46"Yahudilerden kimileri (Kitab'ta) kelimelerin yerler (mevazi)ini değiştirirler. Dillerini eğip bükerek ve dine ta'nederek: "- (Ey Resûlüm Muhammed!) İşittik ve isyan ettik. Dinle, dinlemez olası ve râinâ (bızı gözet)!" derler. Eğer onlar: "- İşittik ve ıtâat ettik; dinle ve bize de bak (nazar et)!" demiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru (akvem) olurdu. Velâkin Allah, küfürleri sebebiyle onlara lanet etti. Artık onlar, pek azı müstesna, îmân etmezler." A- "Yahudilerden kimileri (Kitab'ta) kelimelerin yerler (mevazi)ini değiştirirler. Dillerini eğip bükerek ve dine ta'nederek: "- (Ey Resûlüm Muhammed!) İşittik ve isyan ettik. Dinle, dinlemez olası ve raina (bizi gözet)!" derler." Bir görüşe göre bu cümle, bundan önceki âyette geçen Müslümanların düşmanlarını belirler. Ancak bunda sakınca vardır. Çünkü umumiyet ve itlak makamında, Allah (celle celâlühü) ilmini (Allah en iyi bilir), Müslümanların düşmanlarından bir taifeye tahsis etmenin geçerli bir sebebi olamaz. Fakat münasib olan, burada maksudun, Allah (celle celâlühü) ın ilminde bu taifenin öncekide dahil olduğunu bilmektir. Diğer bir görüşe göre de, bu cümle, önceki âyetin sonundald "nasîr" kelimesiyle bağlantıkdır. Bunun anlamı: "Allah (celle celâlühü) Yahudilere karşı size nusret verecektir" olur. Nitekim, "Eğer ben, O'na isyan edersem, o takdirde Allah'a karşı bana kim yardım eder?" (Hûd 11/63) meâlindeki âyet de bu hakikati belirtir. (Yani Allah'ın yardımı, kimsenin yardımına ihtiyaç bırakmaz ve O'nun yardımı olmadan hiçbir yardım fayda vermez.) Ancak bu görüşe göre de, Allahü teâlâ'nın yardım ve nusratı daraltılmış olur. (Yani Yahudilere karşı olmakla sınırlanmış olur.) Bir diğer görüşe göre de, burada mübtedâ (özne) mahzûf olup "kelimeleri yerlerinden değiştirkler" cümlesi de onun sıfatıdır. Fakat bu görüşe göre de, bundan önce zikredilen fırkanın, tahrifat yapmadıkları sonucu çıkar. Oysa onların sapıklığı satın almış olmalarının gerçek göstergesi, Tevrat'ta yaptıkları tahrifattır. Şu hâlde Kur’ân'ın yüce şânma yaraşan mükemmeliyetin gereği, olarak, bu cümle, mefhûm itibarıyla her iki Ehl-i Kıtab'a da şâmil olan birinci "ellezîne" ye (kendilerine Kitab'tan nasip verilmiş olanlar) bir açıklamadır. Arada zikredilen diğer cümleler ise, takbih ve taaccüp konusunun beyânına ziyadesiyle önem verildiği için, mü'minleri onlardan nefret ettirmek ve onlarla içli-dışlı olmaktan sakındırmak, mü'minleri Allah a güvenmeye sevketmek ve O'nun dostluğu ve nusreti ile yetindirmek amacına yöneliktır. Ve "kelimelerin yerlerini değiştirkler" cümlesi ile ona atfedilenler ise, onların iştiralarını ve çeşitti sapıklıklarını açıklar. Âyetlerin ifâde tarzında, ibhâmdan sonra tefsir ve icmalden sonra tafsil yolunun gidilmiş olması, durumun gereği olan fazla izah içindir. Onların değiştirdikleri kelimelerden maksad, - ya özellikle Tevrat'ın kelimeleridir, - ya da hem Tevrat'ın kelimeleri, hem de Resûlüllah ile konuşmaları sırasında söyledikleridir. Fakat bu tahrif edilen kelimelerden yalnız, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmaları sırasında onların söyledikleri sözleri anlamak doğru değildir. Nitekim ileride gelecek izahtan bunun sırrına vâkıf olacaksın. Eğer bu değiştirdikleri kelimelerden maksad, ulemânın cumhûruna göre Tevrat'ın kelimeleri ise yaptıkları tahrifat, kelimeleri Allah (celle celâlühü) ın koyduğu yerlerden kaldırmaktır. Meselâ: - Peygamberimiz in vasıflarına ilişkin olarak Tevrat'ta yazılı "O peygamber, buğday tenk ve orta boyludur" sıfatlarını kaldırıp yerine "O peygamber, sarı tenli ve uzun boyludur" kelimelerini koymak; - Tevrat'taki recim (taşlayarak öldürme) cezası yerine had cezasını ikame etmek; - Tevrat'ın kelimelerim, geçersiz tevillerle, Allahü teâlâ'nın indirdiğine aykırı, kendi bâtıl arzularına uygun mânâlara çekmek gibi. Eğer onların değiştirdikleri kelimelerden ikinci mânâ (hem Tevrat'ın kelimeleri, hem de Peygamberimizle konuşmaları sırasında söyledikleri kelimeler) maksûd ise, o zaman mutlak olarak kelimelerin yerlerinden anlaşılması gereken onlara uygun mânâlardır. Bu mânâlar: - ister Tevrat'ın kelimelerindeki gibi sarahaten Allahü teâlâ'nın tâyini ile, - ister diğer yerlerdeki gibi akıl veya dinin tâyini ile olsun; - "semi'na ve a'sayna / işittik ve isyan ettik" mealindeki ifâde belli bir zaman ve mekân ile kayıtlandırılmadan ve herhangi bir maddeye tahsis edilmeden mutlak olarak kabul edilmelidir. Hattâ onların gerçek sözlerini de ve sözlerinin tercümesi sayılan inatlarını ve tekebbürlerini de kapsayacak genel bir mânâya hamledilmelidir ki, Tevrat'ın tahrifi sırasında dikerinin söyledikleri de buna dahil olsun. Zira bu büyük cinayeti dili ile ifâde etmeyen, buna cesaret edemez. Yoksa bunu sadece Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in meclisinde söyledikleri çirkin sözlere hamletmek, Tevrat'ı tahrif konusunu dışarıda bırakmak suretiyle şart cümlesi ve ondan sonraki cümlelerin ifâde ettikleri hükümlerin o çirkin sözlere hasr ve tahsisisini gerektirmiş olur. Oysa Tevrat'ı tahrif etmeleri, işledikleri cinayetlerin en büyüğüdür. İşte daha önce ilende açığa kavuşturululacağı belirtilen sır budur. Bunu böyle düşün! Yahudiler, Peygamberimiz in huzurunda olsun, başka yerlerde olsun, kendi bozuk arzularına muhalif her husus karşısında, inatla aykırılıklarını açıklamak üzere kavlen veya fiilen "işittik ve isyan ettik" diyorlardı. Yahudilerin, özellikle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e hitab ederken söyledikleri, "- Dinle, dinlemez olası!" şeklindeki sözleri, şerre de hayra da yorulabilir. Şöyle ki: 1- "Sağırlık veya ölüm gibi bir sebeple işitemez olası dinle!" veya "- Hoşnud edecek sözler işitemez olası dinle!" anlamında bedduaya; 2- "Bizden kötü sözler işitemez olası dinle!" anlamında da hayra muhtemil olur. Yahudiler, bu sözlerle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitab ediyorlardı. Onlar istihza amacı ile ve kendi içlerinde beddua mânâsında bunu söylerken, zahiren Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hayır duada bulunuyorlarmiş gibi gözükmeye çalışiyorlardı ve bundan haz duyuyorlardı. Yine o Yahudiler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitapları sırasında: "- Râinâ" da diyorlardı. Bununla da istihza ediyor ve içlerindeki bedduayı gizliyorlardı. Oysa bunu zahiren iyi niyetle söylemiş gibi görünmeye çalışiyorlardı. Zira bu kelime de, hem hayra, hem de şerre yorulabilir. Bu kelimeyi: 1- Sizinle konuşmak için bizi gözetin, bize müsaade edin!"anlamında ya da ruûnet, yani ahmaklık anlamında kullanmış olabilecekleri gibi, 2- onun benzeri olup Süryanice veya İbranice sövüşmek için kullandıkları "râinâ "kelimesi yerinde de kullanmış olabilirler.. O Yahudiler, bu ketime ile peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e hitab ederken kendi içlerinde hakaret ve ihanet niyetini saklıyorlardı ve zahiren de saygı ve ihtiram için kullandıklarını göstermeye çalışiyorlardı. O Yahudiler, birinci sözlerinde (işittik ve karşı geldik) isyanlarını sarahatle bildirdikleri hâlde son iki sözlerinde ise (dinle, dinlemez olası ve râinâ) nifak yolunu tutmuşlardır. Çünkü Sahabiler derler ki: "- kâfirlerin hepsi, peygamberimiz in yüzüne karşı küfür ve isyanlarını ifâde ediyorlardı; fakat yüzüne karşı hakaret ve bedduada bulunmuyorlardı." Bir diğer görüşe göre de, o Yahudiler, birinci sözü (işittik ve isyan ettik) kendi aralarında söylüyorlardı. Bir başka görüşe göre ise, o Yahudiler anılan birincı sözü dilleriyle söylememiş olabilirler; fakat onların Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmân etmemeleri, o sözü söylemek gibidir. Yahudilerin anılan sözleri söylerken dillerini eğip bükmeleri, sözlerini normal ifâde üslubuyla değil, fakat hakaret anlamına gelecek tarzda söylemeleri demektir. Nitekim "dinle, dinletilmez olası ve râinâ" sözlerinde bunu yapmışlardır. Yahut da zâhiren duâ ve ihtiram için kullandıklarını göstermeye çalıştıkları kelimeleri, içlerinde gizledikleri sövgü ve hakaret mânâsını çağrıştırmaları için dillerini eğip bükerek talaffuz ediyorlardı. Yahudilerin dine ta'netmeleri de, anılan hareketleri ile, yegâne hak din olan islâm'ı alaya almaları demektir. Yani bunları din ile alay etmek için yapıyorlardı. B- "Eğer onlar: "- işittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak (nazar et)!" demiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru (akvem) olurdu." Eğer o kâfirler, Allahü teâlâ'nın emirlerinden ve yasaklarından bir şeyi işittikleri zaman, "semi'na ve a'sayna / işittik ve isyan ettik" yerine kavlen ve fiilen "semi'na ve eta'na / işittik ve itaat ettik " deselerdi ve Peygambere hitab ederken de, "vesma' gayra müsmam ve râinâ / dinle, dinlemez olası, bizi gözet " yerine "vesma', venzurna — dinle ve bize nazar eyle!" deselerdi, sözleri altında şer ve fesad gizlemeselerdi, şüphesiz ki, bunu söylemeleri, o söylediklerinden kendileri için daha hayırlı, daha âdil ve daha doğru olurdu. Âyette, tafekil kipinin kullanılmasi, " daha hayırlı ve daha doğru olurdu" buyrulması, - ya gerçek mânâsında kullanılmıştır, ancak bu hayır kendi inançlarına göredir; - ya da istihza makamında kullanılmıştır; - ya da buradaki tafdıill kipi gerçek anlamda değil ism-ı fail anlamında olup "hayırlıdır, doğrudur" demektir. Âyette, "lekâne hayran lehüm / kendileri için daha hayırlıdır" ifâdesi, "akvem / daha doğru" ifâdesinden önce zikredilmiştir. Çünkü onların bütün gayretleri sadece kendi menfaatleri için idi. "Semi'na / işittik" fiilinin iki kere tekrarı öncekinin muteber olmadığına değil, fakat hiç mevcut olmadığına dikkat çekmek içindir. Çünkü onlar gerçeği işitmiyorlardı, işitmeleri ret işitmesi idi. "işittik" demelerinden maksadları da emre isyanlarının, onu işitmelerinden ve ona vâkıf olmalarından sonra gerçekleştiğini bildirmek içindir. C- "Velâkin Allah, küfürleri sebebiyle onlara lanet etti. Artık onlar pek azı müstesna îmân etmezler." Fakat onlar bunu söylemediler ve küfürlerini sürdürdüler, işte bu küfürlerinden dolayı Allahü teâlâ da, onları hidâyetinden uzak ve mahrum bıraktı. Artık bundan sonra pek azı müstesna îmân etmezler. Bir görüşe göre de: - onlar ancak muteber olmayan az bir îmân ile îmân ederler. Bu da, bazı Kitablara ve peygamberlere îmân etmeleridir. - Ya da onlar, pek az bir zaman îmân ederler. Bu da, onların can verme sırasın (vakti'l-ihtizar)da îmân etmeleridir. Onlar, îmânlarının kendilerine fayda vermeyeceği bir zaman îmân ederler. Nitekim bir âyette meâlen şöyle buyurulur: "Kitab Ehlinden, ölmeden önce, İsa'ya îmân etmeyecek yoktur." (Nisa 4/159) Bu her iki îmân da, kesinlikle muteber îmân değildir. Bazı müfessirlere göre, buradaki azlıktan, yokluk mânâsı kasdedilmıştır. Nitekim, "İlk tattıkları ölüm dışında orada artık ölüm tatmazlar." (Duhan 44/56) meâlindeki âyetteki istisna da bu kabildendir. Yani eğer o yok sayılan îmân, îmân kabul edilmiş olsa, o takdirde onlar, az bir îmân sahibi oluyorlar demektir. Bu da aslında muhal olan bir şarttır. Ancak bundan sonraki âyette gelecek Kur’ân'a îmân emri, bu anlamdaki tefsirlere engeldir. Zira anılan görüşlere göre, gelecek âyette, muhal olan bir şeyle mükellef kılınmış oluyorlar ki bu da onların, sürekli olmayan bir îmânla îmân etmiş olmalarıdır. (Söz konusu görüşlere göre, onların îmânlarının sürekli olmadığını ifâde eden bu âyet de, îmânla mükellef oldukları Kur’ân'ın bir parçasıdır.) Son görüşe göre (hiç îmân etmeyecekleri anlamındaki görüşe göre) bu hakikat, gayet açıktır. İlk iki görüşe göre (bazı Kitablar ile peygamberlere veya can veririken îmân etmeleri anlamındaki görüşlere göre) ise izahı şöyledir: Onlara, bütün Kitablara ve Peygamberlere peşinen inanmayı teklif etmek, aynı zamanda bazı Kitablara ve Peygamberlere inanmayı ve îmânı ölüm anına bırakmama (ve bia'demı îmânihim ilâ vakti'l-ihtizari) vecibesini yüklemektir. (İmân etmekle mükellef bulundukları Kur’ân'ın bir parçası olan âyet bunu ifâde eder.) Burada geçeri izah olarak, söz konusu azlığin, îmân edenlerin azlığına hamledilmesi de, Allahü teâlâ'nın lanet edip rahmetinden mahrum bıraktığı bazı kimselerin îmân etmeleri demek olur. Bu takdirde mânâ şöyle şekillenir: "Artık Allah'ın lanet ettiği kimselerin pek azından başkası îmân etmez." Bu tefsire göre, "kakl / az" kelimesinin mevcut hâli "kalîlen" değil de, "kaklün" okunması tercihe şayandır. Ancak bu, bütün kıraet âlimleri ittifakla "karnen" okuduklarına göre, onlara tercihe şayan olmayan bir kıraeti nisbet etmek olur. Binâenaleyh burada muteber olan görüş, bu istisnanın, "lea'nehüm — onlara lanet etti" fiilinin mefûl (tümleç) zamiri ile bağlantılı olmasıdır. Yani : "Allah (celle celâlühü), onlara lanet etti fakat pek azı müstesna. Allah (celle celâlühü) pek az kişiden ibaret bir fırkaya lanet etmedi ve dolayısıyla onlara îmân kapısı (bâbü'l-îman) kapanmadı (seddedilmedı) / Lea'nehümu -liâhü illâ ferîkan kaklen feinnehu tealâ lem yel'a'nhüm felem yensedde aleyhim bâbül-îmani." Niteltim ileride bekti tileceği gibi, Yahudî âlimlerinden Abdullah b. Selâm ile Kâ'bül Ahbar gibi zâtlar îmân etmişlerdir. |
﴾ 46 ﴿