilerine hiçbir kötülük dokunmaksızm Allah'ın fadk ve nimetiyle geri döndüler."

Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan bir cümleye atıftır. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ashâb-ı Kiram Bedr'e gittler, o va'di yerine getirdiler ve Allahü teâlâ'nın lütfü ile sağ salim ve ticârette de büyük bir kazanç elde ederek geri döndüler.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabı ile Bedir'e vardı; orada sekiz gün kaldı ve yanlarındaki ticâret mallarını da satarak kazançla döndü.

B- "Allah'ın rızâsına tabî oldular."

Onlar, kavk ve fiilî bütün hareketlerinde de iki cihan saadetinin yegâne şartı olan Allahü teâlâ'nın rızâsına uymuşlardı.

C- "Allah, büyük fadl sahibidir."

Allah (celle celâlühü) kendi lütfündan onlara, îmânda sebat ve cihada koşmakta muvaffakiyet, dinde salâbet, düşmana karşı cür'et, üzüntü verici şeylerden himayenin yanı sıra büyük menfaatler elde etmiş olma nimetlerini de bahşetti.

Bu itibârla bu âyet, bu sefere katılmamış olan Sahabiler için hayıflandırma anlamı taşır ve fikirlerinde yanıldıklarını gösterir. Nitekim onlar, sefere katılanların elde ettikleri maddî ve manevî nimetlerden kendi nefislerini mahrum ettiler.

Rivâyete göre, bu sefere katılanlar:

"- Bu sefer gaza sayılır mı?" demişlerdi. Allahü teâlâ da, onlara gaza sevabı verdi ve kendilerinden hoşnud oldu.

175

"İşte size şeytan ! O, ancak dostlarını korkutur. Artık onlardan korkmayın ; yalnız Benden korkun. Gerçekten mü'minlerseniz..."

1- Şeytan, Müslümanları bu seferden alıkoymaya çalışan kişi (Nuaym b. Mes'ud veya Abdü Kays kervanı) ya da bu vazifeyi ona vermiş olan Ebû Süfyan'dır.

Hitab, mü'minler içindir. Şöyle ki:

"- Ey mü'minler! Sizi bu seferden alıkoymak için söylenen sözler, sizi kendi dostları olan Ebû Süfyan ve adamlarından korkutmaya çalışan şeytanın sözleridir."

Nitekim Abdullah b. Abbas ile Abdullah İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) un kıraetine göre "yuhavvifü / korkutuyor" fiili "yuhavvifüküm / sizi korkutuyor" şeklinde okunur. Âyetin bu cümleden sonra gelen "felâ tehâfuhüm — fakat onlardan korkmayın" cümlesi de, bu tefsiri destekler.

2- Başka bir kavle göreyse şeytan o sözleriyle ancak, Resûlüllah ile beraber sefere çıkmak istemeyen dostlarını korkutmaktadır.

"Felâ tehâfuhüm / artık onlardan korkmayın" hitabı, her iki fırka, yani hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber sefere çıkan fırka hem de sefere çıkmayıp evinde kalan fırka içindir. Yani,

"- Siz onlardan korkup da savaştan çekinerek evinizde oturmayın; Benden korkun ve onun için de Resûlüm ile beraber cihad edin, onun size emrettiklerine koşun. Zira korkutanın şeytan olması, korkmamayı gerektirir."

Çünkü îmân, Allah korkusunu, başka korkulara tercihi mûcibtir ve şeytan ile onun dostlarının şerrinden güvende olmayı sağlar.

176

"(Resûlüm) küfürde yarışanlar seni mahzun etmesin. Şüphesiz onlar hiçbir şekilde Allah'a zarar veremezler. Allah, onlara âhıirette bir nasıb vermemeyi diliyor. Onlar için büyük bir azab vardır."

A- "(Resûlüm), küfürde yarışanlar seni mahzun etmesin."

Hitabın değiştirilerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a tevcihi, ilâhî teslıyeyi tahsis suretiyle onu şereflendirmek ve din işlerinin tedvir ve tedbirinin, Peygamber'e ait olduğunu bildirmek İçindir. Başka bir deyişle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e şöyle hitab edilmektedir:

"- Ey Resûlüm Muhammed! Münafıkların veya mürtedlerin, ihtirasla rağbet ettikleri küfre düşmeleri seni kaygılandırmasın."

Âyetin nazm-ı çekimdeki edebî incelik ("fi" harfinin kullanılması), onların küfürde karar kıldıklarını, işin başında da, sonunda da küfre büyük ilgi gösterdiklerini zımnen belirtir. Nitekim,

"İşte onlar, iyiliklikte yarışanlardır." (Mü'minûn 23/ 61) âyetinde de "fi" harfinin kullanılması, bu âyette sözü edilen insanların hayırlara büyük ilgi gösterdiklerini, hayır için koşuştuklarını, hayır için yarıştıklarını hayır çeşitleri ile haşır neşir olduklarını bildirir. Ancak,

"Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennetine koşun." (Al-i İmrân 3/133) âyetinde "fi" harfi yerine (nihayet anlamında) "ilâ" harfinin kullanılması, mağfiret ve cennetin, o koşuşmanın nihayeti ve gayesi olmasındandır.

Bu âyette küfre koşuştukları anlatılan kimseler, söz konusu sefere katılmayan münafıklarla Yahudilerden bir topluluktur. Nitekim,

"Ey Resûlüm! Kalbleriyle inanmadıkları hâlde ağızlarıyla’îman ettik' diyen (münafıklar) ile Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin." (Mâıde 5/41) âyetinde de bu iki fırka sarahatle belirtilir.

Bir görüşe göre ise, bunlar, İslâm'dan dönen bir kavimdir.

Bundan murad hangisi olursa olsun, onların "küfrün içinde koşuşanlar "olarak vasıflandırılmasi, bu hâllerinin, Resûlüllah! (sallallahü aleyhi ve sellem) kaygılandırabileceğıne işarettir. Yani,

"- Ey Resûlüm! Onlar, küfre koşmak, küfrün hükümlerini uygulamak ve küfür ehline yardım için acele etmekle seni hüzünlendırmiş, üzmüş, kaygılandırmış olmasınlar."

Bu âyetteki asıl mânâ, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan müteessir olmaması iken, nehyin onlardan yana tevcihi (onlar seni kaygılandırmasınlar; denmesi) onun müteessir olmamasını ziyadesiyle vurgulamak içindir. Zira tesiri nelıyetmek, teessürü de defaten ortadan kaldırmak demektir.

Bir de, bazen nehiy, lâzıma tevcih edilirken, kastedilen melzûmun. (lâzımın bağlı olduğu aslın) nehyi olur. Meselâ, "seni burada hiç görmeyeceğim!" gibi.

B- "Şüphesiz onlar hiçbir şekilde Allah'a zarar veremezler."

Bu ifâde, onların Allah'a hiçbir zaman ve hiçbir şekilde zarar veremeyecekleri hakikatini ortaya koymak suretiyle nehyin illetini beyân ve teselliyi ikmal eder. Yani onlar bu yaptıkları ile, Allah (celle celâlühü) dostlarına zarar veremeyeceklerdir. Âyette "Allah'ın dostlarına..." yerine "Allah'a..." denmesi, onları şereflendirmek ve Allah'ın dostlarına zarar vermenin Allahü teâlâ'ya zarar vermek gibi olduğunu bildirmek içindir. Bunda ziyadesiyle teselli mânâsı vardır.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar bu yaptıkları ile, Allahü teâlâ'nın mülkünden ve kudretinden hiçbir şeyi eksiltemeyecekler; demektir. Nitekim Ebû Zerr Cündüb b. Cünade el-Gıfarî' (radıyallahü anh), Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

"Allahü teâlâ buyuruyor ki sizin evveliniz ve âhiriniz, cinleriniz ve insanlarınız, en yüksek takva (etkaa)ya sâhib bir kimsenin kalbine sâhib olsalar; bu Benim mülkümde hiçbir şeyi artırmaz. Ve sizin evveliniz ve âhiriniz, cinleriniz ve insanlarınız, en günahkâr (efcer) bir kimsenin kalbine sâhib olsalar; bu, Benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez."

Ancak birinci mânâ, teselli ve illet (sebep) beyânı makamına daha uygundur.

C- "Allah, onlara âhıirette bir nasib vermemeyi diliyor."

Bu istinafı cümle, onların küfre dalmaya mübtela olmalarının İlâhî sırrını açıklıyor. Burada "Yürîdüllâhü / Allah irâde eder, diler" buyrulmak suretiyle irâdenin zikri,

- onların âhiret nasibi (hazzı)nden mahrum kalmalarını ve

- ilâhî azaba uğramalarını gerektiren gayet açık sebepler olduğunu bildirir. Zira Erhame'r-Rahimîn olan Allahü teâlâ'nın irâdesinin ona taallûku bunu gösterir.

Hulâsa,  Allahü teâlâ, âhirette onları hiçbir şekilde mükâfatlandırmak istemediği için küfürleri sebebiyle helâk oluncaya kadar azgınlıkları içinde bocalar hâlde bırakır.

Ç- "Onlar için büyük bir azab vardır."

Onlar için, bu genel mahrumiyetin yanında bir de tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir azab vardır.

Tefsir âlimleri derler ki; bir şeye koşmak, koşanın nazarında koşulan şeyin şânının pek büyük olduğuna ve kadrinin yüceliğine delalet eder. Burada da aralarında münasebet olsun diye onun mûcib olduğu azab büyük olarak vasıflandırılmış ve onların koştukları şeyin haddi, zâtında pek değersiz olduğuna dikkat çekilmiştir.

177

"Şüphesiz îman karşılığında küfrü satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlar için büyük bir azab vardır."

"O kimseler ki, îmândan yüz çevirip ona bedel küfre rağbetle onu satın aldılar." Bununla ilgili izahat, Bakara 2/16. ve 175. âyetlerinin tefsirinde geçti.

"...Allah'a hiçbir zarar veremezler" cümlesinin izahı da yukarıda arz edildiği gibidir. Yalnız şunu ilâve edelim ki burada zararın kendilerine münhasır kaldığına da açık bir tariz vardır. Sanki "onlar sadece kendilerine zarar verirler" buyrulmuştur.

1- Eğer burada îmâna karşılık küfrü satın alanlardan murad, küfre koşan münafıklarla Yahudiler veya küfrü îmâna tercih edenlerse -ki bu,

- ya mürtedlerde olduğu gibi bilfiil hâsıl olan îmâna bedel küfrü almakla olur,

- ya da Yahudi'lerde ve Yahudi münafıklarda olduğu gibi Tevrat'ta delillerim görmekle gerçek îmâna yakın bilkuvve hâsıl olan îmâna bedel küfrü almakla olur- bu tekrar, mevzuun başlığını değiştirerek hükmün illetini beyân etmek suretiyle hükmü açıklamak ve tekid etmek içindir. Zira burada zikredilen satın alma, bu fiillerinin zararının sadece kendi nefislerine ait olduğunu, başkasına geçmediğini sarahatle belirtmektedir. Bu ifâde (îmana karşılık küfrü satın alma), küllî hüsranın ve ebedî mahrumiyetin sembolü olup onların akıllarının zayıflığına ve fikir yoksunu olduklarına delâlet eder. Şu hâlde Allahü teâlâ'nın dostlarına zarar vermek gibi kuvvetli hazım, ağır fikir ve sağlam tedbk gerektiren bir işi nasıl başarabilirler! Oysa Allah'ın dostlarının savunması, (Yahudî Semuel b. Adya'nın kalesi) el-Eblekül-Ferd kalesinden ve havadaki kartaldan daha muhkemdir.

2- Eğer burada îmâna karşılık küfrü satın alanlardan murad, yalnız yukarda sözü geçen fırkalar değil de genel anlamda hem onlar, hem de diğer kâfirler ise; îmana karşı küfrü satın almak da kâfirlerin, vahy-i nâtıkı (konuşan vahyi) gördükten, âfak ile enfüste (hariçte ve dahilde) mevcud delilleri takdir ve tefekkür ettikten sonra kendilerinde hâsıl olan istıdad, îmânın kendisi gibi kabul edilir ve bunun yerine küfrü benimsedikleri şeklinde yorumlanırsa; bu cümle, mâkabknin mefhûmunu açıklamış olur. Bu da, külk kaidelerin, içerdiği cüz'î hükümleri açıklaması kabilindendir.

3- Bazı tefsir çilere göre, önceki âyette bahsi geçen küfre koşanlardan maksad bütün kâfirler;

Bu âyetteki îmâna karşılık küfrü satın alanlardan maksad da, münafıklarla Yahudîlerdir.

Ancak bu görüş, zikredilen nükteleri taşımadığı gibi, Kur’ân'ın yüce şânına lâyık da değildir. Çünkü belirtilen anlamda küfre koşmanın, nehyinden de anlaşıldığı gibi, Resûlüllah'a üzüntü ve kaygı sebebi olması, ancak küfre koştukları bilinen kâfirler hakkında tasavvur edilebilir. Hâlleri biknmeyen uzak yerlerdeki kâfirler için bu hiçbir anlam ifâde etmez.

Tefsir âlimleri derler ki; câri olan âdete göre, bir malı satın alan kimse, o alış-verişten kârlı çıktığı zaman akidden memnun olur ve o malı elde ettiğine sevinir. Zararlı olduğu zaman ise, bu alış-verişten elem duyar. İşte bunun gözetilmesi için, onların azabı elem verici olarak vasıflandırılmıştır.

178

"Kâfirler hiç sanmasınlar ki onlara süre (mehil) vermemiz (imlâ etmemiz) kendileri için daha hayırlıdır. Onlara süre vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için hor ve hakıir kılıcı bir azab vardır."

A- "Kâfirler hiç sanmasınlar ki onlara süre (mehil) vermemiz (imlâ etmemiz) kendileri için daha hayırlıdır."

Kâfirler, hiç sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz, yahut kendilerine bahşettiğimiz imkânlara mühlet vermemiz, onlar için daha hayırlıdır.

Netice itibariyle onlara, Allahü teâlâ'nın mühlet vermesini kendileri için hayırlı sanıp sevinmeleri nehyedilmekte; onun kendileri için sadece şer ve zarar olduğu bundan da hasret ve üzüntü duymaları gerektiği belirtilmektedır. Nitekim bu cümlenin matufu olan:

"(Resûlüm), küfürde yarışanlar seni mahzun etmesin." (Âl-i İmrân 3/176) kelâmının neticesi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, kâfirlerin hâllerinin zahirine bakarak onlardan kendisine bir zarar gelebileceğini düşünerek üzülmesini önlemek ve onların kendisine zarar vermekten tamamen âciz olduklarını beyânla onu teselli etmektir.

Bu âyetteki kâfirlerden maksad,

- ya kâfirlerin cinsidir; böylece bu genel hükme, daha önce sözü geçen münafıklarla Yahudiler öncelikle dahil olur;

- ya da yukarda isimleri geçen belli kâfirlerdir.

"Velâ yahsebennellezîne kefem / kâfirler (küfredenler) hiç sanmasınlar ki..." cümlesinde görüldüğü gibi kâfirler hakkında zamir değil de zahir isminin kullanılması, sıla cümlesi (o kimseler ki, küfrü benimsediler) (mealde, kâfirler olarak geçti) ile onları uzun zaman kendi hâllerine bırakmak demek olan mühlet vermek arasında daimî bir beraberlik olduğuna delâlet eder. Ve mühlet vermekle devamlı beraberliği olan da küfürdür; yoksa küfre koşmak ve küfrü satın almak değildir. Çünkü bu iki hal, devamlı küfür esnasında yemden meydana gelen ve sonra nihayete eren geçici hâdiselerdir.

Âyetteki hitab,

- Ya Resûlallah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsustur; onu teselli etme makamında en münasib olan da budur;

- ya da kâfirlere mühlet vermenin onlar için hayırlı olduğunu sanabilecek herkes içindir.

Buna göre, kâfirlerin akıbetlerinin kötü olduğu haberinin herkese yayılması kasdedilmiş olur.

B- "Onlara süre vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir."

Bu cümle, kâfirlere mühlet vermenin hikmetini açıklar. "Lâm" harfi, irâde içindir. (Yani Allah onlar için böyle irâde buyuruyor, demektir.)

Mûtezile'ye göre ise, bu "lâm", akıbet içindir. (Yani akıbetleri böyle olsun diye... Zira Mutezileye göre kul, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğundan, İlâhî irâde sözkonusu değildir.)

"Innemâ" kelimesi, "ennemâ" olarak da okunmuştur. Buna göre mânâ şöyle olur:

"Kâfirler, onlara mühlet vermemizin, şu anda yaptıkları gibi günahları arttırmaları için olduğunu sanmasınlar; hayır, onlara mühlet vermemiz, eski taksiratlarını, tevbe edip îmâna gelmekle telâfi etmeleri içindir."

C- "Onlar için hor ve hakıir kılıcı bir azab vardır."

Kâfirlere mühlet verme kapsamında onları dünya lezzetlerinden ve zinetlerinden faydalandırma bulunduğu ve bu da onların güçlenmelerine ve ceberutî tavırlar sergilemelerine zemin hazırladığı için, onların azabı alçakta olarak vasıflandırılmıstır ki, cezaları hâllerine uygun bir ceza olsun.

179

"Allah, mü'minleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıracaktır. Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık Allah'a ve Resulüne îmân edin. Eğer îmân ve ittika ederseniz o takdirde sizin için büyük bir ecir (mükâfat) vardır."

A- "Allah, mü'minleri bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir."

Daha önce münafıkların âhiret azabı beyân edildikten sonra bu istinafı kelâm da, mü'minlere iyilik; münafıklara da, dünyada rezil rüsvay olmak cezasını va'detmektedir.

Burada mü'minlerden murad, ihlâslı mü'minlerdir.

1- "A'lâ mâ entüm aleyhi / üzerinde olduğunuz, bulunduğunuz" hitabı ise, bir görüşe göre ihlâslı olsun, münafık olsun, zahiren İslâm'ı tasdik eden cumhûr içindir. Onların içinde bulunduğu durumdan maksad da, ihlâslı mü'minlerle münafıkların karışık hâlde olmaları ve Islâmî hükümlerin icrasında eşit olmalarıdır. Zira iki fırka arasındaki ortaklık ancak bu durumdur.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, bu hitab, kâfirler ve münafıklar içindir. İbn Abbâs, Dahhâk, Mukatil b. Süleyman, Kelbî ve diğer müfessırlerin çoğunun üzerinde birleştikleri bu görüşe göre, kâfirler kelimesi de münafıklar anlamında kullanılmış olmalıdır. Yoksa kâfirler ile mü'minler arasında hiçbir şekilde iştirak yoktur ki, onların birbirinden ayrılması sözkonusu olsun.

Onların içinde bulunduğu durumdan maksad, yukarıda belirtilen ortaklıktır. (Yani mü'minler ile münafıkların içice karışık hâlde bulunmaları ve Isiamî hükümler nazarında eşit olmalarıdır). Zira bu ortaklık, her iki fırkaya birden nisbet edilebildiği gibi, ayrı ayrı her birine de nisbet edilebilmektedir. Yoksa iştirak, kimilerinin dediği gibi küfür ve nifak değildir. Çünkü mü'minler küfür ve nifakta onlarla ortak değildir ki, o durumda bırakılmasınlar.

3- Bir başka görüşe göre de, bu hitab, yalnız mü'minler içindir.

Meanî (Belagat ilminin bir kolu) âlimlerinin çoğunun düşüncesine göre, nazımda hitabtan önce mü'minlerin zikri, hükmün illetini bildirmek içindir. (Yani onların o durumda bırakılmamalarının sebebi mü'min olmalarıdır.)

Onların içinde bulunduğu durumdan maksad, daha önce defalarca geçtiği gibidir. Ancak birinci görüş, hakikate en yakın olanıdır. Tahkik ehli tefsir âlimleri de, bunu benimsemişlerdir. Çünkü bu görüş, onların içinde bulunduğu durumdan, iki fırka arasındaki iştirak kastedildiği noktasında sarihtir.

Diğer iki görüş ise bundan uzaktır. Bunun aksi nasıl iddia edilebilir ki,

- münafıkların içinde bulunduğu durumdan anlaşılan, küfür ile nifak;

- mü'minlerin içinde bulunduğu durumdan anlaşılan da, îmân ile ıhlâstır. Aralarındaki müşterek vasıf bunlar değildir. Eğer müşterek vasıf anlaşılsa bile, ikisine nisbetle değil, fakat yalnız birine nisbetledir. Oysa ayrılmaya muhtaç olan müşterekiyet, ikisine birden nisbetle anlaşılan mûşterekıyettir.

B- "Nihayet pis (murdar, habıs)i, temizden ayıracaktır."

Bu cümle, zikredilen nefyin (bırakacak değildir, nefyinin) gayesini açıklar. Yani Allahü teâlâ, onları o ihtilat hâlinde bırakmayacak; fakat işleri takdir ve esbabı tertip buyuracak; sonunda da münafıkı mü'minden ayıracaktır.

Âyette, münafika murdar (habis), mü'mine de temiz (tayyib) denmesi, her birine lâyık olan vasfı tescil etmek ve onları birbirinden ayırmak hükmünün illetini bildirmek içindir.

Âyette, bundan önce mü'minlerin münafıklarla ihtilat hâlinde bırakılmayacakları ifâdesinden ilk akla gelen ayırma fiilinin onlara taallûku ve onların münafıklardan ayrılması olduğu hâlde, burada ayırma fiili, münafık demek olan murdarla ilgilidir. Çünkü iki fırka arasındaki ayırma, sadece münafıklar üzerinde tasarruf etmek, onları bir hâlden diğer farklı bir hale çevirmek suretiyle olacaktır. Mü'minler ise, ihlâsları artsa bile îmân ask üzerinde sabit kalacaklardır. Yoksa bu ayırma, münafıkları içinde bulundukları gizlenme hâlinde sabit bırakarak mü'minler üzerinde tasarruf ile onları bir hâlden diğer farklı bir hâle çevirmek suretiyle olacak değildir.

Bir de, bu şekildeki ayırmada, münafıklar için daha fazla vaîd (ceza va'dı) tekidi vardır. Nitekim:

" Allah, ifsat eden (müfsid) ile ıslah eden (muskh)i bilir." (Bakara 2/220) meâlindeki âyette de bu hakikate işaret edilir.

"Ma kânellâhü kyezera'l-mü'minîne / Allah, mü'minleri bırakacak değildir.." ibâresindeki "bırakmamak" fiili, münafıklara nisbet edilmemiştir. Çünkü bu fiilin nisbeti, önemsemeyi gerektirir. Akl-i sekme göre, bir şeyi bulunduğu hâlde bırakmamak ifâdesinden ilk akla gelen, onu, kendisine yakışmayan bir hâlde bırakmamaktır.

C- "Allah, sizi gayba muttak kılacak değildir."

Bu kelâm da, va'dedilen ayırmanın beyânına bir hazırlıktır. Burada İlâhî hitab, teşrif için ılılâsk mü'minlere tahsis edilmiştir.

Ç- "Velâkin Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer."

Bu kelâm da, ayırmanın vukuu keyfiyetine icmâk bir işarettir.

Âyetin her iki cümlesinde de ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artirmak içindir.

Allahü teâlâ, ihlâslı mü'minleri münafıklarla karışık hâlde bırakacak değildir. O, münafıkları mü'minlerin arasından çıkarmak için bunun unsurlarını belirleyecektir. Ama Allahü teâlâ, bunu sizi, onların kalbindeki küfür ve nifaka muttali kılmak suretiyle değil fakat,

- Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyetmek;

- o da onların küfrünü, nifakını ve daha önceki âyetlerde geçen söz ve fiillerini haber vermek;

- böylece onları şahitler huzurunda rezil rüsvay etmek;

- sizi de, bu ortakların alçaklığından ve kötü komşuluğundan kurtarmak suretiyle yapacaktır.

"Ictibâ-yectebî / seçmek" fiilinin kullanılması, "Velâkinnellâhe yectebî min rusukhi men yeşâ' / Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer." buyrulmasi, bu gibi gaybî sırlara ıttıla ancak Allahü teâlâ'nın, pek yüce makamlar için lâyık gördüğü ve cumhûrun irşadı için yine onun içinden seçtiği kimselere mümkün olabilir.

"Min rusukhi men yeşâ' / Peygamberlerinden dilediğini" buyrulması da ictibânın (seçmenin) diğer Peygamberlere teşmil ve tamimi ise, Peygamber'in bu konudaki durumunun pek sağlam olduğunu, bunun aslının, peygamberler arasında câri olan sünnetullaha, ilâhî âdet ve geleneğe dayandığını göstermek içindir.

D- "Artık Allah'a ve Resulüne îmân edin."

1- Burada nazm-i kerîmin siyakı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmân olduğu hâlde, emir diğer peygamberleri kapsar biçimde geneldir. Bunun iki sebebi vardır:

a- Burhanî (delilli) yoldan îmân gereklidir.

b- Ve bu îmân, bütün enbiyaya şâmil olmakdır.

Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden önceki bütün Peygamberleri onaylamış, onlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin sıhhatine şahadet etmişlerdir.

Burada emredilen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in getirdiği her şeye îmân etmektir. Binâenaleyh münafıkların hâllerine ilişkin olarak onun haber verdikleri öncekide buna dahildir. Nazm-i kerîmin mükemmeliyetine uygun olan izah da budur.

2- Bununla beraber bazı tefsir âlimlerine göre âyetin mânâsı şöyle de olabilir:

Allahü teâlâ, sizi münafıklarla karışık hâlde bırakmayacak; cihat gibi, Allah yolunda canları ve malları feda etmek gibi ancak ihlâsk mü'minlerin yerine getirebileceği ağır mükellefiyetlerle sizi sınayacak ve bunları sizin îmânınıza ölçü ve kalplerinizdeki sırlara şâhid kılacaktır. Sizler de bu suretle birbirinizin kalbinde neler saklı olduğunu istidlal yoluyla öğreneceksiniz. Yoksa, sizi kalblerdeki sırlara doğrudan doğruya vâkıf kılacak değildir. Çünkü bu türlü gayb bilgileri ancak Allahü teâlâ'ya mahsustur.

Ancak burada kasdedilen, o sırları vahiy yoluyla ortaya çıkarmaktır; yoksa sırları mükellefiyetler yüklemek suretiyle ortaya çıkarmak değildir.

3- Bundan hakikate daha yakın şu izah da vardır:

Daha önce kâfirlere Allahü teâlâ'nın şeriatı beyân edilmişti. Bu âyet-i kerîme ile de Allahü teâlâ'nın kâfirlere mühlet vermesinin hikmeti zikredilmiştir. Yani Allah (celle celâlühü), bu güne kadar bir ilâhî sırrın gereği olarak, ihlâsk mü'minleri münafıklarla bir arada karışık hâlde bıraktığı gibi onları ebediyen bu hâlde bırakmayacak, fakat münafıkları onlardan ayıracaktır. İşte bundan dolayıdır ki, Uhud günü Allah (celle celâlühü) onları ihlâsk mü'minlerden ayırdı. Nitekim Allahü teâlâ o gün kâfirlerin kuvvetine engel olmadı; sonunda kâfirlere kısmî bir galibiyet gösterdi; böylece kalbinde hastalık bulunan münafıklar, içlerindeki pislikleri açığa vurdular ve şâhidlerin huzurunda rezil rüsvay oldular.

Bir görüşe göre ise, kâfirler:

"- Eğer Muhammed dâvasında doğru ise, bizim içimizdeki gerçek mü'minlerle kâfirleri bildirsin !" dediler.

İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

E- "Eğer îmân ve ittika ederseniz o takdirde sizin için büyük bir ecir (mükâfat) vardır."

Eğer bu zikredilenlere hakkıyla îmân ederseniz ve Allahü teâlâ'nın haklarına saygısızlıktan ya da nifaktan sakınırsanız, o takdirde bu îmân ve takvaya karşılık sizin için mâhiyetini kavrayamayacağmız kadar büyük bir mükâfat vardır.

180

"Allah'ın fadlından verdiklerinde cimrilik edenler sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır. Hayır o, onlar için serdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına geçirilecektir. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

A- "Allah'ın fadlından verdiklerinde cimrilik edenler sanmasınlar kı o, kendileri için hayırlıdır."

Burada cimriliğin hâli, akıbetinin vahameti ve cimrilerin, buhulün kendileri için hayırlı olduğunu sanmalarında yanıldıkları beyân edilmektedir. Nitekim bundan önce (âyet: 178) kâfirlere verilen mühletin de onların hayrına olmadığı beyân edilmişti.

Onların cimrilik ettikleri malların, Allahü teâlâ'nın lütuf ve kereminden kendilerine verildiğinin belirtilmesi, davranışlarının kötülüğünü ziyadesiyle ifâde etmek içindir. Çünkü bu malların Allah'ın (celle celâlühü) onlara lütuf ve keremi olması, Allah yolunda infakını gerektirk. Nitekim diğer bîr âyette de meâlen şöyle buyrulur:

"Allah'a ve Resulüne îmân edin; sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı mallardan da infak edin." (Haclîd 57/7)

Bir kırâete göre, "velâ yahsebenne / sanmasınlar" fiili "Velâ tahsebenne / sanma" şeklinde hitab kipi ile de okunmuştur. O zaman anlam, şöyle olur:

"- Ey Resûlüm, Allah'ın fadlından verdiklerinde cimrilik yapanlar sanma ki yaptıkları bu cimrilik onların hayrınadır !

B- "Hayır o, onlar için serdir."

O cimriliğin hayır olmadığından şer olduğu anlaşıldığı hâlde, sarahatle bunun şer olduğunun belirtilmesi, mübalağa içindir.

C- "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına geçirilecektir."

Bu kelâm da, cimriliğin şer olmasının keyfiyetini beyân eder. Yani onların dünyada cimrilik yaptıkları zekâtın vebali, kıyamet günü bir yılan olarak boyunlarına geçirilecek ve bu yılan, tepelerinden ayaklarına kadar her taraflarını sokacak, tepelerini delecek ve:

"- Ben, cimrilik yaptığın malınım" diyecek.

D- "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır."

Gök ve yer sâkinlerinin sâhib oldukları her şeyin tek ve gerçek vârisi Allahü teâlâ'dır; hiç kimsenin ne müstakil, ne de iştirak hâlinde bu mirasta hakkı yoktur. O hâlde onlara ne oluyor ki,

1- Allahü teâlâ'nın mülkünde cimrilik yapıyorlar ve o malları Allah yolunda infak etmiyorlar ?

2- Onların cimrilik yapıp Allah yolunda harcamadıkları mallara, kendileri helâk olduklarında Allahü teâlâ vâris ve binnetice malları da kendileri için devamlı bir hasret ve nedamet kaynağı olacaktır.

E- "Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

Allahü teâlâ, sizin nifaktan kaçınıp cimrilik yaptığınızdan tamamen haberdardır. Binâenaleyh bundan dolayı sizi cezalandıracaktır.

Burada zamir makamında isrn-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak içindir. Gıyabî ifâdeden bitabı ifâdeye geçilmesi "yaptıklarından" değil de "bima ta'melûne / yaptıklarınızdan" denmesi, ceza vaîdindeki mübalağayı ifâde ve Rahman'ın gazabının şiddetini zımnen bildirmek içindir.

181

"Andolsun ki Allah, onların sözlerini işitti. Demişlerdi ki: "- Şühesiz Allah fakıîrdir; biz ise zenginiz!"

Onların söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere katlettiklerini yazacağız ve diyeceğiz ki:

"- Haydi tadın ateş azabını!"

A- "Andolsun ki Allah, onların sözlerini işitti. Demişlerdi ki (Kaalû):

"- Allah, fakıîrdir ; biz ise zenginiz."

" Kim Allah'a güzel bir borç verecek?.." (Bakara 2/245) âyet-i kerîmesinin nazil olduğunu duyan Yahudiler bu sözleri sarfetmişlerdi.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Benî Kaynuka Yahudîlerinc Ebûbekir (radıyallahü anh) ile bir mektup gönderdi. Bu mektupta onları İslâm'a, namaz kılmaya, zekât vermeye ve karz-ı hasen (faizsiz, menfaatsiz) borç vermeye davet etti. Bu daveti duyan Yahudi âlimi Fenhas:

"Gerçekten Allah fakirmiş ki, bizden borç istiyor / İnnallâhe fakıîrun hattâ seelena'l-karda " dedi.

Bunun üzerine Ebûbekir (radıyallahü anh) onun suratına bir tokat indirdi ve:

"- Bizimle sizin, aranızda bir muahede olmasaydı, muhakkak senin boynunu vururdum / Levlellezî beynena ve beyneküm mine'l-ahdi ledarabtü u'nukıke! " dedi.

Fenhas da, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a gelip Ebûbekir'i (radıyallahü anh) şikâyet ve söylediklerim inkâr etti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Bu rivâyete göre, söyleyen bir kişi (Fenhas) olduğu hâlde âyette çoğul kipinin kullanılması, orada hazır bulunan diğer Yahudilerin de onun sözüne rızâ gösterdikleri içindir.

Elbette o Yah udinin söylediği söz, Allahü teâlâ'ya gizli kalmadı ve ona yeterli bir azap hazırladı. O sözün Allahü teâlâ tarafından işitildiğinin belirtilmesi, bize şunu anlatır:

Bu söz o kadar şeni ve çirkindir ki, bu tür çirkin sözlerin sahiplen onun hiç kimse tarafından duyulmasını istemezler. Âyette yeminle yapılan tekid, tehdidde teşdid ve ceza vaîdinde mübalâğa içindir.

B- "Onların söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere katlettiklerim yazacağız."

Onların söylediklerini, o büyük şenaati;

- hafaza meleklerinin sahifeler (sahâif) ine yazacağız;

- ya da onların söylediklerini ilmimizde muhafaza edeceğiz, tesbit edeceğiz;

- onu asla unutmayacağız ve ihmal etmeyeceğiz. Tıpkı yazılan bir şeyin sabit kalması gibi.

"Senektübü / yazacağız" fiilinin başındaki gelecek mânâsını veren "sin veya s harfi "ayni zamanda tekid ifâde eder. Yani o söyledikleri sözün yazımı ve isbatı Bizim nazarımızdan asla kaçmayacaktır. Çünkü:

- bu son derece ağır ve korkunç bir sözdür;

- bu söz, hem Allahü teâlâ'yı inkârdır, hem de Kur’ân-ı Azîm ve Resûl-i Kerîm ile istihzadır.

İşte bundan dolayıdır ki, buna atıf olarak "ve Peygamberleri haksız yere katlettikleri" buyrulmuştur. Bu ifâde iki günahın, büyüklükte kardeş olduklarını, bunun ilk cürümleri olmadığını, evvehyatları bulunduğunu ve Peygamberleri öldürmeye cür'et edenlerin bu gibi büyük cürümleri işlemelerinin yadırganamıyacağını belirtir. Onların Peygamberleri öldürmelerinden maksad, Peygamberleri öldüren atalarının bu fiillerine rızâ göstermeleridir. Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, bu cinayetlerin hakikatte haksız olduğu gibi, kendi inançlarına göre de haksız olduğunu bildirir.

C- "Ve diyeceğiz ki :

"- Haydi tadın ateş azabını !"

Biz, onların söylediklerini dünyada yazdıktan sonra âhirette de onlara:

"Sız dünyada Müslümanlara üzüntü ve keder (gussa- gusas) tattırdığınız gibi, şimdi siz de şu yakıcı azabı tadın / Zuukuu'l-a'zabe'l-muhııka kema ezaktümü'l-Müslimîne'l-ğusas!" diyeceğiz.

Bu İlâhî ifâde, onların feci akıbetini apaçık anlatır.

182

"İşte bu ellerinizle takdim, ettiklerinizdir. Allah, kullar için asla zulmedici değildir."

O büyük ve korkunç azab, Peygamberleri haksız yere öldürmeniz, o büyük sözü söylemeniz ve diğer günahlarınız sebebiyledir.

Nefis yerine ellerin zikredilmesinin sebebi insanın, fiillerinin çoğunu elleriyle yapmasındandır.

Son cümle arızî (itîrazî) olup mâkabknin mefhûmunu açıklamaktadır. Yani zaten Allahü teâlâ, kullar günah işlemeden onlara azap edecek değilıdır.

Ehl-i Sünnet itikadına göre, Allahü teâlâ' (bütün yaratıkların mutlak mutasarrıfı olmasından dolayı) günahsız bile olsa da kullarına azab edebilir. Bu, büyük zulüm olmak şöyle dursun zulüm de sayılmaz. Bunun aksinin ifâde edilmesi Allahü teâlâ'nın zulümden son derece münezzeh olduğunu beyân etmek içindir. Nitekim sevapların mükâfatlarının verilmemesi de, sevapların zayi edilmesi olarak ifâde edilmektedir. Oysa sevaplar, zorunlu olarak mükâfat gerektirmez. Mükâfat verilmemesi de, amellerin zayi edilmiş olması anlamına gelmez.

Mübalağa kipi ile "zallam" (çokça zulmedici) kelimesinin kullanılması, günahsız olarak azap etmenin ağır bir zulüm olduğunu bildirmek suretiyle Allahü teâlâ'yı tenzih anlamını tekid içindir.

Bir görüşe göre de, zallam mübalağa kipinin kullanılması, kullar kelimesinin çoğul mânâsına riâyet içindir. Nitekim "filan adam kölesi için zalimdir" ve "filan adam köleleri için zallam"dır; denir. Yani bu mübalağa, keyfiyet, için değil, kemiyet içindir.

183

"Onlar şöyle demişlerdi:

"- Allah, bize ahid verdi; bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe biz hiçbir Resule îmân etmeyeceğiz."

(Resûlüm) de ki:

"- Benden önce de size beyyineler (açık mucizeler) ve o dediğiniz şeyle Peygamberler gelmişti. Sözlerinizde sâdıklar iseniz neden onları katlettiniz?"

A- "Onlar şöyle demişlerdi (Ellezîne kaalû):

"- Allah, bize ahid verdi ; bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe biz hiçbir Resule îmân etmeyeceğiz."

Bunu söyleyenler, Kâ'b b. Eşref, Mâlik b. Sayfî, Huyey b. Ahtab, Fenhas b. Âzûrâ ve Vehb b. Yalıuzâ adlarındaki Yahudi âlimleri idi. Bunlar, Benî İsrail Peygamberlerinde görüldüğü gibi, Tevrat'da da kendilerine böyle emredildiğini söylediler. Nitekim İsrail kavmi içinde bir kurban sunuluyordu ve Peygamberleri de ayağa kalkıp duâ ediyordu. İşte o anda gökten bir ateş inip o kurbanı yiyordu, yani onu yakıp kül hâline getiriyordu.

İşte bu, o Yahudi âlimlerinin iftira ve bâtıl iddiâlarındandır. Zira o devirde ateşin kurbanı yakması, bir mucize olduğu için imânı gerektiriyordu. Bu itibârla o hâdise ile diğer mucizeler arasında bir fark yoktur. O hâlde niçin îman etmediler.?

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Benden önce de size beyyineler (açık mucizeler) ve o dediğiniz şeyle Peygamberler gelmişti. Sözlerinizde sâdıklar iseniz neden onları katlettiniz ?"

Ey Resûlüm! Sen de onları hüccetle susturmak ve yalanlarını ortaya koymak üzere onlara de ki:

"- Benden önce de size nice Peygamberler, apaçık beyyineler ve dediğiniz gibi ateşin yediği kurban mucizesi getirmişlerdi. O hâlde sizin istediğiniz mucizeyi getiren Peygambere îmân edeceğiniz sözünde doğru iseniz, Zekeriyya, Yahya ve diğer peygamberler (aleyhisselâm), sizin istediğiniz mucizenin yanı sıra birçok mucizeler getirdiler. Öyleyse niçin onlara îmân etmediniz; hattâ onları katle cür'et ettiniz?"

184

"(Resûlüm) eğer onlar seni tekzib ederlerse (üzülme) ! Senden önce de Peygamberler tekzib edildi. Onlar beyyineler, kutsal sayfalar (zebur- zübür) ve aydınlatıcı (münîr) bir Kitab getirmişlerdi."

Bu âyet-i kerîmede açıkça görüldüğü gibi Resûlüllah, teselli edilmektedir.

"Eğer onlar seni tekzib ederlerse (üzülme)!" cümlesi, mukadder şart cevabının illetidir. Bunun anlamı şudur:

"- Resûlüm, eğer seni yalanlıyorlarsa, üzülme; çünkü senden önce o açık mucizeleri getiren peygamberleri de yalanlanmışlardı."

"Zebur" kelimesi, aslında güzelleştirilmiş şey demektir. Buradaki anlamı, içinde bir çok hüküm bulunan kitabtır.

Diğer bir görüşe göre ise zebur, menetmek fakat burada öğütler ve zecirler (zorlamalar) anlamındadır.

"el-Kitabi'l-münîr / Aydınlatıcı Kitab", bir görüşe göre, Tevrat, İncil ve Zebur'dur.

el-Kitabın, Kur’ân örfünde, tazammun ettiği mânâ, şeriat ve bir takım hükümleri içeren sahıfelerdir. İşte bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm'in birçok yerinde "el-kitab" ve "el-hikmet" eş anlamlı olarak kullanılır.

185

"Her nefis ölümü tadacaktır. Ve hiç şüphesiz kıyamet günü size ecirleriniz tamamiyle ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o, kesinlikle kurtulmuştur. Dünya hayâtı geçici bir aldanmadan başka bir şey değildir."

A- "Her nefis ölümü tadacaktır."

Bu kelâm, hakkı tasdik edenler için mükâfat va'dı, tekzib edenler için de azab vaididir.

B- "Ve hiç şüphesiz kıyamet günü size ecirleriniz tamamiyle ödenecektir "

Mezarlarınızdan kalkacağınız gün amellerinizin karşılığı elbette tastamam size ödenecektir. "Veffa- yüveffi" kökünden gelen "tüveffûne / size tam olarak ödenir" fiilinin de işaret ettiği gibi, ecirlerin bir kısmı kıyametten önce kendilerine ulaşacaktır. Nitekim Peygamber bir hadisinde buyuruyor ki:

"Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da ateş çukurlarından bir çukurdur."

C- "Kim ateşten uzaldaştırılır ve cennete sokulursa o, kesinlikle kurtulmuştur."

O gün kim ateşten uzaldaştırılırsa kurtulmuş (fevz ü necat bulmuş) muradına ermiş olur.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, ateşten uzaklaştırılıp cennete idhal edilmek istiyorsa, ölüm kendisine gelinceye kadar, Allah'a ve âhiret gününe olan îmânı devam etmek ve kendisine karşı yapılmasını arzu ettiği şeyleri insanlara karşı yapmayı sürdürmelidir / Men ehabbe en yüzahziha a'ni'n-nâri ve yüdhale'l-cennete feltüdrikhü meniyyetühu vehüve yü'min billahi ve'l-yevmi'l-âhıiri ve ye'tı ıla'n-nâsi bima yehubbü en yü'tâ ileyhi."

Ç- "Dünya hayâtı geçici bir aldanmadan başka bir şey değildir."

Dünya hayâtı, bir alım-satımda müşterinin aldatıldığı metaa benzetilmiştir. Bu, dünya hayâtını âhiret hayâtına tercih edenler içindir. Oysa dünya hayâtı, âhıret hayâtını kazanmaya çalışanlar için, matluba ulaşmaya yarayan iyi bir vâsıtadır.

186

"Andolsun ki hem mallarınızda hem de canlarınızda muhakkak imtihana çekileceksiniz. Andolsun ki sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden ve müşriklerden bir çok ezâ verici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, şüphesiz işlerin en değerlisidır."

A- "Andolsun ki hem mallarınızda hem de canlarınızda muhakkak imtihana çekileceksiniz."

Bundan önce, kâfirlerden vaki olan üzücü hâdiselerden dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmişti. Şimdi burada da, Resûlüllah ile mü'minler, ileride kâfirlerden görecekleri üzücü muameleler için önceden teselli ediliyorlar ki ileride olabilecek sıkıntılara kendilerini akştırsınlar, onları karşılamaya hazırlıklı olsunlar ve vuku bulduklarında onları sabır ve sebat ile karşılasınlar. Çünkü korkunç hâdiselerin aniden saldırması, vasıflı erlerin bile ayaklarını kaydırır. Üzücü hâdiselere hazırlıklı olmak ise, onların tesirini azaltır.

"Ibtilâ", imtihan, sınam, deneme anlamındadır. Bu mânâ, elbette ancak işlerin akıbetlerini bilmeyenler için düşünülebilir. Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar olan) Allahü teâlâ hakkında ise mecazî anlamda kullanılmaktadır.

"- Allah'a yemin olsun ki siz, imtihana çekilen bir kimse gibi muameleye tâbi tutulacaksınız ki bu suretle hakta ve güzel amellerde sebatınız ortaya çıksın."

Bu tekidin faydası:

- ya hâdiselerin tesirini azaltmak,

- ya da o hâdiselere hazırlıklı olmaya ziyadesiyle teşvik etmektir.

Maldaki imtihan, onun yok olmasına sebep olan çeşitli âfetlerdir. Malın her hangi bir hayır yolunda infakının, harcanmasının, imtihan konusunda düşünülmesi uygun değildir. Çünkü o, malı telef etmek değil, fakat kat kat artırmaktır.

Canlardaki imtihan da, öldürülmek, esir alınmak ve başa gelen çeşitli meşakkatler, korkulu haller ve sıkıntılardır.

Âyette önce mal zikredilmiştir. Çünkü malın yok olması, daha çok vakıî olmaktadır.

B- "Andolsun ki Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden ve müşriklerden bir çok eza verici sözler işiteceksiniz."

"Min kabkküm / Sizden önce", size Kur’ân verilmeden önce demektir, Kendilerine Kitab verilenler de Yahudilerle Hıristiyanlardır. Bu şekilde ifâde edilmeleri, onların ayrılığının ana sebebini zımnen bildirmek ve onlardan işittikleri ağır sözlerin bir kısmının, kendi bâtıl iddialarına göre kitablarına müstenid olduğunu bekitmek içindir. Nitekim:

"Allah bize ahid verdi; bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe biz hiçbir Resule îmân etmeyeceğiz." (Al-ı Imrân 3/183)

Mealdeki âyet de buna delildir.

Âyette sarahaten "min kabliküm / sizden önce" buyrulması, onların düşmanlık ve hakka muhalefet sebebini zımnen bildirmek ve ana sebebi takviye etmek içindir. Çünkü onların kıtablarının daha önce nazil olması, kendilerince ona bağlı kalmalarını gerktirmektedir.

Siz Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve müşriklerden:

-bu hak dini ve şer-i şerif hükümlerini tenkid ve kötüleme;

-inanmak isteyenlere engel olma;

-inanmış olanları yanılgıya düşme ile suçlama gibi bir çok gerçek dışı söylem ve eylemler;

Kâ'b b. Eşref ve benzerlerinden de,

-mü'minleri yerme (hicvetme),

-müşrikleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a karşı kışkırtma gibi hayırsız, zararlı ve ağır sözler mutlaka görecek ve işiteceksiniz.

C- "Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, şüphesiz işlerin en değerlısidir."

Eğer o sıkıntılar ve belâlar geldiklerinde:

- onları güzelce karşılarsanız,

- onlara sabırla katlanırsanız,

- mâsiva (Allah'dan başka her şey) dan yüz çevirip kendinizi tamamiyle Allah'a verirseniz,

- öyle ki sizin için sevdiklerinize ulaşmakla sevmediklerinizle karşılaşmak arasında fark olmazsa;

işte sabır ve takva ile eriştiğiniz bu yüksek mertebe, herkesin azmetmesi gereken en değerli iştir. Çünkü meziyet ve şerefin kemâli bundadır.

Bu sabır ve takva, Allahü teâlâ'nın azmettirdiği, emir buyurduğu, önem verdiği bir iştir.

Hulâsa,  yukarıda zikredilenler, Allahü teâlâ'nın azimlerinden olup onlara sabır göstermeniz ve muhalif hareketlerden sakınmanız gerekir.

"Fe inne zâkke min a'zmii-umûr / işte bu, şüphesiz işlerin azmedilenidir" cümlesi, aslında şart cevabının illeti olup cevabın yerine geçmiştir.

Bunun anlamı şudur:

-Sabır ve takva gösterirseniz sizin için bu daha hayırlıdır; -Bu söylenenleri yapın;

-Bu söylenenleri yaparsanız güzel yapmış ve isabet etmiş olursunuz. Çünkü bu, şüphesiz işlerin en değerlisidir.

"Fe inne zâkke / işte bu" işareti., muhatapların sabır ve takvasını gösteriyor da olabilir. Bu takdirde cümle, şartın cevabi olur.

Sabır ve takva emrinin şart şeklinde ifâde edilmesi (eğer sabrederseniz...), Allahü teâlâ'nın kullarına olan büyük lütfunun apaçık ifadesidir.

187

"Hani Allah, kendilerine Kitab verilenlerden mîsak (kesin söz) almıştı:

"- Onu muhakkak insanlara açıklayacaksınız ve ondan hiçbir şeyi saklamayacaksınız."

Onlar ise onu arkalarına attılar ve az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında dünyalıklar iştira ettiler. Satın aldıkları şey ne kötü!"

A- "Hanı Allah, kendilerine Kitab verilenlerden misak almıştı :

"- Onu muhakkak insanlara açıklayacaksınız ve ondan hiçbir şeyi saklamayacaksınız."

Bu istinafı kelâm, kendilerine kitab verilenlerin mü'minlere yaptıkları bazı eziyetleri beyân etmek üzere zikredilmiştir. Bu da onların, kendi kitablarında yazılı hakikatleri gizlemeleri, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini gösteren delil ve belgeleri ketmetmeleridir.

Bu âyetin başında yalnız peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e mahsus olan emir fiili mukadderdir. Bundan önceki hitab, hem Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e, hem de mü'minlere şâmil iken, burada hitab, umumdan tecrid ile yalnız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e tevcih edilmiştir. Çünkü bu emrin konusu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e mahsus vazifelerdendir.

Âyetin başında mukadder olan hatırlatma emrinin, bizzat ınaksûd olan hâdiselere değil de, vakte tevcih edilmesi "Ve iz.. / hani, hatırla o zamanı ki.." buyrulması, anlatma gereğini kuvvetle ifâde etmek içindir. Nitekim Bakara 2/30. âyetin tefsirinde izahı geçti. Bu, şu demektir:

"- Ey Resûlüm! Hatırla o zamanı ki, Allahü teâlâ, kendilerine Kitab verilen Yahudi ve Hıristiyanlardan kesin söz almıştı. O kitabın içindeki bütün hükümleri, gelecekle ilgili, haberleri ve ezcümle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili haberleri -ki bu anlatımdan asıl maksat da odur- mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz!"

Yahudi ve Hıristiyanların, kendilerine Kitab verilenler olarak tavsif edilmeleri hâllerini daha fazla takbih içindir.

Açıklama emrinden sonra gizlememe nehyinin olması;

- ya emredilen şeyin gerekliliğini kuvvetlendirmek içindir;

- ya da emredilen açıklamadan maksad, Peygamberimiz'in nübüvvetini bildiren âyetlerin anlatılmasıdır.

- Nehyedilen gizlemeden maksat da, bâtıl teviller ve haksız şüpheler ortaya atmaktır.

B- "Onlar ise onu arkalarına attılar..."

Onlar, çeşitli tekidlerle kendilerinden alınmış olan kesin sözü arkalarına ativerdiler; onu hiç gözetmediler ve ona asla iltifat etmediler. Bilindıği gibi bir seyi arkaya atmak, onu hiç önemsememek ve ondan tamamaıyla yüz çevirmek anlamında temsilî bir ifâdedir. Nasıl ki, bir şeyi göz önüne almak da, ona son derece ligi göstermek demektir.

Bu ilâhî kelâm, bize şu hakikati açıkça bildirir:

1- Din alimlerinin hakkı açıklamaları ve kendilerine lütfedilmiş ilmi herkese anlatmaları kesin vazifeleridir.

2- Bu bilgileri dinen geçersiz her hangi bir gaye veya bu geçici dünyanın her hangi bir menfaati için gizlemeleri haramdır.

3- Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, ilmi ehlinden gizlerse, ateşten bir gemle gemlenir / Men keteme ilmen a'n ehlihı ülcemü bilecami min-nâr."

Rivâyete göre Tabiînden Tavus, Vehb b. Münebbih'e şöyle demiştir:

"- Ben öyle görüyorum kı, Allahü teâlâ, bu kitablar yüzünden sana azab edecektir. Vallahi, sen peygamber bile olsaydın, şimdi yaptığın gibi ilmi gizlersen, bana göre Allah şüphesiz sana azab eder."

Yine rivâyete göre Tabiînden Muhammed b. Kâ'b el-Kurazr de şöyle demiştir:

"- Ulemâdan hiçbirine, bildiğim söylemeyip sükût etmesi helâl değildir. Yine bir cahilin bilmediklerini sormayıp sükût etmesi de kendisine helâl değildir."

Rivâyete göre Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

"- İlim ehli bildiklerini öğretmezlerse, Allah cehil ehlini değil, ilim ehlinı sorumlu tutar."

C- "...Ve az bir bedel (semen-i kalil) karşılığında dünyalıklar iştira ettiler."

Onlar, açıklamakla emr ve gizlemekten nehyolundukları o kitab ile pek değersiz dünyalıklar, dünyevî imkânlar ve arzular satın aldılar.

Asıl maksad, onların, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin delillerinı ihtiva eden kitabın bir kısmını gizlemeleri olduğu hâlde, kitabın bütünüyle dünyalık satın aldıkları ifâde edikiliştir. Çünkü bu, kitabın tamamını gizlemekten farklı değildir. Zira o kitab ancak bununla tamam olmaktadır. Nitekim namazın bazı rükünlerini terk etmek, namazın tamamını terketmek olur yahut o kitabın bir kısmını gizlemek, tamamını gizlemek gibidir. İkisi de aynı derecede şenidir ve ilâhî azabı mûcibtir. Nitekim bir âyette meâien şöyle buyurulur:

"Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun." (Mâide 5/67)

Bu âyette iştira etmek, satın almak, istiare yoluyla, hakikatleri gizlemeyi dünya metaına değişmek yerinde kullanılmıştır. Yani emrolundukları şeyi terk ettiler ve ona bedel olarak, dünya meramdan ve geçici zevklerinden pek önemsiz şeyler aldılar.

Bu muamelenin,

- muavaza akdi (alım-satım gibi karşılıklı ivaz öngürülen bir akid) olarak özellikle de iştira (satın alma) ile tasvir edilmesi (ki satın almada, alınan şeye rağbet, satılan şeyden de yüz çevirme anlamı vardır);

- akdin esaslı bir unsuru olan satın alınan şeye de semen denmesi (ki aslında semen, mebiin bedelidir);

- Kitabın yerini tutan "bihi" zamirine "b" harfinin dahil olması;

bu İlâhî kelâmın edebî mükemmeliyetini ve onların hâllerinin de son derece şenî ve çirkin olduğunu gösterir.

Zira onlar, değersiz olan şeyi, değeri son derece yüksek olan şeye tercih etmişler ve işi de tersine çevirip asıl maksadı vesile, vesileyi de maksad yapmışlardır. Bu eşsiz edebî ifâde ve mükemmeliyet, Kur’ân'ın yüce şânının ve yüksek edebiyatının bariz bir göstergesidir.

Ç- "Satın aldıkları şey ne kötü !"

Onların satın aldıkları bedel, ne de kötü bir şeydir!

188

"O getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları ile övülmeyi sevenleri (kurtulacaktır) sanma! Onların azabtan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azab vardır."

A- "O getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları ile övülmeyi sevenleri (kurtulacaktır) sanma."

Bu hitab Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahut hitaba ehil olan herkes içindir.

Ubeyy b. Kâ'b kıraetıne göre, âyetteki "etev" kelimesf'fealû / ettiler" şeklinde okunmuştur. Bu da, kelimenin (geldiler değil) "ettiler" anlamında olduğuna delâlet eder.

Bir kıra ete göre de, anılan kelime "âtev / verdiler, bir diğer kırâete göre de "ütû / verildiler" olarak okunmuştur. Bu takdirde anlam:

"Sanma ki, kendilerine Tevrat'tan verilen bilgilere sevinenler..." olur.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bunlar bir takım Yahudîlerdi ki, Tevrat'ı tahrif etmişler, buna sevinmişler ve üstelik diyanet ve faziletle vasfedilmek istemişlerdi / Hümü'l-yahûdü harafû't-tevrate ve ferihû bizâkke ve ühıibbû en yüvessafû bi'd-dıyâneti ve'l-fadl)"

Rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah Tevrat'ta bulunan bir şeyi Yahudilere sormuş, onlar ise hakkı gizlemişler, onun yerine gerçek olmayan bir bilgi vermişler, bir de sûret-i haktan görünüp övülmelerini istemişler, yaptıklarına da sevinmişlerdi.

Bir kavle göre de, Yahudiler:

- Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini açıkça bildiren Tevrat âyetlerini gizlediklerine sevinmişler ve

- İbrâhîm (aleyhisselâm) dinine bağlı olmakla övülmelerini istemişlerdi.

Bu anlatılanlar, ya sözü geçen Yahudîlerdir, ya da onların ileri gelenleridir. Bundan önce Yahudilerin yaptıkları çirkin hareketler açıklandıktan sonra bu cümlede de, onların mûcib olduğu uhrevî azab dile getirilmekte ve buna ilâve olarak yine onların bazı kötülüklerine işaret edilmektedir.

- Onlar, o çirkin davranışlarında ısrar etmişler;

- yaptıklarına sevinmişler;

- kendilerinde bulunmayan güzel vasıflarla övülmek istemişlerdir.

Bu cümlenin ifâde tarzı, onların bu çirkin sıfatlarla şöhret bulduklarını zımnen bildirir niteliktedir.

Bir görüşe göre de bu âyette anlatılanlar, savaşa katılmayan ve sonra,

"- Biz maslahatı, bu savaşa katılmamakta bulduk." diye özür dileyip bununla övülmek isteyen bir kavim idi.

Son bir görüşe göre ise bunlar, bütün münafıklardır. Âyetin bütününe "ve yuhiibbûne en yuhmedû bima lem yef a'lû / ve yapmadıkları ile övülmeyi sevenler..." cümlesine en uygun düşen mânâ da budur.

Çünkü münafıklar:

- kalben küfre bağlı oldukları hâlde görünüşte mü'min olduklarına sevinmek;

- gerçek îmândan uzak oldukları hâlde Müslümanlar nezdınde îmânla vasıflandırılmalarını istemek;

- mü'minlerin en büyük düşmanları oldukları hâlde onlara muhabbet göstermekle meşhur idiler.

Şu hâlde âyette kastedilenler, Yahudilerden daha önce zikredilenlerden belli bir cemaat ıdı. Münafıkların çoğu da zaten Yahudilerden idi.

Bununla beraber en iyi tefsir bu âyete,

- bir iyilik yapıp da buna, gurura kapılırcasına sevinen;

- kendilerinde bulunmayan faziletlerle övülmeyi isteyen ve

- öncekide yukarda bahsi geçen insanları da kapsayan genel bir anlam vermektir.

B- "Onların azabtan kurtulacaklarını da sanma !"

Âyetteki ikinci "felâ tahsebenne — sanma" fiili, birincinin tekididir. Bu ıkı fiil de, bir kırâete göre, çoğul kipi ile okunmuştur. Buna göre hitap mü'minleri kapsar.

Yine, anılan iki fiil, bir kırâete göre gaybet kipi ile de okunmuştur. Buna göre,

"- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sanmasın; "

"- ya da sanması akla gelen herkes sanmasın!" demek olur.

Âyette, va'dedilen cezadan önce o cezadan kurtulmayı sanmanın nehyedilmesi, o münafıkların zayıf görüşlerinin bâtıl olduğuna dikkat çekmek ve boş umutlarını kesmek içindir. Nitekim onlar, yaptıkları iki yüzlülükle:

- hem dünyevî muahezeden kurtulduklarını,

- hem de âhiret azabından da kurtulacaklarını iddia ediyorlardı. Sevinmeleri de bundan dolayı idi.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in söz konusu zandan nehyedilmesi, onların zanlarına tarizdir; yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ka böyle sanmasının muhtemel olduğu için değildir.

C- "Onlar için can yakıcı bir azab vardır."

Bundan, önce onların mutlak olarak azabtan kurtulamayacaklarına işaret edildikten sonra bu cümle ile de, onlar için, müddeti ve şiddeti nihayetsiz özel bir azab olduğu belirtilmektedir.

189

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye kaadirdir."

A- "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır."

Göklerle yerin ve bu ikisinde bulunan bütün varlıkların kaahir sultanı yalnız Allahü teâlâ'dır. O, icad ile idam, ihya ile ımâte, ta'zib ile mükâfatlandırma itibariyle varlık alanında dilediği gibi tasarruf eder. Bu tasarrufta başkasının hiçbir şekilde müdâhale şaibesi yoktur.

B- "Allah, her şeye kaadirdir."

Bu ifâde, gökler ile yer olarak ifâde edilen cismanî âlem hükümranlığının Allah Teâla'ya mahsus olduğunu açıklar. Hiçbir şey dışarıda kalmamak üzere Allah'ın her şeye kaadir olması, baştan başa bütün mâsivanın (Allah'tan başka her şeyin) Allahü teâlâ'nın kudreti dahilinde olması demektir. Ve bunun zorunlu neticesi olarak:

- göklerle yerin hükümranlığı bütünüyle Allah'a (celle celâlühü) mahsustur;

- hiçbir varlık O'nun kudret ve hükümranlığına ortak değildir.

Âyetin bu cümlesi, daha önceki âyette bahsi geçen insanlar için elem verici bir azab olduğu ve o azabtan kurtulamayacakları gerçeğim de açıklar. (.)

Bu cümlede zamir makamında ism-i celikn (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak ve hükmün ana illetini bildirmek içindir. Zira kudretin bütün eşyaya şâmil olması, ulûhiyet hükümlerindendir.

190

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaradılış (halk)ında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde (ihtilâfında) akıl sâhiblerı (ülü'l-elbâb) için âyetler vardır."

Bu istinafı cümle, daha önce ifâde edilen, kahir kuvvet ve tam kudretin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu gerçeğini daha da açıklamak üzere zikredilmektedir. Cümlenin "inne / şüphesiz" tekid harfi ile başlaması, mazmunun teshiline pek fazla önem verildiği içindir.

Göklerin, zât ve sıfat olarak bu şekilde, akılların en basit taraflarını bile anlamaktan hayrete düştüğü bir acayiblikde,

- yerin de zât ve sıfat olarak bu hârikalıkta yaratılmasnda;

- gece ile gündüzün birbiri ardınca dünyada oluşmasında;

- göklerin hareketler (harekâti's-semâvat)inde ve yerin duruşunda (konumunda),

- Güneşin doğuşunda ve batışında,

- senenin çeşitli zamanlarında bize yakınlığma ve uzaklığına bağlı olarak, gece ile gündüzün, uzayıp kısalmasında;

- mekânlara göre gece ile gündüzün değişmesinde bizim için elbette alınacak ibretler vardır.

Kuzey kutbuna yalan bölgelerde yaz günleri, bu kutubtan uzak olan bölgelerin yaz günlerinden daha uzun ve yaz geceleri de kutuptan uzak bölgelerin yaz gecelerinden daha kısa olur.

Ya da gece ile gündüzün değişmesi, kendi varlıkları itibâriyledir. Çünkü yerin yuvarlak olması, bazı yerlerde gece ve onun karşısında kalan yerlerde de gündüz, bazı yerlerde sabah, bazı yerlerde de öğle veya ikindi veya başka bir vakit olmasını gerektirir.

Önce gecenin zikredilmesi,

- ya gece asıl olduğu içindir; çünkü (kamerî) ay başları, geceden tesbıt edilir;

- ya da gece ile gündüzün birbirinin yerine geçmesinde gece, gündüze tekaddünı eder. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

"Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz." (Yasın 36/37) Yani geceyi gündüzden ayırırız; böylece gündüz gecenin yerine geçmiş olur.

İste bütün bunların yaradılışında akliselim sahibleri için birçok büyük kevnî âyetler vardır. Bu âyetlerin kemiyet ve keyfiyeti her türlü beyânın üstündedir. Bunlar, Allahü teâlâ'nın işlerinin ne kadar hârika ve acayib olduğunu gösterir. Daha önce de geçtiği, gibi, bütün bir kâinatta hükümranlık ve tam kudret Allah (celle celâlühü) a mahsustur.

Bakara (2) sûresinin 164. âyetinde söz konusu olan:

- gemilerin denizde yüzdürülmesi,

- yağmurların yağdırılması ve

- rüzgârlarla bulutların yönlendirilmesi bu âyette zikredilmemiştır. Çünkü burada maksad, hükümranlık ve kudrette Allahü teâlâ'nın istibdadıdını vurgulamaktır. Bundan dolayı burada buna delâlet eden en büyük kanı darla yetinilmiştir.

Bakara 2/164. âyette, ulûhıyetin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu zımnında geniş rahmet ile muttasif olduğu beyânı da vardır. Bunun için orada lütuf ve rahmet delilleri de, tevhid delilleri meyaninda zikredilmiştir. Zira orada belirtilen hususlar, Allahü teâlâ'nın ulûhiyet ve birliğinin delilleri olduğu gibi, O'nun rahmetinin de delilleridir.

Ülü'l-elbâb (akl-i selim sahibleri)dan murad:

- his ve vehim şaibelerinden arınmış,

- nefsanî alâkalardan sıyrılmış,

- zulmet engellerinden kurtulmuş olan;

- hakikatlerin mâhiyetlerini ve sıfatların hükümlerini,

- kâinatın ahvâlini ve gayb (ruhlar) âleminin sırlarını,

- kâinatın yaratıcısı ve hükümdarı Allah'ın son derece garib ve mükemmel işlerini derin derin düşünen;

- dahilde ve hariçte yaratılmış olan hârika İlâhî nizâmı anlamak için kafa yoran;

- ibret almak ve delil bulmak gözüyle bu âleme bakan;

- her varlıkta Hak sırrının hakikatini araştıran;

- devamlı Allahü teâlâ'yi tefekkür ve zikreden;

- Allah (celle celâlühü) tan başkasına hiç iltifat etmeyen;

- Allah (celle celâlühü) tan başkasına, ancak O'nun cemâlini müşahade etmenin aynası ve kemâl sıfatlarını mülâhaza etmenin vâsıtası olması cihetiyle bakan kullardır.

Çünkü:

1- İcad, yaratma ve örneksiz olarak yoktan var etme sahnesinde görülen bütün varlıklar, tevhid âlemine giden dümdüz birer yoldur;

2- Mecid (Şanlı) Yaradanı gösteren birer kuvvetli delildir;

3- Her varlık O'nun kudret delillerinin nâtıkıdır.

- Yok mu bu kâinattaki haykırışları duyup dinleyecek?

- Yok mu evrenin ilim ve hikmet haberlerini insanlığa duyuracak?

- Yok mu insanlara akılları nisbetinde hakikatleri anlatıp sorularına uygun cevaplar vererek hakka davet edecek?

Bu kâinat kitabı,

- bir yandan en vazıh ibarelerle sizinle konuşur, muhavere eder;

- bir yandan da en lâtif (ince, hoş) işaretlerle hakikatleri açıklar.

Böylece muhaverede muhatablarm ıbhamları (kapalı olarak ifâde ettikleri müşkülleri) ve tasrihleri de gözetikr. Nitekim şöyle buyrulur:

"Allah'ı hamd (övgü) ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; ne var ki sız, onların tesbihini anlamazsınız." (Isrâ 17/44)

İmdi kâinatın bu akıl almaz ahvâlini ve esrarını tefekkür eyle! Şüphesiz bunlarda basiret sahipleri için gerçekten ibretler vardır.

Rivâyete göre Âişe (radıyallahü anha) diyor ki:

"- Bir gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana:

"-- Ya Âişe! Bu gece Rabbıme ibâdet için bana izin verir misin?" dedi. Ben de:

Ya Resûlallah! Hiç şüphesiz ben sana yakın olmayı severim (leühkbbü kurbeke); senin arzularını da severim, (ve ühdbbü hevâke); ben sana izin verdim kad ezmtü lek)" dedim.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) evde bulunan hır su kırbasına yanaştı ve tazla su dökmeden az bir su ile abdest aldı. Sonra namaza durup Kur’ân okudu ve ağlamaya başladı. Öyle ki, akan gözyaşları iki taraftan dudaklarına kadar indi. Sonra oturup Allahü teâlâ'ya hamd ü sena etti ve yine ağlamaya başladı. Sonra ellerini kaldırdı ve o kadar ağladı ki, baktim, akan gözyaşları önündeki yeri ıslatmış. Sonra Bilâl, sabah namazını bildirmek üzere gelip de, Resûlüllah in ağladığını görünce, ona:

Ya Resûlallah! Sen de mi ağlıyorsun? Oysa Allahü teâlâ, senin geçmiş ve gelecek günahlarını da bağışladı." dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah

"- Ya Bilâl! Ben, Rabbime çokça şükreden bir kul olmayayım mı ?" buyurdu. 6

6 Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecıid-i Sarih Tercemesi Ve Şerhi, Diyanet İşlen Başkanlığı Yayınları, Ankara 1968, İkinci Baskı, Cilt: 4, Sayfa: 51 de Muğîre b. Şu'be (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edilen buna benzer şu hadis vardır: "Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmak için iki ayağı, yahut iki baldırı şişene kadar ayakta dururdu. Kendisine Âişe (radıyallahü anha) tarafından:

Resûlallah! Allah, senin işlenmiş ve işlenmesi farzedilmiş günahlarını mağfiret etmiştir. İbadette niçin bu kadar meşakkat ihtiyar ediyorsunuz?" denildiğinde: "- Ben şükreder bir kul olmayayım mı ?" diye cevap vermiştir.

Sonra sözlerine şöyle devam etti:

Ben nasıl ağlamayayım ki, bu gece Allahü teâlâ bana şu âyeti indirdi:

"Şüphesiz, göklerin ve bu yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akıl sahibleri için âyetler vardır." (Al-i İmran 3/190)

Sonra şunu söyledi:

"- Bu âyeti okuyup da üzerinde tefekkür etmeyene yazıklar olsun !"

Bir Rivâyete göre de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Bu âyeti iki çenesi arasında çiğneyip de mânâsını düşünmeyen (teemmül etmeyen)lere yazıklar olsun!"

Ali (radıyallahü anh)den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir:

"Peygamberimiz geceleri ibâdet için kalkınca, misvak kullanırdı; sonra göklere bakıp:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında..." (Al-i İmran 3/190) meâlindeki âyeti okurdu."

191

"Onlar ayaktayken (kıyamen), otururken (kuuden) ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünür (tefekkür eder)ler. Ve şöyle derler:

"- Ey Rabb'ımız! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen Sübhansın (Seni tenzih ederiz), artık bizi ateş azabından koru!"

A- "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler."

O ald-i selim sâhibleri,

- söz konusu hâllerde Allah'ı zikrederler;

- ya da bu hâllerde Allah'ı zikredenler, "Ey Rabbimız! Sen bunu boşuna yaratmadın..." diye yakarışlarda bulunurlar.

Hangi tefsir olursa olsun, burada anlatılan o mutlu insanların vasıfları şunlardır:

1- Onlar bir an bile Allah'tan gaafil olmazlar;

2- Kalbleri Allahü teâlâ'nın zikriyle mutmaindir;

3- Kafaları da sürekli Allah'ı murakabe ile meşguldür. Çünkü onlar kesin olarak inanırlar ki:

Allahü teâlâ'dan başka her şey (mâsivâ) O'nun feyzinden vücut bulur ve yine ona döner.

Bundan dolayı bu âyetin sırrına mazhar olan bahtiyar kullar,

- kendi nefislerinde (enfüste) gördükleri bütün hâllerde mutlaka Allahü teâlâ'nın emrini görürler. "Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken..." ifâdesi buna işaret eder.

- âfakta (kendi nefisleri dışındaki varlıklarda) gördükleri hâllerde de yine Allah (celle celâlühü) ın emrini görürler.

Âyetin bundan sonraki kısmı da buna işaret eder.

Bu itibârla burada anlatılanlardan maksad, Allahü teâlâ'nın mutlak zikridir. Bu zikir, ister Allah (celle celâlühü) ın zâtının, ister sıfatlarının ve ister Sililerinin zikri olsun. Bu zikre dil ister iştirak etsin, ister etmesin.

Abdullah İbni Ömer, Urve b. Zübeyr ve bir cemaatten (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, onlar bir bayram günü evlerinden çıkıp namazgaha gitmişler ve orada Allahü teâlâ'yi zikre başlamışlar. O sırada bazı kimseler:

"- Allahü teâlâ, "Onlar, ayakta iken, otururken... Allah'ı zikrederler.." buyurmadı mı? demişler. Bunun üzerine ayağa kalkıp ayakta Allahü Teâla'yi zikre başlamışlar."

Ancak bu rivâyetten murad, âyeti bu şekilde tefsir ve anlamını böyle tesbıt etmek değil, fakat âyetin mânâsının bir yanını uygulamak ve ona muvafakatle teberrük etmektir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İmran b. Hasın (radıyallahü anh) hitaben:

"- Ayakta namaz kıl (Saile kaimen); eğer bunu yapamazsan (fe kileni testetk') oturarak namaz kıl (fekaaiden); eğer onu da yapamazsan (fe inlem testetk'), yan üzeri îmaen (işaretle) namaz kıl (fea'lâ cenbi îmâen)!" buyurduğuna dayanarak bu âyetteki zikri, belirtilen hâllerde mümkün mertebe namaz kılmak şeklinde anlamaya, nazm-i celilin sibak ve siyakı müsait değildir.

Zikir için bu üç hâlin zikredilmesinden murad, daha önce de belktıldiği gibi zikri bütün vakitlere tamim etmektir. Bu üç hâlin özellikle zikredilmesi, zikri bu hallere tahsis için değil, fakat insanlar, genellikle bu malum hâllerde bulundukları içindir.

B- "Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde düşünür ve şöyle derler :"

Bu cümle, yukarıda geçen "yezkürûnellâhe / Allah'ı zikrederler" cümlesine atıf olup onunla beraber, örnek mü'minlerin tarif edildiği cümlelere dahildir. Bundan önce örnek mü'minlerin, Allahü teâlâ'nın zâtına ilişkin mutlak tefekkürleri beyân edilmişti.

Burada da onların Allahü teâlâ'nın fiillerine ilişkin tefekkürleri beyân ve aynı zamanda bu düşüncelerle varılan neticeye, yani Peygamberlerin lisanları (elsınetü'r- rusül) ile ve mukaddes kitablarm âyetleri (âyatü'l-kitab) ile ifâde edilen âhiret ahvâline işaret edilir.

Enbiya lisanından anlatılanlarla mukaddes kitablarm âyetleri insanları,

- Allahü teâlâ'nın marifetine (ma'rifetih-i tea'lâ) ve,

- O'na itaatin gerekliliğine (Vücüb-i taa'tihi) hidâyet eden teşriî deliller olduğu gibi,

- mahlûkat da, insanları buna irşad eder.

Hulâsa,  vahyî deliller insanların dikkatini, kevnî (tabiat ile ilgili) delillere çeker ve onlardan kanıtlar göstermeye davet eder.

Bu âyet-i kerîme ile Kur’ân'ın bir çok yerinde zikredilen bu konudald âyetler insanları, kâinatı anlamaya, ondan deliller çıkarmaya çağırır.

Kevnî (tabiatle ilgil) deliller, vahyî delilleri teyid ve onların içeriğinin sıhhatine (sılıhat-i mazmûniha) ve mefhûmlarının hak (hakkıyet-i meknûniha) olduğuna delâlet eder. Zira hârikalarla dolu bu âlemi ve onda olup bitenleri derince düşünen kimse, Allahü teâlâ'nın,

- zâtı Vücûb (el-vücûbi'z-zatiyye / Allah'ın varlığının zarurî olması),

- zatî birlik (el - vahdeti'z - zatıyye)

- kaahir hükümranlık (el-mülki'l-kaahir),

- tam kudret (el-kudreti't-tâmme)

- kapsamlı ilim (el-ilmü'ş-şâmü),

- üstün hikmet (el-hıikmeti'l- bâliğa) ve

- diğer kemâl sıfatları (gayri zâlike min sıfâti'l-kemâl) ile muttasıf olduğu konusunda peygamberlerin ve mukaddes kitablarm bütün anlattıklarına kesinlikle inanır ve bu mahlûkları örneksiz ve kanunsuz (tarifesiz) olarak yoktan var etmeye muktedir olan bir kudretin,

- kıyamet günü onları yeniden eski hâllerine iade etmeye daha kolay muktedir olduğuna hükmeder.

Bütün bunları düşünen bir kimse sonuçta şu hükme varır:

Mahlûkaat ancak üstün bir İlâhî hikmete binaen yaratılmıştır. O hikmet de şudur: Mükelleflerin, amellerine bağlı olarak kazandıkları istihkaklara yani insanların, tefekkür etmeleri için yaratılmış olan hüccetlere, delillere, emarelere ve işaretlere bakışları nisbetinde oluşan ikmlerine, inançlarına ve bunların sonucu diğer amellerine göre hak ettikleri ceza ve mükâfatı görmeleridir.

Zira amel, yalnız bedenî değil, kalbî olanı da kapsar. Çünkü kalbin de, kakbın (bedenin) da kendilerine mahsus amelleri vardır. Hattâ kalbî amel, amellerin en üstünü (eşrefi)dir.

Kalbin bedenden daha üstün olması hükmüne bağlı olarak, onun ameli de bedenin amelinden daha üstündür. Bunun aksi nasıl olabilir kı, Allahü teâlâ'nın marifeti olmadan hiçbir amel olmaz. Zira birinci derecede kullara vâcib olan:

- Allah Teâla'yı bilmek (ma'rifet-i tealâ)tir.

- Yine, mahlûkların yaratılmasından asıl gaye, Allahü teâlâ'nın marifetidir. Nitekim Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur:

"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât 51/ 56)

Yani Beni bilsinler diye yarattım.

Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in şu hadisi de bu gerçeği açıklar: "Allahü teâlâ buyuruyor ki:

- Ben gizli bir hazineydim; sonra bilinmek istedim. Beni bilsinler diye mahlûkaatı yarattım

- Yakuulüllâhü tealâ:

- Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en ü'rafe fehalaktü'l-halka Uüiafe."

Ve Allahü teâlâ'yı bilmenin yolu da O'nun yukarıda anılan mahlûklarına ibretle bakıp tefekkür etmektir.

Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Beni Peygamber Yunus b. Metta'dan üstün tutmayın. Zira onun her gün Allah katına kaldırılan ameli, bütün yeryüzü sâkinlerinin amelleri kadar idi / Lâ tüfaddalûnî a'lâ yûnisebni meta feinnehu kâne yurfeu' lehu külle yevmin meselün a'mek ehh'l-ard."

İslâm âlimleri derler ki:

Yunus Söi un bu ameli, Allahü teâlâ'nın işlerini tefekkür etmesi idi. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Lâ ı'badetc meselü't-tefekkür /Tefekkür gibi ibâdet yoktur" buyurmuştur.

Ve malumun olduğu üzere, bu tefekkür, hak şerîatin getirdiklerinin de hak olarak tesbitini gerektirir. Yoksa Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yaratan Allah'tan başkası değildir." (Hûd 11/7) mealindeki âyet-i kerîmeyi,

"Eyyüküm ahsenü a'lden ve evrau' a'n maharimillâhi tealâ.. / Hanginizin aklen daha üstün ve Allahü teâlâ'nın haram kıldıklarından daha çok sakındığı hususunda sizi imtihan etmek için..." hadisıyle tefsir buyurmazdı. Zira Allahü teâlâ'nın haram kıldıklarından sakınmak, helâl ve haramı bilmeye tavakkuf eder. Helâl ve haramın bilinmesi de, Kitab ve Sünnetin bilinmesine bağlıdır. İşte o zaman kevnî (kâinattald) âyetler ile vahyî ve aklî âyetler birbirleriyle örtüşür. Zaten ileride vâkıf olacağın gibi, mütefekkirlerin, serıate îmân etmeyi gerektiren unsurları da kendi tefekkürlerinin neticelerine dahil etmelerinin sırrı budur.

Gökler ve yer kelimeleri yerinde zamirin kullanılması kifayet ettiği hâlde, bu iki kelimenin zahir olarak zikredilmesi, göklerin ve yerin hâlinin beyânına son derece ilgi gösterildiğini belirtmek ve o mü'minlerin tefekkürlerinin tahkik ve tafsil veçhile olduğunu bildirmek içindir.

Bundan önceki âyette zikredildiği hâlde, burada gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinin de bu tefekküre dahil olduğuna temas edilmemesi,

- ya bunun zaten şâmil olduğunu zımnen bildirmek içindir; çünkü daha önce de işaret edildiği gibi, gece ile gündüzün oluşması, göklerin ve yerin ahvâline bağlı olarak meydana gelen hâdiselerdendir;

-ya da o mü'minlerin, matlubun isbatı noktasında başka delillere ihtiyaç duyulmadan, mücerred bazı delilleri tefekkür etmekle, neticeye hükmetmek hususunda pek acele ettiklerini zımnen bildirmek içindir.

"Halk" kelimesi (ki, mealde yaradılış olarak geçti), masdar hâliyle de tefsir edilebilir. Bu takdirde ortaya şu anlamlar çıkar:

1- Mü'minler, göklerin ve yerin yoktan var edilmesi, inşası ve her ikisinde çeşitli ve hârika varlıklar ve olaylar yaratılması üzerinde düşünürler.

2- Halk, mahlûka izafe edilir ve buna göre anlam şöyle olur:

O mü'minler, her ikisinde, göklerde ve yerde yaratılmış olan mahlûklar hakkında tefekkür ederler (yetefekkerûne fîma hukka fîhima).

Bu anlayış hem göklerin ve yerin parçaları olarak onlarda bulunanları hem de onların parçaları olmayıp da müstakil olanları kapsar.

3- Halkın mahlûka izafesi "halkı's-semâvât / göklerin ve yerin yaratılışı" beyânı izafedir. Bu tevcihe göre anlam "o mü'minler ki, gökler ve yer hakkında tefekkür ederler" olur.

C- "- Ey Rabbimız! Sen bunu boşuna yaratmadın."

. "- Ey Rabbimız! Sen bu gökleri ve yeri boşuna yaratmadın. "

Bu cümledeki "hâza" işareti Isrâ (17) sûresinin:

" Bu Kur’ân (insanları) en doğru yola iletir" 9. âyetinde olduğu gibi ta'zim için kullanılmıştır.

Söz konusu işaret ismi,

- ya mahlûk olarak göklere ve yere;

- ya da halka taallûk eder. Bunun anlamı şöyle olmak gerekir:

"Ey Rabbimiz! Sen bu hârika ve muazzam mahlûkaatı,

1- tefekkürden yüz çeviren gaafıllerin ileri sürdükleri gibi, boşuna, abes, hikmet ve amaçtan uzak yaratmadın;

2- fakat yüksek hikmet ve amaçlarla dolu, Peygamberlerin ve ilâhî kitablarm söylemlerine uygun, mebde' ve nıeâdin ahvâlinin marifetine işaret olarak yarattın."

Âyet-i kerîmenin bu cümlesinin başında söylemek fiili mukadderdir. Bu istinafi cümle, tefekkürün neticesi ve kevnî âyetlerin anlamları ile ilgili makablinden doğan ibhamı giderir. Çünkü insan,

- âlemde yaratılmış olan kevnî âyetlerin akliselim sahiplerine tahsis edikdiğini,

- o aldiselim sahiplerinin o âyetler karşısında Allah'ı zikir ve tefekkürle vasıflandırıldıklarmı duyunca,

bunun sonuçları ve hükümleri olarak o mü'minlerden neler sâdır olduğunu merak eder. Sanki "o mü'minler, kevnî âyetleri düşünmüşler de, sonunda neler olmuş ve hangi sonuçlar doğmuş? "diye sorulmuş ve şöyle cevap verilmiştir:

"- Onlar kâinatın sırrına vâkıf; İlâhî kitablarm hak ve Peygamberlerin sâdık olduklarını bildiren o sözleri söylemişlerdir."

Hiç şüphe yok ki, mü'minlerin bu medilı ve yakarış sözleri, zikredilen istidlalin unsurlarından değil, fakat ona terettüb eden neticelerdendir.

Ç- "Sen Sübhansın (Seni tenzih ederiz); artık bizi ateş azabından koru !"

"- Ey Yüce Rabbimız! Seni, Sana lâyık olmayan ve yaratılmasında hikmet bulunmayan bir şeyi yaratmış olmaktan tenzih ederiz."

Bu arızî cümle, makabline tekid olduğu gibi, mâba'dine (sonrasına) de hazırlık mahiyetindedir. Zira bu âlemin,

- yaradılış sırrını anlamak,

- ondaki üstün hikmetleri biknek,

- bunun gereği olarak sâlih ameller işlemek,

- Allahü teâlâ'yi abesle iştigalden tenzih etmek,

- bunları ihlâl edenlerin uğradıkları akıbetten Allah'a sığınmak iki cihetten gereklidir:

- azabın gerçek olduğuna vâkıf olmak,

- duanın kabulüne hazırlık yapmak. Yani şöyle iltica etmek gerekiyor: "- Ey Yüce Rabbimiz!

- Biz Senin sırrını anladık.

- Emrine itaat ettik (ve eta'nâ emrake).

- Seni, Sana lâyık olmayan şeylerden tenzih ederiz (lâ yenbağî).

- Sen de, bizi Seni tanımayanların cezası olan cehennem azabından koru !"

192

"- Ey Rabb'ımız! Şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, onu rezil, rüsvay etmiş olursun. Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur."

A- "Ey Rabb'ımız (Rabbena)! Şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil, rüsvay etmiş olursun."

Bu cümle, Allahü teâlâ'nın azabından korunma isteğinin şiddetini ve onun sebebini beyân eder.

Cümlenin başındaki nida (ey Rabbimiz), yalvarış ve yakarış (tazarru)ın kuvvetini ifâde içindir.

Cümlenin tekidli olması (inne / şüpesiz), onun mazmununa olan yaktînlerının kemâlini izhar ve korkularının şiddetini ilân içindir.

Ateş (nâr) kelimesinın yerinde zamir kullanılmayıp zahir olarak zikredilmesi, onun korkunçluğunu ifâde içindir.

Azab yerme ıdhal fiilinin kullanılması, azabın keyfiyetim tâyin ve ne kadar kerih ve şeni olduğunu beyân içindir.

Âyetin ifâdesi (rezil rüsvay) de ruhanî azabın fecaatini zımnen bildirir.

B- "Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur."

Bu cümle,

- zâlimlerin kendilerini azabtan kurtaracak bir yardımcıları olmayacağını;

- onların az ablarının ebedî olacağını ortaya koyan bir zeyl mahiyetindedir.

Mü'minlerin bunu söylemekten gayeleri, istid'alarını (dilekçelerini) teldd etmektir.

"Zalimin / zâlimler" kelimesinin, zamir makamında zâhır olarak zikredilmesi, onları zemmetmek ve ateşe girmelerinin sebebini zımnen bildirmek içindir.

"Ensar / yardımcılar" kelimesinin çoğul olarak zikredilmesi de zâlimlerin çoğul olmasına göredir. Yani zahirilerden hiçbir zâlimin, ensardan hiçbir nasiîri çıkmayacaktır.

Yardımcılardan maksad, savunarak ve zor kullanarak onlara yardım edecek kimseler demektir. Binâenaleyh bu âyette, şefaat oknayacağina delâlet yoktur. Kaldı kı, burada zalimlerden murad, kâfirlerdir.

193

Ey Rabb'ımız! Şüphesiz biz, "Rabb'inize îmân edin!" diye bizi îmâna çağıran bir münâdîyi işittik de hemen îmân ettik.

"- Ey Rabb'ımız! Sen artık bizim günahlarımızı bağışla (mağfiret et) ve kötülüklerimizi ört ve bizim canlarımızı ebrâr ile beraber al!"

A- "Ey Rabb'ımız (Rabbena)! Şüphesiz biz (Innena), "Rabbinıza îmân edin!" diye bizi îmâna çağıran bir münâdîyi işittik de hemen îmân ettik."

Bundan önce o mü'minlerin, aklî delilleri tefekkürler ve buna binaen yaptıkları duaları hikâye edilmişti. Şimdi burada da, onların semi (kulağa hitap eden) delilleri düşünmeleri ve buna binaen yaptıkları duaları hikâye ediliyor.

Dua âyetinin başında nida bulunması (ey Rabbimiz denmesi), tazarruun kemâlini ifâde içindir.

Cümlenin tekidli olması (innena / şüphesiz ki, denmesi), bu sözlerin, kendilerinden büyük bir rağbet ve şiddetli bir arzu ile sâdır olduğunu bildirmek içindir.

"Münâdi'den murad, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dır. Münâdî kelimesi "dâi / dâvetçi" kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü münâdî kelimesi, davet işine son derece önem verdiğine; risaleti yakına da, uzağa da tebliğ ettiğine delâlet eder. Zira münâdî, yüksek sesle çağırmak demektir.

"Yünaclî lilîmani / îmâna çağırıyordu" cümlesi, âlimlerin cumhûruna göre münâdînin sıfatıdır. Üslub pek hoş ve güzeldir. Ayrıca nazm-i kerîmin özel bir meziyeti daha vardır. Çağıran, münâdî olarak isimlendirildikten başka bir de îmâna çağırmakla vasıflandırılmıştır. Bu, "bir konuşan işittim; hikmet konuşuyordu" kabilindendir. Âyette bu üslup tercih edilmiştir. Çünkü ibhâmdan sonra tefsir ve itlaktan (mutlak ifâdeden) sonra takyit tarzındaki ifâde, insan ruhunu daha çok etkiler ve daha fazla kabul görür.

Bir diğer görüşe göre, âyetteki münâdî, Kur’ân-ı Azîm'dir. Bu takdirde anlam şöyle olur:

"- Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz "Rabbinize, Mâlikinize, işlerinizin mütevellisine, sizi kemâle eriştiren Yaradanıniza îmân edin!" diye îmâna çağıran Resûlüllah'ı, Kur’ân-ı Azîm'i işittik de emrine uyduk ve dâvetine icabet ettik."

İmânın mutlak olarak zikredilmesinden sonra takyidi, Allahü teâlâ'nın şânını tazim içindir.

B- "- Ey Rabbimız (Rabbena)! Sen artık bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizim canlarımızı ebrâr ile beraber al."

"Rabbena / Ey Rabb'ımız!" nidasının tekrarı, O'na duâ ile beraber, O'nun ulûhiyet ve rubûbiyyetini itiraftır.

"Fağfırlena / artık bizi mağfiret et" kelimesinin başinndaki "f " harfi, mağfiret veya mağfiret duasının, Allahü teâlâ'ya îmân ve ulûhiyetini ikrarın sonucu olduğunu belirtir.

"Zünûb" tan (günahlardan) murad büyük günahlar (kebâir)dir. Nitekim îmân, daha önce işlenmiş bütün günahları kesip atar.

"seyyiât" ise, küçük günahlardır. Zira büyük günahlardan sakınan mü'minlerin küçük günahları affedilir.

"Ebrâr", her cihetçe iyi olanlardır. Niyaz edilen, iyilerin arkadaşlığıdır; iyilerle sohbet hâlinde, iyilerle komşu ve iyiler zümresine dahil olmaktır.

Bu dualardan zımnen anlaşıldığına göre, "Ebrâr" ölümle gerçekleşen Allahü teâlâ ile buluşmayı arzu ediyorlardı. "Ve men ehabbe likaaellâhü, ehabbellâhü likaaehu / Kim, Allah ile buluşmak isterse, Allah da onunla buluşmak ister."

194

"- Ey Rabb'ımız! Bize Resullerine va'dettiklerini ver ve bizi kıyamet günü rezil rüsvay etme! Şüphesiz ki Sen, va'din (verdiğin söz)den dönmez (hulfetmez)sin."

A- "- Ey Rabbimiz (Rabbena)! Bize Resullerine va'dettiklerini ver."

Burada da, gerçek mü'minlerin, bundan önceki dualarına ilâve başka hır duaları daha hikâye ediliyor. Bu duâ, öncekinden sonra zikredilmiştir. Çünkü bezemek ve süslemek (tehliye), tahliyeden sonra gerçekleşir. Yani önce günahların affı, daha sonra güzel nimetlerle bezenme sözkonusudur.

Nidanın tekrar edilmesi, daha önce mükerreren anlatılan sebeplere mebnidir.

Va'tiedilenler de mükâfatlardır. Verilmesi istenen mükâfatlardan anlaşılması gereken şunlardır:

- Peygamberleri tasdik ve ona îmân etmemize karşılık bize va'dedilen mükâfatlar,

- Peygamberlerin kendi lisan la rıyla bize va'dettikleri mükâfatlar,

- Allah'ın Peygamberlerine indirdiği vahiy ile bize va'dettiği mükâfatlar,

- Allah'ın Peygamberleri aracılığıyla bize va'dettiği mükâfatlar,

Münâdî yalnız Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dır. Fakat Peygamberler "a'lâ rusukke" şeklinde çoğul olarak vârid olmuştur. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in, özellikle tevhide ve İlâhî dinlerin ittifak ettiği konulara ilişkin daveti, bütün Peygamberlerin daveti anlamındadır. Bu itibârla Peygamberimiz'i tasdik etmek, bütün eski Peygamberlerimi de tasdik olur. Bunun aksi nasıl olabilir ki, Allahü teâlâ, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmân etmeleri hususunda onlardan kesin söz almıştır. Nitekim bir âyette meâlen şöyle buyurulur:

"Hani Allah, bütün Peygamberlerden şöyle bir mîsak almıştı:

"- Andolsun ki Ben, size Kitab ve hikmet verdikten sonra beraberinızdeki (Kitab ı) tasdik edici bir Resul geldiğinde ona muhakkak îmân ve yardım edeceksiniz."

"- ikrar ettiniz mi ve Benim bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?"

Onlar da:

"- ikrar ettik." dediler. Allah:

"- O hâlde şâhid olun; Ben de sizinle beraber sahici olanlardanım" dedi." (Âl-ı İmran 3/81)

B- "...Ve bizi kıyamet günü rezil, rüsvay etme."

Mü'minler, Allahü teâlâ'nın:

" Allah'ın Peygamberini ve onunla beraber olan mü'minleri rüsvay etmeyeceği (utandırmayacağı) o gün..." (Tahrim 66/8) âyetindeki va'dini hatırlatmak istercesine tazarru etmişler ve kıyamet günü, Peygamberlerin beraberindeki mü'minler zümresine dahil olmak umuduyla, onlarla beraber olduklarını açıklamışlardır.

C- "Şüphesiz Sen, va'din (verdiğin söz)den dönmez (hulfetmez)sin."

Bu, mü'minlerin, dualarında yaptıkları tesbitlerin illetidir.

Bu dualar ile bunların zımnında ifâde edilen tevazu ve yalvarış, onların, verilen va'din yerine getirilmemesinden değil, fakat hâllerinin değişmesi ve akıbetlerinin kötü olması sebebiyle o kutlu zümreye dahil olmamaktan korktukları içindir. Binâenaleyh bu sözlerin veya bu duâ ve niyazın amacı, mevcut iyi hâllerinde sebat ya da kullukta ve huşudaki kemâldir.

"Mîâd", va'd demektir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh)a göre miâd, ölümden sonra diriltilmektir. Cafer el-Sadık (radıyallahü anh)’a göre:

"Bir kimse, bir durum karşısında korku ve endişeye düştüğünde beş kere bu âyet-i kerîmeyi okursa, Allahü teâlâ, onu o korktuğundan kurtarır ve dilediğini ona verir.

195

"Rabb'ları da onların dualarına icabet etti (ve şöyle buyurdu):

"- Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun hiçbir âmilin amelim zayi etmeyeceğim. Sizler bırbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurdlarından çıkarılanlar, Benim yolumda ezâ edilenler, savaşanlar ve öldürülenler var ya; iste Ben onların seyyiâtlarını elbette örteceğim ve Allah katında bir mükâfat (sevab) olmak üzere onları muhakkak altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. En güzel mükâfat (husnü's-sevab) Allah katındadır."

A- "Rabbları da onların dualarına icabet etti."

Bu cümle, zikredilen duaların başındaki mukadder (lafzen değil, mânâ olarak mevcut olan) fiile (dediler) atıf olup bu dualara terettüp eden bir sonuçtur. (Mukadder cümleye atıf misalleri Kur’ân'da çoktur.) Nitekim,

"Sonra o kendilerine zulmedenlere denildi ki" (Yûnus 10/52) cümlesi, mukadder olan "Onlara denildi ki:

- Şimdi mi ona îmân ettiniz?" cümlesine atıftır. Yine,

" Ve Biz onların kalplerini, mühürleriz..." (A'raf 7/100) cümlesi ile,

" Onlara doğru yolu göstermedi mi?" (Secde:26) cümlesi mukadder bir cümle üzerine atıftır. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- Onlar hidâyetten gaafil olurlar ve Biz de onların kalplerini mühürleriz."

Ve birbirlerine atıf olan iki fiilin kıp olarak değişikliği de buna engel teşkil etmez. Çünkü birinci fiilin müstakbel olması (şöyle derler), duâ makamına münasip olan süreklilik mânâsını bildirmek içindir. Buradald fiıhn mazı kipi ile olması (icabet etti) ise, kabulün gerçekleştiğini bildirmek içindir. Nitekim ileride anlatılacağı gibi,

" Siz Rabbinizden yardım dihyordunuz ve O da duanızı kabul buyurdu." (Enfâl 8/ 9) misalinde de birbirine atıf olan fiillerin kipleri değişiktir.

Yahut bu âyet, kelâmın siyakından akla gelen gizli bir cümleye atıftır. Yani onlar, bu dualarla duâ ettiler ve bunun üzerine Rableri de dualarını kabul buyurdu.

Yahut bu âyetin basındaki cümle, daha öne geçen "göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler" (Al-i İmran 3/191.) cümlesine atıftır. Ancak bu atıf, anılan düşünme ve tefekkürün, zikredilen dualarla birlikte mülâhaza edilmesi takdirinde sahih olur. Çünkü duaların kabul edilmesi mücerret tefekkürün sonucu değildir; fakat onların dualarının sonucudur.

O mü'minlerin dualarının kabul edilmesi, netice olarak onların amellerine terettüp eden güzel vasıflarından olduğu için bu da, medihleri esnasında sayılan iyiliklerine (hasenata) dahil edilmiştir.

Bu âyette, kemâle erdirmek mânâsını ifâde eden rubûbiyet unvanının onların zamirine izafe edilerek zikredilmesi (Rableri), mü'minler için apaçık teşrif olup İlâhî lûtfa mazhar oldukları anlamını verir.

B- "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun hiçbir âmilin amelini zayi etmeyeceğim."

Übeyy (radıyallahü anh) in kıraetine göre, "Enni / şüphesiz Ben" kelimesi "bi enni" seklinde okunur. Bu "bi " harfi sebebiyet içindir. Bunun anlamı şudur:

"Rabb'ları da dualarını kabul buyurdu. Çünkü şüphesiz Rabb'ları, her zaman geçerli âdeti (sünnetullâh) gereği olarak, insanlardan bir iş yapanın işini boşa çıkarmaz, amelini zayi etmez."

Bu âyette mütekellim kipine (Ben zayi etmeyeceğim) ve "onlar" yerine "siz" zamirine dönüknesi, duaların kabulünün son derece önemsendiğini ve duâ edenlerin, hitap şerefi ile teşrif edildiklerini ortaya koymak içindir.

Bu ifadeden murad, dualarının kabulünün sebebini beyân suretiyle kabul mânâsını tekid etmek ve bu kabulün ana sebebinin, duadan önce yaptıkları amelleri olduğunu, yoksa mücerret duaları olmadığını zımnen bildirmektir.

Bu ilâhî va'din, akliselim sahibleri derecesine erişmeyen diğer amel sahiblerine de teşmil edilmesi, duaların kabulünün tekidi içindir.

Allahü teâlâ'nın amellerin mükâfatını vermemesi, hakikatte amelleri boşa çıkarması, zayi etmesi değildir. Çünkü kulların amelleri, Allah katında mükâfatları zorunlu olarak mûcib değildir ki, mükâfatların verilmemesi hâlinde, ameller zayi edilmiş olsun. Gerçek bu iken âyette;

- mükâfat verilmemesinin, amellerin zayi edilmesi şeklinde ifâdesi,

- bu hâlin, Allahü teâlâ'dan sâdır olması imkânsız çirkin bir şey suretinde tasviri,

- kulların amellerinin karşılığını vermek sanki Allahü teâlâ'ya vâcibmış gibi gösterilmesi,

Allahü teâlâ'nın bundan münezzeh olduğunu beyân etmek içindir.

"Enni" kelimesi bir kırâete göre "kini" olarak okunmuştur. Buna göre daha önce "dedi "kelimesi mukadderdir. Bu takdirde anlam:

"Rableri de dualarını kabul buyurdu; dedi ki..." şeklinde olur.

C- "Sizler birbirinizdensiniz."

Bu arızî cümle, İlâhî mükâfat vaadinde kadınların da, erkeklerin seviyesinde mülâhaza edilmesinin sebebini açıklar. İnsanların birbirinden veya birbirinin cüz'ü olması,

- ya bir asıldan türemeleri cihetiyle,

- ya aralarındaki bağların pek kuvvetli olması cihetiyle,

- ya da dinde ittifak, ortaklık ve birlik sağlayan davranışlar cihetiyledir.

Rivâyete göre Ümmü Seleme Vakdemiz (radıyallahü anha), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

"- Ben, Allahü teâlâ'nın âyetlerini dinliyorum; erkeklerin hicretinden bahsediyor, kadınlardan ise bahsetmiyor / İnnî esmeu'-llâhe tea'lâ yezküru'r-ricâle fî'î-hicrati velâ yezküru'n-nisâe."

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Ç- "Hicret edenler, yurdlarından çıkarılanlar, Benim yolumda ezâ edilenler, savaşanlar ve öldürülenler var ya ; işte Ben onların seyyiâtını elbette örteceğim ve Allah katında bir mükâfat (sevab) olmak üzere onları muhakkak altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım."

Bu bölüm, daha önce icmâlî olarak zikredilen amel için bir nevi açıklama ve onun bazı kısımlarını medih ve tazimdir.

Burada geçen hicret,

- ya şirki,

- ya da din uğruna vatan ve akrabaları terk etmektir. Yurtlarından çıkarılmak da,

- ya şirki terk etmek,

- ya da hicretin kendisi demektir.

İkinci mânâya göre ise, hicretin keyfiyetini, bunun cebir ve ikrah de olduğunu bildirir.

Allah yolunda ezâ, mü'minlerin Allah'a olan îmânları sebebiyle ezâ görmeleri demektir. Bu ezâ, müşrikler tarafından uğradıkları bütün ezaları kapsar.

"Savaştılar ve öldürüldüler" ifadesi, kâfirlerle savaştılar ve savaşlarda şehit oldular, demektir.

Bir kırâete göre, "öldürüldüler ve savaştılar" mealinde, iki fiilin yerleri değiştirilerek de okunmaktadır. Zira buradaki "vav" (ve) harfi, tertip ifâde etmez. (Dolayısıyla anlamda bir değişildik yoktur.)

Yahut burada kastedilen mânâ, bazılarının öldürülmesi, bazılarının da savaşmasıdır; yoksa her ferdin, zikredilen bütün vasıfları taşıması demek değildir. Çünkü eğer her ferdin, bütün bu vasıfları taşıması kastedılse, o zaman bu vasıfların yalnız bir kısmını taşıyanların (mesela, savaşıp da şehit düşmemiş olanların) amelinin zayi edilmiş olması lâzım gelir.

"İste Ben onların elbette seyyiâtlarını (kötülüklerini) örteceğim" cümlesi de, genel va'd (hiç kimsenin amelini boşa çıkarmam)den sonra özellikle duâ edenlerin dilediklerim sarahaten verme va'didir.

"Onları, muhakkak altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım" ifâdesi duâ edenlerin, daha önce zikredilen "Ey Rabbimiz! Peygamberlerin lisanıyla va'dettiklerini de bize ver!" şeklindeki dualarına işarettir.

Onların kötülüklerinin örtülmesi ve cennete konulmaları elbette mükâfatlandırılmalarıdır. Sevab veya mükâfatın Allah katından olması, bu mükâfatın şerefim belirtir. Allahü teâlâ katin dan olan bu mükâfatın pek yüksek bir şerefi vardır.

D- "En güzel mükâfat Allah katındadır."

Bu arızî cümle, bir zeyl mâhiyetinde olup makablini açıklar. Sevabın veya mükâfatın en güzelinin, Allahü teâlâ katından olması,

- O'na mahsus olması,

- Allahü teâlâ'nın kudret ve lûtfuyla olması,

- başkasının hiçbir şekilde onun en küçük kısmına bile muktedir olmaması,

- başkasının ona hiçbir dahli olmaması demektir.

Hicret edenlerin, yurdlarından çıkarılanların, Allah yolunda ezaya uğrayanların, savaşanların ve savaşta ölenlerin kötülüklerinin örtüleceği ve cennete konulacakları va'dinden önce amellerin boşa çıkarılmayacağının, zayi edılmiyeceğinin belirtilmesi, İlâhî muamele tarzının ne kadar lütûfkârca olduğunu apaçık bildirir. Bu da, o ihsan sahibi Allahü teâlâ'nın şânının ne kadar yüce olduğunu gösterir.

196

"(Resûlüm), kâfirlerin belde belde dolaşmaları seni aldatmasın."

Bundan önce, mü'minlere verilen mükâfatların güzelliği beyân edilmişti. Şimdi burada kâfirlere verilen dünyevî imkânların, ebedî hayâta bir katkı sağlamadığı, çirkin ve değersiz, sonunun da kötü olduğu açıklanıyor.

Bu hitab, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Bundan amaç, tıpkı, " O hâlde hakkı yalanlayanlara boyun eğme!" (Kalem 68/8) âyetinde olduğu gibi, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem), bulunduğu hâl üzerindeki sebat aşkını daha da alevlendirmektir.

Yahut bundan murad, mü'minleri bundan nehyetmektir. Nitekim çoğu kez hitab kavmin sözcülerine ve reislerine tevcih edikrken asıl maksad, onların çevrelerinde bulunan kabil-i hitab herkesdir. Buna göre âyetin ifâde ettiği nehiy, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in şahsında bütün mü'minler içindir.

Yani ey Resûlüm! Kâfirlerin içinde bulunduğu refaha, yüksek hayât seviyesine balana; onların kazançlarında, ticâretlerinde ve ziraatlerindeki zahirî bolluk seni aldatmasın, şaşırtmasın!

Rivâyete göre, bazı mü'minler, müşriklerin müreffeh ve rahat hayâtını görüp:

"- Allahü teâlâ'nın düşmanları görüyomz ki nimetler içinde yaşıyorlar. Biz ise açlıktan, yokluktan kırıldık -"- İnne ea'dâe-llâhi teâ'lâ fîma nera mi-ne'l-hayri vekad helekna mine'l-cûi' ve'l-cehd." dediler.

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

197

"Bu pek az bir yararlanma (meta-ı kalîl)dır. Sonra onların varacakları yer (me'va)leri cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır."

A- "Bu pek az bir yararlanma dır (Metâün kalîlün)."

Onların dünya hayâtında yaşadıkları refah, Allahü teâlâ'nın âhiret mükâfatı yanında pek az bir yararlanmadır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Dünya nimetleri, âhiret nimetleri yanında ancak, birinizin, parmağını denize batırması gibi bir şeydir; bir baksın, parmağını geri çektiğinde onda ne kalır?" Binâenaleyh dünyevî imkânlar, sahiplerine önemli bir fayda sağlamadığı gibi, bunlara sâhib olmayanlara da önemli bir zarar vermiş sayılmaz.

B- "Sonra onların varacakları yerleri cehennemdir."

Onların sonunda varıp da bir daha ayrılmayacakları yerleri, azabı anlatılmayacak boyutta olan cehennemdir.

C- "Orası ne kötü bir yataktır."

Onların kendi nefislerinin işlediği cürümler ve elleriyle gerçekleştirdikleri hatâlar sebebiyle kendi kendilerine hazırladıkları cehennem ne de kötü bir döşektir!

198

"Fakat Rabb'larından sakınan (ittika eden, takva sahibi olan) lara gelince; altlarından ırmaklar akan cennetler onlar içindir. Onlar orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklar, Allah katından ağırlanacaklardır. Ebrâr için Allah katındaki nimetler daha hayırlıdır."

A- "Fakat Rabb'larından sakınanlara gelince ; altlarından ırmaklar akan cennetler onlar içindir. Onlar orada sürekli olarak kalacaklar, Allah katında ağırlanacaklardır."

Önceki beyândan sonra bu da, mü'minlerin son derece güzel olan hâlini, akıbetini beyân ve izah etmekte, ayrıca mü'minlerin sevincini artırıp doruğa çıkarmak ve kâfirleri de olabildiğince bedbaht etmek için, mü'minlerin cennette ebedi kalacaklarını bildirmektedir.

Takvadan bahsedilmesi, daha önce zikredilen hasletlerin takva konusunda olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Takvadan maksad, şirkten ve günahlardan sakınmaktır.

B- "Ebrâr için Allah katındaki nimetler daha hayırlıdır."

Mü'minler için Allahü teâlâ katından bahşedilen ebedî nimetler, kötü insanların dünvada yararlandıkları geçici nimetlerden çok daha hayırlıdır.

Cennet ehli bahtiyar insanların "ebrâr / iyiler" diye ifâde edilmesi, yukarıda sayılan davranış biçimlerinin takva kabilinden ve aynı zamanda iyilik ve havır (birr) olduğunu zımnen bildirmek içindir.

199

"Ehl-i Kitab'dan öyleleri var ki Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilmiş olanlara Allah'tan huşu duyarak îmân ederler. Allah'ın âyetlerini az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında satmazlar, işte onlar için Rabb'ları katında mükâfatlar vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."

A- "Ehl-i Kitab'dan öyleleri var ki Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olanlara Allah'tan huşu duyarak îmân ederler."

Bu istinafı kelâm, Ehl-i Kitab'ın hepsinin, ahdi bozmak, kitabı tahrif etmek gibi daha önce anlatılan şer ve fesat ehli olmadıklarını, fakat bunlardan bir kısmının büyük menkıbelerin sahibleri olduğunu beyân eder.

Bir görüşe göre, bu âyetin işaret ettiği zâtlar, Abdullah b. Selâm ile arkadaşlarıdır.

Diğer bir görüşe göre ise bunlar, Necran Hıristiyanlarından kırk, Habeşistan Hırıstiyanlarından otuz iki ve Rum Hıristiyanlarından sekiz kışıdır. Bunlar, önceleri Hıristiyan iken sonra Müslüman olmuşlardır.

Bir başka görüşe göre de, Ehl-i Kitab'dan murad, Habeşistan hükümdarı Ashame el-Necâşî'dir. Nitekim rivâyete göre, Necâşî ölünce onun ölüm haberim Cebrâîl Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e bildirdi. Bunun üzerine peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Haydi çıkın da, sizin ülkenizin dışında ölen bir kardeşinizin cenaze namazını kılın!" diye Ashaba seslendi. Sonra Bakî'a (Medîne mezarlığına) çıkıp oradan Habeşistan'a baktı ve Necâşî'nin tabutunu bizzat görüp cenaze namazını kıldı ve onun için Allah (celle celâlühü) tan mağfiret diledi.

Onu gören münafıklar:

"- Şu adama balan; hiç görmediği ve dininde olmayan o koca şişman Hıristiyan'ın cenaze namazını kılıyor" dediler.

İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Kendilerine indirilen kitablar, iki mukaddes kitab Tevrat ile incil'dir.

Aslında Ehl-i Kitab olanların Kur’ân'a îmân etmeleri, kendi kitablarma olan îmânlarından sonra gerçekleştiği hâlde, âyette, onların Kur’ân'a olan îmânları önce, kitablarma olan îmânları ise sonra zikredilmiştir. Çünkü Kur’ân'a olan îmânları, kitablarma olan îmânlarının ölçüsü ve koruyucusu-dur. Zira iki eski mukaddes kitaba olan îmânları, ancak Kur’ân'a olan îmânlarına bağlı olarak geçerlidir. Çünkü o kitablarm neshedilmiş hükümleri geçerli değildir ve neshedilmemiş olan hükümleri de, ancak Kur’ân'ıle sabit olduğu cihetle muteberdir.

Bir de, âyetin bundan sonraki bölümü, onların kendi eski kitablarma olan îmânları ile ilgili olduğu için, îmân sırası gözetilmemiştir.

Ehl-i Kitabin eski iki mukaddes kitaba îmânlarından maksad, tahrifattan önceki asıllarına olan îmândır.

B- "Allah'ın âyetlerini az bir bedel (semen-i kaiîl) karşılığında satmazlar."

Bu cümle, o Ehl-i Kitab insanların, tahrifçilere muhalefet ettiklerini sarahatle ifâde eder. Bu hususun da, onların güzel hasletleri arasına dahil edilmesi, yalnız onların, Allah'ın âyetlerini az bir bedele satmadıkları için değil, fakat bunun, aynı zamanda o iki mukaddes kitabta bulunan peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin kanıtlarını da zımnen açıkladığı içindir.

C- "İşte onlar için Rabb'ları katında mükâfatlar vardır."

Şeref ve faziletin pek yüksek bir mertebesine erişmiş olan bu kişiler, o sayılan güzel sıfatları taşımalarından dolayı, Rabb'ları katında kendilerine mahsus, kendilerine va'dedilen özel mükâfatları vardır. Nitekim:

"İşte onlara, sabretmiş olmalarından dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir." (Kasas 28/54) mealindeki âyet ile

" Ey îman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve Peygamberine îmân edin ki O, rahmetinden size iki kat mükâfat versin." (Hadîd 57/28) âyetlerinde bu hakikat anlatılır.

"i'nde rabbihim / Rableri katında" buyrulması, onlar için bir teşriftir.

Ç- "Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."

Allahü teâlâ'nın ilmi bütün eşyayı şâmil olduğu için O, hiç düşünmeye ihtiyaç olmaksızın, her amel sahibinin istihkakı olan mükâfatı bilir. Bundan maksat, va'dedilen mükâfatın süratle onlara ulaşmasıdır.

200

"Ey îman edenler! Sabredin, sebat edin; cihada hazırlıklı olun ve Allah'tan sakının ki felâh (kurtuluş)a eresiniz."

A- "Ey îman edenler! Sabredin., sebat edin (ve sâbırû)."

Bu sûre-i kerîme içinde çeşidi hüküm ve hikmetler beyân edildikten sonra sâreye, bunları muahafaza için gerekli tedbirlerle son verilmiştir. İlâhî tavsiye şudur:

"Ey îmân edenler!

- Taâ't ve ibâdetlerdeki meşakkatlere ve diğer sıkıntı ve güçlüklere sabredin;

- savaş meydanlarında Allahü teâlâ'nın düşmanlarına sabırla galip gelin;

- nefsin hava ve heveslerine muhalefette sabrederek de en büyük düşmanınızı yenin.

Sebat, daha zor ve meşakkath olduğu için, mutlak sabır emrinden sonra özellikle sebat zikredilmiştir.

B- "Cihada hazırlıklı olun."

Geçitlerde, derbendlerde, hududlarda savaşa hazırlıklı olarak atlarınızı bağlayıp bekleyin ve savaş için tetikte olun. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın; onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmamızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de, Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz." (Enfâl 8/60)

Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Allah yolunda bir gün bir gece düşman hücumlarının beklendiği yerlerde beklerse, bir Ramazan ayını tamamen oruç ve hacet zamanları dışında bütün vakitlerini namazla geçirmiş gibi sayılır."

C- "Ve Allah'tan sakının ki felâha eresiniz."

Allahü teâlâ'nın emirlerine muhalefet etmekten sakının ki, bütün arzularına kavuşan ve bütün üzücü hâllerden kurtuluş bulan mutlu ve kutlu insanlar zümresine dahil olasınız.

Burada, Allah'ın emirleri mutlak mânâda olduğuna göre, bu sûre içinde geçenler de öncelikle buna dahildir.

Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur:

"Men kara surete âl-i ı'mrâne ü'tıiye bikülli âyetin minha emânen a'lâ cısr-i cehennem / Bir kimse Al-i İmrân sûresini okursa (okuyup gereğince amel ederse), okuduğu her âyete karşılık kendisine, cehennem köprüsünden geçme beratı verilir."

Yine rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, imrân âlinin (ailesinin) anlatıldığı sûreyi Cuma günü (ilk Müslümanların okuduğu gibi) okursa, güneş batmcaya kadar Allah ona salât (rahmet) eder ve melekler de ona salât ederler (onun için Allah'tan mağfiret dilerler)."

Allah, doğru olanı cümlemizden daha iyi bilir.

0 ﴿