179"Allah, mü'minleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıracaktır. Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık Allah'a ve Resulüne îmân edin. Eğer îmân ve ittika ederseniz o takdirde sizin için büyük bir ecir (mükâfat) vardır." A- "Allah, mü'minleri bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir." Daha önce münafıkların âhiret azabı beyân edildikten sonra bu istinafı kelâm da, mü'minlere iyilik; münafıklara da, dünyada rezil rüsvay olmak cezasını va'detmektedir. Burada mü'minlerden murad, ihlâslı mü'minlerdir. 1- "A'lâ mâ entüm aleyhi / üzerinde olduğunuz, bulunduğunuz" hitabı ise, bir görüşe göre ihlâslı olsun, münafık olsun, zahiren İslâm'ı tasdik eden cumhûr içindir. Onların içinde bulunduğu durumdan maksad da, ihlâslı mü'minlerle münafıkların karışık hâlde olmaları ve Islâmî hükümlerin icrasında eşit olmalarıdır. Zira iki fırka arasındaki ortaklık ancak bu durumdur. 2- Diğer bir görüşe göre ise, bu hitab, kâfirler ve münafıklar içindir. İbn Abbâs, Dahhâk, Mukatil b. Süleyman, Kelbî ve diğer müfessırlerin çoğunun üzerinde birleştikleri bu görüşe göre, kâfirler kelimesi de münafıklar anlamında kullanılmış olmalıdır. Yoksa kâfirler ile mü'minler arasında hiçbir şekilde iştirak yoktur ki, onların birbirinden ayrılması sözkonusu olsun. Onların içinde bulunduğu durumdan maksad, yukarıda belirtilen ortaklıktır. (Yani mü'minler ile münafıkların içice karışık hâlde bulunmaları ve Isiamî hükümler nazarında eşit olmalarıdır). Zira bu ortaklık, her iki fırkaya birden nisbet edilebildiği gibi, ayrı ayrı her birine de nisbet edilebilmektedir. Yoksa iştirak, kimilerinin dediği gibi küfür ve nifak değildir. Çünkü mü'minler küfür ve nifakta onlarla ortak değildir ki, o durumda bırakılmasınlar. 3- Bir başka görüşe göre de, bu hitab, yalnız mü'minler içindir. Meanî (Belagat ilminin bir kolu) âlimlerinin çoğunun düşüncesine göre, nazımda hitabtan önce mü'minlerin zikri, hükmün illetini bildirmek içindir. (Yani onların o durumda bırakılmamalarının sebebi mü'min olmalarıdır.) Onların içinde bulunduğu durumdan maksad, daha önce defalarca geçtiği gibidir. Ancak birinci görüş, hakikate en yakın olanıdır. Tahkik ehli tefsir âlimleri de, bunu benimsemişlerdir. Çünkü bu görüş, onların içinde bulunduğu durumdan, iki fırka arasındaki iştirak kastedildiği noktasında sarihtir. Diğer iki görüş ise bundan uzaktır. Bunun aksi nasıl iddia edilebilir ki, - münafıkların içinde bulunduğu durumdan anlaşılan, küfür ile nifak; - mü'minlerin içinde bulunduğu durumdan anlaşılan da, îmân ile ıhlâstır. Aralarındaki müşterek vasıf bunlar değildir. Eğer müşterek vasıf anlaşılsa bile, ikisine nisbetle değil, fakat yalnız birine nisbetledir. Oysa ayrılmaya muhtaç olan müşterekiyet, ikisine birden nisbetle anlaşılan mûşterekıyettir. B- "Nihayet pis (murdar, habıs)i, temizden ayıracaktır." Bu cümle, zikredilen nefyin (bırakacak değildir, nefyinin) gayesini açıklar. Yani Allahü teâlâ, onları o ihtilat hâlinde bırakmayacak; fakat işleri takdir ve esbabı tertip buyuracak; sonunda da münafıkı mü'minden ayıracaktır. Âyette, münafika murdar (habis), mü'mine de temiz (tayyib) denmesi, her birine lâyık olan vasfı tescil etmek ve onları birbirinden ayırmak hükmünün illetini bildirmek içindir. Âyette, bundan önce mü'minlerin münafıklarla ihtilat hâlinde bırakılmayacakları ifâdesinden ilk akla gelen ayırma fiilinin onlara taallûku ve onların münafıklardan ayrılması olduğu hâlde, burada ayırma fiili, münafık demek olan murdarla ilgilidir. Çünkü iki fırka arasındaki ayırma, sadece münafıklar üzerinde tasarruf etmek, onları bir hâlden diğer farklı bir hale çevirmek suretiyle olacaktır. Mü'minler ise, ihlâsları artsa bile îmân ask üzerinde sabit kalacaklardır. Yoksa bu ayırma, münafıkları içinde bulundukları gizlenme hâlinde sabit bırakarak mü'minler üzerinde tasarruf ile onları bir hâlden diğer farklı bir hâle çevirmek suretiyle olacak değildir. Bir de, bu şekildeki ayırmada, münafıklar için daha fazla vaîd (ceza va'dı) tekidi vardır. Nitekim: " Allah, ifsat eden (müfsid) ile ıslah eden (muskh)i bilir." (Bakara 2/220) meâlindeki âyette de bu hakikate işaret edilir. "Ma kânellâhü kyezera'l-mü'minîne / Allah, mü'minleri bırakacak değildir.." ibâresindeki "bırakmamak" fiili, münafıklara nisbet edilmemiştir. Çünkü bu fiilin nisbeti, önemsemeyi gerektirir. Akl-i sekme göre, bir şeyi bulunduğu hâlde bırakmamak ifâdesinden ilk akla gelen, onu, kendisine yakışmayan bir hâlde bırakmamaktır. C- "Allah, sizi gayba muttak kılacak değildir." Bu kelâm da, va'dedilen ayırmanın beyânına bir hazırlıktır. Burada İlâhî hitab, teşrif için ılılâsk mü'minlere tahsis edilmiştir. Ç- "Velâkin Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer." Bu kelâm da, ayırmanın vukuu keyfiyetine icmâk bir işarettir. Âyetin her iki cümlesinde de ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artirmak içindir. Allahü teâlâ, ihlâslı mü'minleri münafıklarla karışık hâlde bırakacak değildir. O, münafıkları mü'minlerin arasından çıkarmak için bunun unsurlarını belirleyecektir. Ama Allahü teâlâ, bunu sizi, onların kalbindeki küfür ve nifaka muttali kılmak suretiyle değil fakat, - Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyetmek; - o da onların küfrünü, nifakını ve daha önceki âyetlerde geçen söz ve fiillerini haber vermek; - böylece onları şahitler huzurunda rezil rüsvay etmek; - sizi de, bu ortakların alçaklığından ve kötü komşuluğundan kurtarmak suretiyle yapacaktır. "Ictibâ-yectebî / seçmek" fiilinin kullanılması, "Velâkinnellâhe yectebî min rusukhi men yeşâ' / Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer." buyrulmasi, bu gibi gaybî sırlara ıttıla ancak Allahü teâlâ'nın, pek yüce makamlar için lâyık gördüğü ve cumhûrun irşadı için yine onun içinden seçtiği kimselere mümkün olabilir. "Min rusukhi men yeşâ' / Peygamberlerinden dilediğini" buyrulması da ictibânın (seçmenin) diğer Peygamberlere teşmil ve tamimi ise, Peygamber'in bu konudaki durumunun pek sağlam olduğunu, bunun aslının, peygamberler arasında câri olan sünnetullaha, ilâhî âdet ve geleneğe dayandığını göstermek içindir. D- "Artık Allah'a ve Resulüne îmân edin." 1- Burada nazm-i kerîmin siyakı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmân olduğu hâlde, emir diğer peygamberleri kapsar biçimde geneldir. Bunun iki sebebi vardır: a- Burhanî (delilli) yoldan îmân gereklidir. b- Ve bu îmân, bütün enbiyaya şâmil olmakdır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden önceki bütün Peygamberleri onaylamış, onlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin sıhhatine şahadet etmişlerdir. Burada emredilen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in getirdiği her şeye îmân etmektir. Binâenaleyh münafıkların hâllerine ilişkin olarak onun haber verdikleri öncekide buna dahildir. Nazm-i kerîmin mükemmeliyetine uygun olan izah da budur. 2- Bununla beraber bazı tefsir âlimlerine göre âyetin mânâsı şöyle de olabilir: Allahü teâlâ, sizi münafıklarla karışık hâlde bırakmayacak; cihat gibi, Allah yolunda canları ve malları feda etmek gibi ancak ihlâsk mü'minlerin yerine getirebileceği ağır mükellefiyetlerle sizi sınayacak ve bunları sizin îmânınıza ölçü ve kalplerinizdeki sırlara şâhid kılacaktır. Sizler de bu suretle birbirinizin kalbinde neler saklı olduğunu istidlal yoluyla öğreneceksiniz. Yoksa, sizi kalblerdeki sırlara doğrudan doğruya vâkıf kılacak değildir. Çünkü bu türlü gayb bilgileri ancak Allahü teâlâ'ya mahsustur. Ancak burada kasdedilen, o sırları vahiy yoluyla ortaya çıkarmaktır; yoksa sırları mükellefiyetler yüklemek suretiyle ortaya çıkarmak değildir. 3- Bundan hakikate daha yakın şu izah da vardır: Daha önce kâfirlere Allahü teâlâ'nın şeriatı beyân edilmişti. Bu âyet-i kerîme ile de Allahü teâlâ'nın kâfirlere mühlet vermesinin hikmeti zikredilmiştir. Yani Allah (celle celâlühü), bu güne kadar bir ilâhî sırrın gereği olarak, ihlâsk mü'minleri münafıklarla bir arada karışık hâlde bıraktığı gibi onları ebediyen bu hâlde bırakmayacak, fakat münafıkları onlardan ayıracaktır. İşte bundan dolayıdır ki, Uhud günü Allah (celle celâlühü) onları ihlâsk mü'minlerden ayırdı. Nitekim Allahü teâlâ o gün kâfirlerin kuvvetine engel olmadı; sonunda kâfirlere kısmî bir galibiyet gösterdi; böylece kalbinde hastalık bulunan münafıklar, içlerindeki pislikleri açığa vurdular ve şâhidlerin huzurunda rezil rüsvay oldular. Bir görüşe göre ise, kâfirler: "- Eğer Muhammed dâvasında doğru ise, bizim içimizdeki gerçek mü'minlerle kâfirleri bildirsin !" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. E- "Eğer îmân ve ittika ederseniz o takdirde sizin için büyük bir ecir (mükâfat) vardır." Eğer bu zikredilenlere hakkıyla îmân ederseniz ve Allahü teâlâ'nın haklarına saygısızlıktan ya da nifaktan sakınırsanız, o takdirde bu îmân ve takvaya karşılık sizin için mâhiyetini kavrayamayacağmız kadar büyük bir mükâfat vardır. |
﴾ 179 ﴿