47"Ey kendilerine Kitab verilenler! Yanınızda bulunan Kitab (Tevrat)ı tasdik edici (musaddık) olarak indirdiğimiz bu Kitab (Kur’ân)a îmân edin. Bir takım yüzleri silip arkalarına çevirmeden yahut cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce.. Allah'ın buyruğu mutlaka yerine gelecektir." A- "Ey kendilerine Kitab verilenler !" Burada hitab değiştirilmiş, gaaibe hitab dan doğrudan muhataba hitab üslubuna geçilmiştir. Hitab: 1- Ya özellikle daha önce hâlleri ve sözleri anlatılanlar Yahudilere müteveccihtir ki onlara bundan önce, "kendilerine Kitab (Tevrat) tan bir nasib verilenler — ellezîne ûtû nasiîben mine'l-kitâbi" dendiği hâlde burada "kendilerine Kitab verilenler / ellezîne ûtül-kitabe " buyrulması her makama hakkını vermek içindir. Çünkü daha önce geçen âyette maksad, onların sapıldığı satın aldıklarım ve Kitab'tan kendilerine verilmiş olan nasibi, tahrifat yapmak suretiyle ortadan kaldırdıldarmı beyân etmekti. Ve onların ortadan kaldırdıkları da Kitab'ın tamamı değil ancak bir kısmı idi. İşte bundan dolayı kendilerine Kitab'tan bir nasip verilmekle vasıflandırıldılar. Buradaki hıtabtan maksad ise ondan sonra gelecek emre uymanın lüzumunu tekid ve ona muhalefetden sakındırmaktır. Çünkü Kur’ân tarafından tasdik edilen Tevrat'a îmân etmek, onu tasdik eden Kur’ân'a îmânı da kesin olarak gerektirir. Kur’ân'ı inkâr etmek, Tevrat'ı da inkâr etmeyi kesin olarak gerektirdiği gibi. Ve şüphe yok ki Yahudilere göre sakıncalı olan, Tevrat'ı kısmen inkâr değil, fakat bizzat kendisini inkâr etmelerinin gerektiğidir. Bu da ancak Kur’ân'ı Tevrat'ın tamamını tasdik edici kılmakla tahakkuk eder. Şu var ki, hakikatte Kur’ân, Tevrat'ın tamamını değil, fakat ancak bir kısmını tasdik eder. Ama bir kısmını tasdik eden, zaruri olarak, o kısmı kapsaması itibârı ile tamamını tasdik ediyor demektir. 2- Ya da hitab daha önce hâlleri ve sözleri anlatılan Yahudilerin yanı sıra diğer bütün Ehl-i Kitab'a müteveccihtir. En zahir olan görüş de budur. Hangi görüşe göre olursa olsun, âyetlere ilişkin açıklamalar, her iki fırkanın da üzerinde bulunduğu dalâleti kaldırdığı düşünüldüğü için, bunun hemen akabinde hidâyet yolundan yürüme emredilmekte ve emre muhalefet hâlinde de şiddetli tehditler öngörülmektedir. B- "Yanınızda bulunan Kitab (Tevrat)ı tasdik edici (musaddık) olarak indirdiğimiz bu Kitab (Kur’ân)a îmân edin." Burada "nezzelna / indirdiğimiz" ifâdesi, Kur’ân'ı teşrif ve Allahü teâlâ katından indirildiğini sarahatle tesbit içindir. Onların yanında bulunan Kitab'tan maksad Tevrat'tır. Böyle ifâde edilmesi, onların bu hakikate son derece vâkıf olduklarını bildirmek içindir. Çünkü Tevrat'ın onların yanında bulunması, onu sürekli okumalarını, her zaman başvurmalarını gerektirir. Bu da, onların Tevrat'ın muhtevasına vâkıf olduklarını ve dolayısıyla Kur’ân'ın Tevrat'ı tasdik ettiğini bildiklerini gösterir. Kur’ân'ın, Tevrat'ı tasdik etmesinin anlamı, 1- Tevrat'ta anlatılan vasıflara uygun olarak nazil olması; 2- Kıssalarda, mîsaklarda, tevhide ve insanlar arasında âdil hükmetmeye davette; 3- Günahları ve hayâsızlıkları nehyetmekte Kur’ân'ın Tevrat'a muvafık düşmesi demektir. Kur’ân'ın Tevrat'a birtakım mü tefeni hükümlerde, ümmetlerin ve asırların değişmesi sebebi ile muhalafet etmesi ise, hakikatte muhalefet değil, fakat muvafakatin ta kendisidir. Zira bu hükümlerin hepsi, kendi asrına göre haktir ve teşri' carlanın üzerinde döndüğü hikmeti taşımaktadır. Hattâ eğer önce nazil olan Kitab, sonra nazil olanın zamanında nazil olsaydı, aynen onun gibi nazil olurdu. Ve eğer sonra nazil olan Kitab da, öncekinin zamanında nazil olsaydı, kesinlikle ona muvafık olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer Mûsa hayâtta olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı." C- "Bir takım yüzleri silip arkalarına çevirmeden yahut cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce." Bu sözler, geçen îmân emri ile bağlantılı olup emre uymada ve ona muhalefete son vermede acele etmeyi ifâde etmekle beraber ağır bir tehdidi olabildiğince mükemmel ve kuvvetli bir şekilde ifâde eder. Nitekim va'dedilen cezanın vald olması emre muhalefete bağlanmamış ve muhalefet gerçekleştiğinde o cezanın vaki olacağı da sarahatle belirtilmemiştir. Bu da, muhatablar için o cezanın, bildirilmesine gerek olmayan bir gerçek olduğuna, vukuunun yakın olduğuna dikkat çekmek içindir. Suratların "matmûs edilmesi", suratlardaki eserlerin ve işaretlerin silinmesi demektir. Yani Biz, suratların hatlarını silmeden ve eserlerini gidermeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) bunun anlamı: "- Biz, suratları devenin ayağının altı gibi veya hayvanın tırnağı gibi dümdüz yapmadan önce Kur’ân'a îmân edin, demektir" diyor. Tabiînden Katâde ve Dahhâk de: "- Biz, suratlardaki gözleri silme kör etmeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir" diyorlar. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyurulur: "Biz de onların gözlerini sikne kör ediverdik." (Kamer 54/37) Diğer bir görüşe göre de bu cümle: "Biz onların suratlarını, maymunların suratları gibi kıllı hale getirmeden önce Kur’ân'a îmân edin, demektir." Suratların arkalarına veya enselerine çevirilmesi, suratlar dümdüz edildikten sonra enselerin yerine ve enselerin de suratların yerine döndürülmesi demektir. Bir başka görüşe göre ise, âyetteki "vüçûh" kelimesi, suratlar anlamında değil fakat ilen gelenler demektir. Buna göre vücûhun matmus edilmesi de, değiştirilmesi anlamında olur. Yani : "Biz, onların ileri gelenlerinin hâllerini değiştirmeden, onların ıkbakmı zillet ve ıdbara çevirmeden, yahut Biz, onları geldikleri yer olan Şam Ezriatı'na çevirmeden önce., demektir." Bu görüşe göre, o ileri gelenlerden murat, Benî Nadir Yahudilerinin ulularıdır. Ancak vaîdi (ceza va'dinî) ağırlaştırmak ve İlâhî tehdidi hepsine teşmil etmek makamının, bu tefsire müsait olmadığı açıktır. Va'dedilen cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi olduğu noktasında görüş ayrılıği vardır: - Bir görüşe göre, bu cezanın dünyada gerçekleşeceği va'dedilmiştir. Nitekim şu rivâyet de bu görüşü teyid eder: "Abdullah b. Selâm Şam'dan dönüp bu âyeti duyunca, daha ailesinin yanına varmadan Rasûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıkıp Müslüman olmuş ve: "- Ya Resûlallah! Ben daha size ulaşmadan suratımın arkama çevirilmesinden endişe ediyordum!" demişti. Bir diğer rivâyete göre de, Abdullah b. Selâm, eli suratında olduğu hâlde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in yanına gelip Müslüman olmuş ve o söylediklerini söylemiş. Yine şu rivâyet de, anılan görüşü teyid eder: Ömer bu âyeti Kâ'bü'l Ahbar'a okuyunca Kâ'b, bu âyette va'dedilen cezanın kendisine isabet edeceği korkusuyla hemen (mehafete en yuskbehu vaıî'düha): "- Ya Rabbi, îmân ettim (âmentü); ya Rabbi Müslüman oldum (eslemtü)!" demiştir. Bu cezanın dünyada olacağını söyleyenler de, kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazlarına göre bu ceza, sonra gerçekleşecek ve Yalıudîlerde bir tams (suratların) değiştirilmesi ve meslı (şekillerin değiştirilmesi) hâdisesi mutlaka olacaktır. Bu, Ebû Abbas Muhammed el-Müberred'ın görüşüdür. Ancak bu görüşe şu itirazlar yapılabilir: 1- Bu azabın inmesinin sebepleri olan günahları işleyenler, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde yaşayan Yahudîlerdir. Zira onlar: 2- Beldenen Peygamberin vasıflarını Resûlüllah'da gördükleri hâlde onu yalanlamışlar; 3- O vasıfları Tevrat'ta gördükleri hâlde onları tahrif ederek küfürle dalâletlerinde ısrar etmişlerdir. 4- Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in ceza va'dini ifâde eden şifahî hitabı da o Yahudilere müteveccih olmuştur. 5- Va'dedilen azabın, bunlardan çevirilip onlardan yüzlerce sene sonra yaşayacak ve öncekilerin insanlığı yanıltmak için hazırladıkları kanunlarla dalâlete düşürülecek olan sonraki. Yahudilere verilmesi, Azîz ve Haktin Allahü teâlâ'nın hikmetinden pek uzaktır." Bir görüşe göre ise, bu azabım vukuu, Yahudilerin îmân etmemesi şartına bağlı idi. Fakat o Yahudilerden anılan iki zât (Abdullah b. Selâm ile Kâ'bü'l Ahbar) ile benzerleri îmân ettikleri için azab gerçekleşmedi. Ancak bu görüşe de şu itiraz yapılabilir: - O eski Yahudîlerde hak ziyedesiyle vuzuha kavuştuktan, - onların âdil emsalinin (Abdullah b. Selâm v.s. gibi) şahadetleri de, hüccet onların aleyhine sabit olduktan sonra, - yine de onlar, şiddetle inkâr ve isyanda inat ve İsrar ettikleri hâlde, içlerinden bazılarının Müslüman oluşu, onların dışında kalanlara azab inmesine sebep olmadığına göre, diğerlerinden azabın kalkmasına da sebep olmaz. Bazı tefsir âlimlerinde göre ise, Yahudilere va'dedilen iki şeyden biri idi. Nitekim: "Yahut Cumartesi ashabını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce / ev nel'a'nehüm kema lea'nna eshabe's-sebti " meâlindeki cümle de bunu açıkça belirtir. Buna göre eğer birincisi vâkıî olmamışsa, ikincisinin vukuunda tartışma olmaz. Bunun aksi nasıl olabilir ki, Yahudiler, zaten her zaman her dille lânetlenmektedir. Lanetlenmenin meslı (suretin çirkin bir surete çevirilmesi) olarak tefsir, elbetteki kesin değildir. Ancak malûmun olduğu üzere cumartesi ashabının lanetine benzetilen lanetten ilk akla gelen şey meshtir ve bu lanetlenmenin, suratın silinip dümdüz edilmesi ve arkaya çevirilmesi ifâdesine atfedilmesmde -mâtûf ile matufun aleyh'in farklı olmaları zaruretinden dolayı- meslı mânâsının kasdedilmediğine ilişkin en ufak bir delâlet yoktur. (Çünkü burada birinden suratların silinip dümdüz edilmesi, diğerinden de, şeklilerin başka çirkin şekillere çevirilmesi kastedildiğine göre zaten matuf ile matufun aleyh arasında farklılık vardır.) Bir de, bu lanetleme cümlesi ile va'dedilen şey, ceza va'dine terettüb eden ve Yahudilerce kendisinden hazer edilen yeni bir hâdise olmak gerekir. Tâ ki, emre muhalefetten caydırıcı olsun. Onların bu vasıfta bir lanete mâruz kaldıkları ise bilinmektedir; onların mâruz kaldıkları yalnız, dillerde dolaşan ve insanların sürekli talaffuz ettikleri lânettir ki o, bu va'din hükmü olmaktan ve inatçı kâfirleri caydırmaktan uzaktır. Bir başka görüşe göre ise, onlara, âhirette haşr sırasında gerçekleşecek bu haller va'dedilmektedir ve o zaman bu iki hâlden biri veya müstahakları arasında taksim edilmek suretiyle her ikisi mutlaka vakti olacaktır. Abdullah b. Selâm ile Kâ'bü'l Ahbar'dan rivâyet olunan hâdiseler ise, onların şânına lâyık olan ihtiyata binaendir. Gerçek şudur ki, söz konusu, azabın, dünyada veya âhirette gerçekleşeceğine ilişkin âyette sarih bir delâlet yoktur. Ancak makama göre ilk akla gelen, dünyada olmasıdır. Çünkü o, caydırıcılıkta daha etltikdir ve anılan iki Yahudî âliminden rivâyet edilen de bu doğrultudadır. Fakat bunun vukuu açık olarak bilinmediğı için, âhirette olacağı düşünülmektedir. Allahü teâlâ, cümleden iyi bilir. Fakat bu iki mânâdan hangisi olursa olsun, bütün ceza çeşitleri içinden bunun Yahudilere tahsis edilmesinin sırrı, herhalde işlemiş oldukları tahrif ve değiştirme cinayetlerine benzer bir azaba çarptırılmalarıdır. Her sırrı bilen ve her sırdan haberdar olan yegâne Allah'dır. Ç- "Allah'ın buyruğu mutlaka yerine gelecektir." Her ne olursa olsun Allah'ın emri mutlaka gerçekleşecektir. Binâenaleyh va'dedilen azab da öncekide bu hükme dahildir. Bu cümle, geçen kısımları açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Burada zamir makamında ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, hükmün illetini beyân ve müstakil bir cümle olduğunu takviye etmek içindir. |
﴾ 47 ﴿