162"Fakat onlardan ilimde derinleşmiş (râsih) olanlar ve mü'miriler sana indirilene ve senden önce indirilenlere îmân ederler. Namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a ve âhıiret gününe îmân ederler. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." A- "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler sana indirilene ve senden önce indirilenlere îmân ederler. Namazı lalar zekâtı veri, Allah'a ve âhıiret gününe îmân ederler." Bu cümle, "Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azab hazırladık --Ve ea'tedna lilkâfirîne minhüm azaben elîmâ." cümlesine istidrâk (ondan hasıl olan vehmi izâle etmek)olup bazılarının dünyada da, âhıirette de onlardan farklı olduklarını açıklar. Yani onlardan, cahiller gibi zanna uyanlar değil, fakat ilimde derinleşmiş, sağlam bilgilere sahip ve basiretli olanlar. Bunlardan maksad Abdullah b. Selam ve arkadaşlarıdır. İlmî derinlik, îmânı da icab ettiği ve atıfta iki matuf arasında farklılık olması gerektiği halde, burada onların ilmî derinlikle vasıflandırıldıktan sonra ayrıca atıf yoluyla îmân ile de vasıflandırılmış olması, vasfı farklılığın, zatî farklılık gibi değerlendirilmiş olmasındandır. Bir görüşe göre, âyetteki "ve namaz kılanlar", "sana indirilen (kur'an)e" üzerine atıftır. Buna göre, namaz kılanlardan murad. Peygamberler (aleyhisselâm) Onlar, ilâhî Kıtablara ve Peygamberlere îmân ederler. Ya da namaz kılanlardan murad meleklerdir. Mekkî (b. İbrâhîm el-Belhı) diyor ki: "- Yani sıfatları namaz kılmak olan meleklere îmân ederler. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulur: "Onlar gece gündüz Allah'ı tesbih ederler; hiç usanmazlar."(Enbiyâ 21/20) Bir başka görüşe göre ise, "ve namaz kılanlar", "Heykeldeki "ke" zamirine atıftır. Buna göre: "- Sana indirilene ve namaz kılanlara, yani, Peygamberlere indirilenlere îmân ederler." demek olur. Diğer bir görüşe göre de "ve namaz kılanlar", "minhüm"deki zamire atıftır. Buna göre de: "Onlardan ve namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar..." demektir. Bir kırâete göre "vel- mukîmine's - salâte / namaz kılanlar", "ve'î-mukıîmûne's salâte" şeddinde okunmuştur. Bu kırâete göre "mulviîmûn" kelimesi, "mü'minûn" kelimesi üzerine atıftır ve bu atıf da, daha önce belirtildiği gibi, vasfı farklılığın, zati farklılık gibi kabul edilmesi kabilındendir. Keza, bundan sonra gelen "ve zekât verenler / ve'i-mü'tûne'z-zekâte" ile "Allah'a ve ahiret gününe îmân ederler / ve'l-mü'minûne billahi ve'l-yevmıi-âhıır" kelimelerinin atfı da yine böyledir. Zira bu kelimelerin hepsinden murad, Ehl-ı Kitabin mü'minleridır. 1- Onların önce: ilimde derinleşmiş (rüsûh kazanmış) olmakla tavsifi, bu vasfın, kesinlikle îmânı gerektirdiği, bunun dışın dalaletin küfürde ınad etmelerinin, ilimde derinlesmemiş olmalarından ileri geldiğini; 2- Onların sonra: Peygamberlere indirilmiş bütün Kıtablara inanmış, o Kıtablardakı şeriat ve ahkâmı uygulamış olmakla vasıflandırılmalari; o şeriat ve hükümler içinden diğer bedenî ve malî ibâdetleri de zımnen temsil eden ıkame-i salât ve itâ -i zekâtın zikriyle iktifa edilmesi; onların mebde' ve meadı kucaklayan fıtrî bir îmâna sâhib olduklarını belirtmek; bunun dışında kalanların, hakikatte ne mebde', ne de meâde îmân etmediğini tariz yollu bildirmek içindir. Zira Ehl-i Kitab, "Uzeyır, Allah'ın oğludur." (Tevbe 9/30) demekle, Allahü teâlâ'ya ortak koşuyor ve: "Ateş, sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır." (Bakara 2/80) demekle de, âhiret gününü inkâr ediyorlardı. B- "işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." Burada da "ülâıke / işte onlar" nın kullanılması, onların fazilet derecesinin pek yüksek ve mertebelerinin pek uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir. Onlar, yukarıda sayılan güzel sıfatları taşıdıkları için, kendilerine pek büyük bir mükâfat vereceğiz. Bu ifade, yukarıda geçen istidrâk'ten (hâsıl olan vehmi izâle eden ve ancak ile ifade edilen bir nevi istisnadan) önceki ifadeye en uygun olanıdır. Zira öncekilere, çok acı bir azab, sonrakilere de büyük bir mükâfat va'dedılmiştır |
﴾ 162 ﴿