NİSA SÛRESİMedine'de nazil olmuştur, yüzyetmişaltı âyettir. 1"Ey insanlar! Sakının O rabb'ınızdan ki sizi bir tek nefsten yarattı ve ondan da zevcesini yaratarak ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretti. İsmini zikrederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve rahimler (akrabalık bağlarını kesmek)den sakının. Şüphesiz Allah, sizi gözetleyıci (Rakıîb)dir." A- "Ey insanlar! Sakının O Rabb'ınızdan ki sizi bir tek nefsten yarattı." Bu umumi hitabın hükmü, - âyet nazil olduğu zamanda mükellef bütün insanları, - o zaman mevcud fakat henüz mükellef olmayan küçüklerle, - kıyamet gününe kadar dünyaya gelecek insanlardan bütün mükellef olacakları kapsar. Ancak âyet nazil olduğu zaman mükellef olmayan insanlarla sonradan dünyaya gelecek olan insanları kapsaması, hakikat yoluyla değildir. Çünkü şifahî hitap -Hanbelîler dışında- mükellefiyet derecesinde olmayanları kapsamaz. Burada onları kapsaması, - ya birinci fırkayı, son iki fırkaya tağkp etmek (galip kılmak) yoluyladır, - ya da haricî bir delil ile, birinci fırkanın hükmünü diğer iki fırkaya da teşmil etmek yoluyladır. Zira sabit olan icmaa göre, bu ümmetin son ferdi de, ilk ferdinin bütün mükellefiyetleriyle mükelleftir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in şu hadisi de bu hakikati anlatır: "Helâl, benim dilimden ifâde edildiği gibi kıyamete kadar helâldir. Haram da benin dilimden ifâde edildiği gibi kıyamete kadar haramdır / el-Halâlü ma cefa a'lâ lisanî ilâ yevmt'l-kiyameti ve'l-haramü ma cera a'lâ lisanı ilâ yevmi'l-kiyameh." Helâllerle haramların neler olduğu, yerlerinde tafsilâtları ile anlatılmıştır. Bu âyetin nüzulünden önce geçmiş ümmetler ise, bu hitabın kapsamına dahil değildir. Çünkü emirler ve yasaklar, uygulamaları tasavvur edilebilenlere mahsustur. Eski ümmetlerin, emir ve yasaklar dışında, teklifte tekid ve icabta (vâcib kılınmasında) takviye katkısı olan yerlerde hitablara dahil olmaları ise ileride anlatılacaktır. "e'n-Nâs / insanlar" kelimesi, hakikatte hem erkekleri, hem kadınları kapsar. "İttekû / sakının" kelimesi, (fiil kipi olarak yalnız erkekler için kullanılırken) burada erkeklerin kadınlara tağlibi yoluyla kullanılmıştır. Zira erkek fiil kipi ile verilen emirler-Hanbeliler dışında- hakikatte kadınları kapsamaz. Burada emredilen takva, - ya mutlak takvadır ki, günah sayılan her türlü fiilden ve terkten sakınmaktır; - ya da insan hakları ile ilgili takvadır. Bu sonuncusunun anlamı şudur: "Allahü teâlâ'nın emirlerine ve yasaklarına, yahut burada zikredilen mükellefiyetlere muhalefet etmekten sakının." Bu iki mânâdan hangisi olursa olsun, âyette, mâlikiyet ve terbiye mânâlarını ifâde eden rubûbiyet (Rabb) unvanının zikedilmesi ve muhatab zamirine izafe edilmesi (Rabb'ınızdan), terğib (teşvik) ve terhib (korkutmak) yoluyla, emri ve emre uymanın lüzumunu tekid içindir. Rabb'dan sonra ona sıfat olarak "ellezî halakaküm min nefsin vahidetin - sızı bir tek nefsten yarattı" cümlesinin zikredilmesi de, bu tekid anlamını vurgular. Allahü teâlâ'nın onları bu hârika biçimde yaratması, kudretinin her şeye ve ezcümle günahlarından dolayı onları cezalandırmaya da şâmil olduğunu bildirmek içindir. Allahü teâlâ'nın bu sıfatı, insanlar için mükemmel bîr nimete iktidarı tazammun eder. Çünkü O'nun bu kudreti, - O'nun azabını mûcib günahlardan sakındıran, - O'nun nimetine nankörlük etmekten caydıran unsurlardan biridir. Allahü teâlâ'nın insanları, bir şecerenin (ağacın) tek kökünden, yani Âdem den türeyen dallar gibi kılması da, insanlar arasındaki kardeşlik hukukunu ihlâldan sakınmayı gerektiren önemli unsurlardandır. "Yâ eyyühe'n-nâs / Ey insanlar" hitabı, yukarıda belirtildiği gibi, eski ümmetlere şâmil olmayıp mükellefiyetleri ifaya memur insanlara mahsustur. Böyle olduğu hâlde, "Rabbeküm / Rabbiniz" ile "halakaküm / sizi yarattı" hitablarmı eski ümmetlere de teşmil etmek âyetin nazm-i kerîmine uygun düşmeyen bir dağınıklık olur. Buna gerek de yoktur. Çünkü Allahü teâlâ'nın, mükellefiyetleri ifaya memur insanları Âdem (aleyhisselâm) den yaratması, o memur insanlarla Âdem (aleyhisselâm) arasındaki ata ve analar vasıtasıyla olduğuna göre bu, arada kalanların da ondan yaratıldığını zımnen ifâde etmektir. Keza Allahü teâlâ'nın, o mükellefiyetlere memur insanların Rabbi olduğunu söylemek, onların bütün asıllarının da Rabbi olduğunu zımnen belirtmektir. Nitekim âyetin bundan sonraki bölümü bu hakikati sarahatle ifâde eder. B- "Ve ondan da zevcesini yarattı." Bu cümle, - Ya kelâmın siyakından anlaşılan mukadder (lafzen mevcutd olmayan) bir cümleye atıftır; çünkü fer'lerin bir asıldan üretilmesi, kaçınılmaz olarak o aslın inşasını gerektirir; sanki şöyle buyrulmuştur: "- O, sizi bir tek nefsten yarattı; önce onu, sonra ondan eşini yarat." Bu cümle, insanlığın aslının tek olduğunu, onların yaratılış keyfiyetini ve mücmel kalanları açıklar. Ya da bu cümle, nefs (can) kelimesinin sıfatı veyahut "sizi yarattı" cümlesine atıf olup aynı açıklamalara işaret eder. Bu âyette de: " Ey insanlar! Rabbinize kulluk (ibâdet) edin ki sizi ve sizden öncekileri O yarattı." (Bakara 2/21) âyetinde olduğu gibi, atıf yoluyla yalnız bir yaratma fiili ile iktifa mümkün iken, "halaka / yarattı" fiilinin tekrarı, iki yaratma arasında fark olduğunu göstermek içindir. Çünkü: - birinci yaratma, asıldan feri üretmek; - ikinci yaratma (Âdem'den eşinin yaratılması) ise, maddeden inşa yoluyladır. Zira Allahü teâlâ, Havva'yı Âdem (aleyhisselâm) in eğe kemiğinden yarattı. Rivâyet olunuyor ki, Allahü teâlâ, Âdem'i (aleyhisselâm) yaratıp onu cennete yerleştirdikten sonra kendisine uyku verdi. Âdem (aleyhisselâm) yarı uyku hâlinde iken Allah (celle celâlühü), Havva'yı onun sol eğe kemiklerinden birinden yarattı. Âdem uyanınca Havva'yı yanında buldu. Havva'nın yaratılması, diğer insanların yaratılmasından sonra zikredilmiştir. Çünkü burada asd amacı gerçekleştirmek, yani insanları, takva emrine uymaya sevketmek noktasında, insanların yaratılışını hatırlatmak, Havva'nın yaratılışını hatırlatmaktan daha etkilidir. "Ve halaka minha zevceha — ondan da zevcesini (eşini) yarattı." cümlesinde zevciyet unvanının zikredilmesi, bundan sonra gelecek tenasül (üreme) bahsine hazırlık içindir. C- "Ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretti." Allahü teâlâ, o tek nefis Âdem (aleyhisselâm) den ve ondan yarattığı zevcesinden tenasül ve doğum yoluyla birçok erkekler ve kadınlar üretip yaydı. Ç- "İsmini zikrederek birbirınızden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve rahimler (akrabalık bağlarını kesmek)den sakının." Burada da önceki takva emri tekrar edilmekte ve bu emre uymayı gerektiren diğer bazı hususlar hatırlatılmaktadır. Zira insanların Allahü teâlâ'nın adını kullanarak birbirlerinden dilekte bulunmaları, meselâ, insanların atıfet ve merhamet istemek maksadıyla, "- Allah adına, Allah aşkına bunu ver; şunu yap!.." demeleri de, Akait teâlâ'nın emirlerine ve yasaklarına muhalefet etmekten sakınmalarını gerektirir. "Ittikaa / sakınma" nın, ism-i celîle. (Allah'a) talik edilmesi (bağlanması), ilâhî mehabeti artırmak ve kalblere Allah korkusunu yerleştirmek suretiyle insanları takva emrine uymaya tekid ve mübalağa ile sevketmek içindir. Bir de, insanlar, birbirlerinden dileklerde bulunurken, Allahü teâlâ'nın diğer isim ve sıfatları değil, yalnız "Allah" ismini kullanırlar. "el-Erlıam / rahimler, akrabalıklar" kelimesi atfına (neye matuf olduğuna) göre farklı mânâlara gelir. Bu mânâlardan biri şudur: "- O Allah'tan sakının ki, birbirinizden dilekte bulunurken O'nun adını ve akrabalığı kullanıyorsunuz." "el-Erham" kelimesinin, bir kırâete göre "bil-erham" seklinde okunması da, bu mânâyı destekler. Nitekim insanlar birbirlerinden dilekte bulunurken: Allah adına ve akrabalık adına... istiyorum!" derler. Diğer bir mânâ da şudur: "Allah'a aykırılıklardan sakının; akrabalık bağlarını koparmaktan da sakının." Zira akrabalık bağlarını koparmak da, sakınılması gerken önemli bir davranıştır. Tabiînden Mücâhid, Katâde, Süddî ve Dahhâk ile ilk Tefsir âlimlerinden Ferrâ ve Zeccâcin bu âyetin tefsiri ile ilgili görüşleri de budur. Vahıdî'ye göre âyetteki "erham" kelimesi, mâkablinden bir kelimeye matuf olmayıp iğrâ (muhatabın dikkatini bir matlûba çekmek) kabilinden mukadder bir fiilin nesnesi de olabilir. Bu, akrabalıklara bağlı kalın, sıla-ı rahimde bulunun; demek olur. Ayrıca erham kelimesi, bir isim cümlesinin başı (mübtedâ) ve haberi (yüklemi) de gizli olmak üzere bir isim cümlesi olarak da mütalâa edilebilir. Bunun anlamı da: "Akraba hakları da, sakınılması geren veya dileklerde kullanılan şeylerdendir." olur. Nitekim Allahü teâlâ: "Rabbin, sadece Kendine kulluk etmenizi, ana-babanıza da ihsanda bulunmanızı kesin bir şekilde emretti." (Isrâ 17/23) âyeti ile benzerlerinde akrabaları Kendi ism-i celîknin yanında zikrederek, sıla-ı rahmin katında pek değerli olduğunu göstermiştir. Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: Rahim (akrabalık), Arş'a asık (mertebece yüksek bir hak) olarak şöyle der: "- Beni vasledeni (birleştireni), Allah vasleylesin! Beni kat'edeni (akrabalık bağlarını keseni), Allah da kat'etsin / e'r-Rahimü muallekatün bi'l-a'rşi tekuulü: "- Men vasalenî vesalahü-llâhü. Ve men kataa'nî kataa'hü-llâhü!"7 D- "Şüphesiz Allah, sizi gözeten (Rakıîb)dir." Allahü teâlâ, sizi gözetmekte, denetlemekte, murakabe etmektedir, sizden sâdır olan sözlere, fiillere ve kalplerinizde gizli niyetlere de tamamen vâkıf-tır. Bunlara göre ceza ve mikâfatlarınızı irâde buyurur. Bu cümle, takva emrinin ve bu emre uymanın zorunlu illet ve sebebini izah eder. Bu cümlede ism-i celîlın (Allah) zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, tekid içindir. 2"Yetimlere mallarını verin; temiz (tayyib)i, murdar (habîs) ile değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Şüphesiz bu, büyük bir vebaldir." A- "Yetimlere mallarını verin." Bundan önce takva emri mükerreren zikredildikten sonra burada da, takvaya konu olan emirler ve nehiylerin zikrine geçilmektedir. Burada yetimlerle ilgili hükümlerin öne alınması, onlara son derece ilgi gösterildiğini ortaya koymak ve bir de, yetimlerle ilgili hükümlerin, bundan önce zikredılen akrabalıkla ilgili olduğu içindir. Çünkü hitab, yetimlerin yeklerine ve vasilerine müteveccihtir. Yetim, babası ölmüş kimse demektir. Bu tarif, babası ölmüş büyüklere de yetim denilebileceğini gösteriyorsa da, yetim sıfatı, örfe binaen küçüklere tahsis edilmiştir. Peygamberimiz in: "Bulûğ çağından sonra yetimlik yoktur."şeklindeki hadisi ise, yetim lafzının mânâsını tâyin için değil, fakat şer'î hükmünü anlatmak içindir. Yani bulûğ çağından sonra yetimlik hükmü uygulanmaz. Yetimlerin mallarını kendilerine vermekten maksad, muhatabların ihtiraslarını kesmek, onların kapan ellerini geri çevirmek, yetimlerin malları, sâlimen kendi ellerine geçinceye kadar kötü bir teşebbüse uğramalarını önlemektir: Nitekim temizi, pisle değiştirmenin ve yetim malım yemenin nehyedilmesinden de anlaşılması gereken budur. Yoksa burada kastedilen, yetimlerin mallarını bifıil kendilerine vermek değildir. Çünkü geri verme mükellefiyeti, 6. âyette ifâde edildiği üzere, yetimlerin bulûğ çağına ermeleri ve rüşdlerinin sabit görülmesi şartına bağlıdır. Bu mânâ mecazî olup şunu bildirmek içindir: Yetimlerin mallarını yöneten veli ve vasilerin bütün amaçları, zamanı geldiğinde bu malları kendilerine zararsız olarak ulaştırmak olmak dır; yoksa mücerret mallara ilişmemek değildir. İmdi, yetimlerden murad, - ya küçüklerdir; nitekim akla ilk gelen de budur. Buna göre bu emir, yetimlerin mütevelksi olan velilere ve vasilere yöneliktir. Bu hükmün, âyetin nüzulü sırasında bulûğa ermiş olanlara da şamil olması, sarahaten değil, fakat delâletendir; - ya da âyetin nüzulü sırasında yetim olanları da, bulûğa ermiş olanları da kapsayacak şekilde mecazî bir mânâ ile, kısmen yetim sayılanlardır. Buna göre emir, mutlak olarak her iki fırkanın velilerine de şamil olup onlara, yetimlerin mallarını korumak ve onları zayi etmekten sakınmak yükümlülüğünü getirmektedir. Bulûğ çağma eren yetimlerin mallarını bilfiil onlara vermek ise, bundan sonra gelecek emrin konusudur. Bir görüşe göre ise, burada yetimlerden maksad, küçüklerdir; mallarını vermekten maksad da, gelecekte reşîd olduklarında mallarını kendilerine iade etmektir. Bir görüşe göre de, yetim ismi, yetimlik devresine yalan olmaları hasebiyle, yeni bulûğa ermiş olanları da kapsayacak şekilde geniş mânâda kullanılmıştir. Bunun amacı da velileri, yetimler bulûğa erer ermez, daha yetimlik vasfı kalkmadan mallarını kendilerine vermeye teşvik etmektir. Buna göre vermek, bil fiil vermek anlamındadır. Ancak bundan sonra gelecek "Yetimleri nikâh çağına ulaşıncaya kadar deneyin." (Nisa 4/6) ifâdesi, bu iki tefsire (yetim kelimesini büyükleri de kapsayacak şekilde yapılan iki tefsire) mânidir. Çünkü burada emredilen verme, bu iki görüşten anlaşıldığı gibi, yalnız vaktinin tâyini veya şartının beyânı değil, fakat doğrudan doğruya verme mükellefiyetidir. 1- Yetim, vasfını, - mecazî mânâda, tağkb (hakikî mânâya bakıp onu galip kılmak) yoluyla hem büyüklere hem de, küçüklere; 2- verme mükellefiyetini de, - hemen şimdiye veya geleceğe; 3- hitabı da, - her iki fırka yetimlerin velî veya vasilerine teşmil etmek, "veliler, bulûğa eren yetimlere mallarını, hemen; henüz bulûğa ermemiş olan yetimlere de, reşîd olduklarında vermeye memurdur" şeklinde yorumlamak açık bir zorlama olur. Bu itibârla en münasip mânâ, yukarıda anlatıldığı gibi, yetimlerin mallarını vermekten amaç onların mallarını zarara uğratmamaktır. Nitekim burada "itâ / verme" fiili kullanılmışken, 6. âyette gelecekteki bilfiil verme için "def " fiilinin kullanılması da buna işarettir. Yetimler kelimesinden ister küçükler kastedilsin, ister yukarıda belirtildiği gibi, bu büyüklere de teşmil edilsin, bu gerçek değişmez. Rivâyet olunuyor ki, Gatafan kabilesinden bir adamın yanında, kardeşinin oğluna âit büyük miktarda mal varmış. Çocuk bulûğa erince malını istemiş, fakat amcası vermemiş. O sırada bu âyet nazil olmuş. Adam bu âyeti duyunca: "- Allah'a ve Resulüne itaat ettik. O büyük günahtan Allah'a sığınırız / Eta'na-llâhe ve eta'ne'r-resûle neû'zü billahi mine'l-hühi'l-kebîr" demiş. Bu rivâyet de bu mânâya mâni değildir; çünkü sebebin hususi oluşuna değil, fakat lafzın umumiyetine bakılır. B- "Temiz (tayyib)i, murdar (habis) ile değiştirmeyin." Bundan önce, yetimin malını mutlak olarak almak zımnen nehyedilmişti. Şimdi burada özel bir şekilde nehyediliyor. 1- "Habis / pis, murdar" ve "tayyib / temiz" den murad, eğer haram ve helâl ise, burada nehyedilen, mutlak olarak, kendi malını yetimin malı ile değiştirmektir. Nitekim ilk Tefsir âlimlerinden Ferrâ ile Zeccâc böyle demişlerdir. 2- Diğer bir görüşe göre ise, yani siz, helâl olan kendi mallarınızı bırakıp da yetimlerin mallarından haram yemeyin, demektir. Buna göre, nehyedilen, hakikaten veya hükmen yelimin malı olan bir şeyi kendi malı yerine yemektir. 3- Bir başka görüşe göre de nehyedilen, muhafaza etmesi gerektiği hâlde yetimin malına göz dikmektir. Bu mânâlardan hangisi olursa olsun, bu malların temiz ve habis olarak tavsifi, yetim malını almaktan nefret ettirmek, kendi malını yemeyi teşvik etmektir. Eğer habis ve temiz mallardan murad, kötü ve iyi mallar ise, o takdirde âyette yasaldanan, onların yaptıkları gibi, yetimin iyi malını alıp kendi kötü malını onun yerine koymaktır. Tabiînden Said b. el Müseyyeb, İbrâhîm e'n-Nehaî, Zührî ve Süddî, bu âyeti böyle tefsir etmişlerdir. Özellikle bu muamelenin zikredilmesi ise, bunun bir nevi âdet hâline gelmesidir; yoksa diğerleri mubah olduğu için değildir. "Temizi habis ile değiştirmeyin, tebdil etmeyin" şeklindeki ifâde, bize şu hakikati bildirir: Yetimlerin velileri, - bütün mübadelelerde kendi menfaatlerini değil, yetimlerin menfaatlerini gözetmeli, - yetimlerin gerek mal, gerekse bedel olarak taraf oldukları akitlerde, onlardan menfaat sağlamak değil, onlara menfaat sağlamayı amaç edinmelidir. C- "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." Burada da, muhatablarm yap agel dikleri başka bir cürüm nehyedilmekte-dir. Yani yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak kendi malınızmış gibi yemeyin. Çünkü sizin mallarınız size helâl, onların malları size haramdır. Ancak yetimin velisi, fakir olduğu takdirde emsal bir ücret alması, bundan müstesnadır. Ç- "Şüphesiz bu büyük bir vebaldir." Yetimlerin mallarını yemek, küçük değil fakat büyük günahlardandır. 3"Eğer yetimler hakkında adalet icrasından korkarsanız, hoşlandığınız kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer bu durumda aralarında adaleti gözetememekten korkarsanız bir (kadın) ile veya sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriye) ile yetinin. Bu adaletten sapmamak için en doğru yoldur." A- "Eğer yetimler hakkında adalet icrasından korkarsanız, hoşlandığınız kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın." Korkmaktan murad, o bilinen şeyin sakıncak ve sakınılacak bir şey olduğunu bildirmektir. Nitekim, "Her kim de mûsiî (vasiyetçi)nin bir hatâ işlemesinden veya günaha girmesi (haksızlık etmesinden endişe eder (korkar) de onların aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur." (Bakara 2/182) meâlindeki âyet de bu anlamdadır. Bunun "havf — korku" ile ifâde edilmesi bundandır. Yoksa burada korkmak hakikî mânâsında kullanılmış değildir. Çünkü burada cevabın bağlandığı şart, haksızlıktan korkmak değil, fakat o şahsın korkulan haksızlığa düşeceğini bilmektir. Bundan önce, yetimlerin özellikle malları ile ilgili bir nehiy zikredilmişti. Şimdi burada, muhatablarm yapageldikleri başka bir cürüm nehyedilmektedır. Bu nehiy, asaleten yetimlerin kendi nefısleriyle; dolayk olarak da malları ile ilgilidir. Bunun, birincisinden sonra zikredilmesi, birinciye göre daha az vaakıî olmasından ve onun bir kısmı gibi sayılmasından dolayıdır. Şöyle ki: 1- Hasen-ı Basrî'ye göre bazı kimseler, velileri oldukları yetimlerden kendilerine helâl olanlarla evleniyorlardı. Ancak bu evliliği, yetimleri beğendikleri için değil, fakat mallarına konmak için yapıyorlardı. Ve bu evlilikte yetimlerle olan ilişki ve muaşeretlerini çok kötü düzeyde sürdürüyorlar ve mallarına vâris olmak için ölmelerini bekliyorlardı. 2- Urve b. Zübeyr'den ve onun da Âişe ((radıyallahü anha) den rivâyetle Zührî'ye göre ise veli, velayeti altında bulunan yetim kızın malına ve güzelliğine rağbet ederek, diğer eşlerinin mehrinden daha az bir melikle onunla evlenmek isterdi İşte bu âyet, emsal mehirden daha az bir melikle o yedmelerle evlenmeyi men ve bu durumda başka kadınlarla evlenmelerini emretmiştir. 3- Ulemâdan bir çokları da bu âyeti, bir velinin çok sayıda yetim kızla evlenmesi şeklinde yorumlamışlar ve demişlerdir ki: "Önceleri bir veli, velayeti altında bulunan güzel ve servet sahibi yetim kızın başkasıyla evlenmesine tahammül edemediği için kendisi evleniyordu ve böylece bazen on yetim kız ile evlenen oluyordu..." Ancak bu âyette veliye, yetim kızdan başkasıyle evlenmesinin emredilmesi, o müfessirlerin bu tefsirine mânidir. Çünkü öyle olmuş olsa, mahzur, onların sayısını azaltmakla giderilmiş olurdu. 4- "Mâ tabe leküm mine'n-nisâi / hoşunuza giden kadınlardan" cümlesinde kullanılan "mâ" harfi, aslında akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanı-lır. Akıl sahibleri için ise "men" harfi kullanılır. Burada "mâ" nın "men" harfine tercih edilmesi, onun vasfı (hoşluk) itibariyledir ve evlenilecek kadının hoşa gitme vasfı olduğunu bildirmek içindir. Yoksa kadınların akılsız varlıklar gibi düşünüldüğü için değildir. Çünkü bu, kadınlara teşvik makamıyla da uyuşmaz. İbn-ü Ebi Able ise, "mâ" harfini "men" olarak okumuştur. (Bu kırâete göre bir izaha gerek kalmaz.) Yetimlerle evlenildiği takdirde adâletsizlikten korkulması hâlinde bu evliliğin nehyedilmesi asıl amaç olduğu hâlde, bunun yerine, başka kadınlarla evlenme emri ifâdesinini tercihi, onları bundan lütûfkâr bir tavırla vazgeçirmek içindir. Çünkü insan nefsi tabu olarak, yasaklandığı şeylere ihtirask olur. Nitekim kadınların "hoşa gitmek" vasfıyla vasıflandırılmaları da, erkekleri daha fazla onlara meylettirmek ve teşvik içindir. Bunların hepsi de, bu sakıncak durumda velileri yetimlerle evlenmekten vazgeçirmeye dönüktür, işte âyetin nüzul sebebi, tahakkuk etmiş evlilik iken, zımnî nehyi, beklenen evliliğe tecih etmenin sırrı da budur. Çünkü bu yaklaşımda, şer vaakıî olmadan onu sür'atle önlemek vardır -zira vaakıî olan bir şey, bazen kaldırılamiyor- ve bir de, tahakkuk etmiş böyle bir evliliğin sakıncası mübalağa ile ilâde edilmiş olur. Zira beklenen evliliğin sakıncası, ondan beklenen haksızlıktan dolayı olduğuna göre, haksizlikla beraber tahakkuk etmiş evliliğin sakıncası daha ağırdır. 5- Bir diğer görüşe göre ise, âyetteki "tayyib"ten murad, hoşa gitmek değil, fakat şer'an helâl olmaktır. Yani "size helâl olan kadınlardan" demektir. Çünkü erkeklerin hoşuna giden kadınlar mefhûmu genel olup nikâhları haram olan evli kadınları da kapsar. Ve bu ifâdede onları istisna eden bir unsur da yoktur. Ancak bu görüşe göre, bir mahzurdan kaçarken ondan daha beterine düşülmüş oluyor. Çünkü nikâhları onlara helâl olan kadınlar mefhûmu mücmeldir ve sabit bir hakikattir ki, bir nass, icmal ile tahsis arasında mütereddit (her ikisini de muhtemil) olduğu zaman, tahsise hamledilir ve hususiyet kazanmış umumi bir hüküm, tahsis yerleri dışında da hüccet sayılır Mücmel ise tafsilât ile beyân edilmeden önce asla hüccet olamaz. Eğer "Hurrimet a'leyküm / Size haram, kılındı..." (Nisa 4/23) mealindeki âyetin, bu âyetten önce nazil olduğu iddia ve anılan icmale tafsil kabul edilirse, o zaman da umûma tahsis edilmiş sayılır. "ikişer, üçer ve dörder..." buyrularak evlenme izni dairesinin tevsii, "hoşunuza giden kadınlardan..." sözleriyle de onlar hakkında hoş vasfının istimali, kadınlara teşvik ve meyli artırmak içindir. Yani siz hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder sayısı ile sınırlı olarak istediğiniz gibi nikâh edebilirsiniz. Herkes bu sayılardan istediği sayıyı seçebilir. Yoksa, "şu on bin dirhemi alın; iki iki, üç üç ve dört dört olarak bölüşün" ifâdesinde olduğu gibi, bu sayıların bazıları, bazı insanlar için ve diğer bazıları da diğer bazı insanlar için geçerlidir, demek değildir. Eğer âyette "ikişer, üçer, dörder.." yerine "iki, üç ve dört" buyrulmus olsaydı, tevzi mânâsı değil, fakat bu sayıların toplamının caiz olduğu anlamı çıkardı. Eğer sayılar arasındaki "v" (ve) yerine "ev" (veya) harfi zikredilmiş olsaydı, bu sayılardan her birinin caiz olduğu mânâsı ifâde edilmiş olmazdı. 6- Bu âyet-i kerîmenin tefsirine ilişkin bir görüş de şöyledir: Yetimler hakkında nazil olan âyet, onların mallarını yemenin büyük bir günah olduğunu bildirince, yetimlerin velileri, onlar hakkında gerekli adaleti gerçekleştirememek yüzünden büyük günah işlemiş olmaktan korkarak onların velÂyetinden çekinmeye başladılar. Oysa aynı insanlar, kadınların hukukunda adâletsizlikten çekınmiyodardı. Nitekim bir erkeğin on karısı bile oluyordu. İşte bunun için kendilerine denildi ki; eğer yetimlerin hukukunda adâletsizlikten korkup da, velayetlerinden çekmiyorsanız, evli bulunduğunuz kadınlar arasında da adâletsizlikten korkun da, nikâhklarmızın sayısını azaltın. Çünkü bü günahtan çekinip de veya ondan tevbe edip de onun benzeri bir günahtan çekinmeyen bir kimse, aslında o günahtan çekinmiş ve tevbe etmiş sayılmaz. 7- Bir başka görüşe göre de, o insanlar, zinadan çekinmiyorlardı, fakat yetimlerin velÂyetinden çekmiyorlardı. İşte bundan dolayı onlara denildi ki; eğer yetimler hakkında haksızlık yapmaktan korkuyorsanız, zinadan da korkun, size helâl olan kadınlarla evlenin ve haramların etrafında dolaşmayın. Ancak Kur’ân'ın nazm-i kerîminin fasahat mükemmeliyetinin, bu son iki görüşe müsait olmadığı açıktır. Çünkü bu iki görüş, bundan bir önceki (2.) âyetin, bu âyetten epeyce evvel nazil olduğu ve insanlar arasında şüyu bulduğu faraziyesine binaendir. Oysa o (2.) âyetin ifâde ettiği hükmün tamamı, bundan sonra gelecek 5. ve 6. âyetlere tevafuk ettiği gayet açıktır. B- "Eğer bu durumda aralarında adaleti gözetememekten korkarsanız bir (kadın) ile veya sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriye) ile yetinin." Yetimler hakkında ve yukarda zikri geçen sayılar üstündeki eşler arasında adaleti gerçekleştirememekten korktuğunuz gibi asgarî sayıdaki çok eşlilikte de eşler arasında adaleti sağlayamamaktan korkarsanız o takdirde bir eşlilikten ayrılmayın. Bir eşle yetinin ya da çok sayıdaki eşlerinizden birini seçin ve diğerlerini bırakın. Cariyeler hakkında bir sayı sınırı yoktur; sayıları olabildiğince fazla olabilir. Çünkü cariyelerle yaşamak, nikâh ile değil, fakat mülkiyet yoluyladır. "Sizden, kimin hür ve mü'min kadınları nikâhlamaya gücü yetmiyorsa, mâlik olduğunuz mü'min cariyelerinizden alsın." (Nisa 4/25) mealindeki âyette evlenmeleri emredilenler, cariyelerin mâlikleri olan kimseler değildir. Âyette, suhulet ve kolaylıkta bir hür kadının, sınırsız cariyelere denk sayılması, cariyelere bağlılığın az, masraflarının hafif olmasından ve cariyeler arasında eşit yatak nöbeti zorunluluğu bulunmamasındandır. "Mâ meleket eymanüküm / sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriye)" cümlesindeki "mâ" harfi, bir kırâete göre "men" okunur. (Yukarıda belirtildıği gibi mâ harfi, akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılır) Meşhur kırâete göre burada "mâ" harfinin kullanılmasi, cariyelerin mertebesinin, hürlerden düşük okluğunu bildirmek içindir. C- "Bu adaletten sapmamak için en doğru yoldur." Yukarıda belirtildiği gibi, bir eşle yetinmek veya cariyelerle yaşamak, diğerlerine nisbetle, adaletten sapmamak için en uygun yoldur. Çünkü tek eşlilikte, adâletsizlik konusu yoktur. Cariyeler arasında ise, zaten böyle bir tehlike söz konusu değildir. Fakat çok eşlilik böyle değildir; çünkü onda adâletsizlik konusu vardır ve bu beklenen bir haldir. İşte bu izahlardan da anlaşılıyor ki, bu konuda asıl emredilen, adâletsizliğe düşmemektir; yoksa bazılarının sandığı gibi adaleti gerçekleştirmek değildir. (Yani burada asıl emredilen tek eşliliktir; yoksa çok eşlilik yapıp da adaleti gerçekleştirmek değildir.) Bu cümleyi şöyle de tefsir etmişlerdir: "Aile nüfusunuzun fazla çoğalmaması için en uygun olanı budur." Bu mânâya göre, bir çok câriye ile yaşamak caiz iken, bu takdirde aile nüfusunun çoğalmaması, cariyelerin izni olmaksızın, da azl (hamileliği önleyeci tedbirlere baş vurmak) caiz olduğu içindir. Hür kadınlarda ise, onların izni olmadan caiz olmaz. Âyetin bu cümlesi, makablinin illeti ve sebebi gibidir. 4"Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer onlar rızâları ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin." A- "Kadınlara mehirlerini bir farîza (niıhle) olarak verin." Ibni Abbas, Katâde, İbnı Cüreyc ve İbni Zeyd diyorlar ki: "- Kadınlara mehirlerini Allahü teâlâ'nın bir farzı (farîdaten mıne-llâhi tea'lâ) olarak verin. Çünkü bu mehir, Allahü teâlâ'nın nihlette, yani dinde, şeriatte ve diyanette farz kıldıklarındandır." Zeccac'a göre bunun anlamı şudur: "- Kadınların meliklerini diyanet ve şeriatın gereği olarak verin." Kelbî'ye göre bunun anlamı: "- Kadınların mehirlerini, Allah'ın onlara bir hibesi, ihsanı ve lûtfu olarak verin" dir. Bir görüşe göre de: "- Kadınların mehirlerini gönül hoşluğuyla bir hibe olarak verin." Bu görüşe göre, melik kocalara farz olduğu hâlde böyle ifâde edilmesi, tam bir rızâ ve güzellikle verilmesini sağlamak içindir. Âyetteki hitab, kocalaradır. Bir görüşe göre ise hitab, velileredir. Çünkü veliler, evlendirdikleri kızların mehirlerini alıyorlardı. Ve onlar, bir kız çocuğu doğduğu zaman babasına: "- Malına getireceği bereket sana afiyet olsun!" diyorlardı. Yani alacağın mehri ile servetine servet katmış olursun, demek istiyorlardı. B- "Eğer onlar rızâları ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin." Eğer evlendiğiniz kadınlar, huysuzluğunuz, geçimsizliğiniz ve kötü hareketleriniz gibi onları zorlayan bir unsur olmaksızın, kendiliklerinden ve gönül hoşluğu ile, meliklerinden size bir şey bağışlarlarsa, artık onu afiyetle yeyin ve istediğiniz gibi onda tasarruf edin. "A'n şey'in / bir şey..." ifâdesi, bağışlayacakları miktarı az tutmaları için bir telkindir. "hib / gönül hoşluğu" yerine, hibe ve semahat (cömertlik) lâfızlarının kullanılmamsı, burada işin umdesinin, kadının bunu gönül hoşluğu ile vermesi ve doğrudan doğruya o maldan vazgeçmesi olduğunu bildirmek içindir. Âyette özellikle yemek zikredilmiştir. Çünkü mâk tasarrufların en önemh bölümü yemektir. Bir görüşe göre, âyetin, "ağız tadıyla, afiyetle" anlamına gelen "henien, merien" kısmı, mâkablinden ayrı bir duâ cümlesidir. Buna göre, "- Artık onu yeyin. Hoş, afiyet olsun!" demektir. Bu kelimeler bunun helâl, mubah ve takipsiz olduğunu mübalağa ile bekitmek içindir. Rivâyete göre bazı insanlar, kadınlara mehir olarak verdikleri mallardan bir şeyi kabul etmeyi günah sayıyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bu yanlışi kaldırmak üzere nazil olmuştur. 5"Allah'ın sizi yönetici kıldığı mallarınızı sefih (beyinsiz, aklı kıt, savurgan kimse)lere vermeyin. Onları o mallardan yedirin, giydirin ve onlara güzel (ma'rûf) söz söyleyin." A- "Allah'ın sizi yönetici kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin (Ve). Onları o mallardan yedilin, giydirin." Daha önce nikâh gibi yetimlerin nefisleriyle ilgili bazı hükümler beyân edilmişti. Bu arada istitrat seldin de yetimler dışında nefis veya mal konusunda başka insanlarla ilgili bir takım haklar da belirtilmişti. Şimdi burada tekrar, yetimlerin malları konusuna dönülüyor ve yetimlerin mallarını kendilerine iade şartı ve vakti gibi hususlar tafsil ediliyor. Hitab, yetimlerin velilerinedir. Veliler, mallarını saçıp savuracak yetimlere, zayi etmemeleri için, mallarını vermekten nehyolunuyor. Daha açık bir deyişle sanki şöyle buyruluyor: "- Ey veliler, tebzir ehli, savurgan, aklı ermez yetimlere, hayâtlarının güvencesi olan mallarını teslim ederek onu zayi etmelerine göz yummayın. Zira malları zayi olursa kendileri de zayi olur. O mallarla onları besleyin, giydirin; mallarını muattal bırakmayıp ticârette isleterek ondan kazanç sağlamak suretiyle yiyecek ve giyecekleri için onu sürekli bir kaynak hâline getirin ki, onların nafakaları ana maldan değil, fakat kârdan karşılansın." Bir diğer görüşe göre ise, Âyetteki hitab, kim olursa olsun, herkes içindir. Bundan murad, insanları, reşid olmayan Hanımlarına, çocuklarına, vekillerine ve başka insanlara mallarının yetkisini vermekten nehyetmektir. Ancak bu tefsirin, Kur’ân'ın nazm-i kerîminin fasahat mükemmeliyetini ihlâl ettiği açıktır. B- "Ve onlara güzel (ma'rûf) söz söyleyin." Onlara gönüllerini hoş tutacak yumuşak sözler söyleyin. Saıd b. Cübeyr, Mücâhid ve İbni Cüreyc şöyle demişlerdir: "- Onları güzellikle savın; meselâ: "- Siz buna elverişk duruma geldiğiniz, rüşdünüze erdiğiniz zaman, mallarınızı size teskm edeceğiz; deyin." 6"Yetimleri nikâh çağına ulaşıncaya kadar deneyin. Eğer onların rüşde erdiğine yakıînen kanaat getirirseniz mallarını kendilerine iade edin. Siz de o malları büyüyecekler diye israf ederek tez elden yemeyin. Kim zengin ise afîf davransın. Kim de fakıîr ise ma'rûfa göre yesin. Onlara mallarını geri verdiğiniz zaman şâhid bulundurun. Hesab sorucu olarak Allah, yeter." A- "Yetimleri nikâh çağma ulaşıncaya kadar deneyin." Önce yetimlerin mallarının kendilerine verilmesi mutlak olarak emredilmişti. Fakat buna istisna getirılmilş, bunlar aklı ermez, ne yaptığını bilmez, müsrif kimseler olduğu takdirde malların kendilerine iadesi nehyedılmişti. Şimdi bu âyette de, yetimlerin mallarının kendilerine teskm edilmesi için belli bir vakit belirleniyor ve teskm şartı açıklanıyor. Şöyle ki: Sefih (beyinsiz, aklı kıt, savurgan) olduğu açıkça bilinmeyen yetimleri, evlenme veya bulûğ çağına ermeden önce dinî salâhiyet, malına sâhib olma ve malını güzel kullanma hâlleri itibariyle deneyin. Bunu yaparken de her birini meşgul olacakları işlerde tecrübe edin. Eğer ticâret yapacaklarsa, alış-veriş için ellerine bu mallardan bir miktar verin. Eğer arazileri, işçileri, hizmetçileri çalıştıracaklarsa, onlara işçi, hizmetçi ücretlerini ve diğer masrafları karşılayacak bir meblâğ verin ki, bunlara ilişkin yetenek ve becerileri anlaşılsın. B- "Eğer onların rüşde erdiğine yakıînen kanaat getirirseniz mallarını kendilerine iade edin." Eğer o yetimlerin çalışacakları işlerde, liyakatlerini müşahede ederseniz, bulûğ çağını geciktirmeksizin, hemen mallarını kendilerine verin. Daha önce 2. âyette, yetimlerin mallarının verilmesi ifâde edilirken "itâ" fiili kullanıldığı hâlde burada "def " fiili tercih edilmiştir. Çünkü daha önce belirtildiği gibi, mânâları arasında fark vardır. (Yetimlerin mallarını itâ etmek, ona göz dikmemek, suiistimal etmemektir; def etmek ise, mallarını bilfiil ellerine vermektir. Burada murad olan mânâ da budur.) liulâsa, yetimleri bulûğ çağına ve mallarını bilfiil teskm almaya hak kazanacakları zamana kadar deneyin. Buna hak kazanmaları, rüşde ermeleri şartına bağlıdır. Bu âyet-i kerîmenin zahirine göre, bulûğ çağına erdiği hâlde tebzir (malını saçıp savurmak) veya âcizlik sebebiyle rüşdü sabit olmayan yetimlere malları ebediyen verilmez. Ebû Yûsuf ile imam Muhammed'in görüşü bu yöndedir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, yirmi beş yaşına kadar beklenir. Çünkü buluğa erme yaşı, on sekizdir. Bu yaş üzerinden yedi sene daha geçmesi beklenir ki, -yedi yaş- insanın hâllerinin değişmesinde muteber bir müddettir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Yedi yaşında çocuklarınıza namaz kılmayı emredin." - o zaman yetimlerin rüşdleri sabit olsun veya olmasın, malları kendilerine verilir. C- "Siz de o malları büyüyecekler diye israf ederek tez elden yemeyin." Velileri bulunduğunuz yetimler, büyeyecekler de, sizden mallarını teskm alacaklar diye onları israfla yemeyin; mallarını harcamakta ifrata kaçmayın ve: "- Bu yetimler büyüyüp de mallarını elimizden almadan biz şimdi dilediğimiz gibi harcayalım!" diye düşünmeyin. Bu cümle, yetimler ehliyet kazandıklarında mallarını kendilerine verme emri için bir tekid ve izah olduğu gibi, bir sonraki cümle için de bir hazırlıktır. Ç- "Kim zengin ise afif davransın. Kim de fakıîr ise ma'rufa göre yesin." Yetimlerin velilerinden ve vasilerinden zengin olanlar, onlara şefkat olarak ve mallarını eksiltmemek için, yetimlerin mallarından hizmetine karşılık bir şey yemekten nezahet göstersin ve Allahü teâlâ'nın kendilerine verdiği zenginlik ve rızılda kanaat etsin. Velilerden ve vasilerden yoksul olanlar, zarurî ihtiyaç, çalışma ve hizmet karşılığı emsal ücret ölşüsünde o mallardan yesin. Bu âyet-i kerîmenin ifâdesinden anlaşılıyor ki, vasinin, vesÂyetine karşılık yetimin malında bir hakkı vardır. Rivâyete göre, Ashâbtan biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e sordu: "- Benim himayemde bir yetim var. Ben onun malından yiyebilir miyim?" Şöyle cevap verdiler: "- Örfe uygun miktarda onun malından yiyebilirsin; fakat mal biriktirmek ve kendi malını onun malı ile korumak için onun malından bir şey alamazsın." İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre, bir yetimin velisi, kendisinden sormuş: "- Velisi bulunduğum yetimin devesinin sütünden, içebilir miyim? " O da şu cevabı vermiş: "- Eğer kaybolduğunda onu arayıp buluyorsan, onun havuzunu çamurla sıvıyorsan, onun uyuzuna katran sürüyorsan ve su içme gününde onu suvarıyorsan, o zaman yavrusuna zarar vermemek ve süt sağmada aşırıya gitmemek şartıyla onun sütünden içebilirsin." Tabiînden Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "- Yetimin velisi, onun malından yerken, sütten yeni kesilmiş hayvan yavrusu gibi az yemek ve neye ihtiyacı olduğu hususunda kendini bir işçi gibi düşünmekdir. " Yine Tabiînden Şa'bî diyor ki: "- Yetimin velisi onun malından, yardımı ölçüsünde yemekdir." Yine Şa'bî'ye göre: "Yetimin malı, ölü hayvan eti gibi düşünülmek ve ancak zaruret hâlinde ve ölçüsünde alınmalıdır." Yine Tabiînden Mücâhid'de göre: "Yetimin velisi, ihtiyaç hâlinde onun malından borç olarak alır ve imkân bulduğu zaman da onu geri öder." Yine Tabiînden Said b. Cübeyr diyor ki: "- Yetimin velisi, dilerse, onun devesinin sütünün fazlasını içer, devenin sırtına biner, bedenini örtecek elbise giyer, yiyeceğini alır; fakat bunları geçmez; sonra imkânı olduğu zaman bunları geri öder; ama ödeme imkânı bulamazsa, bunlar kendisine helâldir." Rivâyete göre Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) da diyor ki: "- Ben kendimi, Allahü teâlâ'nın (Beytülmalın) malını harcamak hususunda yetimin velisi gibi düşünüyorum; ihtiyacım olmazsa, iffetli davranıp hiç almam; ihtiyacını olduğu zaman da örfe uygun ölçüde yerim; sonra imkânım olduğu zaman geri öderim." D- "Onlara mallarını geri verdiğiniz zaman şâhid bulundurun." Söz konusu bu şartları gözettikten sonra o yetimlerin mallarını kemdilerine verdiğiniz zaman, onların mallarını bilfiil teskm aldıklarına, zimmetinizin ondan beri olduğuna dâir şâhidler bulundurun. Çünkü bu, töhmetten uzak kalmak, husumeti önlemek, güveni sağlamak ve zimmetin beraeti için en doğru yoldur. Şu var ki, Hanefî müctehidlerine göre, şâhid bulundurmak vâcib değildir. Çünkü vasî, yetimin malını kendisine teskm ettiğine dâir yemin ederse, iddiası tasdik edilir. İmam Mâlik ile İmam Şâfi'ye göre ise tasdik edilmez. E- "Hesab sorucu olarak Allah yeter." Bu haklarla ilgili hesap soran olarak Allah yeterlidir. O hâlde size verdiği emirlere muhalefet etmeyin ve size çizdiği sınırları geçmeyin. 7"Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda erkeklere bir nasib (hisse, pay) vardır. Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda kadınlara da bir nasib vardır. Azından da çoğundan da. Nasib olarak bunlar farz kılınmıştır." A- "Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda erkeklere bir nasib vardır. Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda kadınlara da bir nasib vardır." Bundan önce, miras yoluyla yetimlere intikal eden malların hükümleri beyân edilmişti. Şimdi burada da miras hükümlerinin beyânına başlanıyor. Akrabalardan maksad, vâris olup mirastan pay alan akrabalardır. "Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda erkeklere ve kadınlara bir nasib vardır." meâlinde bir ifâde kullanılarak kadınların, erkeklerin hükmüne dahil edilmemesi ve kadınlara ilişkin hükmün müstakil olarak zikredilmesi. - kadınların verasetine önem verildiğini (itinâ edildiğini), - verasetlerinin doğrudan doğruya ve asıl bir hak (irse istihkaklarının asaleten) olduğunu bildirmek; - daha başından, erkek ve kadınların mirastaki paylarının farklı olduğuna işaret etmek; - ve câhiliye dönemi hükmünün ortadan kaldırıldığını tam ve kâmil mânâda bekitmek içindir. Çünkü câhiliye devri insanları, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlardı ve: "- Yalnız savaşanlar, aileyi, toplumu ve mülkiyetleri savunanlar mirastan hisse alır!" diyorlardı. Rivâyete göre, Evs b. Sabit el-Ensarî vefat ettiğinde geride eşi Ümmü Kecce ile üç kızını bırakmıştı. O zaman onun amca çocukları Süveyd, Arfeta veya Katâde ve Arfece, câhiliye âdetine göre, mirasın tamamını onların ekliden aldılar. Bunun üzerine Ümmü Kecce, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şikâyette bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona: "- Sen şimdi evine dön bekle; Allahü teâlâ, ne ihdas buyurur bakalım ?" dedi İşte o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, o mirası alan iki kardeşe: "- Allahü teâlâ, mirastan kadınlara da hak veriyor ; ama henüz beyân buyurmadı. Onun beyânı ile ilgili vahiy bize gelinceye kadar Evsin terekesini taksim etmeyin !" diye haber gönderdi. Bundan sonra da " Allah çocuklarınız için şunu emrediyor..." (Nisa 4/11, 12) âyetleri nazil oldu." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu iki âyetin ifâde ettiği hüküm gereğince, mirasin sekizde birinı eşi Ümmü Kecce'ye, üçte ikisini kızlarına ve geri kalanını da onun ıkı amca çocuğuna verdi.8 Bu hadis-i şerif, bir hükmün beyânının, hitabtan sonra gelmesinin caiz olduğuna delildir. B- "Azından da çoğundan da." Âyetin bu bölümü, adar ve savaş aletleri gibi bazı miras mallarının erkek vârislere tahsisi konusunda akla gelebilecek bir vehmi ortadan kaldırmakta ve mirasın azında da, çoğunda da hem erkeklerin hem de kadınların hakkı olduğunu tesbit etmektedir. C- "Nasib (hisse, pay) olarak bunlar farz kılınmıştır." Bu ifâde ile bundan sonra gelecek "Bunlar Allah tartından konmuş farzlardır (hisselerdir) "(Nisa 4/11) ifâdesi açıldıkla şuna delâlet eder: Bir vâris, kendi hissesini taleb etmese de, hakkı sakıt olmaz. 8"Mirasın taksimi sırasında (mirastan pay almayan) akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunurlarsa ondan onları da yararlandırın. Ve onlara güzel sözler (kavl-i ma'rûf) söyleyin." A- "Mirasın taksimi sırasında (mirastan pay almayan) akrabalar, yetimler, yoksullar hazır bulunuyorlarsa ondan onları da yararlandırın." Bir terıkenin taksimi sırasında vârislerin dışında hazır bulunan akrabalara, yabancı yetimlere ve yoksullara, gönüllerim hoş etmek için, özellikle bulûğa ermiş vârislerin, sadaka olarak kendi hisselerinden bir miktar vermeleri mendûbtur. Bir diğer görüşe göre ise bu emir vücûb ifâde eder. Bir görüşe göre, bu hükmün neshedilip edilmediğinde ihtilaflıdır. B- "Ve onlara güzel sözler (kavl-i ma'rûf) söyleyin." Bundan maksat, onlara duâ etmek (mesela, Allah size yardım etsin! demek), onlara verdiklerinin aslında az olduğunu (mümkün olsa fazla vereceklerini) söylemek, onlardan özür dilemek, başlarına bakmamaktır. 9"Arkalarında zayıf çocuklar bırakmış olsalardı, onlar için endişe duyacak olanlar (yetimler hakkında da) ayni endişeyi duysunlar. Öyleyse Allah'tan sakınsınlar, doğru ve sağlam söz söylesinler." A- "Arkalarında zayıf çocuklar bırakmış olsalardı, onlar için endişe duyacak olanlar (yetimler hakkında da) aynı endişeyi duysunlar." Bu âyetin anlamı konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Bu âyet, yetimlerin vasilerine; - yetimler hakkında Allah Teâla'dan korkmayı, - vefatlarından sonra kendi küçük ve çaresiz çocuklarına yapılmasını arzu ettikleri muameleyi yetimlere de yapmayı emrediyor. 2- Bu âyet, ölüme yaklaşan hastanın vasiyeti sırasında yanında hazır bulunan ziyaretçilere; - Rabb'larından korkmayı, - hastanın çocukları için endişe etmeyi, - kendi evlatlarına gösterdikleri şefkati onlara da göstermeyi emrediyor. 3- Bu âyet, vârislere; - terikenin taksimi sırasında hazır bulunan çaresiz akrabalara, yetimlere ve yoksullara şefkat göstermeyi; - evlatları böyle çaresiz kalsalardı, onların bu terikeden mahrum kalmalarını isterler miydi diye düşünsünmelerini emrediyor. 4- Bu âyet vasiyetçilere; - vârisleri gözetmeyi, - vasiyetlerinde aşırı gitmemeyi emreder. Bu ifâde tarzı ile, - onları yetimlere karşı merhamete, - kendi evlatları için istediklerini başkalarının evlatları için de istemeye davet eder. B- "Öyleyse Allah'tan sakınsınlar ; doğru ve sağlam söz söylesinler." Bu emirden şu sonuçlar çıkar: 1- Allahü teâlâ, başlangıç ve nihayete riâyet için, onlara önce korkmayı emretmişti şimdi burada da takvayı emrediyor. Çünkü ikincisi (takva) olmadan birincisinin (korkunun) faydası olmaz. 2- Allahü teâlâ, onların nasıl kendi evlatlarına şefkat ve hüsn-i edeble hitab ediyorlarsa yetimlere de ayni suretle söz söylemelerini; 3- Allahü teâlâ (yukardaki görüşlere göre)onlara, - vasiyetçiyi, vasiyette aşırı gitmekten, - vârisleri perişan etmekten engellemeyi, - hastaya tevbe ve şehâdet kelimesini hatırlatmayı; 4- Terekeden pay alan vârislerin taksimde hazır bulunan yoksul ve kimsesizlere bir şeyler vermelerini, onlardan özür dilemelerini ve onların gönüllerini almalarım; 5- Vasiyette bulunan hastaya, vasiyette malının üçtebirini aşmaması için onu uyarmalarını emrediyor. 10"Haksızlık ederek yetimlerin mallarını yiyenler var ya; hiç şüphesiz onlar karınlarını ateşle dolduruyorlar. Onlar alevli bir ateşe yaşlanacaklardır." A- "Haksızlık ederek yetimlerim mallarını yiyenler var ya; hiç şüphesiz onlar karınlarını ateşle dolduruyorlar." Bu âyet, daha önce açıklanan emirlerin ve nehiylerin neticelerini beyân etmektedir. Yani yetimlerin mallarını zulüm ve haksızlıkla yiyenler, netice itibariyle onları cehennem ateşine götüren şeyleri yemiş olurlar. Ebû Berze Nacile b. Ubeyd el-Eslemî'den rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü Allahü teâlâ, ağızlarından ateş alevi çıkan bir kavmi me-z arların dan kaldıracaktır." Sordular: "- Onlar kınıdır, ya Resûlallah?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle cevap verdi: "- Görmüyor musunuz, Allahü teâlâ buyuruyor ki, Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, hakikatte onlar karınlarına ateş tıkıştırmaktadırlar. B- "Onlar alevli bir ateşe yaşlanacaklardır." Onlar, ifâde edilemeyecek kadar korkunç alevli bir ateşe gireceklerdir. Rivâyet olunuyor ki, yetimin malını yiyen kimse, kıyamet günü mezarından kaldırılırken, ağzından, burnundan, kulaklarından ve gözlerinden dumanlar çıkacaktır. Bu hâlinden insanlar, onun dünyada yetimin malını yiyen kimse olduğunu anlayacaklardır. Yine Rivâyete göre, bu âyet-i kerîme nazil olunca insanlara çok ağır geldi. Bundan dolayı da insanlar, yetimlerle ilişki kurmaktan tamamen çekildiler. Bu da, yetimler için sıkıntı meydana getirdi. İşte bu sebeble, "Eğer onlarla ilişki kurarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir..." (Bakara 2/220) meâlindeki âyet nazil oldu. 11"Allah, çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu emrediyor; Erkeğe iki kadın payı vardır. Eğer onlar ikiden ziyâde kadın ise terekenin üçte ikisi onlarındır. Eğer kız çocuk tek ise terekenin yarısı onundur. Ölenin (murisin) ana babası ile birlikte çocuğu da varsa ana babadan her birine terekenin altıda biri verilir. Ölenin çocuğu yok da mirasçı olarak sadece ana babası kalmış ise terekenin üçte biri anasınmdır. Ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri nasınındır. Bu paylar vasiyetin tenfızinden veya borcun edasından sonra verilir. Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin fayda itibariyle size daha yakın (akreb) olduğunu bilmezsiniz. Bunlar Allah tarafından farz kılınmiş (pay) kardır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi olan (Haldm)dır." A- "Allah çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu emrediyor : Erkeğe iki kadın payı vardır." Bu âyetle, daha önce "Ana-babanın ve akrabaların bıraktıkları mallarda erkeklere bir nasib vardır. Ana-babanm ve akrabanın bıraktıkları mallarda kadınlara da bir nasib vardır..." (Nisa 4/7) mealindeki âyette mücmel olarak geçen miras hükümlerinin tafsilâtına girilmektedir. Vârisler üç kısma ayrılır: 1- Birinci kısım vârisler, babalar ve çocuklardır. 2- İkinci kısım vârisler eşler (karı-koca) dır. Bu iki kısmın hisseleri hiçbir hâlde diğer vârisler sebebiyle sakil: olmaz. 3- Üçüncü kısım da kelâle yani ana-babası ve çocukları olmayanın vârislerdir. Âyette evlatlardan başlanmıştır. Çünkü onlar, ölünün (meyyitin) en yakınları ve ondan sonra en çok hayâtta kalan mirasçılarıdır. Önce erkeğe ilişkin, hükmün zikredilmesi, onun kadına nazaran meziyetini izhar içindir. Bu meziyetine binaen sorumluluğu da fazla olduğundan, onun mirastaki payı kadının iki misli kılınmıştır. Daha önce (7. âyette) rical (erkekler) ve nisa (kadınlar) kelimeleri, kullanıldığı hâlde burada erkek için zeker (er) ve kadın için ünsâ (dişi) kelimelerinin istimak mirasta erkeklerle, kadınların büyükleri ile küçüklerinin haklarının eşit olduğunu göstermek; câhiliye devri insanlarının iddia ettikleri gibi bulûğ ve büyüklüğün mirasta hiçbir dahli olmadığını sarahatle bildirmek içindir. Nitekim câhiliye devri insanları, kadınlara mirastan bir hak vermedikleri gibi, bulûğa ermemiş oğlan çocuklarına da bir hak vermiyorlardı. B- "Eğer onlar ikiden ziyâde kadın ise terekenin üçte ikisi onlarındır." Eğer evlatlar, kızlardan ibaret olup erkek evlat hiç yoksa ve kız evlatların sayısı da ikiden fazla ise, o zaman terekenin üçte ikisi onlarındır. C- "Eğer kız çocuk tek ise terekenin yarısı onundur." Eğer ölenin ya da murisin yalnız bir kızı olup onun yanında erkek ve kız kardeşi de yoksa, o takdirde terekenin yarısını alır. Murisin yalnız iki kız çocuğu olduğu takdirde hisselerinin ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre, onun hükmü de, bir kız çocuğunun hükmüdür (Yani terıkenin yarısıdır). Çünkü Allahü teâlâ, üçte iki hisseyi, ikiden fazla olan kız çocuklarına vermiştir. Ulemânın cumhûruna göre ise, iki kız çocuğun hükmü de, ikiden fazla olanların hükmüdür. Çünkü Allahü teâlâ, bir erkek evlâd ile beraber bir kız evlâd okluğu zaman, erkeğe iki kadının payı verildiğini beyân buyurunca- ki bu durumda erkeğin hissesi üçte iki olur- bu, iki kız evlâdın hissesinin üçte iki olmasını gerektirk. Sonra bundan, insanın aldına, sayıların artması ile hisselerin de artacağı vehmi geldiği için "Eğer onlar ikiden ziyâde kadın ise, terekenin üçte ikisi onlarındır" ifadesiyle bu vehim reddedilmiş olmaktadır'. Bu görüşü şu da teyit eder ki, bir kız çocuğu, mirasta kendisinden daha kuvvetli olan erkek kardeşi ile beraber olduğu zaman üçte bir aldığına göre, kendisi gibi bir kızla beraber olduğu zaman bunu evleviyetle alması gerekir. Bir de, ölenin kız çocukları, kız kardeşlerinden daha çok merhamete muhtaçtır ve Allahü teâlâ, iki kızkardeşe terikenin üçte ikisini vermiştir. Nitekim, "Eğer ölenin iki kız kardeşi varsa terekenin üçte ikisi onlarındır." (Nisa: 176) buyrulur. Ç- "Ölenin (murisin) ana-babası ile birlikte çocuğu da varsa ana babadan her birine terekenin altıda biri verilir." Eğer ölenin, bir veya birden fazla erkek ve kız çocuğu varsa, ana babasından her birinin terekedeki payı altıda birdir. Eğer bu çocuklar içinde erkek olmayıp hepsi kız ise, - baba, altıda bir hissesini; - diğer mirasçılar da hisselerini aldıktan sonra mirasın kalan kısmı asabe olması nedeniyle babaya verilir. D- "Ölenin çocuğu yok da mirasçı olarak sadece ana- babası kalmış ise o terekenin üçte biri anasınmdır." Eğer ölenin, - çocuğu ve oğlunun çocuğu yok, - vâris olarak yalnız ana ve babası varsa, o takdirde ananın terekedeki payı üçte birdir; - geri kalan, babaya aittir. Âyette, bunun (geri kalanın babaya düştüğü) zikredilmemiş olması, zikrine gerek olmadığından dolayıdır. Çünkü vârislerin ana-babadan ibaret oldukları varsayılıp ananın hissesi tâyin edilince, mirasın geri kalan kısmının babaya düştüğü anlaşılır. Bunun aksi (babanın durumu belirtilip ananın durumu belirtilmese) ile de, maksat hâsıl olurken, ananın durumunun açıklanması ve babanın durumunun da hâlin delâletine bırakılmıştır. Çünkü ananın hissesi daha kısa, babanın hissesi ise daha fazla ve tamamlayıcıdır. Yahut babanın istihkakı, farz (belli hisse) yoluyla değil, fakat asabelik (hisselerden artan mirasın tamamını almak) yoluyladır. Eğer ana-babanm yanı sıra karı-kocadan biri yoksa, böyledir (ana, mirasın tamamının üçte birini alır.). Fakat eğer karı- kocadan biri varsa, o zaman İbn Abbâs in dediği gibi ana, mirasın tamamının üçte birini değil, fakat karı-kocadan birinin hissesini almasından sonra geriye kalanın üçte birini alır. Çünkü bu meselede ananın, mirasın tamamının üçte birini alması ananın hissesinin babadan fazla olmasını gerektirir. Oysa babanın veraseti daha kuvvetlidir. Nitekim ana-baba ile beraber karı-kocadan biri oknadığı zaman, baba, anarım iki katını alır. Baba, hem belli bir hisse sahibidir, hem de asabedır (, yani hisse sahiplerinden artanı da asabelik vasfıyla alır). Bu durumda ananın, mirasın tamamının üçte birini alması şeriatın ruhuna aylarıdır. E- "Ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri anasınmdır." Eğer ölenin birden fazla kardeşi varsa, bunlar: - ister ana-baba bir, - ister anadan veya babadan, - ister erkek, ister kız kardeşler olsun, - ister bu kardeşler mirastan hisse almış olsun, - ister babanın olması (asabe) sebebiyle mahcûb (hakları sakıt olmuş) olsun, bütün bu hâllerde anaya mirasın altıda biri düşer. Ananın (anılan meselede üçte bir olan hissesinden burada), kardeşler sebebiyle mahcub (mahrum) olduğu diğer altıda bir hissesi ise, baba varsa babaya; baba yoksa kardeşlere düşer. Ulemânın cumhûruna göre böyledir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre ise, bu meselede baba olsun olmasın, söz konusu altıda bir hisse, kardeşlere düşer. Yalnız, İbn Abbâs'a göre, bu meselede mahcubiyet (altıda bir nisbetindekı mahrumiyet), üçten aşağı kardeşler ile ve yalnız kızkardeşler ile tahakkuk etmez. F- "Bu paylar vasiyetin tenfizinden veya borcun edasından sonra verilir." "Min ba'di vasiyyetin yûsıi — Ölenin veya miras bırakanın vasiyet edeceği vasiyetten sonra.." buyrularak "vasiyet etmek" fiilinin kullanılması, vasiyeti teşvik içindir. Borç mutlak olup ister şehâdetle, ister ikrar ile sabit olsun her ikisini de kapsar. "Ve" harfi yerine, "ev /veya" harfinin kullanılması, vücubta ikisinin eşit olduğunu ve her ikisinin de ya birlikte, ya da ayrı ayrı, taksimden önce yerine getirilmesi gerektiğini ifâde içindir. Hüküm olarak vasiyet, borçtan sonra geldiği hâlde (çünkü önce borçlar ödenir, sonra vasiyetler açılır) âyette önce zikredilmesi, onun infazına son derece önem verildiğini göstermek içindir. Çünkü vasiyetlerin ifâsında taksirat gösterilmesi akla gelebilir. Bir de, genellikle vasiyet olur; ama borç nadiren olur. G- "Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin fayda itibariyle size daha yakın (akreb) olduğunuzu bilmezsiniz." Bu hitap vârisler içindir. Yani sizler, vefat eden usûlünüzden ve fürûunuzdan hangisinin sizin için daha faydalı olduğunu bilemezsiniz: - malının bir kısmını vasiyet edip de vasiyetin infazı ile, sizi âhket sevabına nail eden mi, - yoksa hiç vasiyet etmeyip de size bol dünyalık bırakan mı ? Onların bunu bilmemesinden maksad, tıpkı Peygamberimiz in: "- Benim ümmetim yağmur gibidir; başı mı daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır, biknmez / Meselü ümmeti meselü'l-matari lâ yüdrâ evveluhu hayrun em âhkruhu." hadisındeki ifâde gibi, bunun kendilerince şüpheli olduğu, birini diğerine tercih etmeksizin, ikisinden her birinin de daha faydalı olmasının ihtimâl dahilinde olduğu demek değildir. Çünkü böyle bir mânâ, yukarıda anlatılan vasiyetin yerine getirilmesini tekid ve teşvik anlamını ifâde etmekten uzaktır. Fakat burada maksad, hakikati bilmediklerinden dolayı ikincisinin daha faydalı olduğuna olan inançlarına yapılan tariz zımnında birincinin (yani vasiyet edenin) daha faydalı olduğunu tesbit etmektir. Nitekim burada, hangisinin daha faydalı olduğu ifâdesi yerine, hangisinin faydaca size daha yakın olduğu şeklindeki ifâde ile de buna işaret edilmektedir. Bu ifâde onların, yanlış iddialarının asıl sebebini hatırlatmakta, hatâlarının menşeini belirlemekte ve anılan teşviki de ziyadesiyle ifâde etmektedir. Zira gelecekte verilecek mükâfatı peşin şeklinde tasvir etmektedir. Çünkü insanlar tabiatleri itibariyle hazır menfaati severler. Yani siz, vefat eden babalarınız veya oğullarınızdan mallarının bir kısmı ile vasiyette bulunanlarla vasiyette bulunmayanlardan hangisinin sizin için daha faydalı olduğunu bilmiyorsunuz; bunun için zahir hale ve yakın menfaate bakarak vasiyette bulunmayanların sizin için daha faydalı olduklarına hükmediyorsunuz. Oysa gerçek bunun aksidir. Çünkü âhiret mükâfatı- sahibine ulaşması kesin, faydası devamlı ve aradaki dünya hayâtı da kısa olduğundan- daha yakın ve daha hazır bir fayda sayılır. Dünyalık ise, çabuk yok olduğundan, daha uzak bir fayda sayılır. Bir görüşe göre de, âyetteki hitab, geride vârisler bırakanlar içindir. Yani siz usûlunuzdan ve fürûunuzdan sîze vâris olanlardan halen ve gelecekte sizin için daha faydalı olanı bilemezsiniz. Onun için siz Allahü teâlâ'nın onlar hakkında size tavsiye buyurduklarını bulmaya çalışın. Rivâyet olunuyor ki, cennette babalardan ve çocuklardan birinin derecesi daha yüksek olursa, Allahü teâlâ'dan, onun derecesine yükseltilmesini niyaz eder ve öbürünün şefaatiyle oraya yükseltilir. Ğ- "Bunlar Allah tarafından farz kılınmış (pay) lardır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi olan (Hakim)dir " Yukarıda belirtilen miras hisseleri, Allahü teâlâ tarafından tâyin buyurulmuş kesin haklardır. Allah şüphesiz bütün işleri ve mertebelerini eksiksiz olarak bilir ve bütün bu hükümler bir çok hikmetleri ihtiva eder. 12"Eğer zevcelerinizin çocukları yoksa terekelerinin yarısı sizindir. Eğer zevcelerinizin çocukları varsa terekelerinin dörtte biri sizindir. Bu paylar vasiyetin ten tizinden ve borcun edasından sonra verilir. Eğer çocuğunuz yoksa terekelerinizin dörtte biri zevcelerinizindir. Eğer çocuğunuz varsa terekelerinizin sekizde biri zevcelerinizindir. Bu paylar da yaptığınız vasiyetin tenfızinden ve borcunuzun edasından sonra verilir. Eğer bir erkek veya kadın kelâle (ana babası ve çocuğu olmadığı hâlde ölmüş) ise ve kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa onlardan her birinin terekedeki payı altıda birdir. Eğer erkek ve kız kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler terekenin üçte bir payına ortak olurlar. Bu da vasiyetin tenfızinden ve borcun edasından sonradır. Zarar verilmemelidir. Bunlar Allah tarafından bir vasiyettir. Allah her şeyi hakkiyle bilen (A'lim) dır, cezalandırmakta acele etmeyen (Hakîm) dir." A- "Eğer zevcelerinizin çocukları yoksa terekelerinin yarısı sizindir." Burada ikinci kısım vârislere ilişkin hükümlerin beyânına başlanıyor. Âyette önce erkeklerin miras hükmünün zikredilmesinin sebebi, açıklanmasına ihtiyaç olmayacak kadar açıktır. Eğer zevcelerinizin, - kendi batınlarından bir veya birden fazla, - sizden veya başka kocadan öz oğul veya kızları, - veya oğullarının çocukları, - veya oğullarının oğullarının çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Geri kalan yarısı ise, farz (hisse) sahipleri vârislerin, asabe vârislerin (kendisi ile ölü arasında kadın bulunmayan erkek vârislerin) veya diğer vârislerin olur. Eğer başka vârisi yoksa, mirasın geri kalan yarısını beytül-mal (hazine) alır. B- "Eğer zevcelerinizin çocukları varsa terekelerinin dörtte biri sizindir." Eğer vefat eden zevcelerinizin, az önce belirtilen tafsilâtla çoçuldan yoksa, miras olarak bıraktıkları malın dörtte biri sizindir; geri kalanı ise, di-p-er vârislerindir. C- "Bu paylar vasiyetin tenfızinden ve borcun edasından sonra verilir." Her iki meselede de, ölenin varsa borçları ödendikten ve vasiyeti yerme getirildikten sonra anılan hisseler sahiplerine verilir. Bunun faydası, daha önce belirtildiği gibi, insanları vasiyete ve vârisleri de vasiyetlerin yerine getirilmesine teşvik etmek içindir. Ç- "Eğer çocuğunuz yoksa terekelerinizin dörtte biri zevcelerinizindir." Eğer sız öldüğünüzde ve az önce belirtilen tafsilâtla çocuğunuz yoksa, bıraktığınız mirasin dörtte biri, zevcelerinizindir. Geri kalanı, - belli hisseleri olan vârisler, - asabe vârisler ve bunlar da yoksa, - zevi'l- erham vârisler (uzak akrabalar) ve bunlar da yoksa, - beytü'l-mal (hazine) alır. D- "Eğer çocuğunuz varsa terekelerinizin sekizde bırı zevcelerinizindir." Eğer yukarıda belirtilen tafsilâtla, çocuğunuz varsa, o takdirde bıraktığınız mirasın sekizde biri zevcelerinize aittir. Kalanı yine yukarıda belirtilen vârislerin, hiç vâris yoksa Beytü'l-malın olur. E- "Bu paylar da yaptığınız vasiyetin tenfızinden ve borcunuzun edasından sonra verilir." Bu cümle ile ilgili söylenecek söz, daha önce iki benzeri için söylenenlerin aynıdır. Tıpkı neseb akrabalığımn hakkı olarak erkeğe, sorumluluğunun fazla olmasından dolayı, kadının iki misli miras düştüğü gibi, evlilik hakkı olarak da erkeğe, aynı sebepten dolayı kadının iki misli miras düşmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, İlâhî hitabın teşrifi erkeğe tahsis edilmiştir (Bu âyette erkeğe hitap edilmiştir). Erkeğe, kadının iki misli miras düşmesi, akrabalık cihetleri ve ölüye yakınlıkları eşit olan her erkek ve kadın için geçerli genel bir kaidedir. Bu kaideden ancak ana bir erkek ile kız çocuklar ve köleyi âzad eden erkek ile köleyi âzad eden kadın müstesnadır. Zevceler, bir de olsa, birden fazla da olsa, zikredilen meselelerde (çocuk olmasa) dörtte bir ve (çocuk olduğu takdirde de) sekizde bir alırlar. F- "Eğer bir erkek veya kadın kelâle (ana babası ve çocuğu olmadığı hâlde ölmüş) ise ve kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa onlardan her birinin terekedeki payı altıda birdir." Burada üçüncü kısım vârislere ilişkin hükümlerin beyânına başlanıyor. Bu kısımdaki vârislerin hisseleri, bazı hâllerde sakıt olabilir. Bu kısmın, diğer ilk iki kısımdan sonra zikredilmesinin sebebi açıktır. 1- "Kelâle", kelimesi filasl masdardır. Hastalılitan dolayı kuvvetten düşmek demektir. Mecazî mânâda baba ve çocuk cihetinden mirasçısı olmayan kimse için kullanılır. Bu akrabalık babaların ve çocukların akrabalığma nisbeten zayıftır. 2- Kelâle aynı zamanda, halef olarak çocuk ve baba bırakmayan kimse anlamında da kullandır. 3- Kelâle, baba ve çocuğu oknayan murisin, diğer vârisleri mânâsında da kullanılır. Kelâle kelimesi masdar olmakla beraber yukarda belirtilen mânâlarda kelâle sahibi mânâsında kullanılmaktadır. Nitekim karabet kelimesi de, karabet sahibi anlamında kullanılır. Ancak kelâle kelimesinin (masdar değil) sıfat olması da muhtemeldir. Erkek ve kız kardeşten maksad, yalnız ana bir olanlardır. Zaten bir kırâete göre âyette, "mine'l ümm / ana bir" ilâvesi vardır. Zira ana-baba bir veya baba bir kardeşlerin veraset hükümleri, bu sûre-i kerîmenin sonunda zikredilmektedir. "Velehu ehun ev uhtün.. / bir erkek veya kız kardeşi varsa" ifâdesi, meselenin tasvki için zikredilmiştir. Kelâle kelimesinin zikri de, burada belirtilen hükmün şartının mevcud olduğunu bildirmek içindir. Anılan kelâle meselesinde bu vârislerin yanı sıra başka vârislerin de bulunması, ana bir kardeşlerin hissesini değiştirmez. Bu hükmün (ana bir kardeşler arasında erkek ve kadın farkı gözetilmeksizin her birine mirasın altıda bir hissesinin verilmesi hükmünün), ana vaya ninenin olması hâlinde de -kelâle akrabalığı olmadığı hâlde- câri oknası ise, icmâ ile sabit olmuştur. Hulâsa, kelâle meselesinde, ana bir erkek kardeşe de, kızkardeşe de mirasın altıda biri verilir; erkeğe kadından fazla verilmez; çünkü bu durumda ölen ile vâris arasındaki bağ, sadece kadınlık sıfatı sebebiyledir. G- "Eğer erkek ve kız kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler terekenin üçte bir payına ortak olurlar " Eğer ana bir kardeşler bir erkek kardeş ile bir kız kardeş ten fazla iseler, o zaman hepsi birden mirasın üçte bir hissesini alırlar ve erkek, kadın farkı olmaksızın bunu aralarında eşit olarak bölüşürler. Mirasın geri kalan kısmını ise, diğer farz (hisse) sahipleri ile asabe vârisleri alır. G- "Bu da vasiyetin tenfızinden ve borcun edasından sonradır. Zarar verilmemekdir." Bu cümle ilgili daha önce geçen açıklamalar, bunun için de aynen geçerlidir. Şu farkla ki, burada borç da, vasiyetin sıfatıyla vasıflandırılmıştır. Çünkü ulemânın cumhûrunun ittifakına göre borçla ilgili tavsiyede de vârislere zarar vermemek hususu gözetilmelidir. Vasiyette vârislere zarar vermek, mirasın üçte birinden fazlasını vasiyet etmek veya vasiyeti, sevap kasdıyîa değil, sırf vârislere zarar vermek için yapmak suretinde olur. Borçta vârislere zarar vermek de, ölümle sonuçlanan hastalık sırasında asılsız bir borcu ikrar etmek suretiyle olur. Vârislere zarar vermemek kaydı, özellikle buraya tahsis edilmiştir. Çünkü vârisler, ölmek üzere olan kimsenin kendi haklarında taksirat gösterebileceğini düşünebilirler. H- "Bunlar Allah, tarafından bir vasiyettir." Bundan önce: " Bunlar Allah tarafından farz kılınmış (pay) lardır." (Nisa 4/11) buyrulmak suretiyle farz kelimesinin; burada da: "Vasıiyyeten minallâh / Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir" buyrulmak suretiyle vasiyet kelimesinin kullanılmasının sırrı, 1- bu iki kelimenin mânâlarının, - usûl ve fürûa ilişkin hükümlerle diğer vârislere müteallik hükümlerin, birbirlerinden farklı olduklarına işaret etmektir. Gerçi her ikisine de riâyet etmek vâcibtir. 2- Buradaki, vasiyet, bu cümleden önce geçen zarar verme fiili ile bağlantıhdır. Nitekim bir kırâete göre, "mudarr" kelimesi, "vasıiyyet" kelimesine izafe edilerek "Gayra mudârrın vasüyyeten minallâh — Allah'ın vasiyetine zarar vermeksizin..." şeklinde okunmaktadır. Allahü teâlâ'nın ahdi ve vasiyeti de, bazı âlimlerin sandıği gibi, yalnız çocuklar hakkında değildir. Çünkü onların bu makam ile bir ilgisi yoktur. Fakat Allah'ın ahdi ve vasiyeti, burada zikredilen vârisler hakkındadır. Zira tafsilâtla açıklanan hükümlerin hepsi, " Allah, çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu vasiyyet ediyor (emrediyor) " (Nisa 4/11) ifâdesinin kapsamına dahildir ve onun tefsiri ve beyânı mahiyetindedir. Vasiyyete zarar vermek de: - malının üçte birinden fazlası üzerinde vasiyet suretiyle tasarrufta bulunmak, - bunu ibâdet ve sevap olsun diye değil, sırf vârislere zarar vermek kasdıyîa yapmak, - ölümle sonuçlanan hastalık sırasında asılsız borç ikrar etmek, suretiyle vârislerin hukukunu ihlâl etmek ve azaltmaktır. Zarar, hakikatte vârislere vâki olduğu hâlde vasiyyete izafe edilmesi, bunu Allahü teâlâ'nın emrine karşı gelmekle eş değer saymak suretiyle caydırıcılığı kuvvetlendirmek içindir. I- "Allah her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm) dir, cezalandırmakta acele etmeyen (Hakîm) dir." Allahü teâlâ, zararı vereni de vermeyeni de en iyi şekilde bilir. Ve Allah (celle celâlühü), cezayı vermek için de acele etmez. Binâenaleyh Allah'ın (celle celâlühü) mühlet vermesini yanlış yorumlamamak gerekir. Bu cümlede de, zamir ile ifâde etmek mümkün iken ism-i celilin zahir olarak ifâde edilmesi, kalblere korku vermek ve heybeti artırmak içindir.9 13"İşte bütün bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse Allah, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Onlar orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır. İşte bu en büyük kurtuluştur." A- "işte bütün bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır." Yetimler ve verasetler hakkında zikredilen bu hükümlerle diğer hükümler, aşılması caiz olmayan şer'î sınırlardır. B- "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse Allah, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar." Kim ki, bütün emirlerde, nehiylerde ve ezcümle burada açıklanan hükümlerde Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allahü teâlâ onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar, o cennetlerde sürekli kalacaklardır. Burada da ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, daha önce belirtilen sebeplerden dolayıdır. C- "İşte bu en büyük kurtuluştur." O cennetlere girip orada ebedî olarak kalmak, ötesinde daha büyüğü olmayan en büyük zafer ve hayırdır. Burada uzak işareti olan "zâlike" kelimesinin kullanılması, bu manevî derecenin pek yüksek olduğunu bildirmek içindir. Zaferin, büyük hayır olarak vasıflandırılması, - ya taallûk ettiği şey itibariyledir, - ya da onun zâtı itibariyledir. Çünkü büyük bir şeyi elde etmek, de büyük hâdisedir. 14"Kim Allah'a ve Resulüne isyan ve O'nun sınırlarını tecavüz ederse Allah da onu cehennem ateşine sokar. O, orada sürekli olarak (muhalleden) kalacakdır. Onun için orada alçaltıcı bir azab vardır." A- "Kim Allah'a ve Resulüne isyan ve O'nun sınırlarını tecavüz ederse Allah da onu cehennem ateşine sokar. O, orada sürekli olarak kalacakdır (Hâlidîne fîha)." Kim bazı emir ve nehiyler de bile olsa, Allahü teâlâ'ya ve Resulüne karşı gelir, isyan eder, bütün şer'î hükümlerde ve öncelikle de bu hükümlerde tâyin edilmiş sınırları aşarsa, Allah onu, içinde temelli kalacağı ve son derece korkunç bir ateşe sokacaktır. Tabkriden Mücâhid bu âyeti şöyle anlıyor: "Kim, bu anlatılan veraset hükümlerinde Allah'a ve Peygamberine karşı isyan ederse. Yine Tabînden İkrime de İbn Abbâs'tan rivâyetle bu âyetten anladığını şöyle ifâde ediyor: "Yani kim, Allahü teâlâ'nın taksimatına razı olmayıp O'nun buyurduğu hükümlere aykırı davranırsa..." Kelbî de ayni doğrultuda şöyle diyor: "Kim, Allahü teâlâ'nın miras taksimatını inkâr ederse ve helâl sayarak O'nun tâyin buyurduğu sınırları aşarsa..." B- "Onun için orada alçaltıcı bir azab vardır." Onun için sabit olan cismanî ateş azabının yanı sıra bir de, mâhiyeti bizce mübhem olan ruhanî bir azap da vardır.. Nitekim bu azabın sıfatı (alçaltıcı oluşu) da, bunun ruhanî olduğunu bildirir. 15"Kadınlarınızdan zina (fuhuş irtikâb) edenlere karşı sizden dört şâhid getirin. Eğer onlar sahicilik ederlerse onları ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun (hapsedin)." A- "Kadınlarınızdan zina (fuhuş irtikâb) edenlere karşı sizden dört şâhid getirin." Veraset ahkâmından sonra burada kadınlara ilişkin bir takım hükümler konuluyor. Burada "nisâiküm / kadınlarınız" kelimesinden murad, Mücadele (58) sûresinin 3. ve Nisa (4) sûresinin 23. âyetlerinde olduğu gibi zevceler kasdedilmektedir. Tabiînden Süddî'nin kanaati de budur. Dört şâhidden murad, dört erkek mü'min ve hür kimsedir. B- "Eğer onlar şâhidlik ederlerse onları ölüceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." Bu dört şâhid o kadınların aleyhinde zina ettiklerine dâir şâhitlik ederlerse, artık bu kadınlar ecelleriyle ölünceye veya Allah (celle celâlühü) onlar için özel bir hüküm gönderinceye kadar o kadınları evlerde hapsedin. Âyette, özel hükmün yol olarak ifâde edilmesi, (ünlü Mutezile âlimi) Ebû Müskin Muhammed b. Ali el-Isbahanî'nin dediğinin aksine, bunun hapis cezasından daha hafif olduğuna delâlet etmez. 16"Sizlerden zina (fuhuş irtikâb) edenlerin her ikisine de (tevbih ile) ezâ edin. Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kavul eden (Tevvab)dir, çok merhamet eden (Rahîm) dir." A- "Sizlerden zina (fuhuş irtikâb) edenlerin her ikisine de (tevbih ve takti ile) ezâ edin." İki kişiden maksad, zina eden erkek ile kadındır. Erkek kipinin kullanılması tağkb (birini gaalib kılmak) yoluyladır. Tabiînden Süddî diyor ki: "- Bunlardan maksat, bakir erkek ile bakire kızdır. Nitekim onların cezasının müebbed hapisten hafif olması da bunu te'yid eder." Süddî'nin izahına göre, böylece bu âyetin, bir öncekinin tekrarı olması sorunu da aşılmış olur. Yalnız evli ve iffetli (muhsan) iken zina eden erkeğin hükmü mübhem kalmış olur. Çünkü bundan önceki âyette zikredilen ceza, evli ve iffetli (muhsane) iken zina eden kadınlara mahsustur. Zina eden muhsanm (iffetli evli erkeğin), bu iki hükümden birine ilhak edilmesinin zahir olmaması, hükmün ana sebebinin ortak olmasında mübhemlik olduğuna delâlet etmektedir. Zina fiili işleyen bu iki kişi, teşhir edilmek, halkın huzurunda kınanarak ve azarlanarak (tevbih ve takri' ile) rezil-rüsvay edilmek suretiyle cezalandırılırlar. Bir görüşe göre, bunlara ayakkabılarla tekmeler de atılır. Zahire göre, bu ceza hükmünün uygulanması da, ancak zina fiilinin sükutundan sonra olur. Bu hususun burada zikredılmemesi, bundan hemen önce zikredilmesi ile iktifa edildiği içindir. B- "Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan vazgeçin." Eğer onlar karşılaştıkları azarlar, eziyetler gibi müeyyideler sebebiyle, yaptıklarından pişman olup tevbe eder ve kendilerini düzeltirlerse, artık siz de, onlara uyguladığınız muameleyi kesin. Çünkü tevbe ve ıslah, zemm ve cezayı kaldırır. Bir görüşe göre buradaki hitab, onların fiillerine vâkıf olan şahitler için de olabilir. Buna göre, buradaki eziyet de, şâhidlerin onları zemmetmeleri, ayıplamaları ve onları yetkililere şikayet etmek tehdidinde bulunmalarıdır. Onlardan el çekmeleri de, onları yetkiklere şikâyet etmekten vazgeçmeleridir. Bir görüşe göre, Islamın (Medîne döneminin) ilk yıllarında bu iki sınıfın cezaları böyle idi; sonra nazil olan had cezası ile bu hüküm nesholundu. Nitekim rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Alın benden (Huzû a'nnî), alın benden (huzû annî); Allah, o kadınlara bir yol tâyin etti : - Dul kadın recmolunur ; bâkire kamçılanır. (Bu şer'î tarife uygun yüz kamçı darbesi ile dövülmek demektir.) Bir diğer görüşe göre ise, bu âyet nüzul itibarıyla birincisinden öncedir ve başkasının nikâhı altında olmayan zâniye kadınların cezası; - önce eziyete uğramak, - sonra hapsedilmek, - sonra celd (kamçı ile dövülmek), - sonra recm (taşlanarak öldürülmek)dır. Bir görüşe göre, hapis emri nesholunmamış olabilir. Burada haddin zikredilmemesi, Kitab ve Sünnet ile malum olduğu içindir. Buna göre, had cezasının uygulanmasından sonra kadınların evlerde tutulmaları tavsiye olunmaktadır. Bu da, o kadınların, evlerinden çıkıp kendilerini erkeklere arzetmelerıyle başlarına gelenlerden korunmaları içindir. Ancak âyetin nazm-i kerîmi bu görüşe müsait değildir. Ebû Müslim, (Câmiu't Tevil li Muhkemi't Tenzil adlı tefsirinde) Tâbiinden Mücâhid'e nisbet ederek diyor ki: Birinci (15.) âyet hükmü, sevici iki kadın içindir, ikinci (16.)âyet hükmü de livata fiilin işleyen iki erkek içindir. Nûr sûresindeki hüküm ise, zina eden kadınlar ve erkekler içindir. Zira birinci hükümde (15. âyet) zikredilen, yalnız kadınların sıygalarıdır (kipleridir), ikinci hükümde (16. âyet) zikredilen de, erkeklerin sıygalarıdır. Ve bunu, tağkb (bir tarafı galip kılıp ona riâyet etmek) ile izah etmek zarureti de yoktur. Bir de, birincisinde (kadınların sıygasının kullanıldığı 15. âyette) tağkb için olduğunu söylemek de mümkün değildir. (Çünkü tağkb erkekler için olur.) " Ancak dört şahit getirme emri, bu görüşe mânidir. Çünkü şeriatte zina sucu dışında hiçbir suç için dört şahit getirme şartı bilinmiyor. C- "Çünkü Allah, tevbelerı çok kabul eden, çok merhamet edendir." Allahü teâlâ, günah işlemiş olan kullarının tevbelerini ziyadesiyle kabul eder. O'nun rahmeti geniştir. Bu cümle, tevbe ve ıslahtan sonra anılan kişilerden el çekmenin illet ve sebebidir. 17"Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle bir kötülük işleyip de hemen (karîben) tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder. Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." A- "Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle bir kötülük işleyip de hemen (karîben) tevbe edenlerin tevbesidir." Bu cümle, Allahü teâlâ'nın tevbeyi kabul etmesinin mutlak olmadığını, fakat burada belirtilen şart ile mukayyet olduğunu açıklıyor. Nitekim Allahü teâlâ'nın Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) ve Rahîym olarak vasıflandırılması, mutlak olarak anlaşılabilir. Allah kelimesinden önce "alâ" harf-i cerri bulunmaktadır. Buna göre tam meâli, "kabulü Allah üzerine olan tevbe.." dir. Burada kullanılan "alâ" harfi, Allahü teâlâ'nın âdeti ve va'di gereğince tahakkukun kesin olduğuna delâlet içindir. Yani sanki bu tevbenin kabulü Allahü teâlâ'ya vâcib olan şeylerdendir. Bu "alâ" harfinin "min / den" eki anlamında olduğunu söyleyenlerin muradı da budur. Bir başka görüşe göre de bu "alâ", "indinde, katında, nezdinde" anlamındadır. Rivâyete göre Hasen-ı Basrî' şöyle anlamıştır: "Allahü teâlâ'nın kabul buyuracağı tevbe..." Bir başka görüşe göre de bunun anlamı: "Allahü teâlâ'nın kentli lûtfuyla kabulünü üzerine vâcib kıldığı tevbe..."dir. "Kötülük / sû´" ten murad, günahtır; ister küçük olsun, ister büyük olsun. Kötülüğü cehaletle işlemek, o andaki cehalet ve idrâksızlık yüzünden yahut cehalet sebebiyle işlemek demektir. Çünkü günah işlemek, cehaletin sebep olduğu bir hâdisedir. Ancak bu cehaletten maksad, bunun kötülük olduğunu bilmemek demek değildir; fakat câhilin yaptığı gibi, o anda akıbeti düşünmemektir. Tabiînden Katâde diyor ki: "- Resûlüllah in (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashâbının icmâı ile sabittir ki, kulun, Rabbina isyanı sayılan her hareket, cehalettir; ister kasden, ister hatâ ile olsun." Tabiînden Mücâhid de diyor ki: "- Allahü teâlâ'ya isyan eden, bu cehaletinden çekilinceye kadar câhildir İbrâhîm el-Zeccac da tefsirinde diyor ki: "Buradaki "bicehaletin / cehaletle" ifâdesinin mânâsı, âhiretin ebedî lezzetini bırakıp da dünyanın fâni lezzetini tercih etmekle, demektir." Katiben tevbe etmekten maksad, ölüm gelip çatmadan önce tevbe etmektir. Nitekim bundan sonraki âyette buyurulan "İçlerinden birine ölüm gelip çatınca / İza hadara ehadehümüi-mevtü" ifâdesi de, sarahatle bildiriyor ki, tevbenin adem-i kabul zamanı, ölüm vaktidir. Binâenaleyh ölüm vaktinden önceki bütün zamanlar, kabul zamanı kapsamındadır. Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "- Ölümün açık delili ona gelmeden önce tevbesi kabul olur." Tabiînden Dahhâk'a göre: "Ölümden önce yapılan her tevbe yakın tevbe kapsamına dahildir." Tabiînden İbrâhîm el-Nehaî'ye göre: "Nefes yeri tutulmadan önce tevbe kabul olunur." Ebû Eyyub Halid b. Zeyd el-Ensarî (radıyallahü anh)’nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, can boğaza gelmeden önce kulun tevbesini kabul eder / Inne-llâhe teâ'lâ yakbelü tevbetel-a'bdi ma lem yuğarğır." Tabiînden Ata diyor ki: "- Ölümden, deve sağıldıktan sonra tekrar memesine süt ininceye kadar geçen zaman kadar önce tevbe kabul olunur." Tabiînden Hasen-ı Basrî'den rivâyet edildiğine göre: "İblis, yeryüzüne indiriknce dedi ki: "- Ya Rabbi! Senin izzetine yemin ederim ki, Âdem oğlunun ruhu bedeninde kaldığı müddetçe ben unun peşini bırakmayacağım." O zaman Allahü teâlâ da buyurdu ki: "- Ben de izzetime yemin ederim ki, kulumun canı boğazına gelmeden tevbe kapısını üzerine kapatmayacağım." Âyette, günahın işlendiği vakitle ölümün geliş anı arasında kalan zamana yakın zaman denmiştir. Binâenaleyh bu sürenin hangi bölümünde tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. B- "İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder." Allahü teâlâ, bu vasıfları itibariyle onların tevbesini kabul eder. Uzaktakileri işaret eden "ülâike" nin kullanılmış olması onların zikirlerinden sonra araya fasıla girdiğindendir. Bu işaretteki hitab, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ya da hitaba ehil herkes içindir. Bu da, tevbelerinin kabulü için bir va'ddir. C- "Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm) dır." Allahü teâlâ'nın ilmi ve hikmeti sonsuzdur. Bundan dolayı Allah hükümlerini ve fiillerini hikmet esası üzerine bina etmiştir. Bu arızî (itirazı) cümle, makablinin mefhûmunu açıklar mâhiyettedir. Burada zamir makamında ism-i celikn zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allahü teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifâdede asıldır. 18"Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir. İşte bunlar için Biz, elem verici (can yakıcı) bir azab hazırladık." A- "Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir." Bundan önceki âyette bahsi geçen makbul tevbenin ne olduğu, burada sarahatle açıklanmakta ve ilâve olarak da, bunlardan başkasının tevbesmin yok hükmünde olduğu bildirilmektedir. "Seyyiât / kötülükler" kelimesinin çoğul sıygası ile olması, kötülüklerin zaman içinde tekerrür etmesi itibariyledir; yoksa bundan bütün kötülük çeşitlerinin kastedildiği için değildir. Başka bir deyişle ölecekleri zamana kadar kötülük işlemeye devam edip de nihayet ölüm gelip çatınca "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin bu sözleri tevbe sayılmaz. Bunlar gerçek anlamda tevbe olarak kabul edilmez. B- "Kâfir olarak ölenler için de değildir." Tevbenin kabulü ne onlar, ne de bunlar içindir. Kâfirlerin kâfir olarak tevbeleri söz konusu olmadığı hâlde onun da zikredilmesi, tevbe edeceklerini söyledikleri hâlde tevbelerini tehir edenlerin bu sözlerinin hiçbir değer taşımadığını kuvvetlice belirtmek ve bunun yok hükmünde olduğunu bildirmek içindir. "Velâ" nefiy /olumsuzluk harfinin tekrar edilmesi, zımnen bildiriyor ki, bir fayda sağlamama itibariyle, tevbeyi tehir edenlerin hâli kâfir olarak ölenlerin hâlinden de daha açıktır. Burada ölüm anına kadar tevbe etmeyenlerle kâfirlerden maksad, - ya özellikle kâfirlerdir, - ya da yalnız fâsiklardır. Buna göre kâfir olarak isimlendirilmeleri, durumlarının vehâmetini ifâde etmek içindir. Nitekim, " Kim inkâr (küfür) ederse, artık Allah şüphesiz bütün âlemlerden müstağnidir." (Al-i İmrân 3/97) meâlindeki âyetin ifâdesi de bu kabildendir. Bunlardan maksad, hem kâfirler, hem de fâsiklar olabilir. Bima göre ıkı erubun kâfir olarak vasıflandırılmaları tağkb (ikisinden birini galip sayarak ifâdede onu nazara almak) yoluyladır. Birincisinden (ölüm anına kadar tevbe etmeyenler) fâsıkların, İkincisinden (kâfir olarak ölenler) ise kâfirlerin kastedilmiş olması da caizdir. Buna göre iki fırkanın aynı kefeye konulması da ayrı bir mübalağadır; vehâmetin ifadesidir. C- "İşte bunlar için Biz elem, verici (can yakıcı) bir azab hazırladık." Uzak işareti "ülâike"nin kullanılması, onların hâhnın çirkinliğinin son asamaya vardığını ve kötülükteki mertebelerinin pek uzak olduğunu bildirmek içindir. Azabın bu şekilde vasıflandırıiması, zât olarak da, sıfat olarak da pek korkunç olduğunu bildirmek içindir. 19"Ey îmân edenler! Kadınlara zorla (ikrah yoluyla) vâris olmanız size helâl değildir. Verdiğiniz (mehr)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa) yapmış olsunlar. Onlarla ma'rufa göre (güzelce) geçinin (muaşeret edm). Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin (tahammül edin); olabilir ki sız bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış olur." A- "Ey îmân edenler ! Kadınlara zorla (ikrah yoluyla) vâris olmanız size helâl değildir." Câhiliye devrinde bir kimsenin bir yakını öldüğü zaman kendi elbisesini ölenin karısının veya onun çadırının üstüne atar ve: "- Ben onun malına vâris olduğum gibi, onun karısına da vârisim!" der ve böylece herkesten önce o kadın üzerinde bir hak iktisab eder; bundan sonra, - dilerse mehir vermeden, onunla evlenir; - dilerse onu başkasıyla evlendirip mehrini alır; - dilerse kadını, ölen kocasından aldığı mirastan kendisine fidye vermesi için sıkıştırır, baskı yapardı. Ancak eğer kocası ölen kadın, üsütüne elbise atılmadan önce ailesinin yanına gidebilirse, o zaman kendisiyle ilgili kararları verme hakkına sâhib olabilirdi. İşte Müslümanlar böyle bir haksızlıktan nehyolunclular. Ve inen âyetle meâlen kendilerine buyruldu ki: "- Ölenlerin malına vâris olduğunuz gibi, karılarım da istemedikleri hâlde miras olarak zorla almanız size helâl değildir." Bir görüşe göre de, onlar bu kadınların miraslarına konmak için ölünceye kadar onları tutuyorlardı ve öldüklerinde de miraslarını alıyorlardı. İşte bu haksızlığa son vermek üzere inen âyetle buyruldu ki: "- Rızâları dışında onları tutmanız size helâl değildir." B- "Verdiğiniz (melır)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa) yapmış olsunlar." Câhiliye devrinde bazıları, bir kadınla evleniyorlar ve o kadına ihtiyaç duymadıkları hâlde bir yandan huysuzluk ve geçimsizlik çıkartıyor, öte yandan onu nikâhında hapsedip tutuyor, malından fidye vermesi, hul' yapması (belli bir mal karşılığında boşanması) için onu sıkıştuiyorlardı. İşte bu âyetle bu haksızlık ortadan kaldırıldı. Hitab, kocalar içindir. Demek istenen şudur: "- Onları mehir olarak verdiğiniz malın bir kısmını size iade etmek zorunda bırakmak için böyle bir yola başvurmayın." Onların mallarını bu şekilde almanın, "ktezhebû" buyrulmak suretiyle götürmek olarak ifâde edilmesi de, onun çirkinliğini ziyadesiyle beyân etmek içindir. Kadının "fahişetin mübeyyineh / apaçık fahiş" fiili, - kocasından nefret edip kaçması, - huysuzluk göstermesi, - çirkin sözlerle kocasına ve ailesine eziyet etmesi demektir. Bu âyetin Ubeyy b. Kâ'b kıraetıne göre, "illâ en yufhışne aleyküm / meğer ki size karşı fahiş davransınlar..." şeklinde okunması da, bu mânâyı teyid eder. Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki fahişe kelimesi, zina demektir. Hulâsa; hiçbir hâl ve kârda, hiçbir vakitte, hiçbir sebeble, kadınlara mettir olarak verdiğiniz malların bir kısmını almak için, onları nikâhınızda hapsetmeniz, onlara baskı uygulamanız size helâl değildir. Meğer ki onlar fahiş bir fiil işlemiş olsunlar. Çünkü o takdirde sebep kendilerinden kaynaklanmış olur ve siz, hul' (mal karşılığı boşama) talep etmekte mazur sayılırsinız. C- "Onlarla ma'rufa göre (güzelce) geçinin." Bu hitab, karıları ile iyi geçinmeydiler içindir. Mâruf kelimesi, şeriatin ve insanlığm reddetmediği davranışlardır. Burada kasdedilen, yatmada, nafakada adalet ve konuşmada güzel sözler söylemek gibi uygun davranış biçimleridir. Ç- "Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin (tahammül edin); olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış olur." Eğer yukarıda zikredilenler gibi, nefreti mûcib kasıtlı davranışları olmadığı hâlde tabiat icabı, onlarla yaşamaktan hoşlanmazsanız, sırf hoşlanmadığınız için onlardan ayrılmayın. Çünkü sevmemekle beraber onlarla yaşayabilir, sabırlı davranabilirsiniz. Sizin sevmediklerinizde, sevdiklerinizde olmayan pek çok hayır olabilir. Nefis bazen dini için daha faydalı, akıbetçe daha güzel ve hayra daha yakın olan şeylerden hoşlanmaz ve bunun aksı olan şeyleri sever. Binâenaleyh sız hevâ ve heveslerinize değil, hayırlı ve faydalı olana bakmaksınız. Bu cümlede "hoşlanmama, kerih görme" fiili, iki kere zikredilmiştir. Oysa illet ve sebep belirtmek için birincisine gerek yoktur. Çünkü illet ve sebep, ikincisine münhasırdır. Fakat birinci fiilin zikri, bize Allahü teâlâ'dan gelecek büyük hayırların nahoş bir şeye katlanmaya mahsus olmadığını bildirir. Fakat o, hikmetin gereği bir İlâhî sünnettir ve bizim bu konumuz da, onun maddelerinden biridir. Bu âyet yukarıda belirtilen meşru sebepler olmadıkça, erkekleri kadınlardan ayrılmamaya şiddetle teşvik eder. Kocaları tarafından sebepsiz yere sevilmeyen kadınlar için yaratılması muhtemel birçok hayırdan maksat, sâlih çocuklardır. Bir görüşe göre de, ülfet ve muhabbettir. "Hayır" kelimesinin tenvm ile "hayran" şeklinde zikri de, bu hayrın zât olarak büyüklüğünü belirtir. Bu hayrın ayrıca çoklukla vasıflarıdırılması, sıfatının da büyüklüğünü bildirir. 20"Bir zevcenin yerine başka bir zevce almak isterseniz, öncekine yığınla (kantar, kantar) mal veya para vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. Siz bühtanda bulunarak ve açık bir günah işleyerek mi onu alacaksınız?" A- "Bir zevcenin yerine başka bir zevce almak isterseniz, öncekine yığınla (kantar, kantar) mal veya para vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın." Eğer siz bir zevcenizi arzu etmediğiniz için onu boşayip da onun yerine arzu ettiğiniz başka bir kadınla evlenmek isterseniz ve o boşamak istediğiniz zevcenize çok miktarda mal vermişseniz, artık ondan hiçbir şey almamalısınız. B- "Siz bühtanda bulunarak ve açık bir günah işleyerek mi onu alacaksınız ?" Bu cümle, geçen nehyi açıklamakta ve nehyedilen şeyden nefret ettirmektedir. Bu istifham da, inkâr ve tevbih içindir. Yani sız bühtan ederek mı ve günah işleyerek mi, yahut bühtan ve günah için mi onu alacaksınız? Câhiliye devrinde biri, bir başka kadınla evlenmek istediği zaman, nikâhındaki kadına çirkin bir iftira (bühtan)da bulunurdu. Maksad, daha önce ona verdiği maldan ona fidye versin de o da, onu yeni evliliğine harcasın, işte bu davranış bu âyetle nehyolundu. Bühtan, hakkında yalan uydurulan kimseyi dehşete düşüren korkunç bir yalandır. Bazen bâtıl fiil anlamında da kullanılır. İşte bundan dolayıdır ki, burada bühtan, zulüm olarak tefsir edilmiştir. 21"Nasıl alırsınız ki birbirinizle kaynaşmıştınız. Onlar da sizden sağlam bir mis ak (söz, teminat) almışlardı." A- "Nasıl alırsınız ki..." Bundan önceki inkâr ve tenfirden (nefret ettirmekten) sonra bu da, anılan kadınların mallarını almamak için inkâr üstüne inkâr ve tenfir üstüne tenfirdir. İlâveten burada inkâr, o malı almanın keyfiyetine tevcih edilmiştir ki bu, onun tahakkukuna asla imkân olmadığını belirtmek içindir. Şu hâlde eğer gerçekleşmesi hiçbir suretle mümkün değilse, var olmaktan nasibi kesinlikle yok demektir. B- "...Birbirinizle kaynaşmıştınız." Bu cümlede, geçen inkâr ve red mânâsını tekid eder ve bunun gerçekleşmesinin uzak bir şey olduğunu açıklar. Siz o malları nasıl alacaksınız ki aranızda halvet olmuş, mehir kesinleşmiş ve onlar size hizmet etmişlerdi? C- "Onlar da sizden sağlam bir mis ak (söz, teminat) almışlardı." Bu cümle de, önceki hükme dahildir. Onlar, birlikte yaşamak ve geçinmek için sizden kesin, sağlam söz almışlardı. Burada sağlam söz, - ya Allahü teâlâ'nın: "Boşama iki defadır. Ondan sonrası kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır." (Bakara 2/ 229) meâlindeki âyette erkeklerden aldığı sağlam sözdür; - ya da da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in şu hadisinde işaret buyurulan sağlam sözdür: "Siz zevcelerinizi Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların ferclerini Allah'ın kelimesiyle helâl edindiniz Ehaztümû hünne biemaneti-llâhi ve istııhleltürn fürûcehünne bıkelimeti-llâhı tea'lâ, " 22"Babalarınızın nikahlamış oldukları kadınlarla evlenmeyin. Geçmişte olanlar başka.. Çünkü o, gerçekten bir hayâsızlık ve iğrenç bir şeydi. O ne fena bir yoldu!" A- "Babalarınızın nikahlamış oldukları kadınlarla evlenmeyin." Burada, nikâhı haram olan ve olmayan kadınların beyânına mübaşeret ediliyor. Bu nikâhın, bundan sonra gelecek âyette zikredilen muharremâtın (haram olanlar) arasında değil de, burada ayrı olarak zikredilmesi, zecrim (yasağını) ağırlaştırmak içindir. Zira Câhiliye devri Arabları, bu nikâhta ısrarlı idiler. İbn Abbâs (radıyallahü anh) ve müfessirlerin cumhûru diyorlar ki: "Câhiliye devri insanları, ölen babalarının zevceleri ile evleniyorlardı; bu âyetle bundan nehyolundular / Kâne ehlü'l-cahiliyyeti yetezevvecûne biezvacı âbâihim fenühû a'n zâkk." Âyetteki "âbâüküm — babalarınız" ifâdesi, mecazî olarak büyük bababları veya dedeleri de kapsar. Böylece babaların evlendikleri kadınların nikâhlarının haram olması (hürmeti), hem nass, hem de icmâ ile sabittir. Eğer babaların nikâhı sahih ise, bu hürmetin (haramlığın) isbatı için yalnız nikâh yeterlidir. Eğer nikâh fâsid ise, bu hürmetin isbatı için: - ya cinsî ilişki, - ya da şehvetle öpmek ve dokunmak gibi cinsî ilişki hükmünde sayılan bir fiil lâzımdır. Esasen fâsid nikâhta hakikatte hürmeti isbat eden bu fiillerdir. Şöyle ki: Biz Hanefîlere göre, şehvede öpmek ve dokunmak gibi fiiller, - mülkiyet yoluyla cariyelerde - haram olarak hür kadınlarda gerçekleşmiş ise, bu kadınların evlâda hürmeti (haramlığı) sabit olur. Şâfûlere göre ise, haram olarak (mülkiyetsiz ve nikâhsız olarak) gerçeklesen o fiillerle sabit olmaz. Akıl sahibi olmayanlar için kullanılan "mâ" (o kadınlar ki..) harfinin "men" yerinde tercih edilmesi kadınların zâtı itibarıyla değil vasıfları (nikâhları) itibariyledir. B- "Geçmişte olanlar başka. Çünkü o, gerçekten bir hayâsızlık ve iğrenç bir şeydi. " Bu istisna, tahrimı daha da ağırlaştırmak içindir. Çükü bu ifâdede hüküm, imkânsız olan bir şeye tâlik edilmiştir. Bunun mânâsı şudur: "Babalarınızın zevceleri ile evlenmeyin, ancak o zevcelerden ölenler müstesna." Bu ifâde tarzından maksat, ibaha (mubah kılma)yolunu külliyen kapamaktır. Bunun bir benzeri de A'raf (7) sûresinin 40. âyetidir. Şöyle ki: "Ayetlerimizi tekzib edenler ve onlara karşı büyüklük taslayanlar (tekebbür edenler) var ya; gök kapıları onlar için açılmaz ve onlar, deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler." Bir görüşe göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Babalarınızın nikahladıkları kadınları nikahlamayın; çünkü o, şüphesiz ukubet (azab)i mûcibtir; Ancak cahiliye döneminde geçenler müstesna; çünkü o, şüphesiz bağışlanmıştır." Bir görüşe göre de, bu istisna "munkatı' istisna" dır (zaten dahil olmayan bir şeyi istisna etmektir). Yani bu tür eski evliliklerden dolayı muâhaze yoktur, demektir; yoksa bu eski evlilıkler müsellemdir, demek değildir. Ancak âyetin "Çünkü o, gerçekten bir hayâsızlık ve iğrenç bir şeydi." cümlesi, bu iki görüşe mânidir. Zira bu cümle, bu yasağın illetidir. Yasaklanan o evliliğin, - son derece çirkin ve iğrenç (ğayete'l-kubh)olduğunu, - Allahü teâlâ'nın hükmünde ve ilminde her zaman şiddetli gazab (cşedde'l- buğz)ı mûcib bu sıfatı taşıdığım, - bu evlilik için hiçbir ümmete ruhsat verilmediğini beyân eder. Bu ihbarla, geçmiş bu tür evlilikten dolayı muâhaze olmadığı şeklinde hafifletici bir ifâdenin, bu yasak emri ile illeti arasına girmesi hiç de uygun düşmez. C- "O, ne fena bir yoldu !" Eski ümmetler de, asırlar boyunca her ülkede durmadan bu evliliğin iğrençliğini anlatmışlardır. Bu çirkinliğin şer'an, aklen ve örfen üç mertebesi vardır. Ve Allahü teâlâ, bu evliliği bu üç mertebe çirkinlikle vasıflandırmıştır. Nitekim, "Fahişe /haya sizlik" kelimesi, çirkinliğin aidi mertebesini, "Makten / iğrenç" kelimesi çirkinliğin şer'î mertebesini, "Ve sâe sebîlâ / O, ne de kötü yoldu" ifâdesi de, çirkinliğin örf ve âdet mertebesini temsil eder. Bir şeyde bu üç unsur bir araya gelince, artık o, çirkinliğin son mertebesine varmış olur. 23"Size anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız haram kılındı. Eğer üvey kızlarınızın anneleriyle birleşmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Sulbünüzden olan oğullarınızın karıları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi cem'etmeniz size haram lalındı. Ancak geçmişte olanlar başka... Şüphesiz Allah, Gafurdur, Rahîynı'dır." A- "Size anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kız kardeşlerinizin kızları." Tabiî ki burada maksad, - onların zâtlarının talırim edildiğini beyân değil, - fakat nikâhlarının ve nikâhın amacı olan faydalanma (temettü)nin hürmetini, - nikâh mülkiyetine girmeleri nin imkânsızlığını, - nikâh konusu olamayacaklarını belirtmektir. Âyette zikredilen mahremlerden köle edinilmeleri caiz olanların, kölelik mülkiyeti sebebi ile kadınlıklarından faydalanmanın hürmeti (haramlığı) âyetin sibak ve siyakı ile değil (l), fakat delâleti ile sabittir. İstitraden şunu belirtelim ki köle edinilmeleri caiz olanlar mahremiyetleri akrabalık sebebine dayanmayanlardır. Mahremiyeti akrabalık sebebi ile olanlar, köle edinilemezler; mahrem akrabaları tarafından satın alınan köleler, satın alındıkları anda hürriyetlerini kazanırlar. Hem nikâhta, hem de kölelik mülkiyetinde sebep birdir. Bu onların kadınlığının mülkiyete konu olmamasıdır. Ancak onların kadınlığınm mülkiyete konu olmaması, nikâh akdinin hürmetini ve bu akdin hükmünün onlar hakkında uygulanmamasını gerektirmekle beraber kölelik mülkiyetinin gerçekleşmesini ve onun sebebi, olan akdin veya akid yerine geçen muamelenin hürmetini re'sen gerektirmez. Çünkü aslında kölelik mülkiyetinin konusu, nikâh mülkiyetinde olduğu gibi kadınların kadınlığından istifâde değildir. Onun içindir ki bu konunun adem-i mecudiyeti sebebiyle mülkiyet gerçekleşmemiş olmaz. Oysa nikâh mülkiyetinde konu kadınların kadınlığıdır. Bu unsur mevcud değilse nikâh mülkiyeti kesinlikle gerçekleşmez. Kölelik mülkiyetinde ise mülkiyet konusu (kadın veya erkek) her kölede bulunan rakabe (boyun tasarrufu.)dir. Binâenaleyh bu unsurun mevcudiyeti sebebiyle, kaçınılmaz olarak o mülkiyet de gerçekleşir. Âyette zikredilen akrabalarda olduğu gibi, nikâhın hürmetinin sebebi, sadece nesebi akrabalık olan kimselerde, o kimselerin köle olup da bu akarabaları tarafından satın ahnmaları hâlinde, hürriyetlerine kavuşacaklarından kölelik mülkiyeti kalkmış, sona ermiş olur. Ama nikâh hürmeti, nesebi akrabalık sebebine dayanmayan diğer mahremlerde kölelik mülkiyeti, bütün şer'î hükümleri ile beraber baki kalır. Fakat cinsel ilişkinin helâl olması, bu hükümlere dahil olmadığı için gerçeklesmemesinde bir zarar yoktur. Nitekim bu mahremlerin Mecûsî cariyeler olması hâlinde hüküm böyledir. (Yani onlarla cinsel ilişki kurulamaz.) Nikâhları haram kılınmış olan anneler kavramı, ne kadar uzak olursa olsun, bütün nineleri kapsar. Kızlar, ne kadar uzak olursa olsun, o erkeğin bütün kızlarını ve torunlarını içine alır. Kızkardeşlere gelince; bu hürmet öz, baba bir, ana bir bütün kızkardeşleri kapsar. Amme/hala, kendi babası ile senin babanın babası aynı kişi olan kadındır. Halet/teyze de, kendi annesi ile senin annenin annesi aynı kişi olan kadındır. Bu da, yalan ve uzak hala ve teyzelere şamildir. Erkek ve kız kardeş kızları kavramı da, yakın olanları da, uzak olanları da kapsar. B- "Sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz." Allahü teâlâ, süt emmeyi de neseb mertebesine (menzilete'n-neseb) çıkarmış, ona da neseb hükmünü vermiştir. Öyle ki, süt emziren kadın, süt anne; süt emzirilen kız da süt kız kardeş olarak isimlendirilmişlerdir. (Mahremiyet olarak onların hükmünü almışlardır.) Yine süt annenin kocası, baba ve süt annenin ana-babası da, dede ve nine, süt annenin kız kardeşi de, teyze olarak isimlendirilmişlerdir. (Mahremiyet olarak onların hükmünü almışlardır.) İster süt emmeden önce doğmuş olsun, ister sonra doğmuş olsun, süt annenin kocasının başka zevcelerinden olan çocukları da baba bir kardeş ve baba bir kız kardeş olarak vasıflandırılırlar. (Mahremiyet olarak onların hükmünü alırlar.) Yine süt ananın annesi, nine hükmünü ve onun kız kardeşi de teyze hükmünü alırlar. Süt annenin bu kocasından olan bütün çocukları da, bu süt çocuğunun ana-baba bir kardeşlerininin ve kız kardeşlerinin hükümlerini alırlar. Süt annenin başka kocasından olan çocukları da, bu süt çocuğunun ana bir kardeşleri ve kızkardeşleri olurlar. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Neseben nikâhları haram olanlar, redaat (süt emme) sebebiyle de nikâhları haram olanlardır / Yahrumu minc'r-redâi' ma yahrumu mine n-neseb." Neseben nikâhları haram olan herkesin, sütten de haram olması, genel bir hüküm olup her halü kârda genelliği geçerlidir. Bir kimsenin; - baba bir kardeşinin annesi, - oğlunun ana bir kız kardeşi, - oğlunun annesinin annesi, - baba bir amcasının annesi, - baba bir dayısının annesi, hürmetleri (haram olmaları) nesep cihetinden olmadığı için genel kaideyi bozmuş olmaz. Zira bunlar, süt cihetinden oldukları zaman haram olmazlar fakat onların hürmeti, musahere (evlilik akrabalığı) cihetin dendir. Nitekim malum olduğu üzere: - birincisi (baba bir kardeşinin annesi), kendi babasının zevcesidir; - ikincisi (oğlunun ana bir kız kardeşi) de, zevcesinin kızıdır; - üçüncüsü (oğlunun annesinin annesi) de, zevcesinin annesidir; - dördüncüsü (baba bir amcasının annesi) de, sahih dedesinin zevcesidir; - beşincisi (baba bir dayısının annesi) de, fâsid dedesinin zevcesidir, (Fâsid dede, iki kadın arasında bulunan bir erkektir) B- "Karılarınızın anneleri." Radaet (süt emme) cihetinden nikâhları haram olanlar belirtildikten sonra burada musahere (evklik akarabalığı) cihetinden nikâhları haram olanların açıklanmasına giriliyor. Buradaki eşlerden (kadınlardan) murad, mutlak olarak nikahlanmış olanlardır. İster kendileriyle cinsel ilişkiye girilmiş olsun, ister olmasın. Ulemânın cumhûrunun görüşü böyledir. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kadınla evlenmiş ve onunla cinsel ilişkıde bulunmadan boşamış bir zât hakkında şöyle buyurmuştur: "O kadının kızı ile evlenmesinde bir sakınca yoktur; ama onun annesiyle evlenmesi helâl olmaz." Ömer (radıyallahü anh) ile İmran b. Hasîn (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre: "Zevcenin annesi, nikâh akdiyle haranı olur." Tabiînden Mesrûk'tan rivâyet olunduğuna göre: "Zevcenin annesi nikâhtan azade kılınmiştır; siz de onu azade kılın." Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre: "Allahü teâlâ'ın mübhem (mutlak olarak) zikrettiğim siz de öyle kabul edin." Ancak rivâyete göre Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh), Ali, Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh), Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh), Abdullah b. Zübeyir (radıyallahü anh), âyetin bu cümlesini "ellâti dehaltüm bi hine / o eşleriniz ki, onlarla cinsel ihşkide bulundunuz..." ilâvesiyle okumuşlardır. Câbir b. Abdullah (radıyallahü anh) tan bu konuda iki rivâyet gelmiştir. Said b. el Müseyyeb'in Zeyd b. Sabit'ten rivâyetine göre: - Bir kimse cinsel ılişkide bulunmamakla beraber zevcesi, kendi nikâhında iken vefat eder o da onun mirasını aldıktan sonra ölen karısının annesi ile evlenmeye kalkarsa bu haramdır. - Ancak, zevcesi ile cinsel ilişkide bulunmadan onu boşarsa, dilerse, annesi ile evlenebilir. Bu görüş, zevcelerin annesinin nikâhı konusunda ölümü, cinsel ilişki yerme ikame etmektedir. Nitekim mehir ve ıddet konularında da ölüm, onun yerine kaim olmaktadır. Nikâhlı zevcelerin annelerinin hükmü, - her hangi bir veçhile kendileri ile cinsel ilişkide bulunulan, - şehvetle dokunulan, - hürmeti mûcib benzer bir fiile (edep yerine bakmak gibi) mâruz kalan kadınların anneleri için de geçerlidir. Âyetteki annelerin hükmü yukarıda zikredildiği veçhile süt analara ve ninelere de şamildir. C- "Kendileriyle birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızları rebîbeler)nız haram kılındı." Bir kimsenin karısının başka kocasıdan olan kızına "rebîbe", oğluna da "rebîb "denir. Değişmez bir kaide olmasa Via, üvey baba, kendi öz evlâdı gibi onu besleyip büyüttüğü için bu isim verilmiştir. Genellikle bu kızlar, annelerinin terbiyesinde ve üvey babalarının himayesinde bulunurlar. Bu üvey kızların, üvey babaları tarafından onların himaye ve terbiyesinde beslenip büyütülmeleri, onların şefkatine muhtaç ve kendi öz çocukları gibi olmaları böyle bir muamele görmelerini gerektirir. Yoksa bu vasıf, hürmetin (haram olmanın), onların, anneleri ile yapılan evlilik sırasında küçük olup bilfiil üvey babalarının kucaklarında büyümeleri kaydına bağlı olduğunu ifâde etmek için değildir. Fakat Ali (radıyallahü anh) den gelen böyle bir rivâyet vardır ve (imam) Davud el-Zahirî de bu görüşü benimsemiştir. Ancak ulemânın cumhûrunun görüşü, evvelce zikredilendir. "Min-nisâikümü-llâti dehaltüm bıhınne / kendileriyle birleştiğmız eşlerinizden" ifâdesi, kesinlikle şart bildiren bir kayıtür. Bunun aksini iddıâ eden görüş ise, daha önce zikredilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hadisine (bir kimse, bir kadınla evlenip de onunla cinsel ilişkiye girmeden onu boşarsa, onun başka kocasından olan kızı ile evlenmesinde bir sakınca yoktur) ve âlimlerin cumhûrunun itti falana ters düşer. Ç- "Eğer üvey kızlarınızın anneleriyle birleşmemışseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur." Eğer onlarla daha önce hiçbir veçhile (nikâhla veya nikâhsız) cinsel ilişkide (vaya şehvetle dokunmak, edep yerine bakmak gibi onun hükmünde olan bir muamelede) bulunmamışsanız, üvey kızlarınız olacak kızlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Âyetin bu ifâdesi, daha önceki cümleden zımnen anlaşılan bir hükmü açıkça anlatmaktadır. D- "Sulbünüzden olan oğullarınızın karıları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi cem'etmeniz size haram kılındı." Zevceye "halile-çoğulu: halâil "denmesi, kendi kocasına helâl olduğu, yahut kocasının mahalline (mekânına) hulul ettiği (düştüğü) içindir. Bir görüşe göre de, karı-koca birbirlerinin eteklerini hillettikleri (çözdükleri) içindir. Sulbî oğulların zina ettikleri, yahut şehvetle dokunmak ve benzeri gibi hürmet bakımından cinsel ilişki hükmünü taşıyan bir muamelede bulundukları kadınlar da, bu hususta onların nikâhk karıları hükmündedir. "Ebnâikümü-llezîne min aslâbiküm / sulblerinizden olan oğullarınız" kaydı, evlat edinilmiş olanları bu hükmün kapsamı dışına çıkarmak içindir. Oğulların oğulları ve süt oğullar ise, dereceleri ne kadar uzak olursa olsun, sulbî oğullar hükmündedirler. İki kız kardeşi bir arada nikahlamak da haramdır. İki kız kardeşin bir kişinin nikâhı altında toplamak yasaklanmıştır. Ancak kölelik mülkiyeti altında toplamak mümkünse de bunda dahi, iki kızkardeşle de cinsel ilişkide bulunmak, delâlet yoluyla hürmet (haramlık) kapsamındadır. Çünkü ikisinin (nikâh ile köle mülkiyetinin) de sebebi aynıdır. Bir de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Allah'a ve âhiret gününe îmân eden kimse, erlik suyunu iki kızkardeşin rahminde toplamasın — Men kâne yü'mınü billahi ve'l-yevmi'l-âhnri felâ yecmea'nne mâehu fi rahmi uhteyn." (İki kız kardeşi de yanında tutup bu fiili ikisiyle yapmasın.) İki kızkardeşi kölelik mülkiyetiyle bir araya getirmek, nikâh anlamında değildir. Çünkü nikâhtan amaç mutlaka cinsel ilişkidir; kölelik mülkiyetinde ise böyle değildir ve mutlaka cinsel ilişki gerektirmez. İşte bundan dolayıdır ki, Mecûsî bir cariyeyi satın almak caizdir; fakat onunla evlenmek caiz değildir. Hattâ eğer bir kimse, iki kızkardeş cariyeden biri kendisine haram olmadan ikisiyle birden cinsel ilişkide bulunması helâl değildir. Keza eğer bir kimse, cinsel ilişkide bulunduğu cariyesinin kızkardeşi ile evlense, ikisinden biri bir veçhile kendisine haram olmadan diğeri kendisine helâl olmaz. Çünkü nikâh edilen de, kendisiyle cinsel ilişki kurulmuş hükmündedir. Bu itibârla cinsel ilişkide ikisini birleştirmiş sayılır. Hürmetin, - iki kızkardeşi bir araya getirme fiiline dayandırılması, - âyetin mevcut ifâdesi yerine, "zevcelerinizin kızkardeşleri size haram kılındı" denmemesi ve bu suretle yasağın kızkardeşlerden ikincisinin nikâhına isnad edilmemesi, - bundan önce zikredilen muharrematta olduğu gibi, bu hürmetin de ebedî olduğunu ifâde etmekten sakınmak içindir. İki kızkardeşi birden almak hükmü, bir kadın ile onun halası gibi (birinin erkek diğerinin de kadın farz edilmesi takdirinde nikâhları caiz olmayan) yakını bir kadını birden almaya da şamildir. Çünkü iki kızardeşi birden almanın haram olmasının sebebi, Allah Teâla'nın emir buyurduğu sıla-ı rahmi kesme sonucunu doğurmasıdır. Ve bu sakınca, anılan evliliklerde de mevcuttur; hattâ ziyadesiyle mevcuttur. Zira hala ve teyze, anne mertebesinde sayılır. Bu itibârla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). in: "Bir kadın, ne halasının üstüne, ne teyzesi üstüne, ne erkek kardeşinin kızı üstüne, ne de kız kardeşinin kızı üstüne nikâh edilemez. Büyük küçük üstüne, küçük de büyük üstüne nikâh edilemez."hadisi, bu âyeti tefsir eden bir beyân kabilindendir; yoksa farklı bir hüküm beyânı değildir. Bir görüşe göre ise bu hadis meşhur olduğundan, âyette olmayan ilâve bir hüküm ifâde edebilir. E- "Ancak geçmişte olanlar başka... Şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Rahîym'dir." Daha önce câhiliye devrinde olanlar geçmiştir; ondan dolayı muâhaze olunmayacaksınız. Bu cümlenin, tekit ve kuvvet katmak için olduğunu söylemeye imkân yoktur. Çünkü ondan sonraki cümle, bu istisnanın illetidir. Tabiînden Ata ve Süddî diyorlar ki: "Yani geçmişte Yakub (aleyhisselâm) un yaptığı evlilik müstesna. Zira rivâyet olunuyor ki o, Yahuza'nın annesi Leyâ ile onun kızkardeşi ve Yûsuf'un annesi Rahil'i nikâhında bir araya getirmişti. " Ancak ifâde edilen illet buna müsait değildir. Çünkü Yakub (aleyhisselâm) un yaptığı evlilik kendi şeriatinde helâl idi. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Câhiliye insanları, Allah Teâla'ın evlilikte haram kıldıklarını haram sayıyorlardı; yalnız babanın zevcesi (üvey anaları) ile iki kızkardeşi birden almayı haram saymıyorlardı." Hişam b. Abdullah'ın (ölm.817) rivâyetine göre Muhammed b. Hasen (ölm.804) şöyle demiştir: "Câhiliye devri insanları, bütün bu muharramâtı (nikâhları haram olan kadınları) biliyorlardı; yalnız iki tanesi müstesna: - Babanın zevcesini (veya üvey anayı) nikahlamak, - İki kızkardeşi birden almak. Nitekim gördüğün gibi âyette, her ikisinin nehyinden sonra "ancak geçen, mütesna" buyrulmaktadır. Bu da işaret ediyor ki, her ıkisindeki istisnanın mâhiyeti aynıdır." Ancak iki istisnadan sonra gelen illetlerin değişik oknası, - birincisi: "çünkü o, iğrenç bir şeydi." - ikincisi de "Şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahim'dir" bu görüşe mânidir.' 24"Evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı. Ancak Mâlik olduğunuz cariyeler müstesna. Bunlar Allah'ın size yazdıklarıdır. Bunlardan ma'dası (ile) iffetli olarak, zinadan kaçınarak mallarınızdan mehir vermek suretiyle evlenmek istemeniz de size helâl kılındı. O hâlde kendilerinden, faydalandığınız (istimta' ettiğiniz) kadınlara mehirlerini bir fariza olarak verin. Mehrin kesinleşmesinden sonra birbirinizi razı etmenizde bir günah yoktur. Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." A- "Evli kadın (muhsane)larla evlenmeniz de size haram kılındı." "Muhsane", evli kadın demektir. Muhsane denmesi, kocası ya da velisi tarafından harama düşmekten korunduğu içindir. Evli kadına (fail sıygası ile) "muhsıne" de denir; çünkü evli kadın, - fercini (namusunu) kocası dışındaki erkeklerden korur, - ya da kocasını harama düşmekten korur. Bazı müfessirlere göre (muhsane kelimesinin mastarı olan) "ihsan", Kur’ân'da şu dört mânâda kullanılır: 1- burada olduğu gibi "evlilik"; 2- bu âyetteki "muhsinîn" kelimesinde olduğu gibi "iffet"; 3- 25. âyette geçen "muhsanât" kelimesinde olduğu gibi "hür"; 4- 25. âyette geçen "fe izâ uhsınne" cümlesinde olduğu gibi "İslâm". Nitekim "uhsınne" fiili, bir görüşe göre, "Müslüman olduklar zaman..." şeklinde tefsir edilmiştir. Âyetteki "muhsanât" kelimesi, evli kadınlar demek iken, ondan sonra "mine'n- nisa / kadınlardan" kelimesinin zikredilmesi, tekid için olup "muhsanât" kelimesinin, erkeklere de şâmil olma vehmini kaldırmak içindir. Nitekim "muhsanât" kelimesinin, enfüs'ün (nefislerin) sıfatı olduğu da vehmedilmişim. (Bu vehme göre erkeklere de şâmil olur.) B- "Ancak mâlik olduğunuz cariyeler müstesna." Bu istisna, nev'in cinsten ayrılması kabilindendir. Âyette mülkiyet, yeminlere (sağ ellere) isnat edilmiştir ki, kelime kelime tercemesi "sağ ellerinizin mâlik olduğu", demektir. Çünkü mülkiyet, genellikle sağ el ile yapılan bir akidle gerçekleşir. Bu mâlikiyet, köleler ve özellikle kadın köleler için kullanılır. Zaten burada da kastedilen kadın kölelerdir. Cariyeler hakkında mülkiyet ifâdesinin kullanılması, hür kadınlar hakkında kullanılan nikâh mülkiyetine tekabül ettiği içindir. Burada akıl sahibi olmayan varlıklara ilişkin "mâ" harfinin kullanılması, cariyelerde bulunan kölelik kusuruna işarettir. (Zira onlar bu sıfatlarından dolayı, hür insanların bütün mükellefiyetleri ile mükellef değillerdir.) - Cariyelerden murad, ya bütün cariyelerdir. Bu takdirde istisna, bütün fertlerini değil, fakat bir kısmını tahrim hükmünün dışına çıkarmak içindir. Bunun anlamı şudur: "Mutlak olarak bütün evli kadınlarla evlenmeniz size haram kılındı, ancak mâlik olduğunuz evli cariyeler müstesna; çünkü onlar, mutlak olarak muharramattan (nikâhları haram olan kadınlardan) değildir. Fakat onlardan nikâhı haram olmayan bir kısım da vardır ki, onlar, kocasız olarak veya Diğer bir görüşe göre mutlak, olarak (kocaları yanlarında olsa da) esir alınan cariyelerdir; " - Cariyelerden murad ya da özellikle savaşta esir alınanlardır. Bunun da anlamı: "Evli kadınlar size haram kılındı, ancak savaşta esir alınan evli kadınlar müstesna; çünkü onların nikâhları kısmen, yani mâlikleri olmayanlar için meşrudur." Savaşta esir alınan cariyelerin, mâlikleri için kölelik mülkiyeti ile helâl olmaları ise nassın delâletinden çıkar. Çünkü nikâh mülkiyeti ile kölelik mülkiyetinin hükümlerinin illeti aynıdır. Fakat bu helâl olma hükmü âyetin ibaresinden anlaşılmaz. Çünkü bikndiği üzere âyetin nazmı, âyette sayılan nıkâhlanmaları haram olan kadınlara ilişkindir. Burada nikâh mülkiyeti hükmü ile faydalanması haram olan kadınlar beyân edilir. Kölelik mülkiyeti hükmü ile bu kadınlardan faydalanmanın hürmetinin (haram olmasının) sübtitu ise, nassın delâletiyledır. Bunda istisna asla câri değildir. (Yani âyette sayılan muharramâttan, kölelik mülkiyeti ile helâl olan hiçbir kadın yoktur.) Savaşta esir alınan kadınların, eski kocalarından, bir görüşe göre mübayenet (ayrılık), bir görüşe göre de esaret ile kesin olarak boşanmış sayıldıkları hâlde, bunların âyette evli kadınlardan sayılmaları, insanların o zamanki inançlarına binaendir. Çünkü insanlar, esir alınan kadınların, eski kocalarından boş sayıldıklarını henüz bilmiyorlardı. Nitekim rivâyete göre Ebû Said Sa'd b. Mâlik el-Hudrî (radıyallahü anh) diyor ki: "Evtas savaşında evli kadınlardan çok esir aldık. Ancak onlarla cinsel ilişkide bulunmak istemedik. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e sorduk: "- Ya Resûlallah! Neseblerinı ve kocalarını bildiğimiz kadınlarla nasıl cinsel ilişkide bulunacağız?" İste bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Biz de o esir kadınları kendimize helâl saydık." Ebû Said ci-Hudrî'den gelen bir başka rivâyete göre: "O zaman Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emri ile bir münâdı, yüksek sesle şunu ilân etti: "Dikkat edin! Hâmile kadınlar doğum yapıncaya, hâmile olmayanlar da âdetten temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın!" Böylece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) istibrâdan (hamile olmadıkları anlaşıldıktan) sonra onlarla ilişki kurmayı bize mubah kıldı." Bu hükmün bu âyetin nüzulüne bağlanması, âyetin bu hüküm için nâzıl olduğuna delâlet etmez. Çünkü hükmün bu âyetin nüzulüne bağlanması, âyetin her hangi bir veçhile o hükmü ifâde etmesine bağlıdır; lâfız ve ibare olarak onu ifâde etmesi şart değildir. Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) den gelen bir diğer rivâyete göre de bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şudur: "Birtakım evli kadınlar, kocalarından ayrı olarak Resûlüllah'ın yanına hicret ediyorlardı. Bazı Müslümanlar da bu kadınlarla evleniyorlardı. Sonra da bu kadınların eski kocaları çıkıp geliyorlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Müslümanların, o muhacir kadınlarla evlenmesini yasakladı." Bu rivâyete göre, âyetteki muhsanât, kocalarının da İslâmı ve hicreti tahakkuk eden veya beklenen muhacir kadınlar demektir. İşte bundan dolayıdır ki, o kadınlar Müslüman olup hicret ettikten sonra da ihsan (evli kadın) vasfını zayi etmemişlerdir (onlara yine muhsanat denmiştir). Bu yasak, tahakkuk etmiş fahrim (kocası da Müslüman olup hicret edenler) içindir ve İslâm ile hicreti beklenenlerin hâlinin bilinmesi halindedir. Yoksa bunların dışındakilerin haram olmakla bir alakası yoktur ve onlara bu isim. (muhsanat / evli) de verilemez. Bunun aksi nasıl olabilir ki, esir alınan kadın ile kocası aynı dinde oldukları hâlde esir alınmakla, aralarındaki alaka kesildiğine göre, Müslüman olup hicret eden kadın ile kocası arasındaki alakanın kesilmesi öncelikle gerçekleşir. Nitekim, "Eğer sız de onların îmân etmiş kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Bu kadınlar onlara helâl değildir; onlar da bu kadınlara helâl değildir." (Mümtehıne 60/10) mealindeki âyet de, bu gerçeği ifâde eder. C- "Bunlar Allah'ın size yazdıklarıdır." Allahü teâlâ, âyette zikredilen kimselerin nikâhının haramlığını size farz olarak yazdı. Siz de Allah'ın (celle celâlühü) farz olarak yazdığı bu hükümlere bağlı kalın. Bir kırâete göre: "Kitabellâh" tamlaması, "kütübullah" olarak da okunmuştur. Bunun anlamı, "bunlar, Allah'ın size farzlarıdır" olur. Diğer bir kırâete göre de: "Kitabe" kelimesi, mazi fiil olarak "ketebe" şeklinde okunmuştur. Bunun da anlamı, "Allah (celle celâlühü) bunları farz olarak yazdı" olur. Ç- "Bunlardan başkası ile iffetli olarak, zinadan kaçınarak mallarınızdan mehir vermek suretiyle evlenmek istemeniz de size helâl kılındı." Âyetin "ve uhıllle leküm - size helâl kılındı" ile başlayan bu cümlesi, daha önceki 23. âyetin "hurrimet a'leyküm / size haram kılındı" ile başlayan cümlesine atıftır. Bu iki cümle arasında "Kitabe-llâhi a'leyküm / Bunlar Allah'ın size yazdıklarıdır" cümlesinin zikredilmesi, zikredilen haramları muhafazaya ziyadesiyle sevketmek içindir. Bir kırâete göre bu cümledeki "helâl kılındı" anlamındaki "uhılle" fiili, fail sıygasiyla "ehalle / helâl kıldı" olarak da okunmuştur. Bu takdirde anlam: "Daha önce zikredilen kadınlardan başkasının nikâhı yalnız olarak veya başkasıyla beraber size helâl kılındı, yahut Allah bunu size helâl kıldı." olur. Bir görüşe göre, burada ifâde edilen helâl kılma hükmü, mutlak olarak bütün haller için değildir ki, bir kadın ile onun halasını veya teyzesini birden almak da bu mutlak ifâdenin kapsamına girsin. Buradaki başka kadınları helâl kılma hükmü, mutlak değil kısmîdir; ancak bazı hallere, münferid nikâhlamalara mahsustur; bunun da helâl olmasında şüphe yoktur. Bir kadın ile halasını veya teyzesini cem'etmenin (birden almanın) haram olması, buna halel getirmez. Nitekim bilindiği üzere: 1- iddette bekleyen bir kadının nikâhının, 2- üç talakla boşanmış olan bir kadının nikâhının, 3- dört karısı olan bir adamın beşinci bir kadın ile nikâhının, 4- hür kadınla evli bir kimsenin câriye bir kadın ile nikâhının, 5- mulâane yapılan (kocası tarafından zina ile dört kere suçlanan ve beşincisinde lanet okunarak suçlanması tekrar edilen) bir kadının nikâhının hürmeti (haramlığı), - birincisinde iddetten sonra, - ikincisinde başka biriyle evlilik yapıp ondan da boşandıktan sonra, - üçüncüsünde dört karısından birini bosadıktan ve iddeti bittikten sonra, - dördüncüsünde hür karısını bosadıktan sonra, - beşincisinde karısını zina ile suçlayan kocanın, kendiliendim tekzib etmesinden sonra nikâhlarının helâl olması, eski hükümlere halel getirmez. "En tebteğû biemvaliküm / mallarınızla istemeniz" ifâdesi mallarınızı alacağınız kadınların meliklerine sarfetmeniz demektir. "Muhsinîn" kelimesi, kale, hisar, muhkem, sağlam, koruma, himaye anlamına "hısn "kökünden gelir; iffetli olmak, nefsi ayıplama ve cezayı gerektiren hallerle düşmekten korumak demektir. "Müsâfihıin" kelimesi, sifah kökün dendir ki, zina ve fuhuş demektir. Bunun mastarı sefh'tir ki, meniyi dökmektir. Zira zinadan maksat budur. Yani edep yerinizi haramdan koruyarak ve meninizi zinakâr kadınlara dökmeyerek, demektir. D- "O hâlde kendilerinden faydalandığınız (istimta' ettiğiniz) kadınlara mehirlerini bir fariza olarak verin." Burada faydalanmaya konu olan, ya kadınların kendileridir, ya da onlarla ilgili fiillerdir. Bu cümle, şart cümlesi olarak da, sıla-mevsûl cümlesi olarak da tefsir edilebilir. Şöyle ki: 1- kadınların hangi ferdinden veya nikâh ve halvet gibi hangi ikimden faydalanıyorsanız, 2- kadınlardan faydalandığınız ferdin veya söz konusu fiillerinin karşılığı olarak takdir edilmiş yahut onlar için size farz kılınmış olan ücretlerini, yani mehirlerini verin. Mehir, ücret olarak ifâde edilmiş, çünkü melik, kadınların bedenlerinin, kadınlıklarmın ücretidir (bu yoldan elde ettikleri bir nevi güvencelerdir). E- "Mehrin kesinleşmesinden sonra bırbirinizi razı etmenizde bir günah yoktur." Mehrin takdirinden sonra kadının, mehrinin bir kısmını kocasına bağışlaması veya tamamından onu ibra etmesi hâlinde hiçbir sorumluluk kalmaz. Nitekim daha önce geçen bir âyette de meâlen: "Kadınların mehirlerinni gönül hoşluğu ile verin; eğer onlar o mehrin bir kısmını gönül rızâsı ile size bağışlarlarsa, artık onu afiyetle yeyin." (Nisa 4/4) ve diğer bir âyette de: "Ancak kadınların meliklerinden vazgeçmesi hâli müstesna." (Bakara 2/ 237) buyurulur. Karşılıklı anlaşmaya, takdir edilen mehri arttırmayı da dahil etmek, erkeklerden sorumluluğun kalkması ile uyuşmaz. Çünkü erkeklerin, kararlaştırılmış mehri artirarak vermelerinde kendileri için bir sorumluluk düşünülemez. Ancak âyette kocalara yapılmış olan hitabın, tağiib (erkeklerin kadınlara galip kılınmaları) yoluyla yapıldığı söylenirse, o zaman bir sakınca kalmaz. Çünkü zevcelerin, kararlaştırılmış mehrin fazlasını almaları hâlinde sorumlulukları düşünülebilir. Bir görüşe göre de, buradaki karşılıklı rızâ ve anlaşma, nafaka ve benzeri hususlarla ilgilidir. Bir başka görüşe göre de, bu karşılıklı anlaşma, beraber yaşamak veya ayrılmak ile ilgilidir. Ancak bu son iki görüşü "min ba'di'l-ferîdah / mehrin kesinleşmesinden sonra" ifâdesi ile bağdaştırmak mümkün değildir. Çünkü bu son iki görüşteki hususların, mehrin kararlaştırılması ile bir bağlantısı yoktur. Ancak eğer bu ayrılmadan, muhalaa (kadının bir bedel karşılığında boşanma hakkını elde etmesi) ise, bu görüşlerin önünde bir engel kalmaz. Bir görüşe göre de, bu âyetteki "feme-stemta'tüm bihi minhünne fe âtü hünne ücûrahünne / kadınlardan istimtâ ettiğinizde, faydalandığınızda veya kendilerinden faydalandığınız kadınlara ücretlerini hemen verin" cümlesi, müt'a nikâhı hakkında nazil olmuştur ki, bu nikâh, bir gün veya daha fazla, ama belli bir zaman için yapılan nikâhtır. Buna müt'a nikâhı denmiştir. Bu nikâhtan amaç, kadından faydalanmak ve kadının da kendisine verilen ücretten faydalanmasıdır. Müt'a nikâhı, Mekke-i Mükerreme fethedildiğinde üç gün helâl kılınmıştı. Sonra da bu hüküm nesholundu. Zira rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) müt'a nikâhını helaâl saydıktan sonra ertesi gün: "Ey insanlar! Ben size müt'a nikâhı ile bu kadınlardan faydalanmanızı emretmiştim; şimdi haberiniz olsun ki, Allah onu kıyamet gününe kadar kesinlikle haram kıldı." diye ilân buyurdu. Bir görüşe göre ise, müt'â nikâhı, iki kere helâl kılınmış; iki kere de haram kılınmıştır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre, kendisi ölümüne yakın, müt'a nikâhının caiz olduğuna dâir olan görüşünden dönmüş ve: "Allah'ım! Müt'a nikâhı ile sarf (dirhem ve dinarın mübadelesi) hakkındaki görüşümden tevbe ediyorum!" demiştir. {İbn Abbâs'ın ilk görüşüne göre, dirhemin dirhem ile ve dinarın da dinar ile mübadelesi, peşin olduğu takdirde birbirinden fazla da olsa, ribâ (faiz) olmaz.} F- "Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm) dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim) dır." Allah Teâla, kullarının içinde bulundukları hâl ve şartları hakkıyle bilir ve onlara meşru kıldığı hükümleri hikmetler üzerine bina eder. 25"Sizden, hür ve mü'min kadınları nikâh lam aya gücü yetmeyen kimse ellerinizin altındaki köle kızlar (cariyeler) dan birini nikâhlasın. Allah, sizin îmânınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O hâlde onları ailelerinin izniyle nikahlayın. Mehirlerini güzelce (ma'rûfa uygun) verin. Oyle ki onlar da iffetli olsunlar, zina etmesinler ve dost tutmasınlar. Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı uygulanır. Bu, içinizden günah işlemekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah, çok bağışlayıcı (Gafur) dır, çok merhamet eden (Rahîym) dir." A- "Sizden, hür ve mü'min kadınları nikâhlamaya gücü yetmeyen kimse ellerinizin altındaki köle kızlar (cariyeler) dan birini nikâhlasın." Muhammed el-Firûzabâdî el-Şirazî (61.1414), "el-Kamusü'l-Muhît" adlı eserinde, "Tavl / imkân" kelimesini, fazlalık, kudret, zenginlik ve genişlik olarak mânâlandırmiştır. "Muhsanât", (ki muhsane'nin çoğuludur) hür kadınlar demektir. Çünkü memlûke (köle) kadınlar ile mukabele edilmiştir. Hür kadınlara muhsanât denir. Çünkü onların hürriyeti kendilerini, köleliğin zilletinden, müptezel hâlinden ve kusur ile noksanlık gibi diğer sıfatlarından korumuştur. Bu âyetd kerîmenin zahiri, Ehl-i Kitab olan cariyenin nikâhının asla câız olmadığını ifâde eder. Nitekim Hicaz Fıkıh âlimlerinin görüşü budur, imam Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) ise, bu konudaki nassların umumî olduklarına bakarak Yahudi ve Hıristiyan cariyeleri nikâh etmenin caiz olduğunu söyler. Şu hâlde bu Âyetteki ifâde, efdal (en faziletti) olanı bildirmektedir. Zaten efdal olmasında kimsenin ihtilafı yoktur. Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ'nın bu ümmete bahşettiği geniş imkânlardan bin de, cariyenin, Yahudi ve Hıristiyan kadınların nikâhıdır. Velev ki, bunlarla evlenen zengin olsun." (İbn Abbâsin bu sözüne göre de, âyetteki mâlî olarak imkân bulamama kaydı, efdaliyet içindir.) B- "Allah, sizin îmânınızı daha iyi bilir." Bu arızî (mu'terıza) cümle, onları cariyelerin nikâhına akştırmak ve kölelere karşı büyüklük taslamaktan vazgeçirmek, üstünlüğün ve iftihar vesilesinin hasep, nesep olmadığını, yalnız îmân olduğunu belirtmek içindir. Nitekim Allah Teâla bir âyette meâlen şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Şüphesiz ki Biz, sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanişasınız diye, sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerimiz, takvaca en üstün olanınızdır." (Hucurât 49/13) Allahü teâlâ, sizin îmân mertebenizi sizden daha iyi bilir. İnsanların hâlleri de îmânlarına göre nizam bulur; dünya ve âhirette maslahat çarla bunun üzerinde döner, bunların hürriyet ve kölelik ile bir alakası yoktur. Çünkü nice cariyeler vardır ki, onların îmânları, hür kadınların îmânlarından üstündür. C- "Siz birbiriniz den siniz." Eğer aradaki müşterek bağdan maksûd olan din ise, insanlar arasında uyumu sağlayan en önemli unsur dindir. Eğer aradaki müşterek bağdan maksûd olan nesep ve soy ise, bu cümle de diğer bir itirazî cümle olup başka bir cihetten, bu uyumu belirtir. Bu cümledeki hitab: - Ya bundan hemen önceki muhataplar içindin nitekim bundan sonra gelecek hitap da onlar içindir. Buna göre, bundan önce gıyabî ifâdeler kullanıldığı hâlde burada doğrudan doğruya hitab zamirleri kullanılması, teşvik ve ünsiyetlerini sağlamak içindir. - Ya da buradaki hitab, çok daha önceki hitablar gibi diğer Müslümanlara aktır. Maksad onları teşviktir. Ç- "O hâlde onları ailelerinin izniyle nikahlayın. Meliklerini güzelce (ma'rûfa uygun) verin. Öyle ki onlar da iffetii olsunlar, zina etmesinler ve dost tutmasınlar." "Ellerinizin altındaki, köle kızlar (cariyeler)dan..." ifâdesinin tefsirinde anlatıldığı gibi, bundan nikâh emri anlaşıldığı hâlde burada ayrıca nikâh emrinin zikredilmesi, câriye nikâhına ziyadesiyle teşvik içindir. Yani siz bu ilâhî emrin açıldığına vâkıf olduktan sonra artık kendinizi onlardan üstün görmeyin ve velilerinin izniyle onları nikahlayın. Burada, - cariyelerin velilerinin izninin alınması şart koşulduğu hâlde, - nikâh akdinin doğrudan doğruya onlar tarafından yapılması şartına yer verilmemesi, - zımnen bâliğa cariyelerin bizzat nikâh akdini gerçeldeştirmelerinin câız olduğunu bilektir. Nikahlanan cariyelerin mehirlerini örfe uygun şekilde kendilerine vermekten maksad, - ödemeyi ertelemeden, - onlara zarar vermeden, - onları, mehirlerini ısrarla istemek zorunda bırakmadan şeriat ve âdet örfüne uygun olarak mehirlerini kendilerine vermektir. Ve zorunlu olarak, kendilerine yapılan ödeme de, velilerinin izniyle olmalıdır. Binâenaleyh meliklerinin kendilerine verilmesinin zikri, bu mehirlerin kendilerine âit olduğu için değil, fakat mehri onların eline vermenin de caiz olduğunu beyân etmek içindir. Bir görüşe göre ise, bu cümlede muzaf (Arapçada tamlamanın birinci parçası) malızûftur. Yani mehirlerini onların velilerine verin, demektir. "Ahdan" kelimesi, "hıdn'in çoğuludur. Hıdn, gizli dost demektir. Burada kastedilen mânâ, her birinin birkaç dostu değil, fakat her birinin bir dostu demektir. İstenen iffetli olmak, ne açıktan, ne de gizlice zina etmemektir. Câhiliye döneminde zina bu iki yolla yapılıyordu. D- "Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı uygulanır." "Uhsınne" kelimesi, bir kırâete göre fail kalıbı ile "ahsarme" olarak okunmuştur. Bunun anlamı şudur: Cariyeler, evlenmekle hem kendilerini hem de kocalarının namuslarını koruduktan sonra zina edecek olurlarsa hür bakirelere uygulanan had cezasının yarısı, yani elk kamçı uygulanır. Nitekim evlenmeden önceki cezaları da bu idi. Şu hâlde burada maksad, hür kadınların zina cezasının evlenmekle değiştiği hâlde cariyelerin cezasının değişmediğini beyân etmektir. E- "Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günah işlemekten korkanlar içindir." Cariyelerle evlenme izni de mutlak değil, fakat şehvetinin galebesi yüzünden günaha girme korkusu olanlar içindir. "A'net / günaha girme" kelimesi, aslında kemiğin kaynamasından sonra kırılması anlamına gelir. Mecaz olarak, insanın iyi hâlinden sonra karşılaştığı meşakkat ve zarar anlamında kullandır. Bir görüşe göre, burada "anet" kelimesinden murad had cezasıdır. Çünkü bu günaha meyk olan kimsenin bu günaha düşüp de bu yüzden had cezasına mâruz kalmasından endişe edilir. Ancak mü'minin hâkrie uygun olan birinci mânâdır. Çünkü ikinci mânâ, muinine göre mahzurlu olan zina değil, fakat had cezası olduğu vehmini verir. F- "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır." Sabrederek nefsinizi, arzu ettiği günahlardan menedip iffetli olarak yaşamanız, cariyelerle evlenmenizden daha hayırlıdır. Çünkü cariyelerle evlenmek, doğacak çocukların köle olması sonucunu doğurur. Ömer (radıyallahü anh) diyor ki: "Hür bir erkek, bir câriye ile evlenirse, kendi yarısını (bir parçası sayılan çocuğunu) köle yapmış olur." Tabiînden Said b. Cübeyr (radıyallahü anh) diyor kı: "Câriye nikâhı da (sakmcak sonuçları itibariyle) zinaya yakındır." Câriye ile evlilikten doğan çocukların köle olmasından başka diğer önemli sakıncaları şöyle sıralanabilir: 1- Cariyelerin velilerinin onların üzerindeki hakları, kocalarının haklarından daha kuvvetlidir. Böyle olunca cariyeler, hür kadınlar gibi bütün vakitlerini kocalarına ayıramazlar. 2- Cariyelerin velileri, onları dilediği gibi seferde de, hazarda da istihdam edebilir; onları yerk ve yabancıya, uzak yerlerde yaşayan insanlara da satabilir. Böylece aile düzem tamamen bozulur. 3- Cariyelere, hor ve mübtezel gözüyle bakılır; çalıştırıldıkları işlerin gereği olarak, her yere girer, çıkarlar. Ve bütün bu horluk ve zillet, onları nikahlayana da sirayet eder. Oysa mü'minlere yaraşan zillet değil, izzettir. 4- Cariyelerin melikleri kendi velilerine aittir. Bundan dolayı onlar, ne kendileri mehirlerınden faydalanabilir, ne de onu kocalarına hibe edebilirler. Böylece evlenmeleri, ev düzenine de bir katkı sağlamaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Hür kadınlar, evi ihya eder, cariyeler ise evi harap eder / el-Haraıru salâhu'l-beyti ve'l-imâü helâküi-beyti." G- "Allah, çok bağışlayıcı (Gafur) dır, çok merhamet eden (Rahîym)dir." Allahü teâlâ, son derece mağfiret edicidir; Binâenaleyh cariyeleri nikâh etmeyen mü'minlerin hâline münâfi bazı taksiratını affeder. Ve Allah'ın issize olan rahmeti sonsuz olduğundan dolayıdır kı, cariyeleri nikâh etmeniz için size ruhsat vermiştir, 26"Allah size tebyin etmek (belirtmek, açıklamak), sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dır, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir." A- "Allah, size tebyin (belirtmek, açıklamak), sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenızi kabul etmek ister." Bu istinafı kelâm, zilcredilen bu hükümlerin, hidâyete mazhar olan Peygamberlerin ve sâlihlerın yollarına uygun olduklarını izah ve beyân içindir. Allahü teâlâ, - kulluk vazifeleri olarak emretiği helâl ve haramları size açıklamak, - daha önce gelip geçmiş Peygamberlere ve sâlih insanlara uymanız için onların gittikleri yolları size göstermek, - şer'i hükümlere riâyette gösterdiğiniz takdirde taksirli fiillerden tevbe istiğfar etmeniz hâlinde sizi affetmek ister. Zira pek az mükellef, tevbe ile telâfi edilmesi gereken taksirattan uzak kalabilir yahut Allahü teâlâ, size böylece günahlardan alıkoyacak sebepleri gösterir ve sizi tevbeye veya günahlarınıza keffaret olacak şeylere teşvik buyurur. B- "Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Haldm)dir." Allahü teâlâ, bütün eşyayı ve ezcümle size teşri' buyurduğu hükümleri gayet iyi bilmekte ve bütün işlerinde hikmet ve maslahatı gözetmektedir. 27"Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyille sapmanızı isterler." Bu ibtidaî cümle, - Allahü teâlâ'nın sizin için irâde buyurduğu her şeyin faydalı, - fâsık ve günahkârların istediklerinin ise zararlı olduğunu beyân eder. Yoksa bu cümle, bir önceki âyette geçen "ve yetûbe a'leyküm / ve tevbenızi kabul etmek ister" cümlesinin tekrarı kabilinden değildir. İşte bundan dolayıdır ki, burada üslub değişmiş fiil cümlesinden isim cümlesine geçilmiştir. Bu da, bu konudaki İlâhî irâdenin devamını belirtmek içindir (çünkü isim cümlesi devamlılık ifâde etmektedir). Ama "Şehvetlerine (hevâ ve heveslerine) uyanlar ise, sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler" meâlindeki cümlede ise, bu üslub değişikliği olmamıştır. Bu da, o fâsık ve günahkâr kişilerin, mü'minler hakkındaki olumsuz dileklerinin, İlâhî irâde gibi devamlı olmadığını ifâde etmek ve bir de, iki cümle arasındaki tam zıtlığa işaret etmek içindir. (Öyle ki cümle şekilleri bile ayrıdır; biri isim, diğeri ise fiil cümlesidir) Nitekim Bakara 2/ 257. âyetinin tefsirinde de izah edilmişti. Burada şehvetlerine uyanlardan maksad, fâsık ve günahkârlardır. Onların hevâ ve heveslerine uymaları, kötü duyguların emirlerine boyun eğmeleri demektir. Şeriatin mubah kıldığı lezzetlerden faydalanıp diğerlerine iltifat etmeyenler ise şehvetlerine değil, fakat dinin emirlerine uymuş olurlar. Bir görüşe göre, şehvetlerine uyanlar, Yahudilerle Hıristiyanlardır. Bir başka görüşe göre ise, şehvetlerine uyanlar, Mecusîlerdir. Şöyle ki: Onlar, baba bir kız kardeşler, kardeş kızları ve kız kardeş kızları ile evlenmeyi helâl görüyorlardı. Allahü teâlâ, bunları haram kılınca, Mecusîler, Müslümanlara dediler ki: "- Size göre, halanız ve teyzeniz size haram olduğu hâlde siz onların kızlarını helâl sayıyorsunuz; o hâlde kardeş ve kızkardeş kızlarıyla evlenin!" İşte bunun üzerine bu âyet-ı kerîme nazil oldu. "- Şehvetlerine uyanlar, şehvetlere itaatte sizin de kendilerine uymanızı ve haram olan kadınları helâl saymanızı ve kendileri gibi zinâkâr olmanızı istemek sâretiyle sîzin de haktan ayrılıp büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler." 28"Allah, sizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." Allah sizin üstümüzdeki meşakkatlı mükellefiyetleri, zikredilen ruhsatlarla hafifletmek ister. Ve zaten insan, nefsanî isteklerine tamamiyle muhalefet etmekten âciz, nefsanî arzularına ve duygularına hakkıyla karşı koymaya iktidarsız olarak yaratılmıştır. Nitekim insan, nefsanî arzularına uymaktan kendini alamamakta ve bütün kuvvetlerini taât ve ibâdetlerin meşakkatlerine katlanmak için kullanamamaktadır. Hasen-ı Basrî'ye göre: "Âyetteki zafiyetten murad, yaratılıştan gelen zafiyettir." Ancak bu makam, bu mânâya müsait değildir. Çünkü bu cümle, makabli için bir zeyl olup cariyelerin nikâhına ruhsat verilmek suretiyle sağlanmış olan tahfifi açıklar. Bunun bünye zafiyetiyle hiçbir ilgisi yoktur; bunun ilgisi yalnız meşakkatlı ibâdetlerdeki tahfiftir. Bir diğer görüşe göre ise, buradaki zafiyet, erkeklerin özellikle kadınlara karşı olan zafiyetidir. Nitekim erkekler, kadınsız hayâta sabredemezler. Tabiînden Said b. el Müseyyeb'e göre: "Şeytan, Âdem oğullarından umudunu her yönden kesince, mutlaka kadınlar tarafından onlara yaklaşmaya çalışır. Şu anda ben seksen yaşındayım ve bir gözümü de kaybetmiş bulunuyorum ve gece görmeyen tek gözle yaşıyorum. Bu hâlimle de en çok nefsim için korktuğum kadınların fitnesidir." İbn Abbâs (radıyallahü anh) bu Âyetteki yaratma fiilini, fail kalıbı ile "halaka'l insane daîfa / Allah insanı zayıf yarattı" şeklinde okumuştur. Yine İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre: "Nisa sûresinin sekiz âyetinde bu ümmete verümiş olan hayırlar, güneşin doğuşuna ve batışına şâhid olan bütün dünya nimetlerinden daha hayırlıdır. Şöyle ki: 1- "Allah, size tebyin etmek (belirtmek, açıklamak), sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibidir." (Nisa 4/26) 2- "Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyille sapmanızı isterler." (Nisa 4/ 27) 3- "Allah, sizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisa 4/28) 4- "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örter ve sizi pek şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisa 4/ 31) 5- "Allah şüphesiz kimseye zerre kadar zulüm (haksızlık) etmez. İyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır." (Nisa 4/40) 6- "Allah, kendisine şirk (eş, ortak) koşulmasını affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nısâ 4/ 48) 7- "Kim bir kötülük işler veya kendine zulmeder, sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi bulur." (Nisa 4/ 110) 8- "Eğer siz şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niçin azab etsin?" (Nısâ 4/ 147) 29"Ey îmân edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl sebeblerle (haksızlıkla, boş bahanelerle) yemeyin. Meğer ki aranızda karşılıklı rızâ ile yapılan bir alım-satım ola. Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametli (Rahîym)dir." A- "Ey îmân edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl sebeblerle yemeyin. Meğer ki aranızda karşılıklı rızâ ile yapılan bir alım-satım ola." Daha önca kadınlarla ilgili bir takım haramlar beyân edildikten sonra burada da insanların malları ve nefisleri ile ilgili bir takım haramlar açıklanıyor. Hitabın başında bulunan nida (sesleniş) ve tenbıh, (dikkat çekme) konuya fazlasıyla ilgi gösterildiğini belirtmek içindir. Burada bâtıldan murad, gasb, hırsızlık, hiyanet, kumar ve ribâ (faiz) gibi şeriate aykırı olan, şeraitin mubah saymadığı yollardır. Demek istenen şudur: "Ey îmân edenler! Birbirinizin mallarını şer'î olmayan yollarla yemeyin; ancak tarafların rızâsı ile gerçekleşen ticâret müstesna, yahut ticâret malları müstesna." "İticâreten" kelimesi, bir kırâete göre "ticârettin" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde mânâ:, "Sız, karşılıklı rızâya dayanan ticârete yönekn. Yahut tarafların rızasıyla gerçekleşen ticâret, yasaklanmamıştır." olur. Alıs-veriş şekillerinden özellikle ticâret zikredilmiştir. Çünkü mülkiyet, en çok ticâret yoluyla intikal eder ve onurlu insanlar için en uygun olan kazanma şekli de ticârettir. Karşılıklı rızâdan maksad, biz Hanefîlere göre, akdin iki tarafının, satış hâlinde icab ve kabul şeklinde tezahür eden karşılıklı rızâ veya irâde beyânlarıdır. Şafiî'ye göre, akid meclisinden ayrılma sırasındaki karşılıklı rızâlardır. B- "Kendinizi öldürmeyin." 1- Bunun anlamı "kendi cinsinizden olan mü'minleri öldürmeyin"dır. Zira bütün mü'minler bir nefis gibidir. 2- Tabiînden Hasen-ı Basrî'ye göre, bu ifâde: "Kardeşlerinizi öldürmeyin" demektir. Bunun, "enfüseküm / kendinizi, nefislerinizi" şeklinde ifâdesi, katil fiilini, hiçbir akıl sahibinin yapmayacağı bir davranış biçimi olarak, insanları adam öldürmekten fazlasıyla menetmek ya da âhiret azabını mûcib kötülükler işlemek suretiyle kendi nefislerinizi azaba mâruz bırakarak onları mahvetmeyin; demektir. Zira gerçek katil budur. Nitekim haram yeme nehyinden sonra bu memnûiyetin zikredilmesi buna işaret eder. 3- Bir görüşe göre de bundan anlaşılması gereken mânâ şudur: - bazı cahillerin yaptıkları gibi nefislerinizi kahretmeyin, - zilletle öldürmeyin, - yahut öldürülmesine sebep olan cinayetler işlemeyin. 4- Bir başka görüşe göre de: "Nefsinizi tehlikeye atmayın. "Amr b. As'tan gelen rivâyet de bunu teyid eder. Nitekim riveyet olunuyor ki Amr b. As, buradaki nefsi öldürmeyi, soğuk korkusundan teyemmüm ile tevil etmiş ve Peygamberimiz de, yaptığını reddetmemiştir. Bu âyet-i kerîmede nefsi korumakla malı korumak bir arada zikredilmiştir. Çünkü malı korumak da, nefsi korumanın öz kardeşi gibidir. Zira mal, nefsi ayakta tutmanın, kemâlata erdirmenin ve faziletler kazanmasının sebebidir. Âyette, önce mala dokunma yasağının zikredilmesi, onun çok vaki olmasından dolayıdır. C- "Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametli (Rahîym)dir." Bu cümle, geçen nehiylerin illet ve sebebidir. Bu sizin için Allahü teâlâ'nın sonsuz rahmet ve şefkatidir, işte bundan dolayıdır ki, sizi, bunlardan nehyetmiştir. Bir görüşe göre de bunun anlamı şudur: "Ey Allah’ın Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in ümmeti! Allahü teâlâ, sizin hakkınızda son derece merhametkârdır. Nitekim eski İsrâiloğullarının tevbe etmiş sayılmaları ve hatâlarından arınmaları için nefislerini öldürmeleri emredilmişti, fakat bu ağır mükellefiyetleri size yüklememiştir. 30"Kim bunu düşmanlık ve haksızlık ile gerçekleştirirse Biz de onu ateşe sokacağız. Bu Allah'a göre pek kolaydır." A- "Kim bunu düşmanlık ve haksızlık ile gerçekleştirirse Biz de onu ateşe sokacağız." Uzak için "zâkke" kelimesinin kullanılması, o insanların fesatta mertebelerinin pek uzak, pek ileri olduğunu bildirmek içindir. Kim düşmanlıkla ve hukuku tecavüz ederek, - adam öldürür, - haram mal yerse, Allah da onu, korkunç ve azabı pek şiddetli bir ateşe sokacaktır. B- "Bu Allah'a göre pek kolaydır." Zira bu azabın sebebi mevcuttur ve İlâhî irâdenin önünde duracak hiçbir güç yoktur. Burada, zamir kullanılmayıp ism-i celilin (Allah) zikredilmesi, mehabeti artırmak ve bu zeyl cümlenin istiklâlini tekid içindir. 31"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örteriz ve sizi pek şerefli bir yere yerleştiririz." A- "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örteriz." Eğer siz, burada zikredilen ve edilmeyen, şeriatin sizi nehyettiği büyük günahlardan sakınırsanız, yapmış olduğunuz sevaplar veya tevbe ile, sizin küçük günahlarınızı bağışlar ve onları sizin defterinizden sileriz. Müfessırler derler ki: "Büyük günahlardan kaçtnıldığı takdirde, bir namazdan diğer namaza, bir cumadan diğer bir cumaya ve bir Ramazan'dan diğer Ramazan'a kadar işlenen küçük günahlara bu namazlar keffaret olur." Büyük günahların ne oldukları hususunda islâm âlimleri görüş ayrılığına dümüşlerdir. Gerçeğe en yakın olan görüşe göre: "Büyük günah, şer'an had cezası gereken veya hakkında sarahatle bir vaîd belirtilmiş olan günahlardır." Bir diğer görüşe göre: "Büyük günah, haram olduğu kesin bir delil ile bilinen günahtır." Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Büyük günahlar yedidir: 1- Allahü teâlâ'ya ortak koşmak, 2- Allahü teâlâ'nın haram kıldığı cana kıymak, 3- İffetk kadınları zina ile suçlamak, 4- Yetimin malını yemek 5- Ribâ (fâız) yemek (ve'r-rıbâ) 6- Düşmana karşı yürüyen ordudan kaçmak 7- Ana-babaya isyan etmek." Rivâyete göre Ali (radıyallahü anh) ana-babaya isyan yerine "hicretten sonra geri dönmek" demiştir. Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh), sihir ve Beytülharam'ın (Kabe'nin) yasaklarını hellâl saymayı da bunlara ilâve etmiştir. Rivâyete göre Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) kendisine "Büyük günahlar yedidir" diyen bir zâtı şöyle cevaplandırmıştır: "- Büyük günahların yedi yüz olması -Bir rivâyet göre de yetmiş olmasi- yedi olmasından daha çok hakikate yakındır. Çünkü ısrar edilen hiçbir günah küçük değildir ve işlendikten sonra istiğfar edilen (ihdasla bağışlanması dilenen) hiçbir günah da büyük değildir." Bir başka görüşe göre de, büyük günahlardan şirkin (Allah'a ortak koşmanın) çeşitleri kastedilmektedir. Nitekim Allahü teâlâ meâîen buyuruyor kı: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka günahları dilediği kimseler için bağışlar." (Nisa 4/48) Bir diğer görüşe göre de, günahların küçük ve büyük olması, yalnız üstündeki ve altındaki günahlara ve faillerine izafetledir. Elattâ zamanlara ve mekânlara göre değişmektedir (Yani günahların büyüklüğü ve küçüldüğü, izafî, nisbîdir). Buna göre, günahların en büyüğü şirktir (Allah'a ortak koşmaktır); en küçüğü de, nefsin günahları tasarlamasıdır. Bunun ikisinin arasında birçok günahlar vardır; bunların büyükleri de vardır; küçükleri de., imdi, bir kimse, biri küçük, diğeri büyük iki günah karsısında kalsa, nefsi ikisini de şiddetle istese fakat o, nefsini büyüğünden men etse de küçüğünü işlese büyük günahtan kaçınmakla kazandığı sevap, işlediği küçük günaha keffaret olur. B- "Ve sizi pek şerefli bir yere yerleştiririz." "Medhal" kelimesi, ism-i mekân da olabilir, mastar da olabilir. Yani sızı hoşnud eden güzel bir mekâna, cennete yerleştiririz. Yahut sizi pek şerefli olarak cennete dahil ederiz. 32"Allah'ın birinize diğerini tercihan (tafdıîlen) verdiği şeyi dilemeyin. Erkeklere kendi kazandıklarından bir nasib vardır. Kadınlara da kendi kazandıklarından bir nasib vardır. Allah'ın fadlın (inayet ve lûtfun) dan isteyin. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm) dir." A- "Allah'ın birinize diğerini tercihan (tafdıîlen) verdiği şeyi dilemeyin." Özlemi çekilen şeylerin mübhem olarak ifâde edilmesi, onları, kendilerine zor gelecek şeyleri yüzlerine karşı söylenmekten korumak içindir. 1- Abdullah Kaffal el-Mervezî diyor ki: "- Allahü teâlâ, önce başkalarının mallarını haksız yere yemekten ve haksız olarak cana kıymaktan, akabinde de buna yol açacak şekilde başkalarının mallarına göz dikmekten ve onu özlemekten nehyetti." 2- Bir görüşe göre de, Allah (celle celâlühü), önce başkalarının mallarına bedenle, bil-fiil sonra da hased yoluyla, kalben tecavüzden nehyetti. Bu nehiylerin amacı, onları zahiren ve bâtınen arındırmaktır. Yani Allahü teâlâ'nın, sizin dışınızda cereyan eden bir yarışın sonucu olarak bazılarınıza bahşettiği sân, şeref ve mal gibi dünya nimetlerini temenni etmeyin. Çünkü bu nimetler, İlâhî bir taksim olup kulların hâllerine uygun birer tedbirdir. Bu ilâhî tedbir de kulların büyük, küçük bütün işlerim kuşatmış olan İlâhî ilminin sonucudur. Binâenaleyh dünyevî nimetler bakımından geride bulunan her insan bu İlâhî taksime razı olmak, kendisinden üstün olanların nasiblerini özlem emeli ve o insanları kıskanmamalıdır. Çünkü bu hal, erişilmez üstün hikmet üzerine tesis edilmiş bulunan kader hükmüne karşı çıkmak olur. Yoksa bazılarının dediği gibi, o nimetlerin kendisinde olmaması, kendisi için daha hayırlı olduğu için değil ve bunun aksinin, kendi, zararına olduğu için de değildir. Çünkü daha sonra gelecek "Allah'ın fadlından isteyin" emri, bu mânâya müsait değildir. Zira bu emirle yasaklanmış olan mutlaka kendi nasibinden fazlasını temenni etmek değil fakat başkasının nasibini dilemektir. B- "Erkeklere kendi kazandıklarından bir nasib vardır. Kadınlara da kendi kazandıklarından bir nastib vardır." Diğer bir görüşe göre, Allahü teâlâ, mirasta erkeğe, kadının iki katını hisse verince, kadınlar dediler ki: "- Bizim, erkek hissesinin iki katını almaya daha çok ihtiyacımız var. Çünkü biz güçsüzüz; erkekler ise bizden daha güçlü ve geçimlerim kazanmaya daha muktedirdir." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu görüş, Âyetteki nehyin, "Erkeklere kendi kazandıklarından bir nasib vardır. Kadınlara da kendi kazandıklarından bir nasib vardır."cümlesiyle ifâde edilen sebeble izah edilmesine daha uygun düşer. Çünkü bu cümle, söz konusu temenninin erkekler ve kadınlar arasında cereyan ettiğini sarahatle bildirir. C- "Allah'ın fadl (inayet ve lûtfu)ndan isteyin. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir." Bu cümle, daha önce geçen nehiy cümlesine yani "Allah'ın birinize diğerini tercihan (tafdıîlen) verdiği şeyi dilemeyin" cümlesine atıftır. Bu iki cümle arasına illet cümlesinin girmesi, sonucu açıklamak içindir. Bir de, illet cümlesi, bu emre uymaya teşvik eder. Yani bu: "- Siz, başkaları tarafından kazanılmış ve onlara mahsus nasibleri dilemeyin. Arzuladıklarınızı Allahü teâlâ'nın tükenmez nimet hazinesinden isteyin. Zira Allahü teâlâ, istediklerinizi (sebeplere lâyikı veçhile sarıldığınız takdirde) verîr; yahut siz, Allah'tan lûtfunu isteyin" demektir. Bir hadiste de şöyle buyurulur: "- Sız bir kardeşinizin makm temenni etmeyin; fakat "Allah'ım! Onunki gibi bir mal ile beni de rızıldandır" deyin." Abdullah ibni Mesüd (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Allah'tan lûtfunu isteyin. Çünkü O, Kendisinden istenilmesini sever. Ve en üstün ibâdet de, ferahlık beklemektir / Seelû-llâhü min fadlıhi feinnehu yuhıbbü en yüs'ele ve efdalü'l-ı'badeti intizarü'l-ferac." Bir görüşe göre, "Erkeklere kendi kazandıklarından bir nasib vardır." cümlesindeki nasib, âhiret mükâfatıdır ve ıktisabtan da murad budur. Buna göre âyetin nüzul sebebi de şudur: Rivâyete göre, Ümmü Seleme Validemiz (radıyallahü anha) şöyle demiştir: "- Keşke Allah (celle celâlühü), erkeklere cihadı farz kıldığı gibi biz kadınlara da farz kılsaydı da onlarınki gibi bizim de mükâfatımız olsaydı / Leyte-llâhü ketebe a'leyne'l-cihâde kema ketebehu a'le'r-ricâk feyekûne lena mine'l-ecri meselü ma lehüm." Yani erkek ve kadın cinsinin her biri için onların amellerine terettüb eden özel mükâfatlar vardır. Erkeklerin kendilerine yaraşan savaş ve benzen gibi amellerin karşılığı özel mükâfatlar öngörülmüş kir. Binâenaleyh kadınlar, erkeklere mahsus mükâfatları temenni etmesinler; kendi hâllerine uygun olan mükâfatları Allahü teâlâ'nın rahmet hazinesinden istesinler. Ancak erkeklerin mirastaki üstünlüklerini anlatan âyetin siyakı bu son tefsire müsait değildir. Ç- "Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir." İşte bundan dolayıdır ki, Allah (celle celâlühü), erişilmez hikmetlerinin gereği olarak., insanları değişik sınıflara ayırmış ve kendilerine bahşedilmiş olan istidatlarına göre kimilerinin derecesini diğerlerinden yüksek kılmıştır. 33"Ana-babanın ve akrabanın geriye bıraktıkları malların hepsi için vârisler belirledik. Kendileriyle yemin akdettiğiniz kimselere de nasiblerini verin. Şüphesiz Allah, her şeye şâhid (Şehîd)dir." A- "Ana-babanın ve akrabanın bıraktıkları malların hepsi için vârisler belirledik." Bu cümle, mâkabk için bir açıklamadır. Yani her miras için değişik derecelerde vârisler kıldık. Bunlar, kendileri ile muris arasındaki yakınlık derecesine bağlı olarak istihkaklarına göre mirastan hisse alırlar. Yahut ana-babanın ve akrabaların bıraktıkları mirastan, vâris kıldığımız her kavim için, başka kavimlerden farklı belli hisseler vardır. Bir görüşe göre de bu ifâde "Her ferdin, bıraktığı mirasa, ana-baba ve akrabalardan ibaret vârisler kıldık." demektir. Bu görüşe göre, "ana-baba ve akrabalar", Âyetteki "mevak / vârisler" kelimesini tefsir eder. Ancak bu tefsire göre, cümlenin bütünlüğüne halel geldiği gibi, ölünün çocukları, vârisler kapsamı dışında kalmış olur. Çünkü ana-babalar onları kapsamadığı gibi, akrabalar da onları kapsamaz. B- "Kendileriyle yemin akdettiğiniz kimselere de nasiblerini verin." Bu vârislere "mevlâ'l-rnüvalât — müvalât mevlası / yemink veya akdî mirasçı" denkdı ve bu şekilde vâris olanlar, mirastan altıda bir hisse alırlardı. Sonra bu hüküm, "- Allah'ın kitabına göre, rahim sahibleri (akrabalar) birbirlerine vâris olmaya daha evlâ (yakındır." (Enfâl 8/75) mealindeki, âyetle nesholunmuştur (fenüsiha bıkavkhi tealâ: el-Enfal, el-âyete 75). İmam Ebû Hanîfe'ye göre bir gayri müslim, - bir Müslümamn eliyle hak dini kabul etse, - o şahsa vâris ve işlediği cinayetlerin mâlî cezasından sorumlu olmak üzere aralarında yemin akdi yapsalar, bu aldd sahihtir. O Müslüman, o mühtedînin evvelce işlediği cinayetlerin mâlî cezasından sorumlu ve hiç vârisi olmadığı takdirde ona vâris olur. C- "Şüphesiz Allah, her şeye şâhiddir." Allahü teâlâ, kâinatta olup biten her şeye ve ezcümle bu vârislerin haklarını verip vermediğinize de şâhiddir. Şu hâlde bu ifâde, hem mükâfat va'di, hem de ceza vaîdidir. 34"Erkekler, kadınlar üzerinde kavvam (idareci ve hâkim)dır. Çünkü Allah, insanlardan kimini kimine üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından harcarlar. Sâliha (iyi) olan kadınlar itaatkâr (kaanit)dırlar; Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının yokluğunda (gaybubetinde) da korurlar. Fenalıklarından korktuğunuz kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin; sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve gerekirse dövün. Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine yol aramayın. Şüphesiz ki Allah yüce (a'liyy) dir, büyük (kebîr)tür." A- "Erkekler, kadınlar üzerinde kavvam (idareci ve hâkim)dır." Daha önce erkeklerin istihkaklarının farklı olduğu icmâlen belirtilmıştı. Simdi bu istinafı kelâmda da erkeklerin mirasta istihkaklarının fazla olmasının sebebi tafsil ediliyor. Âyette isim cümlesi ve mübalağa sıygası ile "kavvamûn / hâkimler" kelimesinin kullanılması, erkeklerin bu vasfının köklü ve kalıcı olduğunu bildirmek içindir. Hükümdarların reayaya hâkimiyeti gibi emirde ve yasakta kadınlara hâkim olmak erkeklerin satımdandır. Bu hükmün iki gerekçesi vardır: Bunlardan biri vehbîdir (İlâhî bağıştır), diğeri de kesbîdir (insan gayretinin sonucudur). B- "Çünkü Allah, insanlardan kimini kimine üstün kılmış tu-." Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler; çünkü Allahü teâlâ, erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır. Âyette, erkeklerin kadınlara üstün kılındıkları sarahatle ifâde edilmemiş olmakla beraber kasdedilen mânâ gayet açıktır ve sarahatle ifâde edilmesine gerek yoktur. Erkeklerin kadınlardan üstün kılındıkları kemâl sıfatların sarahatle belirtilmemesi de aynı sebepten dolayıdır. Bu sıfatlar, - akılca üstün, - tedbir ve kararda isabetli, - bedence daha güçlü olmaktır. İşte erkeklerin bu üstün sıfatlarından dolayıdır ki, - Peygamberlik, - imamet (liderlik), - velayet (idare) - camilerde imamlık ve müezzinlik yapmak gibi dinin şiarlarını yerme getirmek, - bütün dâvalarda şahitlik etmek (kadınlar, had ile kısas dâvalarında şâhıd olamazlar), - cihad, - cuma namazı farizası onlara tahsis edilmiştir. C- "Bir de erkekler mallarından harcarlar. " Bütün bunlardan başka erkekler, kadınlara mehir ve nafaka olarak kendi mallarından harcamalar yaparlar; aileyi iaşe ve ibate ederler. Rivâyete göre Ensar Sahabîlerin nakib (temsilci) lerinden Sa'd b. Rebi'in (radıyallahü anh) karısı Habibe bint Zeyd b. Ebi Züheyr, kocasının yüzüne karşı nefretini izhar edip onu kızdırınca, Sa'd, ona tokat attı. Habibe'nîn babası da, onu alıp Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) götürdü ve şikâyette bulundu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "- O da, kocasına kısas yapsın!" buyurdu. İşte bu sırada bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "- Biz bir hüküm istedik; Allah ise, başka bir hüküm kâde buyurdu; Allah'ın irâde buyurduğu daha hayırlıdır / Eradnâ emran ve erade-llâhû emran vellezî eradehu-llâhü hayrun." Ç- "Sâliha (iyi) olan kadınlar itaatkâr (kaanit)dırlar ; Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının yolduğunda (gaybubetinde) da korurlar. " Kadınlardan sâliha olanlar, Allahü teâlâ'nın emirlerine gönülden boyun eğerler; kocalarının hukukunu gözetirler ve Allah'ın korunmasını emir, mükâfat ve mücazât ile korunmasını teşvik buyurduğu namuslarını ve kocalarının mallarım onların gıyabında da korurlar. Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığın zaman içini sevinçle dolduran, emir verdiğin zaman sana itaat eden ve senin gıyabında malını ve namusunu koruyan kadındır / Hayru'n-nisâi-mraetün in nazarte ileyha serrat-ke ve in emerteha etaa'tke ve iza ğıbet a'nha hafizatke fî mâkha ve nefseha." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözlerinden sonra da bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. Bir diğer görüşe göre, Allah'ın (celle celâlühü) korumasını emir buyurduğu şey, onların sırlarıdır. Bu hadiste, malın kadına izafe edilmesi, tasarruf konusunda kocanın malinin karının malı hükmünde olduğunu bildirmek içindir. Nitekim, " Allah'ın sizi yönetici kıldığı mallarinızı sefih (beyinsiz, aklı kıt, savurgan kimse)lere vermeyin." (Nisa 4/5) meâlindeki âyetin tefsirinde de benzer bir açıklama geçti. Âyetin diğer bir mânâsı da şöyledir: Allah'ın (celle celâlühü) kadınlar için erkekler üzerine hak olarak tanıdığı mehir, nafaka ve kadınları koruyup savunmak gibi yükümlülüklere karşı, sâliha kadınlar da, gönülden itaat ve kocalarının gıyabında namuslarım ve mallarını korumakla yükümlüdürler. Bir kırâete göre "hafız-allahü" ibaresi "hafızallahe" şeklinde, "Allah" kelimesi merfu' değil mansûb olarak okunmuştur. Buna göre anlam: "Allahü teâlâ'nın hakkını va taâtıni koruyan, O'nun emrine uyan, bu gereği duyan, erkeklere karşı iffetli ve şefkatii sâliha kadınlar..." şeklinde olur. D- "Fenalıklarından korktuğunuz kadınlara gelince ; önce onlara öğüt verin (fe-ıi'zûhünne); sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve gerekirse dövün." Bu hitab, erkeklerin kadınlara hâkimiyeti ve onları yönetmenin yollarını gösterir. Yani kadınların, - size isyan ettiklerini veya edeceklerini, - baş kaldırıp sizi dinlemediklerini veya dinlemeyeceklerini gördüğünüz veya buna kalben kanaat getirdiğiniz zaman, - teşvikler ve uyarılarla onlara öğüt verin; - fakat bu öğüt ve uyarılar fayda vermezse onları yataklarında yalnız bırakın; - onları örtünüzün altına almayın; - onların vücûdlarına dokunmayın, - cinsel ilişkiyi ima edecek bir harekette bulunmayın. Bütün bunlar da bir fayda sağlamazsa incitmeyecek ve iz bırakmayacak şekilde onları hafifçe dövün. E- "Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine yol aramayın." Eğer başvurulan bu tedbirler sonuç verip de size itaat ederlerse, artık onları azarlamayın, onlara eziyet etmeyin ve hiçbir şey oknamış gibi davranın. Çünkü günahtan tevbe eden kimse, günah işlememiş gibidir. F- "Şüphesiz ki Allah, yüce (a'kyy)dir, büyük (kebîr)dir." Şu hâlde: 1- Allahü teâlâ'dan sakının. Çünkü O, sizin kendi hâkimiyetiniz altında bulunanlara muktedir olmanızdan daha çok sizin üzerinizde muktedirdir. 2- Yahut şânı yüce Allah (celle celâlühü), tevbe ettiğiniz zaman tevbenızi kabul ile hatâlarınızı bağışladığına göre, zevceleriniz itaat ettiklerinde onları affetmek, öncelikle size düşen bir haktır. 3- Yahut Allah (celle celâlühü), bir kimseye zulmetmekten ve hakkını eksik vermekten yüce ve münezzehtir. Âyette, isyan eden ve bu tutumlarını sürdüren kadınlara karşı nasıl bir yol izleneceğine değinilmemesi, bunun beldenen bir sonuç olmadığını ve özellikle bunca tedbirlerden sonra onların şânına yaraşan şeyin itaat olduğunu zımnen bildirmek içindir. 35"Eğer karı-koca arasında (beyninde) bir ayrılıktan korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bu hakemler ıslah etmek isterlerse Allah, onları uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, her şeyden haberdar olan (Habîr)dır." A- "Eğer karı-koca arasında bir ayrılıktan korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin." Burada muhatab değiştirilmiş ve hitab, hâkimlere tevcih edilmiştir. Hüküm, daha önce âyette sarahaten anlatılmayan ve meskût bırakılan bir durumla ilgilidir. Bu hâkim önüne götürülmesi gereken sürekli itâatsizlik hâlidir. 1- İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre "Karı koca arasında bir ayrılıktan korkarsanız.." cümlesindeki korkmak, bilmek anlamındadır. Ve karı-koca arasının açıldığını kesin olarak bilmek, anlaşmazlığı gidermek için iki hakem seçip göndermeye münâfi değildir. Çünkü hakemler, karı- koca arasındaki uyuşmazlığın bilfiil mevcud olduğunu anlamak için değil, fakat onu gidermek umuduyla seçikr. 2- Diğer bir görüşe göre ise, korkmak, zannetmek anlamındadır. Yani eğer karı-koca arasında, kocanın kendi başına gidermeye muktedir olamadığı şiddeti bir geçimsizlik olduğunu zannediyorsanız, o zaman aralarını bulmak için erkeğin ve kadının ailesinden birer hakem seçin. Çünkü aileleri, onların durumlarının iç yüzünü daha iyi bilirler ve uyuşmalarını daha çok arzu ederler. Ancak bu, şart değil fakat tercihe şayan bir yoldur. Binâenaleyh ailelerinden değil de, yabancılardan birer hakem tâyin edilse de caizdir. Bu hakemlerin, uygun gördükleri takdirde karı kocayı hem birleştirmeye, hem de ayırmaya yetkili olup olmadıkları konusunda ihtilaf edilmiştir. Bir görüşe göre her ikisine de yetikilidirler. Ali (radıyallahü anh) den rivâyet olunan da budur. Tabiînden Şâ'bî de bu kanaattedir. Hasen-ı Basrî'ye göre ise, bu hakemler, onları ayırmaya değil birleştirmeye yetkilidir. İmam Mâlik'e göre, hakemler uygun gördükleri takdirde aralarında muhalaaya (bir bedel karşılığı boşanmaya) hükmedebilirler. B- "Bu hakemler ıslah etmek isterlerse Allah, onları uyuşmaya muvaffak kılar." Eğer bu iki hakemin amacı karı-kocanm aralarını bulmak ise, niyetleri doğru ve samimî ise kalben ve Allah rızâsı için öğüt vermeyi düşünüyorlarsa, Allah (celle celâlühü) karı koca arasına uyuşma, ülfet verir ve onların gönüllerine muhabbet ve şefkat ilka eder. Âyette, hakemlerin, karı-kocanm arasını bulmak istememeleri hâline temas edilmemesi, hakemlerden beklenenin bu olmadığını, onların şânına yaraşanın ıslah irâdesi olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bu da, hakemleri, karı-kocanm arasını bulmaya ziyadesiyle teşvik etmek ve onları kolaycılığa kaçmaktan sakındırmak anlamını taşır. Tâ ki, işin bozulması, onların isteksizliğine nisbet edilmesin. Çünkü âyette, muvaffakiyetin irâdeye bağlı olduğunu ifâde eden şart cümlesi, başarısızlığın da irâdesizliğe bağlı olduğunu bildirir. Bir diğer görüşe göre ise, âyetteki her iki zamir de hakemlere râcidir. Yani hakemlerin amacı ıslah ise, Allah da hakemler arasına uyuşma verir; böylece sözbirliği yaparlar; ihtilafa düşmezler ve maksadları hâsıl olur. Bir başka görüşe göre, her iki zamir de, karı-kocaya râcidir. Yani karı-koca aralarındaki uyuşmazlığı gidermek isterlerse, Allahü teâlâ da, aralarına ülfet ve uyum verir. Bu da, kişinin ihlâsk bir niyetle bir amaç için gayret sarfettiği takdirde, Allahü teâlâ'nın onu muvaffak kılacağına dikkati çekmek içindir. C- "Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, her şeyden haberdar olan (Habîr)dır." Allah her işin zahirini de, batınını da hakkıyle bilir ve her şeyden haberdardır. Binâenaleyh Allah karı koca arasındaki uyuşmazlığı nasıl kaldıracağını ve onlara nasıl uyumlu ve ahenkli bir hayât bahşedeceğim bilir. 36"Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizle mâlik olduklarınıza iyilik edin. Şüphesiz ki Allah, kendini beğenen ve öğünen kimseleri sevmez." A- "Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi eş koşmayın. Ana- babaya akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yalan arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizle mâlik olduklarınıza iyilik edin " Evvelce karı-koca hukukuna ilişkin hükümler beyân edilmişti. Şimdi burada da ebeveyn, akrabalar ve diğerlerinin hukukuna ilişkin hükümler ortaya konuyor, işe Allah'ın (celle celâlühü) hukuku ile başlanıyor ve bunun hemen arkasından önemine dikkat çekmek için ebeveyn hukuku zikrediliyor. Bundan dolayıdır ki başka yerlerde de ebeveyn hukuku Allah'ın hukuku ile beraber zikredilir. Bu cümlenin daha açık anlamı şudur: "Ey kullarım! Allah'a ibâdet edin. O'na hiçbir şeyi ne açıktan (şirk-i celi), ne de gizlice (şirk-i hafi) ortak koşmayın. Ana-babaya; kardeş, amca, dayı gibi akrabaya; öksüzlere, yabancı yoksullara, mesafe olarak yakın komşuya, yahut akrabanız veya din kardeşiniz olan komşuya, akraba olmayan komşuya iyilik edin." Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); şöyle buyurmuştur: "Komşular üç nevidir (el-Ciranü selâsetün): 1- Bir Komşunun üç hakkı vardır : Komşuluk hakkı (hakkü'l-civari), akrabalık hakkı, İslâm hakkı. 2- Bir komşunun iki hakkı vardır: Komşuluk hakkı (hakku'l civarı), İslâm hakkı (hakku'l-islâmi). 3- Bir komşunun da bir hakkı vardır : Yalnız komşuluk hakkı. Bu bir hakkı olan komşu, Ehl-i Kitab'tan olan komşudur." Ve yalan arkadaşa da iyilik edin. Yakın arkadaş, öğrenim, ticâret, sanat ve yolculuk gibi bir iş ve meslekte beraber bulunulan veya bir mescıdde, bir mecliste veya başka bir meşru ortamda kısa bir süre için de olsa yan yana oturup sohbet edilendir. Bir diğer görüşe göre ise, yalan arkadaş, kişinin karışıdır. Ülkesinden uzakta bulunan ve yardıma muhtaç duruma düşmüş olan yolcuya veya misafire ve ellerinizin altında bulunan köle ve cariyelere de iyilik edin. B- "Şüphesiz ki Allah, kendini beğenen ve öğünen kimseyi sevmez." Allahü teâlâ, akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan ve onlara karşı böbürlenen kimseyi sevmez. Âyetin bu cümlesi, geçen emrin sebep ve illetidir. 37"Ki onlar cimrilik eder, insanlara da cimriliği emrederler. Allah'ın fadlından kendilerine verdiklerini de saklarlar. Biz kâfirler için hor ve hakıîr kılıcı bir azab hazırladık." A- "Ki onlar cimrilik eder, insanlara da cimriliği emrederler. Allah'ın fadlından kendilerine verdiklerini de gizlerler " Akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına üstünlük taslayan, onlara karşı böbürlenen o kimseler aslında cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. İşte onlar her türlü kınanmaya müstahaktırlar. Yine onlar, Allah (celle celâlühü) ın, kendilerine verdiği mal ve zenginlik gibi nimetleri gizlerler. Yahut onlar, Allah'ın Tevrat'ta kendilerine açıkladığı Peygamber in sıfatlarını gizlerler. Bu ikinci tefsir, insanlara da cimriliği emretmeleri vasfına daha uygun düşer. Çünkü Yahudi âlimleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in sıfatlarını gizledikleri gibi, kendilerini izleyenlere de bunu gizlemelerini emrediyorlardı. B- "Biz o nankör (kâtir)ler için hor ve hakıîr kılıcı bir azab hazırladık." Burada zamir makamında zahir isim (nankörler) kullanılması bize zımnen şunları bildirir: Bu vasıflara sâhib kimse, Allahü teâlâ'nın nimetlerine nankörlük etmiştir. - O'nun nimetlerine nankörlük edenler de, cimri davranmak ve nimetleri gizlemek suretiyle nimete ihanet etmiştir. - işte onlar için alçaltıcı bir azab vardır. Bu âyet-i kerîme, bir grup Yahudî hakkında nazil olmuştur. Onlar, Ensar Sahabiler için nasihat (!) yoluyla: "- Mallarınızı hayır için harcamayın; yoksa biz, sizin fakir düşmenizden endişe ederiz" diyorlardı. Diğer bir görüşe göre de bu âyet, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) in Tevrat'taki sıfatlarını gizleyen Yahudî âlimleri hakkında nazil olmuştur. Âyetin bu cümlesi, mâkabli için bir zeyl olup onu açıklar. 38"Onlar insanlara gösteriş için mallarını harcarlar; Allah'a ve âhıiret gününe inanmazlar. Şeytanın kendisine arkadaş olduğu kimse, ne kötü bir arkadaşa sahihtir!" A- "Onlar insanlara gösteriş için mallarını harcarlar ; Allah'a ve âhıiret gününe inanmazlar." O akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına karşı üstünlük, büyüklük taslayıp böbürlenenler mallarını, Allahü teâlâ rızâsı için değil de, gösteriş için, "- Ne kadar cömert, nekdar da eli açık!" desinler diye harcarlar. Burada riya ve gösteriş için mallarını harcayanlar, cimrilik edip başkalarına da cimriliği emredenlerin mâruz kaldıkları zemme ve tehdide ortak kılınmışlardır. Çünkü cimrilik ve gereksiz yere harcama demek olan israf, ifrat ve tefrit oknaları hasebiyle çirkinlikte ve kınama ile zemmi mûcib olmada denk sayılırlar. Bu âyet, mâkabkne atıf değil de ibtidaî de olabilir. Bu takdirde cümlenin haber (yüklem) kısmı mahzûftur. Çünkü sarahaten zikrine gerek olmayacak kadar zahirdir. Yani o kimseler mallarını, insanlara gösteriş için harcarlar; oysa Allah'a ve âhiret gününe îmân etmezler. Bu harcamadan amaçları Allahü teâlâ'nın rızâsına ve mükâfatına erişmek değildir. Onlar şeytanın arkadaşlarıdır. Bunlar, mallarını Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlık yolunda harcayan Mekke müşrikleridir. Diğer bir görüşe göre de, bunlar münafıklardır. B- "Şeytanın kendisine arkadaş olduğu kimse, ne kötü bir arkadaşa sâhibtir !" Burada şeytandan murad, iblis ve avenesidir. Nitekim iblis ile avenesi, onları o çirkin fiillere sevketmişler ve o fiilleri kendilerine câzib göstermişleridir. Nitekim başka bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Çünkü böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır." (İsrâ 17/27) Bu cümle, şeytanın kendilerine cehennemde arkadaşlık edeceği şeklinde onlar için bir ceza va'di olarak da tefsir edilebilir. 39"Eğer onlar Allah'a ve âhıiret gününe îmân ve Allah'ın kendilerini fısıldandırdığı şeylerden infak etselerdi ne olurdu Allah onları hakkıyla bilir." O insanlar Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe îmân ve Allah (celle celâlühü) ın kendilerine vermiş olduğu rızıktan O'nun rızâsı için infak etselerdi, onların aleyhlerine mi olurdu? Sarahaten "Allahü teâlâ rızâsı için" denmemesi, daha önce geçen tafsilât buna delâlet ettiği içindir. Bir de Allah'a ve âhiret gününe îmân zikri ile iktifa edildiği içindir. Çünkü Allah'a ve âhiret gününe îmân, yapılan harcamanın Allahü teâlâ rızâsı ve O'nun mükâfatını taleb içindir. Bu ifâde, onların menfaat verini bilmediklerinden ve gerçeğe îmân etmediklerinden dolayı onlar için bir kınama olduğu gibi bu sualin cevabım bulmaları için de kendilerini tefekküre teşviktir. Umulur ki, bu tefekkür neticesinde gerçek kazancın nerede olduğunu kavrarlar. Bir de bu ifâde şu gerçeğe dikkat çeker: Bir kimse, zararsız bir şeye davet edildiğinde, ihtiyaten icabet etmesi gerekirken, sayısız faydaları olan bir şeye davet edildiğinde, nasıl icabet etmez?! Önce Allah'a ve âhiret gününe îmânın zikredilmesi, bunun ehemmiyetinden ve onsuz harcamanın bir değer taşımadığindandır. Onların Allah'a ve âhiret gününe îmân etmemeleri, mallarını insanlara gösteriş için harcamalarından daha çirkin olduğu hâlde, önce bunun (gösteriş için mallarını harcamaları) zikredilmesi, onların bu durumları ile daha önce zikredilen cimrilikleri ve insanlara cimriliği emretmeleri arasında bir münasebet bulunduğundandır. Allahü teâlâ, onların o çirkin hâllerini gayet iyi bilir. Bu da, onlar için ceza va'didir. 40"Şüphesiz ki Allah, zerre miskali zulmetmez. Zerre miktarı bîr iyiliği kat kat (mudaafeten) artırır ve katından büyük bir ecir verir." A- "Şühesiz ki Allah, zerre miskali zulmetmez." Zulüm veya haksızlık, bir hakkı eksik vermek veya hakkı sahibine değil de, başkasına vermek anlamındadır. Yani Allahü teâlâ, hiçbir kimsenin mükâfatını zerre miktarı eksik vermez ve kimsenin cezasını da zerre miktarı artırmaz. Zerre, küçük karınca veya bir delikten kapalı bir mekâna giren havada görülen toz taneciği demektir. Mübalağa makamına en münasib olan, bu ikinci mânâdır. Çünkü zerrenin ağırlığı, küçük karıncadan da azdır. Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) elini toprağa batırdıktan sonra çıkarıp ona üflemiş ve: " İşte bunların her biri bir zerredir" demiştir. B- "Zerre miktarı bir iyiliği kat kat artırır ve katından büyük bir ecir verir." Bir insan zerre miktarı bir iyilik yaparsa, Yüce Allah, onun sevab ve mükâfatını kat kat artırır. Osman e'n-Nehdî (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, Ebû Hüreyre'ye (radıyallahü anh) demiş ki: "- Duyduğuma göre sen, Resûlüllah'ın şöyle dediğini işitmişsin: "- Allahü teâlâ, mü'min kuluna bir basene için bir milyon hasene (mükâfat) verir." Ebû Hüreyre de şöyle karşıhk vermiş: "- Hayır, ben, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle derken işittim: "- O, iki milyon hasene (mükâfat) verir." Ebû Hüreyre, bundan sonra da bu âyeti okumuştur. Bundan murad, tahdit değil çokluktur. Allahü teâlâ, bu sevap sahibine, amel karşılığı olarak va'dettiğme ilâve olarak lütuf ve inÂyetinden pek büyük mükâfat da verir. Bu mükâfatın, ecir (amel karşılığı) olarak ifâde edilmesi, bunun da ecre bağlı ilâve olarak verilmesinden dolayıdır. 41"Bizim her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (Resûlüm) onlara karşı şâhid getirdiğimiz zaman (o kâfirlerin hâk) ne olacak ?" Kıyamet günü, - her ümmetten, onların fâsid itikadlarına ve çirkin işlerine dâir şâhidlik etmek için bir şâhid, yani kendi Peygamberlerini getirdiğimiz zaman, nitekim "içlerinde bulunduğum müddetçe onlara şâhid oldum." (Mâide 5/117) meâlindeki âyet de bu gerçeği ifâde eder-, - ve Resûlüm, senin şeriatin o ümmetlerin tabî oldukları şeriatlerin genel hükümlerini içerdiğinden ve sen de onların itikadlarını bildiğinden, - seni de o şâhidlerin doğruluğuna şahadet etmek üzere şâhid olarak getirdiğimiz kıyamet gününde o Yahudilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfirlerin hâli nice olacak, yahut o kâfirler ne yapacaklar? Diğer bir görüşe göre ise, diğer peygamberler, kendi ümmetleri hakkında şâhidlik edecekleri gibi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, kendisini tekzib edenlerin küfür ve isyanına şâhidlik edecektir. Başka bir görüşe göre ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mü'minler hakkında şâhidlik edecektir. Nitekim, "işte böylece Biz, sizi insanlara şâhid olasınız; Resul de size şâhid olsun diye orta bir ümmet kıldık" (Bakara 2/143) meâlindeki âyet de bu hakikati bildirir. 42"O gün kâfir olup Peygambere isyan edenler yerle bir olmayı dilerler ve Allah'tan hiçbir sözü gızleyemezler." A- "O gün kâfir olup Peygambere isyan edenler yerle bir olmayı dilerler." Kâfirlerin çetin ve berbat hâllerine bundan önce işaret edilmişti. Şimdi bu istinafı kelâm ile onların hâlleri açıklanıyor. Eğer o kâfirlerden, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tekzib edenler, yalanlayanlar kasdediliyorsa, bu ifâde tarzı onların zemmi, çetin ve korkunç hâllerinin illet ve sebebini bildirmek içindir. Burada Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in Resul unvanı ile zikredilmesi, kendisini teşrif ve onu tekzib edenlerin hâllerini takbih içindir. Çünkü Resulün hakkı, inkâr ve isyan edilmesi, değil, aksine kendisine îmân ve ıtâat edilmesidir. Eğer âyetteki kâfirlerden murad cins olarak bütün kâfirler ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i tekzib eden kâfirler de öncekide buna dahildirler. Bu takdirde Resulden de murad, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in de öncelikle dahil olduğu bütün Resuller kasdedilmiş olur. Hangi tefsire göre olursa olsun, bu âyet, kâfirlerin akıbetinin son derece vahim ve korkunç olduğunu ifâde eder. Kâfirlerin isyanlarından maksad, küfürleri dışındaki isyanları, günahlarıdır. Bu itibârla âyet muâhaze noktasında kâfirlerin de şeriatlerin fer'î hükümlerine muhatab bulunduklarına delâlet eder. Diğer bir görüşe göre ise küfürle Peygamberlere isyanı birleştirmiş olan kâfirler, - ya Peygamberlere isyan ederek kâfir olanlar, - ya da kâfir olup Peygamberlere isyan edenler, demektir. Yerle bir olmayı dilemeleri, ölüler gibi toprağın altına gömülüp de üzerlerine toprağın tesviye edilmesini temenni etmeleri demektir. Diğer bir görüşe gör ise, o kâfirler kıyamet günü, - mezarlarından hiç kaldırılmamış, - ya hiç yaratilmamış, - ya da toprak ile eşdeğer olmayı temenni edecekler. Son bir görüşe göre ise, kıyamet günü hayvanlar, birbirleri ile olan hesapları görüldükten sonra toprak olacaklar. İşte o zaman bu kâfirler de onlar gibi toprak olmayı temenni edecekler. Bu cümlenin başında bulunan "lev" harfi, masdariyye (fiili mastar hâline sokan) değil de, şart için olduğu takdirde şart cümlesinin cevabı mahzûf kabul edilir. Yani eğer o kâfirler, yerle bir olsalar buna sevinecekler; demektir. B- "Ve Allah'tan hiçbir sözü gizleyemezler." Yerle bir olmayı istiyenler Allah (celle celâlühü) tan hiçbir söz gizleyemeyeceklerdir. Çünkü vücûd organları kendi aleyhlerinde şâhidlik edeceklerdir. Bir görüşe göre ise o kâfirler: "Rabbimiz vallahi biz ortak koşanlar olmadık." (En'âm 6/23) sözleri ile yalan söylemek yerine, toprağın altına gömülmeyi temenni edecekler. Zira rivâyet olunuyor ki, kıyamet günü o kâfirler söz konusu âyette belirtildiği gibi yalan söyleyince, Allah Teâla, onların ağzını mühürleyecek ve işte o zaman onların organları kendileri aleyhinde şâhidlik edecektir. Bu durum karşısında onlar o kadar sıkıntıya düşecekler ki, yerin dibine geçirilmeyi temenni edeceklerdir. 43"Ey îmân edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünübken de -yolculuk hâli müstesna- boy abdesti ahneaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hastalanır yahut bir yolculukta bulunursanız yahut sizden biri ayakyolundan gelmişse yahut kadınlara dokunmuş ve bu durumlarda su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır." A- "Ey îmân edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." Daha önce insanlar, Allahü teâlâ'ya ortak koşmaktan nehyedilmişti. Burada da farkında olmadan kendilerini şirke götürecek hareket ve davranışlardan nehyediliyorlar. Rivâyete göre İslâm'da henüz şarabın yasaklanmadığı günlerde, Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) yemek ve şarap hazırlayarak Sahabîlerden bazılarını davet etti. Davetliler yemek yediler ve sarhoş oluncaya kadar da şarap içtiler. Sonra namaz vakti gelince, içlerinden biri öne geçip namaz kıldırmaya başladı ve namazda Kâfirim sûresini okurken, "Ben sızın taptığınıza tapmam " (Kâfırûn 109/2) meâlindekı âyeti "Ben sizin taptığınıza taparım / Ea'büdü ma ta'büdûn" şeklinde okudu, işte bu sırada bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu âyetin başında hem nida harfinin (yâ), hem de tenbih harfinin (eyyühâ) zikredilmesi, onları, nelıyin gereğini yapmaya ziyadesiyle sevketmek içindir. Bu nehiyden maksad, sarhoş olarak namaz kılmamak iken, sarhoş olarak namaza yaklaşmanın nehyedilmesi, yasağın şiddetini ifâde etmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise, bundan murad, sarhoş olarak camilere yaklaşmanın yasağıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Çocuklarınızı ve delilerinizi camilerinizden uzak tutun / Cennebû mesacideküm sıbyaneküm ve mecanînekürn!" Ancak âyetteki "ne dediğinizi bilinceye kadar / hattâ ta'lemû ma tekuulûne" ifâdesi, bu yoruma engeldir. Yani sız sarhoş iken namaza başlamadan önce ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza başlamayın. Çünkü bu ancak namaz öncesi bir tecrübe ile insanın Kukam doğru okuyup okuyamıyacağı anlaşılır. Zaten "ne söylediğinizi bilinceye kadar.." ifâdesini, "namazda ne söylediğinizi bilinceye kadar.." anlamında kabul etmek gerekir. Bilmenin (ne dediğinizi bilinceye kadar...) bilfiil bilmek değil de, bılkuvve bilmek anlamında olduğunu söylemek ise, faydasız bir uzatma olur. Çünkü bu cihet, ancak namaz öncesi bir tecrübe ile anlaşılır. Bir de, bu takdirde âyette "ne okuduğunuzu bilinceye kadar." yerme "ne söylediğinizi bitinceye kadar.." ifâdesinin tercihine de bir sebep kalmaz. Diğer bir görüşe göre, burada sarhoşluktan maksad, uyuklama sarhoşluğu ve uyku galebe sidir. Bu mânâlardan hangisi olursa olsun, nehyin mercii, namazda sarhoşluk hâline ruhsat verilmesi değil, fakat sarhoşluk hâlidır; namazın farziyetı ise kendi hâli üzere bakıdır. Nitekim, "Şüphesiz ki namaz, mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır." (Nisa 4/103) âyeti bu hakikati bildirir. Bu itibârla âyet, "ey mü'minler! Namaz vakitlerinde sarhoş olmayın" anlamındadır. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet nazil olduktan sonra Müslümanlar, namaz vakitlerinde şarap içmiyorlardı. Nihayet yatsı namazını da kıldıktan sonra içmeye başlıyorlardı. Böylece sabahleyin, sarhoşluk hâli gitmiş ve ne dediklerini bilir hâlde kalkıyorlardı. B- "Cünübken de -yolculuk hâli müstesna- boy abdesti alıncaya kadar namaza yaklaşmayın." Sarhoş ya da cünüb olarak namaza yaklaşmayın, ancak yolcu olmanız hâli müstesna. Yolculuk hâlinde bu yasağın hükmü sona erer; fakat bu yasak külliyen değil kısmen sona erer. Şu var ki, âyette, sona eren kısmına da, baki kalan kısmına da ne tam olarak, ne de kısmen delâlet olmadığı gibi, aksinin sübutuna da delâlet yoktur. Çünkü bu istisna onlara delâlet etmez. Yalnız bu istisna, mâbâdinin hükmünün makablinden farklı olduğunu icmâk olarak gösterir. Bu da, hitab makamlarında yeterli olabilirse de, şer'i hükümlerin ısbatı noktasında yeterli değildir. Çünkü şer'î hükümlerin isbat noktasında yegâne unsur delildir. Zaten istisnaî hüküm, bundan sonraki âyette beyân edilir. Buradaki namazı, namaz yerleri şeklinde tefsir eden islâm alkilleri, âyetteki "âbir-i sebil'i de, camilerden geçenler, şeklinde tefsir etmişler ve cünüb bir kimsenin camiden geçmesine cevaz vermişlerdir. Nitekim imam Şâfi (radıyallahü anh) de, böyle der. Biz Hanefîlere göre ise, cünübün, camiden geçmesi caiz değil, ancak su camide ise veya yol caminin içinden geçiyorsa caizdir.. Bir görüşe göre de Ensar Sahabîlerden bazı kimselerin evlerinin kapıları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in Medîne Mescidinin içine açılıyordu ve onlar, cünüb olduklan zaman da ancak Mescidin içinden geçebiliyorlardı. İşte bu zaruretten dolayı kendilerine ruhsat verildi. Âyetin nazmında "gusledınceye kadar, boy abdesti alıncaya kadar / hattâ tağtesilû "ifâdesinin, istisnadan sonra gelmesi, herhalde daha baştan, sarhoşluk hâlinde olduğu gibi nehyin hükmünün, mutlak olmadığını bildirmek içindir. Bu âyet-i kerîme işaret ediyor ki, namaz yerleri, insanın dikkatini dağıtan, kalbini meşgul eden şeylerden ve maddi pisliklerden temiz tutulması gerekir ve bu temizlik noktasında daha iyisine imkân varken, asgari derecesiyle yetinilmemesi gerekir. C- "Eğer hastalanır yahut bir yolculukta bulunursanız yahut sizden bırı ayakyolundan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinize ve ellerinize sürün." Âyetin bu bölümünde, geçen istisnada mücmel kalan ve müstesna hükmünde bulunan özürler dile getiriliyor. Burada beyân edilen bütün haller yolculuk gibi ruhsat hükmündedir. Bundan önce yalnız yolculuğun istisnasiyla yetinilmesi ruhsat hükmüne sebep teşkil eden zaruretin genellikle sefer hâlinde tahakkuk ettiğini zımnen bildirmek içindir. Hulâsa, anılan istına ile ifâde edilmek istenen, zaruret hâlinde bulunanların cünüblerin hükmünden müstesna olmasıdır. Zaten oradald âbir-i sebilin (yolcunun), özür sahiblerinden kinaye olduğunu söylemek de, aynı anlama gelk. Burada hastalıktan maksad, mutlak olarak su kullanmaya engel olan haldır. Bu hal, ister suya ulaşamamak, ister suyu kullanamamak şeklinde olsun. Yolculuk da, ister uzun, ister kısa olsun. Yolculuğun daha önce istisna yoluyla zikredildiğı hâlde burada sarahaten zikredilmesi, şer'î hükmü ve hükmün keyfiyetini üzerine bina etmek içindir. Çünkü geçen istisna, bu hükmün keyfiyetine delâlet etmesi şöyle dursun, hükmün subutuna delâlet etmekten bile uzaktır. Âyetteki sıralamada hastalığın yolculuk hâline takdim edilmesi, özür noktasında hastalığın asıl ve su kullanmakla hastalığın şiddetlenmesi gibi bir takım ona özgü haller olduğunu bildirmek içindir. "Gaıt", çukur ve sakin mekân demektir. Gaıttan gelmek, abdest bozmaktan kinayedir. Çünkü âdete göre, abdest bozmak isteyen kimse, o uygunsuz hâlde kendisinin görülemeyeceği öyle kuytu bir mekâna gider. Âyette, bu fiilin (ayakyolundan gelmenin), muhatapların hepsine değil de, içlerinden birine isnad edilmesi, ayıp ve müstehcen sayılan bir şeyi onlara nisbet etmekten kaçınmak içindir. Bundan sonra gelen "kadınlara dokunmak" şeklindeki kinâyeli ifâdenin sarih cinsel ilişki ifâdesine tercih edilmesinin sebebi de budur. Burada, ayakyolundan gelmek ve kadınlara dokunmak, taharetin sakıt olmasının ve teyemmüm etmenin iki sebebi olarak zikredilmiştir. Oysa bu iki hal, binefsihi değil, fakat bundan sonra gelen su bulamamak kaydı itibârı ile bu hükme sebep teşkil eder. Hattâ gerçek sebep, su bulamamak kaydıdır. Fakat bu hükme hazırlık olmak üzere küçük ve büyük taharet sebebinin gerçekleşmesinden sonra bu ruhsatın sebebi olduğuna dikkat çekmek için bu şekilde zikredilmişlerdir. Sanki şöyle denilmiş gibidir: "Yahut siz hasta ve yolcu değil de her hangi bir sebepten dolayı su istimalini gerektiren hâl gerçekleşmekle beraber su bulamadınızsa..." Su bulamama kaydı, hastalık ve yolculuk hâlleri için de geçerli olduğu hâlde özellikle kadınlara dokunmak hâlinden sonra zikredilmesi, bunun (cinsel ilişkide bulunup da su bulamamak) pek az vaki olmasından ve hastalık ile yolculuk hâlleri için bu kaydın zikrine gerek olmadığından dolayıdır. Çünkü zikredilen hastalık ve yolculuk hâlleri için cünüblük şartı kesin olarak muteberdir. Bu itibârla cünüblük hükmünden, küçük abdestsizliğin hükmü de nassm delaletiyle anlaşılır. Zira âyet nazmı takdıren şöyledir: Cünüb iken namaza yaklaşmayın; ancak yolcu olduğunuz hâl müstesna; eğer yolcu, yahut hasta iseniz... Bir diğer görüşe göre de anılan kaydın anılan haller için sarâhetle zikrine gerek olmamasının sebebi şudur: Yolculuk hâlinde zaten genellikle su bulunmamaktadır. Ve hasta hakkında suyun bulunmaması yerine geçen su kullanmak aczi de, sarahaten zikrine ihtiyaç bırakmamaktadır. Bir görüşe göre de, su bulamama kaydı, zikredilen bütün hallere râcidir ve ayakyolundan gelmek ile kadınlara dokunmak şeklinde kinâyek ifâde ile taharetin vücubu, bütün haller için muteberdir. Ancak âyet-i kerîmenin nazmı, bu son görüşe müsait değildir. İbrâhîm el-Zeccac (ölm.923) diyor ki: "Saîd, toprak olsun, olmasın, yer yüzüdür. Teyammüm etmek isteyen kimse, ellerini, üstünde toprak bulunmayan bir kayaya vurup da yüzüne ve kollarına sürse, istenen temizlik gerçeldeşmiş olur." İmanı Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) mezhebi de budur. İmam Şâfi (radıyallahü anh) ye göre ise ellerine biraz toprak yapışması lâzımdır. Teyemmümde kollar dirseklere kadar meshedikr. Zira rivâyet olunuyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teyemmüm ederken dirseklerine kadar mesh buyurmuştur. Bir de, teyemmüm, abdestin bedeli olduğuna göre, kollardaki mesılı miktarı da, onunla takdir edilir. (Su ile abdest alırken kollar dirseklere kadar yıkandığına göre, teyemmümde de Mesih, dirseklere kadar olur.) Ç- "Şüphesiz ki Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır." Bu cümle, ruhsat ve kolaylığın sebebim belirtir ve onları açıklar. Zira adeti, hatâ işleyenleri daima affetmek ve günahkârları her zaman bağışlamak olanın, zorlaştırıcı değil, fakat kolaylaştırıcı olması gerekli. Bir görüşe göre de, âyetin bu ifâdesi, hatâ işleyenleri her zaman affetmek ve günahkârları daima bağışlamaktan İtinâyedır. Zira refah sağlamak ve müsamaha, aff ve mağfiretin arkasından gerçekleşen şeylerdir. 44"(Resûlüm) kendilerine Kitab'tan bir nasib verilenleri görüyor musun? Dalâleti satın alı (iştira edi)yorlar ve sizin doğru yoldan sapmanızı ıstı (irâde edı)yorlar." A- "Kendilerine Kitab'tan bir nasib verilenleri görüyor musun ?" Bu ilâhî kelâm, mü'minlerin, o kâfirlerin kötü hâllerini taaccüble karşılamalarını ve mü'minleri, o kâfirlerin yolundan gitmekten sakındırmayi amaçlar. Hitab, bunu ibret nazarıyla görebilen bütün mü'minler içindir. Bundan sonraki hitabın bunlarla beraber diğer mü'minlere de tevcih edilmiş olması, o kâfirlerin çirkin hâllerinin son derece şöhret bulduğunu ve bütün görenleri hayrete düşürecek kadar zahir olduğunu bidirmek içindir. Buradald görmeden maksad gözle müşahede etmektir. Onlara bakmalı, hâllerim müşahede etmelidir. Çünkü onların hâlleri görülmeye ve taaccüb etmeye değerdir. Kendilerine Kitab'tan nasib verilmiş olanlardan maksad, Yahudi âlimleridir. Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre bu âyet-i kerîme, iki Yahudî âlimi hakkında nazil olmuştur. Bu iki Yahudî âlimi, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy ile cemaatine yol gösteriyor ve onları İslâm'dan uzaklaştırıyorlardı. Yine İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre bu âyet, Rufaa b. Zeyd ve Mâlik b. Dahsem adlarındaki Yahudî âlimleri hakkında nazil olmuştur ki, Resûlüllah konuşurken onlar, dillerini eğip bükerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay ediyorlardı. Kitab'tan maksad, Tevrat'tır. Bunu, Tevrat'ın da öncekide dahil olduğu kitab cinsine hamletmek, mesafeyi uzatmaktan baka bir şey değildir. Kitab'tan o Yahudî akimlerine verilmiş olan nasibten maksad: - Tevrat'ta kendileri için konulmuş hükümlerle, - Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in vasıflarına ve İslâm'ın hak olduğuna ilişkin bilgilerdir. O bilgileri, gözetmek ve korumak hak ve görevinin "nasib" kelimesiyle ifâde edilmesi, onların görüşlerinin son derece zayıf olduğunu bildirmek içindir. Nitekim onlar, Tevrat'tan edindikleri ilim nasibini tamamen kaybetmişlerdir. B- "Dalâleti satın alı (iştira edi)yorlar." Bu, bir istinaf cümlesi olup kelâmın başından mücmel ve mübheıu olarak anlaşılan takbih ve tâcib (taaccüp ettirmek) konusunu açıklamakta ve akla gelen bir gizli suali cevaplamaktadır. "- Onlar ne yapıyorlar ki, kendilerine taaccüble bakılsın?" sorusuna cevap olarak: "- Onlar sapıklığı satın alıyor ve kendilerine gösterilmiş olan hidâyet yolunu bırakıyorlar!" şeklinde cevap verilmiş oluyor. Onların bıraktıkları şey, sarih olarak zikredilmemiştir. Çünkü özellikle zımnî ifâdeden sonra bu husus gayet açık olarak anlaşılmaktadır. Onların sapıldığa rağbet etmeleri ve hidâyetten yüz çevirmeleri, sapıklığı satın almaları olarak ifâde edilmesi, tamamen yüz çevirilmesi gereken sapıklığa son derece rağbet ettiklerini ve yarışmacıların yarıştıkları hidâyetten de yüz çevirdiklerini bildirmek içindir. Bu da, onların akıl ve görüş yoksunu olduklarını açıkça tescil etmektedir. Zira onların hâli, asgarî temyiz sâhıbı olan hiçbir kimsenin yanaşmayacağı bir hâl ile tasvir edilmektedir. Buradaki sapıklıktan (dalâletten) maksat, daha önce kendileri için hâsıl olan dalâletin cinsi değildir ki, sonra hâsıl oknayı gerektiren satın alma ifâdesine halel gelmiş olsun. Fakat burada kasdedilen, tam dalâlettir ki o da: - Yahudilerin, Tevrat'ı okuyarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in yüce şânını anladıktan, - O'nun tebliğ ettiği dinin hak, - Tevrat'ta müjdelenen Arap Peygamberinin de bizzat o olduğunu kesinlikle bildikten sonra inat etmeleri ve küfürlerini sürdürmeleridir. Ve hiç şüphesiz küfrün bu mertebesi, Islamdan önce o Yahudiler için hâsıl olmamıştı. Bu hususun izahı, Bakara sûresinin ilk âyetlerinin tefsirinde geçti. C- "Ve sizin doğru yoldan sapmanızı istiyorlar." Bu cümle de, "dalâleti satın alıyorlar / yeşterûne'd-dalâlete" cümlesine atıftır ve bu cümle de, Yahudilerin takbih ve taaccüp konusu olan hâllerini beyân eder. Âyetin metninde satın almak ile istemek fillerinin mu zarı' (geniş zaman) kipi ile kullanılması, yenilenen sürekliliğe delâlet eder. Zira o Yahudilerin, mezkûr satın almalarının hükmünün yenilenmesi ve gereğini yapmanın tekerrürü, bizzat onun yenilenmesi ve tekerrürü gibi sayılır. Yahudî âlimleri, kendilerinin doğru yoldan sapmaları ile yetinmediler ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in Tevrat'taki vasıflarını gizlemelde, mü'minlerin de, hakka varan doğru yoldan sapmalarını istediler. 45"Allah sizin düşman (a'da)nızı daha iyi bilir. Dost (veliy) olarak Allah yeter. Yardımcı (nasîr) olarak da Allah yeter." A- "Allah, sizin düşman (a'da)nızı daha iyi bilir." Allahü teâlâ, sizin düşmalarınızı sizden daha iyi bilir ve onların size olan düşmanlıklarını ve sizin için neyi arzuladıklarını size haber veriyor ki onlarla içli-dışlı olmaktan sakıtlasınız. Yahut Allah (celle celâlühü), onların hâlini ve akıbetini daha iyi bilir. Bu mu'teriza cümle, onların mezkûr irâde ve arzularını açklar. B- "Dost (veky) olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter." Bütün işleriniz için dost olarak Allah Teâia yeter ve her yerde yardımcı olarak da Allah (celle celâlühü) yeter. O hâlde Allahü teâlâ'ya güvenin, O'nun dostluğu ve yardımıyla yetinin ve başkasının dostluğuna ve yardımına yönelmeyin. Yahut Yahudilere ve onların size karşı işledikleri fenalıklara aldırmayın; Zira Allahü teâlâ, şer planlarını boşa çıkaracaktır. O hâlde bu âyet, aynı zamanda mükâfat ve ceza va'di anlamını da ifâde eder. Her iki cümlede de kifayet fiilinin kullanılması ve özellikle ikinci cümlede zamir makamında ısm-i celilin (Allah adının) zikredilmesi, - her iki cümlenin bağımsızlığını takviye, - dostluk ve yardımda Allah (celle celâlühü) ın kifÂyetini tekid, - her iki hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. Çünkü ulûhıyet (tanrılık) mefhûmu, kaçınılmaz olarak dostlukta ve yardımda kifayeti gerektirir. 46"Yahudilerden kimileri (Kitab'ta) kelimelerin yerler (mevazi)ini değiştirirler. Dillerini eğip bükerek ve dine ta'nederek: "- (Ey Resûlüm Muhammed!) İşittik ve isyan ettik. Dinle, dinlemez olası ve râinâ (bızı gözet)!" derler. Eğer onlar: "- İşittik ve ıtâat ettik; dinle ve bize de bak (nazar et)!" demiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru (akvem) olurdu. Velâkin Allah, küfürleri sebebiyle onlara lanet etti. Artık onlar, pek azı müstesna, îmân etmezler." A- "Yahudilerden kimileri (Kitab'ta) kelimelerin yerler (mevazi)ini değiştirirler. Dillerini eğip bükerek ve dine ta'nederek: "- (Ey Resûlüm Muhammed!) İşittik ve isyan ettik. Dinle, dinlemez olası ve raina (bizi gözet)!" derler." Bir görüşe göre bu cümle, bundan önceki âyette geçen Müslümanların düşmanlarını belirler. Ancak bunda sakınca vardır. Çünkü umumiyet ve itlak makamında, Allah (celle celâlühü) ilmini (Allah en iyi bilir), Müslümanların düşmanlarından bir taifeye tahsis etmenin geçerli bir sebebi olamaz. Fakat münasib olan, burada maksudun, Allah (celle celâlühü) ın ilminde bu taifenin öncekide dahil olduğunu bilmektir. Diğer bir görüşe göre de, bu cümle, önceki âyetin sonundald "nasîr" kelimesiyle bağlantıkdır. Bunun anlamı: "Allah (celle celâlühü) Yahudilere karşı size nusret verecektir" olur. Nitekim, "Eğer ben, O'na isyan edersem, o takdirde Allah'a karşı bana kim yardım eder?" (Hûd 11/63) meâlindeki âyet de bu hakikati belirtir. (Yani Allah'ın yardımı, kimsenin yardımına ihtiyaç bırakmaz ve O'nun yardımı olmadan hiçbir yardım fayda vermez.) Ancak bu görüşe göre de, Allahü teâlâ'nın yardım ve nusratı daraltılmış olur. (Yani Yahudilere karşı olmakla sınırlanmış olur.) Bir diğer görüşe göre de, burada mübtedâ (özne) mahzûf olup "kelimeleri yerlerinden değiştirkler" cümlesi de onun sıfatıdır. Fakat bu görüşe göre de, bundan önce zikredilen fırkanın, tahrifat yapmadıkları sonucu çıkar. Oysa onların sapıklığı satın almış olmalarının gerçek göstergesi, Tevrat'ta yaptıkları tahrifattır. Şu hâlde Kur’ân'ın yüce şânma yaraşan mükemmeliyetin gereği, olarak, bu cümle, mefhûm itibarıyla her iki Ehl-i Kıtab'a da şâmil olan birinci "ellezîne" ye (kendilerine Kitab'tan nasip verilmiş olanlar) bir açıklamadır. Arada zikredilen diğer cümleler ise, takbih ve taaccüp konusunun beyânına ziyadesiyle önem verildiği için, mü'minleri onlardan nefret ettirmek ve onlarla içli-dışlı olmaktan sakındırmak, mü'minleri Allah a güvenmeye sevketmek ve O'nun dostluğu ve nusreti ile yetindirmek amacına yöneliktır. Ve "kelimelerin yerlerini değiştirkler" cümlesi ile ona atfedilenler ise, onların iştiralarını ve çeşitti sapıklıklarını açıklar. Âyetlerin ifâde tarzında, ibhâmdan sonra tefsir ve icmalden sonra tafsil yolunun gidilmiş olması, durumun gereği olan fazla izah içindir. Onların değiştirdikleri kelimelerden maksad, - ya özellikle Tevrat'ın kelimeleridir, - ya da hem Tevrat'ın kelimeleri, hem de Resûlüllah ile konuşmaları sırasında söyledikleridir. Fakat bu tahrif edilen kelimelerden yalnız, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmaları sırasında onların söyledikleri sözleri anlamak doğru değildir. Nitekim ileride gelecek izahtan bunun sırrına vâkıf olacaksın. Eğer bu değiştirdikleri kelimelerden maksad, ulemânın cumhûruna göre Tevrat'ın kelimeleri ise yaptıkları tahrifat, kelimeleri Allah (celle celâlühü) ın koyduğu yerlerden kaldırmaktır. Meselâ: - Peygamberimiz in vasıflarına ilişkin olarak Tevrat'ta yazılı "O peygamber, buğday tenk ve orta boyludur" sıfatlarını kaldırıp yerine "O peygamber, sarı tenli ve uzun boyludur" kelimelerini koymak; - Tevrat'taki recim (taşlayarak öldürme) cezası yerine had cezasını ikame etmek; - Tevrat'ın kelimelerim, geçersiz tevillerle, Allahü teâlâ'nın indirdiğine aykırı, kendi bâtıl arzularına uygun mânâlara çekmek gibi. Eğer onların değiştirdikleri kelimelerden ikinci mânâ (hem Tevrat'ın kelimeleri, hem de Peygamberimizle konuşmaları sırasında söyledikleri kelimeler) maksûd ise, o zaman mutlak olarak kelimelerin yerlerinden anlaşılması gereken onlara uygun mânâlardır. Bu mânâlar: - ister Tevrat'ın kelimelerindeki gibi sarahaten Allahü teâlâ'nın tâyini ile, - ister diğer yerlerdeki gibi akıl veya dinin tâyini ile olsun; - "semi'na ve a'sayna / işittik ve isyan ettik" mealindeki ifâde belli bir zaman ve mekân ile kayıtlandırılmadan ve herhangi bir maddeye tahsis edilmeden mutlak olarak kabul edilmelidir. Hattâ onların gerçek sözlerini de ve sözlerinin tercümesi sayılan inatlarını ve tekebbürlerini de kapsayacak genel bir mânâya hamledilmelidir ki, Tevrat'ın tahrifi sırasında dikerinin söyledikleri de buna dahil olsun. Zira bu büyük cinayeti dili ile ifâde etmeyen, buna cesaret edemez. Yoksa bunu sadece Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in meclisinde söyledikleri çirkin sözlere hamletmek, Tevrat'ı tahrif konusunu dışarıda bırakmak suretiyle şart cümlesi ve ondan sonraki cümlelerin ifâde ettikleri hükümlerin o çirkin sözlere hasr ve tahsisisini gerektirmiş olur. Oysa Tevrat'ı tahrif etmeleri, işledikleri cinayetlerin en büyüğüdür. İşte daha önce ilende açığa kavuşturululacağı belirtilen sır budur. Bunu böyle düşün! Yahudiler, Peygamberimiz in huzurunda olsun, başka yerlerde olsun, kendi bozuk arzularına muhalif her husus karşısında, inatla aykırılıklarını açıklamak üzere kavlen veya fiilen "işittik ve isyan ettik" diyorlardı. Yahudilerin, özellikle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e hitab ederken söyledikleri, "- Dinle, dinlemez olası!" şeklindeki sözleri, şerre de hayra da yorulabilir. Şöyle ki: 1- "Sağırlık veya ölüm gibi bir sebeple işitemez olası dinle!" veya "- Hoşnud edecek sözler işitemez olası dinle!" anlamında bedduaya; 2- "Bizden kötü sözler işitemez olası dinle!" anlamında da hayra muhtemil olur. Yahudiler, bu sözlerle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitab ediyorlardı. Onlar istihza amacı ile ve kendi içlerinde beddua mânâsında bunu söylerken, zahiren Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hayır duada bulunuyorlarmiş gibi gözükmeye çalışiyorlardı ve bundan haz duyuyorlardı. Yine o Yahudiler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitapları sırasında: "- Râinâ" da diyorlardı. Bununla da istihza ediyor ve içlerindeki bedduayı gizliyorlardı. Oysa bunu zahiren iyi niyetle söylemiş gibi görünmeye çalışiyorlardı. Zira bu kelime de, hem hayra, hem de şerre yorulabilir. Bu kelimeyi: 1- Sizinle konuşmak için bizi gözetin, bize müsaade edin!"anlamında ya da ruûnet, yani ahmaklık anlamında kullanmış olabilecekleri gibi, 2- onun benzeri olup Süryanice veya İbranice sövüşmek için kullandıkları "râinâ "kelimesi yerinde de kullanmış olabilirler.. O Yahudiler, bu ketime ile peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitab ederken kendi içlerinde hakaret ve ihanet niyetini saklıyorlardı ve zahiren de saygı ve ihtiram için kullandıklarını göstermeye çalışiyorlardı. O Yahudiler, birinci sözlerinde (işittik ve karşı geldik) isyanlarını sarahatle bildirdikleri hâlde son iki sözlerinde ise (dinle, dinlemez olası ve râinâ) nifak yolunu tutmuşlardır. Çünkü Sahabiler derler ki: "- kâfirlerin hepsi, peygamberimiz in yüzüne karşı küfür ve isyanlarını ifâde ediyorlardı; fakat yüzüne karşı hakaret ve bedduada bulunmuyorlardı." Bir diğer görüşe göre de, o Yahudiler, birinci sözü (işittik ve isyan ettik) kendi aralarında söylüyorlardı. Bir başka görüşe göre ise, o Yahudiler anılan birincı sözü dilleriyle söylememiş olabilirler; fakat onların Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmân etmemeleri, o sözü söylemek gibidir. Yahudilerin anılan sözleri söylerken dillerini eğip bükmeleri, sözlerini normal ifâde üslubuyla değil, fakat hakaret anlamına gelecek tarzda söylemeleri demektir. Nitekim "dinle, dinletilmez olası ve râinâ" sözlerinde bunu yapmışlardır. Yahut da zâhiren duâ ve ihtiram için kullandıklarını göstermeye çalıştıkları kelimeleri, içlerinde gizledikleri sövgü ve hakaret mânâsını çağrıştırmaları için dillerini eğip bükerek talaffuz ediyorlardı. Yahudilerin dine ta'netmeleri de, anılan hareketleri ile, yegâne hak din olan islâm'ı alaya almaları demektir. Yani bunları din ile alay etmek için yapıyorlardı. B- "Eğer onlar: "- işittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak (nazar et)!" demiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru (akvem) olurdu." Eğer o kâfirler, Allahü teâlâ'nın emirlerinden ve yasaklarından bir şeyi işittikleri zaman, "semi'na ve a'sayna / işittik ve isyan ettik" yerine kavlen ve fiilen "semi'na ve eta'na / işittik ve itaat ettik " deselerdi ve Peygambere hitab ederken de, "vesma' gayra müsmam ve râinâ / dinle, dinlemez olası, bizi gözet " yerine "vesma', venzurna — dinle ve bize nazar eyle!" deselerdi, sözleri altında şer ve fesad gizlemeselerdi, şüphesiz ki, bunu söylemeleri, o söylediklerinden kendileri için daha hayırlı, daha âdil ve daha doğru olurdu. Âyette, tafekil kipinin kullanılmasi, " daha hayırlı ve daha doğru olurdu" buyrulması, - ya gerçek mânâsında kullanılmıştır, ancak bu hayır kendi inançlarına göredir; - ya da istihza makamında kullanılmıştır; - ya da buradaki tafdıill kipi gerçek anlamda değil ism-ı fail anlamında olup "hayırlıdır, doğrudur" demektir. Âyette, "lekâne hayran lehüm / kendileri için daha hayırlıdır" ifâdesi, "akvem / daha doğru" ifâdesinden önce zikredilmiştir. Çünkü onların bütün gayretleri sadece kendi menfaatleri için idi. "Semi'na / işittik" fiilinin iki kere tekrarı öncekinin muteber olmadığına değil, fakat hiç mevcut olmadığına dikkat çekmek içindir. Çünkü onlar gerçeği işitmiyorlardı, işitmeleri ret işitmesi idi. "işittik" demelerinden maksadları da emre isyanlarının, onu işitmelerinden ve ona vâkıf olmalarından sonra gerçekleştiğini bildirmek içindir. C- "Velâkin Allah, küfürleri sebebiyle onlara lanet etti. Artık onlar pek azı müstesna îmân etmezler." Fakat onlar bunu söylemediler ve küfürlerini sürdürdüler, işte bu küfürlerinden dolayı Allahü teâlâ da, onları hidâyetinden uzak ve mahrum bıraktı. Artık bundan sonra pek azı müstesna îmân etmezler. Bir görüşe göre de: - onlar ancak muteber olmayan az bir îmân ile îmân ederler. Bu da, bazı Kitablara ve peygamberlere îmân etmeleridir. - Ya da onlar, pek az bir zaman îmân ederler. Bu da, onların can verme sırasın (vakti'l-ihtizar)da îmân etmeleridir. Onlar, îmânlarının kendilerine fayda vermeyeceği bir zaman îmân ederler. Nitekim bir âyette meâlen şöyle buyurulur: "Kitab Ehlinden, ölmeden önce, İsa'ya îmân etmeyecek yoktur." (Nisa 4/159) Bu her iki îmân da, kesinlikle muteber îmân değildir. Bazı müfessirlere göre, buradaki azlıktan, yokluk mânâsı kasdedilmıştır. Nitekim, "İlk tattıkları ölüm dışında orada artık ölüm tatmazlar." (Duhan 44/56) meâlindeki âyetteki istisna da bu kabildendir. Yani eğer o yok sayılan îmân, îmân kabul edilmiş olsa, o takdirde onlar, az bir îmân sahibi oluyorlar demektir. Bu da aslında muhal olan bir şarttır. Ancak bundan sonraki âyette gelecek Kur’ân'a îmân emri, bu anlamdaki tefsirlere engeldir. Zira anılan görüşlere göre, gelecek âyette, muhal olan bir şeyle mükellef kılınmış oluyorlar ki bu da onların, sürekli olmayan bir îmânla îmân etmiş olmalarıdır. (Söz konusu görüşlere göre, onların îmânlarının sürekli olmadığını ifâde eden bu âyet de, îmânla mükellef oldukları Kur’ân'ın bir parçasıdır.) Son görüşe göre (hiç îmân etmeyecekleri anlamındaki görüşe göre) bu hakikat, gayet açıktır. İlk iki görüşe göre (bazı Kitablar ile peygamberlere veya can veririken îmân etmeleri anlamındaki görüşlere göre) ise izahı şöyledir: Onlara, bütün Kitablara ve Peygamberlere peşinen inanmayı teklif etmek, aynı zamanda bazı Kitablara ve Peygamberlere inanmayı ve îmânı ölüm anına bırakmama (ve bia'demı îmânihim ilâ vakti'l-ihtizari) vecibesini yüklemektir. (İmân etmekle mükellef bulundukları Kur’ân'ın bir parçası olan âyet bunu ifâde eder.) Burada geçeri izah olarak, söz konusu azlığin, îmân edenlerin azlığına hamledilmesi de, Allahü teâlâ'nın lanet edip rahmetinden mahrum bıraktığı bazı kimselerin îmân etmeleri demek olur. Bu takdirde mânâ şöyle şekillenir: "Artık Allah'ın lanet ettiği kimselerin pek azından başkası îmân etmez." Bu tefsire göre, "kakl / az" kelimesinin mevcut hâli "kalîlen" değil de, "kaklün" okunması tercihe şayandır. Ancak bu, bütün kıraet âlimleri ittifakla "karnen" okuduklarına göre, onlara tercihe şayan olmayan bir kıraeti nisbet etmek olur. Binâenaleyh burada muteber olan görüş, bu istisnanın, "lea'nehüm — onlara lanet etti" fiilinin mefûl (tümleç) zamiri ile bağlantılı olmasıdır. Yani : "Allah (celle celâlühü), onlara lanet etti fakat pek azı müstesna. Allah (celle celâlühü) pek az kişiden ibaret bir fırkaya lanet etmedi ve dolayısıyla onlara îmân kapısı (bâbü'l-îman) kapanmadı (seddedilmedı) / Lea'nehümu -liâhü illâ ferîkan kaklen feinnehu tealâ lem yel'a'nhüm felem yensedde aleyhim bâbül-îmani." Niteltim ileride bekti tileceği gibi, Yahudî âlimlerinden Abdullah b. Selâm ile Kâ'bül Ahbar gibi zâtlar îmân etmişlerdir. 47"Ey kendilerine Kitab verilenler! Yanınızda bulunan Kitab (Tevrat)ı tasdik edici (musaddık) olarak indirdiğimiz bu Kitab (Kur’ân)a îmân edin. Bir takım yüzleri silip arkalarına çevirmeden yahut cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce.. Allah'ın buyruğu mutlaka yerine gelecektir." A- "Ey kendilerine Kitab verilenler !" Burada hitab değiştirilmiş, gaaibe hitab dan doğrudan muhataba hitab üslubuna geçilmiştir. Hitab: 1- Ya özellikle daha önce hâlleri ve sözleri anlatılanlar Yahudilere müteveccihtir ki onlara bundan önce, "kendilerine Kitab (Tevrat) tan bir nasib verilenler — ellezîne ûtû nasiîben mine'l-kitâbi" dendiği hâlde burada "kendilerine Kitab verilenler / ellezîne ûtül-kitabe " buyrulması her makama hakkını vermek içindir. Çünkü daha önce geçen âyette maksad, onların sapıldığı satın aldıklarım ve Kitab'tan kendilerine verilmiş olan nasibi, tahrifat yapmak suretiyle ortadan kaldırdıldarmı beyân etmekti. Ve onların ortadan kaldırdıkları da Kitab'ın tamamı değil ancak bir kısmı idi. İşte bundan dolayı kendilerine Kitab'tan bir nasip verilmekle vasıflandırıldılar. Buradaki hıtabtan maksad ise ondan sonra gelecek emre uymanın lüzumunu tekid ve ona muhalefetden sakındırmaktır. Çünkü Kur’ân tarafından tasdik edilen Tevrat'a îmân etmek, onu tasdik eden Kur’ân'a îmânı da kesin olarak gerektirir. Kur’ân'ı inkâr etmek, Tevrat'ı da inkâr etmeyi kesin olarak gerektirdiği gibi. Ve şüphe yok ki Yahudilere göre sakıncalı olan, Tevrat'ı kısmen inkâr değil, fakat bizzat kendisini inkâr etmelerinin gerektiğidir. Bu da ancak Kur’ân'ı Tevrat'ın tamamını tasdik edici kılmakla tahakkuk eder. Şu var ki, hakikatte Kur’ân, Tevrat'ın tamamını değil, fakat ancak bir kısmını tasdik eder. Ama bir kısmını tasdik eden, zaruri olarak, o kısmı kapsaması itibârı ile tamamını tasdik ediyor demektir. 2- Ya da hitab daha önce hâlleri ve sözleri anlatılan Yahudilerin yanı sıra diğer bütün Ehl-i Kitab'a müteveccihtir. En zahir olan görüş de budur. Hangi görüşe göre olursa olsun, âyetlere ilişkin açıklamalar, her iki fırkanın da üzerinde bulunduğu dalâleti kaldırdığı düşünüldüğü için, bunun hemen akabinde hidâyet yolundan yürüme emredilmekte ve emre muhalefet hâlinde de şiddetli tehditler öngörülmektedir. B- "Yanınızda bulunan Kitab (Tevrat)ı tasdik edici (musaddık) olarak indirdiğimiz bu Kitab (Kur’ân)a îmân edin." Burada "nezzelna / indirdiğimiz" ifâdesi, Kur’ân'ı teşrif ve Allahü teâlâ katından indirildiğini sarahatle tesbit içindir. Onların yanında bulunan Kitab'tan maksad Tevrat'tır. Böyle ifâde edilmesi, onların bu hakikate son derece vâkıf olduklarını bildirmek içindir. Çünkü Tevrat'ın onların yanında bulunması, onu sürekli okumalarını, her zaman başvurmalarını gerektirir. Bu da, onların Tevrat'ın muhtevasına vâkıf olduklarını ve dolayısıyla Kur’ân'ın Tevrat'ı tasdik ettiğini bildiklerini gösterir. Kur’ân'ın, Tevrat'ı tasdik etmesinin anlamı, 1- Tevrat'ta anlatılan vasıflara uygun olarak nazil olması; 2- Kıssalarda, mîsaklarda, tevhide ve insanlar arasında âdil hükmetmeye davette; 3- Günahları ve hayâsızlıkları nehyetmekte Kur’ân'ın Tevrat'a muvafık düşmesi demektir. Kur’ân'ın Tevrat'a birtakım mü tefeni hükümlerde, ümmetlerin ve asırların değişmesi sebebi ile muhalafet etmesi ise, hakikatte muhalefet değil, fakat muvafakatin ta kendisidir. Zira bu hükümlerin hepsi, kendi asrına göre haktir ve teşri' carlanın üzerinde döndüğü hikmeti taşımaktadır. Hattâ eğer önce nazil olan Kitab, sonra nazil olanın zamanında nazil olsaydı, aynen onun gibi nazil olurdu. Ve eğer sonra nazil olan Kitab da, öncekinin zamanında nazil olsaydı, kesinlikle ona muvafık olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer Mûsa hayâtta olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı." C- "Bir takım yüzleri silip arkalarına çevirmeden yahut cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce." Bu sözler, geçen îmân emri ile bağlantılı olup emre uymada ve ona muhalefete son vermede acele etmeyi ifâde etmekle beraber ağır bir tehdidi olabildiğince mükemmel ve kuvvetli bir şekilde ifâde eder. Nitekim va'dedilen cezanın vald olması emre muhalefete bağlanmamış ve muhalefet gerçekleştiğinde o cezanın vaki olacağı da sarahatle belirtilmemiştir. Bu da, muhatablar için o cezanın, bildirilmesine gerek olmayan bir gerçek olduğuna, vukuunun yakın olduğuna dikkat çekmek içindir. Suratların "matmûs edilmesi", suratlardaki eserlerin ve işaretlerin silinmesi demektir. Yani Biz, suratların hatlarını silmeden ve eserlerini gidermeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) bunun anlamı: "- Biz, suratları devenin ayağının altı gibi veya hayvanın tırnağı gibi dümdüz yapmadan önce Kur’ân'a îmân edin, demektir" diyor. Tabiînden Katâde ve Dahhâk de: "- Biz, suratlardaki gözleri silme kör etmeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir" diyorlar. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Biz de onların gözlerini sikne kör ediverdik." (Kamer 54/37) Diğer bir görüşe göre de bu cümle: "Biz onların suratlarını, maymunların suratları gibi kıllı hale getirmeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir." Suratların arkalarına veya enselerine çevirilmesi, suratlar dümdüz edildikten sonra enselerin yerine ve enselerin de suratların yerine döndürülmesi demektir. Bir başka görüşe göre ise, âyetteki "vüçûh" kelimesi, suratlar anlamında değil fakat ilen gelenler demektir. Buna göre vücûhun matmus edilmesi de, değiştirilmesi anlamında olur. Yani : "Biz, onların ileri gelenlerinin hâllerini değiştirmeden, onların ıkbakmı zillet ve ıdbara çevirmeden, yahut Biz, onları geldikleri yer olan Şam Ezriatı'na çevirmeden önce., demektir." Bu görüşe göre, o ileri gelenlerden murat, Benî Nadir Yahudilerinin ulularıdır. Ancak vaîdi (ceza va'dinî) ağırlaştırmak ve İlâhî tehdidi hepsine teşmil etmek makamının, bu tefsire müsait olmadığı açıktır. Va'dedilen cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi olduğu noktasında görüş ayrılıği vardır: - Bir görüşe göre, bu cezanın dünyada gerçekleşeceği va'dedilmiştir. Nitekim şu rivâyet de bu görüşü teyid eder: "Abdullah b. Selâm Şam'dan dönüp bu âyeti duyunca, daha ailesinin yanına varmadan Rasûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıkıp Müslüman olmuş ve: "- Ya Resûlallah! Ben daha size ulaşmadan suratımın arkama çevirilmesinden endişe ediyordum!" demişti. Bir diğer rivâyete göre de, Abdullah b. Selâm, eli suratında olduğu hâlde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in yanına gelip Müslüman olmuş ve o söylediklerini söylemiş. Yine şu rivâyet de, anılan görüşü teyid eder: Ömer bu âyeti Kâ'bü'l Ahbar'a okuyunca Kâ'b, bu âyette va'dedilen cezanın kendisine isabet edeceği korkusuyla hemen (mehafete en yuskbehu vaıî'düha): "- Ya Rabbi, îmân ettim (âmentü); ya Rabbi Müslüman oldum (eslemtü)!" demiştir. Bu cezanın dünyada olacağını söyleyenler de, kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazlarına göre bu ceza, sonra gerçekleşecek ve Yalıudîlerde bir tams (suratların) değiştirilmesi ve meslı (şekillerin değiştirilmesi) hâdisesi mutlaka olacaktır. Bu, Ebû Abbas Muhammed el-Müberred'ın görüşüdür. Ancak bu görüşe şu itirazlar yapılabilir: 1- Bu azabın inmesinin sebepleri olan günahları işleyenler, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan Yahudîlerdir. Zira onlar: 2- Beldenen Peygamberin vasıflarını Resûlüllah'da gördükleri hâlde onu yalanlamışlar; 3- O vasıfları Tevrat'ta gördükleri hâlde onları tahrif ederek küfürle dalâletlerinde ısrar etmişlerdir. 4- Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in ceza va'dini ifâde eden şifahî hitabı da o Yahudilere müteveccih olmuştur. 5- Va'dedilen azabın, bunlardan çevirilip onlardan yüzlerce sene sonra yaşayacak ve öncekilerin insanlığı yanıltmak için hazırladıkları kanunlarla dalâlete düşürülecek olan sonraki. Yahudilere verilmesi, Azîz ve Haktin Allahü teâlâ'nın hikmetinden pek uzaktır." Bir görüşe göre ise, bu azabım vukuu, Yahudilerin îmân etmemesi şartına bağlı idi. Fakat o Yahudilerden anılan iki zât (Abdullah b. Selâm ile Kâ'bü'l Ahbar) ile benzerleri îmân ettikleri için azab gerçekleşmedi. Ancak bu görüşe de şu itiraz yapılabilir: - O eski Yahudîlerde hak ziyedesiyle vuzuha kavuştuktan, - onların âdil emsalinin (Abdullah b. Selâm v.s. gibi) şahadetleri de, hüccet onların aleyhine sabit olduktan sonra, - yine de onlar, şiddetle inkâr ve isyanda inat ve İsrar ettikleri hâlde, içlerinden bazılarının Müslüman oluşu, onların dışında kalanlara azab inmesine sebep olmadığına göre, diğerlerinden azabın kalkmasına da sebep olmaz. Bazı tefsir âlimlerinde göre ise, Yahudilere va'dedilen iki şeyden biri idi. Nitekim: "Yahut Cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce / ev nel'a'nehüm kema lea'nna eshabe's-sebti " meâlindeki cümle de bunu açıkça belirtir. Buna göre eğer birincisi vâkıî olmamışsa, ikincisinin vukuunda tartışma olmaz. Bunun aksi nasıl olabilir ki, Yahudiler, zaten her zaman her dille lânetlenmektedir. Lanetlenmenin meslı (suretin çirkin bir surete çevirilmesi) olarak tefsir, elbetteki kesin değildir. Ancak malûmun olduğu üzere cumartesi ashabının lanetine benzetilen lanetten ilk akla gelen şey meshtir ve bu lanetlenmenin, suratın silinip dümdüz edilmesi ve arkaya çevirilmesi ifâdesine atfedilmesmde -mâtûf ile matufun aleyh'in farklı olmaları zaruretinden dolayı- meslı mânâsının kasdedilmediğine ilişkin en ufak bir delâlet yoktur. (Çünkü burada birinden suratların silinip dümdüz edilmesi, diğerinden de, şeklilerin başka çirkin şekillere çevirilmesi kastedildiğine göre zaten matuf ile matufun aleyh arasında farklılık vardır.) Bir de, bu lanetleme cümlesi ile va'dedilen şey, ceza va'dine terettüb eden ve Yahudilerce kendisinden hazer edilen yeni bir hâdise olmak gerekir. Tâ ki, emre muhalefetten caydırıcı olsun. Onların bu vasıfta bir lanete mâruz kaldıkları ise bilinmektedir; onların mâruz kaldıkları yalnız, dillerde dolaşan ve insanların sürekli talaffuz ettikleri lânettir ki o, bu va'din hükmü olmaktan ve inatçı kâfirleri caydırmaktan uzaktır. Bir başka görüşe göre ise, onlara, âhirette haşr sırasında gerçekleşecek bu haller va'dedilmektedir ve o zaman bu iki hâlden biri veya müstahakları arasında taksim edilmek suretiyle her ikisi mutlaka vakti olacaktır. Abdullah b. Selâm ile Kâ'bü'l Ahbar'dan rivâyet olunan hâdiseler ise, onların şânına lâyık olan ihtiyata binaendir. Gerçek şudur ki, söz konusu, azabın, dünyada veya âhirette gerçekleşeceğine ilişkin âyette sarih bir delâlet yoktur. Ancak makama göre ilk akla gelen, dünyada olmasıdır. Çünkü o, caydırıcılıkta daha etltikdir ve anılan iki Yahudî âliminden rivâyet edilen de bu doğrultudadır. Fakat bunun vukuu açık olarak bilinmediğı için, âhirette olacağı düşünülmektedir. Allahü teâlâ, cümleden iyi bilir. Fakat bu iki mânâdan hangisi olursa olsun, bütün ceza çeşitleri içinden bunun Yahudilere tahsis edilmesinin sırrı, herhalde işlemiş oldukları tahrif ve değiştirme cinayetlerine benzer bir azaba çarptırılmalarıdır. Her sırrı bilen ve her sırdan haberdar olan yegâne Allah'dır. Ç- "Allah'ın buyruğu mutlaka yerine gelecektir." Her ne olursa olsun Allah'ın emri mutlaka gerçekleşecektir. Binâenaleyh va'dedilen azab da öncekide bu hükme dahildir. Bu cümle, geçen kısımları açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Burada zamir makamında ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, hükmün illetini beyân ve müstakil bir cümle olduğunu takviye etmek içindir. 48"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ondan aşağısını dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir günahla iftira etmiş olur." A- "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz." Bu istinafı kelâm, bundan önce geçen ceza va'dlerini açıklar ve îmân olmadan bağışlanmanın imkânsız olduğunu beyânla îmân emrine uymanın mecburiyetini tekid eder. Zira o Yahudiler Tevrat'ta tahrifat yaptıkları hâlde yine de bağışlanmayı umuyorlardı. Nitekim: "Nihayet onların ardından gelen bir takım kimseler Kitab'a vâris oldular; âyetleri tahrif karşılığında şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız; derler." (A'raf 7/169) meâlindeki âyet de bu hakikati ortaya koyar. Bu âyetteki şirkten maksad, Yahudilerin küfrünün de öncekide dahil olduğu mutlak küfürdür. Zira İslâm şeriati, bütün Ehl-i Kitabin şirk ehli olduklarını sarahatle belirtmiş ve kâfirlerin bütün sınıflarının ebediyen cehennemde kalacaklarına hülcmetmiştir. Mukatil'in, tefsirinde bekittiğı gibi bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olması- ki, âyetin sibak ve siyakına da en uygun olan budur- onun Yahudilerin küfrüne mahsus olmasını gerektirmez; fakat onların küfrünün de kesinlikle dahil olması bu nüzul için yeterlidir. Hattâ bunu doğru göstermek için bir sebep de yoktur. Çünkü bu hükmü, Yahudilerin küfrüne tahsis etmek, şiddet derecesi, Yahudilerin küfründen aşağı olan küfürlerin bağışlanabileceğim düşündürtür. Yüce Allah, küfür vasfını taşıyıp da, bunu tevbe ve îmân ile kaldırmayan kimseyi asla bağışlamaz. Çünkü teşriî hikmet, küfür kapısını kapatmayı gerektirir. İmân olmadan bağışlanmanın olabilmesi ise, küfür kapısının açık bırakılmasına sebep olur. Bir de, küfür ve günahların karanlıkları, ancak îmân nuru ile giderilir. Binâenaleyh îmânı olmayan kimsenin küfür ve günahlarından bir şey bağışlanmaz. B- "Ondan aşağısını dilediği kimseler için bağışlar." Allahü teâlâ, çirkinlikte küfürden aşağı olan günahları, küçük veya büyük olsun, kendi katından bir lütuf ve ihsan eseri olarak tevbesiz bağışlayabilir. Ancak bu herkes için değil, fakat O'nun dilediği kimseler içindir. Zira Allah'ın bağışlamayı dilemediği küfür sıfatlı günahlar, teşriî hikmete mebni İlâhî mağfiret kâdesinin kapsamı dışındadır. Tevbesiz olarak günahların bağışlanmasının îmân ehline mahsus olması da, îmâna teşviki ve küfürden caydırmayı tamamlayan unsurlardandır. Allah'ın (celle celâlühü) dilemesiyle, hem küfür, hem de günah fiilleri arasında bağlantı kurarak, - küfrün bağışlanması için tevbe şartını koşan; - günah için tevbeyi zorunlu görmeyen âlimler doğru ve isâbetli bir tefsirde bulunamamışlardır. Bunun aksi nasıl iddia edilebilir ki, bu âyet-i kerîmede: - küfür cürmünün büyüklüğü ve bağışlanmasının mümkün olmadığı, - diğer günahların ise bağışlanmasının mümkün olduğu; beyân edilmek suretiyle aradaki fark açıkça gösterilmiştir. Ama eğer bağişlanabılmesi, tevbe takdirinde olursa, küfür ile diğer günahlar arasında bu konuda fark kalmaz. Çünkü küfrün de tevbe ile bağışlandığı konusunda icmâ vardır. C- "Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir günahla iftira etmiş olur." Bu cümlede zamir makamında ısm-i celilin zahir olarak zilvredılmesı, küfrü ziyadesiyle takbih etmek, bu sıfatı taşıyanları şiddetle ayıplamak ve mehabeti arttırmak içindir. Yani bu cürmü işleyen kimse, kendi icadı olan büyük bir iftirada bulunarak hayal edilemeyecek kadar ağır ve karşısında bütün günahların önemsiz kaldığı bir günah işlemiş olur. Bundan dolayı da bu günahı için asla bağışlanmaz. 49"Kendilerini temize çıkaranları (tezkiye edenleri) görüyor musun? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulm (haksızlık) edilmez." A- "Kendilerini temize çıkaranları görüyor musun ?" Bu kimselerden murad, "- Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" diyen Yahudîlerdir. Diğer bir görüşe göre ise, bunlardan murad Yahudilerden küçük çocuklarını Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirip, "- Bu çocuklar için de günah var mı?" diye soranlardır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Hayır yoktur" buyurduğunda, bunlar: "- İşte biz de bu çocuklar gibiyiz. Bizim gündüz işlediğimiz günahlar gece; gece işlediğimiz günahlar da gündüz bağışlanır." demişlerdir. İşte bu kimselere bak ve onların içine düştükleri küfür ve büyük günahlara rağmen, - Allahü teâlâ katında temiz oldukları iddiasında bulunmalarına taaccüb et! - Ya da kâfirin küfründen ve günahlarından bir şeyin bağışlanması imkânsız iken, onların, günahlarının bağışlandığını iddia etmelerine taaccüb et! Bu da gösteriyor ki, kişi kendi nefsinden ve amelinden dolayı gurura kapılmaktan şiddetle sakmmakdır. B- "Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır." Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye matuftur. Yani hakikatte onlar, kendilerini temize çıkaramazlar; onlar yalan söylüyorlar ve inançları bâtıldır. Fakat Allah (celle celâlühü), mü'min kullarından hoşnut olduğu ve tezkiyeye ehil gördüğü kimselerden kimi dilerse, onu arındırır. Çünkü insanların içlerinde gizli olan güzellikleri ve çirkinlikleri eksiksiz olarak bilen ve onlardan tamamıyla haberdar olan ancak O'dur. Yahudiler ise, Allahü teâlâ'nın kendilerini tavsif ettiği çirkin sıfatlar taşıyorlar. Tezkiye lügatte, çirkin sayılan fiil veya sözleri ortadan kaldırmak ve kötülüklerden arındırmaktır. C- "Onlara kıl kadar zulmedilmez." Bu cümle, makamdan anlaşılan ve sarahaten zikrine gerek olmayan nıahzûf bir cümleye atıftır. Yani o çirkin fiillerinden (kendilerini tezkiye etmelerinden) dolayı cezâlandırılırlar ve o cezada kendilerine en ufak bir haksızlık yapılmaz. "Fetil" hurma çekirdeğinin yanlarındaki ipliklerdir. Azlık ve önemsizlik ifâdesi için bir misâl olmuştur. Diğer bir görüşe göre ise, bu cümle takdiren şöyledir: Kendilerini temize çıkaranların sevaplarının karşılığı verilir ve onlardan hiçbir şey eksiltilmez. Ancak ceza va'di makamı, bu ikinci görüşe müsait değildir. 50"Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar! Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter." A- "Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar !" Bundan maksad, onların bu hâlinin şenî ve son derece çirkin olduğunu ortaya koymak ve içinde bulundukları hâlin, iki sebeble yadırgandığını vurgulamaktır. Şöyleki: - Birincisi, aksi bir vasıf taşıdıkları hâlde o vasfı taşıdıklarını iddia, - İkincisi de Allahü teâlâ'ya iftira etmeleridir. Onların Allah (celle celâlühü) katında temiz olduklarını iddia etmeleri, Allah’Hin onları kabul buyurduğunu ve kendilerinden hoşnud olduğunu iddıâ etmeleri demektir ki, Allah (celle celâlühü) onların bu iddiasından münezzehtir. Allah'a iftira etmeleri ise cürüm olarak birincisinden daha şenî ve ondan daha çirkindir. Çünkü Allahü teâlâ'ya tamamen imkânsız olan bir şeyi isnad etmiş oluyorlar. Bu da, O'nun, - küfrü kabul etmesi, - kulları için küfre rızâ göstermesi, - kâfirin küfrünü ve diğer günahlarını bağışlamasıdır. İşte bundan dolayı teşnii şiddetlendirmek, tâcibı (taaccüp ettirmeyi) tekid etmek üzere nazar, bunun keyfiyetine tevcih edilmiştir. (Bak; Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar?) iftira ancak yalanla olduğu hâlde âyette, iftira ile beraber bir de kizbin (yalanın) de sarahaten zikredilmesi, onların hâlini mübalağa ile takbih içindir. B- "Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter." Kendilerini tezkiye etmeleri, - Diğer büyük günahları olmadan yalnız bu iftiraları başlı başına, apaçık büyük bir günah olarak onlara yeter. - Ya da en ağır cezaya müstahak olmaları için bu suçları yeter. 51"Kendilerine Kitab'tan bir nasib verilenleri görmüyor musun ? Onlar cibt ve tağuta (put ve şeytana) inanıyorlar. Ve küfredenler için : "- Bunlar îmân edenlerden daha doğru (ehda) bir yoldadır !" diyorlar." Bu kelâm, onların başka bir hâline taaccübtür. Onların, "Kendilerine Kıtab'tan bir nasib verilenler — Ellezîne ütü nasiîben ırune'l-kitâbi" olarak vasıflandırılmaları, daha önce de belirtildiği gibi bu vasfın, kendilerinden sâdır olan çirkinliklerle bağdaştırılamadığı içindir. "Onlar cibt ve tağuta inanıyorlar." istinaf cümlesi, taaccüp konusunu açıklar ve kelâmın siyakından anlaşılan bir suale cevap teşkil eder. Yani bu, "Onlar ne yapıyorlar ki bakılsın?" sualine bir cevaptır. "Cibt", Allah'tan (celle celâlühü) başka tapılan putlar ve ilâhlardır. Bir görüşe göre bu kelimenin aslı cibsdir. Cibs, kendisinde hayır bulunmayan şey demektir. Diğer bir görüşe göre ise cibt, Habeş lügatin (Belâğate'l-Habeşiyye)de sihirbaz demektir. "Tağut" da şeytan anlamındadır. Diğer bir görüşe göre ise tağut lügatte, insanı azdıran her şey demektir. Rivâyete göre, Yahudî Huyey b. Ahtab ile Kâ'b b. Eşref, Yahudilerden yetmiş kişilik bir heyetle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarındaki muahedeyi bozmak ve ona karsı savaşmak amacıyla Kureyşi bir andlaşmaya ikna için Mekke'ye gittiler, iki taraf arasında görüşme başlayınca, Kureyşliler dediler ki: "- Siz Ehl-i Kıtab'sınız ve bizden daha çok Muhammed'e yakınsınız. Onun için biz, sızın hile (mekri)nizden güvende değiliz ; bizim size güvenmemiz için gelin, bizim ilâhlarımıza secde edin !" Bunun üzerine Yahudiler de, onların istediklerini yaptılar. İşte Yahudilerin cibte ve tağuta îmân etmeleri budur. Onlar putlara secde ve İblis’e itaat ettiler. Bu sırada Ebû Süfyan, Kâ'b b. Eşref e: "- Sen Kitab okuyan bilgili bir adamsın; biz ise ümmiyız; bilgimiz yok. Sana göre hangimiz daha doğru yoldayız; biz mi yoksa Muhammed mı ?" dedi. Kâ'b b. Eşref: "- Muhammed ne diyor ?" diye sordu. Ebû Süfyan: "- Bir tek Allah'a ibâdeti emr ve şirki nehyediyor. " dedi. Kâ'b b. Eşref sordu: "- Sizin dininiz nedir ? " Ebû Süfyan: "- Beyt'e velayet eder, bakar ve koruruz "; "- Hacıların su ihtiyacını karşılarız (hacıları İska ederiz / nüskıi'l-hâcce)"; "- Misafirleri ağırlarız; " "- Esirleri serbest bırakırız" dedi ve diğer yaptıklarını anlattı. O zaman Kâ'b b. Eşref: "- Siz daha doğru bir yoldasınız !" dedi. İşte âyetin, "Ve küfredenler için: "- Bunlar, îmân edenlerden daha doğru bir yoldadır; diyorlar / Ve yekuulûne kdlezîne kefem hâülâi ehdâ mine-llezîne âmenû sebîlâ" bölümü, bunu ifâde eder. Âyette, Müslümanların îmân vasfı ile zikredilmesi., bu kelâmı söyleyen Yahudilerin ifâdesi değil, fakat Allah'ın (celle celâlühü) ifâdesi olup onları güzel vasıf ile tarif etmek ve en çirkin sıfatları taşıyan müşrikleri Müslümanlara tercih eden Yahudilerin büyük hatâsını açıklamak içindir. 52"İşte onlar, Allah'ın lâ'netlediği kimselerdir. Allah, kime lâ'net ederse onun için asla bir yardımcı bulamazsın." A- "işte onlar, Allah'ın lâ'netlediği kimselerdir." O Yahudilere, zikren yakın oldukları hâlde uzak için kullanılan (ülâike/ işte onlar) edatı ile işaret edilmesi, onların dalâletteki mertebelerinin pek uzakta olduğunu zımnen bildirmek içindir. Yani Allahü teâlâ, onları rahmetinden uzaldaştirıp tardetmiştır. Bu istinaf cümlesi, onların hâlini ve akıbetini beyân etmektedir. B- "Allah, kime lâ'net ederse onun için asla bir yardımcı bulamazsın ." Allahü teâlâ'nın, rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye artık hiçbir zaman, gerek dünya azabını, gerekse âhiret azabını, şefaatle veya başka bir şekilde önleyecek bir yardımcı bulamazsın. Bu âyet, o Yahudilerin, Kureyş'ten talep ettiklerini ebediyen bulamayacaklarını açıkça belirtir. 53"Yoksa onların mülkten bir nasibleri mi var? Öyle olsaydı insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğu (nakıîr) kadar bile bir şey vermezlerdi." A- "Yoksa onların mülkten bir nasibleri mi var ?" Burada da Yahudilerin başka çirkin hareketi anlatılıyor. Kendi kendilerini tezkiye etmelerinden ve diğer kötü davranışlarından dolayı zemmedildikten sonra başka bir konuya geçiliyor. Bu defa onlar hükümranlıkta bir nasip iddia etmeleri, aşırı cimrilik ve aç gözlülükleri sebebiyle zemmediliyor. Bu istifham, inkâr için olup onların, hükümranlığın sonunda kendilerine döneceği iddialarını red ve ibtal eder. B- "Öyle olsaydı insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğu kadar bile bir şey vermezlerdi." Bu kelâm, onların bu hükümranlığa lâyık olmadıklarını, aksine ancak bundan mahrum kalmaya müstahak olduklarını beyân eder. Zira onların cimrilik ve açgözlülükleri o kadar aşırıdır ki, hükümranlıktan kendilerine bir nasib verilmiş olsa, ondan insanlara en ufak bir şeyi vermezler. Oysa kendilerine hükümranlık verilen kusanlar, başkalarına faydalı olmak zorundadırlar. "Nakıîr", hurma çekirdeğinin ortasındaki ince oyuğun adıdır. Azlık ve önemsizlik misâli olarak kullanılır. Bu İlâhî kelâm, onların karakterini bütün açıklığıyla ortaya koyar. Onlar, hükümdar oldukları zaman hâlleri böyle ise, zeki ve fakır oldukları zaman hâlleri nasıl olur tahinin edersin? Buradaki istifham, vukuun inkârı için değil, vaktin inkârı için de olabilir. Yani yoksa onlar, hükümdarlar gibi büyük miktarda malların, bağ ve bahçelerin ve muhteşem sarayların sahipleri oldukları hâlde, insanlara bir çekirdek oyuğunu dolduracak kadar bir şey bile vermezler mi? Tıpkı babasına bakmayan zengin bir adama: "- Bu kadar servetin olduğun hâlde de mi babana bir şey vermiyorsun?" dendiği gibi. Buna göre Âyetteki "izen / O hâlde" kelimesi, inkâr ve kınamayı kuvvetlendirmek için kullanılmiştır. Zira dünyadan nasib verilmesi, yardım sebebi olması gerekirken, onlar bunu, yardımı uzaklaştırma sebebi, yapmışlardır. 54"Yoksa onlar, Allah'ın fadlın (lutfun)dan insanlara verdiklerine hased mi ediyorlar? Oysa Biz İbrâhîm hanedanına Kitab ve hikmet vermiştik ve onlara pek büyük bir mülk de vermiştik." A- "Yoksa onlar, Allah'ın fadlın (lütfün)dan insanlara verdiklerine hased mi ediyorlar." Bundan önce Yahudiler zikredilen o kötü vasıflarından dolayı kınanmışlardı. Şimdi burada da hasedleri sebebiyle kınanıyorlar. Hased, sıfatların en kötüsü ve en çirkinidir. Özellikle Yahudilerin lâyık olmaktan uzak oldukları nimetleri kıskanmaları daha da kötüdür. "Nâs/ insanlar" dan murad, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerdir. Ancak bundan yalnız "kemâlât-ı beşeriyeye sâhib olmaları hasebiyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minler insandır; başkası değildir" anlamını çıkarmak elbette doğru değildir. Böyle bir yorum bundan sonra gelecek Al-i İbrâhîm kelâmı ile de bağdaştırılamaz. Bu kelâmın zikredilmesi, İlâhî lütfa liyakatta her iki fırkanın da ortaklığını belirten ilgiyi hatırlatmak içindir. Âyetteki istifham, vakti inkâr ve takbih içindir. Zira Yahudiler, Tevrat'ta gönderileceği va'dedilen son Peygamberin, kendi içlerinden çıkacağını umuyorlardı. Sonra Allah (celle celâlühü) bu şerefi başkalarına tahsis buyurunca, Yahudiler onlara hased etmeye başladılar. Bu soru daha açık bir ifâdeyle şöyle de sorulabilir: "- Yoksa o Yahudiler, Allah'ın (celle celâlühü) insanlardan, bir zaman bir topluma bir zaman da diğer bir topluma (yevmen fe yevmen) lütfün dan Peygamberdi:, Kitab, fazla izzet ve nusret verdiği için mı onlara hased ediyorlar?" B- "Oysa Biz, İbrâhîm hanedanına Kitab ve hikmet vermiştik ve onlara pek büyük bir mülk de vermiştik." Bu ifâdeler, inkâr ve takbihin sebebini açıklamakta, kendilerince müsellem olan bir hakikat ile onları ilzam etmekte ve onların hased ve yadırgama maddesini tamamen kesip atmaktadır. Çünkü onların hased ve yadırgamaları, kıskandıkları kimselerin, kendilerine verilen fazilete lâyık olmadığını vehmetmelerinden kaynaklanıyordu, ilâhî lütfa mazhar olanların, büyükten büyüğe veraset yoluyla buna lâyık oldukları beyân edilmek sûredyle, vehimlerinin tamamen yersiz olduğu isbat edilmiş oluyor. "Âteyna / vermiştik" fiilinde, daha önce kullanılan gaaib sıygası terk edilerek büyük hakanların ifâde tarzının (Biz zamirinin) kullanılması, bu hususa son derece ilgi gösterildiğini bildirmek içindir. Bu cümle ile anlatılmak istenen gerçek şudur: "Onların hasedleri, son derece çirkin ve bâtıldır. Çünkü bundan önce Biz, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in selefleri veya amca çocukları olan İbrâhîm hanedanına da Kitab ve Peygamberlik vermiştik ve bunların yanı sıra onlara son derece büyük bir hükümranlık da bahsetmiştik. O hâlde onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini nasıl yadırgıyor ve kıskanıyorlar?" Vermek fiilinin mükerrer olarak kullanılması lütuf ve ihsan makamının gereğidir. Bir de, nübüvvet ile hükümdarlığın farklı şeyler olduğunu zımnen bildirmek içindir. 1- Eğer vermek fiilinden, bizzat vermek maksûd ise Al-i İbrâhîm'den gelen Peygamberler söz konusu olur ve ikinci verme fiilinin "onlara" zamirinden de onlardan bazıları kasdedilmiş bulunur. Çünkü hükümranlık hepsine verilmemiştir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Âl-i İbrâhîm'e verilen mülkten murad, Yûsuf (aleyhisselâm), Davud ve Süleyman (aleyhisselâm) ın hükümdarlıklarıdır." 2- Eğer vermek fiilinden maksûd, gerek bizzat gerek bilvasıta vermeyi kapsayan genel bir mânâ ise- ki bu makama ve mâkabkne en uygun olan da budur; çünkü mâkablinde, insanlara lütûfta bulunulduğu belirtilmektedir- o takdirde Al-i İbrâhîm'den murad, hepsidir. Çünkü nübüvvet ve hükümranlık verilmek suretiyle bazılarının şereflendirilmesi, hepsinin şereflendirilmesi demektir. Çünkü hepsi hükümranlık eserleriyle ilgilenmiş ve nübüvvet nurundan faydalanmıştır. 55"Yine de onlardan bir kısmı ona îmân etti; bir kısmı da ondan yüz çevirdi, imân etmeyenlere alevk ateş olarak cehennem yeter." A- "Yine de onlardan bir kısmı îmân etti ; bir kısmı da ondan yüz çevirdi." Bundan önceki âyet-i kerîmenin nazmından ilk akla gelen ve ulemânın cumhûrunun da benimsediği izah budur. Ancak buna göre, ondan sonra gelen bu âyet, zahire göre, onların seleflerinden kimilerinin hâl ve durumlarını anlatmış ve bundan önceki âyetin asil gayesi olan ilzamda dahli olmamış olur. Yani o hasedçilerin atalarından bir kısmı, İbrâhîm'e Söâl verilen Peygamberliğe îmân etti; bir kısmı da ondan yüz çevirdi. 1- "Bihi ile anlıü" zamirlerini Âl-i İbrâhîm'e râci kılmak, bu âyetin mâkablinden çok sonra nazil olmuş olmasını gerektirk. Zira mezkûr kelâmın değil, onların îmânının ve ondan yüz çevirmelerinin geçmiş kipi ile anlatılması, ancak îmân ve yüz çevirmenin vukuundan sonra tasavvur olunabilir. İmân ve yüz çevirme de anılan kelâmı duyduktan sonra gerçekleşebilir. Mezkûr kelâmı duymak da, ancak nüzulden sonra mümkün olabilir. 2- Bu iki zamiri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a râci İvilmak da, aynı sonuçları doğurur. Çünkü zahire göre âyette geçen ilzamdan sonra onların hâli beyân edilmektedir. Bundan önceki âyetteki istifhamın, onların hasedinin tesbiti ve bundan dolayı kınanmaları, "Oysa Biz, Al-i İbrâhîm'e Kitab ve hikmet vermiştik..." cümlesinin de buna sebep ve gerekçe olması şeklinde bir tefsir de uzak bir ihtimâl değildir. Çünkü "Oysa Biz, Al-i İbrâhîm'e..." cümlesi, hased yoluyla olduğu belirtilmese de bu onların, Al-i İbrâhîm'e verilenlerden yüz çevirdiklerine delâlet eder. Buna göre sanki şöyle buyrulmuş olur: "Yoksa onlar, Allah'ın kendi lütfundan bazı insanlara verdiği şeylerden dolayı onlara hased edip onun için mi onlara îmân etmiyorlar? Zaten bu, onların her zamanki âdetleridir. Oysa Biz, Al-i İbrâhîm'e verdiklerimizi verdik; sonra onlardan, yani onların cinsinden kimileri ona verdiklerimize îmân ettiler; bir kısmı da ondan yüz çevirdiler. " Allahü teâlâ, cümle ilim sahiplerinden daha iyi bilir. Bu âyet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için büyük bir tesekidir. B- "imân etmeyenlere alevk ateş olarak cehennem yeter." Azaba mâruz kalacaklar için alevk ateş olarak cehennem yeter. Bu cümle, mâkabkne bir zeyl gibidir. 56"Âyetlerimizi inkâr edenleri şüphesiz ki ateşe atacağız. Derileri yandıkça azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm) dir. A- "Ayetlerimizi inkâr edenleri şüphesiz ki ateşe atacağız." 1- Eğer bu kâfirlerden murad Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr edenler ise inkâr ettikleri âyetlerden de kasdedılen: - ya Kur’ân'ın tamamı veya bir kısmıdır; - ya da Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in diğer mîcizelerini de kapsayan daha geniş bir alandır. 2- Eğer bu kâfirlerden murad, öncelikle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) i inkâr edenleri de kapsayan bütün kâfirler emsi ise, inkâr ettikleri âyetlerden kasdedılen: - hem zikredilenler; - hem de bütün peygamberlere verilmiş olan diğer mucizeleri de kapsayan çok daha geniş bir alandır. B- "Derileri yandıkça azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." Ateşte yanan derileri azab acısını duymaz hale geldikçe o yanmış deriler yerine onlara, madde olarak aynı olmakla beraber şekil ve görünüm itibariyle ondan farklı deriler vereceğiz. Yani yanmış maddeler, o derilerden giderilecek ki, derilerin azaba, duyarlılığı yine geri gelsin ve yanma acısı hiç kesilmeden (lâ yenkatıî) devam etsin. Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü) yanan o deriler yerine yeni deriler yaratacak. Hangi tefsire göre olursa olsun, azabı âsi nefis (ruh) duyacak; yalnız günahı işleyen organ duymayacaktır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Onların derileri, kâğıt gibi bembeyaz derilerle değiştirilir / Yübeddıkine cülûden beydâe keemsâk'l-karatıîs." Rivâyet olunuyor ki, bu âyet Ömer (radıyallahü anh) huzurunda okundu. Ömer, âyeti okuyana: "- Tekrar oku!" dedi. O da tekrar okudu. O mecliste bulunan Muaz b. Cebel "- Bu âyetin tefsiri bendedir ; Allahü teâlâ, onların ateşte yanan derilerini bir saatte yüz kere değiştirir " dedi. Bunun üzerine Ömer de: "- Ben de Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurduğunu bizzat işittim / Ha keza semi'tü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) " diye onu teyid etti. Hasen-ı Basrî diyor ki: "- Cehennem ateşi her gün onları yetmiş bin kere yakar (yer) ve her yanışta onlara : - Eski hâlinize dönün, denir ve onlar da eski hâllerine önerler." Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetine göre: "Cehennemde yanan kâfirlerin vücudları o kadar büyütülür ki, iki omuzları arasındaki uzunluk, sür'atli bir süvarinin seyri ile üç günlük bir mesafe olur." Yine Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cehennemde kâfirin dişi -veya azı dişi- Uhud dağı kadar olur ve onun derisinin kalınlığı da üç günlük mesafe kadar olur." Azabı duymanın azabı tatma biçiminde ifâde edilmesi, azabın azlığını beyân için değil, - fakat ateş azabına uğrayanların devamlı yanmakla duyarlılıklarında bir eksilme olmayacağını, her defasında azabı duymalarının, yeni bir şeyi tatmak gibi tam olacağını, - ya da azabın, bedene acı vermekle beraber yanı sıra bir tat da vereceğini bildirmek; - veyahut azabın şiddetine dikkati çekmek içindir. Çünkü tatma duyusu, duyuların en kuvvetlisidir yahut da bu azab acısının ruhun bütün deriniklerine işleyeceğine dikkat çekmek içindir. Allahü teâlâ, cehennemde yananların derilerini değiştirmeden de azab acısını duyma hassasiyetlerini, olduğu gibi bâld kılmaya veya bedenlerini ateşe karşı korumaya muktedir olduğu hâlde onların derilerini değiştirmesindeki hikmet: insanın, cehennemde yanarken zamanla duyarlılığını kaybedeceğini ve bedenin yanıp kül olmaktan korunduğu gibi, elem ve azab duymaktan da bu suretle kurtulabileceğini vehmetmesi olabilk. C- "Şüphesiz Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dır." Allah Teâla, Azız'dir; irâde buyurduğu hiçbir şey, kendisi için imkânsız değildir ve hiç kimse O'na engel olamaz. Ve Allah (celle celâlühü) Hakîm'dır; cezalandırdığı kimseleri hikmete uygun olarak cezalandırır. Bu cümle, kâfirlerin cehenneme sokulmalarının ve derilerinin tebdilinin illeti mahiyetindedir. Burada gaaıb üslubuna geçilerek ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, durumun korkunçluğunu ifâde etmek, mehabeti arttırmak ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. Zira ulûhiyet unvanı, Allah'ın (celle celâlühü) bütün kemâl sıfatlarının temelidir. 57"İmân edip sâlih ameller işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada onlar sürekli olarak kalacaklardır. Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Onları koyu gölgeler altında oturtacağız." A- "imân edip sâlih ameller işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız . Orada onlar sürekli olarak kalacaklardır " Kâfirlerin kötü hâllerinin beyânından hemen sonra mü'minlerin güzel hâllerinin anlatılması, kâfirlerin üzüntüsünü ve mü'minlerin sevincini tamamlamak içindir. Bunun anlamı şu olmak gerekir: "Bizim âyetlerimize îmân edip de gereklerini yerine getirenleri içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız." Bir kırâete göre "senüdhtik hüm / onları idhal edeceğiz, koyacağız, " fiili "seyüdhıili hüm / onları idhal edecek, koyacak" sekimde gaaib lapı ile de okunmuştur. B- "Orada onlar için tertemiz eşler vardır." Onların cennetteki eşleri, bedenî ve tabiî nahoş hâl ve şeylerden tertemiz olacaktır. C- "Onları koyu gölgeler altında oturtacağız." Onları, güneş altında, sıkıntı veren sıcakta değil ferahlık veren tatlı gölgelerde oturtacağız. Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah'ım! Bizi de lütfün ve kereminle bu nimetlerle rızıklandır! Bu cümlede de "gölgelere koyacağız" anlamındaki fiil, "gölgelere koya-cak"şeklinde gaaib kipi ile de okunmuştur. 58"Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla gören (Basıîr)dir." A- "Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." Âyetin başında tahkik ifâde eden "İnne" kelimesinin bulunması, ismti celilin (Allah adının) zahir olarak zikredilmesi ve emrin, ihbar suretinde ifâdesi (emreder), büyüklüğ (fehamet)e, emre uyma zaruretine ve konuya büyük ilgi gösterildiğine delâlet eder. Bu, genel bir hitab olup ifâde ettiği hüküm, bütün mükellefleri şâmildir. Emanetler kelimesi de fiilî, kavli ve itikadı bütün emanetleri; hem Allah'a hem de kullara ilişkin bütün hakları ihtiva eder. Bu âyet, aslında Kâ'be-i Muazzama'nin hadimi Osman b. Talha b. Abdüddar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Resûlulah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethi günü (Hicretin 8. yık Ramazanı) şehre girince, Osman b. Talha, Kâ'be'nin kapısını kilitleyip damına çıktı; anahtarı vermek istemedi ve: "- Eğer Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu bilsem, anahtarı vermemezlik etmezdim" dedi. Bunun üzerine Ali b. Ebi Tâlib, onun elini büküp anahtarı aldı ve kapıyı açtı. Ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâ'be'ye girip iki rek'at namaz kıldı. Sonra dışarı çıkınca Abbas (radıyallahü anh) Resülüllah'tan - Kâ'be'nin anahtarını kendisine teslimini; - Hacılara su dağıtma (şikayet) ile, - Kâ'be hizmetlerin (sidanet)i de uhdesine vermesini istedi. İşte o sırada bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun, üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ali'ye, anahtarı Osman b. Talha'ya geri vermesini ve ondan özür dilemesini istedi. Osman b. Talha da Ali'ye: "- Önce icbar ettin, eziyet ettin; sonra geldin, özür ditiyorsun!" dedi. Ali de, ona: "- inan ki, Allahü teâlâ, senin hakkında Kur’ân'dan bir âyet indirdi" dedi ve inen âyeti ona okudu. Bunun üzerine Osman b. Talha da: "- Eşhedü en lâ ilahe illa'llah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah" diyerek Müslüman oldu. O zaman Cebrâîl (aleyhisselâm) inip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a, Kâ'be hizmetinin ebediyen Osman b. Talha'nın evlâdında kalacağını bildirdi. Bir kırâete göre âyetteki "emanât / emanetler", "emanet" şeklinde tekil olarak da okunmuştur. Bu kırâete göre de, emanetten maksat malûm bir emanet değil fakat emanet cinsinden her şeydir. Diğer bir görüşe göre ise, emanetlerin ehline tevdii emri, yetkililerin, âmirlerin, yetki ve görevleri icabı olarak uhdelerinde bulunan hakları gerçek sahiblerine vermeleridir. Nitekim "ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder" cümlesindeki emir de, yetkililerin yetkilen dahilinde bulunan hakları gerçek sahiblerine ulaştırmaları emridir. Ancak burada emrolunan, özellikle murafaa vaktine mahsus olduğu için burada o kayıt zikredilmiştir. Fakat bundan önce emrolunan böyle değil; onda emrolunan, her hangi bir vakte bağlı olmadığı için mutlak ve kayıtsız olarak zikredilmiştir. B- "Gerçekten Allah, size ne güzel öğütler veriyor." Allah (celle celâlühü) size verdiği, emanetleri gerçek sahiblerine vermeniz ile dâvalarda adaletle hükmetmeniz öğütleri gerçekten ne güzel öğütlerdir! Bu cümle istinafı olup İlâhî emre uymaya pek güzel bir davettir. Burada ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, gönüllerdekı İlâhî mehabeti, arttırmak içindir, C- "Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla gören (Basıîr)dir." Şüphe yok ki, Allahü teâlâ, sizin bütün sözlerinizi işiten ve bütün fiillerinizi bilendir. Bu itibârla bu cümle aynı zamanda ceza ve mükâfat va'didir. Burada ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, az önce geçen mehabeti arttırmak içindir. Zira bu isim, hem ceza va'dini, hem de mükâfat va'dini tekid eder. 59"Ey îmân edenler! Allah'a itaat edin; Resule de itaat edin. İçinizden emir sahibi olanlara da, eğer bir şeyde niza eder (çekişir)seniz, Allah'a ve âhıiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Resulüne götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç olarak daha güzeldir." A- "Ey îmân edenler ! Allah'a itaat edin ; Resule de itaat edin. İçinizden emir sahibi olanlara da.." Allahü teâlâ, bundan önce âmirlere, yetkinlere, genel ve özel olarak, hakları gerçek sahiblerine vermelerini emir buyurduktan sonra burada da diğer insanlara onlara itaati emretmektedir. Ancak mutlak olarak değil, fakat Allah ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaati çerçevesindedir. Burada Müslümanlardan olan ülü'l-cmirden maksad, Hulefa-ı Raşidîn (Dört Büyük Halife) ile onların yolundan giden hakka bağlı hükümdarlar ve âdil âmirlerdir. Zâlim hükümdarlar ise, Allah ve Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra kendilerine itaat edilmek hakkından çok uzaktırlar. Diğer bir görüşe göre ise, Müslümanlardan olan ülü'lemir, şeriat hükümlerini bilen akimlerdir. Nitekim bir âyette meâlen şöyle buyurulur: "Oysa onu Resû'le veya kendilerinden olan ülü'l-emre götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bikirlerdi." (Nisa 4/83) B- "Eğer bir şeyde nizâ eder (çekişir)seniz, Allah'a ve âhıiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Resulüne götürün." Bu cümle, ülü'lemirden şeriat âlimlerinin kasdedilmesine mânidir. Çünkü mükalkdin (taklit ehlinin), müetehidin verdiği hükme karşı çıkma hakkı yoktur. (Oysa ülü'lemirden şeriat uzmanı âlimler kastedildiği görüşüne göre, onların verdiği hükümlerde de anlaşmazlığa düşüldüğünde, onu Allah'a ve Resûl'e götürün, demek olur.) Ancak eğer bu hitab, iltifat yoluyla (önceki hitaptan farklı olarak) ülü'lemre müteveccih olursa, bir sakınca kalmaz. Fakat bu, uzak bir yorumdur. Eğer herhangi bir dünyevî işte, sizler ile ülü'lemir arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, artık onun çözümü için Allah'ın Kitabı Kur’ân'a ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine başvurun. Şer'î delillerden biri olan kıyası inkâr eden İslâm âlimleri, bu âyeti delil gösteriyorlar. Oysa hakikatte bu âyet, kıyasın hüccet olduğuna delildir. Bunun aksi nasıl olabilir ki, ihtilaflı bir hükmü, nassa (kesin kükme) götürmek, ancak nassı misal göstermek ve onun üzerine bina etmekle olur ki, zaten kıyas da budur. Allah Teâla'ya ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a itaatten sonra bunun emredilmesı de bu gerçeği teyid eder. Çünkü bu emirler şuna delâler eder: Hükümler üçe ayrılır: 1- Kitab ile sâbıt hükümler, 2- Sünnet ile sabit hükümler, 3- Bunların ikisi üzerine bina edilmek suretiyle sabit hükümler. "Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsanız" şartı, anlaşmazlığı çözmek için verilen emirle bağlantılıdır. Zira muhalafetten salcindırmaya muhtaç olan odur. Yani eğer Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsanız, artık o anlaşmazlığı Allah'ın Kitabına ve Resûlüllah'ın Sünnetine götürün. Çünkü onlara îmân, bunu gerektirir. Allahü teâlâ'ya îmânın bunu gerektirmesi zaten açıktır. Kıyamet gününe îmân da bunu gerektirir. Çünkü bu emre muhalefetten dolayı kıyamette azab vardır. C- "Bu daha hayırlı ve sonuç olarak daha güzeldir." Bu emredilen Kitab ve Sünnete başvurma, sizin için hayırlı, maslahatlı ve haddi zâtında netice bakımından da daha güzeldir. Kendileri için hayırlı olma, netice itibariyle güzel olmadan daha önce zikredilmiştir. Çünkü onlar, daha çok menfaatin peşin olanına bakarlar. 60"Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia (zu'm)edenleri görmez misin? Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı. Şeytan da onları (haktan) çok uzak bir dalâlete düşürmek istiyor." A- "Kendilerini sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia (zu'm)edenleri görmez misin." Burada hitab üslubu değiştirihyor ve kesin emre muhalefetle Allah'a ve Resulüne itaat etmeyenlerin hâllerini yadırgatmak (taaccüb ettirmek) için hitab, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih ediliyor. Onların, Kur’ân'a ve ondan önce indirilmiş olan Tevrat'a îmân etmek iddiasıyla vasiflandırılmaları, taaccübü tekid etmek ve kınama ile takbihi ağırlaştırmak içindir. Çünkü onların iddiası ile kendilerinden sâdır olan fiiller arasında tam bir çelişki vardır. B- "Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı." Bu istinaf cümlesi, "onlar ne yapıyorlar ki?" sualine cevabtır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: Bir münafık, bir Yahudîden dâvâcı oldu. Yahudî, onu Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hükmüne davet etti. Münafık da, onu Yahudî Kâ'b b. Eşrefin hükmüne çağırdı. Sonra Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğine başvurmaya karar verdiler. Fakat münafık, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği hükme razı olmadı ve Ömer'in (radıyallahü anh) hakemliğine başvurmayı teklif etti. Nihayet Ömer'e (radıyallahü anh) geldiler ve Yahudî, olanları anlattı. Ömer, münafık şahsa: "- Öyle mi? "diye sordu. O da: "- Evet!" dedi. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): "- Siz ıltiniz ben yanınıza çıkıncaya kadar yerinizden ayrılmayın !" dedi ve evine gidip kılıcını aldıktan sonra onların yanına geldi ve o münafığın boynunu vurdu. Sonra da: "- Allah ile Resulünün hükmüne razı olmayana ben böyle hükmederim." dedi. İşte o sırada bu âyet-i kerîme nazil oldu ve Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e: "- Ömer, hak ile bâtıl arasını ayırdı." dedi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ömer'e (radıyallahü anh): "Sen Faruk'sun (Ente'l-farûk / Hak ile bâtılın arasını ayırdın)!" buyurdu. Tağut, Yahudî Kâ'b b. Eşref'tir. Onun Tağut olarak isimlendirilmesi, 1- Tuğyanda (azgınlıkta) ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı düşmanca davranışlarda çok aşırı gittiğinden, 2- Şeytana benzetilmesinden ve onun ismiyle isimlendirilmesinden, 3- Başkalarının hakemliğini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hakemliğine tercih etmek şeytanın hakemliğine razı olmak sayilmasındandır. Tabiînden Dahhâk diyor ki: "- Tağut'tan maksad, Yahudilerin kâhinleri ve sihirbazlarıdır." Yine Tabiînden Şâ'bî diyor ki: "- O münafık şahıs, hasmını, Cüheyne kabilesinden bir kâhinin hakemliğine çağırmıştı." Yine Tabiînden Süddî' diyor la: "- Anlaşmazlık öldürülen bir şahıs ile ilgili olarak Benî Kurayza ile Benî Nadîr Yahudileri arasında vuku bulmuş ve iki fırkadan Müslüman olanlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hakemliğini teklif etmişlerdi. Münafıklar ise, ancak, Eşlem kabilesinden kâhin Ebû Bürde'nin hakemliğini kabul edebileceklerini söylemişlerdi ve sonunda bunun hakemliğine başvurmuşlardı." Hâdisede hakeme başvurulduğu hâlde taaccüb ve takbih makamında bunun zikredilmeyip yalnız hakeme başvurma isteğinin belirtilmesiyle yetinilmesı (Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar), şu noktaya dikkat çekmek içindir: Bunu istemek bile taaccüb gerektiren ve hiç almaması gereken bir davranıştır. Onu değil istemek bilfiil yapmak acaba ne sonuç doğurur? Bu izah, münafıkların, Tevrat'a îmân etmek iddialarına daha münasip düşmektedir. Zira bu izah, onların Yahudî münafıklarından olmalarını gerektirdiği gibi, onların istedikleri hakem hükmünün de, Tevrat'a îmân iddialarına ters düştüğü sonucunu ortaya koyar. Fakat onların, Yahudî Kâ'b b. Eşrefin hakemhğini istemeleri, anılan sonucu bu açıklıkta ortaya koymaz. (Çünkü Yahudî hâkimi Kâ'b b. E, şrefin de Tevrat'a göre hükmetmesi akla gelebilir.) Bir de, "Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı" ifâdesinden ilk akla gelen, onların her iki kitab ta (Kur’ân'ıle Tevra'ta) da inkâr ile memur olmalarıdır. Bu ise, ancak şeytan ve onun meşhur dostları olan kâhinler ve sihirbazlardır; diğerleri değil. C- "Şeytan da onları (haktan) çok uzak bir dalâlete düşürmek istiyor." Bu cümle, daha önce geçen "Tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar" cümlesine atıftır ve bu da taaccüb hükmüne dahildir. Zira onların, kendilerini saptırmak isteyene uymaları ve hidâyetlerini isteyenden yüz çevirmeleri, en büyük acaibliktir. 61"Onlara:"- Allah'ın indirdiğine ve Resulüne gelin!"dendiğinde, o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." Bundan önce onların, Tağut'un hakemhğini istemeleri ile, Allahü teâlâ'nın Kitabından ve Allah'ın Resulünün hakemliğinden zımnen yüz çevirdikleri anlatılmıştı. Şimdi burada da onların bu tutumları sarahatle dile getiriliyor. "O münafıklar..." denmek suretiyle, zamir makamında bu kelimenin zahir olarak zikredilmesi, onların nifakını tescil etmek, bu vasıfla onları zemmetmek ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. (Yani bu davranışlarının sebebi, onların münafık olmalarıdır.) Buradaki görmek, - ya baş gözü ile görmektir; yüz çevirmek de, münafıkların hâlidir; - ya da bu, kalb gözü ile görmektir. Ancak birinci yaklaşım, münafıkların hâllerinin ortaya çıkması itibariyle daha uygundur. 62"Nasıl, elleriyle yaptıkları kötülükler yüzünden kendilerine bir musıîbet erişince hemen sana gelerek : "- Biz, yalnız iyilik etmek ve ara bulmak istedik!" diye Allah'a yemin ettiler ?" Burada, onların cinayetlerinin gailesi ve vahim akıbeti açıklanıyor. Yani onların elleriyle işledikleri cinayetler ve ezcümle senin hükmünden yüz çevirip tağut'un hakemhğini istemeleri sebebiyle nifaklarının ortaya çıkması sebebiyle nifaklarının ortaya çıkmasından dolayı özür dilemek için hemen koşup geldiklerinde ve: "- Biz, senden başkasını hakem seçmekle dâvayı güzellikle halletmeyi ve hasımların arasını bulmayı amaçladık yoksa sana ve senin hükmüne muhalefet etmek istemedik. Onun için yaptıklarınızdan dolayı bizi muâhaze etme!" diyerek Allahü teâlâ'ya yemin ettiklerinde hâlleri ne olacak? Bu, onlar için bir ceza va'di olup yaptıklarına pişman olacaklarını, ancak pişmanlık ve özür dilemenin kendilerine bir faydası olmayacağını bildirir. Bir görüşe göre, (daha önce belirtildiği şekilde Ömer'in (radıyallahü anh) öldürdüğü) münafığın velileri gelip Allahü teâlâ'nın heder ettiği kanının bedelini istemişler ve: "- Bizim maktul arkadaşımız, hakemlik için Ömer (radıyallahü anh)e başvurmakla, ona iyilik yapmış, hasmı ile arasını bulmasını istemişti."demişlerdi. 63"İşte onların kalblerinde olanları Allah biliyor. Artık sen onlara aldırma; kendilerine öğüt ver ve onlara te'sirli söz (kavl-i beliğ) söyle." A- "İşte onların kalblerinde olanları Allah biliyor." Burada uzak için "ülâlike / işte onlar" kelimesinin kullanılması, o kâfirlerin küfür ve nifakın pek uzak bir mertebesinde olduklarına işaret etmek içindir. Allah (celle celâlühü), o münafıkların kalblerinde taşıdıkları sana söyledikleri yalanlara tam bir tezat olan çeşitli şer ve fesatları gayet iyi bilmektedir. B- "Artık sen onlara aldırma (Feea'riıd anhüm); kendilerine öğüt ver (veı'zhüm) ve onlara te'sirli söz (kavl-i beliğ) söyle." Bu cümle, hazfedilmiş bir şartın cevabıdır. İki şekilde yorumlanabilir: Resûlüm, 1- Onlar böyle olduğuna göre, artık sen de özürlerini kabul etme. 2- Onlar böyle de olsalar sen onları cezalandırma; çünkü cezasız bırakılmalarında maslahat var. Ve onların kalblerindekıleri bildiğini de açığa vurma, onların sırlarını ifşa etme ki, onlar hep endişe ve korku içinde kalsınlar. 3- Onları nifak ve hileden caydırmak için kendilerine, habis nefisleri ve Allahü teâlâ'nın gayet iyi bildiği kalbleri hakkında, teskli, maksad ve amaca uygun sözler söyle. Yanlarında kimsenin bulunmadığı bir yerde onlara nasihat et; çünkü bu nasihat daha etkili olur. Hulâsa, onların nefislerini, kalblerini etkileyen öyle sözler söyle ki, ondan tasalansınlar ve korkuya kapdsınlar. Bu da, - onları ölümle tehdid etmek; - kalplerindekı şer ve nifakın Allahü teâlâ'ca bilindiğini, bunun cezasının pek ağır olduğunu, - içlerinde gizledikleri küfre rağmen zahiren îmân ve itaat göstermelerinden dolayı cezalarının ertelendiğini, - nifak tünelinden çıkıp düşmanlıklarını açıkça icra ettikleri takdirde şiddetli bir azaba mâruz kalacaklarını hatırlatmakla olur. Şüphe yok kı, Allahü teâlâ'nın cezası pek çetindir. 64"Biz her Peygamberi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat olunması için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'tan bağışlanma dile (istiğfar et) selerdi. Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı elbette Allah'ı tevbeleri çok kabul eden (Tevvab), çok merhametti (Rahîym) bulurlardı." A- "Biz her Peygamberi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat olunması için gönderdik." Bu ibtidaî (bağımsız) kelâm, onların boş özürlerle cinayetlerini örtmelde meşgul oknaları ve tevbe ederek telâfi cihetine gitmemeleri noktasındaki hatâlarını beyân için bir ön hazırlıktır. "Biz, Peygamberlerden her birini, başka bir şey için değil, ancak Allahü teâlâ'nın izniyle onlara itaat edilmesi için gönderdik." Çünkü peygamberler, Allahü teâlâ'nın emirlerini tebliğ ederler. Bundan dolayı Peygamberlere itaat, haddi zâtında Allahü teâlâ'ya itaattir ve onlara isyan da Allah'a isyandır. Nitekim bir âyette meâlen söyle buyurulur: "Küm Resûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa 4/80) Yahut bu cümle: "Biz, her Peygamberi, ancak Allahü teâlâ'nın müyesser ve muvaffak kılmasıyla kendisine itaat edilmesi için gönderdik." demektir. B- "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'tan bağışlanma dile (istiğfar et)selerdi, Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı elbette Allah'ı tevbeleri çok kabul eden (Tevvab), çok merhametli (Rahîym) bulurlardı." Eğer onlar, sana itaat etmemekle ve senden başkasının hakemliğini istemekle, kendilerini, nifak azabına ilâveten diğer bir azaba da mâruz kıldıklarında; - boş özürlerle, yalan yeminlerle cinayetlerini örtbas etme gayreti içine girmeden; - eski cinayetlerine yenilerini katmadan; - eski ve yeni bütün cinayetlerinden arınmak için hiç gecikmeden; - sana gelse, seni vesile yaparak ihlas ile tevbe edip yalvarsa idiler; - sen de Resûlüm bir şefaatçi olarak onlar için mağfiret dileseydin, şüphesiz ki, Allahü teâlâ'yı ziyadesiyle tevbelerı çok kabul edici ve çok merhametk bulurlardı. "Sen de onlar için mağfiret isteseydin" yerine, "Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı — vestağfera lehümü'r-rasûle" sekimde gıyabî ifâdeye dönülmesi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın şânını ve istiğfarını tâzîm ve onun şefaatinin mutlaka kabule şayan olduğuna dikkat çekmek içindir. Bu ilâhî kelâm, okuyan ve dinleyenleri, - ziyadesiyle tevbe ve istiğfara teşvik; - münafıkları yaptıklarına fazlasıyla pişman ettirmek anlamını ifâde eder. Çünkü bunda tevbelerinin kabul olunacağı ve onlara İlâhî rahmetin ineceği, onların da bunun eserlerini görecekleri müjdesi vardır. Bu ilâhî nimet ve rahmetin büyük bir rağbetle karşılanması gerekliken kaçırılması elbette büyük bir üzüntüyü mûcibtir. 65"Öyle değil (Felâ)! Rabb'ına andolsun ki (Ve rabbike) aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça, verdiğin hükümden dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu tamamen kabullenmedikçe îmân etmiş olmazlar." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Yüce Allah'ın emriyle hükmettiği hâlde tahkim sıygasının kullanılması şu hakikati bildirmek içindir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in mutlak hâkim olduğu nazara alınmasa bile, onu kendi aralarında hakem kabul ederek hükmüne rızâ göstermeleri lâzımdır. Daha açık bir deyişle bunun anlamı şudur: "Ey Resûlüm! Rabbine yemin olsun ki: - Taraflar, aralarındaki ihtilafları halletmek, için senin hükmüne baş vurmadıkça, - Senin yapacağın muhakeme ve murafaaya muvafakat etmedikçe, - Senin verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir sıkıntı, yahut hiçbir şüphe duymadan hem zahiren, hem de bâtmen ona tam bir itaat ve teskmiyet göstermedikçe îmân etmiş olmazlar." Bir görüşe göre, bu âyet-i kerîme, söz konusu o Yahudî ile münafık hakkında nazil olmuştur. Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet Zübeyr (radıyallahü anh) ile zahiren Müslüman geçinen Medîneli bir şahıs hakkında inmiştir. Şöyle ki: Bu ikisi Harre mevkiindeki hurma bahçelerini sulamayla ilgili olarak aralarında çıkan uyuşmazlığm halk için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) başvurmuşlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Ya Zübeyr! Sen bahçelerini sula, sonra suyu komşuna bırak !" buyurmuş. Medîneli, kızmış ve : "- Senin halanın oğlu olduğu için mi ?" demiş. O zaman Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yüz ifâdesi değişmiş ve bu sefer : "- Ya Zübeyr! Sen bahçelerini sula, sonra sular duvarlara dayanıncaya kadar suyu tut ve hakkını tam olarak kullandıktan sonra suyu komşuna bırak !" buyurmuş. Peygamber Zübeyr (radıyallahü anh)e verdiği ilk emirde, hasmının hakkı olmadığı hâlde ona lûtufkâr davranmasını istemişti. Fakat o Medîneli, Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) iltimas yapmakla itham edince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyir'in (radıyallahü anh) hakkını sarih bir hükümle tam olarak vermiştir. Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in huzurundan çıktıktan sonra yolda Mikdad b. Esved (radıyallahü anh)in yanından geçerken o: "- Resûlüllah kimin lehine hükmetti?" diye sormuş ve zahiren Müslüman geçmen Medîneli de, ağzının bir tarafını bükerek: "- Halasının oğluna hükmetti! "demiş. Mikdad'ın (radıyallahü anh) yanında bulunan bir Yahudî de, onun ne demek istediğini anlamış ve şöyle demişti: "- Allah, bunları kahreylesin ! Bunlar, Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet ediyorlar, sonra da aralarında hükmederken verdiği bir hükümden dolayı onu itham ediyorlar. Allah'a yemin olsun ki, Mûsa'nın hayâtında biz bir kere böyle bir günah işledik; Allah, ondan dolayı bizi tevbeye davet etti ve: "- Nefislerinizi öldürün !"dedi. Biz de o emri yerine getirdik (Fefea'lna) ve bizden öldürülenlerin sayısı (kâfirlerle yaptığımız savaşlarda) yetmiş bin kişiye ulaşti ve nihayet Rabbimiz bizden razı oldu." Bunun üzerine Sabit b. Kays b. Şemmas ((radıyallahü anh) öl.633): "- Vallahi, şüphe yok ki, Allah benim doğru konuştuğumu bilir; eğer. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), nefsimi öldürmemi bana emretse, kesinlikle nefsimi öldürürüm !" dedi. Bir rivâyete göre, bunu söyleyenler Sabit b. Kays, İbni Mesüd ve Ammar b. Yask (radıyallahü anh) idiler. O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "- Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, benim ümmetimden öyle erler var ki, onların kalblerindeki îmân, sarsılmaz dağlardan daha sağlamdır." İşte bu âyet-i kerîme, bu zâtların şânı hakkında nazil olmuştur. 66"Eğer Biz, gerçekten onlara: "- Kendinizi öldürün!" veya "Yurdlarınızdan çıkın!" diye emretmiş olsaydık, onlardan pek azı müstesna onu yapmazlardı. Eğer onlar kendilerine verilen öğüdü tutmuş olsalardı haklarında daha hayırlı sebatları da daha sağlam olurdu." A- "Eğer Biz, gerçekten onlara: Kendinizi öldürün!" veya "Yurdlarınızdan çıkın!" diye emretmiş olsaydık, onlardan pek azı müstesna onu yapmazlardı !" Eğer Biz, İsrâiloğulları buzağıya tapmaktan tevbe ettikleri zaman kendilerim öldürmelerini veya yurtlarından çıkmalarını kendilerine farz kıldığımız gibi onlara da bunu farz kılmış olsaydık, onlardan ıhlask mü'minler olan pek azı dışında diğerleri bunu yapmazlardı.. Rivâyete göre Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "- Vallahi, eğer Rabbimiz, bunu bize emir buyursaydı, biz kesinlikle bunu yapardık ; ancak Allah'a hamdolsun ki, bunu bize emir buyurmadı." Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "kendinizi öldürün" ifâdesi, "cihad ederek kendinizi öldürülmeye mâruz bırakın" demektir. Ancak bu teftik, hakikatten uzaktır. B- "Eğer onlar kendilerine verilen öğüdü tutmuş olsalardı haklarında daha hayırlı, sebatları daha da sağlam olurdu." Eğer onlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a tâbi olmak, ona itaat etmek, onun görüşüne ve hükmüne zahiren ve batınen (gönülden) boyun eğmek hususunda verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı, bu hem dünyaları hem âhiretlerî için daha hayırlı olurdu. 67"O zaman Biz de kendilerine katımızdan büyük bir mükâfat (ecr-i a'zıîm) verirdik." Bu kelâm, mukadder (gizli) bir sualin, "- Pekiyi, onları yapmakla îmânları daha sabit hale geldikten sonra ne olacaktı?" sualine cevaptır. Yani onlar, tereddütten, şüpheden uzak sağlam bir îmân üzere sebat ettikleri takdirde Biz de onlara katımızdan elbette pek büyük bir mükâfat verirdik. 68"Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik." Biz de onları dosdoğru bir yola iletirdik ve onlar bu yoldan yürüyerek kudsiyet ve nezaket âlemine varırlar ve gayb âleminin kapıları onlara açılırdı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, bildikleriyle amel eden kimseyi, bilmediği ikililere de vâris kılar." 69"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerini in'am ettiği (nimetlendirdiği) nebilerle, sıddıîklerle, şehidlerle ve sâlihlerle beraber olur. İşte onlar arkadaş (refik) olarak ne güzeldir." A- "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerini in'am ettiği (nimetlendirdiği) nebilerle, sıddıîklerle, şehidlerle ve sâlihlerle beraber olur." Bu kelâm istinafı olup Allah (celle celâlühü) ile Resulüne itaati ziyadesiyle teşvik eder. Çünkü en yüksek kadir ve kıymete sahip kimselere komşuluk demek olan bu netice, insanların gayretleriyle varabildikleri en son merhale ve azimleriyle çıkabildikleri en yüksek mertebedir. Bu âyet, geçen şart cümlesindeki ibhâmı tefsir ve icmâk tafsil eder. Buradaki itaatten maksat, bütün emirlere ve yasaklara tamamen boyun eğmek ve onlara eksiksiz olarak uymaktır. Burada "ülâike — işte onlar" kelimesinin kullanılması, onların derecelerinin yükseldiğini ve şerefin uzak bir mertebesinde olduklarını zımnen bildirmek içindir. Âyette, bunlara verilen nimetlerin zikredilmemesi, o nimetlerin izah ve beyânının ifâdelere sığmayacağına işaret içindir. Burada, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) a itaat etmenin hükmünü açıklanırken, diğer Peygamberlerden de bahsedilmesi, nüzul sebebinde onların da zikri geçtiği içindir. Bir de, diğer peygamberlerin zikri şuna işaret eder: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e itaat, diğer peygamberlere de itaati içerir. Çünkü Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), asırların değişmesiyle değişmeyen şeriati, onların şeriatlerine de şâmildir. Rivâyete göre Ashâbdan bazıları: "- Ya Resûlallah! Biz cennete girsek de, sizin Peygamberlik dereceniz bizden çok çok yüksek olacaktır; onun için biz sizi cennette her hâlde hiç göremeyeceğiz (İşte bu âyet, onların peygamberlerle beraber olacaklarını bildirerek endişelerini gidermiştir.) Tâbünden Şâbî diyor ki: Kusardan bir zât ağlayarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın yanına gelmiş. Resûlüllah: "- Ey filan! Niçin ağlıyorsun?" diye sormuş; o da: "- Ya Resûlallah! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, ben seni, kendi malımdam, ailemden, çocuklarımdan ve kendi nefsimden bile daha çok severim. Ben ailemin içinde iken seni hatırladığım zaman beni adeta cinnet gibi bir hâl kaplıyor ve gelip seni görmeden bu hâl benden gitmiyor. Düşündüm ki, öldükten sonra sen, Peygamberlerin en yüksek derecesine çıkacaksın; ben, cennete girsem bile, senin mertebenden çok aşağı bir mertebede olacağım..." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona cevap vermemiş. İşte bunun üzerine bu âyet-ı kerime nazil olmuş. Yine rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın âzatlı kölesi Sevban, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i çok sever ve ayrılığına dayanamazdı. Bir gün yüzünün rengi atmış, bitap durumda ve üzüntüsü yüzünden okunur hâlde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in yanına geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun bu hâlinin sebebini sordu. O da şöyle cevapladı: Ya Resûlallah! Benim bir hastalığım yok; yalnız ben seni göremeyince, çok özlerim ve görünceye kadar büyük bir yalnızlık ve hasret duyarım. Sonra ben âhireti düşündüm; korkarım, orada seni hiç göremeyeceğim. Çünkü biliyorum ki, sen diğer Peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacaksın. Ben ise, cennete girsem bile, senin mertebenden çok aşağı bir mertebede olacağım; cennete girmediğim takdirde ise, zaten seni hiç göremeyeceğim." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve akabinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "- Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, bir kul, beni kendi nefsinden, ebeveyninden, ailesinden, çocuğundan ve diğer bütün insanlardan daha çok sevmedikçe hakkıyla îmân etmiş olamaz." Buna benzer şeyler, diğer Sahabîler (radıyallahü anh) den de rivâyet olunmuştur. Rivâyete göre, Enes b. Mâlik: Ya Resûlallah! Bir kimse, görmediği birilerini severse?" diye sormuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Kişi, sevdiği ile beraberdir (el-Mer'ü mea' men ehabbe)." Buyurmuş ve kendisini görmeden sevenleri de müjdelemiştir. Sıdchîkler, tasdiklerinde kıdemk, söz ve fiillerinde ihlâslı, Ebû Bekir el-Sıddîk (radıyallahü anh) gibi faziletk ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e yakınlığı ile bilinen örnek insanlardır. Şehidler, Allah adını ve O'nun kelâmını yüceltmek uğruna canlarını feda edenlerdir. Sâlihler, ömürlerini Allah'a ibâdet ve taâtte geçiren ve mallarını da O'nun rızâsını kazanmak uğruna harcayanlardır. Peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişiler ile beraber olmak, onların derecesine yükselmek veya mutlak mânâda cennete girmek vasfını onlarla paylaşmak demek değildir; fakat cennette aralarındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, birbirlerini görmek ve ziyaret etmek imkânına sahip olmaları demektir. B- "İşte onlar arkadaş (refik) olarak ne güzeldir." "Refîk", arkadaş demektir; "rıfk" kökünden gelir. Refik, yumuşak., söz ve fiil olarak muaşereti hoş kimse anlamındadır. Bu cümle, mâkabk için açıklayıcı bir zeyl olup teşviki vurgular. Bir görüşe göre, bunda taaccüp mânâsı da vardır. 70"Bu, Allah'tan bir lütuf (fadl)tur. Bilen (A'lîm) olarak Allah, yeter." A- "Bu Allah'tan bir lütuf (fadl)tur." "Zâkke — işte o" aslında uzak işareti olduğu hâlde burada kullanılması, bu rütbenin yükseldiğini ve şerefteki mertebesinin yüceliğini zımnen bildirmek içindir. İtaatli kullara bahşedilen: - mükemmel hidâyet, - pek büyük mükâfat, - Allah'ı (celle celâlühü) en büyük nimetlerine mazhar kimselerle arkadaşlık etme ayrıcalığı, sadece Allahü teâlâ'dandır. Bütün bunlar O'nun lütfudur; yoksa kulların amellerinin zorunlu sonuçları değildir. B- "Bilen (A'lîm) olarak Allah, yeter." Allah (celle celâlühü), kendisine itaat edenlerin mükâfatlarını, İlâhî lütfün miktarlarını ve ehil olanların istihkakım gayet iyi bilir. 71"Ey îmân edenler! Tedbirlerinizi alın, müfrezeler hâlinde hareket edin yahut topyekûn seferber olun." A- "Ey îmân edenler ! Tedbirlerinizi alın ; " Düşmana karşı tayakkuz hâlinde bulunun, savunma tedbirlerinizi alın ve size karşı âni bir hareket mıkânmı onlara vermeyin. Bir görüşe göre ise düşmana karşı gerekli silâhları ve imkânları hazırlayın. B- "Müfrezeler hâlinde hareket edin." "Sübât", "sübet" in çoğuludur; sübet, sayıca ondan daha çok erkekler topluluğuna denir. Yani müfrezeler, dağınık birlikler hâlinde savaşa çıkın. C- "Yahut topyekûn seferber olun." Durumun icabına göre ya küçük birlikler hâlinde, yahut topyekûn en büyük birlik hâlinde hep birlikte savaşa çıkın. Savaştan geri kalmayın; yoksa kendi nefsinizi tehlikeye atmış olursunuz. 72"Şüphesiz sizden öyleleri var ki pek ağırdan alı(batıl davranı)yorlar. Sonra sizden birine bir musıîbet erişirse: "- Allah, bana lûtf (in'am)etti, (iyi ki) onlarla beraber değildim" der." A- "Şüphesiz sizden öyleleri var ki pek ağırdan alı (batıî davranı) yorlar." Bu hitab, mü'min veya münafık olsun, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın bütün askerleri içindir. Cihad konusunda ağırdan alanlar, cihaddan geri duran münafıklardır. Yahut sizlerden öyle kimseler vardır ki, andolsun insanları savaştan alıkoyarlar. Nitekim münafıkların başı Abdullah İbni Übey, Uhud savaşı günü bazı insanları savaştan geri çevirmişti. Ancak birinci görüş, mâba'dıne (âyetin devamına) daha uygundur. B- "Sonra sizden birine bir musıîbet erişirse : "- Allah bana lûtf (in'arn) etti, (iyi ki) onlarla beraber değildim " der." Sonra vuku bulan savaşta size, ölüm ve hezimet gibi bir musibet dokunursa o zaman, savaştan geri duruşuna sevinerek ve kendi kararını överek: "- Gerçekten ben, evimde oturarak savaşa katılmamakla Allah bana lütfetmiş; çünkü savaşa katilsaydım, onların başına gelenler, benim de başıma gelecekti" der. 73"Eğer size Allah'tan bir lütuf (fadl) erişirse o zaman da sizinle kendisi arasında hiç sevgi ve dostluk (meveddet) yokmuş gibi şöyle diyecektir : "- Ne olurdu ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı kazansaydım." Lütfü Allahü teâlâ'ya nisbet etmek, musibeti etmemek, Kur’ân-ı Kerîm'in genel üslub tarzıdır. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur." (Şuara 26/80) Allahü teâlâ tarafından fetih ve ganimet gibi bir lütuf size eriştiği zaman evinde oturup savaştan geri kaldığına pişman olarak, dünyalığa olan aşırı ihtirasından dolayı, ganimet mallarından kaçırdıklarına hayıflanarak: "- Keşke onlarla beraber olsaydım da, ben de büyük bir başarı kazansaydım!" der. 1- "Sizinle kendisi arasında hiç sevgi ve dostluk yokmuş gibi / Keen lem tekün beyneküm ve beynehu meveddetün" îtirazî (ara)cümlesinin fiil ile mefulün arasına girmesi, daha kelâmın başında, onun mü'minlerle beraber olmak istemesinin, aradaki sevgi ve dostluk gereği değil, dünya malına olan ihtirasından kaynaklandığını belirtmek içindir. Bu, gazab ve istihza yoluyla söylenmiştir. 2- Bir görüşe göre ise, bu ara cümlesi, teşbihi bir cümledir. Yani "o, tıpkı sizinle arasında dostluk bulunmayan bir adam gibi diyecek ki..." anlamındadır. 3- Bir diğer görüşe göre de, meal şöyledir: Münafıkları ve imâm zayıf mü'minleri savaştan alıkoyan o kimse onlara diyecektir: "- Sanki Muhammed'le aranızda bir sevgi ve dostluk yokmuş gibi başarıya ortak olmamanız için sizi yanında savaşa götürmedi. Keşke ben onlarla beraber olsaydım da..." Bunu söylemekten amacı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onlar arasında düşmanlık meydana getirmek ve düşmanlığı arttırmaktır. 74"O hâlde dünya hayâtını (el-hayâte'd-dünya), âhıiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır (mukatele eder) da öldürülür veya gaalib getirse Biz de ona yakın bir gelecekte (sevfe) pek büyük bir mükâfat (ecr-i a'zıîm) verceğiz." A- "O hâlde dünya hayâtını âhıiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar." Savaş (mukatele)tan geri duran münafıklara mukabil ihlash ve âhiret mükâfatları uğruna canlarını feda eden mü'minler Allah (celle celâlühü) yolunda savaşsınlar. Yahut dünya hayâtını satın alan, dünyayı âhirete tercih edenler, Allah yolunda savaşsınlar. Yani insanları savaştan alıkoymaya çalışanlar, bu hareketlerini ve nifaklarını terk etsinler ve Allah yolunda savaşmaya başlasınlar. B- "Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gaalib gelirse Biz de ona yakın bir gelecekte pek büyük bir mükâfat vereceğiz." Burada savaştan sonra bu iki hususun (öldürülmek veya gaalib gelmek) zikredilmesi şuna işaret eder: Mücâhıd, kendini bu iki sonuçtan birine şartlandırmak ve üçüncü bir ihtimâli hiç aklına getirmemektik. Bu iki sonuçtan öldürülmenin önce zikredilmesi, mükâfat bakımından bunun birinci derecede olduğunu bildirmek içindir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, kendi yolunda cihad edenler için şunu tekeffül etmiştir: Sadece Allah yolunda ve O'nun kelâmını tasdik için cihad eden kimseyi, ya şehid olarak cennete koyar, ya da kazandığı sevab ve ganimetle birlikte onu meskenine döndürür." 75"Size ne oluyor da (Ve ma leküm): "- Ey Rabb'ımız! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar; bize katından bir sâhib gönder; bize katından bir yardımcı gönder!" diyen zavallı erkekleri, kadınları ve çocukları kurtarma uğrunda savaşmıyorsunuz ?" Bu hitab bir iltifattır. Savaşmakla memur herkese müteveccihtir. Ayni zamanda savaşmaya ziyadesiyle teşvik ve vücubunu tekidi istihdaf eder. Istafham inkâr ve nefiy içindir. Bunun anlamı şudur: "- Siz niçin Allah yolunda güçsüz erkekleri, kadınları ve çocukları esaretten kurtarmak ve onları düşmandan korumak uğrunda savaşmıyorsunuz? Savaşmayı terk etmenizde hiçbir mazeretiniz yoktur." "Vel-müstada'fîne mine'r-ricâk ve'n-nisâi ve'l-vildani.. / Zavalk erkekleri, kadınları ve çocukları.." kelimelcrı, "fî sebîk-llâhi / Allah yolunda" ifâdesini tahsis anlamında almak da caizdir. Zira "Allah yolu" ifâdesi, bütün hayır çeşitlerini kapsar. Güçsüz mü'minleri kâfirlerin elinden kurtarmak ise, bu hayırların en özeli ve en büyüğüdür. Bu zayıf ve güçsüz (müstad'a'f) erkekler ve kadınlar, müşriklerce engellendiklerinden veya acizlerinden dolayı Medine'ye hicret edemeyen ve Mek-ke'de zeki ve hakir yaşamak zorunda kalan Müslümanlardır. Burada erkekler ve kadınlarla beraber çocukların da zikredilmesi, - şefkati tamamlamak, - merhameti celbetmek, - müşriklerin, çocukların annelerini ve babalarını İslâm'dan döndürmek için cebir ve şiddet kullanarak zulmettiklerine dikkat çekmek, - çocukların dualarının kabule şayan ve kurtuluş zamanının yakın olduğunu bildirmek içindir. Bir diğer görüşe göre, burada çocuklardan maksat, köleler ile cariyelerdir. Buradald zulüm, zulümlerin en büyüğü olan şirk ile Mekke müşriklerinin Müslümanlara eziyetidir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki onların: "- Vec'a'l lena min ledünke nasıîrâ / Bize katından bir yardımcı gönder!" şeklindeki duaları, "- Bizi yönetecek, işlerimizi görecek, dinimizi ve şeriatimizi koruyacak ve düşmanlarımıza karşı bize yardım edecek mü'minlerden bir vak ihsan eyle!" demektir. Ve hiç şüphesiz Allah (celle celâlühü) onların bu duasını kabul buyurdu. Nitekim bundan sonra Mekke, fethedildi ve bazılarına Medine'ye gitme müjdesi verildi. Böylece onlara en büyük yardım yapılmış oldu. Sonra Peygamber Attâb b. Üseyd'i vak tâyin buyurdu. O da, onlara yardım etti ve nihayet onlar, Mekke'nin en aziz insanları durumuna geldiler." Bir başka görüşe göre ise, bundan maksad, kendi katından bize velayet ve nusret ihsan eyle! Yani : "- Ya Rabbi! Sen bize veli ve yardımcı ol! "demektir. 76"İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğût (şeytan) yolunda savaşırlar. O hâlde sız de şeytanın dostlarına karşı savaşın! Şüphe yok ki şeytanın hilesi hep boşa çıkmıştır." A- "İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar ; kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar." Bu kelâm-ilâhî, mü'minlerin Allahü teâlâ'nın yardımı ve nusreti sayesinde son derece kuvvetli, düşmanların ise son derece zayıf olduklarını beyânla, mü'minleri savaşa teşvik ve teşci' eder. Mü'minler, sadece, kendilerini Allah (celle celâlühü) a ulaştıran ve Allah'ın hak dini ve O'nun kelimesini (hükmünü) yükseltip hakim kılmak uğrunda savaşırlar. Bunun içindir ki Allah da onların velisi ve yardımcısıdır. Kâfirler ise kendilerim şeytana ulaştıran tağut uğrunda savaşırlar. Onun için de şeytandan başka onların yardımcısı yoktur. B- "O hâlde siz de şeytanın dostlarına karşı savaşın ! Şüphe yok ki şeytanın hilesi hep boşa çıkmıştır." Bu ifâde İslâm düşmanlarının şeytan yolunda savaştıklarına delâlet eder. Mü'minlerin savaşı ise Allah Yolundadır. Bu sebebledir ki onlar Allahü teâlâ'nın dostlarıdır. Bütün bunlar, cihada mü’minlerin rağbetini artırmak ve azimlerini kuvvetlendirmek içindir. Zira Allahü teâlâ'nın velayeti, izzet ve kuvvetin sembolüdür; nasıl ki, şeytanın velayeti de, zillet ve zafiyetin misâkdir. Sanki şöyle buyrulmuştur: "O hâlde ey Allah'ın dostları! Şeytanın dostlarına karşı savaşın!" "Şüphe yok ki, şeytanın hilesi (keydi) hep boşa çıkmıştır." Şeytanın düzeni Allahü teâlâ'nın kudretine kıyasla bir hiç bile değildir. Burada Allahü teâlâ'nın kuvvetinin beyân edilmemesi, bunun gayet zahir olduğunu zımnen bildirmek içindir. 77"Kendilerine: "- Ellerinizi savaştan çekin, dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin!" denen kimseleri görmüyor musun? Onlara savaş farz kılınınca, hemen içlerinden bir kısmı Allah'tan korkar gibi vaya daha fazla insanlardan korkmaya başladılar ve: "- Ey Rabb'ımız! Savaşı bize niçin farz kıldın? Bizi yalan bir zamana erteleseydin, olmaz mıydı ?" dediler. Ey Resûlüm! Sen onlara de ki: "- Dünya menfaati kısa suretidir; Allah'tan korkanlar için âhıiret daha hayırlıdır. Ve size iptik kadar haksizlik edilmeyecektir." A- "Kendilerine: "- Ellerinizi savaştan çekin, dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin!" denen kimseleri görmüyor musun ? Onlara savaş farz kılınınca, hemen içlerinden bir kısmı Allah'tan korkar gibi veya daha fazla insanlardan korkmaya başladılar.." Bu kelâm, önce savaşa ihtiras derecesinde istekli iken bir süre sonra savaştan kaçınanları yadırgatma amacına yöneliktir. Nitekim âyetteki "Küffû eydıyeküm/ ellerinizi çekin!" ifâdesi de, onların önceleri neredeyse bilfiil savaşa girmek üzere olduklarını bildirir. Zira el çekmek (keff-i yed etmek) ifâdesi, onların düşmana el uzatma durumunda olduklarını belirtir. Kekti diyor ki: "- Aralarında Abdurrahman b. Avf el-Zührî, Mıkdad b. Esved el-Kindi, Kudame b. Maz'ûn el-Cümahi ve Sa'd b. Ebi Vakkas el-Zührî'nin de içinde bulundukları Ashâbdan bir cemaat, Hicret'ten önce Mekke'de müşriklerden gördükleri eziyetlerden dolayı Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yalvarıyor ve: "- Onlarla savaşmak için bize izin ver !" diyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara: "- Ellerinizi savaştan çekin namazınızı da kılın, zekâtınızı da verin. Onlarla savaşmak henüz bana emrolunmadı " diyordu. Bunları kendilerine söyleyen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu hâlde, "Ellezîne kiîle lehüm / Kendilerine... denen" şeklinde mechûl sıygasının kullanılması, bunun, Allahü teâlâ'nın emriyle olduğunu zımnen bildirmek; bir de, taaccübü mûcib olacak şekilde, onların o sırada savaşmaya son derece istekli ve savaştan nehyedilmeye ihtiyaç duyulacak kadar heyecanlı ve hareketli olduklarını belirtmek içindir. Müslümanlar, Mekke'de ikamet ettikleri müddetçe bu hâl üzere devam ettiler. Nihayet Hicretin 2. yık Ramazan ayında (M. Mart 624) Bedir'de savaş emredilince, bazı Müslümanlar bundan hoşlanmadı ve bu onlara ağır geldi. Fakat bu tavırları, dinde şüpheleri olduğu veya dinden soğumak anlamında değil, yalnız insan yaratılışının gereği olarak, canlarını tehlikeye atmaktan nefret ettikleri ve ölümden korktukları içindi. Savaş korkusu, Müslümanların yalnız bir kısmında olduğu hâlde yadırgamanın hepsine tevcihi, bu davranışın onlardan hiçbirine yakışmadığını vurgulamak içindir. "Ev / veya" kelimesi: - ya tenvi' (nevilendırme, gruplandirma) anlamındadır; başka bir deyişle bazılarının savaştan korkusu, Allah (celle celâlühü) korkusu gibidir, bazılarının korkusu ise ondan da fazladır; - ya da dinleyene göre ibhâm mânâsı içindir; bu ibhâm, "Biz onu (Yunus'u Ninova'ya) yüz bin veya daha da çok kişiye Peygamber olarak gönderdik." (Sâffât 37/147) meâlindeki âyetin ibhâmına yakındır. Yani Yunus'un. (aleyhisselâm) kavmini görenler, onların yüz bin kişi veya daha fazla olduğunu söylerler. B- "Ve ey Rabb'ımız savaşı bize niçin farz kıldın ? Bizi yalan bir zamana kadar er teles eydin olmaz mıydı ?" dediler. Kendilerine savaş farz kılınan Müslümanlardan bir lasını, insanlardan korkularından Allahü teâlâ'nın hükmüne itiraz ve onun vûcûbünu inkâr için değil, fakat bu hükmün hafifletilmesi temennisiyle bunu söylediler. Onlar, ölüm korkusuyla söyledikleri bu sözleriyle, savaştan uzak kalmanın süresinin uzatılmasını, başka bir zamana kadar kendilerine mühlet verilmesini istiyorlardı. Onlar, bunu sarahaten söylemeyip kendi hâlleriye ifâde etmiş de olabilirler. C- "Ey Resûlüm! Sen onlara de ki (Kul): "- Dünya menfaati kısa sürektik ; Allah'tan korkanlar için âhkret daha hayırlıdır ve size iplik kadar haksizlik (zulüm) edilmeyecektir." Yani ey Resûlüm! Onları savaşmakla elde edecekleri ebedi nimetlere teşvik için kendilerine de ki: "- Dünya nimetlerinden yararlanmak için ölümünüz tehir edilse bile, dünya nimetleri, çok kısa sürektik ve geçicidir. Allah Utan korkanlar için, âhiret mükâfatları ve ezcümle Allah yolunda savaşmakla elde edilen mükâfatlar ise, o kısa sürek dünya menfaatlerinden daha hayırlıdır. Çünkü âhiret nimetleri daha çoktur, kesintisiz ve üzüntüsüzdür. "Limeni-ttekaa / Allah'tan korkanlar için" ifâdesi, Allah (celle celâlühü)a isyandan ve mükellefiyet icablarını ihlâl etmekten sakınmaya teşvik içindir. "Velâ tuzlemûne fetîlâ / Ve size iplik kadar haksizlik edilmeyecektir." cümlesi kelâmın seyrinden anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Yani âhırette mükâfatlarınız verilecek ve amellerinizin ve ezcümle savaş mesâilerinizin mükâfatlarından en ufak bir şey eksiltilmeyecektir. O hâlde savaştan kaçınmayın. "Fetil", hurma çekirdeğinin yangındaki ince bir ipliktir; azlık ve önemsizlik için misâl olmuştur. 78"Her nerede olursanız olun; ister yüksek ve sağlam burçlar içinde olun ölüm sizi gelip bulur. Onlara bir iyilik dokunsa: "- Bu Allah katındandır." derler. Başlarına bir kötülük, gelince de: "- Bu senin yüzündendir." derler. Sen onlara de ki: "- Hepsi de Allah'tandır." Bu güruha ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar." A- "Her nerede olursanız olun ; ister yüksek ve sağlam burçlar içinde olun ölüm sizi gelip bulur." Bu ibtidaî (makablinden bağımsız) kelâm, (başkasının sözlerini nakletmek değil., ) doğrudan doğruya Allahü teâlâ katından gelmekte ve muhatablara tevcih edilmektedir. Bundan önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vâsıtasıyle dünyanın önemsizliği ve âhiret hayâtının yücekgi belirtilmişti. Şimdi bu ifâde ile muhatablar ilzam ediliyor. Yani hazarda ve seferde her nerede olursanız olun, ölüm sizi mutlaka bulur. Oysa sız, ölüm sebebidir, ölüm sahasıdır; diye savaşı sevmiyor ve kurtuluş yoludur, diye de savaşa gitmeyip evlerinizde oturmak istiyorsunuz. "İdrâk / erişmek, varmak, ulaşmak" kelimesinin de işaret ettiği gibi onlar ölümden kaçıyor, ölüm de onları kovalıyor. Hulâsa, ister savaş meydanlarında, ister büyük olaylar ortasında olun size yazılan ömürden hiçbir şey eksiltilmeyecek ve her nerede olursanız olun; ister yüksek kalelerin burçlarında, ister içi su dolu hendeklerle çevrik saraylarda olun ölüm sizi mutlaka bir gün yakalayacaktır. Tabiînden Süddî ve Katâde diyorlar ki: "Buradaki burçlardan murad, göklerin burçlarıdır." B- "Onlara bir iyilik dokunsa : "- Bu Allah katındandır" derler. Başlarına bir kötülük gelince de : "- Bu senin yüzündendir." derler." Sen onlara de ki (Kul): "- Hepsi de Allah'tandır." Bu ibtidaî kelâmın, Müslümanlardan hikâye edilenlerin akabinde zikredilmiş olması, aralarındaki münasebetten dolayıdır; zira her ikisinde de, her iki grubun sevmedikleri şeylerin, o şeylerin gerçekleşmesinde dahli olmayan başka nesnelere isnadı ve ondan dolayı da o nesneleri sevmemeleri ifâde edilmektedir. "Onlara — hüm" zamiri, Yahudiler ve münafıklar içindir. Rivâyet olunuyor ki, önceleri onların rızıkları geniş idi. Nihayet Peygamber Medine'ye gelince, onları îmâna davet buyurdu. Onlar da, İslâm'ı inkâr edince, bazı mâk sıkıntılara mâruz kaldılar. İşte o zaman dediler ki: "- Bu adam ile Ashabı, buraya geldikten sonra semere ve ekinlerimizde hep azalma görüyoruz."işte, "Ve in tuskbhüm seyyietün yekuulû hâzihi min ı'ndik / başlarına bir kötülük gelince de: "- Bu senin yüzündendir, derler" kelâmı, bunu ifâde eder. Yani onlara nimet ve bolluk gelince, onu Allahü teâlâ'ya; ama başlarına kıtlık ve yolduk gelince de onu sana izafe ediyorlar. Nitekim, "Başlarına bir fenalık gelince de, Mûsâ ve onun beraberindekileri uğursuz sayarlardı." (A'raf 7/131) mealindeki âyette de onların seleflerinin hâli anlatılır. İşte Yahudilerin bu yanlış nisbetleri üzerine hepsinin icmâli olarak Allahü teâlâ'ya isnadı gerektiği açıklanmak suretiyle onların bâtıl iddialarının reddi ve susturulmaları emredildi. Daha açık bir deyişle Allahü teâlâ Resulüne onlara şöyle söylemesini emretti: "- Ey Resûlüm! Sen onlara de ki; nimet de, musibet de, yaratılış ve ıcad olarak Allah (celle celâlühü) katındandır. Sizin iddianızın aksine, onların gerçekleşmesinde benim hiçbir dahlim yoktur. Fakat iyilik (hasene) bizzat Allah teâlâ'nın lûtfudur. Kötülük (seyyie) ise, buna mâruz kalanlara verilen ceza olarak, kendi günahları sebebiyledir." Nitekim beyânı gelecektir. "Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır." (A'raf 7/131) mealindeki âyet de onların seleflerinin iddialarına verilen reci cevabıdır. Yani onların başlarına gelen hayır ve şerrin sebebi, başkasının elinde değil bizzat Allahü teâlâ katındadır. C- "Bu güruha ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar." Bu kelâm, başkasının sözlerinin hikâye edilmesi değildir. Onları cehaletle ayıplayan, hâllerini kınayan ve onların aşırı hamakatine yadırgatan bizzat Allahü teâlâ'dır. Bu cümle, gizli bir sualin cevabı da olabilir. Sanki: "- Onlara ne oluyor ve ne yapıyorlar ki, onlara taaccüb edilsin ?" diye bir sual sorulmuştur. Daha açık ve teferruatlı bir deyişle şöyle demek isteniyor: - Onlar, söz anlamıyor veya anlamak da istemiyorlar. - Çünkü eğer, onlar söz anlamış olsalardı Kuranın bu ve bu mânâdaki diğer nassları doğrultusunda her şeyin Allahü teâlâ katından geldiğini; - Nimetin lütuf ve ihsan yoluyla, musibetin de kulların günahlarından dolayı ceza olarak verildiğini bilir ve, - Mûsa'nın (aleyhisselâm) Kitab'mda, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) Suhufunda dile getirildiği gibi "Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez." (Necm 5.3 /38) âyetinin anlamını kavrar ve kendi cinayetlerini başkasına isnad etmezlerdi. 79"Sana bir iyilik (hasene) gelirse o, Allah'tandır; sana bir kötülük (seyyie) gelirse o da kendilidendir. Seni bütün insanlara Peygamber olarak gönderdik. Zaten şâhid olarak Allah yeter." A- "Sana bir iyilik (hasene) gelirse o, Allah'tandır." Bu âyet, bundan önce emredilen mücmel cevabı açıklar niteliktedır. Mücmel cevabın, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) lisaniyle icra edilmesinden sonra muhatab değiştirilmiş ve insanların her birine, her bir ferde hitab edilmiştir. Hitabın ve beyânın bizzat her gaybı bilen (Allamü'l-guyûb) Allah (celle celâlühü) tarafından yapılması da konuya ne kadar önem verildiğini ve bunda ne ince bir hükmet olduğunu gösterir. "Sizin başınıza gelen her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûra 42/30) meâlindeki âyette hitab, insanların hepsine birden tevcih edildiği hâlde burada her ferde ayrı ayrı tevcih edilmesi, bu hakikati ziyadesiyle tesbit içindir. Çünkü bu ifâde ile, bazılarının günahları sebebiyle başkalarının cezalandırılması ihtimâk tamamen ortadan kaldırılmıştır. Sana isabet eden herhangi bir nimet, bizzat Allahü teâlâ tarafından lütuf ve ihsandır; O'nu buna zorunlu kılan hiçbir şey yoktur. Kişinin yaptığı bütün taât ve ibâdetleri, başka nimetleri gerektirmek şöyle dursun, yaşamakta olduğu hayât; taât ile ibâdetlerin ifası için ihtiyaç duyduğu güç ve takat nimetini bile karşılayamaz. İşte bundan dolaydır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ın rahmeti, olmadan hiç kimse amelleriyle cennete giremez." buyurdu. Soruldu: "- Sen de mi ya Rasûlallah ?" Cevap verdiler: "- Evet, ben de giremem (Velâ ene)!.." B- "Sana bir kötülük (seyyie) gelirse o da kendindendir." Senin başına gelen herhangi bir kötülük, icad cihetinden. Allahü teâlâ'ya nisbet edihp ceza olarak O'nun katından nâzii oluyorsa da, o, sizin işlediğiniz günahlar sebebiyledir ve günahlarınız, onu gerektirmiştir. Nitekim bîr âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu da affeder." (Şûra 42/30) Rivâyete göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: "- Herhangi bir müslümana isabet eden bir acı veya sıkıntı, hattâ ayağına bir diken batması ve hattâ terliğinin tasmasının kopması bile, mutlaka bir günahından dolayıdır. Allah'ın affettiği günahlar ise daha fazladır." Bir diğer görüşe göre ise, bu hitab da, önceki ve sonraki hitablar gibi Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) müteveccihtir. Fakat bu, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) hâlini değil, tasvir yoluyla kâfirlerin hâlini beyân etmek içindir. Herhalde bu üslub, kâfirlere olan İlâhî öfke ve gazabı ziyadesiyle göstermek ve onların, cehalet ve hamakatinden dolayı bu tür hitaba lâyık olmadıklarını zımnen bildirmek içindir. C- "Seni bütün insanlara Peygamber olarak gönderdik." Bundan önce kâfirlerin cehaletlerinden dolayı Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yüksek, şahsiyeti hakkındaki yanlış ve haksız iddiaları beyân edilmişti. Şimdi burada onun, Allahü teâlâ katındaki yüce ve şerefli mevkii belirtiliyor. "el-Nâs — insanlar" kelimesindeki elif lâm (el), istiğrak içindir. Bunun anlamı şöyledir: "- Biz seni Resûlüm, yalnız bir kısmına değil, fakat bütün insanlara Peygamber olarak gönderdik." Nitekim diğer bir âyette meâlen şöyle buyrulur: "- Biz seni Resûlüm, bütün insanlara ancak müjdeleyici (Beşîr) ve uyarıcı (Nezîr) olarak gönderdik." (Sebe' 34/28) Ç- "Zaten şâhid olarak Allah yeter." Resûlüm senin risalet ve nübüvvetinin hak olduğuna Allah'ın (celle celâlühü) şahadeti kâfidir. O'nun sana verdiği mucizeler ve ezcümle bu konuşan nass (nass-ı nâtık) ve sâdık vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm bunu isbat için yeterlidir. 80"Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse artık seni onların basma bekçi (hafîız) göndermedik." Bundan evvel Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in risalet ve nübüvvetinin haklılığı ve sübûtü beyân edilmişti. Şimdi de onun Peygamberliğinin hükümleri ortaya konuvor. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat, Allah'a (celle celâlühü) itaat sayılmıştır. Çünkü hakikatte emreden de nehyeden de Allahü teâlâ'dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece O'nun emrini ve nehyini tebliğ etmektedir. Bu itibârla itaatin ve itâatsizliğin mercii, Allah'tır Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Küm beni severse, şüphesiz Allah'ı sevmiş olur ve bana itaat eden, hakikatte Allah'a itaat etmiş olur / Men ehabbenî fekad ehabbe-llâhü ve men etâa'nî fekad etâa'llahü." Bunu duyan münafıklar dediler ki: "Bu adamın ne dediğini duymuyor musunuz ? Hiç şüphesiz şirke yaklaştı ; oysa Allah'tan başkasına tapılmasinı nehyediyordu. Onun istediği ancak, Hıristiyanların, İsa'yı Rabb edindikleri gibi onu da Rabb edinmemizdir." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu (Fenezelet). Bu âyette: - Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab edilmemesi, - "Kim Resule itaat ederse.." buyrulması, - Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) itaatin Allahü teâlâ'ya itaatle bir tutulması, onun zâtından değil de Allah'ın (celle celâlühü) Resulü olmasındandır. İsm-i celâlin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve itaatin vücûbunu vurgulamak içindir. "Resul" kelimesi genel olarak cins anlamında da kabul edilemez. Çünkü "Kim de yüz çevirirse, artık seni onların basma bekçi göndermedik Ve men tevellâ femâ erselnâke aleyhim hafkzâ" cümlesindeki hitab münhasıran Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) müteveccihtir. Anılan şart cümlesinin cevabı mahzûftur; mezkûr cümle ise onun illetidir. Yani demek istenen şudur: "- Küm sana itaatten yüz çevirirse, bilsin ki Biz, seni ancak tebliğ edici bir Resul olarak gönderdik. Seni onların başına, yaptıkları iş ve davranışları zabt ve tesbit eden, onları yargılayan ve amellerine göre cezalandıran bir gözcü olarak göndermedik. " 81"Onlar "Bizden itaat!" derler. Fakat senin yanından ayrılınca içlerinden bir kısmı, gizlice senin dediklerinden başkasını kurarlar. Allah da onların kurduklarını yazıyor. Artık sen onlardan yüz çevir. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." A- "Onlar "Bizden itaat!" derler. Fakat senin yanından ayrılınca içlerinden bir kısmı, gizlice senin dediklerinden başkasını kurarlar." bize Hıristiyanların İsa'ya muhabbet ettikleri gibi kendini sevmemizi söylüyorl" şeklinde laflar söylemişti. Bunun üzerine Al-i İmran (3) sûresinin "(Resûlüm) de ki: Allah ve Resulüne ıtâat edin; eğer yüz çevirirlerse şüphesiz kı Allah, kâfirleri sevmez" meâlindeki 32. âyeti indi. Böylece Allah bu münafıkça düşüncenin yerinde olmadığını açıklamış oldu. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaatin vücûbu anlatıldıktan sonra şimdi burada ona karşı olanların gizlice neler tasarladıkları ortaya konuyor. "Resûlüm! Sen onlara bir şey emrettiğin zaman, "- Bizim işimiz itaattir; bizden itaatten başka bir davranış sâdır olmaz!" derler. Fakat senin yanından ayrılınca, gizlice sana söylediklerinden başkasını kurarlar. Çünkü onlar, red ve isyanda inatçıdır. Senin yüzüne karşı söylediklerini riya ve nifak amacı ile söylüyorlar." Bu davranışın onların bir kısmına ısnad edilmesi, diğerlerinin itaat üzere kaldıkları için değil, fakat buna kalkışanların, onların reisleri, diğerlerinin de bu reislere bağlı oldukları içindir. B- "Allah da onların kurduklarını yazıyor." Bu cümle iki vecihle tefsir edilebilir. Şöyle ki: 1- Ya Allahü teâlâ, onların tasarladıklarını, sana vahyedecekleri içinde yazıyor ve böylece seni onların sırlarına muttak kılıyor. Bu itibârla onlar, tasarladıkları şeylerin senin için gizli kalacağını ve o yoldan sana zarar verebileceklerini sanmasınlar. 2- Ya da Allahü teâlâ, onların tasarladıkları fenalıkları amel defterlerine elbette yazıyor ve onlardan dolayı kendilerini elbette hesaba çekecek ve yaptıklarının cezasını verecektir. C- "Artık sen onlardan yüz çevir. Allah'a tevekkül et." Sen onlara ve yaptıklarına aldırma. Onlardan intikam almaya da kalkışma. Ve yaptığın ve yapmadığın bütün işlerde ve özellikle de onlar hakkında Allah'a (celle celâlühü) tevekkül et. Zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. (Yani ulûhiyet vasfından dolayı O'na tevekkül edılmekdir.) Ç- "Vekil olarak Allah yeter." O hâlde onların kuvvetine karşı sana Allah yeter ve O, senin intikamını onlardan alır. Ism-i celâlin burada zahir olarak zikredilmesi, yine geçen illetten dolayıdır. Bir de, cümlenin ıstildâline ve başka bir şeye ihtiyacı olmadığına dikkat çekmek içindir. 82"Onlar, Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda elbette bir çok aykırılıklar bulurlardı." A- "Onlar, Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi ?" Bu İlâhî kelâm, onların, Kur’ân'ı iyice tefekkür etmemelerini, Kur’ân'daki îmânı gerektiren âyetleri hakkıyla düşünmekten yüz çevirmelerini red ve takbih eder. Onlar, anlatılan nifaklanyla, Kur’ân'dan yüz mü çeviriyorlar? Bu sâdık vahiy ve konuşan nassın Allahü teâlâ katından olduğunu anlamak için, bir çok mucizeleri de müşahede ettikleri hâlde, neden muhtevası üzerinde ciddiyetle düşünmüyorlar? B- "Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda elbette bir çok aykırılıklar bulurlardı." Eğer onların iddia ettikleri gibi Kur’ân, Allah (celle celâlühü) tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onun verdiği bazı haberler, gerçeğe uymazdı. Çünkü geçmiş olsun, gelecek olsun, gayp işlerini Allah (celle celâlühü) tan başkası bilemez. Şu halde Kur’ân'ın verdiği bütün haberler, gerçeğe uygun olduğuna göre, onun, Allahü teâlâ katından olduğu kesinlik kazanmış olur. Zeccac diyor ki: "- Eğer Kur’ân, Allahü teâlâ katından olmasaydı, münafıkların tasarladıkları, gizlice kurdukları şeylerle ilgili, gayp haberlerinde aykırılıklar zuhur ederdi. Bunlardan bir kısmı gerçek, bir kısmı da gerçek dışı olurdu. Çünkü gaybi Allahü teâlâ'dan başkası bilemez." Ebûbekir el-Assam da diyor ki: "- O münafıklar, gizlice birçok şer planları kuruyorlardı. Allahü teâlâ da, Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara muttali kılıyor ve tafsilatıyla bildiriyordu. İşte o münafıklara dendi ki: - Eğer bu, Allahü teâlâ'nın haber vermesiyle hâsıl olmasaydı, hepsi doğru çıkmazdı, yanlışları da olurdu. Hiç yanlış çıkmadığına göre, bunun Allahü teâlâ'dan geldiği aşikârdır." İlâhî kelâmın mükemmeliyetine uygun olan tefsir budur. Ulemânın cumhûruna göreyse, "ihtilaf / uyuşmazlık, aykırılık" kelimesi, - mânâda tenakuz, - lâfızda da belagat değişikliği demektir. Belâğatçilerin bir çokları bunu Kur’ân'ın: - bir kısım âyetlerinin mânâ itibariyle sahih, bir kısmımın da fâsid ve uyumsuz, - bir kısmının son derece mûciz, bir kısmının da icazdan yoksun, - ve muarazanın mümkün olması şeklinde anlamışlardır. Ancak sibak ve siyak bu anlayışa müsait değildir. 83"Onlara güven veya korkuya dâir bir haber gelince, onu yayarlar. Oysa eğer onu Resûl'e veya kendilerinden yetki sahibi olanlara götürselerdi, onlardan işlerin iç yüzünü anlamak isteyenler, onun ne olduğunu öğrenirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uyardınız." A- "Onlara güven veya korkuya dâir bir haber gelince, onu yayarlar.. Oysa eğer onu Resûl'e veya kendilerinden yetki sahibi olanlara götürselerdi onlardan işlerin iç yüzünü anlamak isteyenler, onun ne olduğunu öğrenirlerdi." Bu âyet, bazı konularda muradın anlaşılmanıasina binaen vehmedebilecek ihtilaf şaibesini ortadan kaldırır ve çelişki, tutarsizlik, aykırılık gibi hâllerin, âyetlerin mânâlarının sonuçlara uymamasından değil, fakat o haberleri yayanların, ilâhî kelâmın mânâsını kaynaklandığını ortaya koyar. Şöyle ki: 1- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine vahye dilen zafer vaadi veya kâfirlerden gelebilecek tehlikeler gibi bazı hâlleri, - hâdiseler hakkında bilgi ve deneyimi olmayan bazı zayıf Müslümanlara haber verince onlar, bunların gerçek mânâlarına nüfuz edemeden ve sonuçlarını kavrayamadan, - kendi anlayışlarına göre, o İlâhî müjde ve uyarıları kâfirlerin de duyabileceği şekilde etrafa yayıyorlardı. 2- O haberlerin gerçek mânâlarını anlasalar da, bazen o mânâlar, birtakım şartlara bağlı oluyor ve bu haberlerin yayılmasıyla o şartlar ortadan kalkıyor ve böylece beklenen sonuçlar gerçekleşmiyordu. 3- Ayetlerin haber verdiği sonuçlar gerçekleşmeyince, o âyetler ihtilaf / uyuşmazlık, çelişki, aykırılık gibi vehimlerin menşei oluyordu. 4 -İşte bundan dolayı o zayıf Müslümanların bu durumu teşhir edilerek kendilerine buyruldu ki: "Eğer onlar, duyduklar vahyi, gerçek mânâsını ve onun öngördüğü tedbirleri anlamak için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) arzedip ondan açıklama isteseler veya basiret sabibi büyük Sahabîlere (radıyallahü anh) sorsalardı, gerçeği bütün kapsamıyla öğrenirlerdi." "Onu sana..." değil de "onu Resûl'e götürselerdi / velev reddûhu ile'r-resûk" buyrulması, risâletin müracaat ve hâl mercii olmasındandır. Zamir (onlar) yerine "işlerin iç yüzünü anlamak isteyenler..." ifâdesinin kullanılması onların anlamadıklarını Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve büyük Sahabîlere götürmeleri, işin gerçek sebeb ve sonuçlarını sorup öğrenmeleri gereğine işaret etmek içindir. Hulâsa, eğer o zayıf Müslümanlar, anlamadıkları konuları Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve büyük Sahabîlere götürselerdi, gerçeği öğrenirler ve yaptıklarını yapmazlardı. Netice olarak da, ihtilaf şüphesi ve vehmi zuhur etmezdi. Bir diğer görüşe göre ise, bunun anlamı şudur: Bazı olaylar vardı ki onların mânâlarını ancak Sahabeler arasında zekâ, bilgi ve tecrübeleriyle savaş hile ve tuzaklarını bilenler kavrayabilirdi. Bir başka görüşe göre ise, bazı Müslümanlar, Resûlukahin (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği müfrezelerin güveni, selâmeti, korku ve başarısızlıkları ile ilgili bir haber aldıkları zaman, onu çevreye yayıyor ve bu da zararlı oluyordu. Eğer onlar, o haberi Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve büyük Sahabîlere götürselerdi, onlar zekâ ve savaş konusundaki bilgi ve tecrübeleriyle alınması gereken tedbirleri isabetle takdir ederlerdi. Bir başka görüşe göre ise, söz konusu bu zayıf Müslümanlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile büyük Sahabîlerden edindikleri güvenilir ve sağlam haberleri çevreye yayınca bilgi, düşmana ulaşıyor ve işin seyri değişiyordu. Eğer onlar bunu Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve büyük Sahabîlere bıraksalardı ve hiç duymamış gibi davransalardı, işlerin iç yüzünü bilen Resûlüllah ile seçkin Ashabı, nasıl bir tedbir uygulayacaklarını, neleri yapacak ve neleri yapmayacaklarını doğruca takdir ederlerdi. Son bir görüşe göre de, o Müslümanlar, düşman üzerine gönderilen seriyye (müfreze)lere dair, münafıkların ağzından doğruluğu şüpheli ve ekseriyetle tahmine dayanan bazı haberler duyuyorlar ve bunu yayıyorlardı ve bu da mü'minlere zarar veriyordu. Eğer onlar: "- Biz, bunu Resûlüllah ve yakınındaki Sahabîlerden duyuncaya ve bu haberin yayılmasında sakınca olup olmadığını onlardan öğreninceye kadar şimdilik susmakyiz!" demiş olsalardı daha doğru hareket etmiş olurlardı. İşte burada, münafıkların suçları ve şer planları anlatddaktan sonra bazı zayıf Müslümanların hatâh davranışları ortaya konuyor. B- "Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uyardınız." Bu hitap, iltifat yoluyla söz konusu zayıf Müslümanlar içindir. Yani Allahü teâlâ'nın, sizi hak yola, şüpheli konularda Resûlüllah'a ve büyük Sahabîlere müracaat yoluna irşad buyurması rahmetinden olmasaydı, Kitab'ın esrarına vâkıf olan ve hükümleri hakkında köklü bilgilere sahip bulunan büyük Sahabîler müstesna, muhakkak ki şeytana veya münafıklara uyardınız ve doğru yola erişmezdiniz. Diğer bir görüşe göre de, eğer Allahü teâlâ'nın, Resul (aleyhisselâm) göndermek ve Kitab indirmek lütuf ve rahmeti olmasaydı, muhakkak şeytana uyardınız. Ancak Kuss b. Sâide el-İyadî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ve Varaka b. Nevfel gibi Allahü teâlâ'nın kendilerine lütfettiği üstün bir akıl ile (câhiliye devrinde) hak ve doğru yolu bukmuş ve bu aklı sayesinde şeytana uymaktan kendini koruyabilmiş pek az kimse vardır. İşte bunlar müstesna şahsiyetlerdir. Başka bir görüşe göre de, burada Allah'ın lütuf ve rahmetinden maksad, düşmanlara karşı nusret ve zaferdir. Yani eğer sürekli ve birbiri ardından nusret ve zaferler hâsıl olmasaydı, mutlaka şeytana uyardınız. Ancak, - hakikatleri gören, - kuvvetli niyet, geçerli azim sahibi olan, - bu dinin hak olduğunu bilen ve bilgisi hakke'l-yakîn derecesine yükselmiş bulunan, - bunun içindir ki fetih ve zafer gibi dinin gerçekliğinin eserlerini müşahede etmek ihtiyacını duymayan, pek az sayıdaki faziletk mü'min müstesna. Son bir görüşe göre ise bunun anlamı şudur: "Eğer Allahü teâlâ'nın lütuf ve rahmeti olmasaydı, mutlaka şeytana uyardınız; ancak pek azınız hak din yolunu seçerdi." 84"Artık Allah yolunda savaş! Sen başka değil ancak kendinden sorumlu (mükellef) sun. Mü'minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin saldırılarını def eder. Allah, kuvvet ve kudretçe daha şiddetli, korku verecek ve ibret olacak şekilde cezalandırmak (tenkil)ta da daha şiddetli-dir." A- "Artık Allah yolunda savaş." Burada hitab, öncekinden farklı olarak Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmiştir. Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan bir şartın cevabıdır. Demek istenen şudur: "- Ey Resûlüm! Münafıkların itaatsizliği ve şer planları; diğerlerinin de islâm'ın hükümlerini yerme getirmekteki takskatları böyle olunca, artık sen onların yaptıklarına üzülme ve tek başına da kalsan savaş!" B- "Sen başka değil ancak kendinden sorumlusun." Bu cümle, mâkabk için bir izahtır. Zira Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), mükellefiyetinin veya sorumluluğunun, kendi nefsine hasr ve tahsis edilmesi, kendi başına bizzat savaşması anlamına gelir. Bu da bazı Müslümanların savaştan geri kalmaları, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) zarar vermez ve o bundan dolayı sorumlu tutulmaz, muâhaze olunmaz; demektir. C- "Mü'minleri de savaşa teşvik et." Bu cümle, savaşı emreden cümleye atıf olup onun hükmüne dahildir. (Yani onun makabli bunun da sebebidir.) Zira anılan iki taifenin (münafıklar ile zayıf Müslümanların) hâlinin daha önce anlatıldığı gibi olması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in tek başına da kalsa savaşmasına ve hâlis mü'minleri de savaşa teşvik etmesine sebebtir. Daha açık bir ifâdeyle bunun anlamı şudur: "- Ey Resûlüm! Mü'minleri de savaşa iyihlde teşvik et; zor kullanma ve sert davranma!" Ç- "Umulur ki Allah, kâfirlerin saldırılarını def eder." Bu cümle, Allahü teâlâ'nın, kâfirlerin güçlerini kıracağını ve muhtemel zararlarını önleyeceğini gösteren kesin bir söz, bir va'd-i ilâhîdir. Zira Allahü teâlâ hakkında kullanılan "lealle / umulur ki", "asâ / belki" ifâdeleri, kesin olarak tahakkuku (mukarrerü'l-vukuu') bildirir. Ve zaten öyle olmuştur. Nitekim rivâyet olunur ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud savaşı sona erince, gelecek sene Zilka'de’ayında Küçük Bedir panayırı mevsiminde orada karşılaşmak üzere Ebû Süfyan ile sözleşti. Nihayet zamanı gelince, Peygamber insanları bu sefere çıkmaya çağırdı. Fakat bazıları, bu çağrıya icabet etmek istemediler. İşte bu âyet-i kerîme bu sebeble nazil oldu. Sonra Resûlüllah yetmiş süvari mücâhidle yola çıktı ve zamanında, kararlaştırılan yerde bulundu. Ve Allah kâfirlerin kalbine öyle bir korku saldı ki Merru'z-Zahran denilen yerden geri döndüler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) askerleriyle birlikte zamanında Küçük Bedir'e vardı ve orada seldz gece kaldı. Müslümanlar yanlarında getirdikleri ticâret mallarını o panayırda satarak önemh kazanç sağladılar. Bu hâdisenin tafsilâtı, Al-i İmrân sûresinde geçti. D- "Allah, kuvvet ve kudretçe daha şiddetli, korku verecek ve ibret olacak şekilde cezalandırmakta (tenkil) da daha şiddethekr." Allahü teâlâ'nın gücü, Kureyş'in gücünden daha çetindir ve O'nun cezası da daha şiddethekr. Bu cümle, mâkabk için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. Bu cümlede, zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, hükmün illetini bildirmek (yani gücünün ve cezasının daha şiddetli olması, ulûhiyet vasfından anlaşılmaktadır) ve bir de cümlenin istiklalini takviye etmek içindir. Bu cümlede "eşedd / daha şiddetli" kelimesinin tekrar edilmesi, mânâyı tekid içindir. 85"Kim güzel bir işte aracılık (şefaat) ederse, ona ondan bir nasib vardır. Kim de kötü bir işte aracılık ederse ona da ondan bir nasib vardır. Allah, her şeye karşılığını verir." A- "Kim güzel bir işte aracılık (şefaat) ederse, ona ondan bir nasib vardır." Yani onun sevabından kendisine de bir nasib vardır. Bu İlâhî kelâm, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minleri savaşa teşvik etmesi sebebiyle savaşın sevabından kendisine de büyük bir nasib olduğunu belirtir. Şefaat, birinin dünyevî veya uhrevî herhangi bir menfaate ulaşması veya bir zarardan kurtulması için sözlü olarak aracılık yapmaktır. "Şefaat-i hasene / güzel şefaat", meşru bir işte, dünyevî herhangi bir menfaat karşılığı olmaksızın, sırf Allah'ın rızâsını umarak, bir Müslümanm hakkının gözetilmesi için aracılık yapmaktır. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) mü'minleri cihada teşvik etmesiyle mü'minler için hâsıl olan dünyevî ve uhrevî yarardan daha büyük nasıl bir yarar olabilir ? Ve savaştan geri kalanların bu yüzden mâruz kaldıkları zarardan daha büyük nasıl bir zarar olabilir? Bir Müslümana duâ etmek de, şefaat kapsamına dahildir. Zira o da, Allah (celle celâlühü) katında şefaat etmektir. İlerde geleceği gibi selâm verip almak âyetinin ifâde ettiği hükmün sebep ve gerekçesi de budur. Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, gıyabında bir Müslüman kardeşine duâ ederse, duası kabul olur ve vazifek melek : "- Onun bir misli de sana, der !" İşte şefaatten va'dedilen nasibin izahı budur. B- "Kim de kötü bir işte aracılık ederse ona da ondan bir nasib vardır.." Kim de, önceki şefaatin aksine kötü bir işte aracılık yaparsa, sahibinin günahından bir şey eksilmeksizin, ona da eşit bir pay vardır. C- "Allah, her şeye karşılığını verir." Allah (celle celâlühü), her şeye muktedir veya şahittir. O, her şeyi koruyandır. "Mukıit" kelimesi, "kuut — gıda" kökündendir. Bilindiği gibi bedene kuvvet veren ve onu koruyan gıdadır. Her iki mânâya göre de bu cümle, mâkabk için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. Selâm verme ve almanın ehemmiyeti 86"Bir selâm ile selâmlandığınız zaman ondan daha güzeli ile selâm verin veya aynı ile mukabele edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını yapan (Hasîb)dır." A- "Bir selâm ile selâmlandığınız zaman ondan daha güzeli ile selâm verin veya aynı ile mukabele edin." Bundan önce güzel şefaat teşvik ve onun karşıtı kötü şefaat men edilmişti. Şimdi burada, şefaatin yaygın bir nev'ı olan selamlaşma teşvik ediliyor. Çünkü İslâm selâmı, Allahü teâlâ katında Müslüman kardeşi için şefaat demektir. Râğıb el-Isfehânî diyor ki: "Tahıyyet, aslında, hayât ve hayâtın uzun olması için yapılan bir duadır. Sonra her çeşit duâ için kullandır olmuştur. Arablar, birbirlerine mülâki olduklarında veya karşılaştıklarında: "- Hayyake'llah — Allah sana uzun ömür versin!" diyorlardı. Sonra İslâm şerıati onu selâm olarak kullandı. Tahıyyet de, İslâm selâmıdır. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: "Onların orada (cennette)ki tahiyyeleri selâmdır." (İbrâhîm 14/23) Diğer bir âyette de şöyle denir: "Evlere girdiğiniz zaman, Allah katından güzel bir hayât dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin." (Nûr 24/61) İslâm âlimleri diyorlar ki: "- Selâmın, tahıyetten üstün bir meziyeti vardır. Çünkü selâm, dinî ve dünyevî âfetlerden selamet bulma duâsidır. Bu, ayni zamanda uzun bir ömrü de gerektirir. Uzun ömür duası ise, bu kadar kapsamlı değildir. "Bir de Selâm, Allahü teâlâ'nın ismlerindendir. Bundan dolayı onunla başlamanın fazilet ve meziyeti pek çoktur." Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli karşılık vereceksiniz. Mesela, eğer selâm veren, yalnız: "- Esselâmü aleyküm "-- Selâm üzerinize olsun!" demekle yetinmişse, sız: "- Ve aleykümüs selam ve rahmetullah / Selâm ve Allah'ın rahmeti sizin de üzerinize olsun!" diyerek selâm alın. Eğer selâm veren: "- Esselâmü aleyküm ve rahmetullah :-: Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun!" diyerek selâm vermişse, siz: "- Ve aleykümüs selam ve rahmetullah ve berekâtuh / Selâm ve Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin de üzerinize olsun!" diyerek selâmını alın. Selâm almanın bu şekli, onun nihayetidir (daha ilâvelisi yoktur). Çünkü bu dileklerin tamamını kapsar. Özellikle bunlar: - zararlardan selâmet, - faydalara vusul, - faydaların devamı ve giderek artması temennileridir. Rivâyete göre bir gün, birkaç zât Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldiler. Bunlardan birincisi: "- Esselâmü aleyk!" diyerek Resûlüllahi (sallallahü aleyhi ve sellem). selamladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "- Ve aleykesselam ve rahmetullah / Selâm ve Allah'ın rahmeti senin de üzerine olsun!"diyerek selâmını aldı. Diğeri: "- Esselâmü aleyk ve rahmetullah — Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerine olsun!" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "- Ve aleykesselam ve rahmetullah ve berekâtuh / Selâm, Allah'ın rahmet ve bereketi senin de üzerine olsun!" diyerek mukabele etti. Üçüncüsü de: "- Esselâmü aleyk ve rahmetullah ve berekâtuh" Selâm, Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun!" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Ve aleyk / senin de üzerine olsun!.." diyerek selâmını aldı. Bunun üzerine o üçüncü zât: "- Benim selâmımı noksan aldınız; selâm almakla ilgili Allahü teâlâ'nın buyurduğu nerede?.." dedi ve bu âyeti okudu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona: "- Sen, benim söyleyeceğim bir fazlalık bırakmadın ki! Onun için ben de, verdiğin selamın aynını sana iade ettim" buyurdu. Selâma cevap vermek vâcibtir. Muhayyerlik, verilen selâma ziyadesiyle veya aynen cevap vermektedir. Tabiînden İbrâhkn e'n-Nehaî'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "- Selâm vermek sünnettir, selâm almak ise farzdır — Inne's-selâme sünnettin ve'r-redde farîdzatün." Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Selâm almak vâcibtir / e'r-Reddü vâcibün. Bir adam, Müslüman bir cemaatin yanından geçerken onlara selam verse ve onlar da selamını almasalar, muhakkak surette Allah (celle celâlühü), onlardan Ruhu'l-Kudüs'ü (Cebrâîl’i, rahmet meleğini) keser ve alınmamış selâmını melekler alır." Hutbe iradı, cehri Kur’ân tilâveti, hadis rivâyeti, ilim tedrisi, ezan ve ikamet esnasında verilen selâm alınmaz. Tavla ve satranç oynayan, şarkı ve türkü söyleyen, abdest bozan, güvercin uçuran, hamamda ve şâir yerlerde çıplak bulunan kimselere bu hâllerde iken selâm verilmez. Bazı İslâm âlimleri diyorlar ki: "- Kişi, kendi karısına selâm verir; fakat yabancı (kendisine nikâhı düşen) kadınlara selâm vermez." Selamlaşmada sünnet olan: - yürüyenin oturana, - süvarinin yayaya, - at binenin eşeğe binene - küçüğün büyüğe, - sayıca az olanların çok olanlara selâm vermesidir. İki kişi karşılaştığında ikisi de, önce selâm vermek için acele etmelidir. İmam Ebû Elanife (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: "Selâm, çok yüksek sesle alınmamalıdır." Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "- Kitab Ehli, size selâm verdikleri zaman, siz de: "- O, sizin üzerinize olsun!' deyin." Yani bu, sizin söylediğiniz, sizin üzerinize olsun, demektir. Zira Kitab Ehlinden bazı kimseler, selâm yerine: "- Essâm aleyküm / ölüm üzerinize olsun!" diyorlardı. Yine rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Yahudî ile karşılaştığında sen önce selâm verme; o, sana selâm verirse, sen de: "- O, senin üzerine olsun! de." Tabiînden Hasen-ı Basrî' de şöyle der: "- Selâm veren kâfire yalnız ve aleyke's-selâm/ senin de üzerine selâm olsun! deyip başka kelime ilâve etmemek caizdir." Bir görüşe göre de, selâm alınırken, daha güzeli ile selâm almak, selâm veren Müslüman içindir; verilen selâmın aynıyla karşılık vermek, ise, selâm verenin kâfir olması halindedir. B- "Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını yapan (Hasîb)dır." Binâenaleyh Allahü teâlâ, bütün amellerinizin ve ezcümle emrolunduğunuz selâmın hesabını görüp karşılığını verecektir. Bunun için emrolundüğünüz gibi selamlaşmayı muhafaza edin. 87"Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur. O, vukuu şüphe götürmeyen kıyamet gününde sizi mutlaka bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü (esdak) kim olabilir?" A- "Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur. O, vukuu şüphe götürmeyen kıyamet gününde sizi mutlaka bir araya toplayacaktir." Vallahi, Allahü teâlâ, sizi mezarlarınızdan kaldırıp kıyamet gününün hesabı için muhakkak toplayacaktır. Yahut "ilâ yevmi..."deki "ilâ" harfi "fi" anlamında olup zarfiyet ifâde eder. Bu takdirde anlam: "Sizi kıyamet gününde muhakkak toplayacaktır" olur. Kıyametin vukuunda da hiç şüphe yoktur. Yahut Allahü teâlâ'nın o gün sizleri toplayacağında hiç şüphe yoktur. B- "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir." Bu istifham inkâr içindir. Hiç kimsenin, gerek va'dinde gerekse diğer ihbarlarında Allahü teâlâ'dan daha doğru sözlü olamayacağını belirtir. Bunun aksi düşünülemez. Çünkü yalan, Allahü teâlâ hakkında imkânsızdır; başkası hakkında ise imkânsız değildir. 88"(Ey Müslümanlar!) Size ne oluyor da o münafıklar hakkında iki fırkaya (fieteyn) ayrılıyorsunuz? Allah, onları kazandıklarından dolayı baş aşağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını (idlâl ettiğini) siz hidâyete erdirmek (doğru yola iletmek) mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırmış ise sen onun için hiçbir yol bulamazsın." A- "(Ey Müslümanlar!)Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki fırkaya ayrılıyorsunuz ?" Bu istifham da inkâr ve red içindir. Bu hitab, bütün mü'minleredir; fakat muhtevâsındaki kınama, mü'minlerden bazılarına yöneliktir. "- Ey Müslümanlar! Size ne oldu ki, münafıkların durumu, îmânı hakkında ihtilafa düşüp iki fırkaya ayrıldınız?" Bu istifham. - münafıklar hakkında ihtilafa düşmeyi mazur gösterecek bir sebeb bulunmadığını, - münafıkların kâfir ve onların küfrünü ifâde etmenin kesinlikle zorunlu, - küfrünü açığa vuranlar hakkındaki hükümlerin münafıklar için de geçerli olduğunu açıklar. Bu âyette onların kâfir olarak değil de, münafık olarak zilaredilmesı ise, eski vasıfları itibariyledir. Bu konuda değişik görüşler vardır: 1- Bu âyette söz konusu edilenler, münafıklardan bir topluluk idi. Bunlar, Medine hastalığını bahane ederek sahraya çıkmak için Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istediler ve sahraya çıktıktan sonra da merhale merhale uzaklaşıp nihayet müşriklere iltihak ettiler. Bu hâdiseden sonra Müslümanlar, o münafıklar hakkında ihtilafa düştüler. 2- Bunlar, Mekke'den Medine'ye hicret eden bir cemaat idi. Sonra hatâlarını anlayıp geri döndüler ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), Biz, senin dinindeyiz; Medine'den ayrılmamızın sebebi yalnız, Medine'nin hastalıği ve memleket hasretimiz idi!" diye mektup yazdılar. 3- Bunlar, Müslüman oldukları hâlde hicret etmeyen bazı kimselerdi. 4- Bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber Uhud savasına çıkan sonra geri dönen bir gruptu. Ancak bundan sonraki âyette gelecek "Onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dost edinmeyin." ifâdesi, bu görüşün sıhhatine engeldir. 5- Bunlar, deve sürüsüne saldırıp Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) çobanını öldüren Urenlilerdir. Ancak bundan sonraki âyetlerde, onlarla yapılan barış ve savaş muamelesinin keyfiyetiyle ilgili zikredilecek hususlar, bu görüşü reddeder. Zira bu Urenliler, yakalanıp öldürülmüş ve onlar hakkında hiçbir ihtilaf da nakledilmemiştir. B - "Allah, kazandıklarından dolayı onları baş aşağı etmiştir." Bundan önce mü'minlerin münafıklar hakkında ihtilafa düşmelerim gerektirecek herhangi bir sebep olmadığı beyân edilmişti. Simdi burada bundan önceki inkâr tekid edilmekte ve inkâr konusu şeyin vukuu garipsenmektedir. Yani Müslümanlara soruluyor: "- Onların küfründe ihtilafa düşmenizi gerektiren şey nedir? - Oysa onların küfründe ittifakınızı gerektiren şartlar gerçekleşmiştir. Şöyle ki: - Onlar irtıdad ve müşriklere iltihak etmiş, Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) aleyhine dönmüşlerdir. - Allahü teâlâ da onları eskisi gibi küfre döndürmüştür. Diğer bir görüşe göre ise, Allah o münafıkları baş aşağı cehenneme göndermiştir, demektir. C- "Allah'ın saptırdığını (idlâl ettiğini) siz hidâyete erdirmek mi istiyorsunuz ? Allah kimi saptırmış ise sen onun için hiçbir yol bulamazsın." Burada hitab, münafıkların mü'mm olduklarını söyleyenleredir. Onlar bu iddialarından dolayı kınanıyor ve imkânsız bir şey için çalışmakla suçlanıyorlar. Daha açık bir deyişle onlar, Allahü teâlâ'nın saptırdığını hidâyette göstermeye gayret etmekle itham ediliyorlar. Çünkü o münafıklar, îmân ve hidâyetten uzak oldukları hâlde onların îmânına hükmetmek ve onların hidâyetini iddia etmek, onları hidâyette göstermeye çalışmak demektir. "Allah'ın saptırdığına sız mi hidâyet ediyorsunuz?" değil de "Allah'ın saptırdığına siz mi hidâyet etmek istiyorsunuz?" buyrulmak suretiyle inkârın irâdeye tevcih edilmesi, inkârda mübalağa içindir. Zira bu ifâde ile, bunun kendisinin mümkün olması şöyle dursun, isteği (kâdesi)nin bile mümkün olmadığı açığa kavuşturulmuş oluyor. Burada hidâyeti ve idlâk, onlara hükmetmek mânâsında anlamaya imkân yoktur. Çünkü, "- Ey Resûlüm! Allah'ın saptırdığı kimse için artık sen hiçbir yol bulamazsın." ifâdesi buna engeldir. Allahü teâlâ, bir kimsede dalâlet yaratmışsa, onu doğru yola getirmek asla mümkün değildir. "Allah kimi sapıtmış ise sen onun için hiçbir yol bulamazsın." cümlesindeki imkân sizlik; "Allah lamı saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek yoktur." (Ra'd 13/33, Zümer 39/23, 36, Mü'min 40/33) meâlindeki âyetlerde de ekle getirilir. Buradaki hitabın muhatabların her ferdine tevcih edilmesi, bunu bukna imkânsızlığının, tek tek bütün insanlar için geçerli olduğunu zımnen bıldirmek içindir. 89"Onlar, inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi istediler ki kendilerine eşit olasınız. O hâkle onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yine de yüz çevirirlerse, artık onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün ve onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin." A- "Onlar, inkâr ettikleri gibi sîzin de inkâr etmenizi istediler ki kendilerine eşit olasınız." Bundan önce onların küfür ve dalâletleri beyân edilmişti. Bu istinafı kelâm da, onların azgınlığını, küfürdeki ısrarlarını ve başkalarını da saptırma gayreti içinde olduklarını açıklar. B- "O hâlde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dost edinmeyin." Onlar, sizin de küfre düşmenizi istediklerine göre, siz de, onlar îmân edip herhangi bir dünyevî gaye için değil, sadece Allah rızâsı için ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber olmak için hicret etmek suretiyle îmânlarını hakikat mertebesine çikarıncaya kadar onları dost edinmeyin. C- "Eğer yine de yüz çevirirlerse, artik onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün ve onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin." Eğer yine de onlar, samimî ve istikamet üzere yapılan bir hicretle teyid edilen îmândan yüz çevirirlerse, gücünüz yettiği zaman onları yakalayın ve hıll bölgelerinde olsun, Harem bölgesinde (Mekke'nin, sınırları 6 ile 16 km. arasında bulunan yakın çevresinde) olsun, onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü ister esir almakta, ister öldürmekte olsun, onlar hakkında uygulanacak hükümler diğer müşrikler hakkındaki hükümlerin aynidir. Onlardan da uzak durun ve hiçbir zaman onlardan dostluk ve yardım kabul etmeyin. 90"Ancak sizinle kendileri arasında bir antlaşma bulunan bir topluma sığınanlarla sizinle veya kendi toplumlarıyla çarpışmaktan bunalıp size sığınanlar müstesna. Eğer Allah, dileseydi, onları başınıza belâ ederdi de sizinle muhakkak savaşırlardı. Artık eğer onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size boyun eğmeyi teklif ederlerse, bu durumda Allah size onların aleyhinde hır yol tutma hakkını vermemiştir." A- "Ancak sizinle kendileri arasında bir antlaşma bulunan bir topluma sığınanlarla sizinle veya kendi toplumlarıyla çarpışmaktan bunalıp size sığınanlar müstesna." Bu istisna, bundan önce geçen: "- Fehuzûhüm vaktülûhüm haysü vecedtümûhüm / Onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün!" emriyle bağlantılıdır. Müslümanlarla (sizinle) kendileri arasında antlaşma olup da Müslümanlarla savaş mayanlar müstesnadır. Bunların kimler olduğu hususunda değişik görüşler vardır: 1- Bunlar Eslemlilerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'den çıkarken Hilâl b. Uveymir el-Eslemî ile, - hem kendisine, hem de düşmanlarına yardım etmemek, - ancak Hilâl'e sığman kimseler de aynı hakka sâhib olmak esası üzerine bir antlaşma yapmıştı. 2- Kendileriyle antlaşma yapılanlar Benî Bekir b. Zeyd-i Menat kabilesi idi. 3- Bunlar Huzaa'lılar idi Hulâsa, yakalanmaları ve öldürülmeleri emredilenlerden iki grup istisna edilmiştir: - Biri, Müslümanlara karşı savaşan bir topluluğu terk ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile antlaşması olanlara iltihak edenler; - Diğeri de, kendi toplumlarıyla da, Müslümanlarla da savaşmak istemeyip Müslümanlara sığınanlardır. Bunlar da Müdlec Oğulları idi. B- "Eğer Allah dileseydi, onları başınıza belâ ederdi de sizinle muhakkak savaşırlardı." Bu cümle, birinci grup gibi, ne Müslümanlarla, ne de Müslümanlarla antlaşması olanlarla bağlantısı bulunmayan ikinci grubun da, Müslümanlarla anlaşmak birinci grubun hükmüne dahil edilerek yakalanmak ve öldürülmek hükümlerinden istisna edilmesinin illeti gibidir. Allah dileseydi, onların yüreğini kuvvetlendirir, korkusunu giderirdi ve bunun neticesinde onlar, ellerini sizden çekmeyip sizinle muhakkak savaşırlardı. C- "Artık eğer onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size boyun eğmeyi teklif ederlerse, bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yol tutma hakkı vermemiştir." Eğer onlar, sizden uzak durup size ilişmezlerse ve imkânları olduğu hâlde Allahü teâlâ'nın dilemesiyle sizinle savaşmazlarsa ve üstelik size teslimiyet ve itaati teldif ederlerse, bu durumda Allah (celle celâlühü), size, onları esir almak veya öldürmek gibi aleyhde bir yol tutma hakkı vermemiştir. Çünkü sizinle antlaşmaları olmasa da, ne sizinle, ne de kendi toplumlarıyla savaşmak istememeleri ve üstelik size teskmiyet ve itaati teklif etmeleri, dokunulmazlık hakkına sahip olmaları için yeterlidir. 91"Diğer bir takım insanları da hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak ister bulacaksınız. Onlar ne zaman fitneye döndürülseler (çağrılsalar) ona baş aşağı atılırlar. Eğer onlar, sizden uzak durmaz, barış da teklif etmez ve ellerini çekmezlerse, o zaman siz de onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. İşte onlar hakkında size apaçık bir hüccet verdik. A- "Diğer bir takım insanları da hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak ister bulacaksınız." Bunlar, Esed ve Gatafan kabilelerinden bir grup olup Medine'ye geldiklerinde Müslümanlardan emin olmak için Müslüman olmuşlar ve Müslümanlarla antlaşma yapmışlardı. Kendi kavimleri yanına döndüklerinde ise, kendi kavimlerinden emin olmak için, Müslümanlarla olan antlaşmalarını bozmuşlardı. Diğer bir görüşe göre ise, bunlar Abduddar Oğulları olup durumları anlatıldığı gibi idi. B- "Onlar ne zaman fitneye döndürülseler (çağrılsalar) ona baş aşağı atılırlar." Onlar ne zaman küfre ve Müslümanlara karşı savaşmaya çağırılsalar, ona en kötü ve çirkin şekilde atılırlar. Onlar savaşta Müslümanlara karşı savaşanların en kötüsü idiler. C- "Eğer onlar, sizden uzak durmaz, barış da teldif etmez ve ellerini çekmezlerse, o zaman siz de onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün." Sözü edilen kâfirler, - sizden uzak durmaz, - barış ve antlaşma teklif etmez, - aksine sizinle olan antlaşmalarını bozar, - sizinle savaşmaktan ellerini çekmezler ise, o zaman onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Ç- "İşte onlar hakkında size apaçık bir hüccet verdik." O çirkin sıfatları taşıyanları öldürmek ve esir almak için size apaçık bir hüccet verdik. Zira onların size karşı düşmanlığı, küfrü, zulmü ve verdikleri zarar gayet açıktır. Yahut onlar hakkında sızın için apaçık yetki verdik; nitekim onları yakalamanız ve öldürmeniz için size izin verdik. 92"Bir mü'minin bir mü'mini öldürmesi olamaz., Meğer ki hatâ ile ola. Kim bir mü'mini hatâen öldürürse, mü'min bir köle azad etmesi (hürriyetine kavuşturması) ve maktulün ailesine teskm edilecek bir diyet (diyetti müselleme) ödemesi gerekir. Meğer ki mirasçılar bağışlayalar. Eğer maktul mü'min olup, size düşman bir toplumdan ise o zaman öldürenin, bir mü'min köle azad etmesi gerekir. Eğer maktul sizinle anlaşmalı bir toplumdan ise, ailesine teskm edilecek bir diyet (diyet-i müselleme) ödemek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Ancak azad edilecek köle bulamayan, Allah tarafından tevbesinin kabul edilmesi için birbiri ardınca iki ay oruç tutmakdır. Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." A- "Bir mü'minin, bir mü'mini öldürmesi olamaz. Meğer ki hatâ ile ola (illâ hatââ). Kim bir mü'mini hatâen öldürürse, mü'min bir köle azad etmesi (hürriyetine kavuşturması) ve maktulün ailesine teskm edilecek bir diyet (diyet-i müselleme) ödemesi gerekir." Bir mü'mini haksız yere öldürmek, hiçbk zaman, hiçbir sebeple doğru olamaz ve mü'minin hâline yakışmaz. Çünkü îmân, bunu kesinlikle men eder. Meğer ki, bu yanlışlıkla ola. "İllâ" kelimesi, istisna için değil, fakat "ve lâ" mânâsında da olabilir. Bu takdirde anlam şöyle olur: Bir mü'minin bir mü'mini, - (ne kasden veya) taammüden, - ne de yanlışlıkla öldürme hakkı olamaz. Diğer bir görüşe göre ise, cümlenin başındaki nefiy (ma kâne), nehıy mânâsındadir. Bunun anlamı da şudur: "Bir mü'min, diğer bir mü'mini öldürmemekdir; fakat hatâen veya yanlışlıkla böyle bir fiil vuku bulursa onun fâiline verilecek ceza da şundan ibarettir." Hata ile öldürme, fiilde veya maktulün şahsına karşı bir öldürme kasdı bulunmayan hâllerde söz konusu olur. Kâfirlerin safında bulunan ve Müslüman olduğu biknmeyen bir Müslümanı vurup öldürmek gibi. Rivâyete göre Ebûcehil'in ana bir kardeşi Ayyaş b. Ebi Rabîa, Müslüman olmuş ve ailesinin korkusundan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hicretinden önce Medine'ye göçmüştü. Ayyaş'ın annesi de, oğlu yanına dönünceye kadar yiyip içmemeye ve hiçbir evin çatısı altına girmemeye yemin etmişti. Bunun üzerine Ebücehil ile Haris b. Zeyd b. Ebi Enise Ayyaşı geri getirmek üzere Medine'ye gittiler ve orada onu bir kalede buldular. Ebücehil onu aldatmak için çok uğraştı ve sonunda dedi ki: "- Muhammed, seni sıla-ı rahme teşvik etmiyor mu? Haydi, dön; annene ıtâat et; ama yine sen kendi dininde (İslâm üzere) kal!" Nihayet Ayyaş kaleden indi ve onlarla beraber Mekke'ye doğru yola çıktı. Sonra Mekke'ye yöneldiler; Medine'den uzaklaşınca, onlar Ayyaş (radıyallahü anh) ın ellerini arkasından bağladılar ve herbıri ona yüz kamçı vurdular. O zaman Ayyaş, Elâris'e, Ebû Cehil göstererek: "- Bu, benim kardeşim (Elazâ alnı), ya sen kim oluyorsun ya Haris ? Allah için boynumun borcu olsun; seni yalnız bulduğumda mutlaka öldüreceğim !" dedi. Ebücehil ile Haris, Ayyaş'ı annesinin yanma getirdiler. Annesi de, Ayyaş İslâm'dan dönmedikçe ellerini çözmeyeceğine yemin etti. Ayyaş (radıyallahü anh) da, (kalben değil, fakat) diliyle İslâm'dan döndü ve bir süre sonra yine Medine'ye hicret etti. Fakat daha Sonra Hâris de Müslüman oldu ve hicret etti. Bir gün Kuba köyünün arkalarında, bir yerde Ayyaş, Harisle karşılaştı ve Müslüman olduğundan habersiz onu vurup öldürdü. Fakat bilahara Haris'in Müslüman olduğunu öğrendi. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip: "- Ya Resûlallah! Ben Müslüman olduğundan habersiz onu (Hâris'i) öldürdüm !" dedi. İşte o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu (Fenezelet). Mü'min köleden maksad, yaşı küçük de olsa İslâm olduğuna hükmedüen köle demektir. Maktulün diyet verilecek ehli veya ailesi de vârisleridir. Vârisler, diğer tereke malları gibi bunu da aralarında bölüşürler. Nitekim Dahhâk b. Süfyan el-Kilabî diyor ki: "- Resûlüllah bana gönderdiği mektupta, Esyem el-Dıbabî'nin karısını, kocasının diyetine vâris kılmamı emretmişti." B- "Meğer ki mirasçılar bağışlayalar." Diyeti bağışlamanın sadaka olarak vasiflandırılmasi (tasadduk kelimesinin kullanılması), bunu teşvik ve faziletine dikkat çekmek içindir. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dinen güzel olan her şey sadakadır (Küllü ma'rûfın sadakatlin)." C- "Eğer maktul mü'min olup, size düşman bir toplumdan ise o zaman öldürenin, bir mü'min köle azad etmesi gerekir." Eğer maktul, - muharib kâfirlerden meydana gelen bir topluma mensub, - fakat Müslüman olduktan sonra kendi kavmi içinde yaşayan veya kavminden ayrıldıktan sonra bir sebeble geçici olarak onların aralarında bulunan bir mü'min ise, - fiili işleyen onun Müslüman olduğunu bilmiyor idiyse; - kaatikn kefaret olarak bir mü'min köle âzad etmesi gerekir; fakat diyet ödemesi gerekmez. Çünkü ailesi muharib kâfirler olduğu için aralarında veraset cereyan etmez. Ç- "Eğer maktul sizinle antlaşmak bir toplumdan ise, ailesine teslim edilecek bir diyet (diyct-i müselleme) ödemek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir." Eğer öldürülen mü'min, sizinle aranızda geçici veya daimî bir antlaşma bulunan kâfir bir kavimden ise, Müslüman bir ailesi de varsa, onlara diyet ödemek gerekir. Daha önce, diyet ödemek, köle âzad etmekten sonra zikredildiği hâlde burada diyet ödemenin önce zikredilmesi, aradaki antlaşmanın bozulması ihtimâline karşı diyetin acele ödenmesinin lüzumunu zımnen bildirmek içindir. Diyet ödemenin yanı sıra diğer Müslümanların katimde olduğu gibi bunda da bir mü'min köle âzad etmek gerekir. Bir mü'min köle âzad etmek müeyyidesi, "Kim bir mü'mini hatâen öldürürse..." hükmüne dahil iken burada ayrıca zikredilmesi, maktulün antlaşmak kâfirler topluluğuna mensubiyetinin diyet ödenmesine engel olmadığını beyân etmek içindir. Daha önce belir tib diği gibi maktulün muharib kâfirler topluluğuna mensub olması diyet ödenmesine mânidir. D- "Ancak azad edilecek bir köle bulamayan, Allah tarafından tevbe sinin kabul edilmesi için birbiri ardınca iki ay oruç tutmakdır." Kim, âzat edecek köle sahibi değilse veya onu satın alacak parası da yoksa, Allah tarafından tevbesinin kabul edilmesi için birbiri ardınca, ıkı ay peşpeşe ve hiç ara vermeden oruç tutması gerekti. E- "Allah her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir." Allahü teâlâ, her şeyi ve ezcümle onların hâllerini de en iyi bilendir. Teşri' buyurduğu bütün hüküm ve mükellefiyetleri sayısız hikmetler üzerine bina etmiştir. 93"Kim de bir mü'mini tasarlayarak (taammüden) öldürürse, artık onun cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır." A- "Kim de bir mü'mini tasarlayarak (taammüden) öldürürse, artık onun cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir." Allahü teâlâ, bundan önce yanlışlıkla işlenen katlin hükmünü ve onun üç kısmını açıklamıştı. Şimdi burada taammüden işlenen katle temas ediliyor. Ancak bu katim dünyevî hükmü, Bakara (2) sûresinde açıklandığından burada uhrevî hükmüne işaretle iktifa ediliyor. Rivâyete göre Mıkyes b. Dubabe el-Kinanî kardeşi Hişam ile beraber Müslüman oldu. Sonra kardeşi Hişam'ı, Neccar Oğulları yurdunda öldürülmüş olarak buldu ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip keyfiyeti arz etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Neccar Oğullarından ve aynı zamanda Bedir savaşı Ashabından olan Zübeyir b. Iyad el-Fihrî'yi onunla beraber Neccar Oğullarına gönderdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyir b. Iyad vasıtasıyla onlara, - kaatili bitiyorlarsa, kısas için onu Mıkyes'e teskm etmelerini, - bilmiyorlarsa, diyet ödemelerini emir Duyuruyordu. Emri alan Neccar Oğulları: "- Allahü teâlâ'nın ve Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emrini işittik ve itaat ettik! Biz onun kaatilini bilmiyoruz; fakat diyetini öderiz" dediler ve diyet olarak yüz deve verdiler. Sonra Mıkyes ile Zübeyir (radıyallahü anh), Medine'ye dönmek üzere yola çıktılar. Nihayet yolda gelirken şeytan, Mıkyes'e: "- Kardeşinin diyetini kabul edip de bu yüzden kendine sövdürecek mısın? Yanındaki adamı öldür; kana kan olsun ve diyet de fazladan sana kalsın!" diye vesvese vermiş. Mıkyes, Zübeyir el-Fihrî'yi bir an gafletinden yararlanarak ve kafasına büyük bir taşla vurarak öldürdü. Sonra bir deveye binip diğer develeri de sürerek mürted bir kâfir olarak Mekke yolunu tuttu ve şu şiiri söyledi: Ben kardeşim için bir Fıltir'kyı öldürdüm. Cinayeti işleyen Neccar Oğullarının seçkin mallarından hem onun diyetini hem de intikamımı aldım; Artık huzur içinde başımı yastığa koyacağım ve ben putlara geri dönenlerin ilki oldum." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Mıkyes b. Subabe el-Kinanî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'yi fethettiği gün çıkardığı aftan istisna buyurduğu kimselerdendir. Mıkyes, kendisine dokunulmamasi için Kabe örtülerine asılmış hâlde bulundu ve öldürüldü. B- "Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır." Bu cümle, önceki şart cümlesinin açık bir şekilde delâlet ettiği mukadder bir cümleye atıftır. Sanki önceki şart cümlesinden istisna yoluyla bir açıklama ve tekid olarak şöyle denmiştir: "- Allahü teâlâ, onun hakkında bu cezaya hükmetmiş, ona gazab etmiş, ondan intikam almış ve onu böyle bir cezaya çarptırmakla rahmetinden tamamen uzaldaştirmıştır." Diğer bir görüşe göre ise, anılan cümle, mukadder bir cümleye matuf değil fakat mukadder bir harfle masdar hükmüne sokularak cehennem kelimesi üzerine atıftır. Burdaki geçmiş fiil de, gelecek (müstakbel) mânâsına hamledilmekdir. Nitekim, "Sur'a üfürüldü " (Kehf 18/ 99, Yâsîn 36/51, Zümer 39/68, Kaf 50/20) meâlindeki âyetlerdeki "nüfiha / nefhedildi, üfürüldü" fiili mazi sıygası ile vârid olmakla beraber, "üfürülecek" anlamındadır. Kur’ân'da bunun daha bir çok benzeri vardır. Yani bir mü'mini taammüden öldüren kimsenin cezası, - içinde ebediyen kalacağı cehennem ateşi, - Allahü teâlâ'nın ona gazab ve lanet etmesi; - cehennemde ona, kemiyet ve keyfiyeti ifâde edilemeyecek derecede büyük bir azab hazırlamasıdır. Bu, âyet-i kerîme, pek şiddetli tehdit, kuvvetti ceza va'di (va'di'l-ekîd) ve çeşitli müeyyideler ihtiva eder. Bu büyük tehdit, rivâyet edilen pek ağır hadis tehditleriyle de desteklenir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Allah katında, dünyanın yıkılması, bir mü'minin öldürülmesinden ehvendir / Vellezî nefsî biyedihi le-zevalü'd-dünya ı'nde-llâhü ehvenü min katil mü'min." Yine peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Dünyanın doğusunda bir adam öldürülse ve dünyanın batısında bulunan bir adam da, bu cinayete rızâ gösterse, onun kanının akıtılmasına ortak olmuş sayılır." Diğer bir hadiste de peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Bir mü'minin öldürülmesine, bir kelimenin bir parçasıyla olsun, yardım eden bir kimse, kıyamet günü, iki gözü arasında "Allahü teâlâ'nın rahmetinden ümidi kesilmiştir (âyesün mm rahmeti-llâhi tea'lâ)" yazısı yazılı olarak mahşer yerine gelecektir." Haricîler ile Mutezile fırkaları, bir mü'mini taammüden öldüren kimsenin, ebediyen cehennemde kalacağına delil olarak, bu ağır nasları gösterirler. Fakat aslında bu âyet-i kerîme, onlara delil olamaz. Ancak Tabiî ulemâsından İkrime ve benzerlerinin ileri sürdükleri gibi eğer bu âyet, mü'minin katkni helâl sayarak onu öldürenler hakkında ise, o zaman ebedî cehennem azabına delil sayılabilir. Onların mesnedleri de, bu âyetin mürted Mıkyes b. Dubabe el-Kinanî hakkında nazil olmasıdır. Ama bize göre bu âyet, onlara delil olamaz. Çünkü âyetin hükmü geneldir ve önemli olan da budur; nüzul sebebinin özel olması keyfiyeti değiştirmez. Bir de, âyetteki lıulûd'dan (ebedîlikten) murad, devâmlılık değil, fakat uzun zaman orada kalmaktır. Zira âsi mü'minlerin azabının ebedî olmayacağını açıkça ifâde eden naslar da vardır. İbn Abbâs'dan (radıyallahü anh) gelen, "Mü'mini, taammüden öldürenin tevbesi kabul olunmaz / Innehu lâ tevbete kkaatıh'l-mü'mini a'mden." seklindeki rivâyet ile Süfyan el-Sevrî'den (radıyallahü anh) gelen, "Mü'mini taammüden öldürenin tevbesi, ilim ehline sorulduğu zaman, onun tevbesi kabul olunmaz (Lâ tevbete lehu), diye cevap veriyorlardı" şeklinde gelen rivâyet, bu konuda Allahü teâlâ'nın teşdıd ve tağkız (şiddetlendırme ve ağırlaştırma) sünnetine (yoluna) uyma gayretine hamledilmiştir. Nitekim Enes'ten (radıyallahü anh) gelen rivâyetle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, "Allah (celle celâlühü), mü'minin katiline makbul tevbe yaratmaktan imtina etti / Eba-llâlıü en yec'a'le kkaatik'l-mü'mini tevbeteh" hadisi de böyledir. Bunun aksi ıddiâ edilemez. Nitekim, rivâyete göre biri İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan sormuş: "- Mü'minin katilinde tevbe olur mu?" O da: "- Hayır!.." diye cevap vermiştir. Diğer bir şahıs ona: "- Mü'minin kaatili için makbul tevbe olur mu?" diye sormuş ve o da: "- Evet olur!" diye cevap vermiş. Bunun üzerine kendisine: "- Ona öyle dedin; buna da böyle dedin?.." diye sorulunca o da, İbn Abbâs (radıyallahü anh) "- ilk soran, henüz kimseyi öldürmemişti; onun için ben de, bu cinayete yaklaşmasın diye ona öyle dedim. İkinci soran ise, bu cinayeti işlemiş; ben de, onun ümitsizliğe düşmemesi için öyle söyledim" cevabını vermiştir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan katil fiilini işleyenin tevbesiz olarak da mağfiret edilebileceği rivâyet olunmuştur. Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh): "Kim de bir mü'mini taammüden öldürürse, artık onun cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir" meâlindeki âyetin tefsirinde şöyle demiştir: "- Onun cezası budur (Hiye cezâuhu). Artık Allahü teâlâ dilerse (Fe in şâe) ona azab eder (a'zabelıu); dilerse de (ve in şâe), onu bağışlar (ğaffera lehu)." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kesintisiz ve tam bir senetle rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Eğer Allahü teâlâ, mü'mini taammüden öldüreni cezâlandıracaksa, cezası budur — Hüve cezâuhu in cazâlıu." Tâbünden Avn b. Abdullah, Bekir b. Abdullah el-Müzenî ve Ebû Sâlih el-Seman bu görüşe katılarak diyorlar ki: "- Bazen insan, bir işten menettiği kimseye: "Bunu yaparsan, cezan dayak ve öldürülmek olacak" der. Sonra bunu yaptığı takdirde bu cezayı vermese de, bu, onun için yalan sayılmaz." Vahidî de diyor ki: "Bu konuda gerçek şudur ki: Allah Teâla'nın, mükâfat va'dini yerine getirmemesi imkânsızdır; ceza va'dini yerine getirmemesi ise caizdir." Enes (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, bir kimsenin ameli için bir mükâfat va'detmişse, o va'di, mutlaka gerçekleştirir; ama bir kimsenin ameline bir ceza va'detmişse, o zaman muhayyerdir / Men vaa'de-llâhü tea'lâ a'lâ a'mehhi sevâben fehüve müncizuhu lehu; ve men ev'a'dehu a'lâ a'mehhi k'kaaben fehüve bi'l-hkyar." Bu meselede gerçek şudur: Biz, âyette zikredileni esas alarak söz konusu hükmü (taammüden katkn cezasının mutlaka ebedî cehennem azabı olacağı hükmünü) ondan çıkaramayız. Çünkü âyette, Allahü teâlâ, onun cezasının bu olduğunu haber vermekle beraber mutlaka bu cezayı çektireceğini bildirmiyor. Bunun aksi iddia edilemez. Nitekim Allahü teâlâ, Şûra (42) sûresinin 40. âyetinde: "Bir kötülüğün cezası, onun dengi (misli) bir kötülüktür / Ve cezâu seyyie tin seyyietün mislüha" buyurur. Eğer bu âyet, Allahü teâlâ'nın, her kötülük sahibini mutlaka ona denk bir kötülükle cezalandıracağını haber vermek olsaydı, "Allah, işlediğiniz hatâların birçoğunu affeder." (Mâide 5/15, Şûra 42/30) âyetleriyle çelişmiş olurdu. 94"Ey îmân edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, her şeyi iyice anlayın. Size selâm verene, dünya hayâtının geçici yararlarına göz dikerek: "- Sen mü'min değilsin!" demeyin. Çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır. Siz de önceleri öyleydiniz; Allah, size lütfetti. O hâlde her şeyi anlayın. Şüphe yok ki, Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." A- "Ey îmân edenler ! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, herseyi iyice anlayın." Bundan önce katkn iki nev'i ve bir mü'minden ancak hatâen bir katil fiili sâdır olabileceği açıklanmıştı. Şimdi burada mü'minler yanlışlıkla katle sebebiyet verecek dikkatsizliklerden sakındırılıyor. Demek istenen şudur: 'Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, yapacağınız ve yapmayacağınız bütün işler üzerinde düşünün ve tedbirli olun. Acele davranıp kusur işlemeyin." B- "Size selâm verene, dünya hayâtının geçici yararlarına göz dikerek: "- Sen mü'min değilsin!" demeyin." Bu kelâm, emrin terkinden doğabilecek sakıncalara dikkati çeker. "Selâm" kelimesi, bir kırâete göre "silm" olarak da okunmuştur. Yani, "- islâm selâmı ile sizi selamlayanlara, yahut size teslimiyet gösterip boyun eğenlere (ınkıyad edenlere): "- Sen mü'min değilsin (leşte mü'minen); bunu, bizden korunmak için söylüyorsun!" demeyin. Onu sözlerine göre kabul edin ve sözlerinin icablarını yerine getirin. "Mü'min" kelimesi de bir kırâete göre "mü'men" olarak okunmuştur. Yani : "- Sana emân verilmemiş!" demeyin. Bu kıraet, selâm yerine "silm" kıraetine daha uygundur. İlk kırâete göre, daha sonra âyetin nüzul sebebinin izahında geleceği gibi, İslâm selâmı ile beraber şahadet kelimeleri de olduğu hâlde âyette yalnız selâmın zikriyle yeünilmesı, bu nehyi ve yasağı mübalağa ile ifâde etmek ve birde, onların hatâlarının pek açık olduğuna dikkat çekmek içindir. Zira sahibine dokunulmaması için yalnız İslâm selâmının bile yeterli olduğu belirtiliyor. Şu hâlde İslâm selâmı ile beraber şahadet kelimeleri de telâffuz edilirse durum nasıl olmakdır? "Tebteğûne a'rada'l-hayâti'd-dünya / dünya hayâtının geçici yararlarına göz dikerek..." ifâdesi, insanı teenniyi bir kenara iterek aceleyle harekete sevkeden unsuru açıklar. Ancak burada nehiy (yasak), yalnız kayda değil fakat her ikisine birden yöneliktir. Yani : "- Sız dünya hayâtının çarçabuk bitip tükenen menfaatlerini isteyerek, gözeterek size islâm selâmı ve barış (silm) ile yaklaşanlara mü'min olmadıklarını söylemeyin!" C- "Çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır." Bu kelâm, nehyin illet ve sebebini beyân ile zımnî mükâfat va'didir. Yani : "- Siz, öylelerinin malını istemeyin. Çünkü Allah (celle celâlühü) katında sizin için sayısız ganimetler vardır. O, size onlardan bahşedecek ve sizin bu hatâyı işlemenize gerek kalmayacktır." Ç- "Sız de önceleri öyle idiniz ; Allah, size lütfetti." Bu da, o nehyin bir illetidir. Bunun, nehyin hemen arkasında zikredilmemesi ve ertelenmesi, takdimi (daha önce söylenmesi) hâlinde içerdiği kısmî tafsilâtın âyetin parçaları arasında kesintiye yol açabileceği ıhtimâk olmakdır. Bir de, burada zikredilmesiyle, "Allah katında sayısız ganimetler olduğu "illetiyle onun illeti arasına başka bir şeyin girmemesi sağlanmıştır. Nitelim: "O gün bir takım yüzler ağarır, bir takım yüzler de kararır. İşte o yüzleri kararanlara şöyle denir: "- imânınızdan sonra küfre mi düştünüz? Haydi küfrünüzden dolayı tadın azabı!" (Al-i imran 3/106) mealindeki âyet-i kerîmede de aynı tertib izlenmiştir. Yani: "- Siz de, ilk Müslüman olduğunuz zaman, bu size selâm verenler gibiydiniz. Siz de, o zaman insanlara İslâm selâmı ve benzeri şeylerden başka bîr şeyi izhar etmiyordunuz. Ama Allahü teâlâ, size lütfetti; o kadarını sizden kabul buyurdu ve onunla, sizin kanlarınızı ve mallarınızı masun (dokunulmaz) kıldı; sizin sırlarınızın araştırılmasını emir buyurmadı." Daha önce geçen "fe tebeyyenû — her şeyi iyice anlayıp dinleyin, açıklığa kavuşturun" fili başındaki "fe" harfi, "fasîha"dır. Yani: "- Durum böyle olunca, siz de keyfiyeti anlamaya çaksın, onun hâlini kendi hâlinizle mukayese edin ve ilk zamanlarınızda size karşı yapılanları sız de ona karşı yapın. İç ve dış hâlin (bâtın ile zahirin) birbirine uyup uymadığının muhasebesini yapmadan zâhır hâli olduğu gibi kabul edin." Kur’ân'ın mükemmeliyetine ve yüce şânının azametine yaraşan mânâ da budur. Bazı müfessirlere göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: "- Sız ilk islâm'a girerken ağzınızdan işitilen yalnız şahadet kelimesi olmuştu. Böylece kalblerinizin dillerinize uygun olup olmadığına bakılmaksızın bu kelime, sizin canlarınıza ve mallarınıza dokunulmazlık hakkı sağlamıştı. Sonra Allah (celle celâlühü), size istikameti, inanla şöhret bulmayı, o yolda ilerlemeyi ve nihayet islâm'da rehber olmayı ihsan buyurdu. Onun için siz de, yeni islâm'a gelenlere karşı, size gösterilen iyi niyeti göstermeksiniz; onların canına ve malına dokunmadan onların görünüşteld İslâm'ına bakmaksınız ve onlara, siz mü'min değilsiniz; dememelisiniz." Ancak bu tefsir görüşü, gerçekten uzaktır. Çünkü bikndiği gibi burada murad: Yeni Müslümanlarla kıdemli Müslümanlar arasındaki ortak bir hükmü vurgulamaktır. Bu da kanların ve malların korunmasını sağlayan şahadet kelimesinin telâffuzudur. Ve gayet açıktır ki, bu netice bu tefsire göre değil ancak yukarıdaki tefsir ile hâsıl olmaktadır. Zira ancak bu tefsir ile illetteki müşareket mucibince, yeni Müslümanların da kanlarının ve mallarının masuniyetinin (dokunmazlığının) gerekliliği, kıdemli Müslümanlarca anlaşılmış olur. Bu ilâhî kelâmı, "- Önceleri siz de, İslâm'daki hâlinızin kusurlu olması itibariyle onlar gibi idiniz; sonra Allahü teâlâ, size lütfetti ve O'nun lûtfu sayesinde bu yüksek mertebeye erdiniz. Bundan dolayı siz, şimdiki hâlinize göre onun hâlini kus urlu görmeyin fakat onu eski hâlinize göre değerlendirin!" mânâsına hamletmeye de, şu gerçek mânidir: O şahsın öldürülmesi, İslâm'ının kusurlu olmasından değil fakat onun kalbi ile lisanı arasında mutabakat olmadığı vehminden kaynaklanmakta idi. Zira bu âyet-i kerîme, Fedek ahâlisinden Mirdas b. Nehîk hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Mirdas (radıyallahü anh), Müslüman olmuştu, ancak kavmi içinde kendisinden başka Müslüman yoktu. Sonra Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), oraya Galib b. Fudale el-Leysî kumandasında bir müfreze (seriye) gönderdi. Müfreze oraya varınca, hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas, İslâm'ına güvendiği için orada kaldı ve atlıları görünce koyunlarını dağın sarp bir yerine sürdü, kendisi de dağa tırmandı. Nihayet atlılar arkadan yetişip tekbir getirince kendisi de tekbir getirdi ve: "- Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasûlullah. Esselâmü aleyküm!" dedi. Fakat yine de Üsâme b. Zeyd ((radıyallahü anh), onu öldürdü ve koyunlarını sürüp Medine'ye getirdi. Ashâb, olayı kendilerine anlatınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), buna çok üzüldü ve: "- Siz, onu yanında bulunan (malları) almak için öldürdünüz !" buyurdu. Usame ise: "- O, kalbiyle değil, diliyle onu söyledi !" Ve bir rivâyete göre de: "- O, silahtan korktuğu için o sözleri söyledi !" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Niçin kalbini yarıp bakmadın ?" buyurdu ve sonra da bu âyeti okudu. Usame: "- Ya Resûlallah! Benim için Allah'tan mağfiret düe (istağfir k)!"dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "- Onun söylediği lâilâhe illallah, ne olacak ?" bu)mrdu. Üsame (radıyallahü anh) diyor ki: "- Resûlüllah, bu sözü o kadar çok tekrar etti ki, ben, (bu vebalden kurtulmak için) daha önce değil de yeni Müslüman olmuş olmayı temenni ettim. Sonra Resûlüllah, benim için mağfiret diledi ve: Bir köle âzad et (k'tiık rakabeh)!" buyurdu. Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, başka biri hakkında nazil oldu. O şahıs: Ya Resûlallah! Biz, Allahü teâlâ'nın hezimete uğrattığı bir düşman kavmi kovalıyorduk. Nihayet ben, bir adama yetiştim. Adam, kılıcı görünce: Ben Müslümanım; dedi ama ben yine onu öldürdüm !" demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sormuş: "- Sen, bir müslümanı mı öldürdün ?" O: "- O, ölümden kurtulmak için öyle dedi !" cevabını vermiş. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Kalbini yarıp bakmadın mı ?" buyurmuş. D- "Şüphe yok ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." Şüphesız ki, Allahü teâlâ, sizin açık ve gizli bütün yaptıklarınızdan ve onların hepsinin keyfiyetinden hakkıyla haberdardır. Bunun için O, hayrın hayır olarak ve şerrin de şer olarak karşılığını verecektir. Bundan dolayı siz, katli hafife almayın; onda çok ihtiyatlı davranın. Bu cümle, makablinin illeti mahiyetindedir. 95"Mü'minlerden (özürsüz) oturanlarla mallan ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir ve ayni (müsavî) olamaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece itibariyle oturanlardan üstün kıldı (tafdıl etti). Allah, hepsine de cenneti va'detmiştir. Bununla beraber Allah, mücâhıdleri oturanlar üzerine büyük bir mükâfat (ecr-i a'zıîm) ile üstün kılmıştır." A- "Mü'minlerden (özürsüz) oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir ve ayni (müsavî) olamaz." Bundan önce cihada enir ve mü'minler cihada teşvik edilmişti. Şimdi burada da mü'minlerin cihaddaki mesâilerine göre mertebelerinin de değişik olduğu beyân ediliyor ki savaştan geri kalanlar, kendi durumlarından utanç duysunlar, derecelerinin düşmesinden sakınsınlar ve rütbece yükselmek için cihada rağbet etsinler. "Oturanlar kaaıi'dûn" dan maksad, cihada çıkmayan ve evlerinde oturmalarına izin verilenlerdir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) a göre "Bu âyette anlatılanlar, Bedir savaşına katılanlarla katılmayanlardır." Zahire ve nüzul târihine uygun olan da bu görüştür. Bunların, Tebük seferine çıkanlar olduğuna dâir gelen rivâyet ise, nüzul târihine uygun değildir (Tebük seferi Hicretin dokuzuncu yık vuku bulmuştur). Kaldı ki o sefere katılmayanlar için böyle bir ruhsat verilmemiştir. Âyetin başında "mü'minlerden — mine'l-mü'minîne " buyrulması, - onların sefere katılmayıp evlerinde oturmalarının, - îmânlarına halel getirmediğini, - aşağıda zikredilecek güzelliklere hakları bulunduğunu baştan bildirmek içindir. "Zarar sahibi olmak / ülichdzarari", hastalık, âmâlik, topallık ve kötürümlük gibi sakatlıklar demektir. Silah ve gerekti eşyanın olmaması da geçerli bir mazerettir. Rivâyete göre Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh) diyor ki: Bir gün, Resûlüllah'ın yanında bulunuyordum. Bir ara vahiy hâli onu kapladı (fe ğaşıyethü's-sekînetü) ve o sırada onun bacağı benim bacağımın üstüne düştü. Benim bacaklarıma öyle bir ağırlık çöktü ki, kırılmasından korktum. Sonra vahiy hâli geçince hemen bana: "- Yaz (Üktüb)!" dedi. Ben de o anda bana söylediği bu âyetin " Mü'minlerden evlerinde oturanlarla cihad edenler bir ve aynı olamazlar" mealindeki kısmını yazdım. Bunun üzerine orada bulunan ve aynı zamanda âmâ olan Abdullah ibni Ümmi Mektûm: "- Ya Resûlallah! Mü'minlerden gücü yetmeyenler ne yapacak ?" diye sordu. Tam o sırada ikinci kez vahiy hâli onu kapladı. Sonra vahiy hâli geçince bana yine: "- Yaz (Üktüb)!" buyurdu ve bu sefer "ğayrü üli'd-dzarari / mazeretsiz, özürsüz olarak veya mazereti, özrü olmadan" ifâdesinin de içinde bulunduğu âyetin tamamını yazdım." Âyette, savaşa katılanların, - yukarda İbn Abbâs (radıyallahü anh)ın ifâdesinde geçtiği gibi, sefere çıkanlar olarak değil, fakat mücâhıdler olarak vasıflandırılması, - cihadın, mal ve can ile Allah yolunda yapılan bir mücadele olarak kayitlandırılmasi, - onları bu vasıflarla medhetmek ve mertebece terfie hak kazandıklarının illet ve sebebini bildirmek içindir. "Oturma / el-kuu'd" nın karşısında "yol — el-sebü" un zikredilmiş olması da başka bir güzelliktir. Önce evlerinde oturanların zikredilmiş olması eşitsizliğin, onların karşıtlarından değil fakat kendilerinden kaynaklandığını bildirmek içindir. Çünkü ziyâde veya noksandık şeklinde farklı olan iki şey arasındaki eşitsizlikte akla ilk gelen sebeb kusurlunun kusuru veya eksikliğidir. Nitekim, "Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" (Ra'd 13/16) meâlindeki âyette de kusurlu, önce zikredilmiştir. Ancak: "Hiç Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer 39/9) meâlindeki âyette üstün olanın önce zikredilmiş olması ise, ilmin, cahil için köklü bir kazanım olmasından dolayıdır. B- "Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece itibariyle oturanlardan üstün kıldı." Bu istinaf cümlesi, - o iki fırkanın eşit olmadıklarını, - aralarında bir fark bulunduğunu ve bu farkın keyfiyet ve kemiyetini icnıâlen beyân eder. Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan gizli (mukadder) bir sualin, "Bu nasıl olmuştur?" un cevabıdır. C- "Allah, hepsine de cenneti va'detmiştır. Bununla beraber Allah, mücâhidleri oturanlar üzerine büyük bir mükâfat (ecr-i a'zıîm) ile üstün kılmıştır." Bu ifâde, iki fırkadan birinin diğerine üstün kılınmasından doğabilecek bir ihtimâli, ikinci fırkanın cennetten mahrum kalabileceği vehmini ortadan kaldırır. Daha açık bir deyişle Allah (celle celâlühü), cihat edenlerle evlerinde oturanlardan yalnız birine değil, fakat her ikisine de o güzel mükâfaü, cenneti va'detmiştir. Ancak cihad edenleri amellerinin karşılığı olarak, evlerinde oturanlara pek büyük bir mükâfat ile üstün kılmıştır. 96"Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet edici (Rahîym)dir." Buradaki "derecât — dereceler" kelimesi, bundan önce zikredilen pek büyük mükâfatı ve üstün kılmanın kemiyetini açıklar. "Mınhü - Kendi katından" ifâdesi de, bu derecelerin azametine ve şânının yüceliğine delâlet eder. İbni Muhayriz (radıyallahü anh) diyor ki: "Bu dereceler yetmiş basamaktır ve her iki derece arasındaki mesafe en yürük atın süratiyle yetmiş senedir." Tabiînden Süddî'ye göre: "Bu dereceler, yedi yüz basamaktır." Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, kendi yolunda cihad edenler için cennette yüz derece hazırlamıştır. Eler iki derece arasındald uzaklık, yer ile gök arası kadardır." "Derecât / dereceler" kelimesi, fiilin mânâsını pekiştiren mas dar olarak da (onları oldukça üstün kılmıştır, anlamında) kabul edilebilir. "Mağfiret / bağışlama" kelimesi de bu mükâfatın bedeli veya karşılığı olarak yer alan bir açıklamadır. Ancak bu, bir kısmın, bütünün (küllün) bedeli olması kabilindendir. Çünkü bu mükâfatın diğer bir kısmı da, mağfiret babından değildir. (Bu itibârla mükâfat, mağfiretten ibaret değildir.) Yani onların işledikleri öyle günahlar mağfiret olunur ki, bu günahlar, savaşa katılmayanların kazandıkları sevapların kefaret olabildiği günahlar değildir. Zira mücâhidlerin hususiyetlerinden olan mağfiretin böyle olması gerekir. "Rahmet" kelimesi de, tıpkı anılan "derecât /dereceler" gibi, mükâfata bedel bir açıklamadır. Mağfiret ve rahmet kelimelerinin, kendi köklerinden mukadder (gizli) birer fiilin mef'ûlü (tümleci) oknaları da caizdir. Bunun anlamı şudur: "O, onları mağfireüyle mağfiret ve onlara ralımeüyle rahmet buyurmuştur." Bundan önceki âyette, "tafdîl / üstün kılma" fiilinin, - birbirine atıf yoluyla tekrar -ki atıf yoluyla tekrar, mutlaka farklı olmalarını gerektirir- edilmesi, - kelâmın ve nazmın güzelliğinin gereği olarak, "üstün, kılınan / mufaddal" ile "kendilerinden üstün kılınan / mufaddal aleyh" değişmediği hâlde; - birinci tafdîlde sadece "derece", - ikinci tafdîlde ise "derecât / dereceler" kelimesinin kullanılmasının sırrı şudur: - Ya bu iki tafdîl fiili, derece ile derecât kelimeleri arasındaki vasfı farklılık, zatî farklılık gibi kabul edilmiştk ve mânâya daha fazla vuzuh vermek için önce ibhâm, sonra tefsir uygulanmıştır. Nitekim: "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; onları ağır bir azabtan kurtardık." (Hûd 11/ 58) meâlindeki âyette de, ibhâmdan sonra tefsir uygulaması vardır. Sanki şöyle denmiştir: Allah, mücâhıdleri, evlerinde oturanlardan, takdiri ve mâhiyetinin kavranması imkânsız bir derece ile üstün kılmıştır. Ve iki fırka arasındaki büyük fark, evlerinde oturanların tamamen mahrumiyetlerini vehmettirince, "Hepsine de cennet va'detmiştir — Ve küllen vaa'de-llâhüi-hüsna" cümlesi ilâve edilmiştir. Sonra da derece kelimesinin nekire olmasından kaynaklanan ibhamın tefsiri cihetine gidilmiştir. Ve mübarek ne de güzel açıklık getirmiştir. - Ya da anılan iki tafdîl fiili, derece ve derecât kelimeleri, farklı anlamlara gelmektedir. Bu takdirde: 1- Birinci tafdîlden (üstün kılmaktan) murad, Allahü teâlâ'nın dünyada mücâhıdlere bahşettiği ganimet, zafer ve güzel bir şöhret olur ki bunlar gerçekten bir derece sayılmaya lâyıktır. 2- İkinci tafdîlden murad da Allahü teâlâ'nın âhirette mücâhidlere bahşedeceği sayısız yüksek derecelerdir. Nitekim birincinin takdimi, ikincinin tehiri ve ikisinin arasında cennet va'dmin zikredilmesi de, bunu zımnen bildirir niteliktedir. Özetle: Allahü teâlâ, mücâhidleri, evlerinde oturanlardan dünyada bir derece, âhirette ise sayısız derecelerle üstün kılmıştır. Ve ikisinin arasında da cennet va'dedilmıştir. Böylece her iki fırkanın da hâlleri açıklığa kavuşturulmuş ve üstün kılınmayan fırkaya acele bir teselli getirilmiştir. "Allah, cümle ilim sahiplerinden çok daha iyi bilir." İşte bu, mücâhidlerle mazeretleri olmadan evlerinde oturup cihada çıkmayanlar arasındaki farktır. Bu sıfatın mefhûm-i muhalifinden hareketle nefyden (olumsuzluktan) gelen istisnanın isbat olduğunu söyleyenlere göre ise özür sâhıbı olanlar mücâhidlere eşittir. Bu kanıda olmayanlara göre, nass ibaresinin buna delâleti yoktur. Ancak rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mücâhidlere şöyle buyurmuştur: "Siz arkanızda Medine'de öyle topluluklar bıraktınız ki, nereye vardıysanız, hangi vadiyi geçtiyseniz, onlar muhakkak sizinle beraber idiler." Onlar, iyi niyetli, güvenlik ve gönülden cihadı arzuladıkları hâlde sefere manı mazeretleri olan kimselerdi. Söz konusu bu hadis diğer bir ibare ile şöyledir: "Medine'de öyle topluluklar var ki, yolda siz nereye vardıysanız ve hangi vadiyi geçtiyseniz, onlar da muhakkak orada sizinle beraber idiler." Ashâb sordular: "- Ya Resûlallah! Onlar Medine'de oldukları hâlde mi ?" Resûlüllah da: "Evet onlar Medine'dedir ; fakat özürleri, onları bahsetmiştir."buyurdu. Müfessirler derler ki: Bu eşitliğin, mazeretten başka bir şartı daha vardır; o da Tevbe (9) sûresinin 91. âyetinde zikredikr: "Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara (cihaddan geri kalmaları sebebiyle) günah yoktur." (Tevbe 9/ 91) Diğer bir görüşe göre ise, âyette geçen birinci oturanlar, mazeret sahibleri, ikinci oturanlar da başkalarıdır. Ancak bu tefsir âyetin nazmında açık bir dağınıklığa yol açar. Hiç şüphesiz mazeretleri olanlar, diğerlerinden bir derece üstündür. Ama dünyevî dereceye göre onların mücâhidlerin derecesinden aşağı olduklarında da hiç şüphe yoktur. (Zira onlara ganimetten pay verilmez.) Allah'ın bağışlaması bol (Gafur) ve çok merhametli (Rahîym) olduğu cümlesi açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. 97"Melekler kendilerine zulmedenlerin canlarını aldıklarında onlara şöyle derler: "- Siz neredeydiniz?" Onlar da şöyle cevap verirler: "- Biz yeryüzünde zayıf, çaresiz kimselerdik." Melekler: "- Allah'ın arzı geniş değil miydi? Oradan (bir başka yere) göçseydiniz ya!" derler. İşte böylelerinin barınak (me'va)ları cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." A- "Melekler kendilerine zulmedenlerin canlarını aldıklarında onlara şöyle derler : "- Siz neredeydiniz (Fîme küntüm)?" Allah (celle celâlühü) yolunda cihada çıkmayanların hâh beyân edildikten sonra şimdi burada da Allah (celle celâlühü) yolunda hicret etmeyenlerin hâli anlatılıyor. Bu insanların kendi nefislerine zulmetmeleri, Allah (celle celâlühü) yolunda hicreti göze alamayarak dinî vecibelerini yerine getirmelerine engeller çıkaran kâfirlerin komşuluğunu tercih etmeleridir. Bu âyet, hicretin farz olduğu dönemde Mekke'den hicret etmeyen bazı Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. İşte melekler, bunlardan hicret etmeden ölenlerin canlarını alırken, Müslüman olduklarını açığa vurmakta ve namaz gibi bazı farzları yerine getirmekteki kusurlarını açıklamak ve bundan dolayı onları kınamak üzere kendilerine: "- Siz dünyada din işlerinizi ne yapıyordunuz ?" diye soracaklarını belirtiyor. B- "Onlar da şöyle cevap verirler (Kaalü): "- Biz yeryüzünde zayıf, çaresiz kimselerdik." Bu istinaf cümlesi, meleklerin sualinin hikâye edilmesinden çıkan bir gizli sorunun cevabıdır. Sanki:" Onlar, bu sualin cevabı olarak ne dediler?" diye sorulmuş ve cevabında da böyle denmiştir. Yani onlar, kusurlarını sarih olarak ikrar etmekten kaçındılar ve kendi asılsız iddialarına göre buna mecbur olduklarını ileri sürerek dediler ki: "- Biz Mekke topraklarında Mekkekler arasında dinimizin icablarını yerine getirmekten âciz idik." C- "Melekler: "- Allah'ın arzı geniş değil miydi? Oradan (bir başka yere) göçseydiniz ?" derler." Melekler, onların gerekçelerini çürütmek ve kendilerin iskât etmek üzere derler ki: "- Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi! Siz de, Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenler gibi dininizin icablarını yerine getirebilecek başka bir bölgeye hicret etseydiniz!" Onların gerekçe beyânını, hicret etmek aczinin ifâdesine hamletmek ve meleklerin cevabını da onları tekzib olarak saymak, mümkün değildir. Çünkü hicret aczinin sebebi, hicret edecek yer bulamamaktan ibaret değildir. Fakat bazen hicret edememek, fakirlik veya kâfirlerin engel olması gibi sebeplerden dolayı da olabilir. Binâenaleyh bu görüşe göre, meleklerin, yeryüzünün geniş olduğunu söylemeleri, onları tekzip ve red olamaz. Fakat ıskatın tam olması için, onların hicrete muktedir olduklarını da ilâve etmeleri gerekirdi. Bir diğer görüşe göre ise, söz konusu topluluk (Müslüman olduklarını açığa vurmadan Mekke'de kalanlar), müşriklerle birlikte Bedir savaşına çıkmışlardı. Bunlar arasında Kays b. Fâkih b. Muğîre, Kays b. Velid b. Muğîre gibileri vardı. Ve bunlar Bedir savaşında öldürüldüler. İşte melekler, bunların canlarını alırken, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak o sözleri söylemişlerdi. Bu görüşe göre, melekler, onların, kâfirlere yardımlarından ve kâfir ordusuna katılmalarından dolayı onları azarlamak ve kınamak üzere o sözleri söylediler. Onlar da kâfirlerin kahrı altında olduklarını ve kerhen onlarla birlikte Bedir savaşına çıktıklarını ileri sürdüler. Melekler de hicret etmek ve kâfirlerin kahrından kurtulmak imkânına sâhib olduklarını söyleyerek savunmalarını çürüttüler. Ç- "İşte böylelerinin barınak (me'va)ları cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir (Vesâet masura)." İşte bu kötü hâlleri anlatılanların, dünyadaki barınakları küfür yurdu olduğu gibi, kesin farizayı terk ettikleri için âhiretteki barınakları da cehennemdir. Bu âyet-i kerîme, bir kimsenin, hangi sebepten olursa olsun, dinin gereklerini yerine getiremediği, yerden hicret etmesinin vâcib olduğunu gösterir. Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Bir müslüman, dini uğruna, bir karış bile olsa, bir yerden bir yere firar ederse cennet ona vâcib ve o atası İbrâhîm ile Peygamberi Muhammed e arkadaş olur / Men ferra bidînihi min ar di ilâ ar eki ve in kâne şibran mı-ne'l-ardii istevcebet lehü'l-cennetü ve kâne rafîka ebîhı ibrahîme ve nebiyyehu muhammedin a'leyhime's-salâtü ve's-selâm." 98"Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan âciz ve zayıflar, çaresiz kalan ve hiçbir yol bulamayanlar müstesna." "Vıldan — çocuklar" dan eğer köleler, bulûğa yaklaşmış oğlanlar kasdediliyorsa, onların zikredilmiş olmasının sebebi açıktır. Ama eğer onlardan çocuklar kasdediliyorsa, o zaman onların zikredilmiş oknası, hicretin önemini belirtmek içindir. Yani hicret o kadar önemlidir ki, mükellef olmayan çocuklar bile, güçleri yetmiş olsaydı, onlara bile vâcib olurdu. Bulûğa erer ermez, onlar için de hicretin vücûbu kesin ve kaçınılmazdır ve sanki bulûğdan önce de mümkün olduğu anda onları da hicret ettirmek gerekir. "Lâ yestettiûne hkleten / bir çare bulamayanlar" ifadesiyle "velâ yelıtedûne sebîlâ — bir yol bulamayanlar" ifâdesi, "müstad'afin / âcizler" kelimesinin sıfatlarıdır veya tefsiridir. Çünkü âcizliğin veçheleri çok olduğundan izaha muhtaçtır. Hicret çaresine muktedir olmak, onun esbabını ve imkânlarını bulmak demektir. Hicret yolunu bilmek veya bulmak hicret edilecek yerin yolunu ya bizzat veya kılavuz yardımıyla bulmek demektir. 99"Umulur ki Allah, onları affeder. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır." Burada ümid veren bir ifâde ile bir aff kelimesinin kullanılması, hicretin son derece önemli bir vâcib olduğunu, kendisine hicret vâcib olmayan kimselerin bile onu terk etmeleri hâlinde aflarınin kesin olmadığını fakat ümitle yalvarıp yakararak bağışlanmalarını isteyecekleri bir günah sayılması gerektiğim belirtir. Elbette Allah çok affedici ve çok bağışlayıcıdır. Bu cümle, makabk için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. 100"Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde barınacak bir çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah ve Resulüne hicret niyetiyle evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatını vermek Allah'a aktır. Allah, Gafûr'dur, Rahîym'dir." A- "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde barınacak bir çok yer ve geniştik bulur." Bu âyet-ı kerîme, hicret için büyük bir teşvik vardır. Allahü teâlâ yolunda hicret edenler, dünyada gidecek bir çok bereketti yerler bulacaklardır. "Murağanı / barınacak ve geçinecek yer" kelimesinin kullanılması, teşviki te'kid içindir. Muhacir, gittiği yerde öyle hayır ve nimetler bulur la, bunlar kendilerinden ayrıldığı kavmin burunlarının sörtülmesine sebep olur. Murağam kelimesinin kökü olan rağm, burnun toprağa sürtülmesi demektir. Diğer bir görüşe göre de, hicret edecek kimse, yeyüzünde bir yol bulur; kavminin burunlarını toprağa sürterek (onlara rağmen) kendilerim terk eder demektir. B- "Kim Allah ve Resulüne hicret niyetiyle evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir." Burada "ve men yuhacir — kim hicret eder" ifâdesi yerine "ve men yahruc min beytihi — kim evinden çıkar" ifâdesinin tercih edilmiş olmasının anlamı şudur: Bir kimse hicret niyetiyle evinden çıktıktan sonra evinin önünde bile ölse yine o bu mükâfata mazhar olur. Allahü teâlâ ve Resulü yolunda hicret ederek o yolda ölenlerin mükâfatının Allah'a âidiyyeti zorunluymuş gibi onun Allahü teâlâ katında sabit olması demektir. Rivâyete göre, Resûlüllah hicret hakkındaki bu âyetleri Mekke Müslümanlarma göndermce, çok yaşlı bir ihtiyar olan Cündüb b. Damre, çocuklarına dedi ki: "- Beni deveme bindirin! Çünkü ben âcizlerden değilim ve yolu da biliyorum. Vallahi, ben bu gece Mekke'de yatmayacağım!" Bunun üzerine onu bir tahtıravan üzerinde deveye bindirip Medine'ye doğru yola çıkardılar. Nihayet Mekke yakınında bulunan Ten'îm denilen yere varınca ölümü yaklaştı. O zaman sağ elini sol elinin üzerine koydu ve: "- Allahım, bu senin için ve bu da Resulün için ; Resulün, ne üzerine Sana bey'at ettiyse, ben de onun üzerine Sana bey'at ediyorum !" dedi ve övgüye lâyık bir şekilde öldü. Sonra bu haber Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabına ulaşınca dediler ki: Eğer o, Medine'ye ulaşıp da burada ölseydi, mükâfatı daha mükemmel olumdu." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. İslâm âlimleri diyorlar ki; ilim öğrenmek, yahut haccetmek, yahut cihad etmek gibi dinî bir gaye için yapılan her hicret, Allah (celle celâlühü) ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uğrunda hicret sayılır. C- "Allah bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Ralıîym)dir." Allahü teâlâ'nın mağfireti sonsuzdur; Binâenaleyh O, işlenen günahları ve ezcümle bu gibilerin hicret gecikmelerini de bağışlar. Yine, Allah (celle celâlühü)'ın rahmeti de sınırsızdır; onun için bu gibilere rahmet edip onların mükâfatını tamamlar. 101"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur; eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." A- "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur." Burada, - sefer, - düşmanla karşılaşma, - hastalık (el-maraz), - yağmur (el-matar) gibi zaruret hâllerinde kılınan namazın keyfiyeti anlatılır. Bu âyet, aynı zamanda hicret azmini kuvvetlendirir ve seferde edâ edilecek ibâdetleri tahfif eder. Burada sefer mutlak olarak zikredilmiştir. Nasıl bir sefer olursa olsun hüküm aynıdır. Betahsis Allah ve Resulü uğruna sefer veya hicret kaydı yoktur. Namazlarda kısaltma ruhsatını veren seferin asgari mesafesi, İmam Ebû Hanîfe'ye göre, vasat deve ve yaya yürüyüşü ile üç gün ve üç gecelik mesafedir. İmam Şâfî'ye göre ise iki günlük mesafedir. Âyet-i kerîmenin zahirine göre, seferde namazları kısaltma hükmü zorunlu değil fakat seçimliktir ve en faziletli olan, namazları kısaltmadan tam olarak, kılmaktır. İmam Şâfî'nın delili bu âyetin hem zahiri hem de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, seferde namazları tam kıldığı rivâyetidir. Aîşe den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, seferde namazları bazen tam olarak kılınış ve bazen de kisaltmıştir. Osman (radıyallahü anh) dan rivâyet olunduğuna göre, kendisi de, seferde bazen namazları tam kılar ve bazen kisaltirdı. Biz Hanefîlere göre seferde namazları kısaltmak kesin olarak vâcibtir. Yalnız bu vacibi, - akimlerimizden bazıları, "azimet" başka bir deyişle "asıl hüküm", - bazıları ise, "iskat ruhsatı" yani rahatlık ve ferahlık sağlayan bir ruhsat değil, fakat namazların tam edasının caiz olmadığı bir ruhsat kabul etmişlerdir. Zira hafif (ehaf) edâ ile ağır (eşkal) edâ arasında muhayyerhk tanımanın bir anlamı olmaz. (Yani bu durumda nekesin hafifi tercih edeceği açıktır.) Bu, Ashâbtan Ömer (radıyallahü anh), Ali (radıyallahü anh), Abdullah İbn Abbâs (radıyallahü anh), Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh) ve Câbir'in (radıyallahü anh) görüşleridir. Tabiînden Hasen el-Basrî, Ömer b. Abdüaziz ve Katâde de bu görüşü benimsemişlerdir. İmam Maliktin içtihadı da böyledir. Rivâyete göre Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Sefer namazı, Peygamberiniz (sallallahü aleyhi ve sellem) in lisanıyla, kısaltılmış değil, fakat tam olarak iki rekattır / Salâtü's-seferu rek'a'tani tamamün ğayru kasrtin alâ lisani nebiyyüküm aleyhi's-selâm." Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: "- Biz, peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber Medineden Mekke'ye gitmek üzere yola çıktık. Medine'ye donünceye kadar Peygamber namazları hep ikişer rekat olarak kıldı." İmran b. Hasın (radıyallahü anh) de şöyle rivâyet ediyor: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in seferde iki rek'atten fazla namaz kıldığını hiç görmedim." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de de iki rek'at kıldıktan sonra yerlilere: "- Sız namazınızı tamamlayın (Etimmû); bizler seferiyiz, buyurdu." Abdullah İbni Mesüd (radıyallahü anh), mü'minlerin emiri Osman (radıyallahü anh) ın, Mina'da namazı dört rek'at olarak kıldığını duyunca: "Gerçekten bizler Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz!" sözleriyle hayretini beyân ettikten sonra dedi ki: "- Ben, Mina'da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile iki rek'at kıldım. Ebûbekir (radıyallahü anh) ile iki rek'at İvildim. Ömer (radıyallahü anh) ile iki rek'at kıldım. Keşke benim dört rek'atten nasibim, kabul olunan iki rek'at olsaydı!" Osman (radıyallahü anh) ise, Mekke'den evlenmiş olmakla özür beyân etmiştir. İbni Şihab el-Zührî'den riveyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Osman (radıyallahü anh) Mekke'de ikamet etmeye azmettiği için Mina'da namazını dört rek'at olarak kılmıştır" Rivâyete göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: "Namaz ilk farz kılındığında bütün vakitler için ikişer rek'at olarak farz kılındı. Sefer için böyle kararlaştı; hazarda ziyâdeleşti / Evvelü ma fürızati's-salâtü fürizat rek'a'teyni rek'a'teyni; feükırrat fi's-seferi; ve zîdet fî'l-hazar." Âişe (radıyallahü anha) nin, namazları tam olarak kıldığına dâir gelen rivâyet için de onun: "- Ben, mü'minlerin annesiyim; onun için nereye gitsem, orası benim evim sayılır." diyerek özür beyân ettiği söylenmiştir. Seferde namazların kısaltılması vâcib okluğu hâlde âyette, "Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur / feleyse a'leyküm cünahun en taksurû mine's-salâti" buyrulmuştur. Çünkü onlar, namazları tam olarak kılmaya aksaklarından kısaltmanın kendileri için bir nakısa olabileceğini düşüneceklerdi. İşte bundan dolayı onların gönlünün hoş ve mutmain olması için, bunda kendilerine vebal olmadığı sarahatle bildirildi. Nitekim Safa ile Merve sa'yi hakkında da: "Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın şeâ'kın dendir. O hâlde kim Beyt'i hacc veya umre kasdı ile ziyaret ederse onları tavaf etmesinde bir salanca yoktur." (Bakara 2/158) buyurulmuştur. Oysa Safa ile Merve arasındaki tavaf (sa'y), biz Hanefîlere göre vâcib, Şafiî'ye göre ise rükündür. B- "Eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz." Bu şart cümlesinin cevabı açık olarak zikredilmeyip hazfedilmiştir. Çünkü mâkabli ona delâlet eder. Bunun anlamı şudur: Eğer kafirlerin size saldırmalarından veya başka türlü bir kötülük yapmalarından korkar veya endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Bu şart (kâfirlerin kötülüklerinden endişe etmek), cemaatle kılınan korku namazı için muteberdi", Mutlak olarak namazın kısaltılması hakkında ise bu şart ittifakla muteber değildir. Çünkü bundan önce tafsilatıyla açıklandığı gibi, Sünnet, bu şart olmaksızın da onun meşruiyeti şeklinde tezahür etmiştir. Ahmet Tahavî, "Şerh'ul- Âsâr" adlı eserinde Ya'lâ b. Ümeyye'ye ((radıyallahü anh) ölm.656) dayanarak şu sözleri nakletmektedir: "- Ben, Ömer b. el-Hattab (radıyallahü anh) a dedim ki; Allahü teâlâ, "- Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur ; eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz. " buyuruyor. Şimdi ise insanlar, kâfirlerin kötülüğünden emniyetteler. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) bana, "- Senin taaccüb ettiğin şeye ben de taaccüb ettim ve nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a sordum ; o da şöyle buyurdu (fekaale): "- Bu, Allah'ın size bahşettiği bir sadakadır; siz de O'nun sadakasını kabul edin !" dedi.30 Bu hadis de, seferde namazı tam olarak kılmanın caiz olmadığına delildir. Konuyla ilgili kitaplarda izah edildiği gibi, temliki kabil oknayan hususlardaki (Yani namazın lasaltılması gibi maddî olmayan) tasadduk, mahza iskat (kaldırmak) olup reddedilmesi mümkün, değildir. Bu hadisin, âyete muhalif olduğu velımedilmemekdir. Çünkü biz Hanefîlere göre, bir şart ile yapılan takyid; (burada sefenlik) yalnız, şartın vücudu hâlinde hükmün sübûtuna delâlet eder. Şart mevcut değilse, hükmün de mevcut olmayacağı belirtilmemiş, o husus meskût bırakılmıştır. Eğer şart mevcut değilse, - hükmün sübûtü için bir delil varsa, hüküm yine sâbıt olur; - eğer delil yoksa, kendi hâli üzere gayrı sabit olarak kalır. Bu durumda hükmün sabit olmaması, - yokluğunun delili tahakkuk ettiği için değil, - fakat delil tahakkuk etmediği içindir. Ve yukarıda (kâfirlerin kötülüğünden endişe edilmediği seferlerde de namazın kısaltılmasına dair) dinlediğin vazıh deliller, bunu (delilin tahakkuk etmediğini) söylemekten seni nehyeder. Mefhûm-u muhalif ile hükmedenlere göre de izahı şöyledir: Meflıûm-u muhakf, ancak şart -başka bir faydası yoksa- bulunmadığı zaman hükmün olmayacağına delâlet eder. Buradaki şart, genel olarak zikredilmiştir. (Yani bu faydası da vardır.) Nitekim, "Dünya hayâtının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın." (Nûr 24/33)meâlindeki âyet de bu kabildendir. Hattâ deriz ki; bu âyet-ı kerime, - kısaltmanın miktarı ile keyfiyeti, - hangi namazlar için olduğu, - seferin süresi ve mesafenin miktarı hakkında mücmeldir. Bu itibârla emniyet haklideki kısaltmanın, dört rek'atlı namazları yarıya indirme ve belli bir sefer müddetine tahsisi konularında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den gelen bütün hadisler, âyetin icmâlini beyân eder. Bir görüşe göre ise, âyetin, "Eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz." bölümü, mâkablinden tamamen ayrı olup mâba'dindeki (kendisinden sonraki) korku namazı ile bağlantılıdır. Hattâ rivâyete göre Ebû Eyyûb Elalid b. Zeyd el-Ensarî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur" mealindeki âyet indikten bir yıl sonra Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), vaakıi sual üzerine: "Eğer kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur" meâlindeki bölüm nazil oldu." Bir kırâete göre, ’in hıftüm / eğer korkar, endişe ederseniz" kısmı anılan âyette yoktur. Buna göre anlam, "Kâfirlerin size kötülük etmelerini istemediğimiz için, namazın kısaltılması size meşru kılındı." olur. Zira devamlı namazla meşgul olmak, kâfirlerin kötülük yapmaya muktedir olacaklarını akla getırebilir. C- "Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." Bu ifâde, kâfirlerin kötülük yapmalarından endişe edilmesinin sebebi ve illetidir. Onların mü'minlere olan sonsuz düşmanlığı, mü’minlere kötülük yapmalarını gerektirir. 102"Ey Resûlüm! Sen aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silâhlarını da üzerlerine alsınlar, nihayet secde ettikleri zaman arkanıza geçsinler. Namaz kılmamış olan diğer kısım gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. O kâfirler isterler ki sız silâhlarınızdan ve eşyanızdan gaafil olasınız da, birden bire üzerinize baskın yapsınlar. Eğer size yağmurdan bir eziyet dokunur veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir engel yoktur. Yine de tedbirlerinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır." A- "Ey Resûlüm! Sen aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silâhlarını da üzerlerine aksınlar, nihayet secde ettikleri zaman arkanıza geçsinler. Namaz kılmamış olan diğer kısım da gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar." Bu âyet, tam zaruret bulunduğu zaman, namazın kısaltılmasının meşruiyetine ilişkin olarak makablinde bulunan icmâk tafsil ve o namazın keyfiyetini tasvir eder. Seferi namazda Sünnetin beyânı ile iktifa edildiği hâlde korku namazı için bu açıklamalara yer verilmesi, buna fazlasıyla ihtiyaç olduğu içkidir. Çünkü korku namazında, namazın ask şeklinde çok değişiklikler vardır. Âyetin konusu, kısaltıklmış olarak kılınan korku namazıdır; diğer korku namazının hükmü de, bunun hükmünden anlaşılır. Bu âyetin hitabı tecrid yoluyla yalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsustur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ın vefatından sonra korku namazı olmadığını söyleyenler, bu âyetin zahirini delil gösterirler. Ancak açık bir gerçektir ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den sonra gelen imamlar (Müslümanlar tarafından seçilen halifeler) de Peygamberimizin vekilleridir ve onun vazifelerini ifâ ederler. Bu itibârla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e yapılan hitapların hükmü onları da kapsar. Nitekim: "Onların mallarından sadaka al ." (Tevbe 4/ 103) âyetindeki hitab da böyledir. Rivâyet olunuyor ki, Said b. As, Taberistan'da korku namazım kıldırmak isteyince, Sahabîlere seslenerek: "- İçinizden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber korku namazını kılan var mı?" diye sormuş; bunun üzerine Huzeyfe b. Yeman (radıyallahü anh) ayağa kalkıp korku namazının keyfiyetini ona anlatmış ve Said b. As da, onun tarif ettiği gibi korku namazını kıldırmış. Bu hâdise, Sahabenin huzurunda cereyan etmiş, hiç kimse buna karşı çıkmamış olduğundan icmâ niteliğindedir. Sünen kitablarında rivâyet olunduğuna göre islâm ordusu, Abdurrahman b. Semüre ((radıyallahü anh) kumandasında Kabil'de savaşırken Abdurrahman (radıyallahü anh) onlara korku namazı kıldırmıştır. Bu âyetin tertib ve tafsik şöyledir: "Ey Resûlüm! Sen, düşman karşısında, mücâhidler arasında bulunduğun ve onlara namaz kıldırmak istediğin zaman, - mücâhidleri iki gruba ayır; - onlardan birinci grup, seninle beraber namaza dursun; - ikinci grup da sizi korumak için düşman karşısında nöbet beklesin; - seninle beraber namaza duracak olanlar silâhlarını yere koymasınlar, üzerlerinde bulundursunlar; - nihayet secde edip birinci rek'atı tamamladıkları zaman da arkanıza çekilip nöbet için düşman karşısına geçsinler. - Henüz namaz kılmamış olan ve düşman karşısında bekleyen ikinci grup seninle beraber, kalan ikinci rek'ati kılsın." Âyet-i kerîmede, her iki grubun kalan ikinci rek'atlerinin keyfiyeti beyân edilmemiştir; fakat o rek'atlerin keyfiyeti Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) uygulaması, başka bir deyişle, Sünnetle açıldığa kavuşturulmuştur. Nitekim İbni Ömer (radıyallahü anh) ve İbni Mes'ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) korku namazını kıldırırken, âyette belirtildiğı gibi: - birinci ve ikinci gruba birer rek'at kıldırmış, - sonra birinci grup gelmiş ve ikinci grup düşman karşısına geçmiş; - birinci grup, ikinci rek'atlerini kıraetsiz olarak kılıp selam vermişler; - bunlar düşman karşısına geçtikten sonra onların yerine gelen ikinci grup ilk rek'atlerini kıraetle kılmışlardır. Böylece her iki grup da iki rek'at namazı bu sûrede tamamlamışlardır. Âyette, ikinci grup için, hem silâhlarını hem de birinci gruptan fazla olarak gerekli tedbirleri almaları emredilmiştir. Çünkü o sırada kâfirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber namaza duran birinci grubun meşguliyetim öğrenebilecekleri düşünülmüştür. Her iki grup da namazda silâhlarını almakla mükellef kılınmışlardır. Çünkü namazla meşgul olmak, silâhları ve her türlü tedbiri bırakmanın gereğini akla getirebilir. B- "O kâfirler isterler ki siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gaafıl olasınız da birden bire üzerinize baskın yapsınlar. Eğer size yağmurdan bir eziyet dokunur veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir engel yoktur." Bu İlâhî kelâm, korku namazlarında silah taşıma zaruretinin, düşman saldırısının beklendiği anlar olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu hitab her iki fırkayı da kapsar. Bu bir önemli uyarıdır. Şöyle ki: "- Düşmanlarınız, size karşı âni bir saldırıya geçmek için sizin gaflet ve hazırlıksız zamanınızı kollarlar." "Eşya / emtia "dan maksad, mutlak eşya değil savaşta gerekli olan eşyadır. Silâhları ve tedbirleri alma emri, vücûb içindir. Nitekim, "Eğer size yağmurdan bir eziyet dokunur veya hasta olursanız / İn kâne biküm ezen min matarin ev kümüm merdâ... " ifâdesinden de bu anlaşılır. Zira yağmur veya hastalık sebebiyle silâhları taşımaları kendilerine ağır geldiği zaman, onları bırakmak için kendilerine ruhsat verilmiştir. C- "Yine de tedbirlerinizi alın." Söz konusu hâllerde silâhlarınızı bıraktığınız takdirde de düşmanın anı saldırısına mâruz kalmamak için tedbirlerinizi alın. Kelbî'nin Ebû Salih'ten rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ashabı ile Benî Muharib ile Benî Enmar kabilelerine karşı sefere çıkmış. Nihayet düşman yurduna varmışlar fakat onlardan kimseyi görememişler. O zaman mücâhıd-ler, silâhlarını çıkarmışlar; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, silahını çıkardıktan sonra haceti için oradan uzaklaşmış ve vadinin karşı tarafına geçmiş; bu sırada hava da serpiştiriyormuş. Sonra vadi taşmış ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ashabı arasında bir engel oluşturmuş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oturup beklemeye başlamış. Bu sırada Gavres b. Haris el-Muharibî, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) i görmüş ve hemen karar vermiş: "- Ben de seni öldürmezsem, Allah benim canımı alsın!" Kılıçlı olarak dağdan inmiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç farkında olmamış ve ancak, kınından çeltikmiş kılıcıyla tepesine dikildikten sonra onu görmüş. Gavres sormuş: "- Ya Muhammed! Simidi serti benden kim koruyacak ?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Allah a'zze ve celle.." dedikten sonra şöyle duâ etmiş: "- Allahım! Gavres b. Haris'e dilediğin şekilde müstahakkını ver!" Gavres, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) vurmak için kılıcını kaldırmış, fakat o anda yüzükoyun yere kapaklanmış, kılıcı da elinden fırlayıp düşmüş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kalkıp kılıcı eline almış ve sonra: "- Ya Gavres! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak ?" demiş; o hemen cevap vermiş: "- Hiç kimse!.." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle devam etmiş: "- Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahadet edersen kurtulursun ve kılıcını da sana veririm !" Gavres: "- Hayır, onu söylemem (Lâ); fakat sana karşı savaşmamaya ve senin düşmanına yardım etmemeye söz veririm." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kılıcını kendisine vermiş. O zaman Gavres: "- Vallahi, sen gerçekten benden hayırlısın !" demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Hayırlı olmak, senden önce benim hakkım !" sözleriyle ona mukabele etmiş. Sonra Gavres, arkadaşlarının yanma dönmüş ve olanları kendilerine anlatmış. Bunun üzerine onların bir kısmı îmân etmiş. Kekti diyor ki; vadinin sek indikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ashabının yanına dönüp olanları onlara anlatmış. Ç- "Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır." Bu cümle, tedbirleri alma emrinin illetidir. Yani Allahü teâlâ, onları rezil ve size nusret etmek suretiyle onlara alçaltıcı bir azab hazırlamıştır. O hâlde siz, işlerinize önem verin, sebeblere sarılın; ihmalkâr davranmayın ki, Allahü teâlâ'nın azabı sizin ellerinizle onlara ulaşsın. Bir diğer görüşe göre ise, düşmana karşı savunma tedbirlerini alma emri, onların galibiyetinin ve üstünlüklerinin beklendiğini vehmettirdiği için, Allahü teâlâ, Müslümanların kalblerini kuvvedendirmek ve cesaretlerini artırmak için, onlara nusret edeceğini ve düşmanlarını alçaltacağını beyân buyurmak suretiyle o vehmi gidermiştir. 103"Namazı bitirince, ayakta dururken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah'ı anın! Güvene kavuşunca da namazı gereğince kılın. Şüphesiz namaz, mü'minlere vakitleri belli bir farzdır." A- "Namazı bitirince, ayakta dururken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah'ı anın !" Korku namazını edâ edince, artık ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken, her halü kârda ve hattâ savaş sırasında, kılıçlarla vururşurken Allahü teâlâ'yı anmaya, O'nu tefekkür etmeye, O'na yakarışta bulunmaya ve O'ndan yardım dilemeye devanı edin. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de meâlen şöyle buyurulur: "Ey îmân edenler ! (Düşman) bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın ; umulur ki, felâha erersiniz." (Enfâl 8/45) B- "Güvene kavuşunca da namazı gereğince kılın." Savaş sona erdikten sonra gönlünüz korkudan sükûnet bulup sizde güven veya itmi'nan duygusu hâsıl olunca, artık vakti gelen namazı gereği gibi ta'dil-i erkân ile ve şartlarına uygun olarak kılın. Bir görüşe göre de üç hâldeki (ayakta, otururken, yatarken) zikirden (Allah'ı anmaktan) maksad, o hallerdeki namazdır. Namaz kılmak istediğiniz zaman: - savaşta kılıçla vuruşurken ayakta; - ok atarken dizleriniz üzerinde; - yaralarınız sebebiyle yanlarınız üzerinde yatarken namaz kılın. Sonra kısmen huzura kavuştuğunuz zaman da, o sıkıntık hâllerde kılmış olduğunuz namazları kaza edin. İmam Şafiî'nin (radıyallahü anh) görüşü budur, Ancak bu tefsirin hakikatten uzak olduğu açıktır. C- "Şüphesiz namaz, mü'minlere vakitleri belli bir farzdır." Namaz, muvakkat (vakte bağlı) bir farzdır. Tâbiî'nden Mücâhide göre: "Allahü teâlâ, namazı mü'minler için vakitlendirmiştir. Bundan dolayı korku hâlinde bile beyân edilen şekilde namazı kılmak lâzımdır." Bir görüşe göre de namaz, hazarda bazıları dört rek'at olarak, seferde ise iki rek'at olarak takdir edilmiş bir farzdır. Binâenaleyh namaz, her vakitte rek'at sayısı takdir edildiği miktarda kılınmalıdır. 104"Düşman topluluğu ile karşılaşmakta gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çeldyorsanız, sizin çektiğiniz gibi onlar da acı çekiyorlar. Oysa siz, Allah'tan onların ummayacakları şeyleri ummaktasınız. Allah, A'lîm'dir, Hakîm'dir." A- "Düşman topluluğu ile karşılaşmakta gevşeklik göstermeyin." Düşmanla savaşmakta, kısa mızraklarla onları vurmakta gevşeklik etmeyin. B- "Eğer siz acı çeldyorsanız, sizin çektiğiniz gibi onlar da acı çekiyorlar. Allah, A'lîm'dir, Hakîm'dir." Bu cümle, anılan nehyin illetini beyân etmekte ve mü'minlere cesaret vermektedir. Yani acı sadece, size mahsus değildir, fakat sizinle onlar arasında müşterektir. Onlar, bu acılara sabrediyorlar; şu hâlde siz niye sabretmiyorsunuz? Oysa bu sabır, onlardan fazla size yaraşır. Zira siz, Allah'tan dininizi diğer dinlerden üstün kılmak için, onların hiç akıllarında geçirmediği âhiret mükâfatlarını umuyor ve bekliyorsunuz. Bu âyet, küçük Bedir seferi hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ'nın ilmi sınırsızdır; bundan dolayı O, sizin yaptıklarınızı da, sırlarınızı da gayet iyi bilir. Ve Allah (celle celâlühü), bütün emir ve yasaklarını sayısız hikmetler üzerine bina etmiştir. Binâenaleyh siz, emir ve yasaklara uymaya gayret gösterin; zira hepsinde mutlu sonlar vardır. 105"Şüphesiz ki Biz, sana insanlar arasında Allah'ın gösterdiği şekilde hükmedesin diye Kitab'ı hakla indirdik. Sakın hâinlerden yana olma !" Rivâyet edildiğine göre, Ensar'dan ve Benî Zafer kabilesinden Tu'me b. Ubeyrık denen şahıs, Katâde b. Numan adındaki komşusundan un çuvalı içinde gizleyerek bir zırh çalmış. Tu'me, çuvalı taşırken çuvalın yırtık yerinden un dökülüp yerlerde iz bırakmış. Tu'me, çuvalı Yahudî Zeyd b. Seminin evine götürüp orada saklamış. Katâde, önce zırhını Tu'me'nin evinde aramış, fakat orada bulamamış; Tu'me de zırhı almadığına ve o konuda hiç bilgisi olmadığına yemin etmiş. Katâde de onu bırakmış ve dökülen unun yerlerdeki izlerini takip ederek nihayet Yahudînm evine kadar gelmiş ve zırhı bulup almış. Yahudi, Tu'me'nin bunu kendisine verdiğini söylemiş ve Yahudilerden bazı şahıslar da buna şâhidlik etmişler. Benî Zafer: "Haydi bizimle beraber Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelin!" diyerek onları Resûlüllah'ın hakemliğine davet etmiş ve kendi adamlarının suçsuz olduğuna ve Yahudînin bu hırsızlığı yaptığına şâhidlik ettikten sonra Resûlüllah'tan, kendi adamları lehinde hükmetmesini istemiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, dâvanın zahirî durumuna bakarak buna niyetlenmiş. Ancak tam o sırada bu âyet-i kerîme nazil olmuş. Rivâyet olunuyor ki, adı geçen Tu'me, Medine'den Mekke'ye kaçmış, orada irtidad etmiş ve Mekke'de hırsızlık yapmak için bir duvarı delmiş ve duvar, üstüne göçüp onu öldürmüş. Bir görüşe göre de Tu'me, Mekke'de Benî Sekm'den Haccac b. Alat adında bir şahsa konuk olmuş, sonra hırsızlık yapmak için onun evinin duvarını delmiş ve o sırada üzerine büyük bir taş düşmüş, böylece açtığı delikte sıkışıp kalmış, sonra ev sahibi onu yakalamış ve öldürmek istemiş, fakat kendisine: "- Bırak onu; ne de olsa bu adanı sana sığınmış" demişler. O da onu öldürmekten vazgeçmiş ve onu Mekke'den kovmuşlar. Sonra Tu'me, Şam tarafına gitmekte olan Kuzaa kabilesinden bir tüccara iltihak etmiş. Kervan bir yerde konaklamış. Bu sırada Tu'me, onların bazı eşyasını çalıp kaçmış, onlar da peşine düşüp onu yakalamışlar ve taşlayarak öldürmüşler. Bir görüşe göre ise, Tu'me, (anılan hâdisede de ölmemiş), Cidde'ye giden bir gemiye binmiş ve gemide içinde çok miktarda dinar bulunan bir torba çalmış ve yakalanıp denize atılmış. Burada söylenmek istenen şudur: "- Ey Resûlüm Muhammed! Şüphesiz Biz, Allah in sana valıyettiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye bu Kur’ân'ı hak olarak indirdik. Sen Tu'me ile kendisini destekleyen kavmi gibi hainlerden yana olma. Onları müdafaa etme, onları beraet ettirmek için Yahudilerle çekişme." Bu nehıy, âyetin siyakından anlaşılan gizli bir emre atıftır. Yani sen onunla hükmet ve hainler için taraf olma, demektir. 106"Allah'tan mağfiret diîe. Çünkü Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Rahîym)dir." "- Resûlüm, sen onların şahadetine göre vermeye niyetlendiğin hükümden dolayı da Allahü teâlâ'dan mağfiret dile! Zira şüphesiz Allah (celle celâlühü), kendisinden mağfiret dileyenler hakkında ziyadesiyle bağışlayıcı ve merhametlidir." 107"Kendilerine ihanet edenlerden yana mücadele etme. Şüphesiz Allah, ihanette İsrar eden hiçbir günahkârı sevmez." A- "Kendilerine hiyanet edenlerden yana mücadele etme." Günah işlemek suretiyle kendi nefislerine hiyanet edenlerden taraf mücadele etme! Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Allah sizin nefislerinize yazık (ihanet) ettiğinizi bildi ."(Bakara 2/187) İlâhî kelâmda, âsilerin isyanı, nefse zulüm olarak vasıflandırıldığı gibi ihanet olarak da vasıflandırılır. Çünkü isyanın zararı insanın kendi nefsine döner. Bu hainlerden maksad, - ya sözü geçen Tu'me ve benzerleridir, - ya da o ve ona yardım eden, suçsuzluğuna şâhitlik eden kavmidir. Çünkü onlar da, günah ve ihanette onun ortaklarıdır. B- "Şüphesiz Allah, ihanette İsrar eden hiçbk günahkârı sevmez." Allah (celle celâlühü) hıyanette ifrat ve ısrar eden hiçbir günahkârı sevmez. 108"İnsanlardan saklıyorlar da, Allah'tan saklamıyorlar. Zaten onlar O'nun razı olmadığı sözleri geceleyin kurarlarken O, onlarla beraberdi. Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır." A- "insanlardan saklıyorlar da, Allah'tan saklamıyorlar. Zaten onlar, O'nun razı olmadığı sözleri geceleyin kurarlarken O, onlarla beraberdi." Onlar, isanlardan utandıkları ve onların verecekleri zarardan korktukları için yaptıklarını onlardan saklıyorlar da, Allahü teâlâ'dan utanmıyorlar. Oysa asıl O'ndan utanmaları ve O'nun azabından korkmaları gerekir. Zaten onlar, suçsuz insanları suçlamak, yalan yere yemin etmek ve yalan şâhitlikte bulunmak gibi Allahü teâlâ'nın razı olmadığı sözleri geceleyin gizlice düşünüp kurarken Allahü teâlâ onlarla beraberdi. Onları ve hâllerini gayet iyi bihyordu. Şu hâlde onların, yaptıklarını Allahü teâlâ'dan saklamaları mümkün değildir. Onlar için tek çıkar yol, O'nun çirkin ve muâhaze sebebi saydığı fiilleri terk etmektir. B- "Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır." Allahü teâlâ, onların açık veya gizli yaptıkları her şeyi her zaman kuşatmıştır; onların yaptıklarından hiçbir şey O'nun nazarından kaçmaz. 109"Haydi siz dünya hayâtında onlardan yana mücadele ettiniz . Ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak veya onların vekâletini kim üzerine alacak ?" Burada hitabın, değiştirilip doğrudan doğruya onlara tevcih edilmesi, onların cinayetlerinin, kınama ve azarlama gerektirdiğim bildirmek içindir. Yani tutalım ki siz dünyada Tu'me ve benzerlerinden yana mücadele verdiniz; ya kıyamet günü onlar, ilâhî azaba duçar olurken onları kim savunacak veya onların vekâletini kim üzerine alıp onları Allahü teâlâ'nın azabından, intikamından koruyacak? 110"Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok mağfiret ve rahmet edici bulur (.)" - Kim bir kötülük işler, - yalan söyler, - yalan yere yemin eder, - veya başka bir suretle nefsine zulmeder de, - sonra sâdık kalacağı bir tevbe ile Allahü teâlâ'nın mağfiretine sığınırsa, O'nu çok bağışlayıcı ve rahmet edici bulacaktır. Bir görüşe göre, sû', şirkin dışındaki bütün günahlardır. Diğer bir görüşe göre ise, sû', küçük, nefsine zulmetmek de büyük günahlardır. Bu âyet-i kerîme, günah işleyen bir kimsenin tevbe edip mağfiret dilemesi için ziyadesiyle teşvik edicidir. Daha önce geçtiği gibi tevbe edenin, mağfiret ve rahmet eserlerini müşahede etmesi de ilâve bir nimettir. 111"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dır, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." Kim bir günah kazanırsa, bu günahın zararı ve vebâk, ancak kendisine aittir; başkasına değil. Bu itibârla insanlar, kendi nefislerini dünyada ve âhirette azaba mâruz kılmaktan sakınsınlar. Allahü teâlâ, her zaman her şeyi gayet iyi bilir ve bütün kader ve kazasında hikmeti gözetir. İşte bundan dolayı hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. 112"Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa şüphesiz büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." Yukarda sözü geçen Tu'me'nin Zeyd'e yaptığı gibi kim, - küçük, yahut kasıtsız, - büyük, yahut kasıtlı herhangi bir günah işler de, - sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, iftira veya bühtan etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Bühtan, iğrenç ve korkunç olmasından dolayı duyanları hayrete düşüren bir iftiradır. Diğer bir görüşe göre bühtan, büyüklüğünden dolayı hayreti mûcib olan iftiradır. Bir kimsenin işlediği suçu, masum birinin üzerine atmasının, ne kadar korkunç olduğu aşikârdır. Şu hâlde bu günahın büyüklüğü, başkasının üzerine atılan suçun, atana âit olmasından dolayıdır. Zira kasıtk veya kasıtsız, büyük veya küçük bir suçu, masum bir insanın üzerine atmak, bizatihi bühtan ve günahtır. Bu asılsız isnat, yalandır, bütün dinlerde haramdır ve bizatihi gerçek bir günahtır. Bu suçun isnad edene âit olmasıyla suç daha da ağırlaşır ve çirkinliği artar. Çünkü bu isnad, kendi suçunu masum birine yüklemek ve cezasını ona çektirmek kaselim taşır. Nitekim âyette "tihtemele / / yüklenme" fıilinin kullanılması da bunu ifâde eder. Bir de yüklenme fiili, bunun vebalinin ağır ve durumun çetin olduğunu bildirir. 113"Ey Resûlüm! Allah'ın lûtfu ve rahmeti üzerinde olmasaydı muhakkak onlardan bir topluluk, seni saptırmaya çalışıyordu. Oysa onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar; sana da hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bikmediğini öğretmiştir. Zaten Allah'ın sana olan lütfü pek büyüktür." A- "Ey Resûlüm! Allah'ın lûtfu ve rahmeti üzerinde olmasaydı muhakkak onlardan bir güruh, seni saptırmaya çalışıyordu." Allahü teâlâ, onların gerçek durumlarını vahiy ile sana bildirmeseydi, hak için seni uyarmasaydı, yahut sana Peygamberlik ve ismet bahşetmeseydi, muhakkak Zafer Oğulları kabilesinden sözü geçen Tu'me'yi savunanlar, işin hakikatim bildikleri hâlde seni, hak ile hükmetmekten saptırmağa muvaffak olmuşlardı. Bu tâıfe veya topluluktan maksad, Zafer Oğulları kabilesinin tamamı da olabilir. Buna göre, i insanlardan bir topluluk demek olur. Diğer bir görüşe göre, adı geçen taife, Sakîf kabilesinden gelen bir heyet idi. Bunlar, Resûlüllah'a "- Biz sana beyat etmek için geldik; ancak şu şartla ki, bizim putlarımızı kırmayacaksın ve bizden zekât, öşür akmayacaksın!" demişlerdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, onların teklifini reddetmişti. Onların nefyedilmesi gayretlerinin hiç etkisi olmayacağını bildirmek içindir. Başka, bir görüşe göre ise, burada şartın cevabı " le hemmet tâifetün / muhakkak, bir topluluk çalışırdı" cümlesi değildir; fakat şartın cevabı mahzûftur. Daha açık bir deyişle bu: "Allah'ın lütfü ve rahmeti üzerinde olmasaydı, muhakkak seni saptirırlardı, " demektir. "Le hemmet tâifetün" bir istinaf cümlesidir. Yani andolsun kı, bir taife, seni saptırmağa çalıştı, demektir. B- "Oysa onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ; sana da hiçbir zarar veremezler." Onların kurdukları düzenlerin vebali, kendilerine münhasırdır. Onlar sana hiçbir zarar veremezler, çünkü Allah Teâla seni korumaktadır. Ey Resûlüm! Senin aldına gelen hüküm, o konuda şahittik edenlerin sözlerine itimat ederek görünen hale göre hükmetmek idi. Hakikatin, böyle olmadığı senin aklından bile geçmemişti. C- "Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğini öğretti. Zaten Allah'ın sana olan lütfü pek büyüktür." Allahü teâlâ sana, Kur’ân'ı indirmiş ve vahiy yoluyla sana bilmediklerini öğretmiştir. Bütün insanlığa kucaklayan Peygamberlikten ve tam riyasetten daha büyük bir lütuf da yoktur. 114"Onların kendi aralarındaki gizli konuşmaların bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi ya da bir iyilik (ma'rûf) yapmayı veya insanların arasını ıslah etmeyi emredenlerinki müstesna. Kim bunları Allah'ın rızası (merdati-llâh)nı kazanmak için yaparsa Biz de ona yakında büyük bir mükâfat (ecr-i a'zıim) veririz." A- "Onların kendi aralarındaki gizli konuşmaların bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi ya da bir iyilik yapmayı veya insanların arasını ıslah etmeyi emredenlerinki müstesna." O insanların kendi aralarında gizlice konuşmalarında, yahut kendi aralarında gizlice konuşan o insanlarda hiçbir hayır yoktur; yalnız bir sadaka, yahut bir mâruf, yahut da insanların arasını düzeltmeyi emredenler müstesna, onların bu konulara ilişkin gizli konuşmalarında hayır vardır. "Mâruf, dinin güzel saydığı ve aldın da reddetmediği her şeydir. Bu itibarla güzelin bütün sınıflarını ve hayır işlerinin bütün çeşitlerini kapsar. Bu âyetteki mâruf, - karz-ı hasen (karşılıksız ödünç verme), - mazlumun yardımına koşma, - nafile sadaka verme olarak tefsir edilmiştir. Bu görüşe göre, âyetteki sadakadan, vâcib (farz) olan sadakalar kastedilmiştir. İnsanlar arasını düzeltmek, insanlar arasında küslük ve düşmanlık meydana geldiği zaman, şeriat sınırları dışına çıkmadan aralarını bulmaktır. Ebû Eyyûb el-Ensarî (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), sormuş: "- Sana, kızıl develerden daha değerli bir sadaka anlatayım mı?" O da: "- Buyur, ya Resûlallah!" demiş. O da: "- insanların arası bozulduğu zaman aralarını bulman ve insanlar, birbirlerinden uzaklaştıkları zaman onları birbirlerine yaklaştırman " buyurmuş. İslâm âlimleri diyorlar ki; her halde bu âyet-i kerimede, bu üç hayrın özellikle zikredilmesin delil sır şu olmalıdır: insanlara yönelik yapılan hayirlı işler, - ya onlara bir menfaat sağlamak, - ya da gelecek bir zararı önlemek içindir. Menfaat de, - ya malî yardım gibi maddidir; âyetteki "yalnız bir sadaka emredenler müstesna" ifâdesi buna işaret eder; - ya da manevî ve ruhîdir. İşte Âyetteki mârufu emretmek (emrd bilmârûf) de buna işaret eder. Gelecek zararı önlemek de, "yahut da insanların arasını düzeltmek" ifadesiyle belirtilmiştır. B- "Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa Biz de ona yakında büyük bir mükâfat veririz." Bu zikredilenler pek yakında geçtiği halde onlar için uzak işareti olan "zâlike / işte onlar"ıtin kullanılması, onların mertebece yüksek olmasındandır. Burada asıl maksad, fiili teşvik etmektir. Onları emretmenin hayırlı olduğunu belirtmek, bu fiillerin de hayırlı olduklarına delâlet eder. Çünkü bir emrin güzel veya çirkin oknasi, emredilen şeyin güzel veya çirkin olmasına bağlıdır. Şu halde bunları emretmenin hayırlı olduğu sabit olunca, o fiillerin de hayırlı olduğu sabit olmuş olur. Bu ifâde aynı zamanda onları emretmeyi de teşvik eder. "Zâlike / işte onlar" kelimesi de o hususları emretmeyi işaret eder. Yanı, "Kim onları Allah'ın rızasını elde etmek için emrederse..." anlamına gelir. Bu görüşe göre de, ilâhî mükâfat vaadinin bunun tahsiline bağlanması hususunda da yine yukarıda verilen izahat geçerlidir. Çünkü onları emretmenin büyük mükâfatı gerektirmesi, onların yapılmasına vesile ve sebep olduğu içindir. Söz konusu hayırlı işler, Allah'ın rızasını kazanmak niyeti ile takyid edilmiştir. Çünkü ameller, niyetlere bağlıdır ve bu niyeti beslemeden bir hayır yapan kimse, mahrumiyetten başka bir şey elde edemez. 115"Kim kendisine hidâyet tebeyyün ettikten (doğru yol belli olduktan) sonra Resule karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan gayri bir yola uyarsa Biz de onu o yöne döndürürüz ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir." Burada Resul unvanının kullanılması, ona muhalefet edip karşı gelmeye cüret etmenin vehametini ortaya koymak ve bir de, ondan sonraki hükmün illetini belirtmek içindir. Bunun anlamı şudur: Kim, hakkın sübutuna delâlet eden mucizelere şâhid olmak suretiyle kendisi için doğru yol belli olduktan sonra yine de Peygamber Mîc karşı çıkar ve mü'minlerin itikad ve amel olarak uydukları dosdoğru din yolundan başka bir yola uyarsa, Biz de onu, döndüğü dalâlete yönlendiririz. Onu seçtiği île başbaşa bırakıp ilâhî inayetten mahrum ederiz ve onu Cehenneme koyarız. Cehennem, ne kötü bir varış yeridir. Bu âyet-i kerime, icmâm hüccet ve icmâa muhalefetin haram olduğuna delalet etmektedir. (Zira âyet, mü'minler camiasına muhalefet etmemeyi, onların yoluna uymayı emretmektedir.) 116"Şüphesiz Allah, kendisine ortak (şerik) koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki o haktan uzak bir dalâlete düşmüştür." A- "Şüphesiz Allah, kendisine ortak (şerik) koşulmasını bağışlamaz.." Bu metnin tefsiri, daha önce Nisa (4) sûresinin 48. âyetinin tefsirinde geçti. Bu tekrar, tekid ve teşdid içindir. Yahut adı geçen Tu'me kıssası için tekrar edilmiştir. Nitekim onun kâfir olarak öldüğü beyan edilmişti. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre: "Bir gün yaşlı bir Arap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) e gelip dedi ki: "- Ben günahlara batmış bir ihtiyarım. Yalnız ben Allah'ı tanıdığım günden beri O'na ortak koşmadım ve yalnız O'na îmân ettim; O'ndan başka dost edinmedim; Allahü teâlâ'ya karşı cür'et göstererek günahlara düşmedim; bir göz kıpması kadar bile kaçarak Allah'ı âciz bırakıp O'ndan kurtulacağımı vehmetmedim ve ben gerçekten tevbekârım, mağfiret dilemekteyim. İmdi sen Allahü teâlâ katında hakini nasıl görüyorsun?" İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu." B- "Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki o haktan uzak bir dalâlete düşmüştür." Allah (celle celâlühü) a ortak koşmak, dalâletin en büyüğü, haktan ve istikametten en uzağıdır. Bu aynı zamanda iftira ve pek büyük bir günahtır. 117"Onlar O'nu bırakıp yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar." A- "Onlar O'nu bırakıp yalnız dişilere taparlar." Onlar, Lât, Uzzâ, Menât ve benzeri putlara tapıyorlar. Hasen el-Basrî diyor ki: "Câhiliye devrinde Arap kabilelerinden her birinin mutlaka bir putu vardı; ona tapıyorlardı ve o putu "filan oğullarının dişisi" diye isimlendiriyorlardı. Bir görüşe göre, câhiliye Arapları, putları için: "- Bunlar Allah'ın kızlarıdır!" diyorlardı. Diğer bir görüşe göre de, o putlarına çeşitli ziynetler takıyorlar ve onları kadın şeklinde süslüyorlardı. Başka bir görüşe göre de, âyetteki dişilerden maksat meleklerdir. Çünkü onlar melekler için "Allah'ın kızları" diyorlardı. Bir başka görüşe göre de, o putların dişi olarak vasıflandırılması, adlarının dişi adları olduğu içindir. Veya bu putların maddeleri cansız varlıklardı ve cansız varlıklar da dişiler gibi infial sıfatlarından dolayı dişi sayılırlar. Âyette, o putların dişi olarak vasıflandirılmaları, onlara tapanların hamakat ve cehaletlerinin büyüklüğüne dikkat çekmek içindir. B- "Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar." Onlar, putlara tapmakla aslında ancak inatçı şeytana tapmış oluyorlar. Çünkü o putlara tapmalarını emreden ve onları putlarla aldatan şeytandır. Bu itibarla şeytana itaat etmeleri, ona tapmaları sayılır. 118"Allah, o şeytana lâ'net etti. Ve şeytan şöyle demişti: "- Yemin ederim ki, kullarından belirli bir nasib alacağım ; " Bu cümle, önceki cümleye atıftır. Yanı o hayırsız şeytan, hem Allahü teâlâ'nın lanetine uğramış, hem de o sözü söylemiştir. Âyette, putlara tapmanın dalâletin son noktası olduğu şöyle isbat edilmiştir: Onların taptıkları putlar ihtiyarî (iradî) bir fiile sahip olmayıp fakat kendileri başkasının fiiline muhtaçtır. Bu ise, ülûhiyete (tanrılığa) son derece münâfı bir vasıftır. Bundan sonra da bu gerçeğe şöyle delil gösterilmiştir: Onların putlara tapmaları şeytana tapmaktır. Bu da üç yönden dalâletin en çirkin şeklidir: Birincisi, şeytan, tamamen dalâlete batmıştır. Onun için hayır ve hidâyet asla sözkonusu değildir. Bu itibarla şeytana itaat etmek, haktan pek uzak bir sapıklıktır. İkincisi, şeytan dalâletinden dolayı Allah'ın lanetine uğramıştır. Bunun için ona itaat etmek, lanet ve dalâletten başka bir şey getirmez. Üçüncüsü, şeytan, onları saptırmak ve helâk etmek yolunda son derece gayret göstermektedir. Bu itibarla o vasıfları taşıyan şeytana tapmak şöyle dursun, onu dost edinmek bile dalâletin son aşamasıdır. "Mafrûz" kelimesi, maktu (kesin) demektir. Yani benim için belirlenmiş bir nasibi alacağım; anlamındadır. 119"Onları elbette dalâlete düşüreceğim; onları boş kuruntu (ümniye)lara kaptıracağım ve onlara emredeceğim de, hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar) ve yine onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştire (tağyir ede)cekler." Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, gerçekten apaçık bir ziyana uğramıştır." A- "Onları elbette dalâlete düşüreceğim ; onları boş kuruntu (ümniye)lara kaptıracağım." Boş kuruntular, uzun yaşamayı istemek, ölümden sonra bir âhiret âltiret hayatı olduğunu inkâr etmek ve benzen düşüncelerdir. B- "Ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar." Onlar, tereddütsüz ve gecikmeksizin benim emrime uyarak hayvanların kulaklarını yaracaklar ve onlara bahire ve sâibe isimleri verecekler. C- "Ve yine onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecek (tağyir edecek)ler." Onlar işkence yaparak, kulak, burun gibi organları keserek Allahü teâlâ'nın yarattığı suret ve sıfatı değiştirecekler. Buna, hamın (on nesli dölleyen erkek devenin) gözünü oymak, köleleri iğdiş etmek, dövme yaptırmak, dişleri (iptidaî yöntemlerle ve sağlıksız olarak) inceltmek ve benzerleri dahildir. Bu genel ifâde karşısında bir insanı iğdiş etmek mutlak olarak yasaktır. Ancak fukahanın seçkinleri, ihtiyaç halinde hayvanların iğdiş edilmelerine ruhsat vermişlerdir. Âyette, lânetli şeytandan hikâye edilen cümleler, onun lisanının söz veya hâl olarak ifâde ettikleridir Ç- "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, gerçekten apaçık bir ziyana uğramıştır." Kim, şeytanın istediklerini Allahü teâlâ'nın emirlerine tercih ederse ve Allah'ı (celle celâlühü) bırakıp şeytana itaat ederse, apaçık bir zarara uğraması kesindir. Çünkü o, sermayesini tamamıyla kaybetmiş ve cennetteki yerim cehennem, ile değiştirmiştir. 120"Şeytan onlara va'deder ve onları boş umutlarla oyalar. Şeytanın onlara va'dettikleri aldatmacadan başka bir şey değildir. Şeytan, onlara gerçekleştiremeyeceği asılsız vaatlerde bulunur ve onlara boş umutlar verir. Bu aldatmacadan başka bir şey değildir. Aldatmaca va'd, aslında zararlı olan bir şeyin faydalı gösterilmesidir. Şeytanın bu va'di, ya vesvese vermekle, ya da dostlarının lisaniyle olur. 121"İşte onların yeri cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamazlar." "Zâlike / işte onlar", şeytanın dostlarını işaret eder. Bunlar için uzak işaretinin kullanılması, onların hüsran mertebesinin çok derin olduğunu zımnen bildirmek içindir. 122"İman eden ve sâlih amel (iş) işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız; onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" A- "İman eden ve sâlih amel (iş)işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız ; onlar orada sürekli kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır." Kâfirlere yönelik vaîdin hemen yanında mü'minlere mükâfat va'din de bulunulması, mü'minlerin sevincini ve kâfirlerin de üzüntüsünü arttırmak içindir. B- "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir ?" Bu cümle, son derece beliğ bir üslupla mâkabkni tekid eder. Burada şeytanın kendi dostlarına verdiği yalan va'dlerin karşısında, Allahü teâlâ'nın kendi dostlarına verdiği doğru va'dler zikredilmiştir. 123"(Allah'ın mükâfatları) sizin kuruntularınıza veya Ehl-i Kitab'ın kuruntularına göre değildir. Küm bir kötülük işlerse onun karşılığım görür. O, kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamaz." A- "(Allah'ın mükâfatları)sizin kuruntularınıza veya Ehl-i Kitabin kuruntularına göre değildir." Ey Müslümanlar! Allahü teâlâ'nın va'dettiği mükâfatlar ne sizin kuruntularınızla ne de Ehl-i Kitabin kuruntularıyla hasıl olur. Onlar ancak îmân ve sâlih ameller ile hasıl olur. Ehl-i Kitab'ın bilinen kuruntularının yanında Müslümanların kuruntularının da zikredilmesi, herhalde Müslümanların dahi kuruntularının hiç yarar sağlamayacağını bildirmek içindir. Nitekim, "Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "Şimdi ben tevbe ettim!" diyenler için değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir." (Nisa 4/18) meâlindeki âyet de bu kabildendir. Daha önce izahı geçti. Hasen el-Basrî diyor ki: "İman, temenni ile olmaz ; fakat geçerli olan îmân kalbe iyice yerleşen ve amel ile tasdik edilen îmândır." Rivâyet olunuyor ki, mağfiret kuruntuları bir kavmi oyaladı ve nihayet güzel ameller işlemeden dünyadan ayrıldılar. Onlar dünyada: "- Biz, Allah hakkında hüsnü zanda bulunuyoruz" diyorlardı. Ama onlar yalan söylediler; çünkü eğer Allahü teâlâ bakında hüsnü zanda bulunsalardı, muhakkak güzel işler yaparlardı. Diğer bir görüşe göre de Müslümanlarla Ehl-i Kitab, birbirlerine karşı tefahurda bulundular. Ehl-i Kitab: "- Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir ve Kitabımız da, sizin Kitabınızdan öncedir. Bundan dolayı biz, Allahü teâlâ'ya sizden daha yakınız "dediler. Müslümanlar da: "- Hayır, biz sizden daha üstünüz ; bizim peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur ve bizim Kitabımız da, önceki Kitabların hükümlerini kaldırmıştır " dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu (Fenezelet). Bir görüşe göre ise, bu âyetteki hitab, müşrikler içindir. Bundan önceki (116-121) âyetlerin müşrikler hakkında olması da, bu görüşü destekler niteliktedir. Yani gerçekler, müşriklerin kuruntularına göre değildir. Onların kuruntuları: "- Cennet ve cehennem yoktur ; " "- Durum, bunların iddia ettikleri gibi de olsa, bizim hatimiz daha hayırlı va daha güzel olacaktır ; " "- Muhakkak surette bana mal ve evlad verilecektir ; " sözleri ile ifâde ettikleridir. Yine gerçekler, Ehl-ı Kitab'ın kuruntuları gibi de değildir. Onların sözleri de:: "- Yahudi veya Hıristiyan olmayan hiç kimse cennete giremez." (Bakara 2/111) "Ateş sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır." (Bakara 2/80) A- "Kim bir kötülük işlerse onun karşılığını görür." Bu cümle, mâkabkni açıklar. Dünyada bir kötülük işleyen kimse, dünyada veya ahirette onun cezasını mutlaka görür (A'cılen ev ecelen). Rivâyete göre bu âyet-i kerime nazil olunca Ebû Bekir (radıyallahü anh) sormaktan kendini alamadı: "- Ya Resûlallah! Buna göre kim Allah (celle celâlühü) in azabından kurtulabilir ?" Resülallâh (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Pekiyi, sen dünyada üzülmüyor musun veya hastalanmıyor musun (ev temradu) veya başına bir musibet gelmiyor mu? "buyurdu. Ebû Bekir de: "Elbette bunlar oluyor (Beli)!" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "İşte bu ceza onlardır (Hüve zâke)!" buyurdu. B- "O, kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamaz." Allahü teâlâ'nın dostluğu ve yardımı dışında, ilâhî azabı önlemek için ona sahip çıkıp kendisine yardım edecek bir dost ve yardımcı da bulamaz. 124"Erkek ve kadın, kim bir mü'min olarak sâlih amel işlerse işte onlar cennete gireceklerdir. Ve onlara kıl kadar haksizlik edilmeyecektir." Burada sâlih amellerden maksad, onların tamamı olmayıp fakat bir kısmıdır. Çünkü her fert, bütün sâlih amelleri gerçekleştiremez ve zaten bununla mükellef de değildir. Sâlih amellerin sevabı mûcib olması için îmân ile beraber olması şarttır. İman olmadan saklı amel işlenmesi mümkün değildir. Bura da "zâkke" (işte onlar) kelimesinin kullanılması, daha önce çok kere izah edildiği gibi, işaret edilenlerin, derecelerinin ve şeref mertebelerinin çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir. Kimseye kıl kadar haksizlik yapılmayacak, itaatkârların mükâfatları tenkıis; âsilerin cezaları da tezyid edilmeyecektir. Nasıl aksi iddia edilebilir ki, cezayı veren Erhamu'rrahımîn'dir (merhametiilerin en büyük merhametiisidır). 125"Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim eden ve İbrâhîm'in hanîf dinine uyandan daha güzel kim olabilir? Allah, İbrâhîm'i dost (Halîl) edinmişti." A- "Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim eden ve İbrâhîm'in hanîf dininine uyandan daha güzel kim olabilir." Bu cümlenin tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: Kim kendini Allahü teâlâ'ya hâlis kılıp O'ndan başka Rab tanımazsa... Kim yüzüyle yalnız ona secde ederse... Kim bütün amellerini Maşla yalnız Allah (celle celâlühü) için yaparsa... Kim bütün işlerini Allahü teâlâ'ya havale ederse... Din bakımından bunları yapan kimseden, daha güzel veya ona eşit biri olamaz. Her ne kadar ibarede, ona eşit olmanın reddi sarahaten yoksa da, genel örf ve yaygın istimal (kullanım) bu şekildedir. Nitekim, "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!" (Ankebût 29/68) mealindeki âyet ile benzerlerinde de bu mânâ kastedilir. Kimin dini, (muhsin olarak)kendini ihlâsla (samimiyetle) Allahü teâlâ'ya veren, bâtıla değil Hakka yönelen; İbrâhîm'in, İslâm'a muvafık, sağlıklı ve kabulünde ittifak bulunan dininden daha güzel olabilir? Âyet-i kerime, bu mertebenin, beşerî gücün ulaşabileceği son nokta olduğuna dikkat çekmektedir. "Muhsin" kelimesi, hasenatı (iyilikleri) yapan ve kötülükleri terk eden veya salih amelleri layikı veçhile ifâ eden demektir. Amellerin bu vasfı güzelliği, onun zatî güzelliğini de gerektirir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ihsanı şöyle açıklamıştır: "İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibâdet etmendir (En ta'büdu-llâhe keenneke terahü); sen O'nu göremüyorsun ama, O, seni görüyor (Fe in lem tekün terahü feinnehu yerake)."1 B- "Allah İbrâhîm'i dost edinmişti." Allahü teâlâ, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) seçip üstün kılmış ve dostun dosta yaptığı ikramlara benzer ikramlarla onu taltif etmiştir. İbrâhîm adının zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, onun şânını tazim ve bir de bu kirazı (bağlantısız) cümlenin istiklâlini tekid içindir. 1-Halil kelimesinin mastarı olan hullet, hilal (karışmak) anlamındandır. Çünkü dostluk, nefse ve ruha karışan bir sevgidir. 2-Halil, halel anlamındandır. Zira iki dost, birbirinin halelini (eksiğini) tamamlar. 3-Halil, hail veya kumdaki yol demektir. Çünkü iki dost, aynı yolda, uyum içinde olurlar. 4-Halil, hallet yani haslet anlamındandır. Zira iki dostun hasletleri birbirine benzer. Bu arızî (bağlantısız) cümlenin büyük faydaları vardır. Şöyle ki: İbrâhîm (aleyhisselâm) in dinine uymaya teşvik eder. Zira Allahü teâlâ katında Halil olarak isimlendirilmeye hak kazanacak kadar O'na yakın olan bir kimsenin yoluna uymak, en büyük himmet ve gayretin hedefi ve gözlerin dikildiği en yüksek şeref olmaya lâyıktır. Rivâyet olunuyor ki, İbrâhîm (aleyhisselâm), insanların maruz kaldığı bir erzak sıkıntısı (kriz) döneminde Mısır'da bulunan bir dostuna haber gönderip ondan erzak istedi. Onun dostu da şöyle bir cevap gönderdi: "- Eğer İbrâhîm, kendisi için erzak isteseydi, veriridim; fakat o, misafirleri için istiyor; insanların çektiği sıkıntıyı biz de çekiyoruz." Böylece İbrâhîm in adamları boş döndüler. Nihayet yumuşak kumlarla kaplı bir dereden geçerken, insanlara karşı mahcubiyet olmasın diye çuvallarını kum doldurdular ve onları İbrâhîm'in evine getirip indirdikten sonra dağıldılar. Onlardan biri de, İbrâhîm in huzuruna çıkıp olanları kendisine arz etti. İbrâhîm özellikle de erzak almak umuduyla kapısında toplanan insanlar için çok üzüldü. O sırada bir uyku bastırdı. Kendisi uyurken bundan habersiz olan eşi Sâre, gidip çuvallara baktı; çuvalların en yüksek kalite beyaz buğdaylarla dolu olduğunu gördü, sonra onlardan bolca ekmek yaptı. Bir rivâyete göre, yaptığı ekmekleri de insanlara dağıttı. İbrâhîm uyanınca, sıcak ekmek kokusunu aldı ve sordu: "- Bu ekmekleri nereden buldunuz?" Sâre: "- Nereden olacak? Senin Mısırlı dostundan bulduk" dedi. İşte o zaman İbrâhîm: "- Hayır, bu, dostum Allah (celle celâlühü) katındandır!" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, ona Halil adını verdi. 126"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi kuşatmıştır." A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Bu ibtidaî cümle, Allahü teâlâ'ya itaat etmenin, bütün göklerin ve yerin sakinlerine vacib olduğunu bildirir. Bu cümle, göklerde ve yerde bulunan her şeyin yaratılış ve mülkiyet olarak Allah'a (celle celâlühü) ait olduğunu hiçbir varlığın O'nun hükümranlığı dışına çıkamayacağını beyan eder. Binaenaleyh herkese, yaptıklarına göre hayır veya şer olarak karşılığını verecektir. Bir görüşe göre de, bu cümle şunu belirtir: Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) Halil (dost) edinmesi, Allahü teâlâ'nın bu dostluğa ihtiyacı olduğundan değildir. Oysa insanlar arasında dostlukların temelinde birbirlerine duydukları ihtiyaç vardır. Çünkü insanlar işlerinde birbirlerine muhtaçtır. Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i dost edinmesi ise, sırf ona ikramda bulunmak ve ona şeref kazandırmak içindir. Diğer bir görüşe göre de, bu cümle şunu ifâde eder: Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) dost edinmesi, sadece Allahü teâlâ'nın iradesiyle olmuştur. Yani göklerde ve yerde bulunanlar, hepsi Allah (celle celâlühü) ındır; onlardan dilediği şeyleri dilediği kimseler için seçer. B- "Allah her şeyi kuşatmıştır." Bu cümle de, zikredilen veçhelere göre makablini açıklayıcı zeyl mahiyetindedir. Zira Allahü teâlâ'nın ilim ve kudret olarak bütün eşyayı ve ezcümle göklerde ve yerde bulunan mükellefleri ve onların amellerini kuşatmış, ihata etmiş olması, zikredilen hususları en mükemmel şekilde açıklar. 127"Kadınlar hakkında senden fetva istiyor (istifta' ediyor)lar. (Resûlüm) de ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Yazılmış olan (miras hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle davranmanız hakkında Kitab'ta size okunan âyetler var. Hayır olarak her ne yaparsanız Allah, şüphesiz onu hakkıyla bilir." A- "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. (Resûlüm) de ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor. Yazılmış olan (miras hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle davranmanız hakisin da Kitab'ta size okunan âyetler var." "- Resûlüm; senden kadınlar hakkındaki hükümleri soruyorlar." Onların sordukları özellikle kadınların mirastaki payları değildi. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlarla ilgili bir çok şey sormuşlardı. Sorulan konulardan bir çoğuna ilişkin hükümlerin beyanı, Kur’ân'ın ilgili âyetlerine havale edilmiştir. Bazı hükümler de burada açıklanıyor. "Ve mâ yütlâ a'ieyküm fi'l- Kitabi / Kitabta size okunan" bir arızî (ara) cümle de olabilir. Buna göre Kitab'tan maksad, Levh-ı Mahfûz'dur ve amaç okunan âyetlerin yüceliğini ortaya koymak, Kitab'ın tesis ettiği hukuka göre adaleti ve hakkaniyeti sağlamaktır. Bu tefsire göre, "mâ yütlâ/ okunanlar" kavramı hem daha önce geçen âyetlerde okunanları, hem de bundan sonraki âyetlerde okunacakları kapsar. "Ve mâ yütlâ aleyküm fi'l Kitabi / Kitab'ta size okunan" cümlesi, yemin cümlesi de olabilir. Buna göre, üzerine yemin edilenin şanını tazım için zikredilmiş olur. Yani "De ki: - Ve Kitab'ta size okunanlara yemin ederim." anlamına gelir En zahir (açık) olan ilk tefsire göre: "Fi yetâme'n-nisâ — yetim kadınlar hakkında", ifadesi, "ve ma yütlâ a'ieyküm’-- size okunan" ile bağlantılıdır. Bu takdirde anlam: "Yetim kadınlar hakkında size okunan..." şeklinde olur. Ondan sonraki iki tefsir görüşüne göre ise bu ifade, "fi hin ne / kadınlar hakkında" lafzına yöneliktir. Bu takdirde de anlam: "O kadınlar da şunlardır." şeklinde olur. O yetim kadınlar için yazılı haklar da miras hakları ile ilgilidir. Cahiliye devrinde insanlar, yetim kadınların şahıslarına değil fakat onların mallarına rağbet ederek, onları yemek için, ya da onların meliklerini tam olarak vermemek için onlarla evleniyorlardı. Aışe'den (radıyallahü anha) rivâyet olunduğuna göre, bu âyette zikredilen yetim kadınlardan murad, velisinin (nikâhı düşen uzak akrabasının) yanında bulunan yetim kızlar veya kadınlardır. Velileri onların malına ve güzelliğine rağbet ederek diğer eşlerinin mehrınden aşağı bir mahirle onlarla evleniyorlardı. İşte bu yetim kızların mehirleri adaletle ödenmeden onlarla evlenmek yasaklandı. Yahutta "en tenkihûhünne — o yetim kadınları nikahlamak" fiilinin başında "fi" harfi, değil de, "an" harfi gizlidir (mukadderdir). Bu takdirde anlam; "Nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar..." olur. Aışe'den rivâyet olunduğuna göre, bunlar o yetim kızlardı ki, velileri miraslarına göz dikerek ne kendileri onlarla evleniyor, ne de onları başkalarıyla evlendiriyorlardı. Âişe'den (radıyallahü anha) gelen diğer bir rivâyete göre de, bunlar velilerinin yanında bulunan yetim kadınlardı. Velileri, onların hem varisi ve hem de hurma ağaçları dahil bütün mallarına ortak idiler. Bu veliler, kendileri o yetim kızlarla evlenmedikleri gibi, onları başkalarıyla da evlendirmiyorlar, onların kocalarını mallarına ortak yapmak istemiyorlar, evlenmelerine engel oluyorlardı. Birinci görüş (yetim kadınları mallarını yemek için nikahlamak istemek) ile son görüşe (nikahlamak istememek) göre, onlar için yazılmış olan haktan murad, miras paylarıdır ve onlar hakkında okunan âyetlerden de murad: "Yetimlere mallarını verin." (Nisa 4/2) ve "Sız de o malları büyüyecekler diye israf ederek tez elden yemeyin." (Nisa 4/6) mealindeki âyetler ve onların mallarına dokunmamakla ilgili diğer nasslardır. İkinci tefsir (o yetim kadınları meliklerini tam olarak vermeden nikahlamak istiyorsunuz) görüşüne göre ise, kendileri için yazılmış olan haktan murad, melikleridir ve onlar hakkında okunan âyetlerden murad da, "Eğer yetimler hakkında adalet icrasından korkarsanız..." (Nisa 4/3) mealindeki âyettir. Yaşı küçük çaresiz çocuklar hakkında okunan âyet de, "Allah çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu emrediyor: Erkeğe iki kadın payı vardır." (Nisa 4/11) mealindeki âyettir. Bilindiği gibi cahiliye Arapları, kadınlara mirastan hak vermedikleri gibi yaşı küçük çocuklara da miras vermiyolardı, Miras ancak iş gören erkeklere has idi. Rivâyete göre Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Resûllullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelip dedi ki: Haber aldık ki (Ahberena) sen (bıenneke), ölenin kızına mirasın yarısını veriyormuş sun (ta'tıî'l-ibııete'n-nısfe) ve ölenin kızkardeşine de mirasın yansını veriyormuşsun (ve'l-uhte'n-nisfe), Biz ise ancak, savaşanları ve ganimet alanları vâris yapıyorduk." Peygamber "- Ben öyle emrolundum / Kezâlike ümırtü." buyurdu. Yetim çocuklara karşı âdil davranmak hakkında okunan âyet de, "Yetimlere mallarını verin; temiz (tayyib)ı, murdar (habîs) ile değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nısâ 4/2) mealindeki âyet ile benzerleridir. Bu hıtab, ya idareciler içindir, ya da veliler ve vasiler içindir. B- "Hayır olarak her ne yaparsanız Allah, şüphesiz onu hakkıyla bük." 1-Zikredilenlerle ilgili hayır olarak her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bük ve onun karşıhğını verir. 2-Mutlak mânâda hayır olarak ne yaparsanız Allah, onun da karşılığım verir. Bu tefsire göre de, zikredilenlerle ilgili hayırlar, öncelikle buna dahildir. 128"Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında barış (sulh) yapmalarında bir sakınca yoktur. Ve barış daha hayırlıdır. Nefisler ise bencilliğe hazırdır. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız Allah, şüphesiz yaptıklarınızdan haberdardır." A- "Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında barış yapmalarında bir sakınca yoktur." Burada, daha önce beyan edilmeyen hükümlerin bazıları açıklanıyor. Bir kadın, herhangi bir sebeple kocasının, kendisini sevmediğinden, hatta nefret ettiğinden, kendisi ile konuşmaktan kaçındığından veya az konuştuğundan veya ondan yüz çevirdiğinden, - kısaca ilgi göstermediğinden, endişe etmekte ise: kadının, kocasını, - mehirinin tamamından veya bir kısmından vazgeçmek, - veya yanında yatma hakkından muaf tutmak, - veya onun sevgisini kazandıracak bir şeyi ona vermek gibi bir davranışla aralarında bir anlaşma zemini bulmalarında kendileri için bir vebal yoktur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in eşlerinden Şevde binti Zemaa (radıyallahü anha), Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisini boşamasını istemediği için kendi yatma gününü Âişe'ye (radıyallahü anha) bağışlamıştı. 2 Eşlerin anılan şekillerde anlaşmalarında vebal sözkonusu olmadığı halde bu ifadenin kullanılması, bu anlaşma için verilen şeyin, veren için de, alan için de haram olan rüşvet kabilinden olmadığını beyan etmek içindir. B- "Ve barış daha hayırlıdır." Eşlerin anlaşmaları, ayrılmaların dan veya geçimsizlik içinde yaşamalarından veya husumet içinde olmalarından daha hayırlıdır. Yahut eşlerin anlaşmaları bir hayırdır. Bu arızî cümle, makabli için açıklama mahiyetindedir. C- "Nefisler ise bencilliğe hazırdır." Bu cümle de önceki gibi makabli için bir açıklamadır. Yani nefsin yaratılışında bencillik vardır. Bu vasıf, ebedî olarak ondan ayrılmaz. Bu da bir çok uyuşmazlığın sebeblerinden biridir. Geçimsizlik belirtileri baş gösterince sulh ve anlaşma tesis etmek için eşler birbirini teşvik etmelidir. Hep kendini düşünmemelidir. Çünkü bu, mevcut durumun ve geçimsizliğin devamını mûcibtir. Fakat her biri arkadaşının halini düşünmelidir. Ç-"Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız Allah, şüphesiz yaptıklarınızdan haberdardı." Eğer zevcelerinizden yüz çevirmek için sebeb meveud olmakla beraber yine de beraberliğinizin hukukunu gözetip buna sabrederseniz, güzel geçinirseniz ve onları, haklarından vazgeçmeye zorlamazsanız, şüphesiz Allahü teâlâ, sizin bu ihsan ve takvanızı muhakkak bilir. Binaenaleyh O, elbette size sabır gücü bahşedecek ve bu yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Âyette doğrudan doğruya zevç (koca)lere hıtab edilmesi, - eşlerin haklarının gözetilmesi belirtilirken ihsan, - geçimsizlik ve yüz çevirmekten sakınılması tavsiye edilirken takva kelimelerinin kullanılması, - Allahü teâlâ'nın mükâfat va'dinin de ona bağlanması, eşlerin güzel geçim için çaba harcamalarının ilâhî lütfü mûcib olduğunu bildirmek içindir. 2 Kureyş'in Benî Amir kolundan Şevde bint-i Zemaa (radıyallahü anha), kendisi gibi Müslüman olan Sekran b. Amr (radıyallahü anh) ile evliydi. Sekranin Hicret'ten üç yıl kadar önce vefati ile dul kalan Şevde (radıyallahü anha), Hazret-i Hatice (radıyallahü anha) nin vefatından sonra Bi'set'in 10. yılı Ramazan ayında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile evlendi. Uzun boylu, iri gövdeli ve oldukça yaşlı bir hatun olan Şevde (radıyallahü anha), çok iyi huylu, şefkatli, yumuşak ve merhametli, cömert ve ayni zamanda uyumlu ve geçim ehliydi. Hicret'ten sonra Âişe (radıyallahü anha) nin aynı eve gelin gelmesi onu fazla rahatsız etmedi. Zaten Sevde'nin Âişe (radıyallahü anha) ile rekabet etmesi mümkün değildi. Esasen o da bu konuda kıskançlık göstermedi. Ona Peygamber eşi olmak şerefi yetiyordu. O mahşer gününe kadar bu şerefi kaybetmek istemiyordu. Onun bütün amacı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) memnun etmekten ibaretti. Bu duygunun etkisiyle olacak kendi yatak nöbetim de Âişe (radıyallahü anha) ye bağışladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı kendisiyle aynı yatağı paylaşmaya zorlamadı. Rivâyete göre bu âyet-i kerime, Amre binti Muhammed b. Mesleme ile kocası Sa'd b. Rebi' haklarıda nazil olmuştur, öyle ki: Sa'd, Amre'nin gençliğinde onunla evlendi. Sonra Amre yaşlanınca, Sa'd, ikinci bir genç kızla evlendi ve onu Amre'ye tercih edip ona karşı huysuzluk göstermeye başladı. Bunun üzerine Amre, onu Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şikâyet etti. Bir diğer görüşe göre, bu âyet, Ebû Sâib hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ebû Sâib'in yaşlı bir karısı ve ondan doğmuş çocukları vardı. Ebû Sâıb, karısını boş ayıp başkasıyla evlenmek istedi. O zaman karısı şunu teklif etti: "- Beni boşama; beni çocuklarımın başında bırak; iki ayda bir benimle yat ya da hiç yatma!" Ebû Sâib: Eğer bu olabilirse, ben de bunu isterim" dedi. Ebû Sâib, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a gelip danıştı. İşte bu âyet nazil oldu. 129"Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. O halde birine tamamen meyledip de diğerini muallak (boşluk)ta bırakmayın. Eğer arayı ıslah eder ve haksızlıktan sakınırsanız şüphesiz Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Rahîym)dir." A- "Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya güç yetiremezsiniz." Kadınlar arasında tam olarak adaleti sağlamak için ne kadar uğraşsanız başaramazsınız. Herhangi bir konuda onlardan birine daha fazla meyil göstermeden, bütün ilişkilerinizde hepsine aynı mesafede olmanız imkânsızdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleri arasında âdil bir taksimat yaptıktan sonra: "- Allah'ım, bu benim mâlik olduğum taksimdir (Allâhümme hazâ kısmeti fîmâ emlıkü). Allah'ım, Senin mâlik olup da benim mâlik olamadığım eşitsizliklerden beni muahaze eyleme (Felâ tuahıznî fîma temlikti velâ emlikü)!" derdi. Bir rivâyete göre de Resûlüllah "- Allah'ımı, Sen, elimden gelmeyeni benden daha iyi bilirsin (Ve ente ea'lemü bima lâ emlikü)!" derdi. Bu sözleriyle Âişe'ye (radıyallahü anha) olan sevgisini kasdederdi. B- "O halde birine tamamen meyledip de diğerini muallak (boşluk) ta bırakmayın." Rağbet etmediğiniz eşe haksızlık edip de onu kocasız veya boşanmış gibi bırakmayın ve elinizden geldiğince adaleti sağlamaya çalışırı. Çünkü elinizden gelmeyenle değil elinizden gelenle mükellefsiniz. Bir kıraate göre "muallaka" kelimesi "mescûne / hapsedilmiş" şeklinde de okunmuştur. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur: "Bir kimsenin iki karısı olup da ihtiyari olarak birine fazla meylederse, kıyamet günü mahşer yerme, bir tarafa meyilli olarak gelecektir." C- "Eğer arayı ıslah eder ve haksızlıktan sakınırsanız şüphesiz Allah, bağışlaması bol (Gafur) dur, çok merhametli (Rahîym)dir." Eğer bozduğunuz işleri düzeltir ve gelecekte o haksız meyilden sakınırsanız, şüphesiz Allah Gafur'dur. Sizin haksız meylinizi bağışlar ve rahmetliyle size ihsanda bulunur. 130"Eğer ayrıhrlarsa Allah, onlardan herbirini geniş kudretiyle zenginleştirir. Allah, lûtfu ile geniş (Vâsi')tir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir." Eğer bütün gayretlere rağmen karı koca arasının düzeltilmesi için bir yol bulunamazsa ve sonunda ayrıhrlarsa, Allahü teâlâ, her birini diğerinden müstağni ve kendi zenginliğinden ve kudretinden kendilerini yeterli kılar. Bu ilâhî kelâm, eşlerin, birbirlerini sıkıntıya düşürmek için ayrılmalarını men'eder. Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir. Bütün işleri ve hükümleri bir hikmete müsteniddir. 131"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Andolsun ki sizden önce kendilerine Kitab verilenlere ve size Allah'tan sakınmanızı tavsiye (emr)ettik. Eğer inkâr ederseniz şunu bilin ki, göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değil (Ganî)dır, bütün övgüler O'na aid (Hamîd)dir." A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, canlıların rızıkları dahil her şey yalnız Allah (celle celâlühü) ındır. Bu istinaf cümlesi, dikkatleri Allahü teâlâ'nın bereketinin sonsuzluğuna ve kudretinin azametine çeker. B- "Andolsun ki sizden önce kendilerine Kitab verilenlere ve size Allah'tan sakınmanızı tavsiye ettik." Sizden önce Yahudilere, Hıristiyanlara ve onlardan önceki, ümmetlere kendi Kitablarında; size de Allah'tan (celle celâlühü) sakınmanızı, korkmanızı emrettik. C- "Eğer inkâr ederseniz şunu bilin ki göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Bu cümlenin, bu ümmete hitab eden bir istinaf cümlesi olabileceği gibi, kavim mekuulü (söylenen söz) de olması câizdır. Buna göre: Ya önceki kavlin mekuulüdür. Zira tavsiye, söylemek anlamındadır. Yani sizden önce kendilerine Kitab verilenlere ve size: "Allah'tan sakının ve eğer inkâr ederseniz şunu bilin ki, göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." dedik. Ya da kavi fiili bu cümlenin başında mukadderdir. Yani Biz, onlara ve size takvayı emrettik ve onlara ve size dedik ki: "Eğer inkâr ederseniz..." Bu tefsirlerden hangisi tercih edilirse edilsin emrolunan şey "göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsinin Allah'a aid" olduğunu bilmektir. Yani eğer inkâr ederseniz, biliniz ki, göklerde ve yerde bulunan bütün yaratıklar yalnız Allah'ındır. Var olmak ve nimetlenmek için O'na muhtaçtır. Bütün yaratılmışlar, bir göz kırpacak kadar kısa zaman için bile O'nun lütfundan müstağni kalamaz. Bu itibarla Allahü teâlâ'ya itaat etmek, O'nun azabından sakınmak ve O'nun mükâfatını ummak, kullar üzerine kesin bir haktır. Ç- "Allah, hiçbir şeye muhtaç değil (Ganî)dır, bütün övgüler O'na ait (Hamîcl)dir." Allahü teâlâ, mahluklardan ve onların ibâdetlerinden müstağnidir ve mahluklar, O'na hamdetseler de etmeseler de, O, kendi zatında mahmûddur (bütün övgülerin yegâne gerçek merciidir). Binaenaleyh onların şükür ve takvalarının Allah'a (celle celâlühü) hiçbir faydası olmadığı gibi, onların küfür ve isyanlarının da O'na hiçbir zararı olmaz. Onlara takvayı tavsiye buyurması ise, ihtiyacı olduğu için değil, fakat onlara olan rahmetindendir. 132"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah, yeter." A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Bu ibtidaî kelâm, bundan önce hikâye edilen kavle dahil değil fakat muhatabları gelecek şart cümlesine hazırlamak içindir. Yani göklerde ve yerde olan bütün mahluklar, yaratılış olarak da, mülk olarak da yalnız Allah'ındır (celle celâlühü). Allahü teâlâ, icad, idam, ihya ve imate olarak mahlukaatı üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. B- "Vekil olarak Allah, yeter." Bütün mahlukların işlerinin tedbiri için her işte vekil olarak Allah, (celle celâlühü) yeter. Binaenaleyh O'ndan başkasına değil, yalnız O'na tevekkül etmelidir. 133"Ey insanlar! Allah, dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir. Allah, elbette kaadirdir." A- "Ey insanlar! Allah, dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir." Ev insanlar! Allahü teâlâ dilerse, hepinizi bir anda yokeder ve sizin yerinize başka bir kavım, yahut insanların yerine başka tür canlılar getirir. Sizin isyanlarınıza rağmen hayatta bırakılmanız, Allahü teâlâ'nın sizin taat ve ibâdetlerinizden tamamen müstağni olmasından, ve O'nun iradesinin sizi yoketmeye yönelmemesinden dolayıdır. Yoksa aczinden değildir ve O, aczden tamamen münezzehtir. B- "Allah, buna elbette kadirdir." Allahü teâlâ, bir anda hepinizi yoketmeye ve sizin yerinize başkalarını icad etmeye tam mânâsiyle muktedirdir. Bir görüşe de bu hıtab, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlık eden Araplar içindir. Yanı: Ey Resûlüllah'a düşmanlık besleyen Araplar! Allah dilerse, sizm hepinizi öldürür ve sizin yerinize Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dost başka insanları getirir. Buna göre bu âyet, "Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize başka bir toplum getirir; sonra onlar sizin gibi de olmazlar." (Muhammed 47/38) âyeti mânâsındadır. Rivâyete göre bu ayet-i kerime nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), elini Selman'ın sırtına vurdu ve Farsları kasdederek: "- İşte onlar bunun kavmidir" buyurdu. 134"Kim dünya nimeti isterse bilsin ki dünya ve âhıiret nimeti Allah katındadır. Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla gören (Basıîr)dır." A- "Kim dünya nimeti isterse bilsin ki dünya ve âhıiret nimeti Allah katındadır." Ganimet elde etmek için cihad edenler, bilsinler ki, dünya mükâfatı da âhıiret mükâfatı da yalnız Allah (celle celâlühü) katındadır. O halde onlara ne oluyor ki, o iki mükâfatın değersiz olanını istiyorlar! Onlar da: "- Ey Rabbımiz! Dünyada da bize iyilik ver, âhirette de bize iyilik ver!" diyenler gibi her ikisini de istemelidirler. Yahut ikisinden en değerli olanı istesinler. Çünkü hâlis en Allahü teâlâ rızası için cihad edenler, asla ganimetsiz kalmazlar ve onların âhıiret mükâfatı yanında bu ganimetlerin hiçbir değeri yoktur. Yanı hem dünya mükâfatı, hem de âhıiret mükâfatı Allahü teâlâ (celle celâlühü) katındadır; kime dilerse ona verir. Nitekim diğer bir âyette de meâien şöyle buyurulur: "Kim ahıret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız." (Şûra 42/20) B- "Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi hakkiyle gören (Basıîr)dir." Allahü teâlâ, bütün işıtilenleri ve bütün görülenleri kemaliyle bilir. Binaenaleyh onların arzularıyla ilgili olan sözleri ve hareketleri de öncelikle buna dahildir. 135"Ey îmân edenler! Adaleti dimdik ayakta tutan (kavvam), velev kendiniz yahut ana-babanız ve akrabanız aleyhinde olsun Allah için şâhidlik edenler olun. Çünkü zengin olsun, fakir olsun Allah, her ikisine de (himaye için sizden) daha yakındır, O halde arzuları (heva)nıza uyup adaletten şaşmayın. Eğer dilinizi eğer bükerseniz veya (şâhidlikten) kaçınırsanız, Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." A- "Ey îmân edenler! Adaleti dimdik ayakta tutan (kavvam) velev kendiniz yahut ana-babanız ve akrabanız aleyhinde olsun Allah için şâhidlik edenler olun. Çünkü zengin olsun, fakıîr olsun Allah, her ikisine de (himaye için sizden) daha yakındır." Adaleti bütün işlerde ikame etmek, dimdik ayakta tutmak için hakkıyla uğraşan ve Allah (celle celâlühü) rızası için şâhidlik eden kimseler olun. İsterse o şâhidlik: kendi aleyhinizde bir hakkın ikrarı ya da ana-babanız ve akrabanız aleyhinde olsun. - veya aleyhinde şâhidlik edeceğiniz kimseden size bir zarar gelsin. Aleyhinde şâhidlik edilen kimse, ister âdete göre rızası istenen ve gazabından sakınılan bir zengin, ister herkesin acıdığı bir fakir olsun. Ne zenginin rızasını kazanmak arzusuyla, ne de fakire acımak duygusuyla yalan şahidlikte bulunmayın. Çünkü Allahü teâlâ, zenginlere de, fakirlere de sizden daha yakındır. Eğer onların aleyhinde şâhidlik etmek, onların gerçekten iyiliğine olsaydı, Allah (celle celâlühü) bu şahıdliği emir buyurmazdı. B- "O halde arzuları (heva)nıza uyup adaletten şaşmayın." Arzularınıza, heva ve heveslerinize uymayın. Zira arzulara uyulduğu takdirde zulüm ihtimali doğar. Zulümden de korkmak ve sakınmak gerekir. Bir diğer tefsire göre: insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek istememek suretiyle arzularınıza uymayın; ya da insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek isteyip de arzularınıza uymayın; veya haktan ayrılmak istemek suretiyle arzularınıza uymayın. C- "Eğer dilinizi eğer bükerseniz veya (sahidlikten) kaçınırsanız şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." Eğer ki, dilinizi hak olan şahadetten, yahut adaletten eğer bükerseniz, onu lâyikı veçhile ifâ etmezseniz, yahut şahidlikten cayar veya sakınırsanız, bilin ki, Allahü teâlâ, bütün bu yaptıklarınızdan haberdardır. Binaenaleyh bunun cezasını mutlaka verir. 136"Ey îmân edenler! Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin. Kim Allah'ı, meleklerini, Kitablarını, Resullerini ve âhıiret gününü inkâr ederse muhakkak ki haktan uzak bir dalâlete düşmüş olur." A- "Ey îmân edenler ! Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin." Bu hıtab bütün Müslümanlaradır. Yani bunlara îmânda sebat ve devam edin ve îmânda itminanı (gönül kanışı) ve yakıîni (kesinlik derecesini) artarın veya tahkiki îmân ile îmân edin. Zira bazı Müslümanların îmânı icmalidir. İkinci Kitabtan maksad, bütün semavî Kitabları kapsayan Kitab cinsidir. Nitekim Bakara 2/285. ile Nisa 4/136. ve Tahrim 66/12. âyetlerinde "Kitab" kelimesi "Kütüb / Kitablar" şeklinde çoğul olarak zikredilir. Eski semavî Kitablara îmân etmek, o Kıtablarm her birinin Allahü teâlâ katından muayyen bir Resule, ümmetini, onlar için şeriat olarak seçtiği emirlere ve yasaklara irşad etmek için nazil olduğuna inanmaktır. Ancak bu Kıtablarm her birine olan îmân, onlardan her birine ayrı ayrı bir hususiyet atfetmek anlamında değildir, o Kitabların içerdikleri hükümlerin hepsinin hâlâ geçerli oldukları anlamında da değildir ; hâlâ geçerli olan hükümlerinin de, o eski Kitabların parçaları olmaları itibariyle de değildir. Fakat o Kitabların hepsine olan îmân, Allah'ın (celle celâlühü) son Resulüne indirilen Kitaba îmânda münderic bulunması, o eski semavî Kitabların hükümlerinin nesholuncaya kadar yürürlükte kalması, nesholunmayan hükümlerinin de, nesh ve tebdilden masun bu Kitab-ı Celıl'in (Kur’ân'ın) hükümlerinden olması itibariyledir. Nitekim Bakara (2) sûresinin 285. âyetinin tefsirinde geçti. Bir diğer görüşe göre ise, bu âyetin hitabı, Tevrat ehli mü'mmleri içindir. Çünkü rivâyete göre, Abdullah b. Selâm ile kızkardeşinin oğlu Selâm e, kardeşinin oğlu Seleme, Esed b. Kâ'b, Üsyed b. Kâ'b, Sa'lebe b. Kays ve Yamîn b. Yamîn adlarındaki şahıslar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) e gelip dediler ki: "- Biz sana, senin Kitabına, Mûsa'ya, Tevrat'a ve Uzeyr'e îmân ediyoruz (İnna nü'minü bike ve bikitabike ve bimûsâ ve't-tevrati ve u'zeyri) ; ama bunun dışındaki Kitabları ve Peygamberleri inkâr ediyoruz (ve nekfüru bima sevâhü mine'l-kütübi ve'r-rusuli)." Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "- Hayır (Bel), Allah'a, Resulü Muhammed'e, Kitabı Kur’ân'a ve ondan önceki bütün semavî Kitablara îmân edin (Aminû billahi ve rasûlihi muhammedin ve kitabihi'l-kur'âni ve bikülli kitabin kâne kablihi)!" Onlar da: "- Hayır, biz böyle îmân etmeyiz!" dediler. İşte o zaman bu âyet nazil oldu. Bunun üzerine onlar da hepsine îmân ettiler. Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Onlara, bu îmânlarından önce de Tevrat'a îmân ettikleri Tevrat'ı da kapsar şekilde Kitablara îmân etmelerini emir buyurması, yukarıda belirtildiği gibi Kur’ân'a olan îmân zımnında Tevrat'a îmândır; yoksa eski îmânları değildir. Bir de, bu emredilen îmânda onları, tasdik noktasında Tevrat ile diğer Kitabları eşit tutmaya sevk anlamı vardır. Çünkü semavî Kitablar Allahü teâlâ katından nazil olma vasfında müşterektir. Başka bir görüşe göre, bu âyetin hitabı iki Kitab (Tevrat ile incil) ehli içindir. Yanı semavî Kitabların yalnız birine değil, hepsine îmân edin. Bu emir, her taifeye, Kitabların cinsine îmân zımnında kendi Kitablarına da îmân emridir. Bir diğer görüşe göre anılan hitap, münafıklar içindir. Yani yalnız dillerinizle değil, kalblerinizle îmân edin, demektir. B- "Kim Allahı, meleklerini, kıtablarını ve âhiret gününü inkâr ederse muhakkak ki, haktan uzak bir dalâlete düşmüş olur." Bunların birini inkâr eden bir kimse, artık bir daha yolunu bulamayacak kadar hedeften sapmıştır. 1-İmanı emreden cümlede melekler ve âhiret günü olmadığı halde küfrü anlatan bu cümleye melekler ve ahıret günü de ilâve edilmiştir. Çünkü bunlardan birinin inkârı halinde îmân asla tahakkuk etmez. 2-Burada yine îmân cümlesinden far İdi olarak Kitablar ve Resuller çoğul olarak zikredilmiştir. Çünkü Kitablar dan veya Resullerden birini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek gibi küfürdür. 3-İman cümlesinde önce Resulün zikredilmesi, ondan sonra Kitabın ona indirildiğini ifade etmek içindir. 4-Bu cümlede, melekler ve Kitablar Resullere takdim edilmiştir. Çünkü melekler, Kitabların indirilmesinde Allahü teâlâ ile Resuller arasında vâsıta olmuşlardır. 137"Şüphesiz ki onlar önce îmân sonra inkâr ettiler. Sonra yine îmân ve sonra yine inkâr ettiler. Sonra da inkârlarını artırdılar. Allah, onları asla bağışlamayacak ve doğru yola iletmeyecektir. Tâbıî ulemasından Katâde'ye göre bunlar Yahudîlerdir. Çünkü onlar: önce Mûsa'ya (aleyhisselâm) îmân ettiler; sonra buzağıya tapmakla kâfir oldular; sonra Mûsâ (aleyhisselâm), Tûr'dan yanlarına dönünce, yine îmân ettiler; sonra Isa (aleyhisselâm) ile İncil'i inkâr etmekle yine kâfir oldular; sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) î inkâr etmekle küfürlerini arttırdılar." Bir görüşe göre de bunlar, ırtidatları tekerrür ve küfürde ısrar eden ve daha da ileri giden bir kavimdi. İşte Allahü teâlâ, onları ne bağışlayacak, ne de onlara hidâyet edecektir. Çünkü onların küfürden tevbe edip îmânda sebat göstermeleri imkânsızdır. Zira onların kalblerine küfür basılmış ve irtidad içlerine sindirilmiştir. Onlara göre îmân, en değersiz şeydir. Yoksa bu ilâhî kelâm, "onlar ihlaslı olarak da îmân etseler, îmânları kabul olunmaz ve bağışlanmazlar" anlamında değildir. 138"Münafıklara kendileri için can yakıcı (elîm) bir az ab olduğunu müjdele." Bu âyet zahirde îmân edip de kalben defalarca inkâr eden ve küfür ile nifaklarını arttıranlarla ilgilidir. Burada uyarma yerine tebşir kelimesinin kullanılması istihza içindir. 139"Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler onların yanında izzet (kuvvet ve galebe) mi arıyorlar? Şüphesiz ki bütün izzet Allah indir." A- "Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler onların yanında izzet (kuvvet ve galebe) mi arıyorlar." Mü'minleri bırakıp da kendilerine kâfirleri dost ve yardımcı edinenler münafıklardı. Münafıklar: "- Nasıl olsa Muhammed'in işi başarıya ulaşmaz; onun için siz, Yahudileri dost edinmeye çaksın!" diyorlardı. İşte bu âyet, onların görüşlerini reci ve ibtal ile onların umut ve arzularının hüsranını açığa vurur. Ve aynızamanda şu soruyu sorar: "- Onlar, kâfirlerin dostluğuyla kuvvet ve üstünlük mü arıyorlar?" B- "Şüphesiz ki bütün izzet Allah'ındır." Bu cümle, inkârı istifhamın ifade ettiği görüşün bâtıl ve ve o görüşte olanların sonlarının hüsran olduğunun sebebini vuzuha kavuşturur. Çünkü bütün kuvvet, kudret ve galibiyet Allahü teâlâ'ya münhasırdır ve "Oysa bütün kuvvet, ancak Allah'ın, Resulünün ve mü'minlerindir." (Münafıkun 63/8) âyetinde ifade edildiği gibi Allahü teâlâ'dan ve O'nun dostlarından başkasıyla üstünlük sağlamak bâtıl ve imkânsızdır. Bir diğer görüşe göre ise bu cümle, mahzûf bir şart cümlesinin cevabıdır. Yani eğer onların yanında kuvvet arıyorlarsa, bilsinler ki, bütün kuvvet Allah'ındır. 140"Allah, size Kitab (Kur’ân)da şunu da indirdi: Allah'ın âyetlerinin inkâr ve onlarla istihza edildiğini duyduğunuz zaman onlar başka bir söze dalın caya kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki. Allah, münafıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır." A- "Allah, size Kitab (kur'an)da şunu da indirdi: Allah'ın âyetlerinin inkâr ve onlarla istihza edildiğini duyduğunuz zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın." Bu hitab, doğrudan doğruya münafıklara olup onların sayılan cinayetlerinin gerektirdiği kınamanın daha da ağırını ifade ettiği gibi, onların hallerinin son derece çirkin ve isyanlarının had safhada olduğunu bildirir. Bundan önce bir ara (mutariz a) cümlesiyle, bütün kuvvet ve kudretin Allah'a aid olduğu, kâfirleri dost edinmek için bir sebeb bulunmadığı, belirtilmişti. Şimdi onlarla beraber oturmanın da sakıncasına işaret ediliyor ve bu sakıncanın devamı süresince onlarla beraber oturmaya yasak getiriliyor. Fakat yine de bazılarının kâfirleri dost edinmeye devam ettikleri görülüyor. Oysa Allahü teâlâ daha önce Mekke'de indirdiği bir âyetle "Allah'ın inayetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar, başka bir söze dahncaya kadar yanlarında oturmayın." buyurmuştu. Mekke döneminde yasağı getiren En'am (6) sûresinin 68. âyetidir. Şöyle ki: "Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğünde, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir." İşte bu âyet, onlarla dostluk kurmak ve onlardan kuvvet almak şöyle dursun, o çirkin halde oldukları zaman, onlarla beraber oturmayı bile men eder. Ayetler kelimesinin ısm-i celile izafe edilmesi, "Allah'ın âyetleri / âyati-llâh" denmesi, âyetleri şereflendirmek (teşrif), onların yüce kadrini ve onları inkâr etmenin korkunçluğunu belirtmek içindir. 1-Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e nazil olan âyetlerde özellikle ona hitab ediliyorsa bu, aynı zamanda onun ümmetine hitab ediliyor demektir. 2-Onlardan yüz çevirmeyi gerektiren şey, onların âyetler hakkında inkâr ve istihza yolu laflara daldıklarının bilinmesidir. Bundan dolayıdır ki bu hal, bir âyette görme (rüyet) (6/68), diğer bir âyette işitme (istima) (4/140) şeklinde ifade edilmiştir. Onlardan yüz çevirmekten maksad, onların meclisinden kalkmak suretiyle onların söylediklerine karşı olduğunu göstermektir yoksa yalnız kalben onlara muhalefet etmek veya yüzünü döndürmek değildir. B- "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Bu cümle istinafı olup indirilen (Allah size Kitabda şunu indirdi:) şeye dahil değildir; nehyin illetini belirtir. Yani o lafların konuşulduğu sırada onlarla beraber oturmayın; eğer bunu yaparsanız küfürde ve azaba istihkakda onlar gibi olursunuz. C- "Şüphe yok ki Allah, münafıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır." Bu cümle, o kâfirlerle beraber oturanların, onlar gibi sayılmalarını mûcib azab ortaklığını ve onların küfürde o kâfirler gibi sayılmalarının illetini belirtir. Münafıklardan murad, ya muhatablardır; buna göre zamir makamında münafıklar kelimesinin zahir olarak kullanılması, onların nifakını tescil etmek ve bu hükmün sebebinin, nifak olduğunu belirtmek içindir; ya da münafıkların cinsidir ve muhatablar da öncelikle onlara dahildir. Münafıkların, kâfirlerden önce zikredilmesi, muhataplara olan ceza va'dinı ağırlaştırmak içindir. 141"Onlar sizi gözlüyorlar. Eğer Allah'tan size bir fetih (zafer ve ganimet) nasib olursa: "- Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirlerin fetihten bir nasibi olursa onlara: "- Biz sizden üstün iken sizi kollamadık mı ve mü'minlerden korumadık mı?" derler. Kıyamet günü Allah, aranızda hükmedecektir. Allah, mü'minlerın aleyhine kâfirlere bir yol vermeyecektir." A- "Onlar sizi gözlüyorlar. Eğer Allah'tan, size bir fetih (zafer ve ganimet) nasib olursa: "- Biz sizinle beraber değil miydik ?" derler." Eğer kâfirlerin (fetihten) bir nasibi olursa onlara: "- Biz, sizden üstün iken sizi kollamadık mı ve mü'minlerden korumadık mı ?" derler. Burada hıtab mü'mınlere tevcih edilmiştir. Bu cümle, - ya kâfirleri dost edinenleri, - ya da yalnız münafıkları anlatır. Çünkü Müslümanları gözleyip duranlar, kâfirler değil, münafıklardır. O münafıklar, sizin durumunuzu, kazanacağınız zaferi veya uğrayacağınız hezimeti beklerler. Eğer Allahü teâlâ'dan size bir zafer lütfedılirse, "- Biz sizinle beraber değil miydik? Biz size yardım etmedik mi? Bize de ganimetten pay verin!"derler. Kâfirlerin savaşta zaferden bir nasibi olursa, bu defa kâfirlere: Biz size karsı üstün durumda iken, sizi öldürmek ve esir almak imkânına sahip olduğumuz halde sizi kendi halinize bırakmadık mı ve üstelik mü'minleri engellemedik mı? Onların moralini bozmadık mı? Onlara za'fiyet vermedik mi? Onlara yardım etmekte ağırdan almadık mı? Yoksa siz, onlara yağma olurdunuz. Şimdi siz elde ettiğiniz ganimetlerden bizim payımızı verin!" derler. Müslümanların zaferinin fetih, kâfirlerin zaferinin de nasib olarak ifade edilmesi, Müslümanların şânını yüceltmek ve kâfirlerin nasibini küçültmek içindir. B- "Kıyamet günü Allah, aranızda hükmedecektir " Allahü teâlâ, âhiret gününde her birinizin haline uygun olan mükâfat veya cezaya hükmedecektir. Dünyada ise Allah (celle celâlühü), şahadet kelimesini ikrar edene, İslâm'ın hükümlerinin uygulanmasını, ve münafık da olsa ona karşı kılıç kullanılmamasını emir buyurmuştur. C- "Allah, mü'minlerin aleyhine kâfirlere bir yol vermeyecektir" Allah (celle celâlühü), dünyada ibtila (imtihan) ve ıstıdrac (bol bol nimete mazhar kılmak, günaha devam etmesini sağlamak, durumunu ağırlaştırmak suretiyle tedricî olarak azaba yaklaştırmak) için, mü'minlerin aleyhine kâfirlere yol verdiği gibi, kıyamet günü asla onlara bu imkânı vermeyecektir; ya da "sebil/yoı", hüccet demektir. Buna göre Allahü teâlâ, dünyada mü'minlerin aleyhine kâfirlere hüccet imkânı vermeyecektir, demektir. 142"Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar. Allah, onların hud'a'larını kendilerine çevirir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek (mütekâsilen) kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve onlar Allah'ı pek az anar (hatırlar)lar." A- "Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar. Allah, onların hud'a'larını kendilerine çevirir." Bu âyet, o münafıkların yaptıkları çirkinliklerin başka bir yüzünü beyan eder. Onlar, tıpkı başkalarını aldatmağa çalışan insanların yaptıkları gibi görünürde îmânlarını açıklar fakat kalblerinde inkârı gizlerler. Allahü teâlâ da, onlara, aldatmada üstün olanın yaptığına benzer bir muamele yapar. Allah dünyada onların kanlarını ve mallarını dokunulmaz kılmış, fakat âhirette onlar için cehennemin en aşağı katını hazırlamıştır. Bu konu ile ilgili izahlar, Bakara (2) sûresinin başında geçti. Bir görüşe göre ise, kıyamet günü Suat'tan geçerken münafıklara da, mü'minlere verildiği gibi bir nûr verilir. Onlar da mü'minler gibi Sırati geçmeye çalışırlar. Sonra münafıkların nuru söner; mü'minlerin nuru kalır. O zaman onlar, mü'minlere seslenerek: "- Bizi de gözetin; biz de sizin nurunuzdan yararlanakm!" derler. B- "Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek (mütekâsilen) kalkarlar." Münafıklar namaza kalktıklar zaman tekâsül gösterirler, zoraki kalkiyorlarmiş gibi ağır davranırlar ve kendilerini mü'min sansınlar diye gösteriş yaparlar. "Yürâûne'n-nâse — insanlara gösteriş yaparlar" cümlesi, ya istinafı olup kelâmdan doğan bir sualin, başka bir deyişle "Onların üşenerek kalktıkları namazdan maksadları nedir?" şeklindeki bir sualin cevabıdır; ya da önceki cümle ile bağlantılı olup onların halini anlatmaktadır. C- "Ve onlar Allah'ı pek az anarlar." Bu cümle, "insanlara gösteriş yaparlar" cümlesine atıftır. Bu konuda değişik tevcihler yapılmıştır. Şöyle ki: Münafıklar, 1-Allah'ı (celle celâlühü) pek az, ancak dilleriyle anarlar. Dil ile anmak, kalben anmaya göre pek az sayılır. 2-Pek az Allah'ı hatırlarlar. 3-Pek az namaz kılarlar. Çünkü onlar ancak insanlara gösteriş için bunu yaparlar. 4-Namazda ancak tekbir alırken ve selâm verirken Allah'ı anarlar. 143"İkisi (iman ile küfür) arasında mütereddit (müzebzeb)dirler. Ne onlara ne bunlara katikrlar. Allah'ın şaşırttığı (idlâl ettiği) kimse için sen yol bulamazsın." A- "İkisi (iman ile küfür) arasında mütereddit (müzebzeb)dirler." Onlar, küfür ile îmân arasında müzebzeb, mütereddit ve şaşkındırlar; onları şeytan şaşırtmıştır. Müzebzeb kelimesinin gerçek mânâsı, her iki tarafından da savunulan kişi demektir. "Müzebzebîn" kelimesi, "müzebzibîn" olarak da okunmuştur. Yani onlar kendi kalblerini veya görüşlerini veya dinlerini tereddütte ve arada bırakmışlar veya arada kalmışlar (mütezebzıbîn)dır. Abdullah İbni Mes'ûd (radıyallahü anh) Mushafında bu kelime "mütezebzibîn" şeklinde yazılmıştır. Diğer bir kırâete göre ise, bu kelime "müdebdebîn" olarak geçer. Bunun anlamı "bir bu yola, bir o yola giren" dir. "Ne onlara ne bunlara katılırlar" cümlesi de, onlar ne Müslümanlara ne de kâfirlere mensubtur; ne öncekilerin yolundan, ne de sonrakilerin yolundan gidiyorlar; demektir. B- "Allah'ın şaşırttığı (idlâl ettiği) kimse için sen yol bulamazsın." Allahü teâlâ'nın şaşırttığı kimsenin hidâyet ve tevfike istidadı olmadığından onu hak ve doğru yola hidâyet etmek şöyle dursun, ona öyle bir yol bulman da mümkün değildir. Bu hitab, muhatab olabilen herkes içindir. 144"Ey îmân edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a aleyhinizde apaçık bir hüccet (sultan) vermek mi istiyorsunuz?" A- "Ey îmân edenler ! Mü'mınleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin ." Münafıkların hali açıklanırken mü'mınleri bırakıp kâfirleri dost edinmek yasaklanmıştı. Şimdi burada kâfirlerden dost edinmek sarahatle nehyediliyor. Amaç yasaklama ve sakmdırmayi kuvvetlendirmektir. B- "Allah'a aleyhinizde apaçık bir hüccet (sultan) vermek mi istiyorsunuz." Sız bunu yapmakla, münafık olduğunuza dâir Allah'a (celle celâlühü) apaçık bir hüccet mi vermek istiyorsunuz? Zira kâfirleri dost edinmek, nifakın en açık delillerındendir. Yahut sizi cezasına çarptıracak bir sultan mı istiyorsunuz? "Allah'a aleyhinizde apaçık bir hüccet vermek mi istiyorsunuz?" buyrulmak suretiyle inkâr, -irâdenin taalluk ettiği fiile değil, -fakat irâdeye tevcih edilmiştir (.. .bir hüccet vermek mi istiyorsunuz?). Bundan amaç inkârı daha kuvvetle belirtmek ve durumun korkunçluğunu bildirmek içindir, ifadenin vurgulamak istediği şudur: "Kâfirleri dost edinmek şöyle dursun, bunu istemek bile akıllı işi değildir." "Yoksa sız de bundan önce Mûsa'ya sorulduğu gibi, Peygamberinizi sorgulamak mı istiyorsunuz? "(Bakara 2/108) mealindeki âyet de bu kabildendir. 145"Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı katında (csfelin-e) dırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." A- "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı batındadırlar." "Derkil- esfei", cehennemin tabanındaki kattır. Münafıklar, kâfirlerin en habisi oldukları için en şiddetli azaba uğrayacaklardır. Çünkü onlar, küfürlerine İslâm ve Müslümanlarla, alay ve aldatma gayretlerini de ilâve etmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in: "Uç şey var ki, onların bulunduğu kimse, oruç da, tutsa, namaz da kilsa ve Müslüman olduğunu iddia da etse, o kimse münafıktır (Selâsün men künne fîhi fehüve münafikun ve in sâme ve salla ve zea'me ennehü müslımun): Konuştuğu zaman yalan söyler (men iza haddese kezebün); Söz verir fakat yerine getirmez (ve iza vea'de ahlefe); Emanet bırakıldığı zaman ona hiyanet eder (ve ize'tümine hâne)." hadisi ile benzerleri ise, caydırıcılığı kuvvetlendirmek amacıyla teşdid, tehdit ve ağırlaştırma kabilin dendir.3 3 Ebî Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edilen bu hadis Sünen-i Tırmızî'de yer almaktadır. Bunun bir eşi daha vardır. Şöyle ki: Kendisinde dört haslet bulunan kışı münafıktır (Erbaun men künne fîhi kâne münâfıkan). Kendisinde bunlardan bir haslet bulunursa, o hasleti terk edinceye kadar onda nifaktan bir haslet olacaktır: Konuştuğu zaman yalan söyleyen (Men iza haddese kezebe), söz verdiği zaman sözünde durmayan (ve iza vea'de ahlefe), dava ettiği zaman itidal ölçülerini aşan (ve iza hasame fecera), anlaştığı zaman anlaşmayı bozan kişi (ve iza âiıede ğadera) (Bak: Sünen-i Tirmizî Tercemesi, Yûnus Emre Yayınları, Cilt: 4, Sayfa: 386, Hadis No: 2766, 2767, 2768). B- "Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." Onları bu cehennem azabından kurtaracak bir yardımcı bulman mümkün değildir. Bu hitab da, geçmiş hitab gibidir. 146"Ancak tevbe ve ıslah-ı nefs edenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dînlerini Allah için hâlis kılanlar müstesna. İşte onlar, mü'minlerle beraberdirler. Allah da mü'mınlere pek büyük mükâfat verecektir." Bu istisna münafıklardandır. Onlar ancak, nifaktan tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a, O'nun dinine sımsıkı sarılanlar, dinlerini Allah için hâlis kılanlar, O'na itaatten ve rızasını elde etmekten başka bir şey aramayanlar müstesna. İşte Bu vasıfları taşıyanlar, cennetin yüksek derecelerinde, îmân ettikleri günden beri kendilerinden nifak asla sadır olmayan hâlis mü'minlerle beraberdir. "Allah da mü'mınlere pek büyük mükâfat verecektir" cümlesi, onların yüksek derecelerini beyan eder. İşte onlar bu büyük mükâfatı, hâlis mü'minlerle paylaşırlar. 147"Eğer siz îmân ve şükrederseniz Allah size neden az ab etsin? Allah, her zaman şükredenleri mükâfatladıran (Şakır) ve her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." A- "Eğer siz îmân ve şükrederseniz Allah, size neden az ab etsin ?" Bu istinaf cümlesi açıkça şunları belirtir: 1- Onların azaba uğramalarının sebebi başka değil ancak kendi küfürleridir. 2- Önceki nifaklarından tevbe etmeleri halinde mükâfatlandırılacaklardır. O takdirde Allah size neden azab etsin? Hükümdarlarda olduğu gibi hâşa, öfkesini mi çıkaracak, intikam mı alacak, bir menfaat mi sağlayacak, bir zararı mı önlemiş olacak? Allahü teâlâ, bu gibi hallerden müstağnidir, münezzehtir. Bu ilâhî azab, sizin küfrünüzün mûcıb olduğu bir sonuçtan başka bir şey değildir. Bu itibarla küfrünüz, îmân ve şükürle zail olunca, azab da kesinlikle kalkar. Âyette îmândan önce şükür zikredilmiştir. Çünkü şükür, îmâna ulaştıran bir yoldur. Zira insan, önce, kendisine bahşedilmiş enfüsî (dahilî) ve afakî (haricî) nimetleri idrâk eder ve mübhem olarak şükrü edâ eder; sonra o nimetleri bahşedenin marifetine erişir ve ona îmân eder. B- "Allah, her zaman şükredenleri mükâfatlandıran (Şâkir) ve her şeyi hakkıyla bilen (Aiîm)dır." Allahü teâlâ tarafından olan şükür, kullarının az miktarda itaat ve ibâdetlerine rıza göstermek ve karşılığında kat kat mükâfat vermektir. İşte bu mânâda Allahü teâlâ, kullarına şükredendir.4 Yine O, her şeyi ve ezcümle sizin şükrünüzü ve îmânınızı da eksiksiz olarak bilendir. Binaenaleyh sizin mükâfatlarınızı vermemesi imkânsızdır. 148"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ; ancak zulme uğrayan müstesna. Allah her şeyi hakkıyla işiten (Semi')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir." A- "Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak zulme uğrayan müstesna." Allahü teâlâ'nın bir şeyi sevmemesi ona buğzetmesinden kinayedir. Allah (celle celâlühü) kimsenin herhangi bir kötü söz söylemesinden hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin, zâlime beddua etmesine veya kendisine yapılan zulümden yakınmasına ve o zâlimin kötülüklerini anlatmasına bir engel yoktur. Bir diğer görüşe göre de, kendisine hakaret edene hakaretle karşılık vermek bu istisnanın şumûlü içindedir. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyrulur: "Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onların aleyhine bir yol yoktur." (Şûra 42/41) Başka bir görüşe göre ise, bir şahıs, bir kavme misafir olmuş; onlar ona yemek yedirmemişler. Bundan dolayı misafir de, onlardan şikâyette bulunmuş; fakat onlardan şikâyet ettiği için ayıplanmış. İşte bunun üzerine bu âyet-i ketime nazil olmuş. Bir kıraate göre "zuiıme / zulmedilmiş, zulme uğramış" fiili, "zaleme / zulmetti" şeklinde fail kipi ile de okunmuştur. Buna göre anlam: "Fakat zâlim Allahü teâlâ'nın sevmediğini işler, kötü sözü açıkça söyler" şeklinde olur. B- "Allah her şeyi hakkıyla işiten (Semî)dir, her şeyi hakkıyla bilen (Aiîm)dır." Allahü teâlâ her zaman her şeyi işitendir; buna zâlim ve mazlumun sözleri de dahildir. Yine O, zâlim ve mazlumun hallerinin de dahil olduğu her şeyi bilir. Bu itibarla bu cümle, istisnanın ifade ettiği hususu açıklar. 149"Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz veya bir kötülüğü bağışlarsanız şüphesiz Allah da çok bağışlayıcıdır, her şeye gücü yetendir." Kavlî veya fiili hayırlardan her ne olursa olsun, siz bir hayrı açıklarsanız veya gizlerseniz veyahut size karşı işlenmiş bir suçtan dolayı muahaze hakkınız var iken affederseniz, biliniz ki şüphesiz Allahü teâlâ da her zaman fazlasıyla affedicidir. Bir suçu affetmek, bir hayrı açıklamaya ve gizlemeye dahil iken ayrıca zikredilmesinin sebebi, asıl amacın o olmasıdır. Hayrı açıklamak ve gizlemek, onun sebepleri olduğu için zikredilmişlerdir. Nitekim "şüphesiz Allah da her zaman fazlasıyla affedicidir" cümlesi de, bunu bildirir. Bu cümlenin, şartın cevabı olarak zikri, asıl umdenin, kudreti olduğu halde affetmek olduğuna delâlet eder. Hulâsa Allahü teâlâ, muahaze kudreti olduğu halde ziyadesiyle affedicidir. Hasen el-Basrî, bu cümlenin tefsirinde diyor ki: "Allahü teâlâ intikam almaya muktedir olduğu halde canileri affeder. Binaenaleyh siz de, Allahü teâlâ'nın sünnetine uymalısınız." Kelbî de, bu cümlenin tefsirinde şöyle der: "Allahü teâlâ, sizin günahlarınızı affetmeye, sizin, size zulmedenin günahlarını affetmeye muktedir olmanızdan çok daha muktedirdir." Bir görüşe göre de Allah (celle celâlühü), affedeni ziyadesiyle affedicidir ve sevabı ona ulaştırmaya kaadirdir. 150"Onlar ki Allah ve Resulünü inkâr ederler; Allah ile Resulleri arasını ayırmak isterler de "Kimine îmân, kimini inkâr ederiz." derler. Böylece bu ikisi (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isterler." Allah ile Peygamberlerini inkâr edenler, bunu sarahatle ifade etmeseler de dinî maçları bu sonuca varır. Nitekim, "Allah ile Resulleri arasını ayırmak isterler / ve yürîdûne en yüferrikuu beync-llâhi ve rusulihi" cümlesinden de bu mânâ anlaşılır. Daha açık bir deyişle onlar Allahü teâlâ'ya îmân, fakat Peygamberlerini inkâr ederler. Bu da yine sarih ifadeleri ile, değil, fakat istilzam yoluyladır. Nitekim, "Kimine îmân, kimini inkâr ederiz, derler / ve yekuulûne nü'minü biba'dıin ve nekfüru biba'dıin" cümlesi de, bunu anlatır. Gerçekten Yahudiler: "- Biz, Mûsa'ya, Tevrat'a ve Uzeyr'e îmân ederiz; onlardan ötesini de inkâr ederiz" dediler. Bu da, Allahü teâlâ'yı ve peygamberlerini inkâr etmekten ve îmânda Allahü teâlâ ile Peygamberlerini birbirinden ayırmaktan başka bir şey değildir. Zira Allah (celle celâlühü), bütün Peygamberlere inanmayı emretmiştir. Ve hiçbir peygamber yoktur ki, kendi kavmine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in dininin hak olduğunu haber vermiş olmasın. Bu itibarla bu Peygamberlerden birini inkâr eden kimse, hiç farkında olmadan bütün Peygamberleri ve hatta Allahü teâlâ'yı inkâr etmiş olur. İşte onlar, bu sözleri ile, îmân ile küfür arasında başka bir yol tutup onda yürümek istiyorlar. Oysa ikisinin arasında kesinlikle bir orta yol yoktur. Zira hak, taaddüt (kesret) kabul etmez ve hakkın ötesi ancak dalâlettir (İzi'l-hakkıı lâ yetea'ddedü ve maza ba'de'l-hakku illâ'd-dalâl). 151"İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz, kâfirler için aşağılayıcı bir az ab hazırladık." O çırkm sıfatları taşıyanlar, tam ve kâmil mânâda kâfir olmuşlardır; onların îmân olarak iddia ettikleri ve öyle isimlendirdikleri inanç, geçerli değildir. "Plak" kelimesi, ya cümlenin anlamını tekid eder; yani onların tam kâfir oldukları bir gerçektir; ya da "kâfirler" kelimesinin mastarı olan küfrün sıfatıdır; yani onlar gerçekten küfre düşmüşlerdir; bu seksiz, şüphesiz sabittir; demektir. Zamir makamında "kâfirler" kelimesinin zahir olarak kullanılması, onları zemmetmek ve onların vasfını hatırlatmak içindir. Yahut bu zemm ve hatırlatma bütün kâfirler içindir ve onlar da öncelikle buna dahildir. 152"Allah'a ve Resulüne îmân eden ve onlardan birini diğerlerinden ayırmayanlara gelince; Allah böylelerinin mükâfatını yalanda verecektir. Allah, bağışlaması bol (Ğafur)dur, çok merhametli (Rahîym)dir." "Ey îmân edenler! Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a îmân edin. Kim Allah'ı, meleklerini, Kitablarını, Resullerini ve âhıiret gününü inkâr ederse muhakkak ki haktan uzak bir dalâlete düşmüş olur." (4/136) mealindeki âyetin tefsirinde anlatıldığı gibi: Allah'a ve Peygamberlerine îmân edip onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlar, kâfirlerin yaptıkları gibi kimilerine îmân, kimilerini inkâr etmeyenler var ya; işte Allahü teâlâ, onların mükâfatlarını mutlaka verecektir. Allah (celle celâlühü) onların taksiratları için çok bağışlayıcıdır ve mükâfatlarını arttırmak için de onlara son derece merhametlidir. 153"Ehl-i Kitab senden semâdan bir kitab indirmeni istiyor. Onlar Mûsa'dan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki: "- Allah'ı bize apaçık göster!" Zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine gelen bunca açık deliler (beyyinat)in ardından buzağıyı ilâh edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Mûsa'ya apaçık bir kudret (sultan) verdik." A- "Ehl-i Kitab, senden semâdan bir Kitab indirmeni istiyor." Bu âyetin nüzûlsebebi aşağıdaki şu olaydır: Yahudî âlimleri, Resûlüllah'a -ifc: "- Eğer sen gerçekten Peygambersen, Mûsa'nın (aleyhisselâm) getirdiği gibi, sen de gökten toptan bir kitap getir!" demişlerdi. Diğer bazı görüşlere göre de: Eğer sen gerçekten peygambersen, Tevrat gibi, sen de bize, levhalar üzerine semavî yazı ile yazılmış bir kitap getir!" yahut "- Gökten inerken göreceğimiz bir kitap getir!" yahut "- Bizim hazır bulunduğumuz bir mecliste Resûlüllah olduğuna dâir bir kitap getir!" demişlerdi. Yahudi âlimlerinin bu istekten amaçları sadece tehakküm (tekebbür) ve teannüt (hata yakalamak, sıkıştırmak) idi. Plasen el-Basrî diyor ki: "- Eğer o Yahudî âlimleri, hakkın ortaya çıkması için sualler sormuş olsalardı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) istedikleri delilleri kendilerine verecekti ve zaten onlara getirdiği deliller de yeterli idi." B- "Onlar Mûsa'dan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki : "- Allah'ı bize apaçık göster!" Bu cümle, mukadder bir şartın cevabıdır. Yani: "- Ey Resûlüm! Eğer onların senden istediklerini büyük bir şey olarak görüyorsan bil ki onlar, Mûsa'dan daha büyüğünü istemişlerdi." Bir görüşe göre de, bu cümle, cevabın illetidir. Yani: "- Ey Resûlüm! Onlar senden bunu istiyorlarsa da, onların istemelerine aldırma, zira onlar, Mûsa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Bu istek, her ne kadar o Yahudî âlimlerinin seleflerinden sâdır olmuşsa da, bunlar yaptıkları ve yapmadıkları işlerde seleflerine uydukları için onların istekleri, bunlara izafe edilmiştir. Yani : "- Ey Resûlüm! Onların senden istedikleri, cehaletlerinin ilk eseri değildir. Onlar Mûsâ (aleyhisselâm) ya da Allah'ı bize apaçık göster, Allah'ı gözlerimizle apaçık görelim, demişlerdi." C- "Zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı." Gökten bir ateş inip onları helâk etti. Bu da onların zulmü, taannütlerı ve kendileri için imkânsız olan bir şeyi istemeleri sebebiyle olmuştu. Ancak bu, Allahü teâlâ'yı mutlak olarak görmenin imkânsız olduğu anlamına gelmez. Ç- "Sonra kendilerine gelen bunca açık delillerin ardından buzağıyı ilâh edindiler." Bu deliller, Mûsâ (aleyhisselâm) nın asâ, beyaz el (yedıi- beyza) ve denizi yarması (falkı'l-bahr) ve diğerleri gibi firavuna gösterdiği mûcizelerdir. Tevrat ise bu mucizelere dahil değildir; çünkü henüz o inmemişti. D- "Biz, bunu da affettik." Onlar, tamamen yok edilmeyi hak ettikleri halde Biz onu yapmadık ve kendilerini affettik. Bir görüşe göre bu ilâhî kelâm, onları tevbeye davet anlamındadır. Başka bir deyişle: "- O suçları işleyenler, tevbe ettiler; Biz de onları affettik. O halde siz de tevbe edin ki, sizi de affedelim" demektir. E- "Ve Mûsa'ya apaçık bir kudret (sultan) verdik." Nitekim Mûsâ onların isyanlarının tevbesi olarak kendi nefislerini öldürmelerini emretmişti. 154"Kendilerinden alınan mîsaka bağlı kalmaları için Tûr'u üzerlerine kaldırdık. Ve onlara dedik ki: "- Kapıdan secde ederek girin!" Ve yine onlara dedik ki: "- Cumartesi yasağını aşmayın (tecavüz etmeyin)!" Kendilerinden ağır bir mîsak da aldık." A- "Kendilerinden alınan mîsaka bağlı kalmaları için Tûr'u üzerlerine kaldırdık." Kendilerinden alınan misâkı bozmamaları için Tûr dağını başları üzerine kaldırdık. Nitekim rivâyete göre onlar verdikleri mîsakı bozmaya yeltendiler; bunun üzerine Allahü teâlâ, Tûr dağını onların üstüne yükseltti. O zaman onlar mîsakı bozmaktan vazgeçtiler. Bundan sonra gelecek olan "Kendilerinden ağır bir mis âk da aldık" cümlesine en uygun mânâ da budur. B- "Ve onlara dedik k: "- Kapıdan secde ederek girin !" Onlar, Tûr dağının gölgesinde bulundukları bir sırada Biz, Mûsa'nın (aleyhisselâm) diliyle onlara böyle söyledik. Tabiî âlimlerinden Katâde diyor ki: "- Biz kendi, aramızda bunu konuşurken, bu kapının, Beytülmakdisin kapılarından biri olduğunu söylerdik." Ancak bu konudaki kanaatler muhteliftir. Şöyle ki: 1 - Bu kapıdan maksad Kudüs'tür. 2-Bu kapı Eriha şehri kapısıdır. 3-el-Bâb / Kapı, bir kasabanın adıdır. 4-Bu kapı, namazda yöneldikleri Kubbe'nin kapısıdır. Ancak Mûsâ (aleyhisselâm) kavminin, onun hayatında Beytülmakdis'e girmediği tarihî bir gerçektir. C- "Ve yine onlara dedik ki : "- Cumartesi yasağını aşmayın " Cumartesi günü büyük balıkları avlama yasağını çiğnemeyin, dedik. Ç- "Kendilerinden ağır bir mîsak da aldık." Mükellefiyetlerini yerine getirmeleri için onlardan kesin ve ağır bir söz de aldık. Bu söz, Allahü teâlâ'nın, Tevrat'ta kendilerinden aldığı ahiddir. Bir görüşe göre onlar, dinden döndükleri takdirde Allahü teâlâ'nın dilediği gibi kendilerini azaba uğratması konusunda mîsak vermişlerdi. 155"Başlarına gelenler, mîsaklarmı bozmalarından, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden, Peygamberleri haksız yere (biğayr-ı hakkın) katletmelerinden ve "bizim kalblerimiz kılıflıdır" demelerındendır. Hayır, Allah, küfürleri sebebiyle onların kalblerıni mühürlemiştir. Pek azı müstesna îmân etmezler." A- "Başlarına gelenler, mîsaklarmı bozmalarından, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden, Peygamberleri haksız yere katletmelerinden ve "bizim kalblerimiz kılıflıdır" demelerındendır." Misaklarını bozmaları sebebiyle, Biz de, onları lânetiedik, meshettık, onlara ve onların haleflerine ulaşan az ablarımızla gerekeni yaptık. Rivâyete göre, onlar, Dâvûd (aleyhisselâm) zamanında cumartesi yasağını ihlâl ettiler. Bu yüzden lanetlendiler ve meshedilip muymunlara döndürüldüler. Kur’ân'da veya kendi Kitablarmda yazılı Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini inkâr ettiler, Zekeriyya ile Yahya (aleyhisselâm) gibi Peygamberleri haksız yere öldürdüler ve: "- Kalplerimiz kılıflıdır", yani cibilliyetimizde bulunan bir perde ile örtülüdür; Muhammed in getirdikleri kalblerimize ulaşmaz!" dediler ve çeşitli azaba uğradılar. İbn Abbâs ile Atâ'ya göre, âyetin metnindeki "ğulf kelimesi "ağlef' in değil fakat mahfaza anlamındaki "ğılaf in çoğuludur. Yani : "- Bizim kalplerimiz ilimlerin mahfazasıdır; onun için bizim ilmimiz bize yeter, başkasına ihtiyacımız yoktur." demektir. Kelbî'ye göre ise: "- Bizim kalplerimiz o kadar kuvvetlidir ki, onlara ne ulaşırsa, hemen hıfzedilir; eğer senin sözlerinde hayır olsaydı, kalplerimiz onları da hıfzederdı." demektir. B- "Hayır, Allah küfürleri sebebiyle onların kalblerıni mühürlemiştir." Birbirine matuf olan iki cümle arasında bir istitrat (ara)cümlesi olan bu kelâm onların fâsid iddialarını bir an önce reddetmek içindir. Bunun anlamı şudur: Hakkın onların kalblerine ulaşmaması, kalbleri doğuştan kılıflı olduğu için değildir. Fakat küfürleri sebebiyle Allah (celle celâlühü) onların kalblerini mühürlemiştir. C- "Pek azı müstesna îmân etmezler." Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi pek azından başkası îmân etmez. Yahut hakikatlerden ancak pek azma îmân ederler ve bu îmân da geçerli değildir. 156"Küfürleri ve Meryem'e karşı büyük bir bühtan olan sözleri sebebiyle." Burada küfrün tekrar zikredilmesi, onların küfrünün tekerrür ettiğini bildirmek içindir. Nitekim onlar, Mûsa'yı (aleyhisselâm), sonra Isâ (aleyhisselâm)'yı ve nihayet Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı inkâr ettiler. Meryem hakkındaki bühtanları da, ifadelere sığmayacak kadar pek büyüktür. Nitekim onlar, Meryem'e bin konak uzak olan bir fiili nisbet etmişlerdir. 5 5 Muhterem müellif bu şeni iftirayı edeben ancak böyle anlatmaktadır. 157"Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu İsa'yı katlettik." demeleri sebebiyle. Oysa onu katletmediler, onu asmadılar da. Fakat o, onlara benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler ondan yana şüphe içindedirler. Onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur; sadece zanna uyuyorlar. Onu yakıinen katletmediler." A- "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu İsa'yı katlettik" demeleri sebebiyle." Onların bu sözlerinin de, teşhir edilen cinayetleri meyanmda zikredilmesi, sadece yalan olduğundan dolayı değil, fakat onların bu sözlerinin aynı zamanda, -İsâ Peygamber'i (aleyhisselâm) hâşa öldürmekten sevinç duyduklarını, -onunla alay ettiklerini zımnen ifade etmesi sebebiyledir. Çünkü onların, İsâ'dan (aleyhisselâm) Resul unvanı ile bahsetmeleri, alay yoluyladır. "Dediler la (Ve kaalû): Ey kendisine Kur’ân'ındirilen Muhammed, sen gerçekten bir mecnunsun!.." (Hicr 15/6) âyeti de bu kabildendir. Ancak onların, İsâ (aleyhisselâm) hakkında alay için kullandıkları bu vasıf, Allahü teâlâ tarafından övgü olarak kullanılmıştır. Bu da, İsâ (aleyhisselâm) yi medhetmek, onun mertebesinin yüceliğini belirtmek, onun katline kalkışmanın pek büyük bir cinayet ve bununla övünmenin büyük bir hayasızlık olduğunu bildirmek içindir. B- "Oysa onu katletmediler, onu asmadılar da. Fakat o, onlara benzer gösterildi." Bu konuda birbirinden farklı rivâyetler ve görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Yahudilerden birtakım insanlar, İsâ (aleyhisselâm) ile annesine kötü sözler söylediler. İsâ da onlara beddua etti. Allahü teâlâ da, o insanları maymunlar ve domuzlar şekline soktu (mesnetti). Sonra Yahudiler, İsa'yı öldürmeye karar verdiler. Allahü teâlâ, İsa'ya kendisini göğe kaldıracağını (ref) vahyetti. İsâ (aleyhisselâm) da, Ashabına (Havarilere) sordu: "- Hanginiz bana benzetilip öldürülmeye, asılmaya ve cennete girmeye razı olur? "İçlerinden biri: "- Evet, ben razıyım!" dedi. Allahü teâlâ da, o havariyi İsa'ya benzetti ve o havari, İsâ (aleyhisselâm) diye öldürüldü ve asıldı. 2-Bir adam, İsa'ya (aleyhisselâm) karşı münafıklık yapıyordu. Yahudiler, İsâ'yı öldürmek için onu aramaya başlayınca, o adam: "- Ben size onun yerini gösteririm" dedi. Nihayet o adam, İsa'nın bulunduğu odaya girince, İsâ (aleyhisselâm) semâya kaldırıldı (ferufea') ve o adam, İsa'ya (aleyhisselâm) benzetildi. Onu arayanlar içeri girip İsâ (aleyhisselâm) diye onu öldürdüler. 3-Tatyanus adındaki Yahudî, İsa'nın (aleyhisselâm) bulunduğu bir eve girdi; fakat İsa'yı bulamadı. Allahü teâlâ da, o anda onu İsa'ya benzetti. Dışarı çıkınca İsâ (aleyhisselâm) olduğu sanıldı ve yakalanıp öldürüldü. Peygamberlik asrında bu gibi harikulade hadiselerin vukuu garib telâkki edilmemelidir. 4-Yahudiler, İsa'yı (aleyhisselâm) öldürmeye kalkışıp da Allahü teâlâ, onu semâya kaldırınca, Yahudî reisleri, avam halk arasında fitne (karışıldık) çıkmasından korktular ve bunu önlemek için bir adamı yakalayıp öldürdüler ve astılar ve insanların kafasını karıştırıp bunun Mesih olduğunu söylediler. İnsanlar da, İsa'nın (aleyhisselâm) ancak adını duymuşlardı. Çünkü İsâ ancak pek az sayıda insanla görüşüyordu. İsâ (aleyhisselâm) hakkındaki benzetme; ya onunla öldürülen şahıs arasında, ya da öldürme işinde olmuştur. Bu da, aslında hiç kimsenin öldürülmediği, fakat İsa'nın (aleyhisselâm) öldürülmesi ile ilgili yalan bir haber uydurulduğu ve bu haberin insanlar arasıda yayıldığı görüşüne göredir. B- "Onun hakkında ihtilâfa düşenler ondan yana şüphe içindedirler. Onların o konuda hiçbir bilgileri yoktur sadece zanna uyuyorlar." Yukarıda anlatılan hadise vaakıî olunca, insanlar İsâ (aleyhisselâm) hakkında ihtilafa düştüler: Bazı Yahudiler, "- Isâ, bir yalancı idi (innehu kâne kâziben); biz de onu kesinlikle öldürdük (fekatelnahü hatemen)" dediler. Diğerleri ise tereddüde düştüler. Bir kısmı: Eğer o öldürülen İsâ ise (in kâne ıi'sâ) pekiyi, bizim arkadaşımız nerede (feeyne sahıibüna) ?" Bir kısmı da: "- Yüz, İsa'nın yüzü (el-vechü, vechü lisâ), beden ise arkadaşımızın bedeni (ve'l-bedenü, bedenü sâhibina)." dediler. "Şüphesiz Allah beni semâya kaldıracaktır (İnne-llâhe yerfeu'nî ile's-se-mâi)" haberini duyan Havariler de: "- Isâ gerçekten semâya kaldırıldı (inne rufla' iie's-semâî)." dediler. Bazı insanlar da: "- İsa'nın insan boyutu (nasûtu) asıldı (sulibe'n-nasûtü), ruh boyutu (lâ-hutu) ise semâya yükseltildi (ve suıi'de'ldah'u tü)." Bu konu daha önce geçti. "Şekk" kelimesi, karışık bilgi için kullanıldığı gibi, mutlak tereddüt anlamında ve ilmin (kesin bilginin) karşıtı olarak da kullanılır. İşte bundan dolayıdır kı şek, "Onların o konuda hiçbir bilgileri yoktur; sadece zanna uyuyorlar" ifadesi ile de tekıd edilmiştir. Şek, cehalet; ilim ise, kesin bilgi olsun veya olmasın, kalbin mutmain olduğu inanç (itikat) olarak da tefsir edilebilir. C- "Onu yakıînen katletmediler" Onlar: "- Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu İsa'yı katlettik" sözleriyle İsa'yı öldürdüklerini iddia etmişlerse de, kesinlikle onu öldürmüş değillerdir. Bir görüşe göre ise, İsa'yı kesinlikle bilemediler, demektir. Buna göre bu ifade, onlarla alay etmek anlamını taşır. Zira ilk görüş, onların Isâ (aleyhisselâm) hakkında kısmen bilgi sahibi olduklarını bildirirken, bu görüşe göre onların İsâ (aleyhisselâm) hakkında hiç bilgi sahibi olmadıkları beliretilmiş olur. 158"Hayır, Allah, onu kendisine yükseltti. Allah her şeye gaalib ve üstün (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir." Bu kelâm, onların, İsa'yı öldürme iddialarını reci ve onun Allahü teâlâ katına kaldırıldığını isbat eder. Allahü teâlâ, her zaman yegâne gaalibdir. İrade ettiği hiçbir işte hiçbir zaman mağlup olmaz ve Allahü teâlâ, bütün işlerini hikmetler üzerine bina eder. Ve Allah'ın (celle celâlühü) İsâ hakkındaki tedbirleri öncelikle bu işlere dahildir. 159"Ehl -i Kitab'dan ölmeden önce ona îmân etmeyecek hiç kimse yoktur. Kıyamet günü o, onlara sahicilik edecektir." A- "Ehl-i Kitab'dan ölmeden önce ona îmân etmeyecek hiç kimse yoktur." Kitab ehlinden olan her fert, andolsun ki, dünyada can vermeden önce, İsâ nin Allah'ın (celle celâlühü) kulu ve Resulü olduğuna îmân edecektir. Ancak o zaman, îmân zamanı değildir; çünkü can verme zamanı, mükellefiyetlerin tamamen kalktığı bir andır. Rivâyete göre Ibni Abbas (radıyallahü anh) da bu âyeti böyle tefsir etmiştir. Bunun üzerine İklime, sordu: "- Pekiyi, bir adam gelip aniden bir Ehl-i Kitabin boynunu vursa, ne olacak?" İbn Abbâs: "- O, bunu söylemek için dudaklarını kıpırdatmadan ruhu bedeninden ayrılmaz." İklime: "- Pekiyi, bir ehl-ı kitab, bir evin çatısından düşse, yansa ya da yırtıcı hayvanlar tarafından parçalama, ne olur?" Ibni Abbas: "- Düşen, havada iken o sözleri söyler ve diğerleri de, İsa'ya (aleyhisselâm) îmân etmeden ruhları bedenlerinden ayrılmaz." dedi. Şehr b. Havşeb de bu konuda şunları söylüyor: "- Haccac, bir âyet var kı ne zaman okusam, kalbimde bir tereddüt uyanıyor" dedi ve şöyle devam etti: Bana Yahudî ve Hıristiyan esirler getiriliyor; ben de onların boyunlarını vurduruyorum; ama onlardan îmân sözü duymuyorum." Ben de ona dedim ki: Yahudî ölürken, melekler onun yüzüne ve arkasına vurarak: "- Ey Allah'ın düşmanı! İsâ sana Peygamber olarak geldi ama sen onu yalanladın!" derler. Yahudî de: "- Ben onun Allah'ın kulu ve Peygamberi olduğuna îmân ettim!"der. Yine melekler, ölmek üzere olan Hırıstiyana: "- İsâ sana Peygamber olarak geldi ama sen onun Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettin!" derler. Hıristiyan da: "- Ben onun Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna îmân ettim!" der. Ama o anda onların îmânları kendilerine bir fayda vermez. Ben bunları söyleyince Haccac, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve bana bakıp: "- Bunları kimden işittin?" dedi. Ben de: "Muhammed b. Ali b. el-Hanefıyye bana anlattı" dedim. Haccac, kılıcıyla toprağı eşelemeye başladı ve sonra: "- Ben aradığımı temiz bir kaynaktan aldım" dedi. Ehl-i Kitabın halim bu şekilde haber vermek, onlar için ceza va'dıdır ve faydasız bir îmâna mecbur olmadan önce kendilerini îmân için aceleye teşvik eder. Bir diğer görüşe göre ise, her iki zamir de (bihi ile mevtihı kelimelerindeki "hı" zamiri) İsa'nın (aleyhisselâm) yerini tutar. Yani İsâ (aleyhisselâm), gökten indiği zaman Ehl-i Kitabin hepsi, İsa'nın ölümünden önce ona mutlaka îmân edeceklerdir. Rivâyete göre: İsâ (aleyhisselâm), âhir zamanda gökten inecek; o zaman Kitab Ehlinden ona îmân etmeyecek hiç kimse kalmayacak; insanlar tek millet, yani islâm milleti olacak; Allahü teâlâ, onun zamanında Deccali helâk edecek; dünyada tam bir güvenlik ortamı gerçekleşecek. Öyle ki, büyük kara yılanlar develerle, kaplanlar sığırla, kurtlar koyunlarla bir arada geçinecekler ve çocuklar yılanlarla oynayacaklar. İsâ yeryüzünde kırk yıl yaşadıktan sonra vefat edecek, Müslümanlar onun namazını kılıp cenazesini defnedecekler. Bir diğer görüşe göre ise, anılan cümledeki birinci zamir (yanı bihi, zamiri), Allahü teâlâ'ya veya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e râcıdır. (Yanı Ehl-i Kitab tan her fert, ölümünden önce Allah'a veya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e mutlaka îmân edecektir)6 B- "Kıyamet günü o, onlara şâhidlik edecektir." Kıyamet gününde İsâ (aleyhisselâm) Ehl-i Kitab aleyhinde: Yahudilere karşı kendisini tekzip ettiklerine; Hıristiyanlara karşı da ona -hâşa summe hâşa- Allah'ın oğlu dediklerine şahadet edecektir. 160"Yaptıkları zulümler ve bir çoklarını Allah yolundan alıkoymaları sebebiyle önceleri kendilerine helâl olan bir takım güzel ve temiz şeyleri Yahudilere haram kıldık." Yahudilerin zulüm vasfı ile zikredilmesi, zulümlerinin son derece büyük olduğunu belirtmek içindir. Zira bu zulmün, buzağıya tapmaktan tevbeden sonra vaakıî olduğu hatırlatılmaktadır. Hem de öyle korkunç bir tevbe ki, kabulü için nefislerini öldürmeleri şart koşulmuştu. O zulümleri sebebiyledir ki, önceleri kendilerine ve kendilerinden öncekilere helâl kılınmış olan bir takım güzel ve temiz şeyler veya o günahlardan her birini işlediklerinde, daha önce onlara helâl olan güzel ve temiz şeyler, bir çeşit ceza olarak kendilerine haram kılındı, fakat onlar yine de Allahü teâlâ'ya iftira edip diyorlardı ki: "- Bu nimetlerin haranı kılındığı ilk insanlar biz değiliz. Bizden önce Nuh'a, İbrâhîm'e ve onlardan sonra gelenlere de haram kılınmıştı ve nihayet bu yasak bize kadar da ulaştı." Allahü teâlâ, onların bu iddialarını birçok kez yalanladı ve şu mealdeki âyetle susturdu: "Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail (Yakub)in, kendine haram kıldıkları dışında, bütün yiyecekler İsrâiloğullarına helâl idi. (Resûlüm) de ki: - Haydi Tevrat'ı getirip de okuyun! Eğer sâdık (özü, sözü doğru) lardan iseniz..." (Al-i İmrân 3/93) Eğer bu yasağın kadîm (pek eski) bir yasak olduğunu iddia ediyorsanız. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Tevrat'ı getirmelerini isteyince, içlerinden hiçbiri Tevrat'ı çıkarmaya cesaret edemedi. Zira o tahrimlerın kendi zulümleri sebebiyle olduğu Tevrat'ta yazılı idi. İşte o zaman onlar şaşırakaldılar ve küçük düşerek geri döndüler. 161"Ve riba almaları sebebiyle. Oysa ondan nehyedilmişlerdi. Bir de insanların mallarını bâtıl sebeblerle yiyorlardı. Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azab (azab-ı elim) hazırladık." A- "Ve riba almaları sebebiyle . Oysa ondan nehyedilmişlerdi. Bir de insanların mallarını bâtıl sebeblerle yiyorlardı." Faiz (riba), bize haram kılındığı gibi onlara da haram kılınmıştı. Nehıy, nehyedilen şeyin haram olduğuna delâlet eder. İnsanların mallarını haksız yollarla yemek, rüşvetle veya diğer meşru olmayan yollarla yemek demektir. B- "Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azab hazırladık." Onlardan tevbe edip îmân edenlere değil, fakat küfürde ısrar edenlere pek acıklı bir azab hazırlamışızdır. Onlar, dünyada, bazı nimetlerin kendilerine haram kılınması cezasını tattıkları gibi, âhirette de bu azabı tadacaklardır. 162"Fakat onlardan ilimde derinleşmiş (râsih) olanlar ve mü'miriler sana indirilene ve senden önce indirilenlere îmân ederler. Namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a ve âhıiret gününe îmân ederler. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." A- "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler sana indirilene ve senden önce indirilenlere îmân ederler. Namazı lalar zekâtı veri, Allah'a ve âhıiret gününe îmân ederler." Bu cümle, "Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azab hazırladık --Ve ea'tedna lilkâfirîne minhüm azaben elîmâ." cümlesine istidrâk (ondan hasıl olan vehmi izâle etmek)olup bazılarının dünyada da, âhıirette de onlardan farklı olduklarını açıklar. Yani onlardan, cahiller gibi zanna uyanlar değil, fakat ilimde derinleşmiş, sağlam bilgilere sahip ve basiretli olanlar. Bunlardan maksad Abdullah b. Selam ve arkadaşlarıdır. İlmî derinlik, îmânı da icab ettiği ve atıfta iki matuf arasında farklılık olması gerektiği halde, burada onların ilmî derinlikle vasıflandırıldıktan sonra ayrıca atıf yoluyla îmân ile de vasıflandırılmış olması, vasfı farklılığın, zatî farklılık gibi değerlendirilmiş olmasındandır. Bir görüşe göre, âyetteki "ve namaz kılanlar", "sana indirilen (kur'an)e" üzerine atıftır. Buna göre, namaz kılanlardan murad. Peygamberler (aleyhisselâm) Onlar, ilâhî Kıtablara ve Peygamberlere îmân ederler. Ya da namaz kılanlardan murad meleklerdir. Mekkî (b. İbrâhîm el-Belhı) diyor ki: "- Yani sıfatları namaz kılmak olan meleklere îmân ederler. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulur: "Onlar gece gündüz Allah'ı tesbih ederler; hiç usanmazlar."(Enbiyâ 21/20) Bir başka görüşe göre ise, "ve namaz kılanlar", "Heykeldeki "ke" zamirine atıftır. Buna göre: "- Sana indirilene ve namaz kılanlara, yani, Peygamberlere indirilenlere îmân ederler." demek olur. Diğer bir görüşe göre de "ve namaz kılanlar", "minhüm"deki zamire atıftır. Buna göre de: "Onlardan ve namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar..." demektir. Bir kırâete göre "vel- mukîmine's - salâte / namaz kılanlar", "ve'î-mukıîmûne's salâte" şeddinde okunmuştur. Bu kırâete göre "mulviîmûn" kelimesi, "mü'minûn" kelimesi üzerine atıftır ve bu atıf da, daha önce belirtildiği gibi, vasfı farklılığın, zati farklılık gibi kabul edilmesi kabilındendir. Keza, bundan sonra gelen "ve zekât verenler / ve'i-mü'tûne'z-zekâte" ile "Allah'a ve ahiret gününe îmân ederler / ve'l-mü'minûne billahi ve'l-yevmıi-âhıır" kelimelerinin atfı da yine böyledir. Zira bu kelimelerin hepsinden murad, Ehl-ı Kitabin mü'minleridır. 1- Onların önce: ilimde derinleşmiş (rüsûh kazanmış) olmakla tavsifi, bu vasfın, kesinlikle îmânı gerektirdiği, bunun dışın dalaletin küfürde ınad etmelerinin, ilimde derinlesmemiş olmalarından ileri geldiğini; 2- Onların sonra: Peygamberlere indirilmiş bütün Kıtablara inanmış, o Kıtablardakı şeriat ve ahkâmı uygulamış olmakla vasıflandırılmalari; o şeriat ve hükümler içinden diğer bedenî ve malî ibâdetleri de zımnen temsil eden ıkame-i salât ve itâ -i zekâtın zikriyle iktifa edilmesi; onların mebde' ve meadı kucaklayan fıtrî bir îmâna sâhib olduklarını belirtmek; bunun dışında kalanların, hakikatte ne mebde', ne de meâde îmân etmediğini tariz yollu bildirmek içindir. Zira Ehl-i Kitab, "Uzeyır, Allah'ın oğludur." (Tevbe 9/30) demekle, Allahü teâlâ'ya ortak koşuyor ve: "Ateş, sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır." (Bakara 2/80) demekle de, âhiret gününü inkâr ediyorlardı. B- "işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." Burada da "ülâıke / işte onlar" nın kullanılması, onların fazilet derecesinin pek yüksek ve mertebelerinin pek uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir. Onlar, yukarıda sayılan güzel sıfatları taşıdıkları için, kendilerine pek büyük bir mükâfat vereceğiz. Bu ifade, yukarıda geçen istidrâk'ten (hâsıl olan vehmi izâle eden ve ancak ile ifade edilen bir nevi istisnadan) önceki ifadeye en uygun olanıdır. Zira öncekilere, çok acı bir azab, sonrakilere de büyük bir mükâfat va'dedılmiştır 163"Biz, Nuh'a ve ondan sonraki Peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Resûlüm) sana da variyettik. Biz İbrâhîm'e, İsmâî'ie, İsbaak'a, Ya'kuub'a ve onun torunlarına (el-esbat), İsa'ya, Eyyûb'a Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyetmiştik. Davud'a da Zebur'u verdik." A- "Biz, Nuh'a ve ondan sonraki Peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Resûlüm) sana da vahyettik." Bu cümle ile, Ehl-i Kitabın, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)den, kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemelerine cevap verilmekte ve onlara karşı hüccet olarak şu hakikat gösterilmektedir: Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in hali, diğer peygamberlerin halinden farklı değildir. İrsalin hakikatinde ve vahyin aslında onun durumu, kimsenin, nübüvvetinden şüphe etmediği ünlü Peygamberlerin hali gibidir. Burada ilk önce Nûh (aleyhisselâm) zikredilmiştir. Çünkü o, insanların babası ve Allahü teâlâ'nın, şeriat ve hükümleri diliyle tebliğ ettiği daveti reddetmelerinden dolayı ümmetini cezalandırdığı ve duâsıyle yeryüzü sakinlerini helâk ettiği ilk Peygamberdir. B- "Biz İbrâhîme, İsmâil'e, İshaak'a, Ya'kuub'a ve onun torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyetmiştik." "Esbat", Yakub (aleyhisselâm)un çocuklarıdır. Burada adları geçen Peygamberler daha önce söz konusu edilen "Nebiyyîn / Peygamberler" e dahil oldukları halde ayrıca özel olarak burada zikredilmeleri, onları şereflendirmek ve faziletlerini göstermek içindir. Nitekim: "Kim, Allah'a, meleklerine. Resullerine, Cebrâîl’e ve Mikâil'e düşman ise bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." (Bakara:2/98) âyeti de bu kabildendir. Bir de, bu Peygamberlerin özellikle belirtilmesi, Yahudilerin ataları olan peygamberleri sarahatle hatırlatmak içindir. Vahiy fiilinin tekrar edilmesi de, vahiy olayının önemini vurgulamak, adları geçen Peygamberlerin özel ve müstakil bir grup ve vahyin özel bir nevine mazhar olduklarına dikkat çekmek içindir. Kurtubî diyor ki: "Zebur'da yüz elli sûre vardır; bu sûrelerde hiçbir hüküm yoktur; bunlar tamamen hikmetlerden, öğütlerden ve Allahü teâlâ'yı hamdü sena ve tazîm etmekten ibarettir." "Zebur" kelimesi, "Zübûr" olarak da okunmaktadır. Zebur, "zibr" in çoğulu olup "mezbûr/yazılmiş" mânâsmdadır. "Davud'a da Zebur'u verdik." cümlesi, daha önce geçen "vahyettik / evhaynâ " cümlesine atıf olup onun hükmündedir. Çünkü Zebur'un verilmesi, valıyetmek kabilindendir. Anlamı itibariyle, adları geçen Resullere vahyettiğimiz gibi, Davud'a da Zebur'u verdik, demektir. Davud (aleyhisselâm) hakkında "vahyettik / evhaynâ" ifadesine "verdik / âteyna" ifadesinin tercihi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) açısından: hem vahyetmekteki, hem de Kitab verilmesindeki mümaseleti isbat içindir. 164"Nice Resuller var ki bundan önce sana onları anlattık. Nice Resuller de var ki onları sana anlatmadık. Allah, Mûsâ ile kelime / kelime konuştu." A- "Nice Resuller var ki bundan önce sana onları anlattık ." Bu kelâm ile de, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in, hem vahiyde hem de kitap verilmede, nübüvvetleri herkesçe müsellem diğer Peygamberleden farkı olmadığı isbat edilir. Çünkü resuller kelimesi, onun Allahü teâlâ tarafından gönderildiğini açıkça ortaya koyar. "Daha önce — min kabli" den maksacl, bu sûreden veya bu günden önce demektir. Burada verilen haber şudur: Ey Resûlüm Muhammed! - Biz, Nuh'a, İbrâhîm'e ve ondan sonraki Peygamberlere valıyettiğimiz gibi, sana da vahyettik; Davud'a (aleyhisselâm) Zebur'u verdiğimiz gibi, sana da Kur’ân'ı verdik; Daha önce kıssalarını anlattığımız ve anlatmadığımız Resulleri gönderdiğimiz gibi, seni de gerçek bir Resul olarak gönderdik. Vahye mazhar olmak ve Resul olarak gönderilmek açısından seninle onlar arasında hiçbir fark yoktur. O halde o kâfirlere ne oluyor ki, o Resullerden hiçbirine verilmemiş bir şeyi senden istiyorlar? B- "Allah, Mûsâ ile kelime kelime konuştu." Ferrâ diyor ki: "Araplar, hangi yoldan olursa, olsun, insana ulaşan ifadeye kelâm derler. Ancak fiil, masdar ile tekid edilince, ondan gerçek kelâm kasdedilır." (Burada da âyetin metninde kelleme/konuştu fiilinden sonra onun mastarı olan tekhm zikredilmektedir.) Bu kelâm, kıssanın kıssaya atfı kabilinden, "Biz sana da vahyettik." (4/163) kelâmına atıftır. Bu, bir hâl cümlesidir. Allahü teâlâ'nın, Mûsâ (aleyhisselâm) ile vasıtasız olarak konuşması, vahiy mertebelerinin sonu, en yüksek derecesidir. Bu neviden vahiy yalnız Mûsa'ya (aleyhisselâm) tahsis edilmiştir. Fakat Mûsa'nın bu özelliği, diğer Peygamberlerin nübüvvetine engel değildir. Şu halde Tevrat'ın, Mûsa'ya toptan inmesi, Kur’ânin bölüm bölüm indirildiği Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin sıhhatine elbette halel getirecek değildir. Kaldı kı, Tevrat'ın, Mûsa'ya (aleyhisselâm) toptan inmesi de, o şartlarda hikmetin öyle icab ettırmesındendir. Ezcümle, Isrîloğullarının inat ve serkeşliği o kadar şiddetli idi ki, eğer Tevrat'ın nüzulü böyle olmasaydı, ona asla îmân etmezlerdi. Böyle nazil olduğu halde de yine de onların inanmaları kolay olmadı. Ve Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) i bütün Peygamberlerden üstün kılmış, her bir peygambere verdiği üstünlüğün bir benzerini ona da vermiştir. 165"Mübeşşir (müjdeleyici) ve Münzir (uyarıcı, korkutucu) olarak Resuller gönderdik kı o Resuller geldikten sonra insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın. Allah, her şeye gaalib ve üstün (A'zîz)dır, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." İtaat ehline cennetle müjdeleyici ve âsilere de cehennemle korkutucu olarak Peygamberleri gönderdik ki, onların gönderilmesinden ve şer'î hükümlerin ümmetlere onların diliyle tebliğinden sonra insanların Allahü teâlâ'ya karşı: "- Ya Rabbi! Bize bir Peygamber göndereydin de, Senin şeriatını, ahkâmından bilmediklerimizi bize açıklayıp öğretseydı. Çünkü beşerî kuvvetimiz, Senin hikmet ve maslahatını anlamaktan âcizdir!" diyecek mazeretleri kalmasın. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Eğer Biz, bundan önce onları bir azab ile helâk etseydik, muhakkak şöyle diyeceklerdi (Velev ennâ ehlekna hüm bia'zâbin rnin kablihi lekaalû): - Ey Rabbimiz! Bize bir Peygamber gönderseydin de biz zelil ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık!" (Tâ - Hâ 20/134) Onların mazereti, hüccet olarak ifade edilmiştir. Oysa bir kulun her hangi bir fiilinden dolayı Allahü teâlâ'ya karşı bir hücceti olması imkânsızdır. Hatta Allahü teâlâ, dilediği her şeyi dilediği gibi yapmak hakkına sâhibtir. Böyle iken hüccet kelimesinin kullanılması, şu noktaya dikkat çekmek, içindir: Allahü teâlâ'nın, kullarına olan lütuf ve kereminin gereği olarak, O'nun katında mazeretin kabulü, geri çevrilmeyen kesin hüccet mertebesindedir. Ondan dolayıdır ki bir âyette şöyle buyurulur: "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (Isrâ 17/15) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadisinde buyuruyor ki: "Allahü teâlâ'dan daha gayretli kimse yoktur (Mâ ehadün eğyaru mine-llâhi teâlâ). Bundan dolayıdır ki (Velizâlike), kötülüklerin açığını da, gizlisini de haram kılmıştır (harrame'l-fevahişe mazahara min ha vema batan). Allahü teâlâ'dan daha çok övülmeyi seven kimse de yoktur (Vemâ ehadün ehabbü ileyhi'l-medhu mine-llâhi teâlâ). Bunun içindir kı (Velizâ-like) Allah (celle celâlühü) kendi kendini medhetmiştir (Medeha nefsehu). Allahü teâlâ'dan daha çok mazeretlerin gerekçelerini ortadan kaldırmayı seven kimse de yoktur (Vemâ ehadün ehabbü ileyhi'l-i'zâru mine-llâhi teâlâ). Bundan dolayıdır ki (Vehzâlike), Resuller göndermiş ve Kitablar indirmiştir (ersele'r-rusule ve enzele'l-kütüb)." Allahü teâlâ'ın herhangi bir işinde iradesine karşı durulamaz. O yegâne gaalibtir ve bunun gereği olarak da, o müteannit (inada eksiklik arayan) Yahudilerin, isteklerini yerine getirmez. Allahü teâlâ'nın bütün işlerinde ve ezcümle Peygamberler göndermesinde ve Kitablar indirmesinde nice hikmetler vardır. Nitekim, Peygamberlerin ve İlâhî Kitabların çokluğu, ilâhî Kitabların nüzul keyfiyetinin değişikliği, şeriat ve hükümlerin bir çok bakımlardan farklılığı, ümmetlerin mükellefiyetlerini şekillendiren değişik hallerden ileri gelir. Bundan dolayıdır kı Allahü teâlâ, tekvinî iradesinin gereği olarak, ümmetleri değişik yönlerde ve farklı vasıflarda yaratmış; teşriî hikmetinin gereği olarak, onları, değişik durumlarına ve farklı istidatlarına uygun mükellefiyetlerle yükümlü kılmış, Peygamberlerin gönderilmesinde, Kitabların indirilmesinde, dünya ve âhiretle ilgili diğer işlerde hep onların maslahatım gözetmiştir. Binaenaleyh onların Allahü teâlâ tarafından bir kitabın toptan gönderilmesini istemeleri, anlamsızdır. Çünkü o takdirde mükellefiyetler, mükelleflerin halleriyle uyumsuz, onların, mükelleflerce kabulü ve üstesinden gelinmesi ağır olur. İlâhî Kitabın, sebeplere peralel olarak bölüm bölüm inmesi ise, hem kabulü ve hem de uygulanması itibariyle daha kolaydır. 166"Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmi ile indirdiğine şahadet eder. Melekler de şahadet ederler. Şâhid olarak Allah, yeter." A- "Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmi ile indirdiğine şahadet eder." Bu cümle, makablinden anlaşılan bir vehmi giderir. Onlar, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e sordukları o sorularla teannüt gösterince ve onlara karşı: "Biz sana vahyettik." (âyet: 163) hücceti getirilince, sanki, dendi ki: "- Ama onlar buna şahadet etmezler fakat Allahü teâlâ, sana indirdiği o mucizenin ve senin nübüvvetini bildiren o Kitabin hak olduğuna şahadet eder. Bir diğer görüşe göre de, "Biz sana vahyettik." (4/163) âyeti nazil olunca, onlar dediler ki: "- Biz senin için buna şahadet etmeyiz / Ma neşhedü leke bizâlike." İşte bunun üzerine "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine şahadet eder." âyeti nazil oldu. Allahü teâlâ, Kur’âni, kendisinden başka hiç kimsenin bikmediği, kendine has ilmi ile indirmiştir. Bunun dekdi, bu kutsal Kitabın bütün belagat erbabının, benzerini meydana getirmekten âciz olduğu son derece garip, güzel ve mükemmel bir üslubta telif edilmiş okrıasıdır. Yahut Allahü teâlâ, Kur’âni, Resulünün kudsî nurları iktibas etmeye ehil ve müstaıd olduğunu bilerek indirmiştir. Yahut Allahü teâlâ, Kur’âni, insanların hayatları ve ahiretleri için muhtaç oldukları ilâhî ilimleri muhtevi olarak indirmiştir. Bu cümle makabli için tefsir mahiyetindedir. B- "Melekler de şahadet ederler. Şâhid olarak Allah yeter " Melekler de, onun doğru ve hak olduğuna şâhidlik ederler. Ey Resûlüm! Senin peygamberliğinin doğruluğuna şâhid olarak Allahü teâlâ kâfidir. Nitekim Allah (celle celâlühü), Peygamberliğinin hak olduğunu ısbatlayan öyle parlak mucizeler ve açık hüccetler ortaya koymuştur ki başka şahide gerek yoktur. 167"Şüphesiz ki inkâr ve (insanları) Allah yolundan men edenler haktan çok uzak bir dalâlete düşmüşlerdir." Kur’ânı Allah (celle celâlühü) ın indirdiğini ve ona şahadet ettiğini, - ya da îmân edilmesi gereken her şeyi inkâr edenler, - İslâm'ın yolundan gitmek isteyenleri, "Biz, Kitabımız Tevrat'ta Muhammed'in sıfatını görmedik, bilmiyoruz" demek suretiyle insanları hak yoldan alıkoyanlar, bu inkârları ve hak yoldan alıkoymaları sebebiyle pek uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü onlar hem dalâlete düşmüşler (haktan sapmışlar), hem de insanları dalâlete düşürmüşler (haktan saptırmışlar)dir. Bir de, dalâlete düşüren kimsenin dalâleti daha derin ve hidâyete yaklaştırilmasi çok daha güç olur. 168"Şüphesiz ki inkâr ve zulmedenleri Allah, bağışlamaz ve başka bir yola iletmez." Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in Peygamberliğini inkâr etmek, onun üstün sıfatlarını gizleyip başka şeyleri onların yerlerine koymak, insanları, hayatlarının ve mematlarının hayrına olan yoldan alıkoymak sûretile Allah'a ve Resulüne zulmedenleri Allah (celle celâlühü) elbette bağışlamaz. Çünkü ilâhî mağfiret kâfire ulaşmaz. 169"Ancak onları cehennem yoluna iletir. Onlar orada, sürekli (muhalleden) kalırlar. Bu da Allah, için pek kolaydır." Çünkü onların, cennet yolu olan hakka ve sâlih amellere hidâyet istidadı yoktur, Allah'ın (celle celâlühü) onları cehennem yoluna hidâyetinden murad, ya onların, kendilerini cehenneme götürecek amellerin iktisabı için kudret ve tercihlerini kullandıklarında Allahü teâlâ'nın da o kötü amelleri yaratması, ya da kıyamet gününde onların melekler vasıtasıyla cehenneme sevkedilmeleridir. "Haiidîn/sürekli kalırlar" kelimesinden sonra ebedî kelimesinin istimali., (halid'in mastarı olan) hulûd'un, uzun zaman kalmak mânâsına hamledilme ihtimalini ortadan kaldırmak içindir. Onları ebediyen cehennemde bırakmak Allah için pek kolaydır; çünkü Allahü teâlâ'nın murad ettiği her hangi bir şeyin O'nun için zorluğu mümkün değildir. 170"Ey insanlar! Resul, Rabb'ınızdan size hakkı getirmiştir. Artık kendi hayrınıza ona îmân edin. Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dır, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dır." A- "Ey insanlar! Resul, Rabb'ınızdan size hakkı getirmiştir." Bundan önce, -Yahudilerin bâtıl iddia ve istekleri, vahiy gerçeği, Peygamber ın durumu ve onun nübüvvetinin diğer Resullerden farklı olmadığı, - buna Allah ve meleklerinin şahadet ettikleri açıklanmıştı. Şimdi burada, bütün mükellef insanlara Allah'a ve Resulüne inanmaları emir, ve bu emri reddedenlere de ceza va'dedilmektedir. Bu cümle, o şahadetin tekrarı, şahadetin hak ve gerçek olduğunun izahı ve bundan sonraki îmân emrine bir hazırlıkdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Resul unvanıyla zikri, ona itaatin vücûbunu tekıd içindir. Haktan murad, Kur’ân-ı Kerim'dir. Allahü teâlâ'nın "Rabb" unvanıyla ve muhatab zamirine izafetle zikri (Rabbinizden, denmesi), kulların terbiyesi ve kemale erdirilmesi maksadına matuftur. Nitekim bundan sonra gelen emre uymaları teşvik edilir. B- "Artık kendi hayrınıza ona îmân edin." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a, onun getirdiği hakka îmân edin; içinde bulunduğunuz küfürden hayırlı olan bu işe yönelin! C- "Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." İster göklerin ve yerin hakikatlerine dahil olup onların mahiyetlerinin daha iyi ve daha mükemmel anlaşılmasına vâsıta olan varlıklar olsun, ister akıl sahibleri ve diğer canlılar gibi onların dışında kalan varlıklar olsun, göklerde ve yerde bulunan her şey, yalnız Allah Sındır. Binaenaleyh muhatablar da öncekide bunlara dahildir. Bütün kâinat, yaratılış, mülk ve mutlak tasarruf itibariyle yalnız Allahü teâlâ'ya aittir. Hiçbır şey, O'nun hâkimiyet va kaahir kudreti dışında değildir. Bu yüce kudret, hiç şüphesiz küfrünüzden dolayı size az ab etmeve de kaadırdır. Böyle bir kudretin, ne size, ne de başkalarına ihtiyacı yoktur. Sizin küfrünüz O'na bir zarar veremeyeceği gibi îmânınız da O'na bir yarar sağlayacak değildir. Bu yüce kudrete sâhib Rabbinizin, elbette kendisine ibâdet eden ve emirlerine boyun eğen kulları da vardır. Ç- "Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Haldm)dır." Allahü teâlâ'nın ilmi sınırsızdır. Bu itibarla O, herkesin hâlini ve elbette o kâfirlerin küfrünü de bilir. Yine O, Hakîm'dir; bütün işlerinde ve ezcümle azabında da hikmetler vardır. 171"Ey Ehl-i Kitab! Dininizde gulüv (aşırılık, taşkınlık) yapmayın. Allah hakkında yalnız hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsâ Mesîh sadece Allah'ın Resulü, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Artık Allah'a ve Resullerine îmân edin ve "Allah üçtür" demeyin. Kendi hayrınıza bundan vazgeçin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehdir. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter." A- "Ey Ehl-ı Kitab ! Dininizde gulüv (aşırılık, taşkınlık) yapmayın." Burada, hitab yalnız Hıristiyanlara tahsis edilmiştir. Maksad, onları içinde bulundukları küfür ve dalâletten men'etmektir. Demek istenen şudur: "- Ey Hıristiyanlar! İsa'nın şânını yüceltmek için ifrata kaçmayın ve onun tanrılığını iddia etmeyin. Yahudilerin İsa'nın (aleyhisselâm) değerini düşürmek için onu, nesebi belli olmayan biri gibi gösterme cinayetleri, daha önce teşhir edilmişti. B- "Allah hakkında yalnız hakkı söyleyin ." Allah'ı kendisi hakkında imkânsız olan hulul (başkasının varlığında görünmek), ittihat (başkasının varlığıyla birleşmek) ve eş, çocuk edinmek gibi vasıflarla vasıflandırmayın. O'nu bütün bunlardan tenzih edin! C- "Meryem oğlu İsâ Mesîh, sadece Allah'ın Resulü ; Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve O'ndan bir ruhtur." Mesîh kelimesinin tefsiri, Al-i İmrân (3) sûresinde geçti, Bu kelime bir kırâete göre, mübalağa sıygasiyle "Missîh" olarak da okunmuştur. 1-Burada "Meryem oğlu İsâ" kimliğinin açıkça söylenmesi, onu Allahü teâlâ'nın oğlu şeklinde tavsifin bâtıl olduğunu belirtmek içindir. Bu istinaf cümlesi, o bâtıl sözün niçin men'edildiğini açıklar. Bu da, onun zıddı olan Hakk emridir. Yani İsa'nın (aleyhisselâm) mertebesi, risalede sınırlıdır; bunu geçmez. 2-İsâ (aleyhisselâm), baba ve nutfe (meni) olmadan, Allahü teâlâ'nın Meryem'e ulaştırdığı "Kün/Ol!" kelimesi ve emri ile var edilmiştir (mükevvene bikeîimetihi ve emrihi-llezî hüve kün min gayri vâsıtati ebın velâ nutfetin). Allahü teâlâ, onu Meryem'in rahmine Cebrâîl’in üfürmesiyle koymuştur (Evsaleha ileyha ve cea'leha fîha bineflııi cibrîle). Allahü teâlâ, onu, Meryem'e müjde olarak bildirmiş, haber vermiştir. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyrulur: "Hani melekler şöyle demişlerdi: "- Ey Meryem! Şüphesiz Allah, seni kendinden bir kelime ile müjdeler. Onun ismi Meryem oğlu İsâ Mesîh'dir." (3/45) Âyet-i kerîmede geçen "rûh"un nasıl anlaşıkması gerektiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: 1- Ruh, Cebrâîl’in (aleyhisselâm), Meryem'in gömleğine üfürmesidir. Bunun sonucu olarak Meryem, Allahü teâlâ'nın izniyle hâmile kalmıştır. "Minhü / O'ndan" kelimesindeki "min" harfi, başlangıç ve son (ibtidâ ve gaye) mânâsı vermek içindir (yanı o ruhun başlangıcı Allahü teâlâ'dır; son ulaştığı yer de Meryem'dir); Hıristiyanların iddia ettiği gibi ba'ziye değildir (rûh Allahü teâlâ'dan bir parça değildir). Anlatıldığına göre, Halife Harun el-Reşîd'in Hıristiyan olan tabibi, bir gün Ali b. Hüseyin el Vakıdî el- Mervezî ile tartışmaya girip: "- Sizin Kitabınız Kur’ân'da, İsa'nın (aleyhisselâm) Allahü teâlâ'nın bir parçası olduğuna delâlet eden ifadeler var." dedi ve bu âyet-i kerimeyi okudu. Bunun üzerine Vakıdî de: "O, göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsini kendi katından size müsahhar kıldı." (Câsiye 45/13) âyetini okudu ve: "- Sizin anlayışınıza göre, bu eşyanın hepsinin Allahü teâlâ'nın bir parçası olmak gerekir. Oysa Allah (celle celâlühü) bundan münezzehdır." dedi. Onu dinleyen Hıristiyan hekim, cevabtan âciz kaldı ve Müslüman oldu. Harun el-Reşîd, buna çok sevindi ve Vakıdî'ye değerli armağanlar verdi. Hulâsa bu rûh, Allahü teâlâ cihetinden Meryem'e ulaştırılmıştır. Onu Cebrâîl (aleyhisselâm) de üfürmüş olsa, bu üfürme Allahü teâlâ'nın emriyledir. Bu sebeble onun Allahü teâlâ'dan olduğu ifade edilmiştir. 2-İsâ idi, ölülere hayât verdiği için (li-ihy âhi'l-emvat) "Rûh" ismiyle isimlendirilmiştir 3-İsâ (aleyhisselâm), kalblere hayât verdiği için (k-ıhyâhi'l-kulûb) kendisine "Rûh" adı verilmiştir. Nitekim, "İşte böylece sana da emrimizden bir Rûh (Kur’ân) vahyettik." (Şûra 42/52) âyetinde ifade edildiği gibi Kur’ân'a da, aynı sebepten dolayı "Rûh" denmiştir. 4- Buradaki ruhtan maksad, Meryem'e müjde olarak yapılan vahiydir. 5- Câri âdete göre, insanlar bir şeyi son derece temiz olarak vasıflandırmak istedikleri zaman, "Bu gerçekten ruhtur / İnnehu ruhun" derlerdi. Bu noktadan hareketle, İsâ (aleyhisselâm) da, nutfeden değil, fakat üfürmeden vücud bulduğu için rûh olarak vasıflandırılmıştır. Âyette, İsa'nın (aleyhisselâm) Allah'ın Resulü sıfatının, vücude gelmesinden ve Allahü teâlâ'nın kelimesi ve ruhu olmasından önce zikredilmesi, ışın basında, tevile yer vermeyen kesin bir ifade ile hakkı tesbit ve tayın etmek ve bâtıl, tevil kapısını önceden kapatmak içindir. Ç- "Artık Allah'a ve Resullerine îmân edin ve "Allah üçtür" demeyin. Kendi hayrınıza bundan vazgeçin!" Ulûhiyeti yalnız Allahü teâlâ'ya tahsis edin ve bütün Peygamberlerini de o sıfatlarıyla tanıyın. Onların bir kısmını ilâh mertebesine çıkartmayın ve: "- ilâh üçtür: Allah, Mesîh ve Meryem" demeyin. Nitekim, "Allah: Ey Meryem oğlu İsâ! İnsanlara "Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin!" diye sen mi söyledin?" (Mâide 5/116) meâlindeki âyet de bunu bildirir. Eğer Hıristiyanların: "- Allah bir cevherdir; üç uknum (asıl)u vardır: Baba, Oğul, Ruhui-Ku -düs" dedikleri; birincisinden zatı veya vücûdu, ikincisinden ilmi, üçüncüsünden hayatı kasdettikleri doğru ise, söz konusu âyetin beyanı bu iddiaya karşıdır. D- "Allah, ancak bir tek ilâhtır. O çocuğu olmaktan münezz elidir." Allahü teâlâ zâtı itibarıyla herhangi bir veçhile taaddütten (kesretten, adetten) münezzehdir. "Sübhanehu " kelimesı, gizli bir fiiün mefûlüdür (tümlecidir). Yani, "- Ben O'nu çocuk sahibi olmaktan tenzih edelim", ya da: Siz O'nu çocuk sahibi olmaktan tenzih edin! "demektir. Çünkü çocuk sahibi olmak, ancak benzeri bulunan ve fâni olan varlıklar için tasavvur edilebilir. Allahü teâlâ ise, bu gibi şeylerden münezzehdir. E- "Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter." Bu istinaf cümlesi, Allahü teâlâ'nın niçin bundan münezzeh olduğunu açıklar. Yani göklerde ve yerde bulunan her şey, yaratılış, mülk ve tasarruf itibariyle yalnız O'nundur; İsa'nın da dahil olduğu bütün eşya, O'nun hâkimiyeti dışına çıkamaz. O halde İsa'nın Allahü teâlâ'nın oğlu olduğu nasıl düşünülebilir? Herkes işlerini O'na havale eder. O, bütün âlemlerden müstağnidir. Şu halde işlerini yürütmek için yerlerine geçecek birilerine muhtaç olan âcizlerin şânı olan çocuk edinmek, O'nun hakkında nasıl tasavvur edilebilir? 172"Mesîh ve Mukarrabîn (Allah'a çok yakın) melekler, Allah'a kulluktan asla kaçınmazlar (istinkâf etmezler). Kim O'na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzurunda toplayacaktır." A- "Mesîh ve Mukarrabîn melekler, Allah'a kulluktan asla kaçınmazlar." Mesîh İsâ Allahü teâlâ'nın kuludur ve kulluğunun gereği olarak, taât ve ibâdete devamdan âr duymaz. Çünkü bu, en yüksek şereftir. Kaldı ki İsâ (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya kul olmakla iftihar eder. Nitekim onun hallerinden ve sözlerinden bu husus açıkça anlaşılır. Bilindiği üzere İsâ'nın (aleyhisselâm) insanlara ilk sözü: "- Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab verdi ve beni Peygamber yaptı." (Meryem 19/30) olmuştur. Ancak burada kâfirlerin söylediklerine cevap verildiği için bu kadarla yetinilmiştir. Rivâyet olunuyor ki, Medine'ye gelen Necran Hıristiyan heyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e: "- Sen niçin bizim adamımızı küçültüyorsun (Lime ta'yebü sâhibena)?" dediler.7 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sordu: "- Sizin adamınız kim (Ve men sâhibiküm)?" Onlar: "- İsa'dır" dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine sordu: "- Ben ne diyorum ? " Onlar: "- Sen onun için Allah'ın kulu diyorsun (Tekuulü lehu a'bdullah)" dediler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem). cevab verdi: "- Allah'ın kulu olması onun için bir âr değil ki (İnnehu leyse biâ'ri en yekûne a'bde-llâh)!.." Onlar: "- Hayır, bu, onun için bir nakısadır" dediler. İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Ar veya utanç sebebi sayılan şeyin, Allahü teâlâ'ya ibâdet değil de, O'nun kulu olmak şeklinde zikredilmesinin sırrı da budur. Buna ilâve olarak, bu ifadenin bir faydası daha vardır ki, o da, İsa'nın bu hususta hiç âr duymadığının belirtilmiş olmasıdır. İsa'nın Allah'a (celle celâlühü) kul olmaktan âr duymaması, O'na ibâdetten de âr duymaması demektir. Allahü teâlâ'ya yakın melekler de, Allah'a (celle celâlühü) kul olmaktan ar duymazlar. Meleklerin, Peygamberlerden üstün olduğunu söyleyenler, bu âyeti hüccet göstererek derler ki: "- Burada meleklerin zikrinden maksad, Hıristiyanların, İsâ Mesih'i kulluk makamından yukarı çıkarmak iddialarını reddetmektir. Melekler Allah'a kulluktan âr duymadıklarına göre İsa'nın (aleyhisselâm) da Allah'a kulluk ve ibâdetten evleviyetle âr duymaması gerekir." Buna şöyle cevap verilebilir: Hıristiyanların küfürlerinin ana sebebi, İsa'nın (aleyhisselâm) babasız olarak doğması, bazı gayb olaylarını bilmesi, göğe yükseltilmiş olması gibi özellikleri sebebiyle kulluktan öte bir mertebeye çıkarmaktır. Burada dereceleri çok yüksek (mukarreb) meleklerin Allah'a Ülkul olmaktan âr duymadıkları ifade edilirken, İsa'nın (aleyhisselâm) da Allah'a (celle celâlühü) kul olmaktan âr duymadığına atıf yapıkmıştır. Çünkü bikndiği gibi melekler de, babasız ve anasız yaratılmışlardır; onlar da insanların bilmediği birçok gayb haberlerini bilirler; göklerin yüksek katlarında bulunurlar. Bu hususlarda onların derece itibariyle insanlardan daha yüksek olduğunda bir tartışma yoktur. Tartışma ibâdetlerden hasıl olan sevab bakımından insanlardan üstün olup olmadıkları noktasındadır. Bu âyeti, meleklerin Peygamberlerden üstün olduğuna delil sayanlara diğer bir cevap da şudur: Bu âyet, yalnız Hıristiyanlar için değil fakat aynı zamanda meleklere tapanların inançlarını da reddetmek amacına matuftur. Bu takdirde, âyetin onların söyledikleri ile bir ilgisi kalmaz. Eğer bu âyetin, Hıristiyanların iddialarını redde mahsus olduğu habul edikrse herhalde burada meleklerin İsa'ya (aleyhisselâm) atfından maksad: 1-Teksir ve tafsil itibariyle olan mübalâğadır; yoksa tekbir ve tafdîl (üstün kılma)itibariyle olan mübalağa değildir. 2-Eğer tafdîl kasdedıldiği kabul edilirse, bu ifade olsa olsa, Mukarrabîn meleklerin yani Arş in etrafında bulunan "Kerubiyyûn veya Kerrubiyyûn" meleklerin veya mertebece daha yüksek meleklerin, Mesîh Peygamberlerden daha üstün olduklarına delâlet eder. Bundan da, mutlak olarak bir cinsin (meleklerin) diğer cinse (Peygamberlere) üstünlüğü lazım gelmez. Tartışma konusu olan ise, mutlak olarak bir cinsin diğer cinse üstünlüğüdür. B- "Kim ona kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa bilsin kı O, onların hepsini huzurunda toplayacaktır." Burada ibâdetten maksad, Allahü teâlâ'ya itaattir. Bu itibarla bütün kâfirleri kapsar. Çünkü onların Allahü teâlâ'ya gerçek itaati yoktur. Onların itaatsizlik vasıflarını inkâr etmelerine de imkân yoktur. Eğer, "- Niçin âyette, onların Allahü teâlâ'ya itaatsizliği, istinkâf (çekinmek, kaçınmak, ar duymak) şeklinde ifade edilmiş; oysa onların bu inançları, istinkâf yoluyla değil, fakat bunun Allahü teâlâ tarafından olduğunu inkâr yoluyla idi." denirse cevap olarak deriz ki: "- Onlar, Resûlüllah'a itaatten istinkâf ediyorlardı. Bu ise, Allahü teâlâ'ya itaatten istinkâf etmekten başka bir şey değildir. Çünkü; "- Kim Resûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa 4/80) âyetinde açıkça belirtildiği gibi Peygamber yalnız Allah'ın emirlerini dile getirmiştir. Istıkbâr (kibir, büyüklük taslamak), istihkakı (liyakati) olmadığı halde nefsinde büyüklük görme' isteğidir. Bu, kendi nefsini büyük sayıp öyle inanmak demektir. Bunun isteğe delâlet eden bir kelime ile ifade edilmesi, netice olarak bir istekten ibaret kaldığını, matlûbun hasıl olamayacağını bildirmek içmdir. Nitekim, "Onlar, Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve o yolu eğriltmek isterler." (A'raf 7/45, Hûd 11/19) meâlindeki âyette de buna benzer çabalar, taleble ifade edilmiştir. Çünkü âyetin konusu olan zâlimler, Allahü teâlâ'nın bu yolunun, eğriliğine inanıyorlar ve öyle hükmediyorlardı. Ancak bunun taleb olarak ifade edilmesi, az önce söylendiği gibi, orada talebin ötesinde bir şey olmadığını bildirmek içindir. Istıkbâr kelimesi, istinkâftan daha hafif bir vasıf belirtir. Zira istinkâf, istinkâf edilen şeyden âr ve nakısa bulaşmak vehmini de kapsar. Âyetin başında ne Mesîh, ne de Mukarrabîn meleklerin, Allahü teâlâ'ya kul olmaktan isünkâf etmedikleri zikredildiği halde tafsilat bölümünde (Kim O'na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa...) o iki fırkadan birinin zikredil memesi, tafsilatın iki fırka hakkında olduğunun bilinmesi ve bir fırkanın haşrinin (Allah'ın huzurunda toplanmasının), diğerinin de haşrini gerektirdiği içindir. Zira hasrın, bütün insanlar için olduğu, zorunlu olarak kabul edilen bir gerçektir. Nitekim "Allah'a îmân edip de..." (Nisa 4/175) âyetinde ki tafsilattan önceki hitab umumi olup iki fırkayı da kapsar. Fakat tafsilatta iki fırka da zikredilmemiştir. Bunun sebebi iki fırkadan birinin mükâfatlandırılmasının, diğerinin cezalandırılmasını gerektirdiği içindir. Zira cezanın (amellerin karşılığının verilmesinin) hepsine şümulü zarurîdir. Bir diğer görüşe göre ise "onlar" zamiri, isünkâf edenlere râcidir ve burada mukadder (gizli) bir cümle vardır. Yani Allah (celle celâlühü), mükâfat ve cezalarını vermek üzere bütün kulları huzuruna toplayacağı gün istinkâf edenleri de toplayacaktır. Ancak bu görüşe itiraz olarak denebilir ki münasib olan, hepsinin haşrinin icmalen birden zikredilmesidir. 173"îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; Allah, onların mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve onlara lûtfundan daha fazlasını verecektir. Kulluk etmekten kaçınanlar ve büyüklük taslayanlara gelince; onlara da can yakıcı bir azab ile azab edecektir. Onlar kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı da bulamazlar." A- "İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; Allah, onların mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve onlara lûtfundan daha fazlasını verecektir." Bu kelâm, daha önceki icmali ifadede maksûd olan fırkanın halini beyan eder. Bu fırkanın, makabline ve mâba'dine (sonrasına) münasib olan adem-i istinkâf vasfıyla zikredilmeyip îmân ve sâlih amel vasfıyla zikredilmesi, akabinde zikredilen sevabı gerektiren unsurların bunlar olduğuna dikkat çekmek içindir. Allahü teâlâ, îmân ve salih amel sahiplerinin mükâfatlarını kat kat arttıracak ve onlara, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insan aklının hayal edemediği büyük mükâfatlar bahşedecektir. B- "Kulluk etmekten kaçınanlar ve büyüklük taslayanlara gelince ; onlara da can yakıcı bir azab ile azab edecektir. Onlar kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı da bulamazlar." Allahü teâlâ'ya kulluktan ar duyup büyüklük taslayanlara gelince; onlara da, bu davranışları sebebiyle, anlatılamayacak kadar acıklı bir azab ile azab edecektir. Onlar, kendilerini azabtan kurtaracak Allahü teâlâ'dan başka ne bir dost ve ne de yardımcı bulamayacaklardır. 174"Ey insanlar! Şüphesiz Rabb'ınızdan size bir burhan (kesin delil) geldi ve size apaçık bir nûr indirdik, " A- "Ey insanlar! Şüphesiz Rabb'ınızdan size bir burhan (kesin delil) geldi." Kâfirlerin içinde bulunduğu: her çeşit küfür ve dalâlet ortaya konduktan; onlar sağır dağların bile, karşısında secdeye kapandığı kesin delillerle ilzam edildikten; boş şüpheleri apaçık delillerle giderildikten sonra burada hitab bütün mükellef insanlara tevcih edilmiş; ve artık onlar için hüccet tamamlanmış; - ileri sürülebilecek hiçbir mazeret kalmamıştır. Demek istenen şudur: "- Ey insanlar! Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetinin doğruluğunu gösteren, içindeki, hükümler ve âyet-i kerimelerle hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunu isbat eden o kesin delil, yani Kuran size ulaştı ve inkâra mahal bırakmayacak şekilde kalbinize yerleşti." "Burhan"dan ne anlamak gerektiği konusunda değişik düşünceler vardır: 1 - Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: Burhan, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Ona bu adın verilmesi, sıdkına şahadet eden mucizelerindendir. 2-Burhan, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in gösterdiği mucizelerdir. 3-Burhan, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in getirdiği hak dindir. Allah'ın (celle celâlühü), muhatabların zamirine izafe edilen Rabb unvanıyla zikredilmesi, onlara ilâhî lütfü izhar etmek ve Kur’ânin (veya Peygamberimizin) gönderilmesinden amaç, insanların terbiyesi ve kemale erdirilmesi olduğunu bildirmek içincür. B- "Ve size apaçık bir nur indirdik." Bu apaçık nurdan da maksad, Kur’ân-ı Kerim'dir. Bundan önce Kur’ân'a niçin burhan dendiği açıklandı. Burada Kur’ânin, parlayan ve başkalarını da aydınlatan bir nûr olarak vasıflandırılması şu gerçeği bildirmek içindir: Kur’ân-ı Kerim, mir olarak vasıflandırılmıştır. Çünkü: apaçıktır; hak ve Allah katından olduğu kendi icâziyla isbattan müstağnidir; başka bir şeye muhtaç değildir; insanları küfür karanlığından îmân aydınlığına çıkarmıştır. Âyetin bu iki cümlesi de Kur’âni anlattığına göre, aralarında bir mugayeret (farklılık) yoktur. Oysa atıf cümleleri arasında mugayeret olmak gerekir. Ancak iki cümle arasındaki vasfı mugayeret, zatî mugayeret olarak mülâhaza edildiği için bu üslup kullanılmıştır. "Rabbınizden size bir burhan geldi / kad câeküm burhânün min rabbiküm." cümlesinde Kur’ân'a gelmek fiili izafe edilmiştir Bu, Kur’ânin son derece kuvvetli bir burhan olduğunu belirtmek içindir. Sanki Kur’ân, kendiliğinden gelip kendi hükümlerini isbat ve kâfirlerin şüphelerini ibtal etmiştir. "Ve size apaçık bir nûr indirdik / ve enzelnâ ileyküm nûran mübînâ." cümlesinde ise, Kur’ân için ınzâl fiili kullanılmıştır. Bu da onun nûr vasfına en münasib olan fiildir. Böylece Kur’ânin her vasfına uygun fiil kullanılmıştır. Kur’ân hakkında iltifat yoluyla "indirdik / ve enzelnâ" buyrulması Kur’ân'a şeref kazandırmak içindir. Bu izahlar, "burhan" kelimesinin, Kur’ân-ı Kerîm olarak anlaşılması takdirine göredir. Ama eğer yukarda zikredildiği gibi, "burhan", kelimesinden murad Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) veya onun eliyle gösterilen mucizeler veya hak din demek ise o zaman iş kolaydır. "Size indirdik / ve enzelnâ ileyküm" buyrulması sebebine gelince; Kur’ân her ne kadar bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e indirilmiş ise de, hedef onun vasıtasıyla bütün insanlardır. Nitekim, "Şüphesiz ki Biz sana insanlar arasında Allah'ın gösterdiği şekilde hükmedesin diye Kitabi hakla indirdik." (Nisa: 105) âyeti ile benzerleri bu kabildendir. Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in bizzat kendisine değil, bilvasıta olan haline itibar edilmiştir. Bunun da amacı, Allah'ın (celle celâlühü), kullarına olan sonsuz lütfunu izhar etmek; onların mazeret beyanlarını ortadan kaldırmak; Kur’ânin onlara ulaştığını şahadetle tesbit etmek içindir. 175"Allah'a îmân edip O'na sımsıkı sarılanları Allah, kendinden bir rahmet ve fadl (lûtf)a sokacak ve onları kendisine giden sıirat-ı müstaktîme (dosdoğru yola) hidâyet edecektir." A- "Allah'a îmân edip O'na sımsıkı sarılanları Allah, kendinden bir rahmet ve fadl (lûtf)a sokacak." Kendilerine gelen burhan gereğince Allahü teâlâ'ya îmân edip onunla nefislerim şeytandan koruyanlar var ya; işte Allah onları, kendinden bir rahmet ve lûtfa idhal edecektir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Buradaki rahmet, cennettir ve lütuf da, cennet ehline verilen gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve akılların hayal edemediği nimetlerdir." B- "..Ve onları kendisine giden sıirat-ı müstakıîme hidâyet edecektir ." Allah (celle celâlühü) onları kendisine ya da va'dedilen mükâfatlara veya ibâdet ve kulluğuna giden sıirat-ı müstakime, yani İslâm'a, dünyada taâte, ahirette de cennete iletecektir. Gerçekleşmedeki sıraya göre hidâyet, cennete girmekten önce geldiği halde âyette, bu sıranın aksine cennet va'dinin hidâyetten önce zikredilmesi, aslî maksadı müjdelemekte acele edilmesindendir. Bir diğer görüşe göre "sıratan" kelimesi, mahzûf bir fiilin mef ûlü (tümleci) dür. Bu mahzûf fiil, hidâyet fiilinden anlaşılmaktadır. Yani onlara sırat-ı müstakimi öğretecektir. 176A- "(Resûlüm) senden fetva istiyorlar. De ki: - Allah, size kelâle (babası ve çocuğu olmayan kimse)nin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklar." Fetva istedikleri konunun açık olarak zikredilmemesi, ondan sonraki anlatımın yeterli sayıldığı içindir. Kelâle kelimesinin tefsiri, bu sûrenin başında geçti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e bu fetvayı soran, Câbir b. Abdullah'dır (radıyallahü anh) Rivâyet olunuyor ki, Vedâ Hacet yılında Mekke yolunda Câbir (radıyallahü anh), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip: "- Benim bir kızkardeşim var; bu durumda kızkardeşim ölürse, onun mirasından ben ne alacağım?" diye sordu. Diğer bir rivâyete göre ise, Câbir b. Abdullah (radıyallahü anh), hasta iken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onu ziyarete gitti. O sırada kendisi, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Ben kelâle (babası ve çocukları olmayan) bir kimseyim; buna göre ben malımı ne yapacağım?" diye sordu. Rivâyete göre Câbir b. Abdullah (radıyallahü anh) diyor ki: "- Ben hasta iken, şuurum yerinde olmadığı bir sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni ziyarete geldi ve abdest alıp abdest suyundan benim üstüme serpince şuurum yerine geldi. O zaman ben: "- Ya Resûlallah! Benim mirasım kime kalacak? Bana kelâle (babam ve çocuklarım olmayan) yakınlarım mı vâris olacak ?" diye sordum. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. B- "Çocuğu olmayan ve kız kardeşi bulunan bir erkek ölürse terekenin yarısı onundur." 1-Bir erkek, çocuksuz ve babasız olarak ölürse ve onun sadece bir kız kardeşi varsa, mirasın yarısı onundur. 2-Kalan yarısı da, eğer asabe (muayyen bir payı olmayan) varisler varsa onlara aittir; yoksa o da, red yoluyla (başkaca varisler olmadığından) kızkardeşe kalır. Kelâle, hem çocuksuz, hem de babasız ölen bir kimsenin durumudur, Babanın yolduğunun açıkça zikredilmemiş olması, meselenin gayet açık olmasından ve varislerle ilgili tafsilatın buna delâlet etmesinden dolayıdır. 3-Kız kardeşten murad, yalnız ana bu- kız kardeş değildir. Çünkü onun hissesi altıda birdir. Bununla ilgili açıklama, bu sûrenin başında geçti. C- "Çocuğu Olmayan kız kardeş ölürse, erkek kardeş ona vâris olur." Kızkardeş ölür de, erkek kardeş kalırsa ve ölen kızkardeşin erkek veya kız çocuğu bulunmuyorsa, erkek kardeş vâris olur. Daha açık bir ifadeyle mirasın tamamını alır. Çünkü hiç çocuğu olmaması, mirasın tamamını almasının şartıdır; yoksa kısmen vâris olması değildir. Kısmen vâris olması, miras bırakanın kızının olması haklide söz konusu olur. Bu âyette, erkek kardeşlerin, çocuklardan başkasıyla mirastan sakıt olup olmadıklarına delalet eden bir şey yoktur. Ancak Sünnet (hadis), onların baba ile sakıt oldukları yönündedir. Ç- "Eğer ölenin iki kız kardeşi varsa, terekenin üçte ikisi onlarındır." Eğer kızkardeşler iki veya daha fazla iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır. D- "Eğer kardeşler erkek ve kadın iseler, erkeğin payı iki kadın payı kadardır. Şaşırmayasınız diye Allah, size açıklama yapıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm)dır." Bu durumda tereke, asabe yoluyla (kimseye belli ve değişmeyen bir pay verilmeden) kadına bir, erkeğe iki pay olmak üzere kardeşler arasında taksim edilir. Bu âyet-i kerîme, Kur an'da ahkâm konusunda en son nazil olan âyettir. Rivâyete göre Ebubekir el-Sıddîk (radıyallahü anh), hutbesinde dedi ki: "Haberiniz olsun ki, Allahü teâlâ'nın Nisa (4) sûresinde ferâız (miras hukuku) ile ilgili indirdiği âyetler şöyledir: Bu âyetlerden: birincisi, çocuklar ve babalar hakkındadır; ikincisi, karı koca ve ana bir kardeşler hakkındadır, sûrenin sonundaki âyet ise, ana-baba bir veya baba bir kardeşler ve kızkardeşler hakkındadır. Enfâl (8) sûresinin sonundaki âyet ise, ülü'l erham (kardeş ve anıca kızları gibi, mirastan belli bir nisbette hissesi olan varisler ile asabe, yani bir hissesi olmayıp hisselerden artanı alan varisler dışındaki akrabalar) hakkındadır. Allahü teâlâ, her şeyi ve ezcümle sizin hayatınız ve mematınızla ilgili bütün hallerinizi eksiksiz olarak bilir. Binaenaleyh O, sizin hâl ve menfaatlerinize olan hükümleri ortaya koyar. Rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: "Kim, Nisa sûresini okursa, miraslardan pay alan bütün mü'min erkeklere ve mü'mine kadınlara sadaka vermiş gibi sevab alır; yine, bir köle satın alıp âzad etmiş gibi sevap alır; şirkten uzak kalır ve Allahü teâlâ'nın, mağfiretlerini dilediği zümreye dahil olur (Men karae sûrete'n-nisâi fekeennema tesaddaka a'lâ külli mü'minin ve mü'minetin verişe mîrasen ü'tıî minel-ecri kemen iştera muharraran ev beriî mine'ş-şirld ve kâne fi meşîeti-llâhi tealâ mine-llezîne yütecavezü a'nhüm.) Allahü teâlâ, cümle ilim sahiplerinden daha iyi bilir. |
﴾ 0 ﴿