191

"Onlar ayaktayken (kıyamen), otururken (kuuden) ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünür (tefekkür eder)ler. Ve şöyle derler:

"- Ey Rabb'ımız! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen Sübhansın (Seni tenzih ederiz), artık bizi ateş azabından koru!"

A- "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler."

O ald-i selim sâhibleri,

- söz konusu hâllerde Allah'ı zikrederler;

- ya da bu hâllerde Allah'ı zikredenler, "Ey Rabbimız! Sen bunu boşuna yaratmadın..." diye yakarışlarda bulunurlar.

Hangi tefsir olursa olsun, burada anlatılan o mutlu insanların vasıfları şunlardır:

1- Onlar bir an bile Allah'tan gaafil olmazlar;

2- Kalbleri Allahü teâlâ'nın zikriyle mutmaindir;

3- Kafaları da sürekli Allah'ı murakabe ile meşguldür. Çünkü onlar kesin olarak inanırlar ki:

Allahü teâlâ'dan başka her şey (mâsivâ) O'nun feyzinden vücut bulur ve yine ona döner.

Bundan dolayı bu âyetin sırrına mazhar olan bahtiyar kullar,

- kendi nefislerinde (enfüste) gördükleri bütün hâllerde mutlaka Allahü teâlâ'nın emrini görürler. "Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken..." ifâdesi buna işaret eder.

- âfakta (kendi nefisleri dışındaki varlıklarda) gördükleri hâllerde de yine Allah (celle celâlühü) ın emrini görürler.

Âyetin bundan sonraki kısmı da buna işaret eder.

Bu itibârla burada anlatılanlardan maksad, Allahü teâlâ'nın mutlak zikridir. Bu zikir, ister Allah (celle celâlühü) ın zâtının, ister sıfatlarının ve ister Sililerinin zikri olsun. Bu zikre dil ister iştirak etsin, ister etmesin.

Abdullah İbni Ömer, Urve b. Zübeyr ve bir cemaatten (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, onlar bir bayram günü evlerinden çıkıp namazgaha gitmişler ve orada Allahü teâlâ'yi zikre başlamışlar. O sırada bazı kimseler:

"- Allahü teâlâ, "Onlar, ayakta iken, otururken... Allah'ı zikrederler.." buyurmadı mı? demişler. Bunun üzerine ayağa kalkıp ayakta Allahü Teâla'yi zikre başlamışlar."

Ancak bu rivâyetten murad, âyeti bu şekilde tefsir ve anlamını böyle tesbıt etmek değil, fakat âyetin mânâsının bir yanını uygulamak ve ona muvafakatle teberrük etmektir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İmran b. Hasın (radıyallahü anh) hitaben:

"- Ayakta namaz kıl (Saile kaimen); eğer bunu yapamazsan (fe kileni testetk') oturarak namaz kıl (fekaaiden); eğer onu da yapamazsan (fe inlem testetk'), yan üzeri îmaen (işaretle) namaz kıl (fea'lâ cenbi îmâen)!" buyurduğuna dayanarak bu âyetteki zikri, belirtilen hâllerde mümkün mertebe namaz kılmak şeklinde anlamaya, nazm-i celilin sibak ve siyakı müsait değildir.

Zikir için bu üç hâlin zikredilmesinden murad, daha önce de belktıldiği gibi zikri bütün vakitlere tamim etmektir. Bu üç hâlin özellikle zikredilmesi, zikri bu hallere tahsis için değil, fakat insanlar, genellikle bu malum hâllerde bulundukları içindir.

B- "Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde düşünür ve şöyle derler :"

Bu cümle, yukarıda geçen "yezkürûnellâhe / Allah'ı zikrederler" cümlesine atıf olup onunla beraber, örnek mü'minlerin tarif edildiği cümlelere dahildir. Bundan önce örnek mü'minlerin, Allahü teâlâ'nın zâtına ilişkin mutlak tefekkürleri beyân edilmişti.

Burada da onların Allahü teâlâ'nın fiillerine ilişkin tefekkürleri beyân ve aynı zamanda bu düşüncelerle varılan neticeye, yani Peygamberlerin lisanları (elsınetü'r- rusül) ile ve mukaddes kitablarm âyetleri (âyatü'l-kitab) ile ifâde edilen âhiret ahvâline işaret edilir.

Enbiya lisanından anlatılanlarla mukaddes kitablarm âyetleri insanları,

- Allahü teâlâ'nın marifetine (ma'rifetih-i tea'lâ) ve,

- O'na itaatin gerekliliğine (Vücüb-i taa'tihi) hidâyet eden teşriî deliller olduğu gibi,

- mahlûkat da, insanları buna irşad eder.

Hulâsa,  vahyî deliller insanların dikkatini, kevnî (tabiat ile ilgili) delillere çeker ve onlardan kanıtlar göstermeye davet eder.

Bu âyet-i kerîme ile Kur’ân'ın bir çok yerinde zikredilen bu konudald âyetler insanları, kâinatı anlamaya, ondan deliller çıkarmaya çağırır.

Kevnî (tabiatle ilgil) deliller, vahyî delilleri teyid ve onların içeriğinin sıhhatine (sılıhat-i mazmûniha) ve mefhûmlarının hak (hakkıyet-i meknûniha) olduğuna delâlet eder. Zira hârikalarla dolu bu âlemi ve onda olup bitenleri derince düşünen kimse, Allahü teâlâ'nın,

- zâtı Vücûb (el-vücûbi'z-zatiyye / Allah'ın varlığının zarurî olması),

- zatî birlik (el - vahdeti'z - zatıyye)

- kaahir hükümranlık (el-mülki'l-kaahir),

- tam kudret (el-kudreti't-tâmme)

- kapsamlı ilim (el-ilmü'ş-şâmü),

- üstün hikmet (el-hıikmeti'l- bâliğa) ve

- diğer kemâl sıfatları (gayri zâlike min sıfâti'l-kemâl) ile muttasıf olduğu konusunda peygamberlerin ve mukaddes kitablarm bütün anlattıklarına kesinlikle inanır ve bu mahlûkları örneksiz ve kanunsuz (tarifesiz) olarak yoktan var etmeye muktedir olan bir kudretin,

- kıyamet günü onları yeniden eski hâllerine iade etmeye daha kolay muktedir olduğuna hükmeder.

Bütün bunları düşünen bir kimse sonuçta şu hükme varır:

Mahlûkaat ancak üstün bir İlâhî hikmete binaen yaratılmıştır. O hikmet de şudur: Mükelleflerin, amellerine bağlı olarak kazandıkları istihkaklara yani insanların, tefekkür etmeleri için yaratılmış olan hüccetlere, delillere, emarelere ve işaretlere bakışları nisbetinde oluşan ikmlerine, inançlarına ve bunların sonucu diğer amellerine göre hak ettikleri ceza ve mükâfatı görmeleridir.

Zira amel, yalnız bedenî değil, kalbî olanı da kapsar. Çünkü kalbin de, kakbın (bedenin) da kendilerine mahsus amelleri vardır. Hattâ kalbî amel, amellerin en üstünü (eşrefi)dir.

Kalbin bedenden daha üstün olması hükmüne bağlı olarak, onun ameli de bedenin amelinden daha üstündür. Bunun aksi nasıl olabilir kı, Allahü teâlâ'nın marifeti olmadan hiçbir amel olmaz. Zira birinci derecede kullara vâcib olan:

- Allah Teâla'yı bilmek (ma'rifet-i tealâ)tir.

- Yine, mahlûkların yaratılmasından asıl gaye, Allahü teâlâ'nın marifetidir. Nitekim Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur:

"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât 51/ 56)

Yani Beni bilsinler diye yarattım.

Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in şu hadisi de bu gerçeği açıklar: "Allahü teâlâ buyuruyor ki:

- Ben gizli bir hazineydim; sonra bilinmek istedim. Beni bilsinler diye mahlûkaatı yarattım

- Yakuulüllâhü tealâ:

- Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en ü'rafe fehalaktü'l-halka Uüiafe."

Ve Allahü teâlâ'yı bilmenin yolu da O'nun yukarıda anılan mahlûklarına ibretle bakıp tefekkür etmektir.

Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Beni Peygamber Yunus b. Metta'dan üstün tutmayın. Zira onun her gün Allah katına kaldırılan ameli, bütün yeryüzü sâkinlerinin amelleri kadar idi / Lâ tüfaddalûnî a'lâ yûnisebni meta feinnehu kâne yurfeu' lehu külle yevmin meselün a'mek ehh'l-ard."

İslâm âlimleri derler ki:

Yunus Söi un bu ameli, Allahü teâlâ'nın işlerini tefekkür etmesi idi. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Lâ ı'badetc meselü't-tefekkür /Tefekkür gibi ibâdet yoktur" buyurmuştur.

Ve malumun olduğu üzere, bu tefekkür, hak şerîatin getirdiklerinin de hak olarak tesbitini gerektirir. Yoksa Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yaratan Allah'tan başkası değildir." (Hûd 11/7) mealindeki âyet-i kerîmeyi,

"Eyyüküm ahsenü a'lden ve evrau' a'n maharimillâhi tealâ.. / Hanginizin aklen daha üstün ve Allahü teâlâ'nın haram kıldıklarından daha çok sakındığı hususunda sizi imtihan etmek için..." hadisıyle tefsir buyurmazdı. Zira Allahü teâlâ'nın haram kıldıklarından sakınmak, helâl ve haramı bilmeye tavakkuf eder. Helâl ve haramın bilinmesi de, Kitab ve Sünnetin bilinmesine bağlıdır. İşte o zaman kevnî (kâinattald) âyetler ile vahyî ve aklî âyetler birbirleriyle örtüşür. Zaten ileride vâkıf olacağın gibi, mütefekkirlerin, serıate îmân etmeyi gerektiren unsurları da kendi tefekkürlerinin neticelerine dahil etmelerinin sırrı budur.

Gökler ve yer kelimeleri yerinde zamirin kullanılması kifayet ettiği hâlde, bu iki kelimenin zahir olarak zikredilmesi, göklerin ve yerin hâlinin beyânına son derece ilgi gösterildiğini belirtmek ve o mü'minlerin tefekkürlerinin tahkik ve tafsil veçhile olduğunu bildirmek içindir.

Bundan önceki âyette zikredildiği hâlde, burada gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinin de bu tefekküre dahil olduğuna temas edilmemesi,

- ya bunun zaten şâmil olduğunu zımnen bildirmek içindir; çünkü daha önce de işaret edildiği gibi, gece ile gündüzün oluşması, göklerin ve yerin ahvâline bağlı olarak meydana gelen hâdiselerdendir;

-ya da o mü'minlerin, matlubun isbatı noktasında başka delillere ihtiyaç duyulmadan, mücerred bazı delilleri tefekkür etmekle, neticeye hükmetmek hususunda pek acele ettiklerini zımnen bildirmek içindir.

"Halk" kelimesi (ki, mealde yaradılış olarak geçti), masdar hâliyle de tefsir edilebilir. Bu takdirde ortaya şu anlamlar çıkar:

1- Mü'minler, göklerin ve yerin yoktan var edilmesi, inşası ve her ikisinde çeşitli ve hârika varlıklar ve olaylar yaratılması üzerinde düşünürler.

2- Halk, mahlûka izafe edilir ve buna göre anlam şöyle olur:

O mü'minler, her ikisinde, göklerde ve yerde yaratılmış olan mahlûklar hakkında tefekkür ederler (yetefekkerûne fîma hukka fîhima).

Bu anlayış hem göklerin ve yerin parçaları olarak onlarda bulunanları hem de onların parçaları olmayıp da müstakil olanları kapsar.

3- Halkın mahlûka izafesi "halkı's-semâvât / göklerin ve yerin yaratılışı" beyânı izafedir. Bu tevcihe göre anlam "o mü'minler ki, gökler ve yer hakkında tefekkür ederler" olur.

C- "- Ey Rabbimız! Sen bunu boşuna yaratmadın."

. "- Ey Rabbimız! Sen bu gökleri ve yeri boşuna yaratmadın. "

Bu cümledeki "hâza" işareti Isrâ (17) sûresinin:

" Bu Kur’ân (insanları) en doğru yola iletir" 9. âyetinde olduğu gibi ta'zim için kullanılmıştır.

Söz konusu işaret ismi,

- ya mahlûk olarak göklere ve yere;

- ya da halka taallûk eder. Bunun anlamı şöyle olmak gerekir:

"Ey Rabbimiz! Sen bu hârika ve muazzam mahlûkaatı,

1- tefekkürden yüz çeviren gaafıllerin ileri sürdükleri gibi, boşuna, abes, hikmet ve amaçtan uzak yaratmadın;

2- fakat yüksek hikmet ve amaçlarla dolu, Peygamberlerin ve ilâhî kitablarm söylemlerine uygun, mebde' ve nıeâdin ahvâlinin marifetine işaret olarak yarattın."

Âyet-i kerîmenin bu cümlesinin başında söylemek fiili mukadderdir. Bu istinafi cümle, tefekkürün neticesi ve kevnî âyetlerin anlamları ile ilgili makablinden doğan ibhamı giderir. Çünkü insan,

- âlemde yaratılmış olan kevnî âyetlerin akliselim sahiplerine tahsis edikdiğini,

- o aldiselim sahiplerinin o âyetler karşısında Allah'ı zikir ve tefekkürle vasıflandırıldıklarmı duyunca,

bunun sonuçları ve hükümleri olarak o mü'minlerden neler sâdır olduğunu merak eder. Sanki "o mü'minler, kevnî âyetleri düşünmüşler de, sonunda neler olmuş ve hangi sonuçlar doğmuş? "diye sorulmuş ve şöyle cevap verilmiştir:

"- Onlar kâinatın sırrına vâkıf; İlâhî kitablarm hak ve Peygamberlerin sâdık olduklarını bildiren o sözleri söylemişlerdir."

Hiç şüphe yok ki, mü'minlerin bu medilı ve yakarış sözleri, zikredilen istidlalin unsurlarından değil, fakat ona terettüb eden neticelerdendir.

Ç- "Sen Sübhansın (Seni tenzih ederiz); artık bizi ateş azabından koru !"

"- Ey Yüce Rabbimız! Seni, Sana lâyık olmayan ve yaratılmasında hikmet bulunmayan bir şeyi yaratmış olmaktan tenzih ederiz."

Bu arızî cümle, makabline tekid olduğu gibi, mâba'dine (sonrasına) de hazırlık mahiyetindedir. Zira bu âlemin,

- yaradılış sırrını anlamak,

- ondaki üstün hikmetleri biknek,

- bunun gereği olarak sâlih ameller işlemek,

- Allahü teâlâ'yi abesle iştigalden tenzih etmek,

- bunları ihlâl edenlerin uğradıkları akıbetten Allah'a sığınmak iki cihetten gereklidir:

- azabın gerçek olduğuna vâkıf olmak,

- duanın kabulüne hazırlık yapmak. Yani şöyle iltica etmek gerekiyor: "- Ey Yüce Rabbimiz!

- Biz Senin sırrını anladık.

- Emrine itaat ettik (ve eta'nâ emrake).

- Seni, Sana lâyık olmayan şeylerden tenzih ederiz (lâ yenbağî).

- Sen de, bizi Seni tanımayanların cezası olan cehennem azabından koru !"

191 ﴿