MÂİDE SÛRESİ

(Sûre tül - Mâide) Medine'de inmiştir ve Yüzyırmı Ayettir.

Rahman Ve Rahîym Allah'ın Adı ile.

1

"Ey îmân edenler! Akidleri ifa edin (edimleri yerine getirin).

İhramda iken avlanma (e's-sayd)yi helâl saymaksızm, size okunacak olanlar dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder.

A- "Ey îmân edenler ! Akıdleri ifa edin."

Akde vefa etmek, akdin gereğini yerine getirmektir; ifâ da aynı anlamdadır.

Akid, tevsik edilmiş ahiddir. Burada akidlerden murad:

1-Allahü teâlâ'nın, kulları için zorunlu kıldığı dinî mükellefiyetler;

2-insanların kendi aralarında akdettikleri sözleşmeler;

3-Yerine getirilmesi dinen vacib veya güzel olan diğer akidler.

Görüldüğü gibi âyetteki emir farzı, vacibi, mendûbu kapsayan genel bir mânâdır.

B- "ihramda iken avlanmayı helâl saymaksızın, size okunacaklar dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı."

"Behîme", dört ayaklı bütün hayvanlar için kullanılır.

"En'âm" da, aynı mânâya geldiği halde "behime" kelimesinin ona izafe edilmesi, mânâyı kuvvetlendirmek içindir.

Bu hayvanlar, En'âm (6) sûresinde sayılan dört çifttir. Bunlara ceylan, geyik, karaca ve yabanî sığır gibi hayvanlar da ilâve edilir.

Diğer bir görüşe göre buradaki behime'den (dört ayaklı hayvandan) murad, sözü geçen yabanî dört ayaklı hayvanlardır. Çünkü en'âm (dört ayaklı evcil hayvan) etlerinin helâl olduğu daha önce beyan edildi.

Bu görüşe göre behime kelimesinin, en'âm kelimesine izafe edilmesi, geviş getirmek ve kesici dişleri olmamak hususunda aralarında benzerlik bulunmasından dolayıdır. Bu izafenin faydası da, iki muz af (behime ile en'âm) arasındaki müşterek hükmün illetini bıldirmektir. Sanki şöyle denmektedir:

Daha önce helâl olduğu size bildirilen en'âm (evcil hayvanlar)a benzeyen ve onlardaki hükmün temel sebebini (illetini) taşıyan behîmeler (yabanî hayvanlar) de sizin için helâl kılınmıştır.

Hacc veya umre için ihrama girmiş bulunan kimseye karada avlanmak ve kara avının etini yemek helâl değildir.

Bunun ihramlı için mânâsı, amel ve itikad olarak haram olduğunu tesbıt etmektir. Haramın bu ülubla tesbiti, Kitab ve Sünnette yaygındır.

"Behîmetüi-en'a'm / en'â'mm behîmesi" dan murad, geyik, ceylan, karaca ve benzen dört ayaklı yabanî hayvanlar ise, helâl hükmünün, ihramlı iken karada avlanmanın haram kılınmasıyla takyidinin faydası açıktır. Bu dört: ayaklı yabanî hayvanların helâl oluşu mutlak değildir (ihramlı için haramdır) . Sanki şöyle buyrulmustur:

"Bu hayvanları avlamak, ihramlı iken bundan sakındığınız takdirde sizin için helâldir."

Birinci takdire göre (söz konusu dört çift; veya toplam sekiz adet: evcil hayvan kasdedilmesine göre) ise bu takyidin faydası,

nimeti tamamlamak,

insanların, o hayvanların helâl kılınmasına muhtaç olduklarını hatırlatmak,

onlara minnet yüklemektir.

Çünkü ihramlı iken avlanmanın haram olması, o durumda insanların başka hayvanların etlerinin helâl kılınmasına muhtaç olduklarını akla getirir. Sanki şöyle buyrulmuş olur:

"En'âm (koyun, keçi, deve, sığır), bazı zamanlar, avlanmadan sakındığınız takdirde mutlak olarak size helâl kılındı."

C- "Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder "

Allahü teâlâ, dilediği hükmü koyar. Helâl ve haram da, öncelikle bunlara dahildir.

2

"Ey îmân edenler! Allah'ın şeâ'iri (alâmet veya nişaneleri)ne, haram ay (e'ş-şehre'l-haram)a, hedye (kurbanlıklara), kılâde (gerdanlık)lerine, Rabb'larının fadl (lütuf) ve rızasını arayarak Beyte'l- Haram'a yönelmiş olanlara sakın saygısızlık etmeyin.

İhramdan çıktığınız zaman artık avlanabilirsiniz.

Mescidi'l-Haram'a girmenizi engelledikleri için bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık salan sizi onlara karşı saldırıya sevketmesin. Birr (iyilik) ve takva (Allah'a karşı sorumluluk) üzerinde yardımlasın; ısm (günah) ve udvan (düşmanlık) üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan ittika edin (sakının). Çünkü Allah, şedîdül-ıi'kab (cezası şiddetli olan)dır."

A- "Ey îmân edenler! Allah'ın şeâıri (alâmet veya nişanelerine, haram ay (e'ş-şehre'l-haram)a, hedye (kurbanlıklara), kılâde (gerdanlık)lerine, Rabb'larının fadl (lütuf) ve rızasını arayarak Beytel-Haram'a yönelmiş olanlara sakın saygısızlık etmeyin."

Allahü teâlâ, haccın şiarlarını beyana devam ediyor. Şiarların Allah'a (celle celâlühü) izafe edilmesi, onlara şeref kazandırmak ve ihlallerinin korkunç bir hâl olduğunu bildirmek içindir.

"Şeair" kelimesi, "şeîre" nin çoğulu olup,

mikat ve cemrelere taş atma (şeytan taşlama) yerleri,

tavaf ve sa'y mekânları gibi,

hacc menasikinin ifâ edildiği mevkulerin adıdır. İhram, tavaf, sa'y, tıraş olma ve ihramdan çıkma, kurban kesme gibi haccın özel fiilleri, söz konusu yerlere ve mekânlara bağlı olarak tesbit edilmiştir.

Allah'ın şeâirinin ne olduğu konusunda da değişik düşünceler vardır:

1-Allah'ın şeâ'irinden murad, hacc şeâ'iridir.

Haccın şeâirinin ihlali, yasaklara önem vermemek, hacı adayları ile şiarlar arasına engel koymak ve hac aylarında insanları haçtan alıkoymaktır.

2-Allah'ın (celle celâlühü) şeâirınden murad, Allahü teâlâ'nın dinidir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

"Kim, Allah'ın şeâ'irını büyük tanırsa." (Hacc 22/32)

Yanı Allahü teâlâ'nın dinine saygı gösterirse...

3-Allah'ın şeâiri, Allahü teâlâ'nın yasak (haram) kıldığı şeylerdir.

4-Allah'ın şeâiri, kulları için tayin buyurduğu farzlardır. Onlara saygısızlık gösterilmesi de, bu yasakları ve farzları ihlâl etmektir.

Ancak bu görüşler içinde bu makama en münasip düşen, birinci görüştür.

Haram aya saygı konusunda da muhtelif görüşler vardır:

1-Haram aya saygısızlık etmemek, o ayda savaşmamak demektir.

2-Haram aya saygısızlık etmek, cahiliye döneminde olduğu gibi "Nesî "yapmak, Muharrem ayının hürmetini (yasağını) Safer ayına nakletmektir.

Mü'minlerin haline uygun olan, birinci görüştür.

Burada haram aydan murad, hac ayıdır.

3-Haram aylar, dört aydır. Buna göre âyette ay kelimesinin tekil olarak zikredilmesi, cins mânâsı tazammun eder.8

Hediy, Kabe'ye sunulmak üzere sevkedilen kurbanlık develer vaya sığırlar veya koyunlardır. Buna ilişkin yasak, bu kurbanlık hayvanları gasbetmek veya yerine ulaşmalarına engel olmaktır.

"Kalâid", "kılâde" nin çoğuludur; kılâde, Kabe için kurbanlık oldukları bilinsin ve onlara dokunulmasın diye hayvanların boyunlarına takılan nal veya ağaç kabuğu gibi işaretlerdir.

Kalâide saygısızlık etmemekten maksad, Kabe'ye hediye edilmek üzere işaretin takıldığı büyük baş kurbanlıklara dokunma yasağıdır.

Bu kurbanlıklar önceki "hediy" kapsamına girdiği halde ayrıca zikredilmesi, bunların diğer kurbanlıklara faikiyyetini gösterir. Nitekim bazı âyetlerde meleklerin hemen ardından Cebrâîl ve Mikâil'in adları zikredilir. Sanki şöyle bir uyarı yapılır:

"Özellikle kalâid taşıyan kurbanlıklara tecavüz ve saygısızlık etmeyin!"

Yahut işaretlenmiş kurbanlıklara dokunma yasağını kuvvetlendirmek için kalâıd'in kendisine dokunulması yasaklanmıştır. Başka bir ifadeyle "değil kurbanlık havanlara; işaretlerine bile dokunmayın." demek istenmiştir. Nitekim.

".. .Ziynetlerini açıp göstermesinler." (Nur 24/31) âyetinde de, ziynet yerlerini açma yasağındaki mübalağa için bu ifade

Bir başka uyarı da şudur:

"Rabblarının rızasını kazanmak amacı ile Beyt-i Haram'a yönelmiş hacı adaylarını bu ibâdetten alıkoymayın, onlarla savaşmayın ve onlara eziyet vermeyin."

Rabb kelimesinin, hacı adaylarının yerini tutan zamire izafe edilmesi, onlara şeref kazandırmak ve onların isteklerinin hâsıl olduğunu bildirmek içindir.

"Yebteğûne / arar oldukları halde" fiili, "tebteğûne — siz arıyor olduğunuz halde" şeklinde hitab kıpı ile de okunmuştur.

Bu kıra ete göre bundan murad, onların halinin, nehyedildiklerı şeye münafi (karşı, aykırı) olduğunu beyan etmektir; yoksa nehyi (yasağı) bu kayda bağlamak değildir. Buna göre Rabb kelimesinin, Beyt-i Haram'a yönelenler zamirine izafe edilmiş olması,

ilâhî teşrifin (şeref bahşetmenin), onlara münhasır bulunduğuna,

onların isteklerine nail olduklarına,

diğer muhatabların bundan mahrum kaldıklarına işaret etmek içindir. Buna göre,

nehyin illeti, tekidi,

nehyediien şeyin aşırı derecede inkâr ve reddi de ifade edilmiş olur.

İşte bundan dolayıdır ki, bazı tefsir âlimlerine göre, "Beytel-Haram'a yönelenler" den murad, özellikle Müslümanlardır. Bu âyetin muhkem olduğunu söyleyenler de, bu görüşü mesned göstermişlerdir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Mâide sûresi, Kur’ân'ın en son nazil olan sûrelerindendır. Bunun için onun helâl olarak bildirdiklerini helâl ve haram olarak bildirdiklerini de haram olarak kabul edin / Sûretü'l-mâideti min âhıiri'l-kur'âni nüzûlen feehıil-lû halâleha ve harramû harameha" buyurmuştur.

Hasen el-Basrî de, Mâide sûresinde neshedilmiş (mensûh) âyet bulunmadığını söyler.

Ebû Meysere de der ki:

"Mâide suresinde on sekiz farz vardır; bunların içinde mensûh yoktur." Bazı tefsir âlimleri de diyorlar ki:

"Beytci- Haram'a yönelenler"den murad, özellikle müşriklerdir. Çünkü ancak müşrikler, mü'minlerin kendilerine dokunmaktan nehyedilmelerine muhtaçtır; mü'minler için böyle bir ihtiyaç söz konusu değildir. Kaldı ki, mü'minlere tecavüz ve saygısızlık yasağı da nassm açık delaletiyle sabit olmuştur (Onlar için buradaki mübhem ifadeye ihtiyaç yoktur). Bu âyet-i kerimenin Hatm b. Dabîa el-Bekrî hakkında indiği rivâyeti de bu görüşü teyid eder. Şöyle ki:

Hatm b. Dabîa, Medine'ye gelmiş ve atlılarını Medine'nin dışında bırakıp tek başına huzura çıkmış ve arkadaşlarının da Müslüman olacaklarını va'det-miş. Peygamberimiz in huzurundan çıktıktan sonra Medine'nin hayvanlarını sürüp götürmüş. Ertesi sene, Bekir b. Vâil kabilesinin cahiliye hacıları beraberinde olduğu halde, çok miktarda ticaret malı ile birlikte Yemame'den cahiliye haccı için yola çıkmış ve bu hacı adayları, kurbanlıklarını da işaretlemişler. Bunu haber alan Müslümanlar, bu adama karşı harekete geçmek için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) den izin istemişler. Resûlüllah onlara izin vermemiş. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş.

Bu rivâyete göre, âyetteki fadl (lütuf) talebi, ticaret yoluyla rızık talebi ve ilâhî rıza talebi de, kendi iddilarına göre olan ilâhî rıza olarak tefsir edilmiştir. Çünkü o müşrikler de, kendi dinlerinde doğru yolda olduklarını ve yaptıkları hacem da, kendilerini Allahü teâlâ'ya yaklaştırdığını iddia ediyorlardı. Bunun için Allahü teâlâ da, onları, kendi zanları ile vasıflandırmıştır. Onların bu fâsıd zanları, her ne kadar Allahü teâlâ'nın rızasını mucıb olmaktan uzak ise de bu zanları, özellikle Allahü teâlâ'nın haklarını gözetmek ve O'nun şiarlarını tazim etmek zımnında, onların bazı dünyevî amaçlarının gerçekleşmesine ve dünyevî bir takım kötülüklerden kurtulmalarına vesile olmak ihtimalinden uzak değildir.

Tabiî âlimlerinden Katâde diyor ki:

"Onların istedikleri ilâhî lütuf ve rıza, ciünyada onlara güzel bir hayât bahsedilmesi ve dünyada iken ceza verilmemesidir."

Başka bir görüşe göre de, "Beyte'l-Haram'a yönelenler" deyimi hem Müslümanları, hem de müşrikleri kapsar. Nitekim rivâyete göre Ibni Abbas (radıyallahü anh), şöyle diyor:

"Önceleri Müslümanlarla müşrikler bîriikte hacc ediyorlardı. İşte o zamanlar nazil olan bu âyetle, Allahü teâlâ, Müslümanlara, hiç kimsenin Beyt'i haccetmesine engel olmamayı emir buyurdu. Bundan sonra,

"Ey îmân edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra mescidd Haram'a yaklaşmasınlar. " (Tevbe 9/28) ile

"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder." (Tevbe 9/18) âyetleri nazil oldu.

Tabiînden Mücâhid ile Şa'bî diyorlar ki:

"Bu âyet,

"Haram aylar çılanca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe 9/5) mealindeki âyet ile nesholunmuştur."

Bu âyetteki "Beyte'l- Haram'a yönelenler" ifadesinin, müşrikleri kapsadığı kesindir, bunda şüphe yoktur. Ancak bu kapsama;

ya müstakildir;

ya müşterektir.

"Mescid-i Haram'a girmenizi engelledikleri için bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık sakın sizi onlara karşı saldırıya sevketmesin" cümlesinden de, müşrikleri kapsadığı anlaşılır. Şu halde bu âyetin mânâsı ya tamamen, ya da kısmen mensûhtur.

Son bir kavle göre "Beyte'l Haram'a yönelenler" deyimi fadl (lütuf) ve rıdvan (rıza) itibariyle hem Müslümanları hem de müşrikleri kapsayacak şekilde tefsir edilmelidir.

Bazı âlimler diyorlar ki; fadl, yani rızık istemek, hem mü'minler, hem de müşrikler içindir.

Rıdvan (ilâhî rıza) istemek ise, özellikle mü'minler içindir. Ancak fadlın mutlak mânâda, âhiret fadlına da şâmil olmak üzere tefsir edilmesi de câizdir. Buııa göre fadl talebi de mü'minlere mahsus olur.

B- "İhramdan çıktığınız zaman artık avlanabilirsiniz."

Bundan önceki âyette "siz ihramda iken / ühıillet leküm " ifadesiyle işaret edilen husus, burada sarahat kazanıyor. Yani avlanma yasağı, sebebi olan ihram halinin sona ermesiyle son buluyor. Bu emir, yasaktan sonra ibaha (mubah kılma) emridir. Yani "ihramdan çıktığınız zaman, avlanmanızda bir sakınca yoktur" anlamını içeriyor.

C- "Mescid -i Harama girmenizi engelledikleri için bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık sakın sizi onlara karşı saldırıya sevketmesin."

Bu nehiy, Beyt-i Haram'a yönelenlerden muayyen bir Müslüman toplum içindir ve daha önce zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) şiarlarını ihlâl nehyine dahil olduğu halde özel olarak zikredilmesi, o muayyen Müslüman toplumun kendilerine mahsus bazı durumlardan dolayı bu konudaki yasakları ihlâl hakları olduğu vehmini ortadan kaldırma amacına yöneliktir.

Âyetin bu bölümü, "Beyte'l-Haram'a yönelenler" ifadesinin, müşrikleri de kapsadığı noktasında açık bir delildir.

Yapılan uyarı şudur:

Müşriklerin Hudeybiye yık (Hicretin 6. yılı Zılka'de, Milâdî 628 Mart) Mescid-i Haram ziyaretinden engelledikleri için onlara karşı duyduğunuz öfke, sizi onlara karşı düşmanlık yapmaya ve onlardan intikam almaya sevketmesin.

Bu ilâhî kelâm, muhatabları, duydukları şiddetli öfkenin düşmanlık getirmesinden nehyeder görünse de, hakikatte onları düşmanlıktan kuvvetle men eder. Zira bir şeyin sebeplerini ve onu hazırlayan unsurları nehyetmek, delil ile hükme varmak yoluyla, bizzat onu nehyetmek ve sebeb - sonuç ilişkişini ortadan kaldırmak sayılır. Bazen de nehiy, müsebbefae tevcih edilir, fakat sebebin nehyi kasdedilir. Nıtekim "seni burada hiç görmeyeyim!" diyen kimse de, muhatabının, kendi huzuruna çıkmasını men etmeyi amaçlar.

Âyetin metnindeki "en saddûküm / sizi engellemeleri" ifadesindeki "en" harfi, bir kırâete göre şart mânâsını bildiren "in" olarak okunur. Buna göre, müşrikler hakkında tevbih ve tenbih olmak üzere, aslında tahakkuk etmiş olan engelleme, farzedilen bir şey gibi ifade edilmiş demektir. Yani yaptıkları engelleme, o kadar çirkin bir hadisedir ki, aslında hiç vakıi olmamalı, ancak vukuu farz edilmelidir.

Bu nehyin (sizi onlara karşı saldırıya sevketmesin), "İhramdam çıktığınız zaman artık avlanabilirsiniz" cümlesinin makabli ile bağlantılı olduğu açık iken bu cümleden sonra zikredilmiş olması, herhalde şu gerçeği bildirmek içindir:

"Beyte'l- Haram'a yönelenler"e tecavüz ve saygısızlık yasağı, avlanma yasağı gibi ihramdan çıkmakla sona ermez, fakat Allahü teâlâ'nın koyduğu hacc şiârlarıyla alakaları tamamen sona erinceye kadar devam eder. Bundan anlaşılıyor ki "Beyte'l- Haram'a yönelenler"e dokunma yasağı da öncelikle bakıi kalır.

Ç- "Birr (iyilik) ve takva (Allah'a karşı sorumluluk) üzerinde yardımlasın; "

Düşmanlık, genellikle dayanışına ve yardımlaşma yoluyla gerçekleştiği için, önce insanlar düşmanlıktan nehyedildi. Şimdi burada da,

iyilik ve takva konularında yardımlaşmaları,

ilâhî buyruklara bağlı kalmaları,

nefsanî arzulardan uzak durmaları emrediliyor.

Böylece affetme ve düşmanların eski hatalarını görmezlikten gelme de öncelikle buna dahil bulunuyor.

D- "İsm (günah) ve udvan (düşmanlık) üzerinde yardımlaşmayın."

Bu ilâhî kelâm da, insanları, zulüm ve günah kabilinden olan her şeyden nehyetmektedir. Şu halde düşmanlıkta ve intikam almakta yardımlaşmak nehyi de, istidlal yoluyla buna dahildir.

Tahliye (boşaltma), tebriyeden (süslemeden) önce olması gerkeirken, burada nehyin (günah ve düşmanlık üzerinde ise yardımlaşmayın), emirden (iyilik ve takva konuları üzerinde de yardımlasın) sonra zikredilmesi, bizzat maksûd olanın, biran önce zikredilmesinin gerekli görülmüş olmasından dolayıdır. Zira günah ve düşmanlıkta yardımlaşmamak emrinden amaçlanan, iyilik ve takva konularında yardımlaşmayı gerçekleştirmektir.

E- "Allah'tan ittıka edin (sakının). Çünkü Allah şedîdü'l-ıi'kaab (cezası şiddetli olan)dır."

Bütün işlerde, ezcümle zikredilen emir ve nehiylerde Allahü teâlâ'ya muhalefetten sakının. Böylece o konularda da takvanın vücubu istidlal yoluyla sabit olmuş olur. Takva emrinin illeti, "Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır." cümlesi ile açıklanır. Yani Allahü teâlâ'ya karşı aykırılıklardan sakınmayanlar için O'nun azabı çok çeündir. Bu itibarla eğer siz, Allahü teâlâ'ya karsı aykırılıktan sakınmazsanız, O, mutlaka size azab edecektir. Burada da zamir makamında ism-i celilın (Allah'ın) zahir olarak zikredilmesi, daha önce defalarca geçtiği gibi, Allah korkusunu kalblerc sokmak ve mehabeti arttırmak ve cümlenin istiklâhni takviye içindir.

3

"Ölmüş hayvan eti (meyte), kan (dem), domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten yuvarlanıp düşmüş, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar yemiş, olup da canı daha üzerinde iken kesemediğiniz ölmüş, dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı. Bunların hepsi fısk (doğru yoldan çıkma)dır.

Bugün kâfirler sızın dininizden ye'se düşmüş (ümıdlerini kesmiş) lerdir. Artık onlardan korkmayın Benden korkun.

Bugün sızın için dininizi kemâle erdirelim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.

Kim açlıktan muztar durumda kalırsa bir günaha meyletmeden bunlardan yiyebilir. Şüphesiz Allah, Ğafûr (bağışlaması bol)dur, Rahîym (çok merhametli)dir."

A- "Ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten yuvarlanıp düşmüş, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar yenmiş, canı daha üzerinde iken kesemeeliğiniz, dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı."

Burada, birinci âyette geçen "size okunacak olanlar ma yütlâ a'ieyküm" cümlesiyle işaret edilen haramlar (muharramât) açıklanıyor. Şöyle ki:

1-el-Meytetü (ölmüş hayvan eti), Boğazlanmaksızın canı çıkan hayvandır.

2-Ve'd-Demü (kan),

Bundan murad akıtılmış kan (dem-i mefsuh)dır. Nitekım başka bir âyette de "...leş veya akan kan."(En'âm 6/145) buyurulur.

Cahiliye insanları kanı bağırsakların içine boşaltıp kebap yapıyorlardı ve: "- Aldırılan kan haram değildir" diyorlardı.

3-Ve lahmü'l-hınzîri (domuz eti),

En'arn sûresinin 145. âyetinde domuz eti necis (pis) olarak vasıflandırılır.

4-Vemâ ühille liğayri-İlâhi bihi (Allah'tan başkası adına boğazlanan),

Câhiliye insanlarının "Lât ve Uzzâ ismiyle!.." dedikleri gibi kesim sırasında üzerlerine Allahü teâlâ'dan başkasının adının anıldığı hayvanların eti de haramdır, yenmez.

Ve'l-münhanikatü (boğulmuş),

Herhangi bir suretle boğulup ölmüş,

6-Vel-mevkuuzetü (vurulmuş, bir darbeye maruz kalmış), Haşeb (ağaç) cinsinden bir şeyle vurulup öldürülmüş,

7-Vel-müteraddiyetü (tereddi etmiş, yüksekten yuvarlanıp düşmüş), Yüksekten aşağıya veya bir kuyuya düşüp ölmüş,

8-Ve'n-natıîhatü (başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış), Toslanmiş, susulmuş, boynuzlanmış ve bu sûrede öldürülmüş,

9-Vemâ ekele's-sebüu' (canavar yemiş),

Canavar tarafından yenmiş, yırtıcı hayvanlar tarafından yakalanıp parçalanmış hayvanların etleri yenmez. Bu da av köpeklerinin yakaladıkları avın bir kısmını yedikleri takdirde geri kalanın helâl olmadığına delâlet eder.

"İllâ ma zekkeytüm" ibaresi "canları daha üzerinde iken yetişip kestikleriniz müstesna" demektir. Bu istisna zikredilenlerin hepsi içindir.

Bir görüşe göre ise, yalnız canavarların yediklerine münhasırdır. Yani ancak canları çılana dan önce yetişip İslâmî kesim gerçekleştirdikten sonra tıpkı kesilmiş diğer hayvanlar gibi hareket edenler müstesna olup onların da eti helâldir.

İslâmî kesim, boğaz ve yemek borusunu keskin bir aletle kesmektir.

10- "Vema zübiha a'len-nusubi (dikili taşlar üzerinde boğazlanmış hayvanlar).

Cahiliye devrinde Kabe'nin etrafında dikili adak taşları vardı, insanları bu taşlar üzerinde kurban keser ve bunu ibâdet sayarlardı. Bu sûrede boğazlanmış hayvanların etleri de haramdır.

Bir görüşe göre bu taşlardan maksad putlardır.

11 - Ve in testaksimû bi'l-ezlâm (fal okları ile kısmet aramanız) size haram kilidi.

Fal okları ile kısmet aramak şöyle idi:

Cahiliye insanları, yapmak istedikleri bir işe başlamadan önce, birinde "Rabbim bana emretti", diğerinde "Rabbim beni men'etti" ve üçüncüsünde de "ğufl" (belirsiz) yazılı olan üç oktan birini çekerlerdi. Eğer emir yazılı ok çıkarsa, o işe başlarlar, men yazılı ok çıkarsa, o işten uzak dururlardı. Eğer ğufl çıkarsa, çekmeye devam ederlerdi.. "İstiksam /kısmet aramak", bir nevi kendi kısmetine yazılmış olanı öğrenmek isteği idi.

Diğer bir görüşe göre ise fal okları ile kısmet aramak, kesilmiş deve etlerinin belli kısımlara ayrılması ve fal oklarını çekmek suretiyle sahiplerinin belirlenmesidir.

B- "Bunların hepsi fısk (doğru yoldan çıkma)dır."

Burada uzak işaretinin (zâliküm/o iş) kullanılması, serdeki derecesinin pek uzak olduğuna işaret etmek içindir.

Fısk, temerrüt, haddi aşmak, bilinmeyen bir âleme girmektir. Burada dalâlet demektir. Eğer onlar fal oklarını çekerken "Rabbim" sözünden murad Allahü teâlâ ise, bu sözleri Allah'a iftiradır. Yok eğer murad putlar ise, bu defa da sözleri şirk ve cehalettir.

Bir görüşe göre de, âyetin metnindeki "zâliküm" işareti, sayılan haramları işlemektir. Yani bütün bu haramları işlemek fıskdır. Zira onların haram kılınması, fiillerinin de haram kılınması demektir.

C- "Bugün kâfirler sîzin dininizden ye'se düşmüşler (ümidlerini kesmiş)lerdir. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun."

Bu günden murad, hâzır ile ona bitişik geçmiş ve gelecek zaman dilimleridir.

Diğer bir görüşe göre ise, bugünden murad, bu âyetin nazil olduğu gündür.

Bu âyet-i kerime, Veda Haccı'nda Arefe günü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Arafat'ta cuma günü ikindiden sonra Atba adlı devesinin sırtında vakfe yaparken nazil oldu.9 O anda deveye öyle bir ağırlık çöktü ki, hayvan çökmek zorunda kaldı.

Bugün artık kâfirler, haramları helâl saymak gibi yollarla sizin dininizi yıkmaktan ve sizi dininizden döndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Yahut dinde size galaib gelmekten ümidlerini kesmişlerdir. Zira onlar, Allah

teâlâ'nın, va'dini gerçekleştirip İslâm dinini bütün dinlerden üstün kıldığını müşahede etmişlerdir.

Bu görüş, "Artık onlardan korkmayın da, Benden korkun" cümlesine de daha uygun düşmektedir. Yani onların size gaalib gelmelerinden korkmayın da, yalnız Benden korkun.

D- "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirelim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim."

Bugün Ben,

size nusret ihsan ederek,

dininizi bütün dinlerden üstün kılarak,

akaid (inanç) kaidelerini, şeriat usullerini ve içtihad kurallarını tam mânâsı ile açıklayarak dininizi kemale erdirelim;

Mekke'nin fethiyle, oraya güven içinde ve gaalibler olarak girmenizle,

cahiliye kulesini ve âdetlerini yıkmakla,

müşriklerin haccını ve çıplak olarak Kabe tavafını yasaklamakla,

dinî hükümleri ikmal etmekle, hidâyet ve tevfik ile üzerinizdeki nimetimi tamamladım.

Diğer bir görüşe göre ise,

"Üzerinizdeki nimetimi tamamladım / ve etmemtü a'ieyküm niı'meti" cümlesi de, Bakara (2) sûresinin 150. âyetiyle yaptığım va'di yerine getirdim; demektir.

"Ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim — ve radıîtü lekümü'l-islâme dînâ" cümlesi de bir hakikatin ifadesidir. Çünkü Allah katında yegâne hak din İslâm'dır.

Ömer (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, bir Yahudî ona:

"- Ey Emırı'l-mü'minîn! Sizin Kitabınızda okuduğunuz bir âyet var. Eğer o âyet, biz Yahudilere inmiş olsaydı, biz o günü bayram yapardık." demiş.

Ömer (radıyallahü anh) de sormuş:

"- Hangi âyet?"

Yahudi:

"- Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım" âyeti, demiş.

Ömer (radıyallahü anh) de şöyle cevap vermiş:

"- Biz o günü de biliyoruz ve o âyetin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e nazil olduğu mekânı da biliyoruz. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma günü Arafat'ta ayakta iken bu âyet indi."

Ömer (radıyallahü anh) bu sözleri ile, o günün bizim için bayram olduğuna işaret etmiştir.

Rivâyete göre, bu âyet-i kerime nazil olunca Ömer (radıyallahü anh) ağlamaya başlamış. Peygamber:

"- Ya Ömer! Seni ağlatan nedir?" diye sormuş.

Ömer (radıyallahü anh):

"- Beni ağlatan sudur: Şimdiye kadar dinimiz hep gelişiyordu. Şimdi eğer kemale ermişse, bir şey kemale erdikten sonra mutlaka azalmaya başlar" demiş.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Doğru söyledin" buyurmuş.

Bu itibarla bu âyet-i kerime. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ölüm haberi sayılır. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan sonra yalnız seksen bir gün yaşamıştır.

E- "Kim açlıktan muztar durumda kalırsa bir günaha meyletmeden bunlardan yiyebilir . Şüphesiz Allah, Gafur (bağışlaması bol)dur, Rahîym (çok merhametli, ) dır."

Bu cümle, yukarıda zikredilen muharramât (haram kılınmış olanlar) ile bağlantılıdır. Arada geçen cümleler ise ara (itiraz) cümleleri olup:

o haram kılınmış şeylerden sakınmanın gerekliliğini,

o haramları işlemenin fısk olduğunu,

haram kılınmış olmalarının, kâmil dinin, tam nimetin ve rıza gösterilen İslamın cümlesinden bulunduğunu bildirir. Yani kim, açlıktan veya bir hastalıktan ölmekten korktuğu için çaresizlikten bu haramlardan birine el uzatmak zorunda kalırsa, lezzet için yemeksizin yahut "... başkasının hakkını tecavüz etmeden ve haddi aşmadan..." (Bakara 2/173) bu haram etlerden belli bir mikdar, ölmeyecek kadar yiyebilir. Bu kimseler için artık Allahü teâlâ, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir; bundan dolayı onları muâheze etmez.

4

"(Resûlüm) seriden kendileri için neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki:

"- Size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı."

Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin; üzerine Allah'ın adını zikredin. Allah'tan ittika edin (sakının). Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk gören (serîu'l-hıisâb)dir."

A- "(Resûlüm), senden kendileri için neyin helâl kılındığını soruyorlar."

Nelerin haram kılındığı (muharremat) yukarda açıklanmıştı. Şimdi burada bir kısmı icmali olarak belirtiliyor ve muhallelât (helâl kılınmış olanlar) ın tafsilatına başlanıyor. Öyle sanılır ki, helâllerin zıtları (haramlar) beyan edilince onlar helâlleri sordular. Onların sordukları, kendilerine helâl kıhnmış yiyeceklerdir.

B- "De ki:

"- Size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı."

Size,

"Onlara tayyibatı (iyi ve temiz şeyleri) helâl, habâis (murdar ve pis şeyler)i de haram kılar ." (A'raf 7/157) âyetinde belirtildiği gibi, tab-i selimin (sağlam insan tabiatinin) pis saymadığı ve nefret etmediği iyi ve temiz bütün yiyecekler helâl kılınmıştır.

C- "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ; "

"Cevarih / yaralayıcılar", yırtıcı hayvanlar ve kuşlardır. Bunlara cevarih denmesi, genellikle avı yaralamalarından dolayıdır.

"Mükelleb", eğitilmiş yırtıcı hayvandır. Mükelieb, "kelb-köpek" kökünden türetilmiştir. Zira genellikle köpekler, av için eğitilir. Yahut kelb kelimesi, bütün yırtıcı hayvanlar için de kullanılır. Nitekim Utbe b. Ebi Leh el), Şam seferine çıkarken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Allah, ona kelblerinden bir kelb musallat eylesin (Allahümme sellât aleyhi kelben min kilâbike)!" buyurmuş ve bu yolculukta bir arslan onu parçalamıştı.

Av hayvanlarını eğitmek hususunda Allahü teâlâ'nın öğrettiklerinden maksad talim, terbiye yolları ve yöntemleridir. Çünkü bu bilgi, Allahü teâlâ'dan ilhamdır, yahut Allahü teâlâ'nın bir lûtfu olan aklın kazanımları ve öğretileridir ki, sahibinin salmasıyla avın peşine düşmesi, men'etmesiyle durması, çağırmasıyla geri dönüp gelmesi, avı sahibi için yakalaması ve avın etinden yememesidir.

Ç- "Üzerine Allah'ın adını zikredin. Allah'tan ittika edin. Şüphesiz ki Allah, hesabi çabuk gören (serîu'l-htisâb)dir."

"Min" harfi ba'ziyedir. Yani o hayvanların sizin için yakaladıklarının bazı kısımlarını yeyin, demektir. Çünkü avlanan hayvanların deri, kemik ve tüyler gibi kısımları yenmez. Avcı hayvanların sizin için yakaladıkları, hiç yemedikleri avlardır. Yedikleri avlar ise, sizin için değil, fakat kendileri için tuttukları avlardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Adiyy b. Hatem'e:

"- Eğer avcı hayvan, avından yerse, artık sen onu yeme (Ve in ekele minhü felâ te'kel); çünkü o, avı kendi için tutmuş olur (innemâ emseke a'lâ nefsıh)" buyurmuştur.

Fıkıh âlimlerinin ekserisinin görüşü budur.

Bazı fıkıhçılara göre, avcı kuşlar için avından yememek şartı yoktur. Çünkü onların bu derece eğitilmesi pek zordur.

Diğer bazı fıkıhçılara göre de bütün avcı hayvanlar için, avdan yememek şartı yoktur.

Rivâyete göre Selman el-Farisî Sa'd b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) ve Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyorlar ki:

"- Avcı köpek avın üçte ikisini yese, üçte biri kalsa ve sen Allah'ın adını üstüne anmışsan onu ye!"

"Üzerine Allah'ın adını zikredin / Vezkürû-sme-llâhi aleyhi" ifadesindekı "onun / hi " zamiri,

ya avcı hayvan için olabilir bu takdirde avcı hayvanı avın peşine salarken Allah'ın adını anın, demek olur;

ya da, tutulan av içindir, bu takdirde onu boğazlamaya yetiştiğinizde onun üstüne Allah'ın adını anın anlamına gelir.

D- "Allah'tan ittika edin . Şüphesiz ki Allah, hesabi çabuk görendir."

Haramlar konusunda Allahü teâlâ'ya karşı aykırı hareketlerden sakının.

Allahü teâlâ, hesabı çabuk görür veya hesabı çabuk bitirir. Hesap görmeye başlayınca en yakın zamanda bitirir. Her iki takdirde de, büyük, küçük bütün günahlar için sizi sorumlu tutar.

Bu cümlede zamir makamında ism-i celilin (Allah'ın) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve hükmün illetini belirtmek içindir.

5

"Bugün size tayyibat (iyi ve temiz şeyler) helâl kılındı. Kendilerine Kitab verilmiş olanların yiyecek (taa'm)leri size helâldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.

Mü'minlerden hür ve iffetli kadın (muhsana)larla, sizden önce kendilerine Kitab verilmiş olanlardan hür ve iffetli kadın (muhsana)lar, zina etmeyerek, gizlice dost tutmuş da olmayarak, namuslu bir şekilde mehillerini kendilerine verdiğiniz takdirde size helâl kılınmıştır.

Kim îmânı inkâr ederse artık onun ameli gerçekten boşa gitmiştir. O, ahıirette de hüsrana uğrayanlardandır."

A- "Bugün size tayyibat (iyi ve temiz şeyler) helâl kılındı."

Tefsir ulemasına göre üç yerde geçen "bugün / el-yevme " kelimesinden kastedilen bir vakittir. Tekrar edilmesi, tekid içindir. Bir de, bu vakitte vaki olan olaylar değişik olduğundan, tekrarı güzeldir.

B- "Kendilerine Kitab verilmiş olanların yiyecekleri size helâldir."

Yahudilerin ve Hıristiyanların yiyecekleri size helaldir.

Ali (radıyallahü anh), Benî Tağkb kabilesi Hıristiyanlatını bundan istisna etmiş ve onların Hıristiyanlık inancı üzerinde olmadıklarını ve Hıristiyanlıktan şarap içmek dışında bir şey almadıklarını söylemiştir. İmam Şafiî de, bu görüşü benimsemiştir.

Yahudi ve Hıristiyanların yiyeceklerinden maksad, onların kestikleri hayvanların eti ile diğer yiyecekleridir.

Rivâyete göre Ibni Abbas (radıyallahü anh) tan Hıristiyan Arapların kestikleri hayvan etinin hükmü sorulmuş ve o da, onu yemekde beis (dinî sakınca) olmadığını söylemiştir. Tabiîlerin genel görüşü de budur.

İmam Ebû Hanîfe ile ashabı da bu görüşü benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre Sâbıîlerin hükmü de Ehl-i Kitab hükmü gibidir.

Ebû Hanîfe'nin iki talebesi İmam Muhammed ile İmam Ebû Yusuf Yakub ise diyorlar ki:

"Sâbiîler, iki sınıfa ayrılır:

Bir sınıfı, Zebur okuyorlar ve meleklere tapıyorlar.

Bir sınıfı da, hiçbir semavî kitab okumuyorlar ve yıldızlara tapıyorlar. İşte bunlar Ehl-ı Kitab'tan değildir."

Mecûsîler (Zerdüştiler) ise, cizye alınması konusunda Ehl-i Kitab gibi muamele görmüşlerse de kestikleri hayvanın yenilmesi ve kızlarının nikâh edilmesi konularında Ehl-i Kitab gibi kabul edilmemişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Mecûsîlere Ehl-i Kitab muamelesi yapın; ancak kadınlarını nikahlamayın."

C- "Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir."

Yiyeceklerinizi onlara yedirmenizde ve satmanızda bir sakınca yoktur. Eğer haram olsaydı, bu da caiz olmazdı.

Ç- "Mü'minlerden hür ve iffetli kadın (muhsana)larla, sizden önce kendilerine Kitab verilmiş olanlardan hür ve iffetli kadın (muhsana)lar zina etmeyerek, gizlice dost tutmuş da olmayarak, namuslu bir şekilde mehillerini kendilerine verdiğiniz takdirde size helâl kılınmıştır."

Burada hür ve iffetli kadınların tahsis en zikredilmesi evlâ olanı teşvik etmek anlamındadır; yoksa diğerleriyle evlenmenin caiz olmadığı anlamında değildir. Çünkü Müslüman cariyelerle evlenmek ittifakla sahihtir.

İffetli olmayan kadınlarla evlenmek de caizdir.

Ehl-i Kitab olan cariyeler ise, İmam Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) ye göre Müslüman kadınlar gibidir. İmam Şafiî (radıyallahü anh) ye göre ise öyle değildir.

Bizden önce kendilerine Kitab verilmiş olan iffetli kadınlar, harbiye (yabancı ülke vatandaşı) olsalar da, nikâhları helaldir.

Ibni Abbas (radıyallahü anh) ise, harbiye kadınların nikâhlarının helâl olmadığını söylemiştir.

Âyette, bu nikâhların helâl olmasının, melihlerini kendilerine ödeme şartına bağianması, bunun vucûbunu tekid ve evlâ olanı teşvik etmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, incitirlerini vermekten maksad, mehillerini bîr hak olarak kabul etmektir.

D- "Kim îmânı inkâr ederse artık onun ameli gerçekten boşa gitmiştir. O, âhıirette de hüsrana uğrayanlardandır. "

Her kim, burada beyan edilen helâl ve haramların dahil olduğu İslâm ahkâmını inkâr, onları kabulden imtina ederse, artık onun daha önce yapmış olduğu salih amelleri gerçekten boşa gitmiştir ve o, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır.

6

"Ey îmân edenler ! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı mesnedin. Topuklara kadar ayaklarınızı da yıkayın. Eğer cünüb iseniz, temizlenin (tetahhur edin). Hasta yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz ayakyolun (ğâdıt)dan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsaniz, su da bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm edin; yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi onunla mesnedin. Ahali, size zorluk çıkarmak istemez, fakat sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz."

A- "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin. Topuklara kadar ayaklarınızı da yıkayın."

Bundan önce Islâmin dünyevî hükümleri açıkılanmıştı; şimdi burada da dinî hükümlerin beyanına başlanıyor.

"Namaza kalktığınız zaman — İzâ kum tüm ilâ's-salâü" ifadesi,

"Kur’ân okumak istediğin zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl 16/98) âyeti kabılındendir. Burada icaz için, sebep fiil, müsebbep fiil ile ifade edilmiştir. Bir de, bu ifade dikkatleri şu iki noktaya çeker:

1-Namaz kılmak için acele etmek ve bu iradeyi terk etmemek,

2-Namaz kılmaya niyet etmek.

Buna göre, namazın şartlarından biri olan kasıt (niyet), diğer bir şartı olan abdest yerinde ifade edilmiştir.

Bu âyet-i kerimenin zahirine göre namaz kılmaya kalkan herkese abdest almak vacibtir. Çünkü bu emir, kesin olarak vücûb içindir. Ancak icmâ, bunun hilafmadır; abdestli olana abdest almak vâcib değildir. Nitekim rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke fethi günü beş vakit namazı bir abdestle kılmıştır. Bunun üzerine Ömer

"- Ya Resûlallah! Daha önce hiç yapmadığın bir işi yaptın (Sana'te şey'en lem tekün tasnauh)!" demiş.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"- Ya Ömer! Bunu kasten yaptım (A'mden faa'ltuhu)" buyurmuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böylece, bunun caiz olduğunu bildirmiştir.

Âyetteki emri, abdestli olanlar için mendûb anlamına anlamak da geçerli değildir. Şu halde tek geçerli olan, bu hitabın, abdestsizlere mahsus olmasıdır. Buradaki durum, ona delâlet eder. Nitekim abdestın yerine geçen teyemmüm için abdestsiz olmak şarttır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hulefa-i Rasidîn'in, her namaz için abdest aldıklarına dâir gelen rivâyette ise, onların bunu vâcib olduğu için yaptıklarına delâlet eden bir şey yoktur. Kaldı ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyet olunan:

"Abdest üzerine abdest alan kimseye Allahü teâlâ on sevap yazar / Men tevaddaa' a'lâ tuhrin ketebe-llâhü lelıu a'sera hasenat" hadisi, onların bunu mendûb olduğu için yaptıklarını sarahatle bildirir.

Bazı âlimlerin: "Önceleri abdest hükmü böyle idi; sonra bu hüküm nesholundu" seklindeki görüşünü ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in:

"Mâide nüzul olarak Kur’ânin sonundandır; onun için bu sûrenin helâl olarak bildirdiklerini helâl ve haram olarak bildirdiklerini haram bitin / el-Mâidetü min âhıiri'l-kur'âni nüzûlen feehıllû halâleha ve harramü harameha." hadisi, reddeder.

Abdest alırken yüz yıkamada farz olan, suyu üzerinden geçirmektir; ovmaya (oğuşturmaya) gerek yoktur.

İmam Malik'e göre gereklidir.

Ulemanın cumhûruna göre, dirsekler de, yıkama hükmüne dahildir. Şu halde âyetin metnindeki "ilâ / oraya kadar" harfi, "mea / onunla beraber"

anlamındadır.

Bir görüşe göre ise, âyet mutlak olarak gayet (dirseğe kadar) ifade eder. Dirseğin hükme dahil olup olmadığına ise âyette bir delâlet yoktur. Ve dirseklerin bu hükme dahil olması âyetle sabit olmayınca ve "eydiy /- eller", dirsekleri de kapsadığına göre, ihtiyaten, dirseklerin de bu hükme dahil oldukları kabul edilmiştir.

Basın meshınde vâcib olan miktar itibariyle İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır:

İmam Şafiî, yakıîn (kesin) olan mânâyı alarak başın asgarî miktarının meshini vâcib görür.

İm am Ebû Hanîfe ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın beyanını esas alır. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıyesini (başının ön kısmını) meshetmiş ve bunu, başın dörtte biri olarak takdir etmiştir.

İmam Mâlik ise, ihtiyaten başın tamamının meshini vacib görür.

"Ve ercüle'küm / ve ayaklarınızı" kelimesi, "vücûhe'küm / yüzlerinizi" kelimesine atıftır. (Binaenaleyh yüzleriniz kelimesinden önceki yıkama emri, ayaklar için de geçerlidir.)

Yaygın olan Sünnet, Sahabîlerin uygulaması, ictihad imamlarının ekseriyetinin görüşü bu nasb (üstün hareke ile, ercüle şeklinde okunması) kıraetini ve gerektirdiği yıkama hükmünü teyid eder.

"İle'l -kâ'beyn / topuklara kadar" tahdidi de bunu teyid eder. Çünkü meshetme için tahdit kullanılmaz. (Yani kelimenin ercüli şeklinde cerr ile okunması hâlinde kendisinden önceki başlarınız kelimesi üzerine atıf olur ve onun hükmü olan meshetme, ayaklar için de geçerli olur. Ancak topuklara kadar ifadesi, bu görüşe uygun düşmez; çünkü meshetme hakkında tahdit kullanılmaz.)

Bu kelime, civar (komşu) cerri (yani mânâ değişmeksizin, sadece selden mâkabknin harekesini alması) kabilinden "ercük'küm" olarak da okunmuştur. Bunun (civar cerri) benzeri Kur’ân'da çoktur. Cerr (ercük'küm) kıraetini benimseyenlere göre bunun faydası şudur:

Abdestte ayaklar yıkanırken su kullanımında iktisâd edilmeli ve meshe yakın bir şekilde yıkanmalıdır.

Ayaklar da, yıkama hükmüne tâbi olduğu halde âyette, yıkanan yüz ve ellerden sonra zikredilmeyip meshedilen baştan sonra zikredilmesı, abdestte azalar arasındaki sıranın (tertibin) faziletine işaret içindir.

B- "Eğer cünüb iseniz temizlenin (boy abdesti alın) ."

Büyük taharet (boy abdesti) emrinin, büyük abdestsızlik (cünüblük) şartına bağlanması, küçük taharet (abdest) emrinin de, küçük abdestsizlık şartına bağlı olduğuna işarettir.

C- "Hasta yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz ayakyolun (ğâkt)dan gelmişse, yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamış sanız temiz bir toprakla teyemmüm edin ; yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi onunla mesnedin."

Hastalıktan murad, su kullanılması halinde ağırlaşan veya ölüme sebep olmasından korkulan hastalıktır.

Bu âyet-i kerimenin mufassal tefsiri Nisa suresinde geçti; oraya müracaat edilsin. Burada tekrar edilmesi, herhalde taharetin bütün çeşitlerinin bir arada zikredilmesi içindir.

Ç- "Allah, size zorluk çıkarmak istemez, fakat sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz."

Allahü teâlâ, namaz için tahareti veya teyemmümü emretmekle,

size sıkıntı olacak bir şeyi yaptırmak istemez, fakat bununla sizi maddeten, ya da manen günahlardan tertemiz kılmak ister; çünkü abdest, günahlara kefarettir;

veya su ile mümkün olmadığı zaman toprakla temizlemek ister.

Hulâsa,  Allahü teâlâ taharet konusunda size hiçbir zorluk çıkarmak istemez. Su ile temizlenmek mümkün olmadığı zaman,

sizi toprakla temizlemek,

günahlarınıza keffaret olan bu temizliği teşri' buyurmakla, dinde size olan nimetini tamamlamak,

ya da azimetleri ile bahşettiği nimetlerini ruhsatları ile tamamlamak ister.

Umulur ki, O'nun nimetlerine şükredersiniz.

Bu âyet-i kertmenin latifelerinden biri de şudur:

Âyet, hepsi çift olan yedi tahareti içerir. Şöyle ki:

İki taharet:

Biri asıl (su ile olan).

Diğeri bedeldir (toprak ile olan).

Asıl olan da ikidir:

Bütün bedeni kaplayan (boy abdesti),

Bütün bedeni kaplamayan (namaz abdesti).

Bütün bedeni kaplamayan taharet de fiil itibariyle ikidir:

Biri yıkamak,

Diğeri meshetmek.

Mahal itibariyle taharet de ikidir:

Biri mahdut (sınırlı),

Diğeri gayr-ı mahdut (sınırsız).

Bedenin tamamını kaplayan ve kaplamayan taharetlerin vâsıtası da ikidir:

Biri mayi (su),

Diğeri kati (toprak).

İki tahareti gerektiren haller de ikidir:

Biri küçük abdestsizlik,

Diğeri büyük abdestsizlik (cünüblük).

Asıl (su) ile tahareti bırakıp bedele yönelmeyi mubah kılan hâl de ikidir: Biri hastalık, Diğeri yolculuk.

İki taharet için va'dedilen mükâfat da ikidir: Biri günahları temizlemek, Diğeri nimeti tamamlamak.

7

"Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve "işittik ve itaat ettik" dediğinizde Allah'ın sizden aldığı mis akını (kesin ahdini) hatırlayın ve Allah (a karşı sorumluluk)tan sakının. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekileri hakkıyla bilir."

A- "Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve "işittik ve itaat ettik" dediğinizde Allah'ın sizden aldığı mîsakını (kesin ahdini) hatırlayın."

Allahü teâlâ'nın,

- nimet sahibini hatırlatmak, nimetin şükrüne teşvik etmek için size ihsan buyurduğu İslâm dini nimetini,

- ve "işittik ve itaat ettik" dediğinizde Allah'ın (celle celâlühü) sizden aldığı mîsakını, kesin ahdini hatırlayın.

"İşittik ve itaat ettik / semiı'na ve eta'nâ" kaydının zîrkedilmesinın faydası, bu ahdi kabul ettiklerini, onu muhafaza edeceklerine dâir verdikleri sözü hatırlatarak bu ahde riayet etmelerinin zorunluğunu tekid içindir.

Bu mis âk, Müslümanlar, iyi ve kötü hallerinde, sevinçli ve kederli zamanlarında bağlı kalmak üzere Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat ettikleri zaman, Allahü teâlâ'nın onlardan aldığı kesin sözdür.

Diğer bir görüşe göre ise bu misâk, Akabe gecesinde ve Bîât-ı Rıdvan'da vakıî olan misâktir.10

mâide sûresi 5/7

mâide sûresi 5/8

Söz konusu bîat, Peygamber Efeden sâdır olduğu halde Allahü teâlâ'ya izafe edilmiştir. Çünkü bunun mercii Cenab-ı Allah'tır. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyurulur:

"Şüphesiz sana bîat edenler, ancak Allah'a bîat etmişlerdir." (Fetih 48/10)

Tabiînden Mücâhid diyor ki:

"Bu misâk, Allahü teâlâ, kullarını Âdem'in sulbünden çıkardığı zaman onlardan aldığı mis âktır."

B- "Ve Allah'tan sakının "

Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerini unutmak ve misâkını bozmak hususlarında ya da bütün yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda Allah'tan (celle celâlühü) sakının.

C- "Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekileri bilir."

Cenab-ı Allah, kalbi erde gizlenen bütün sırları bilir. Binaenaleyh onların da karşılığını verecektir. Şu halde açık amelleri nasıl karşılıksız bırakır ?

Bu cümle, makabli için bir zeyl olup takva emrinin illetini beyan eder. Burada zamir makamında ısm-i celilin (Allah'ın) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, hükmün illetini belirtmek ve cümlenin istiklâlini takviye etmek içindir.

8

"Ey îmân edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kızgınlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Âdil olun; bu takvaya daha yakındır. Allah (a karşı sorumluluk) tan sakının. Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

A- "Ey îmân edenler ! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhidlik eden kimseler olun."

Allah'ın emirlerini hakkıyla ifa eden, onlara tamamıylc uyan, onları tazım eden, haklarını gözeten ve adaletle şâhidlik eden kimseler olun.

B- "Bir topluluğa olan kızgınlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin."

Bir topluluğa duyduğunuz şiddetti öfke:

- sizi onlar hakkında yalan şahadete,

- savaşta öldürdüklerinizin kulak, burun gibi uzuvlarını kesmeye,

- onlara sövmeye,

- kadın ve çocukları öldürmeye,

- ahdi bozmaya

- ve aşırı düşmanlıkla diğer helâl olmayan şeyleri yapmaya sevketmesin.

C- "Âdil olun (İı'dilû); bu takvaya daha yakındır ."

Adaletti olmak, emrolunduğunuz takvaya daha yakındır. Allahü teâlâ, bundan önce mü'minleri zulümden men'etmiş ve onun nefsin arzusu olduğunu belirtmişti. Bu cümlede de sarahaten adaleti emir ve bunun takvanın gereği olduğunu beyan buyurmaktadır. İmdi, kâfirler hakkında adalet böyle olmak gerekiyorsa, Müslümanlar hakkında nasıl olmalıdır; düşünülsün.

Ç- "Allah (a karşı sorumluluk)tan sakının."

Cenab-ı Allah'ın, adaletin, takvaya daha yalan olduğunu beyandan sonra takvayı emretmesi, onun her işin direği olduğuna dikkat çekmek içindir.

D- "Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır ."

Cenab-ı Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır ve onların karşılığını size verecektir. Bu hükmün tekrar edilmesi,

ya sebebin değişik olmasındandır; nitekim rivâyete göre birincisi, müşrikler; bu ise, Yahudiler hakkında nazil olmuştur;

ya da adalete fazla ihtimam gösterilmesi ve öfkeyi, bastırmada mübalağa edilmesi içindir.

Âyetin bu cümlesi, makablinin illetini belirtir.

Ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, daha önce defalarca belirtilen sebepten dolayıdır.

9

"İman edenlere ve sâlih amel işleyenlere Allah şunu va'detmiştir :

Onlar için bağışlama (mağfiret) ve büyük mükâfat vardır ."

Bundan önceki cümle mefhum itibariyle va'd ile vaîdi akla getirdiğinden, onun arkasından, Allah'a itaat edenlere mükâfat ve itaati ihlal edenlere de ceza va'di zikredilmiş oldu.

10

"İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince ; işte onlar cehennem ashabıdı ."

İman edip adalet ve takva doğrultusunda saklı amel işleyenlere Allahü teâlâ mağfiret ve ecr-i azıîm va'detmiştir.

İnkâr edip Allah'ın âyetlerini yalanlayanlara gelince; onlar cehennemi yaranı olup ebediyen oradan çıkamayacaklardır.

Kur’ân-ı Kerim'in yüce kaidelerinden biri de:

va'd ile vaîdin,

terğib (teşvik) ile terhîbin (uyarmamn, korkutmanın),

bir arada çift olarak zikredilmeleridir.

Bu, müjdelemek ve uyarmak suretiyle davet hakkının ifası içindir.

11

"Ey îmân edenler! Allah'ın size olan nimetini arım. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah (a karşı sorumluluk)tan sakının ve mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler."

A- "Ey îmân edenle ! Allah'ın size olan nimetini anın."

Bundan önce hayra, İslâm'a bağlanmak nimetine erme hatırlatılmıştı, şimdi burada da serden kurtarılmak nimeti hatırlatılmaktadır.

B- "Hani bîr topluluk, size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti."

Düşmanınız olan bir topluluk, öldürmek, yok etmek için size el uzatmaya yeltenmişti de, Allahü teâlâ, inÂyetine en çok muhtaç olduğunuz bu sırada onların ellerini sizden çekmişti. Onlar el uzatmaya yeltenmişler, fakat gerçekleştirememişlerdi.

Bu ilâhî nimetin büyüklüğüne delâlet eder. Çünkü korku ve rahatsızlık duymak zararı bile onlara bulaşmamıştı. Ama el uzatma olduktan sonra engelleme bile çoğu kez korku ve rahatsızlık duyulur.

Rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yedinci savaşı olan Zatü'rrika ve Zienmar seferinde Us fan denilen yerde Ashabı ile beraber öğle namazını kılarken müşrikler, uzaktan onları seyrettiler ve namazda onlara çullanmadıklarına pişman oldular. Sonra kendi aralarında, ikindi namazını kastederek:

"- Bu namazdan sonra onların, babalarından ve oğullarından daha çok sevdikleri bir namazları daha var" dediler ve Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ashabı, İkindi namazına kalktıklarında saldırmaya karar verdiler ; ancak Cenab-ı Allah, korku namazı âyetini indirerek onların bu hilelerini bertaraf etti.

. {Daha önce korku namazı ile ilgili âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, korku namazında düşmana karşı tedbir elden bırakılmaz; cemaat iki kısma ayrılır; bir kısmı düşman karşısında bekler.}

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyette işaret edilen hadise şudur:

Rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında Ebubekir (radıyallahü anh) Ömer (radıyallahü anh) ve Ali olduğu halde Benî Kureyza Yurduna giderek, Ashab'tan Amr b. Ümeyye el-Damrî'nin, müşrik sanıp yanlışlıkla öldürdüğü iki Müslümanın diyeti için onlardan ödünç para istedi. Yahudiler:

"- Olur ya Ebe'l-Kasım! Buyur, otur; önce bir yemek yiyin; sonra da istediğini verelim!" dediler. Fakat suikast düşünmeye başladılar. Nihayet Amr b. Cihaş adındaki Yahudi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in üstüne yuvarlamak için büyük bir değirmen taşma yöneldi. Fakat o anda Allahü teâlâ'nın kudretiyle eli tutuldu ve Cebrâîl (aleyhisselâm) inip bunu haber verdi. Peygamber de hemen o mekândan dışarı çıktı.

Başka bir görüşe göre ise, bu âyet, şu hadiseye işaret eder:

Rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir seferde bir yerde konaklamış, Ashab da, gölgelik bir yer bulmak için çalılıklar arasına dağılmışlardı. Bu arada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir ağaç altına uzandı. Kılıcını da o ağacın dallarından birine asmıştı. Ama bir bedevi gizlice onu gözetlemekteydi. O, dalar dalmaz sessizce gelip kılıcı aldı ve başına dikilip sordu:

"- Ya Muhammed! Şimdi seni benden kim koruyacak? "

"- Allah!" dedi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)

Ve adam vurmak için kılıcı kaldırmıştı ki o anda şiddetli bir yumruk yemiş gibi birdenbire yere düştü ; elindeki kılıç da fırlayıp uçtu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) düsen kılıcı hemen aldı ve:

"- Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye sordu.

Gavres:

"- Hiç kimse!.." diyebildi.

Bilahare bu adanı Müslüman oldu.11

C- "Ve Allah (a karşı sorumluluk)tan sakının."

Bu cümle, "Allah'ın size olan nimetini anın / Uzkürû niı'mete-ilâhi a'leyküm" cümlesine atıftır. Yani Cenab-ı Allah'ın nimetinin hukukuna riâyet ederek O'ndan sakının ve nimetinin şükrünü ihlâl etmeyin. Yaptığınız ve yapmadığınız bütün işlerde Allah (celle celâlühü) tan sakının.

Ç- "Ve mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler."

Mü'ninler, ne ferden ne de toplum olarak Cenab-ı Allah'tan başkasına tevekkül etmesinler. Sadece O'na tevekkül etsinler. Çünkü Allah (celle celâlühü), hayra ulaştırmak ve şerri defetmek için onlara yeterlidir.

Bu cümle, makabli için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir.

"Yetevekkel / tevekkül etsin " şekline gaaib emir kipinin tercih ve mü'mınlere isnad edilmesi, tevekkülü muhatablara istidlal yoluyla vâcib kılmak içindir. Bir de, bu gaaib emir bize,

mü'minlerin daha önce hitab halinde vasıflandırıldıkları îmânın,

emrolundukları tevekkül ve takvanın sebebi olduğunu bildirir;

ayni zamanda tevekkül ve takvayı ihlalden men eder.

Zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini beyan etmek ve zeyl cümlesinin istiklalini takviye etmek içindir.

12

"Andolsun ki Allah, İsrâioğullarından mîsak (kesin söz) almıştı. İçlerinden on iki nakib seçmiştik. Ve Allah şöyle buyurmuştu:

"- Ben muhakkak sizinle beraberim. Eğer Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Peygamberlerime îmân eder, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz günahlarınızı mutlaka örter ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse dümdüz bir yolda sapmış olur."

A- "Andolsun ki Allah, Isrâiloğullarından mîsak (kesin söz) almıştı ."

Bu istinafî kelâm, Isrâiloğullarının hıyanetleri, verdikleri sözden caymak, kesin ahdi bozmak gibi hataları ile bu yüzden uğradıkları sıkıntıları ihtiva eder. Bunun zikrinden amaç, mü'minlerin;

Allahü teâlâ'nın nimetlerini her zaman hatırlamalarını,

kendilerinden aldığı ahde riayet etmelerini sağlamak,

ve onları ahdi bozmaktan sakmdırmaktır.

Eğer bundan önceki âyet, zikredilen rivâyette anlatıldığı gibi, Benî Kureyza'nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e yapmayı düşündükleri suikasta işaret ediyorsa, bu kelâm, ahde vefasızlık ve hiyanetin Yahudilerin eski bir âdeti olup seleflerinden kendilerine miras kaldığını belirtmek suretiyle konuya açıklama getirmek amacına yöneliktir.

Burada da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, misâkı ağırlaştırmak, nakz-ı mîsakın korkunçluğuna işaret etmek ve istinaf cümlesinin gereği olan makablinden bağımsızlık durumunu gözetmek içindir.

B- "İçlerinden on iki nakıîb seçmiştik"

Burada "bea'sna / seçtik" buyrulmak suretiyle fiil kipinde "Biz" haline geçilmesi;

ya ifadede azamet ve ululuk belirtmek,

ya da nakîblerin seçilmesi, Mûsâ (aleyhisselâm) vasıtasıyla gerçekleştiği içindir.

"Nakıîb" kelimesi, "nekabe-" araştırmak, incelemek, teftiş etmek" ten müştaktır ve müfettiş, reis, müdür demektir. Nitekim Kaf (50) sûresinin 36. âyetinde:

"Fenakkabû fı'l-bılâdi / memleketleri araştırmışlar" cümlesinde teftiş anlamında kullanılır.

Rivâyet olunduğuna göre Allahü teâlâ Fir’avun’un helakinin ardından İsrâiloğullarına Şam topraklarında bulunan Eriha'ya gitmelerini emretti. O zamanlar orada Ken'anlı Cebabire (Amalika'nın zorba kavimleri) oturuyorlardı. Allahü teâlâ, Mûsâ (aleyhisselâm) vâsıtasiyle İsrâiloğullarına:

"- Ben o toprakları yurt ve vatan olarak size yazdım (İnnî ketebtüha leküm daran ve kararan); siz artık oraya çıkın (fahrucû ileyha) ve o topraklarda bulunanlara karşı savasın (ve câhidû men fîha); şüphesiz Ben size yardım edeceğim (ve innî nâsıiruküm)" buyurdu.

Ve Allah (celle celâlühü), Mûsa'ya emirlerine bağlı kalmalarını sağlamak için Isrâiloğullarının her sıbtından, onlara kefil olacak emin bir nakib seçmesini emretti. Mûsâ (aleyhisselâm) da, onlardan nakîbler seçti. Isrâiloğullarından mîsak aldı ve nakîbleri de kefil gösterdi. Sonra onları alıp yola çıktı. Nihayet Mûsâ İsrâiloğulları ile birlikte Ken'an bölgesine yaklaşınca, düşman hakkında istıhbarî bilgi toplamak için nakîbleri düşman toprağına gönderdi. Onlar da düşman topraklarında çok iriyarı, güçlü kuvvetli insanlar gördüler ve korkuya kapılarak geri döndüler. Gördüklerini de kendi kavimlerine anlattılar. Oysa Mûsâ (aleyhisselâm), bunu yasaklamıştı. Böylece mîsakı bozmuş oldular. Yalnız Yahûzâ Sıbtının nakîbi Kâleb b. Yukna ile Efrayım b. Yusuf el-Sıddîk Söâ Sıbtımn nakîbi Yûşa b. Nûn, iltisaklarını bozmadılar.

C- "Ve Allah şöyle buyurmuştu:"- Ben muhakkak sizinle beraberim ."

Allahü teâlâ, o zaman yalnız İsrâiloğullarına hitab etti. Çünkü teşvik ve uyarıya muhtaç olan onlardı. Nitekim âyetteki iltifat da bunu gösterir.

İsm-i celılin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve bu kelâmın zımnen ifade ettiği va'di tekid etmek içindir.

Cenab-ı Allah onlara dedi ki:

"- Ben şüphesiz, yalnız nusretimle değil, fakat ilmim ve kudretimle de sizinle beraberim. Sizin sözlerinizi işitirim; yaptıklarınızı görürüm ve kalblerinizdeki sırları da bilirim; onun için hepsinin karşılığını size vereceğim."

Diğer bir görüşe göre, Allahü teâlâ'nın Isrâiloğullarından aldığı mis âk, îmân ve tevhid mis âkı dır ve nakîblerden de maksat, İsrâiloğullarının hallerini gözeten, emirler, yasaklar ve adaleti sağlamak suretiyle onları yöneten İsrail hükümdarlarıdır. Âyetin bundan sonraki bölümüne en münasip düşen mânâ da budur.

Ç- "Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı, verir, Peygamberlerime îmân eder, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz günahlarınızı mutlaka örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım."

Burada peygamberlerden maksad, bütün peygamberlerdir. Namaz kılmak ve zekât vermek, îmâna terettüp eden fer'î ameller oldukları halde âyette îmân, onlardan sonra zikredilmiştir. Çünkü onlar, bazı Peygamberleri tekzib ettikleri halde namaz ve zekâtın vücûbunu kabul ediyorlardı.

Bir de, Peygamberlere îmân ile onları desteklemenin bir arada ifadesi için îmân onlardan sonra zikredilmiştir.

"Ta'zîr" kelimesinin asıl mânâsı, savunmaktır.

Bir görüşe göre de, tazim ve hayır ile anmaktır.

Allahü teâlâ için güzel borç (karz-ı hasen) vermek, hiçbir dünyevî menfaat gözetmeksizin hayır yolunda harcamalarda bulunmaktır.

D- "Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse dümdüz bir yolda sapmış olur."

Kesin olarak îmânı gerektiren o büyük va'de bağlanmış tekıdli şarttan sonra sizden kim, Peygamberlerimi veya şart cümlesi içinde sayılanlardan birini inkâr ederse, o apaçık ve dümdüz bir yolda sapmış, asla özür kabul etnıeyen fahiş bir hataya düşmüş olur. Ondan önce inkâr edenler ise böyle değildir; çünkü onların şüphesi olabilir ve özürleri vehmedilebilir.

Küfürden maksad, îmândan sonra küfrü ihdas etmek (Müslüman iken kâfir olmak) değil, fakat kâfir olanın küfrü sürdürmesi anlamını da kapsayan genel bir mânâdır. Yani ondan sonra sizden kim, küfür vasfını taşırsa...

Şu var ki, âyetin, ycni bir küfre delâlet eden ifadesinden, onların küfürde ileri gitmeleri halinin kasdedıldiği anlaşılmaktadır. Zira bir vasfı tamamen ortadan kaldırmayı gerektiren bir durum hasıl olduktan sonra o vasfı taşımak, her ne kadar eskiyi sürdürmek ise de, isim olarak yeni bir fiil ve taze bir iştir.

13

"Onlar mîsaklarını nakzettiler; Biz de onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini tahrif ederler. Kendilerine verilen öğütlerden nasib almayı unuttular. İçlerinden pek azı müstesna sen onların hep hıyanetine muttali olursun. Bununla beraber sen yine de onları affet, vazgeç. Şüphesiz Allah, Muhsin (iyilik eden)leri sever."

A- "Onlar misaklarını nakzettiler ; Biz de onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık."

Ahidlerini bozmaları yüzündendir ki, onları rahmetimizden kovduk, uzaklaştırdık.

Yahut onları meshederek suretlerini maymunlara ve domuzlara çevirdik. Yahut onları, kendilerini cizyeye bağlamak suretiyle zelîl ettik.'2

Onların kalblerini, âyetlerin ve uyarıların tesir etmediği kaskatı bir hale getirdik.

Başka bir görüşe göre de Biz, onların hak ettikleri cezaları hemen göndermedik; kendilerine mühlet verdik; nihayet onların kalbleri katılaştı.

Yahut onları ilâhî lütuflardan mahrum kıldık; nihayet kalbleri bu hale geldi.

B- "Onlar kelimelerin yerlerini tahrif ederler."

Bu istinaf cümlesi, onların kalblerinin ne kadar kaulaştığını gösterir. Zira Allahü teâlâ'nın kelâmını değiştirecek ve O'na iftira etmek cüretini gösterecek kadar büyük bir kalb katdığı mertebesi yoktur.

"Yuharrifûne / tahrif ederler" şeklinde muzarî (geniş zaman) kipi kullanılmış olması tahrifin devam ettiğine, yenilendiğine, sürekli hale geldiğine delâlet eder.

C- "Kendilerine verilen öğütlerden nasib almayı unuttular."

Kendilerine verilen öğütleri ve öğretilen Tevrat hükümlerini ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymaları gereğini unuttular.

Diğer bir görüşe göre de, Tevrat'ı tahrif ettikleri için Tevrat'tan bazı kısımlar hafızalarindandan silindi.

İbni Mes'ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"Bazen kişi, günahları (ma'siyeti) sebebiyle ilminin bir kısmını unutur." demiş ve bu âyeti okumuştur.

Ç- "İçlerinden pek azı müstesna sen onların hep hıyanetine muttali olursun."

Vefasızlık ve hiyanet, onların ve seleflerinin, terk edemedikleri ve gizleyemedikleri devamlı bir davranış biçimidir. Bunun içindir ki, sen her zaman bunu onlarda müşahede edersin.

İstisnadan murad, Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi onlardan îmân edenlerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, istisna, kişilere değil, fakat fiillere mütealliktir. Bunun anlamı şudur:

Onların pek az fiilleri müstesna, hep hainliklerini görürsün.

D- "Bununla beraber sen yine de onları affet, vazgeç."

Eğer onlar tevbe ve îmân ederlerse veya sizinle muahede yapıp cizye vermeyi kabul ederlerse, yine de sen onları, affet ve aldırış etme.

Diğer bir görüşe göre ise, burada tevbe ve îmân şartı olmayıp emir mutlaktır ve bu hüküm, kılıç âyeti ile (Tevbe 9/5) nesholunmuştur (mutlakun nüsiha bıâyeti's-seyfi).

E- "Şüphesiz Allah, muhsin (iyilik eden)leri sever."

Bu, affetme ve vazgeçme emrinin illetini beyan, emre uymayı teşvik eder ve dikkatleri mutlak affın ihsan (iyilik)babinden olduğuna çeker.

14

"Biz Hıristiyanız" diyenlerden de mîsaklarını almıştık. Onlar da kendilerine verilen öğütten nasib almayı unuttular. Biz de kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Allah, yaptıklarını yalanda kendilerine haber verecektir."

A- "Biz Hıristiyanız" diyenlerden de mîsaklarını almıştık."

Yahudilerden sonra burada da Hıristiyanların çirkin hareket ve hıyanetleri beyan ediliyor.

"Mîsakahüm" kelimesindeki "hum / onlar" zamiri, İsrâiloğullarına da râci olabilir. Şöyle ki:

"Allah'a ve Peygamberlere inanmak ve bu îmâna bağlı olarak hayır isler yapmak hususunda İsrâiloğullarından aldığımız misâkın bir benzerini de Hıristiyanlardan aldık."

Dikkat edilirse "Hıristiyanlardan da mîsaklarını aldık" denmiyor; Hıristiyan olma vasfı kendi beyanları ile kendilerine nisbet ediliyor. Bu onların,

"Biz, Allah'ın ensarı (yardımcıları)yız" şeklindeki sözlerinin,

doğruluktan çok uzak ve uydurma olduğunu,

Allahü teâlâ'ya yardımla ilgisi bulunmadığını,

onların sözleri ile fiilleri arasında açık bir tezat bulunduğunu ortaya koymak içindir. Çünkü onların, Allahü teâlâ'ya yardım iddiası Allah'a (celle celâlühü) itaatte sebatı ve mîsaka riayeti gerektirir.

B- "Onlar da kendilerine verilen öğütten nasib almayı unuttular."

Hıristiyan olduklarını söyleyenler de, kendilerinden mîsak alındıktan hemen sonra, hiç zaman geçirmeden,

Allahü teâlâ'ya îmânı;

- diğer konularda kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular.

Diğer bir görüşe göre, onların unuttukları, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e îmâna ilişkin İncil'de yazılmış olanlardı.

İşte onlar, bunu arkalarına attılar ve nefsanî arzularına uydular; sonra da, şeytanın yardımcıları olarak Nestûrîler, Yakubîler ve Melkânîler gibi çeşitli fırkalara ayrıldılar.

C- "Biz de kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."

Onlar çeşitli fırkalara bölünmelerine sebep olan nefsanî arzularının ve bâtıl fikirlerinin gereği olarak, kıyamete kadar birbirlerine düşmanlık ve kin besleyeceklerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, "beynehüm" kelimesindeki "hüm/ onlar" zamiri, Yahudilerle Fiıristiyanlar içindir. Yani Biz kıyamete kadar Yahudilerle Hıristiyanlar arasına düşmanlık ve kin saldık.

Ç- "Allah, yaptıklarım yakında kendilerine haber verecektir."

Bu kelâm, ceza ve azabın şiddetli bir va'didir. Tıpkı bir kimsenin, ceza va'dettiği biri için "yaptığını yakında sana haber vereceğim" demesi gibi. Yani Allah (celle celâlühü), onların,

- misâkı bozmak,

- kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unutmak gibi sürekli yaptıklarının cezasını verecektir.

Burada da ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, ceza va'dıni ağırlaştırmak, mehabeti arttırmak ve kalblere korku salmak içindir.

Cezalandırmak yerine yaptıklarını haber vermek ifadesinin tercihi, onların, işlediklerinin hakikatini ve azabı mûcib olduğunu bilmediklerine dikkat çekmek içindir,

15

"Ey Ehl-i Kitab! Resulümüz size geldi. Kıtab'tan gizlemekte olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklıyor; bir çoklarından da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir Kitab geldi."

A- "Ey Ehl-i Kitab! Resulümüz size geldi. Kitab'tan gizlemekte olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklıyor."

Yahudilerin ve Hıristiyanların hiyanet ve çirkin hareketleri açıklandıktan sonra şimdi burada, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Kur’ân'a îmâna davet ediliyorlar. Zira burada kitab, cins ifade eder. Bu itibarla hem Tevrat, hem de İncil'e şâmildir.

Burada Yahudiler ile Hıristiyanların, Ehl-i Kitab unvanı ile zikredilmeleri, bu kelâmın Kitab ile alakalı olmasından dolayıdır. Bir de, onları şiddetle zemmetmek içindir. Çünkü Ehl-i kitab olmak,

Kitabin içindeki hükümleri anlayıp benimsemeyi,

onlara riayeti,

gereğince amel etmeyi gerektirir.

Oysa onlar onun içindekileri bile bile ketm ve tahrif ettiler.

"Rasûlüna / Resulümüz" kelimesinde yapılan izafe, teşrif ve ona uymanın zorunlu olduğunu bildirmek içindir. (Çünkü Allah'ın Resulü olması, bunu gerektirir.)

B- "Bir çoklarından da geçiyor."

Resulümüz, sizi fazla rezil ve rüsvay olmaktan korumak için, dinî bir zorunluluk olmadıkça, sizin gizlediğiniz şeylerin çoğunu da açıklamıyor.

Affetme kelimesinin kullanılması da zımnen bunu ifade eder.

Bu kelâm, terğıib (rağbet etme) ve terhib (korkutma) olarak, onların bu hakikatleri gizlememeleri için teşvik anlamını taşır.

Diğer bir görüşe göre bu beyan "sizin bir çok suçlarınızı affediyor ve onlardan dolayı sizi muahaze etmiyor" anlamına gelir.

C- "Gerçekten size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir Kitab geldi."

Nûr ve apaçık Kitab'tan murad Kur’ân-ı Kerim'dır. Zira Kur’ân, şirk ve şüphe karanlıklarını aydınlatmış, insanlardan gizli olan hakkı ve apaçık icazı ortaya koymuştur.

İkisi, farklı şeylermiş gibi "apaçık Kitab'ln, mira atfedilmiş olması, unvan farklılığının zatî farklılık gibi mülâhaza edilmiş olmasındandır.

Diğer bir görüşe göre, nurdan murad Resûlüllah'tır apaçık Kitab'tan murad da Kur’ân'dır.

16

"Allah, rızasına uyan (tabî olan)ları o Kitab'la selâmet yoluna hidâyet eder. Onları izniyle karanlıklar (zulümat)dan nura çıkarır ve onları tarık-u müstakıîme hidâyet eder."

A- "Allah, rızasına uyan (tabî olan)ları o Kitab'la selâmet yoluna hidâyet eder."

Burada ısm-i celilin zahir olarak zikredilmesi, hidâyete son derece ehemmiyet verildiğini zımnen belirtmek içindir.

Cenab-ı Allah, kendisine îmân etmekle rızasını gözetenleri ceza ve azabtan selamet bulma ya da şeriat yollarına sevkeder.

B- "Onları izniyle karanlıklar."

Yüce Rabbimiz, hidâyete erdirdiği kimseleri, kendi tevfıkı ve iradesiyle, çeşitli küfür ve dalâletin karanlıklarından îman nuruna çıkarır.

C- "Ve onları tariku müstakıîme hidâyet eder."

Sırat-ı müstakîm (dosdoğru yol), Allahü teâlâ'ya en yakın olan ve mutlaka O'na ulaşan yoldur. Bu hidâyegmezkûr selâmet yollarına olan hidâyetin kendisidir. İkisi farklı şeylermiş gibi bunun ona atfedilmiş olması, vasfı olan farklılığın zatî farklılık gibi mülahaza edilmiş olmasından dolayıdır.

Hûd (11) sûresinin 58. âyetindeki atıf da bu kabildendir.

17

"Andolsun ki "Allah, Meryem oğlu İsâ Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. (Resûlüm) de ki:

"- Allah, Meryem oğlu İsâ Mesih'i ve annesini ve bütün arzı helâk etmek dilese lam O'na karşı bir şeye mâlik olabilir?"

Göklerin ve yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkü Allah indir. Allah, dilediğini halkeder. Allah, her şeye kaadırdır."

A- "Andolsun ki "Allah, Meryem oğlu İsâ Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır."

Bunu söyleyen, Yakûbî Hıristiyanlardır. Onlara göre, Allahü teâlâ, bazen belli bir insanın bedenine veya ruhuna hulul eder (geçer).

Diğer bir görüşe göre ise, hiçbir Hıristiyan bunu sarahatle söylememiştir. Fakat Hıristiyanlar, Allahü teâlâ'nın mevcud olduğuna îmân ettikleri halde onun Allah'ın (celle celâlühü) özel sıfatlarını taşıdığına inanmakla, İsa'nın (aleyhisselâm), Allah'tan (celle celâlühü) başka bir şey olmadığını zımnen söylemiş oluyorlar.

Bir diğer görüşe göre ise, Hıristiyanlar,

İsa'da (aleyhisselâm) Lâhûtî bir mahiyet olduğunu iddia etmekle,

öte yandan da "bir tek İlâhtan başka ilâh yoktur" demekle, zımnen Allah'ın, Mesîh'in kendisi olduğunu söylemiş oluyorlar.

İşte onların bu cehaletini ortaya koymak ve yanlış inançlarını ifşa etmek için sözleri kendilerine nisbet edilmiştir.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah, Meryem oğlu İsâ Mesih'i ve annesini ve bütün arzı helâk etmek dilese kim O'na karşı bir şeye mâlik olabilir."

"- Ey Resûlüm! Onları susturmak, fâsid sözlerinin ne kadar bâtıl olduğunu açıklamak için kendilerine inkâr ve kınama sorusu kabilinden de ki:

Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibi ise, Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek dilese, kim O'nun kudret ve iradesine engel olabilir?"

Oysa ilâh olduğu iddia edilen varlık, başka bir kudret, helakini irade ettiği zaman, onu def etmekten âciz kalıyorsa onun ilâh olması mümkün değildir.

İsa'nın (aleyhisselâm) aczi apaçık ortada iken, Hıristiyanların, onun hakkında uydurdukları ile hiç ilgisi olmadığı anlaşılır.

Buradaki helakten maksad, öfke ve gazab yoluyla değil, fakat mutlak olarak öldürmek ve yok etmektir.

Zamir makamında Meryem oğlu İsâ Mesîh isminin zahir olarak zikredilmesi, fazla izahat vermek ve İsa'nın Mesîh (hastalara şifa veren, mübarek) olması cihetiyle de Allahü teâlâ'nın kaahir kudreti ve hâkimiyeti altında olduğunu sarahatle belirtmek içindir.

Mâlikiyet, yalnız Mesih'ten nefyedilmelde, onun ülûhiyetini iddia edenlerin ilzam ve iskâtı mümkü iken, bu mâlıkıyetin inkârı istifham yoluyla herkesten neiyedılmesı,

hakkı tam olarak tesbit,

bunun zımnında matlûbu istidlali yoldan isbat içindir.

Çünkü ülûhiyeti imkânsız kılan mâlikiyetsizlik, yeryüzündeki bütün varlıklar için söz konusu olunca Mesîh için de daha kuvvetle anlaşılmış olur. Böylece Mesîh İn ülû niyetinin imkânsızlığı daha da belirginleşmiş olur.

Helâk, yalnız Mesîh için söylenmiş "Allah, Meryem oğlu Mesih'i helâk etmek dilese kim O'na karşı bir şeye mâlik olabilir?" denmiş olması halinde de matlûbun husulü mümkün iken, helakin hepsine tamim edilmesi,

bütün varlıkların Allahü teâlâ'nın kaahir kudreti ve hâkimiyeti altında olduğunu,

hiç kimsenin değil başkasına, kendisine gelecek bir şeyi bile defe muktedir olmadığını açıkça belirtmek,

bu konudaki tam aczi izhar etmek ve şu gerçeği bildirmek içindir:

Mesîh, aczde ve adem-i ülûhiyetde bütün mahlûkat için bir örnek olduğu gibi, helake uğramakla da bir örnektir.

Mesih'in annesi Meryem'in, yeryüzündekilere dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, Mesih'in aczini ziyadesiyle pekiştirmek içindir.

Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- De ki, Allahü teâlâ, Mesîh'i, annesini ve yeryüzündekileri helâk etmek dilese, O'na kim karşı çıkabilir ve O'na kim engel olabilir? Nitekim Mesîh'in annesini helâk etti; kimse ona engel olabildi mi? İşte diğer varlıkların hak de böyledir."

C- "Göklerin ve yerin ve bu ikisi arasindakilerin mülkü Allah'ındır."

Bundan maksad, yalnız yeryüzü ile Ayın bulunuduğu felek (gök tabakası) arasında kalan varlıklar değil fakat bu iki cismanî âlemin iki cihetinde (yukarıda ve aşağıda) bulunan her şeydir. Binaenaleyh göklerdeki meleklerle toprağın ve suyun derinliklerinde bulunan mahlûkat da buna dahildir.

Bundan önce yeryüzündekilerin, Allahü teâlâ'nın kaahir kudreti ve hâkimiyeti altında olduğuna işaret edilmişti. Şimdi burada da bütün kâinattakilerin Allahü teâlâ'nın kaahir kudreti ve hükümranlığı altında olduğu sarahatle belirtiliyor. Yani bütün mevcudatın mâhkiyeti,

icad (yoktan var etme),

idam (yok etme),

ihya (can ve hayât verme),

imate (öldürme),

itibariyle mutlak tasarruf yalnız Allah'ındır Ne müstakiller), ne de müştereken başkasına ait değildir. Böylece ülûhiyet,

hem Allah L'ealâ'dan başkasından nefy;

hem de yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis ve isbat edilmiş oluyor.

Ç- "Allah, dilediğini halkeder."

Bu istinaf cümlesi, Hıristiyanların,

İsâ Mesîh'in (aleyhisselâm) babasız doğması,

kus yaratması (çamurdan yaptığı bir kuş suretine ruh üfürmesi),

ölülere hayât vermesi,

anadan doğma körü ve alacakyı iyileştirmesi sebebiyle onun hakkında düştükleri şüpheyi tamamen giderecek şekilde mâlıkıyetin ve ülûhiyetin hükümlerini açıklar. Allahü teâlâ, yaratmanın ve icadın çeşitlerinden hangisini dilerse, onu gerçekleştirir:

Bazen göklerin ve yerin yaratılmasında olduğu gibi bir asıl olmaksızın yaratır.

Bazen göklerle yer arasındakilerde olduğu gibi bir asıldan yaratır.

Bazen Âdem (aleyhisselâm) ile birçok hayvanlarda olduğu gibi kendi cinsinden olan veya olmayan bir asıldan yaratır.

Bazen Havva'nın (aleyhisselâm) yaratılmasında olduğu gibi yalnız erkekten yaratır,

Bazen İsâ (aleyhisselâm) da olduğu gibi yalnız bir kadından yaratır.

Bazen diğer insanların yaratılmasında olduğu gibi bir erkekle kadından yaratır.

Bazen diğer mahlûkatın yaratılmasında olduğu gibi bir şey vâsıta olmaksızın yaratır.

Bazen mucize olarak İsa'nın (aleyhisselâm) eliyle kuşun yaratılması, ölülere hayât verilmesi, anadan doğma körün ve alacalının iyileştirilmesi ve benzerlerinde olduğu gibi başka bir mahlûk vâsitasiyle yaratır.

Binaenaleyh bütün bunların, vâsıta olan mahlûka değil, fakat yalnız Allahü teâlâ'ya nisbet edilmesi lâzımdır.

D- "Allah, her şeye kaadirdı."

Bu cümle, bir zeyl olup makablinin mefhumunu açıklar.

İsm-i celilin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini zımnen belirtmek (yani Allah olması, her şeye muktedir olmasını gerektirir) ve cümlenin istiklâlini takviye etmek içindir.

18

"Yahudiler ve Hıristiyanlar:

"- Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler.

(Resûlüm) de ki:

"- O halde niçin günahlarınızdan dolayı Allah, size azab ediyor?"

Hayır; siz ancak Ö'nun yarattıklarından birer beşersiniz. O, dilediğini bağışlar (mağfiret eder), dilediğine de azab eder. Göklerin ve yerin ve bu ıkısı arasındakılerin mülkü Allah'ındır. Dönüş O'nadır."

A- "Yahudiler ve Hıristiyanlar :

"- Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz " dediler."

Burada, her iki fırkanın ortak iddiası dile getirilmekte ve bu iddianın da onların diğer söz ve davranışları gibi tamamen bâtıl ve hilâf-ı hakikat olduğu sarahatle ortaya konmaktadır.

Yahudiler:

"- Biz, Allah'ın oğlu Uzeyr'in taraftarlarıyız" dediler. Hıristiyanlar da:

"- Biz, Allah'ın oğlu Mesih'in taraftarlarıyız" dediler.

Nitekim Ebû Hubeyb Abdullah b. Zübeyr taraftarları için Hubeybîler denmiştir. Ve nitekim hükümdarların akrabaları da, iftihar ederken "biz hükümdarlarız" derler.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yahudilerden bir cemaati İslâm dinine davet etti (Inne'n-nebiyyi a'leyhi's-salâtü ve's-selâmü deâ' cemaa'te mine'l-yahûdi ilâ dini'l-islâmi) ve onları Allahü teâlâ'nın azabı ile korkuttu (ve havvefehüm biıi'kabi-llâhi tea'lâ).

Şöyle dediler (Fekaalû):

"- Sen bizi onunla nasıl korkutursun (Keyfe tehavvefüna bihi)? Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz (ve nahnu ebnâü-llâhü ve ehııbbâüh)" dediler.

Diğer bir görüşe göre ise, Hıristiyanlar, İncil'de, Mesih'in, kendilerine:

"Şüphesiz, ben babama ve sizin babanıza gidiyorum (İnnî zâhibün ebî ve ebîküm)" dediği seldin de bir ifade okurlar. 14

Başka bir görüşe göre ise, onların, bu sözlerinden demek istedikleri şudur:

"Şefkat ve merhamette Allahü teâlâ, bizim babamız gibidir; O'na yakınhk mertebesinde de biz, O'nun oğulları gibiyiz."

Hulâsa,  onlar, Allahü teâlâ katında diğer insanlardan üstün ve meziyetti olduklarını iddia ediyorlardı. Allah (celle celâlühü) da onların bu iddiasını reddetti.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- O halde niçin günahlarınızdan dolayı Allah, size azab ediyor ?"

Ey Resûlüm! Onları ilzam ve iskât için kendilerine de ki:

"- Eğer sizin iddia ettiğiniz doğru ise, o halde niçin Allahü teâlâ, dünyada öldürülmek, esir alınmak ve meshedilmek gibi aşağılayıcı hallerle size azab ediyor?

Ve siz de, Allahü teâlâ'nın âhirette, dünyada buzağıya taptığınız günler sayısınca size ateş ile azab edeceğini kabul ediyorsunuz?

Eğer gerçek, sizin iddia ettiğiniz gibi olsaydı, sizden o günah sadır olmazdı ve o azaba da maruz kalmazdınız."

C- "Hayır; sız ancak O'nun yarattıklarından birer beşersiniz."

Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır Yani hayır, siz öyle değilsiniz, fakat Allahü teâlâ'nın yarattığı insan cinsindensiniz; insan olarak da sizin diğer insanlardan bir üstünlüğünüz yoktur.

Ç- "O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder."

Yüce Rabbimiz, o yarattığı insanlardan kendisine ve Peygamberlerine îmân edenleri bağışlar; sizin gibi kendisini ve Peygamberlerini inkâr edenlere de azab eder.

geldiğinde dünyayı günah hususunda ilzam edecektir. Çünkü bana iman etmezler. Ve salâh hususunda ilzam edecektir. Zira Pederime gidiyorum ve beni artık göremezsiniz. Ve hüküm hususunda ilzam edecektir. Çünkü bu dünyanın reisi mahkûm olmuştur...." (Bak: Ahd-ı Cedîd/İncil-i Şerif, Lisan-ı aslî yûnanîden bi't-terceme, masarifi İngiliz-Amerikan Bibi şirketleri tarafından tesviye olunarak; Derseadette Ağop Matyusyan matbaasında tabolunmuştur, sene: 1911, Sayfa: 321-322)

D- "Göklerin ve yerin ve bu ilcisi arasındaldlerin mülkü Allah'ındır."

Göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan bütün varlıkların Allahü teâlâ ile igileri,

- memlûkiyet (mülkiyet konusu olma),

- ubudiyet (kulluk, ibâdet),

- O'nun kaahir hükümranlığına râm olmaktan öteye gitmez.

Allah (celle celâlühü)

- icad (yoktan var etme),

- idam (yok etme),

- ihya (can ve hayât verme),

- imate (öldürme, can alma),

- mükâfatlandırma ve,

- ta'zib (azab etme),

itibariyle onlar üzerinde dilediği gibi tasarruf eder (Yetesarrafu fîhim keyfe yeşâ'). Gerçek bu iken onlar, nasıl bu bâtıl iddialarda bulunabilirler? Ve âhirette de dönüş ancak O'nadır; ne müstakillen ne de müştereken başkasına ait değildir. Binaenaleyh Yüce Rabbimiz, her ihsan (iyilik) ve her seyyie (kötülük) ehlim amelinin gerektirdiği şekilde mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır; hiçbir kuvvet buna engel olamayacaktır.

19

"Ey Ehl-i Kitab! Size Resulümüz geldi; size açıklamalar yapıyor. Resullerin fetreti döneminde.

"- Bize ne bir beşîr (müjdeleyici) ne de bir nezîr (uyarıcı) gelmedi." demeyesiniz. İşte size bîr beşîr ve nezîr geldi. Allah, her şeye kaadirdir."

A- "Ey Ehl-i Kitab ! Size Resulümüz geldi. Size açıklamalar yapıyor. Resullerin fetreti döneminde.

"- Bize ne bir beşîr (müjdeleyici) ne de bir nezîr (uyarıcı) gelmedi." demeyesiniz."

Bu, Ehl-i Kitab'a iltifat yoluyla hitabın tekrarıdır ve hakka davette kendileri için lütuftur. Yani:

"- Ey Ehl-i Kitab! Size Resulümüz geldi; o, size dinin va'd ve vaîdleri (ceza veya azab tehdidi) ile hükümlerini ve umdelerini açıklıyor. Daha önceki âyetlerde açıklananlar ve bundan sonra zikri gelecek eski ümmetlerin haberleri de, Resulümüzün size bildirdiği gerçeklerdendir O, size ihtiyaç duyduğunuz bütün bilgileri veriyor. Resulümüz, Peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği bir fetret döneminde ba'sedilmiştır. Artık,

"- Bize bir müjdeleyici (mübeşsir) ve bir uyarıcı (nezîr) gelmedi!" diye özür beyan edemezsiniz.

B- "İşte size bir beşîr ve nezîr geldi."

Bu cümle, illeti olduğu mahzûf (kaldırılmış, gizlenmiş) bir cümle ile bağlan illidir. Yani artık özür beyanına kalkışmayın; çünkü işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.

C- "Allah, her şeye kaadirdir."

Binaenaleyh Allahü teâlâ, Mûsâ (aleyhisselâm) ile İsâ (aleyhisselâm) arasında olduğu gibi Peygamberleri birbiri ardı sıra sık sık göndermeye de muktedirdir. Nitekim Mûsâ (aleyhisselâm) ile İsâ arasındaki bin yedi yüz senelik zaman içinde biri peygamber gönderilmiştir. 15

15 İsrailoğullarının Mûsa'nın (aleyhisselâm) liderliğinde Mısır'dan çıkışı (Huruc) Fir’avun II. Ramses'in oğlu Mineptah'ın (M.Ö. 1234-1204) saltanatı zamanına rastlamaktadır. Bu tarihi nazara bu iki arasındaki zaman fasılası 1700 yıl değil yaklaşık 1200 yıl olmak gerekir.

Yine Allahü teâlâ, İsâ ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında olduğu gibi Peygamberleri bir fetret döneminden sonra da göndermeye muktedirdir. Nitekim ikisinin arasında altı yüz veya beş yüz altmış dokuz veya beş yüz kırk altı sene olduğu halde Kelbî'nin rivâyetine göre yalnız dört peygamber vardır. Bunların üçü İsrâîloğullarından ve Halid b. Sinan el Absî de Araplardandır.

Diğer bir görüşe göre ise, İsâ (aleyhisselâm)dan sonra Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) başka Peygamber gelmemiştir. Burada minnet izhar etmek makamına en münasip olan da bu görüştür. Yani vahyin kesilmesinden sonra uzun bir zaman geçtiği için insanların Peygambere son derece ihtiyaç duydukları bir sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmiştir. Bundan insanların sevinç duymaları gerekir. O, kendileri için Allahü teâlâ'nın en büyük nimeti ve O'nun rahmetine açdan bir kapıdır. Artık onların kıyamet gününde kendilerini gafletten uy an duracak bir Peygamber gelmediği mazereti ileri sürülemeyecektir.

20

"Hani Mûsâ kavmine şöyle demişti:

"- Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden nice nebiler çıkardı ve sizi kral (melik)lar yaptı. Alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi."

A- "Hani Mûsâ kavmine şöyle demişti :

"- Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın."

Bu istinaf cümlesi, İsrâiloğullarından mîsak alındıktan sonra ne yaptıklarını ve iltisaklarını nasıl bozduklarını açıklar. Bu cümlenin makabli ile olan bağlantısı, burada zikredilenler ve Peygamberimiz’in açıkladığı gerçeklerdir. Burada Peygamberler arasında bir fetret dönemi de yoktur.

Bu âyetin başında Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab eden bir fiil-i mukadderdir. Bu hitabın Ehl-i Kitab'a yapılmaması, Ehl-i Kitabin işledikleri bazı cinayetlerin Peygamberimiz -âs: tarafından onlara anlatılması içindir. Yani:

"- Ey Resûlüm! Onlara o vakti hatırlat ki, hanı Mûsâ (aleyhisselâm), kavmine nasihat ederken onları kendine izafe etmek suretiyle onlara şefkatini izhar etmiş ve şöyle demişti:

"- Ey kavmim! Allahü teâlâ'nın size olan nimetini tezekkür edin."

Emrin, maksud olan olaylara değil de, olayların içinde vuku bulduğu vakte tevcih edilmesi, mübalağa içindir. Çünkü vaktin ha fırlatılmasından istidlal edilen, onda meydana gelen olayların anlatılmasıdır.

Bir de vakit, içinde vukua gelen olaylara tafsilatıyla şâmildir. Bu itibarla vakit düşünüldüğü zaman, onda vukua gelmiş olaylar tafsilatıyla düşünülmüş ve sanki müşahede edilmiş olur.

B- "O, içinizden nice nebîler çıkardı ve sizi kral (melik)lar yaptı."

O vakti anın ki, Allahü teâlâ, sizin içinizden, sizin akrabalarınızdan çok sayıda sayan-ı hürmet Peygamberler çıkardı. Nitekim İsrâıloğullarından olduğu kadar hiçbir ümmetten Peygamber çıkmamıştır.

Benî İsrâl'den çok sayıda Peygamber ve çok sayıda hükümdar çıkmıştır.

"Sizden" kelimesinin karşılığı olan "fi-küm" veya "min-küm" kelimesinin zikredilmemiş olması, mânânın açık olmasından dolayıdır. Veya minnet yüklemek makamında hepsi hükümdar kabul edilmiştir. Zira hükümdarların akarabaları da iftihar ederken "biz hükümdarlar..." derler. Ancak bundan önce Peygamberler için aynı üslup kullanılmamış, orada "içinizden" kelimesinin karşılığı olan "fi-küm" açıkça zikredilmiştir. Çünkü nübüvvet makamı, o kadar şerefli ve erişilmesi zor bir makamdır ki, Allahü teâlâ'nın seçip üstün kılmadığı kimselere, mecazî anlamda da olsa, nübüvvet nisbet edilmesi uygun düşmez.

"Melik / hükümdar, kral" konusunda ise birbirinden farklı tarifler vardır. Söyle ki:

1-İsrâıloğulları, Mısır'da Kibritlerin elinde köle idiler. Sonra Allahü teâlâ, onları kurtardı. İşte onların bu kurtuluşu hâkimiyet olarak vasıflandırılmıştır.

2-Melik, içinde akar suyu da bulunan geniş meskeni olan kimsedir.

3-Melik, evi ve hizmetçileri olan kimsedir.

4-Melik, yorucu ve meşakkatli işler yapmaya ihtiyacı olmayacak kadar zengin olan kimsedir.

C- "Alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi."

Allah;

denizin yarılması,

firavun ve askerlerinin suya garkedilmesi,

bulutun gölge etmesi,

- yiyecek olarak gökten bıldırcın ile kudret helvası indirilmesi gibi mucizeleri başka ümmetler için değil yalnız sizin için gerçekleştirmiştir.

21

"Ey kavmim! Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes'e girin ve arkanızı dönmeyin; yoksa hasır (hüsrana, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî kayba uğramış kimse)lere dönersiniz."

A- "Ey kavmim! Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes'e girin."

Teşrif izafesi ile olan nidanın tekrar edilmesi, bu işe ehemmiyet verildiğini göstermek ve onları emre uymaya ziyadesiyle teşvik etmek içindir. Bu arz, Bey tül-Mukaddes toprağıdır. O, Peygamberlerin karargâhı ve mü'minlerin meskeni olduğu için Arz-ı Mukaddes (Kutsal Toprak) adı ile tesmiye edilmiştir (sümmiyet bizâlike kenneha kânet kararel-enbiyâe ve meskene!-mü'minîn) .

Bununla beraber bu konuda başka görüşler de vardır. Şöyle ki:

1-Arz-ı Mukaddes, Tûr Dağı ile çevresidir.

2-Arz-ı Mukaddes, Dımaşk (Şam), Filistin ve Ürdün'nün bir kısmıdır.

3-Arz-ı Mukaddes, eski Şam bölgesidir. Yanı,

"- Ey kavmim! Allahü teâlâ, Levh-i Mahfuz'da, siz İsrâiloğullarına îmân ve itaat etmeniz şartıyla Arz-ı Mukaddesi yurt olarak yazmıştır."

Nitekim İsrâiloğulları Allah'ın emrine isyan ettikten sonra, "Arz-ı Mukaddes, onlara kırk yıl yasaklanmıştır." (Mâıde 5/26)

B- "Ve arkanızı dönmeyin; yoksa hâsir (hüsrana, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî kayba uğramış kimse) lere dönersiniz."

Bu ifade, Arz-ı Mukaddesin İsrâiloğullarına yazılmasının, îmân ve ilâhî emirlere itaat şartına bağlı olduğunu zımnen bildirir niteliktedir. Çünkü mahrumiyet ve hüsranın, geri dönme fiiline bağlanması, yazıksın kesin olarak îmân ve itaate dayanan cihad şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Böylece burada iki anlam söz konusu olur:

1- "Ey kavmim! Cebabire (zorba bir kavim)den korkarak onlara arkanızı dönmeyin."

Rivâyete göre İsrâiloğulları, cebabire'nin ahvahnı nakîblerden dinleyince ağlamaya başladılar ve:

"- Keşke biz Mısır'da ölseydik! Gelin, kendimize, bizi Mısır'a götürecek bir baş bulakm!" dediler.

2- "Ey kavmim! İlâhî emirlere karşı gelmek ve Allahü teâlâ'ya tevekkül etmemek (güvenmemek) le dininizden dönmeyin."

İsrail oğullarının bu hüsranı, hem din, hem de dünya hüsranıdır. Özellikle kendilerine yazılmış olan toprakları kaybetmeleridir.

22

"Onlar da dediler ki :

"- Ey Mûsâ (Ya mûsâ)! Oradakiler cebbar (zorba) bir kavim ; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyiz . Eğer onlar oradan çıkarsa biz de gireriz."

Bu istinaf cümlesi, kelâmın siyakından doğan:

"- Pekiyi, onlar, Mûsa'nın emir ve yasaklarına ne karşılık verdiler?" sualine cevaptır.

Onlar emir ve yasaklara uymamış ve şöyle demişlerdir:

"- Ey Mûsâ! O topraklarda zorba ve mütegalibe bir kavim var. Onlarla bizim savaşmamız mümkün değil. Onlar, bizim müdahalemiz olmadan oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle giremeyiz. Çünkü onları oradan çıkarmaya gücümüz yetmez. Ama eğer onlar bizim dışımızda her hangi, bir sebeble oradan çıkarlarsa, o zaman biz de gireriz."

İsrâiloğulları, Mûsa'ya (aleyhisselâm) verdikleri cevabta açıkça görüldüğü gibi oraya girmelerini o zorba kavmin oradan çıkması şartına bağlamışlardır.

23

"Korkanlardan olup Allah'ın kendilerini nimetlendirdiği (in'a'm ettiği) iki kişi dediler ki:

"- Onlara karşı kapıdan girin; oraya girdiğinizde muhakkak gaalib geleceksiniz. Allah'a tevekkül edin; eğer gerçekten mü'minlerseniz.."

A- "Korkanlardan olup Allah'ın kendilerini nimetlendirdiği iki kişi dediler ki:"

Bu cümle de, geçen âyetin başındaki cümle gibi bir istinaf cümlesidir.

"- Onlar bu sözde ittifak ettiler mi, yoksa bazdan muhalefet etti mi? "şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır. Yani,

"Düşmandan değil yalnız Allahü teâlâ'dan korkan, O'nun emirlerine ve yasaklarına muhalefet etmekten sakınan iki işi dediler ki..."

Nitekim Ibni Mes'ud kıraetinde, bu cümlede "yettekuune-hu / Allah'tan sakınan" ifadesi de vardır.

Bu ilâhî kelâm, İsrâiloğullari nakîblerinden bu iki kişiden başka diğerlerinin, Allahü teâlâ'dan değil, düşmandan korktuklarına tarizdir.

Bu iki kişi, Isrâiloğulları nakîblerinden Yûşa b. Nün ile Kâleb b. Yûkna ıdı.

Diğer bir görüşe göre ise, bu iki kişi, Cebabire'den Müslüman olup Mûsa'ya (aleyhisselâm) iltihak eden iki zat idi. Buna göre, "İsrailoğullarının korktuğu Cebabire'den iki kişi dediler ki..." demek olur.

"Yehafûn / korkan", fiilinin, "yuhafûn / korkulan" şeklinde mefûl sıygası ile okunması da bu görüşü teyid eder.

Allahü teâlâ'nın bu iki nakîbe verdiği nimetten murad, onlara lütfettiği sebat, çetin hallerde azimkârlık, Allahü teâlâ'nın işlerine vukufiyet ve O'nun va'dine güvendir. Yahut bu nimet îmândır.

B- "Onlara karşı kapıdan girin ; oraya girdiğinizde muhakkak gaalib geleceksiniz."

O Allah'tan korkan fakat düşmandan korkmayan iki kişi şöyle dediler:

"- Şehrin kapısından girin; onların üzerine yüniyün, onları dar yerlerde sıkıştırın ve açık araziye çıkmalarına engel olun. Onlara savaşma imkânı vermeyin. Eğer onlar şehirde bulundukları sırada siz kapıdan girerseniz, savaşmaya gerek kalmadan muhakkak gaalib geleceksiniz. Çünkü biz onları gördük; onlar iri kıyım, cüsseli iseler de kalpleri zayıf. Onlardan korkmayın, saldırın."

O iki nakîbin, İsrâiloğullarının galibiyetlerine kesin olarak hükmetmeleri iki sebebe müstenid olabilir:

1-Onların bu hükmü,

"Allah'ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes'e girin." (Mâide 5/21) âyetinden aldıkları bilgiye dayanıyordu.

2-Onların bu hükmü,

Allahü teâlâ'nın sünnetine

Peygamberlerine her zaman nusretine,

Mûsa'nın (aleyhisselâm) düşmanlarını kahretmesine dayanıyordu.

Ancak birinci görüş, galibiyetin girmek şartına bağlanmasına daha uygun düşmektedir.

C- "Allah'a tevekkül edin ; eğer gerçekten mü'minlerseniz."

Eğer siz Allahü teâlâ'ya îmân ve va'dini tasdik ediyorsanız, gerekli sebeplere baş vurduktan sonra artık yalnız Allahü teâlâ'ya tevekkül edin. Baş vurduğunuz sebeplere güvenmeyin. Çünkü hakikatte sebebler, sonuca tesir edemez; gerçek tesir, Azîz ve Kaadir Allah katındandır. Bu da, yalnız Allah'a (celle celâlühü) tevekkül etmeyi gerektirir.

24

"Onlar şöyle dediler:

"- Ey Mûsâ (Ya mûsâ) ! Onlar orada oldukça biz oraya ebediyen girmeyiz . Haydi sen git ; Rabbinla beraber savaşın. Biz burada oturacağız."

Bu da, âyetlerin başlarında geçen cümleler gibi istinaf cümlesidir. Yanı Isrâiloğulları, o iki nakîbe, onların sözlerine aldırmayarak ve ilk sözlerindeki ısrarlarını ve Mûsa'ya (aleyhisselâm) olan muhaefetlerını açıkça göstererek dediler ki:

"- Ey Mûsâ! O cebabire orada bulunduğu sürece değil üzerlerine yürümek o kapıdan kesinlikle girmeyeceğiz. Durum böyle olunca, sen ve Rabbin gidin, savaşın."

Isrâiloğullarınm bu sözü söylerken kasd ve niyetlerinin ne olduğu konusunda değişik düşünceler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

1-Isrâiloğulları bu sözü,

Allahü teâlâ ve O'nun Resulünü hafife almak,

Onlarla istihza etmek,

- Onlara hiç aldırmamak kasdı ile söylemişler, gerçekten Cenab-ı Allah ile Mûsa'nın (aleyhisselâm) birlikte gidip savaşmalarını istemişlerdir.

Onların cehaletleri ve kalblerinin katılığı da bu görüşü teyid eder.

2-Onlar bu sözleriyle, Allah (celle celâlühü) ile Mûsa'nın (aleyhisselâm) iradelerini dilemişler, başka bir deyişle:

"- Ey Mûsâ! Sen ve Rabbin, onlarla savaşmayı kasdedin!" demek istemişlerdir.

3-Onlar bu sözleriyle:

"- Ey Mûsâ! Sen git ve Rabbin de sana yardım etsin!" demek istemişlerdir.

Ancak bundan sonra gelen "ikiniz savaşın / fekatilâ" ifadesi, bu son görüşe aykırıdır.

Isrâiloğullarının bu sözlerinde Harun (aleyhisselâm) ile o iki nakîbi zikretmemeleri, herhalde onların gideceklerine kesin olarak hükmetmedikleri veya onların savaşma aldırmadıkları içindir.

Onların "biz burada oturacağız / inna hâhüna kaaıi'dûn " demeleri, birinci mânâyı teyid eder.

4 - Onlar bu sözleriyle, önde gitmeyeceklerini kastetmişlerdi; geride kalmayacaklarını değil.

25

"Mûsâ dedi ki:

"- Rabb'ım ben kendimden ve kardeşimden başkasına mâlik değilim. Artık bizimle bu fâsıklar kavminin arasını ayır."

Mûsâ (aleyhisselâm), Isrâiloğullarındald inadı görünce, ilâhî rahmet ve inÂyetin inmesini sağlayan yufka bir yürekle mükedder ve müteessir şöyle dua etti:

"- Ey Rabb im! Ben Ancak kendi nefsime hâkimim; kardeşim de ancak kendi nefsine hâkim. Artık bizim, bu itaatten çıkmış, Sana isyanda ısrarcı bu toplumun arasını ayır. Bizim için müstahak olduğumuz şeye; onlar için de müstahak oldukları şeye hükmet.

Yahut bizi birbirimizden uzaklaştır ve bizi, onlarla bir arada olmaktan kurtar."

26

"Allah da şöyle buyurdu (Kale):

"- Artık orası kırk yıl onlara haram lalındı. Onlar arzda (çölde) şaşkın şaşkın dolaşacaklar . Sen o fâsıklar kavmi için tasalanma."

"Arz-ı Mukaddes", böylece İsrâiloğullarına kırk yıl müddetle yasaklanmış oldu. Artık onlar oraya giremeyecekler ve o topraklara mâlik olamayacaklardır. Çünkü o toprakların onlara yazılması, îmân ve cîhad şartına bağlı idi. Onlara arkalarına dönünce, bundan mahrum bırakıldılar ve hüsrana uğradılar.

Bu toprakların kırk yıl müddede haram kılınmış olmasından murad, bu müddet içinde onlardan hiç kimsenin bu topraklara girememesidir; fakat bu müddet geçtikten sonra onların hepsinin oraya girecekleri anlamında değildir. Çünkü bu müddet geçtikten sonra onların hepsi değil, fakat bazısı hayatta kalmıştır. Nitekim rivâyete göre Mûsâ (aleyhisselâm), kırk yıl sonra İsrâiloğullarından hayatta kalanlarla birlikte Eriha'ya doğru yola çoktı. Bu seferde Yûşa b. Nûn da, öncü birliklerin kumandanı idi. Nihayet Mûsâ (aleyhisselâm) Eriha'yi fethetti ve Allahü teâlâ'nın dilediği kadar orada yaşadıktan sonra vefat etti.

Diğer bir görüşe göre ise,

"- Ey Mûsâ! Biz oraya ebediyen girmeyiz / Ya Mûsâ len nedhulehâ ebedâ" diyenlerden hiç kimse o topraklara girmedi; Mûsâ (aleyhisselâm) ile beraber oraya girenler, onlardan yetişen yeni nesillerdi.

Rivâyete göre onlar, altiyüz bin kişi idiler. Dolaştıkları çölün uzunluğu da doksan fersah idi.

Rivâyete göre, onlar her gün sabahtan akşama kadar bütün gayretleri ile yürüyorlardı. Sonunda bakıyorlardı ki, yine hareket ettikleri yere dönmüşler. Bu sırada bulutlar, Güneş'in sıcaklığından etkilenmemeleri için onlara gölge yapıyordu. Geceleri de nurdan bir sütun çevreyi aydınlatıyordu. Yiyecek olarak da gökten kudret helvası ile bıldırcın kuşları iniyordu. Onların saçları uzamıyordu. Doğan çocukların cildinin üzerinde tırnak misâli bir örtü bulunuyordu ve onun bedeni ile beraber gehşiyordu. Onların bu nimetlere mazhar olmaları eğitilmek içindi.

İsrâiloğulları bu sıkıntılara maruz iken Mûsâ ile Harun (aleyhisselâm) da onlarla beraberdi. Ancak bu sıkıntılar, onları etkilemiyordu; onlar selâmette idi. Tıpkı İbrâhîm (aleyhisselâm) ile azab meleklerinin ateşten etkilenmedikleri gibi.

Rivâyet olunuyor ki, çölde önce Harûn (aleyhisselâm) bir sene sonra da Mûsâ vefat etti ve Yûşa (aleyhisselâm), Mûsa'nın (aleyhisselâm) vefatından üç ay sonra Eriha'ya girdi.

Ancak Âyet-i kerimenin nazmı buna müsait değildir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, İsrâiloğullarına çölde azab ettikten sonra bedduaya uğrayanların bazısını veya onların nesillerini kurtarıp Mûsâ ile Harun'u ceza mahallinde vefat ettirmesi hakikatten uzaktır.

Bir görüşe göre de, Mûsâ ile Harım çölde İsrâiloğulları ile beraber değillerdi.

Zaten Mûsa'nın (aleyhisselâm) duasında geçen "fark" (artık bizimle bu fâsıklar kavminin arasını ayır) kelimesinin uzaklaştırma ile tefsir edilmesine en münasıb olan görüş budur.

Mûsâ ile Harun'un (aleyhisselâm), çölde İsrâiloğulları ile beraber olduklarını söyleyenlere göre ise, fark kelimesi her fırka için müstahak olduğu şeye hükmetmek şeklinde tefsir edilmelidir.

Rivâyete göre, Mûsâ yaptığı bedduaya pişman oldu. İste bunun üzerine kendisine:

"- Sen pişmanlık duyma, üzülme! Onlar fâsık (yoldan çıkmış) olmaları sebebiyle buna müstahak oldular" buyruldu.

27

"(Resûlüm), onlara Âdem'in iki oğlu hakkındaki haberleri de bir gerçek olarak oku. Hani onlar birer kurban sunmuşlardı da birıninkı kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.

(Kurbanı kabul edilmeyen):

"- Seni mutlaka öldüreceğim!" dedi.

Kardeşi de:

"- Allah, sadece müttakıî (takva sahibi) olanlardan kabul eder." dedi.

A- "Onlara Âdem'in iki oğlu hakkındaki haberleri de bir gerçek olarak oku. Hani onlar birer kurban sunmuşlardı da bırininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti."

Bu cümle, bu sûrenin 19. âyetinin başındaki mukadder cümleye atıftir. Bu cümlenin onunla irtibatı, isrâiloğullarına yükümlülükleri yazıldıktan ve Peygamberler, apaçık delillerle kendilerine geldikten sonra, işledikleri cinayetlerin zikrine hazırlık olması cihetindendir.

Âdem'in (aleyhisselâm) iki oğlu, Kaabil ile Hâbil'dir.

Hasen el-Basrî ile Dahhâk'a göre ise, bunlar Âdem'in oğulları değil, Isrâiloğullarından iki kişiydi. Çünkü kıssanın sonunda buna dâir bir karine vardır. Ancak bu, gerçeklere uygun bir tevcih değildir.

Allahü teâlâ, Âdem'e (aleyhisselâm), Kaabil ile Hâbil'in her bilini diğerinin ikizi ile evlendirmesini vahyettı. Kaabil'ın ikizi olan Iklima, daha güzeldi. Bundan dolayı Kaabil, ikizini kardeşi Hâbil'den kıskandı ve ona kin bağladı ve bunun Allahü teâlâ katından bir emir değil de Âdem'in (aleyhisselâm) isteği olduğunu sandı. Âdem (aleyhisselâm) de, iki oğluna:

"- Allah'a birer kurban sunun; kimin kurbanı kabul edlirse Iklima ile o evlensin!" dedi.

Onlar da öyle yaptılar. Bir ateş inip Hâbil'in kurbanını yedi; Kaabil'ın kurbanına dokunmadı.

Kaabil'in kıskançlığı ve öfkesi daha da arttı ve o cinayeti işledi.

Bu hikâye, eski kutsal Kitablarda da zikredilen ibretti bir gerçektir.

Kurban, Allahü teâlâ'ya yaklaşma (takarrüb) vesilesi olarak edâ edilen bir ibâdet (nüsük) veya sadakadır.

Rivâyet olunduğuna göre, Hâbil, hayvancılık yapardı ve semiz bir deve kurban etmişti. Gökten inen ateş onu yedi. Kaabil ise, ziraat yapardı ve yanındaki en kötü buğdayı kurban etmişti. Ateş ona hiç dokunmadı.

B- "(Kurbanı kabul edilmeyen):

"- Seni mutlaka öldüreceğim!" dedi (Kale leaktülennek). Kardeşi de:

"- Allah, sadece müttakıî (takva sahibi) olanlardan kabul eder." dedi."

Bu cümle, istinaf olup kelâmın siyakından anlaşılan şu mukadder,

"- Pekiyi, kurbanı kabul edilmeyen ne yaptı?" sualine cevabtır.

O, kardeşinin, Allahü teâlâ katında kendisinden üstün olduğunu anlayınca, öfke ve kıskançlığı daha da artarak ona:

"- Seni mutlaka öldüreceğim (leaktülennek)!" dedi.

Kurbanı kabul edilen kardeş de, kendisine olan hasedin sebebini bildiğinden:

"- Allah sadece müttakıî (takva sâhibi)olanlardan kabul eder (İnnema yetekabbelüdlâhü mine'l-müttakıîn)", müttakıî olmayandan kabul etmez. Kabul ve adem-i kabul bizdeki takva ve takvasızlıktan dolayıdır. Senin başına gelen, kendi nefsindendır; benden değildir. O halde beni ne diye öldüreceksin? "cevabını verdi.

Ancak Hâbil, Kaabil'ı daha fazla kızdırmamak, onu takvaya yöneltmek ve kötü niyetinden vazgeçirtmek için, bunları sarahaten değil, fakat tariz yoluyla söyledi.

28

"Andolsun ki sen, beni öldürmek için bana elini uzatırsan ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Ben gerçekten âlemlerin Rabb'ı Allah'tan korkarım."

Bu cümle de, makablinin anlamını tekid eder. Bu şart cümlesinin başındaki yemin (Lâm-ı kasem), el uzatmanın sorumluluğun ve zararın el uzatana ait olduğunu önceden bildirir. İfade edilmek istenen şudur:

"- Vallahi, tehdid ettiğin gibi beni katle teşebbüs edersen, ben sana misliyle karşılık verecek değilim. Çünkü ben gerçekten Allah'tan korkarım."

Hâbil'in,

"- Ben gerçekten Allah'tan korkarım / İnnî ehafü-llâhe" sözü, Kaabil'i, en anlamlı ve kuvvetti şekilde Allahü teâlâ'nın korkusuna irşaddır. Bu kelâmın takdiri şöyledir:

"- Senin bana olan düşmanlığını önlemek (kendimi savunmak) için de olsa, sana el uzatırsam, Allahü teâlâ'nın bana azab etmesinden korkarım. O halde senin hâlin ne olacak?"

Allahü teâlâ'nın âlemlerin Rabb'ı olarak vasıflandırılmas ı, korkma ve sakınmayı tekid içindir.

Rivâyete göre, Hâbil, Kaabıl'den daha kuvvetli (akva) idi. Böyle iken, Allahü teâlâ korkusundan dolayı onu öldürmekten çekinip teslimiyet gösterdi. Çünkü o zaman nefsi müdafaa için öldürmek mubah değildi.

Diğer bir görüşe göre, Hâbil, en erdemli tavrı tercih etmiştir. Nitekim

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın maktul kulu ol da, kaatil kulu olma / Kün a'bde-llâhü'l-mak-tûlü velâ tekün a'bde-llâhü'l-kaatil!"

Ancak Hâbil'in, Allahü teâlâ korkusunu gerekçe göstermesi, bu görüşün sıhhatine engeldir. Meğerki fazla nezahat için evlâ olanın terki günah sayılsın.

29

"Çünkü ben dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahınla birlikte yüklenesin de cehennem ashabından olasın. İşte zâlimlerin cezası budur."

Bu da, Hâbil'in karşılık vermekten kaçınması (muarazadan imtinaı)nın ikinci bir sebebidir. Ancak birincisi, fiilden önceki itici sebeb (bâis-i mütekadckm)dir. Bu ise, fiilden sonra gelen bir gaye (garaz-ı müteahhtir)dir. Bu illetin, atıf yoluyla birincisine bağlanmaması, her birinin ayrı ayrı illet olmak için yeterli olduklarına dikkat çekmek içindir.

Yanı,

"- Ben teskmiyet göstermekle ve sana karşılık vermemekle şunu ditiyorum:

Seni öldürmek için sana el uzattığımda hasıl olacak günahı, beni öldürmek için bana el uzatmandan hasıl olacak günahınla birlikte yüklenesin de cehennem ashabından olasın! "

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"İki kişi birbirine sövünce, söylediklerinin vebalini yüklenirler. Ayrica mazlum olan, aşırı gitmedikçe (misliyle mukabeleden fazlasını söylemedikçe), sövmeyi başlatan, kendi günahının yanı sıra mazlumun sövmesinin günahının mislini de yüklenmiş olur."

Çünkü onun sövmesine sebep olur ve bu konularda sebep de fail gibidir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "benim günahım / biismî" dan maksad, beni öldürmenin günahı demektir ve "senin günahın / biismike " da, kurbanının kabul edilmesine engel olan günahın demektir.

Her halde Hâbil'in "benim günahım / biismî " demesinden bizzat muradı, kendisinin bulaşmadığı günah demektir. Kardeşinin günahından ise onun bulaştığı günah kasdedılmektedır.

Başka bir görüşe göre ise, burada günahtan maksad, onun cezasıdır.

Ve günahtan asla dönmeyeceği bilinen isyankârın cezalandırılmasını dilemek de caizdir.

Ancak "cehennem ashabından olasın / fetekûne min ashabi'n-nâr " ifadesi bu mânâya engeldir. Çünkü onun, cehennemliklerden olması, ancak iki günahın kendisine ait olması haline müterettibtir; yoksa iki günahın cezalarına çarptırılması haline değil.

Bu cezayı, ateş cezasından başka bir ceza anlamına hamletme düşüncesini de "İşte zalimlerin cezası budur" ifadesi reddeder. Çünkü bu ifade, onun cehennemliklerden olmasının, cezanın tamamı ve kemali olduğunu (ötesinde başka ceza olmadığını) sarahatle bildirir.

Âyetin son cümlesi, makablinin anlamını açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

Hâbil, Kaabil'i şerden vezgeçirmek için öğüt ve uyarının her türlüsüne baş vurdu; teşvik etti, sakındırdı; ama azgınlık ve fesadın önüne geçemedi.

30

"Nihayet nefsi ona kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi; o da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu."

A- "Nihayet nefsi ona kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi; o da onu öldürdü."

"Kolay gösterme / tatvi' " fiili, Hâbil'in hikâye edilen sözlerinin sonucu olarak ifade edilmiştir. Oysa bu ondan önce tahakkuk etmişti. Nitekim Hâbil, kardeşine:"Seni mutlaka öldüreceğim -- Le aktülennek " (5/27) demişti.

Ancak bir fiili ortadan kaldırabilecek kuvvetli unsurlar mevdana geldikten sonra fiilin bakî kalması, zahire göre her ne kadar fiilin devamı (istimrarı) demek ise de hakikatte yeni bir iş ve eylem (sunı'-i cedîd)dir. "Ona öğüt verdim, ama öğüt kabul etmedi" ifadesi de bu kabildendir.

Yahut "tatvi' / kolay gösterme", Hâbil'in sözlerinden önce hasıl olmamıştı. Çünkü Kaabil'in, Hâbil'in katline muktedir olma noktasında tereddüdü vardı. Zira Hâbil, kendisinden güçlü idi. Söz konusu nefsanî dürtünün hasıl olması, ancak Hâbil'in teslimiyet gösterdiğine ve karşılık vermeyeceğine vakıf olmasından sonra hasıl olmuştur.

Hâbil'in kardeşliğinin sarahatle belirtilmiş olması, nefsinin güzel gösterdiği işi son derece takbih içindir.

Kaabil, Hâbil'i nasıl öldüreceğini bilmiyordu. Acaba bunu nasıl yaptı?

Bu konuda ıkı rivâyet vardır:

1-İblis, ona cisim olarak göründü ve bir kuşu yakalayıp kafasını bir taşın üstüne koydu; sonra başka bir taşla kafasını ezdi. Kaabil ne yapacağını bu suretle ondan öğrendi ve kendisine teslim olup karşı koymayan Hâbil'in kafasını ıkı taş arasında ezdi.

2-Hâbil uykuda iken Kaabil onu öldürdü.

Hâbil öldürüldüğü zaman yirmi yaşında bulunuyordu. Hâbil'in öldürüldüğü yer ihtilaflıdır:

Bazılarına göre Hıra Akabesının yanında, bazılarına göre Basra'dakı Ulu Cami (Mescidi'l-A'zam)nin yerinde, bazılarına göre ise Bûd Dağın (Cebel-i Bûd)da idi.

Kaabil, Hâbil'i öldürünce ne yapacağını bilemedi; cesedi ortada bıraktı. Sonra yırtıcı hayvanlardan endişe etti ve cesedi torba gibi bir şeyin içine koyup kırk gün veya başka bir rivâyete göre bir sene sırtında taşıdı. Sonunda ceset bozuldu ve kuşlarla yırtıcı hayvanlar, cesedi ne zaman bırakacak da onlar da onu yiyecekler diye onu takibe başladılar.

B- "Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu ."

Kaabil, böylece kardeşi Hâbil'i öldürmekten dolayı hem dinini, hem de dünyasını kaybedenlerden oldu.

31

"Derken Allah, bir karga gönderdi. Karga, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeledi.

"- Yazıklar olsun, dedi; bana! Kardeşimin ölüsünü gömmek için şu karga kadar da olamadım."

Sonunda o, ettiğine pişmanlık (nedamet) duyanlardan oldu."

A- "Derken Allah, bir karga gönderdi. Karga, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeledi."

Rivâyete göre Allahü teâlâ, o sırada iki karga gönderdi. Kargalar döğüşmeye başladılar; nihayet kargalardan biri diğerini öldürdü; sonra gagası ve ayakları ile ona bir çukur kazdı da, ölüsünü çukurun içine attı.

B- "Yazıklar olsun, dedi; bana! Kardeşimin ölüsünü gömmek için şu karga kadar da olamadım."

Bu cümle, istinaf olup kelâmın siyakından anlaşılan:

"- Kaabil, karganın yaptıklarını görünce kendisi ne dedi?" seklindeki gizli bir suale cevabtır.

Kaabil, bu sözleriyle, karganın bile bulduğu çareyi bulamadığına taaccübünü belirtir.

C- "Sonunda o, ettiğine pişmanlık (nedamet) duyanlardan oldu."

Kaabil, Hâbil'in cesedini ne yapacağı konusunda şaşkınlık yaşadıktan ve onun cesedini uzun zaman sırtında taşıdıktan sonra yaptığına pişmanlık duydu.

Rivâyet olunuyor ki Kaabil, Hâbil'i öldürünce, beyaz olan teni karardı. Âdem (aleyhisselâm) Kaabil'e kardeşinin nerede olduğunu sorunca:

"- Ben onun bekçisi değilim!" cevabını verdi.

Âdem (aleyhisselâm):

"- Hayır, sen onu öldürdün; onun için tenin kararmış" dedi.

Âdem (aleyhisselâm) Hâbil'in ölümünden sonra yüz sene hiç gülmedi.

Rivâyete göre, Kaabil, Hâbil'i öldürünce, Yemen toprağından Aden'e kaçtı. Sonra İblis, onun yanına geldi ve:

"- Ateşin, dedi; Hâbil'in kurbanını yemesinin tek sebebi, Hâbil'in ona hizmet edip tapmasıdır. Binaenaleyh eğer sen de ona taparsan, senin de maksudun hasıl olur."

Bunun üzerine Kaabil, bir ateşgâh bina etti ve ateşe tapmaya başladı. Ateşe ilk tapan insan odur.

32

"İşte onun içindir ki İsrâiloğullarına şunu yazdık;

Her kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışmayan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.

Her kim de bir canı kurtarırsa, sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur. Andolsun ki. Peygamberlerimiz onlara apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onların bir çoğu yine yeryüzünde taşkınlık ederler."

A- "İşte onun içindir ki İsrâiloğullarına şunu yazdık."

Burada, İsrâiloğullarının işlediği diğer bazı cinayetleri ve günahları anlatmaktaki asıl maksadın ne olduğu konusuna geçiliyor.

Katlin büyük bir cinayet ve son derece vahim bir fiil olduğu vurgulanıyor. Katlin bu vasfı geçen kıssanın içinde de zikredilmişti. Nitekim geçen kıssa içinde Hâbil'in;

katil fiilini işlemekten hayatını feda edecek kadar sakındığını,

Allah'ın (celle celâlühü) azabından korkarak teskmiyet gösterdiğini,

kaatikn, maktulün de günahını yüklendiğini,

Kaabıl'in bu fiili işlemekle dünya ve âhıiret hüsrana uğrayanlardan olduğunu,

derin bir pişmanlık duyduğunu,

esasen katil fiilinin, azgınlık, serkeşlik ve kalp katılığının bir sonucu olarak ortaya çıktığını görmüş olduk.

B- "Her kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde fesad çıkarmayan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur."

Kim, kısas gerektiren bir katle veya kanın heder kılınmasını gerektiren bir fesada karşılık olmaksızın bir kimseyi öldürürse, sanki (keenne)bütün insanları öldürmüş gibi olur. Bu teşbihin temel gerekçesi şudur;

Kanların dokunulmazlığı (hurmeti'd-dimâ') ilkesini çiğnemekle, Allahü teâlâ'ya isyan etmek birdir. Her ikisi de Allahü teâlâ'nın gazabını ve büyük azabını mûcibdir.

C- "Her kim de bir canı kurtarırsa, sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur."

Her kim, katil cinÂyetini veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak (fesad) fiilini işlememiş bir kimseyi, katkne engel olmak veya onu her hangi bir ölüm tehlikesinden kurtarmak suretiyle hayatınının devamını mümkün kılarsa, sanki (keenne) bütün insanları kurtarmış gibi olur.

Buradaki teşbih yolu ve münasebeti açıktır. Bu ve bundan önceki teşbihten maksad, biri için korkuyu diğeri için de rağbeti azami derecede mûcib olan en uygun tasvirleri yapmak suretiyle katlin ne kadar korkunç bir cinayet; hayât kurtarmanın da ne kadar büyük bir insanlık hizmeti olduğunu belirtmektir.

Ç- "Andolsun ki Peygamberlerimiz onlara apaçık delillerle geldiler."

Bu cümle, daha önce geçen "İsrâiloğullarına şunu yazdık / Ketebnâ a'lâ benî isrâile " cümlesine atıf değil fakat müstakil bir cümledir. Bu kelâmın şâmil olduğu mânânın tahakkukuna son derece önem verildiği için hem yeminle, hem de tahkik harfi ile tekid edilmiştir.

Mevcut ifade yerine "Andolsun ki, Peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik" meahnde bir ifade kullanılmamış olması, Peygamberlerin tebliğ ve haberlerinin onlara ulaştığını sarahatle bildirmek içindir. Çünkü bu, onlann azgınlık ve inatta son derece ileri gittiklerine daha iyi delâlet eder. Yani mânâ şu yoldadır:

"Allah'a yemin olsun ki, Peygamberlerimiz, Isrâiloğullarına;

yazdığımız katil (öldürme) yasağına uymanın vücûbunu tekid,

bu yasağın korunmasının zorunluluğunu teyid etmek üzere,

apaçık delillerle geldiler.

D- "Bundan sonra da onların bir çoğu yine yeryüzünde taşkınlık ederler."

Biz, o yasağı kendilerine yazdıktan, sık sık Peygamberler gönderip emri tekid ettikten ve ahdi tekrar tekrar yeniledikten sonra onların bir çoğu bunlara aldırmadılar ve katilde haddi aştılar.

İsraf etmek, bir işte aldırmazlıkla itidal haddini aşmaktır. İsrâiloğullarının katilde israfı, cana kıymak ve can kurtarmamaktır. Bunun en çirkini de, cana kıymak olduğu için takbih makamında onun zikriyle yetinilmiştir.

Zamir makamında işaret ismi "zâlike/ işte ondan" nin kullanılması, bunun son derece belli, müşahede edilebilir cinsten sayıldığım zımnen bildirmek içindir.

İşaret isminin (zâkke), uzaklık mânâsını içermesi de, işaret edilen davranışın derecesinin yüksek ve mertebesinin uzak olduğunu bildirir.

33

"Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya da asılmaları ya da el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülme (nefyedılme)!eridir. İşte bu, onların dünyadaki rezilliğidir. Onlar için âh lirette de büyük bir azab vardır."

A- "Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası ancak, öldürülmeleri ya da asılmaları ya da el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülme (nefyedılme)lerıdır."

Bundan önce, haksız yere katlın büyük bir cinayet olduğu beyan edilmişti. Şimdi bu istinaf kelâmı ile katlin belli bir kısmının ve bununla ilgili olarak soygun ve benzeri gibi yeryüzünde fesad çıkarma filinin hükmü beyan edilmekte ve dünya ve ahirettekı cezası tayin edilmektedir.

Ayrıca bundan önce mücmelen işaret edilen ve katli mubah kılan fesadın izahı da bu kelâma dercedilmiştir.

"Allah'a ve Resulüne karşı savaşanlar / Yuhârıbûnedlâhe ve resûlehu"

dan murad, bir kavle göre Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı mücadele edenler demektir.

Burada önce Allahü teâlâ'nın zikredilmiş olması, Resûlüllah İn (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah (celle celâlühü) katındaki mertebesinin ne kadar yüksek olduğuna dikkat çekmek içindir.

Allah'ın (celle celâlühü) şeriatinin taraftarları ve yolunun sâlikleri olan Müslümanlara karşı savaşmak da, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karsı savaşmaktan mâduttur.

Bu nedenle âyette belirtilen hüküm, asırlar sonra da olsa, Müslümanlara karşı savaşanları delâlet ve kıyas yoluyla değil, fakat ibare yoluyla kapsar.

Çünkü bir konuda nass bulunması, şifahî hitab olmadığı için;

-onun hükmünü, nüzul zamanındaki mükelleflere mahsus kılmaz,

-onu başkasına teşmil etmek için de ayrı bir delile ihtiyaç bırakmaz.

Bir başka görüşe göre ise, asıl maksad, Müslümanlara karşı savaşanların hükmünü belirtmektir. Ancak bu, Müslümanları ta'zim için, Allahü teâlâ ile Resulüne karşı savaşmak olarak ifade edilmiştir. Yani Allah'ın ve Resulünün dostlarına karşı savaşanlar.. .demektir.

"Harb" kelimesinin asıl mânâsı soygundur; burada murad yol kesmektir.

Bazılarına göre, şehirde de olsa, hırsızlık yoluyle başkasının malını almaktır.

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında değişik rivâyetler vardır:

1- Bu âyet, Hilâl b. Uveymir el-Eslemî'nin kabilesi hakkında nazil olmuştur.

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) adı geçen kabile reisi ile yaptığı andlaşmaya göre bu kabile:

Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım etmeyecek;

fakat onun aleyhine başkalarına da yardımda bulunmayacak;

o kabile nezdinde Müslümanlar güvende olacak;

Resûlüllah'a gitmek üzere Hilâl'e uğrayanlar da güvende olacak; onlara saldırılmayacaktı.

Sonra Beni Kenâne'den bir topluluk, Hilâlin bulunmadığı bir gün Müslüman olmak üzere, o kabile topraklarından geçerken yollarını kestiler, katlettiler ve mallarını aldılar.

2- Bu âyet, Ureynekler hakkında nazil olmuştur.

3- Bu âyet, Kitab Ehlinden olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarında bir andlaşma bulunan ve sonra bu andlaşmayı bozup Müslümanların yollarını kesen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran bir topluluk hakkında nazil olmuştur.

Allah (celle celâlühü) ile Resulüne karşı savaşan ve bozgunculuk yapanlar için uygulanacak müeyyideler derece itibariyle mütefavittir. Şöyle ki:

- Öldürmek fakat malını almamak;

- Hem öldürmek hem malını almak;

- Malını almak fakat kendisini öldürmemek,

- Sadece korkutmak.

İşte âyette bu cezalar açıklanmaktadır.

1- Eğer failler yalnız katil suçunu işlemişlerse, hadd olarak ölüm cezası uygulanır. Ancak ceza asılarak infaz edilmez. Bu ceza (kısas değil) hadd kabilinden olduğundan velilerin affetmesiyle de ortadan kalkmaz. Çünkü hadd cezaları, şeriat hakkıdır. Bu meselede katlin, bir âletti ceriha (kesici ve delici bir âlet) ile işlenmesiyle başka bir şekilde işlenmesi arasında da hüküm farkı yoktur.

2-Eğer failler mazlumu hem öldürmüş, hem de malını gasbetmişlerse ölüm cezası asılarak infaz edilir. Yani canlı olarak asılır ve ölünceye kadar mızrakla karınları yarılır. Zahir rivâyete göre devlet reisi (imam) muhayyerdir; dilerse, bununla yetinir; dilerse onların el ve ayaklarını çaprazlama keser ve onları asarak öldürür.

3-Eğer failler, bir Müslümamn veya zimmînin (gayri Müslim vatandaşın) yalnız malını gasbetmişlerse, sağ elleri ile sol ayakları kesilir. Bu cezanın verilebilmesi için gasbedilen mal, âsilere bölündüğü takdirde her birine on dirhem veya onun değerinde bir meblağ düşmesi lazımdır.

Bu müeyyidede ellerin kesilmesi, malı haksız olarak almalarının; ayakların kesilmesi de, yol güvenliğini bozup yolu korkulu hale getirmelerinin cezasıdır.

Eğer bu haydutlar, korku salmak ve fesad çıkarmak için harekete geçmekten başka bir şey yapmamışlarsa, bulundukları yerden sürülürler.

Biz Hanefîlere göre sürülmekten maksad, hapsedilmektir. Çünkü hapis cezası, onların insanlara dokunabilecek şerrini önlemek için yervüzünden sürülmeleri demektir. Bu cezanın yanı sıra onlar, yol güvenliğini ihlal ettikleri ve etrafa korku salmaya başladıkları için de tazîr cezasına da çarptırılırlar.

{İslâm ceza hukukunda cezalar iki kategoride toplanır:

a)Hadd cezaları.

Bu cezalar mahduttur (bellidir); duruma ve maşlahate göre değişmez.

b)Tazîr cezaları.

Bu cezalar duruma ve maslahate göre değişir; cezanın tayininde kadîlere (kadılara) takdir hakkı verilmiştır. Tazir cezasının asgarisi suçluyu teşhirdir; en ağırı da idamdır.}

İmam Şafiî'ye göre ise, memleket memleket sürülür; kendisi yakalanmak korkusuyla kaçarken hep aranır.

Bir görüşe göre ise, yalnız kendi memleketinden sürülür. Nitekim İslâm'ın ilk uygulamaları döneminde bu cezaya mahkûm olanlar, Tihâme'nın sonunda bulunan Dehlek şehri ile Habeşistan'da bulunan Nası' şehrine sürülüyorlardı.

B- "İste bu, onların dünyadaki rezilliğidir. Onlar için âhtirette de büyük bir azab vardır."

Yukarıda anlatılan hükümler ve cezalar, onların dünyadaki zillet ve rüsvaylığıdır, âhirette de onların işledikleri cinayetlerin karşılığı olarak kendileri için büyük bir azab vardır.

34

"Ancak siz onlara muktedir olmadan önce tevbe edenler müstesna. Şunu iyi bilin ki, Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet edici (Rahîym)dir."

Bu istisna, Allahü teâlâ'nın hukukundan sayılanlara mahsusutur. Nitekim bu, "Şunu iyi bilin kı, Allah Gafur'dur, Rahîm'dir" cümlesinden de anlaşılır.

Kısas ve benzeri haklar velîlere aittir; isterlerse, affederler; isterlerse hükmü infaz ettirirler.

Tevbe ile sakıt olanın vücûbu onu yerine getirmektir, onun cevazı yoktur. (Fail tevbe etse bile yetgi sahibleri, yine de o ilâhî hakkın ifası cihetine gidebilirler.)

Rivâyete göre, önceleri yol kesen Haris b. Bedir gelip tevbe etmiş ve Ali de onun tevbesini kabul etmiş ve cezasını da kaldırmıştı.

35

"Ey îmân edenler! Allah'tan sakının. Ona yaklaşmak için ve siyle arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz."

A- "Ey îmân edenler! Allah'tan sakının."

Bundan önce katkn ve yeryüzünde fesad çıkarmanın ne kadar büyük suçlar olduğu zikredilmiş, onların hükümleri açıklanmış ve bu arada, işledikleri cinayetlerden tevbe edenler için de Allahü teâlâ'nın mağfiretine işaret buyrulmuştu.

Şimdi bu âyetle de mü'minlerden,

günah işlemekten ezcümle katil ve bozgunculuktan sakınmaları,

ilâhî emirlere boyun eğmeleri,

nefislere hayât vermeleri,

bozgunculuğu önlemeleri,

tevbe ve istiğfara koşmaları isteniyor.

B- "O'na yaklaşmak için vesiyle arayın."

Nefsiniz için sevab ve Allah'a (celle celâlühü) yaklaşma için vesiyle arayın.

Vesiyle, Allahü teâlâ'ya yaklaşmak için tevessül edilen itaatlerle günahların terkidir. Her halde vesiyle aramaktan, maksad, emredilen takvadır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, her şeyin başı, her hayra erişmenin ve her zarardan kurtulmanın vesiylesi takvadır. Buna göre bu cümle, makabli için beyan ve tekid mahiyetindedir.

Yahut bundan maksad mutlak vesiledir; takva da öncelikle buna dahildir.

Bir diğer görüşe göre âyetin bundan önceki cümlesi,

günahların terkini,

ikinci cümlesi de, itaatleri emretmektedir.

Ve nefsin arzu ettiği günahların terkinde ve nefsin sevmediği itaatlerin yerine getirilmesinde külfet ve meşakkat olduğu için bu iki emirden sonra cihad (gayret etmek) emri gelmektedir.

C- "Ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa, eresiniz."

Allahü teâlâ yolunda O'nun gizli ve açık düşmanları ile cihad edin ki, O'nun rızasını kazanmak ve mükâfatlarına nail olmakla kurtuluşa eresiniz.

36

"Yeryüzünde ne varsa hepsi ve onun bir katı o inkâr edenlerin olsa ve kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye olarak verseler yine de onlardan kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir azab vardır."

Bu ibtidaî kelâm, kıyamet gününde kâfirlerin mükâfata nailiyet şöyle dursun nelere tevessül ederlerse etsinler azab tan kurtulmalarının imkânsız olduğunu belirtmek suretiyle, zaman geçirmeden, emirlere uymanın gerekliliğini tekid ve mü'minleri, Allah'a yaklaşmak için vesiyleler ihdasına koşmaya teşvik eder.

Bu ifade "kâfirlerin her biri için dünyadaki, her şey ve onun bir katı daha olsa" demektir; yoksa "kâfirlerin toplamı için bunlar olsa" demek değildir.

Yeryüzündekinden maksad, dünyanın bütün malları, erzakları ve bütün menfaatleri demektir.

Bu ilâhî kelâmdan murad, inkâr ve küfredenler için azabın kaçınılmaz ve her hangi bir yolla bu azab tan kurtulmanın imkânsız olduğunu temsilî bir ifade belirtmektır.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde kâfire denecek ki (Yukaalü kl-kâfiri):

- Dünya dolusu altın senin olsa, azabtan kurtulmak için fidye olarak verir miydin (Ereeyte lev kâne leke mil'ü'l-ardıl zeheben ekünte teftedî bih)?"

O da diyecek ki (Feyekuulü):

"- Evet (nea'm)."

Bunun üzerine kendisine şöyle denecek:

"- Ama senden çok daha kolay bir şey, yani şahadet kelimesi istenmişti (Kad süilet eysera min zâlike vehüve kelimetü'ş-şehadeh)."

Son cümle, onların fidyelerinin kabul edilmeyeceği gerçeğini ziyadesiyle sarih açıklar ve kıyametin ne kadar korkunç ve çetin olduğunu ortaya koyar.

37

"Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azab vardır."

Bu istinaf cümlesi, makablinden doğan bir suale cevap olarak onların azab çektikleri sıradaki hallerini beyan eder.

Yani "O zaman onların hak nasıl olacak" veya "onlar azap çekerken ne yapacaklar?" sualine:

"Onlar, ateşten çıkmak isterler / yürîdûne en yahrücû mine'n-nâri" cevabı verilir.

Ve bu arada onların uğrayacakları azabın ateş azabı olduğu belirtilir.

Rivâyete göre, cehennem ehli, oradan çıkmak isterler ve bunun için bir çıkış ararlar fakat çıkmaları imkânsızdır.

Diğer bir görüşe göre, ateş alevleri onları cehennemden çikacaklarmış gibi yükseklere savurur.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar, (hareketleriyle değil, fakat) kalbleriyle oradan çıkmak isterler. Oysa onlar orada sürekli olarak kalacaklardır.

38

"Hırsızlık eden erkek (sâriık) ve (sârika)ın yaptıklarına ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dır."

Bundan önce büyük hırsızlığın (yol kesmenin) hükümleri beyan edilmişti. Şimdi burada da küçük hırsızlığın hükmü açıklanmaktadır.

Kitab ile Sünnette bilinen yöntem, erkekler hakkında varid olan hükümlere kadınların da delâlet yoluyla (bi tarikı'd-delâie) dahil edilmeleri iken, bu konunun beyanına fazla itina gösterildiği ve ziyadesiyle caydırıcı olması için, kadınlar tarafından gerçekleştirilen hırsızlık da burada sarahatle zikredilmiştir.

Hırsızlık (sirkat), başkasının malını gizlice almaktır (Ahzü malel-ğayri hufyeten). Sirkat (hırsızlık),

- ancak muhafaza altına alınmış bir malın çalınması,

çalınan malın, en az on dirhem değerinde olması.

yerinde tafsilatiyle açıklanan diğer bazı şartlarla el kesmeyi gerektirir.

Hırsızlığın cezası olarak kesilecek ellerden maksad, sağ ellerdir. Nitekim İbnı Mes'ûd kıraetinde, "ve'ssârikatü fa-ktaû eymâne-hüm / hırsızların sağ ellerini kesin" şeklinde okunur.

"Yed / el", bedende bilinen uzvun tamamının adıdır. İşte bundan dolayıdır ki., Haricîler, el kesilirken koltuk altından kesilmesi gerektiğini söylerler.

Ulemanın cumhûruna göre ise, el bilekten kesılır. Çünkü Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hırsız getirilmiş ve Peygamberimiz, onun sağ elinin kesilmesini emretmiştir.

Allahü teâlâ bütün işlerinde gaaliptir; O'nunla niza edecek bir muhalif ve engel olacak bir zıt olmaksızın, neyi dilerse onu gerçekleştirir. Ve O, şeriatlarında hikmet ve maslahatin gereği olmayan bir şeye hükmetmez. İşte bundan dolayıdır ki, çeşitli hikmetleri ve maslahatleri ihtiva eden bu hükümleri teşri' buyurmuştur.

39

"Kim ettiği zulümden sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah, onun da tevbesini kabul eder. Allah gerçekten bağışlaması bol (Ğafûr)dur, çok merhametli (Rahîym)dir."

Kim, işlediği hırsızlıktan sonra Allahü teâlâ'ya yönelıp pişman olur, onun izlerinden arınıp bir daha yapmamaya kesin olarak azm ve kasdederse, Allah (celle celâlühü) da onun tevbesini kabul eder ve âhırette ona azab etmez.

Biz Hanefîlere göre, el kesme cezası tevbe ile saakıt olmaz; çünkü bunda malı çalmanın hakkı vardır. İmam Şafiî'nin bir kavime göre ise, tevbe etmekle, el kesme cezası da kalkar.

Cenab-ı Allah son derece mağfiret ve rahmet edicidir. İşte bundan dolayıdır ki, hırsızın tevbesini de kabul buyurur. Bu cümle makablinin illeti mahiyetindedir. Ism-ı celilin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek (yani Allah olmasının gereği budur) ve cümlenin istiklâlini teyid içindir.

40

"Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'a aittir . O, dilediğine azab eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye kaadirdir."

Bu cümle de, mâkabk gibi mezkûr hükmün illeti mahiyetindedir. Çünkü ülûhiyet unvanı, göklerin ve yerin hükümranlığının yalnız Allahü teâlâ'ya aidiyetinin yegâne sebebidir.

Bu âyetteki hitab, öncekinden farklı olarak Resûlüllah âledir.

Bir görüşe göre ise bu hitab, muhatab olabilen herkes içindir.

Buradaki inkârı istifham da, ilmi tesbit içindir. (Yani cihetteki bitiyorsun, demektir). Maksad, Allah'ın (celle celâlühü) ta'zîbe ve mağfirete muktedir olduğuna en beliğ ve en mükemmel şekilde şâhid ikame etmektir.

Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan bütün varlıklar üzerinde

- icad (yoktan var etme),

- idam (yok etme),

- ihya (can ve hayât verme),

- imate (can alma) ve benzerleri gibi bütün değişiklikler için,

- küllî tasarrufa muktedir tek irade, kahir saltanat ve hâkimiyet sahibinin Allahü teâlâ olduğunu bilmez misin?

O, dilediğine azab eder, dilediğini de bağışlar; O'nun yetkilerini paylaşan bir ortağı ve tasarruflarına engel olan bir zıddı yoktur.

Azab vermenin mağfiretten önce zikredilmesi, ikisinin sebepleri arasındaki sırayı gözetmek içindir. (Azabın sebebi suç işlemektir; bağışlamanın sebebi de suçluya merhamet etmektir.)

Bu son cümle göklerin ve yerin hakimiyetinin Cenab-ı Allah'a ait olduğuna bir açıklama mahiyetindedir.

Allahü teâlâ, hem azab etmeye hem de bağışlamaya muktedirdir.

Ism-i çektin (Allah), zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, daha önce bir çok kez açıklanan sebepten dolayıdır.

Bu cümla mâkabkni açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

41

"Ey Resul, ağızlarıyle "inandık" diyen fakat kalbleriyle iman etmemiş olanlardan ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar yalan dinler ve sana gelmeyen başka bir kavmi dinlerler. Kelimelerin yerlerini sonradan değiştirirler de,

"- Eğer sîze bu, verilirse alın; bu verilmezse sakının!" derler.

Allah, birini fitneye düşürmek (şaşırtmak) dilemişse sen onun için Allah'a karşı hiçbk şeye mâlik olamazsın. İşte onlar Allah'ın, kalblerini arındırmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik ve âhırette de büyük azab onlar içindir."

A- "Ey Resul, ağzlarıyle "inandık" diyen fakat kalbleriyle iman etmemiş olanlardan ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin."

Burada Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e Resul unvanı ile hitab edilmesi, teşrif ve tesliye sebebini bildirmek içindir.

Bir şeyde müsaraa etmek, süratle ve istekle üstüne atlamaktır.

"Rabb'ınızın mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennetine koşun (musaraa edin)." (Âl-i İmran 3/133) âyetinde müsaraa fiili "ilâ" harfi ile kullanıldığı halde burada (zarfiyet ifade eden) "fi" harfi ile kullanılmış olması, onların:

küfürde kararlı olduklarına ve ondan hiç ayrılmadıklarına ve sürekli olarak müşriklere dostluk göstermek ve İslâm'a olan kinlerini açığa vurmak gibi küfrün bazı hallerinden diğer bazı hallerine süratle geçtiklerine işaret etmek içindir.

Mü'minûn sûresinin,

"işte onlar hayırda yarışırlar (musaraa ederler)." (23/61) âyetinde de müsaraa fiili, aynı mânâda "fi" ile kullanılır. Bu ayrıt o söz konusu olan mü'minler, devamlı hayır için çalışırlar ve hem kendi oralarında hem de havrın çeşitleri arasında ruueuraîi ederler, koşar ve yarışırlar.

Bu âyetteki emir,

görünüşte, kâfirleri küfür içinde koşturmaktan men etmek suretiyle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)i üzmekten sakındırmak ise de, hakikatte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i, bundan dolayı üzülmekten nehyetmektir. Çünkü, bir şeyin sebeplerini ve ona götüren unsurları men'etmek, burhanı yoldan (delil yoluyle) onu men'etmek ve kökünü kazımaktır.

Bazen nehiy, müsebbebe tevcih edilir; ama sebebin nehyi kasdedilir. Meselâ, "Seni burada kesinlikle görmeyeceğim!" diyen kimse, muhatabını huzuruna çıkmaktan yasaklamış olur. İfade edilen mânâ şudur:

"- Ey Resûlüm, kalbleri gerçekten iman etmediği halde ağızlariyle "inandık " diyen münafıklarla Yahudilerin küfrün çeşidi tezahürleri arasında koşturmaları seni üzmesin."

B- "Onlar yalan dinler ve sana gelmeyen başka bir kavmi dinlerler."

Burada "onlar" zamiri, mezkûr iki fırkayı veya küfürde koşanları belirtir.

Onlar, öyle insanlardır ki:

durmadan yalan dinler, yalan konuşurlar;

sözde din bilginlerinin Allah adına uydurdukları iftiraları ve O'nun Kitabında yaptıkları tahrifatı benimserler;

duydukları üzerinde ilâve veya eksiltmeler yaparak veyahut değiştirerek yalan haber üretirler ve bunları hakikatmış gibi anlatır ve dinlerler. Mü'minlerin öldürüldüğü, müferezelermin kırıldığı gibi...

Bu mânâlardan hangisi olursa olsun, bu cümle istinafi olup mezkûr nehyin illetini beyan eder. Onların, anlatılan vecihlerle yalana çok kulak vermeleri ve işlerini, asılsız boş ve yalan haberler üzerine bina etmeleri, onlara aldırmamayı ve işlerini de önemsememeyı gerektirir. Onların yaydıkları haberlerin yalan ve asılsız olduğu kesinlikle anlaşılacak, yalan üzerine bina et tikleri işlerin kendilerine hiçbir faydası olmayacak ve aksine perişanlık ve azab sebebi olacaktır.

"Sana gelmeyen (lem ye'tûke)ler"den murad Peygamber'in meclisine, onun sohbetine gelmeyen, tekebbür ve nefretle ondan uzak duran bedbahtlardır.

Bir görüşe göre, bunlardan maksad Hayber Yahudîleridır.

"Başka bir kavmi dinleyen (semmâû'ne likavmin âharin)ler"den maksad da Benî Kureyza Yahudîleridır.

C- "Kelimelerin yerlerini sonradan değiştirirler de, "- Eğer bu verilirse alın; bu verilmezse sakının!" derler."

Bu cümle söz konusu kavmin başka bir sıfatıdır.

Onlar önce başka bir kavmi dinlemekle vasiflandırıldılar.

Bu, o kavmin, re'y ve tedbirde istiklâl sahibi olduğuna dikkat çekmek içindir.

- Sonra o kavim, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) meclisine gelmemekle vasıflandırıldı. Bu da, o kavmin dalâlette son derece aşırı olduğunu bildirmek içindir.

Daha sonra o kavim devamlı tahrifat yapmakla vasıflandırıldı.

Bu da, o kavmin azgınlıkta, kibirde ve Allahü teâlâ'ya iftirada cüret ve ifratını belirtmek içindir.

Allahü teâlâ kelimeleri yerlerine koyduktan sonra onlar o kelimelerin;

ya lâfızlarını kaldırırlar,

ya yerlerini değiştirirler,

ya da murad edilmeyen, yersiz bir mânâya hamlederler.

Diğer bir görüşe göre ise, bu cümle, bir istinaf cümlesi olup onların kötü işlerini teshir eder.

Yani o başka kavim, kendilerine kulak veren tâbilcrine kendi bâtıl sözlerine işaret ederek:

"- Eğer Resûlüllah tarafından size bu, verilirse, hemen alın ve uygulayın; çünkü haktır; ama eğer bu size verilmeyip başka bir şey size verilirse, sakın onu kabul etmeyin."

Rivâyet olunuyor ki, Hayber eşrafından bir erkek, yine hayber eşrafından bir kadınla zina etti ve ikisi de evli olduklarından, Tevrat'ta hadleri recim (taşlanarak öldürülmek) idi. Ancak bu zina edenler, eşraftan oldukları için Hayber halkı recim cezasını onlara uygulamak istemediler ve nihayet Hayberkler, Benî Kureyza Yahudîlerine bir heyet göndererek bu meseleyi Resûllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sormalarını istediler ve şunu da söylediler:

"- Eğer Muhammed, size ceîd (kamçılamak) ve yüze kara çalmayı emrederse, kabul edin; ama eğer size recim emrederse, kabul etmeyin."

Hayberliler, zina eden erkekle kadını da heyetle beraber gönderdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara recmi emretti. Onlar da bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Seninle onlar arasında İbn-i Surya'yi hakem yap!" dedi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara sordu:

"- Siz Fedek'te oturan İbn-i Surya adında beyaz tenli tek gözlü bir genç tanıyor musunuz?"

Onlar:

"- Evet tanıyoruz; o, yeryüzündeki Yahudiler içinde, Allahü teâlâ'nın Tevrat'ta Mûsâ b. İmran'a indirdiklerini en iyi bilendir" dediler.

Peygamberimiz

"- Haydi ona haber gönderin, gelsin!" buyurdu. Onlar da, ona haber saldılar. Nihayet o da geldi. Peygamber

"- İbn-i Surya sen misin? " "- Evet, benim."

"- Yahudilerin en büyük bilgini de sen misin? " . "- Öyle diyorlar."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hazır bulunan Yahudilere de sordu: "-- Siz bunun hakemliğine razı mısınız? " "- Evet, razıyız." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Kendisinden başka ilâh olmayan, denizi yarıp sizi kurtaran, firavun ve adamlarını denizde boğduran, bulutları size gölgelik yapan, size kudret helvası ile bıldırcın kuşları indiren, Tûr dağını tepenize diken ve helâk ile haramını içeren Tevrat'ı size indiren Allah aşkına, siz kutsal Kitabınızda, zina eden evliler için recm cezasını görüyor musunuz?"

İbn-i Surya:

"- Evet! Bana hatırlattığın Allah'a yemin olsun ki, eğer yalan söylediğim veya gerçeği değiştirdiğim takdirde Tevrat'ın beni yakmasından korkmasav-dım, sana itiraf etmezdim! Fakat sizin Kitabınızda nasıldır ya Muhammed? "

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Dört âdil insan, milin sürme kabına girdiği gibi, erkek ile kadın arasında cereyan eden ilişkiyi gördüklerine şâhidlik ederlerse recm cezası lazım gelir" buyurdu.

Ibn-i Surya:

"-Tevrat'ı Mûsa'ya indiren Allah'a andolsun ki Tevrat'ta da böyle emir buyurmuştur" dedi.

Bunu duyan Yahudilerin sefilleri, onun üstüne atıldılar. Ibn-i Surya:

"- Yalan söylediğim takdirde bize ilâhî azab inmesinden korktum" dedi.

Sonra Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) beldenen son Peygamberin alâmetlerinden bildiği bazılarını sordu ve sonunda:

"- Eşhedü en lâ ilahe illallah ve enneke Resûlüllah.. ./ Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin de, eski Peygamberlerin müjdelediği Allah'ın Resulü o Ümmî Arabî Peygamber olduğuna şahadet ederim! "diyerek Müslüman oldu.

Ve Resûlüllah cezanın infazını emir buyurması ile zina eden o çift, Mescidin kapısının baktığı sahada recmediidi.

Ç- "Allah, birini fitneye düşürmek (şaşırtmak) dikmişse sen onun için Allah'a karşı hiçbir şeye mâlik olamazsın."

Allahü teâlâ'nın fitneye düşürmek istediği kimse, her kim olursa olsun, bu hükme dahildir. Böylece zikredilen kimseler de, öncelikle buna dahildir. Onların sarahatle zikredilmemesi, bunun gayet açık ve zikri gereksiz olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Allahü teâlâ, bir kimsenin dalâletini ve rezil-rüsvay olmasını dilemiş ise artık sen bunu engellemek için Allah (celle celâlühü) a karşı hiçbir şey yapamazsın.

D- "İşte onlar Allah'ın, kalblerini temizlemek istemediği kimselerdir."

"Ülâike — işte onlar", işareti söz konusu münafıklar ve Yahudiler içindir. Ha işaret isminin kullanılması, onların fesattaki mertebelerinin çok derin olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Allahü teâlâ, o münafıkların ve Yahudilerin kalblerini küfür necasetinden ve dalâlet pisliğinden temizlemek istemez. Çünkü onlar, tamamen küfür ve dalâlete batmışlardır. Onda ısrar ve inatçıdırlar ve ihtiyarlarını hidayetten yana değil başka şeylerden yana kullanma azmi içine girmişlerdir. Bu, onların, küfre koşmakla vasıflandırmaları ve dalâletlerinin çeşitlerinin açıklanmasından da anlaşılmaktadır.

E- "Dünyada rezillik ve âhıirette de büyük azab onlar içindir."

Münafıkların rezil-rüsvay olması,

sırlarının ifşası,

nifaklarının Müslümanlar arasında ortaya çıkmasiyle gerçekleşir.

Yahu dilerin rezil-rüsvay olması ise,

-Tevrat nassını gizleyip yalan söylediklerinin anlaşılması,

cizye mahkûmu olarak zillet içinde yaşamaları ile gerçekleşir.

Onlar, bu dünyevî rezilliğin yanı sıra âhıirette de bindik bir azaba, yani ebedî cehennem azabına duçar olacaklardır.

Bu iki cümle de istinafı olup azabı mücıb fiil ve hallerin tafsilatından doğan, sanki, "- Buna göre onların cezası ne olur?" sualinin cevabıdır.

42

"Onlar yalan dinler ve haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet ister; onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ama aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaleti ayakta tutanları sever."

A- "Onlar yalan dinler ve haram yerler."

Onların durmadan yalan dinledikleri bundan önceki âyette geçtiği halde burada tekrar edilmesi makablini tekid ve mâba'dine hazırlık içindir.

Onların hep haram yemeleri de başka bir vasıfları olup zemm yoluyle belirtilmiştir yahut bundan önce zikredilen yalan, rüşvet verenlerin rüşvet yiyenlere yaptırdıklarını açıklama amacına matuftur.

Suht, aslında, helâl olmayan her şeydir.

Diğer bir görüşe göre ise suht, mutlak haramdır ve kökünü kazımaktan gelir. Harama suht denmesi, bereketsiz olmasındandır.

Burada suhttan murad,

ya Tevrat âyetleri üzerinde tahrifat yapanların bu tahrifatları ve diğer bâtıl işleri karşılığında aldıkları rüşvetlerdir- ki meşhur olan da budur-,

ya da fakir Yahudilerin Yahudi olarak kalmaları karşılığı zenginlerden aldıkları mallardır,

veya bunların da öncekide dahil olduğu mutlak haram mallardır. Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Haram malın oluşturduğu her et (lahm-vücut), daha çok cehennem ateşine yaraşır (Küllü lahmin enbetehu's-suhtufe'n-nâru evlâ bihi)."

B- "Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet; ister onlardan yüz çevir."

"- Ey Rasûlüm Muhammed! Durum böyle olduğuna göre, eğer aralarındaki ihtilafların halli için senin hakemliğine müracaat ederlerse, artık onların söyleyeceklerine aldırmadan ve onlardan çekinmeden ya aralarında hükmet, ya da yüz çevir."

Gördüğün gibi bu ilâhî emir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i bu iki şık arasında muhayyer bırakır.

Bir kavle göre bu muhayyerlik, özel bir meseleye, daha önce zikredilen evlilerin zinasına ilişkindir.

Diğer bir kavle göre ise, bu muhayyerlik bir Yahudînin katlinden dolayı Benî Kureyza ile Benî Nadîr Yahudileri arasındaki davaya ilişkindir. Şöyle ki:

Bu ıkı Yahudi kabilesi, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) hakem seçip ona geldiler.

Benî Kureyza temsilcileri davayı anlatırken dediler ki:

"- Benî Nadîr, bizim kardeşlerimizdir; babamız birdir; dinimiz birdir. Onlar bizden bir adam öldürdükleri zaman kısasa razı olmazlar ve bize diyet olarak yetmiş vesak kuru hurma verirler.17

17 Bir vesak 60 sa', bir sa' da yaklaşık 3.340 kg. dır.

Ama biz onlardan bir adam öldürdüğümüz zaman onlar:

hem faili öldürüyorlar;

hem bizden bize verdiklerinin iki katı yüz kırk vesak kuru hurma alıyorlar;

maktul kadın ise ona karşılık bizden erkek,

maktul erkek ise ona karşılık bizden iki erkek,

maktul köle ise ona karşılık bizden hür bir adam öldürüyorlar. Artık sen bizim aramızda hükmet."

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her iki taraf için de eşit diyete hükmetti.

Başka bir görüşe göre ise, Peygamberimizde verilen bu muhayyer emir, belli bir meseleye mahsus olmayıp bütün hükümler içindir.

Bu görüşü savunanlar da, kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir:

Bazılarına göre, bu muhayyerlik sabit (gayr-ı mensûh) bir hükümdür.

Bu görüş, Tabiînden Atâ, İbrâhîm el-Nahaî, Şa'bî, Katâde, Ebubekir el-Asam, Ebû Müslim'den rivâyet edilmiştir.

Bazılarına göre ise bu hüküm mensûhtur (kaldırılmıştır).

Bu da, Sahabî İbn Abbâs ve Tâbiînden Hasen el-Basri, Mücâhid ve İkrime'nin görüşüdür.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Mâide suresinden yalnız iki âyet nesholunmuştur:

Birincisi, "Ey iman edenler! Allah'ın şeâiri (alâmet ve nişanelerine ...... saygısızlık etmeyin. " (Mâide 5/2) âyetidir. Bu âyet,

"Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe 9/5) âyetiyle nesholunmuştur.

İkincisi de, "Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir." (Mâide 5/42) âyetidir.

Bu da, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet." (Mâide 5/49) âyetiyle nesholunmuştur."

Hanefî mezhebinin önde gelen âlimleri de, İbn Abbâs'tan rivâyet olunan bu görüşü benimsemişlerdir.

C- "Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ama aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adaleti ayakta tutanları sever."

Bundan önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki seçenek arasında muhayyer bırakılmıştı. Şimdi burada da o iki seçenek beyan edilmektedir.

Önce yüz çevirme seçeneğinin zikredilmesi, zararlı olabileceği düşünülen bir hâlin zararlı olmadığını beyanda acele edildiği içindir.

Bunun zararlı olabileceği akla gelebıliyordu; çünkü onlar en kolay ve ehven hüküm için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in hakemliğine başvuruyorlardı,

Bu durum karşısında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in, onlardan yüz çevirip aralarında hüküm vermekten imtina etmesi, onların zoruna gitmesi ve bu yüzden Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e olan düşmanlıklarının ve zarar verme çabalarının daha hızlanabileceği akla gele bitirdi. İşte bundan dolayıdır ki. Allahü teâlâ, "Felen yadzurrûke şey'â / Onlar sana hiçbir zarar veremezler" sözü ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e teminat verdi. Yani,

"- Davalarına bakmadığın takdirde onlar sana asla zarar veremezler. Allahü teâlâ, seni insanlardan koruyacaktır. Ama eğer onlar arasında hükmedeceksen, recme hükmettiğin gibi yine emrolunduğun adaletle hükmet. Çünkü şüphesiz Allah (celle celâlühü) âdil olanları sever ve bunun zorunlu bir sonucu olarak da Allahü teâlâ, âdil olanları her kötülükten ve tehlikeden korur."

43

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar? Sonra da bundan yüz çeviriyorlar? İşte onlar iman etmiş değillerdir."

A- "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar ? Sonra da bundan yüz çeviriyorlar ?"

Bu kelâm, onların, gerçekte iman etmediklerini, kendilerine inen Kitaba da inanmadıklarını ve buna rağmen tahkim için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e basvurmalarmdaki tutarsızlığa taaccübü ifade eder. Bu kelâm, dikkatleri şu gerçeğe çeker:

Onların bu tahkimden amaçları, hakkı öğrenmek ve ser'i hükmü uygulamak değil fakat Allahü teâlâ'nın hükmü olmasa da, daha ehven bir hüküm bulmakdı.

"Ve ıi'ndehümü't-tevrâtü / Tevrat yanlarında iken" cümlesi, tahkimde bulunan o Yahudilerin halini belirler.

Diğer bir görüşe göre ise bu cümle istinafı olup onların yanında, tahkime gerek bırakmayan hükmün mevcud olduğunu beyan içindir.

"Sunime yetevellevne min ba'di zâlik / sonra bundan yüz çeviriyorlar" cümlesi de yadırgama ve taaccübü pekiştirmek ve bunu belirtmek içindir.

Hulâsa,  demek istenen şudur:

"- Resûlüm, onlar hakemliğine razı olduktan sonra senin verdiğin ve kendi Kitablarına da uygun hükümden yüz çeviriyorlar."

B- "İşte onlar iman etmiş değillerdir."

Bu cümle, makablinin sonucunu açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

Burada ism-i işaretin (ülâike) kullanılması, onların tavsif edildikleri çirkinliklerle canlandırılmaları içindir. Bundan amaç, hükmün illetine işaret etmenin yanı sıra şu noktayı da belirtmektir:

Onlar o çirkin vasıfları ile başkalarından o kadar ayrılmışlardır ki müşahede edilen şeyler sınıfına dahil olmuşlardır.

Bu işaretteki uzaklık mânâsı da, onların azgınlık ve kibirdeki derecelerinin pek uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir.

İşte o zikredilen çirkin vasıflarla vasıflandırılanlar, hakikatte kendi Kitablarına iman etmiş değillerdir. Çünkü önce ondan yüz çevirmişler; ikinci kez de, ona uygun olan hükümden yüz çevirmişlerdir.

Diğer bir görüşe göre de, yani onların imanı kâmil değildir. Bu ifade, onlar hakkında ağır gazab ve istihza içindir.

44

"İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı Biz indirdik. (Allah'a) teslim olmuş o Peygamber (nebî)ler, Yahudilere onunla hükmederlerdi; Allah'ın Kitabini korumakla görevli rabbani (zâhıd)lerle bilginler de onunla hükmederlerdi. Zaten onlar Tevrat'ın sahicileri idiler. O halde insanlardan korkmayın da Benden korkun! Âyetlerimizi az bir bedel karşılığında da satmayın. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."

A- "İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı Biz indirdik Biz ."

Bu istinafı kelâm,

-Tevrat'ın yüce şanını,

hükümlerine riayet etmenin zorunluluğunu,

hükümlerinin peygamberler ve onlara uyanlar arasında saygı gördüğünü, hükmedenlerle hüküm için başvuranlar tarafından kabul edildiğim, muhalefet ve tebdilden mahfuz kaldığını açıklar.

Bu beyandan amaç, tahrifçilerin hakikatte Tevrat'a inanmadıklarını, küfür ve zulüm içinde bocaladıklarını ortaya koymaktır.

Tevrat'ın hidayet ve nûr içermesine gelince: O,

-içindeki şeriat ve hükümler, insanları kaçınılmaz hakka irşad etmesi hasebiyle hidayettir;

-mübhem olan hükümleri açıklığa kavuşturması ve cehaletin zulmet perdelerini açması hasebiyle de nurdur.

B- "(Allah'a) teslim olmuş o Peygamber (nebi)ler, Yahudilere onunla hükmederlerdi."

İsrâiloğullarına gönderilen Peygamberler onunla hükmederlerdi.

Bir görüşe göre ise Mûsâ ile ondan sonra gelen Peygamberler onunla hükmederlerdi.

Bu istinaf cümlesi, Tevrat'ın mertebece yükseldiğini gösterir.

Peygamberler, Tevrat'ın hükümleri ile hükmediyorlar ve insanlara o hükümleri uyguluyorlardı.

Bizden öncekilerin şeriatlerınin, nesholunmadığı müddetçe bizim için de geçerli olduğunu savunanlar, bu âyeti mesned gösterirler.

Nebi veya Peygamberlerin İslâm sıfatı ile vasıflandırılmaları, tahsis ve tavzih için değil, fakat medih içindir. Ancak nübüvvet vasfı, İslâm vasfından kesin olarak daha büyüktür. Bu itibarla onların nübüvvetten sonra İslâmiyetle vasıflandırılmaları, yüksekten aşağıya bir yönelmedir. Fakat bu vasıflandırmadan maksad, bu sıfatın şanını yüceltmektir. Zira büyük zatların medhi makamında bir vasfı ibraz etmek, şüphesiz o vasfın yüce kadrini bildirmektir. Nitekim Peygamberlerin salâh ile ve meleklerin iman ile vasıflandırılmaları da bu kabildendir. İşte bundan dolayıdır- ki, "Evsafü'l-eşrafü eşrafü'l-evsafü / Eşrafın evsafı, evsafın eşrafıdır" elenmiştir.

Burada "islâm üzere olmak" ifadesi,

- Müslümanların şânını yüceltmek ve

-Yahudilerin İslâmdan ve Peygamberlere uymaktan uzak olduklarına tariz yoluyla belirtmek içindir.

"Li-llezîne hâdû / Yahudî olanlara" ifadesindeki lâm harfi,

ya lehte veya aleyhte hükmün Yahudilere mahsus olduğunu beyan etmek ;

ya hükmün, sorumluluğu kaldırdığından mahkûmun aleyh (aleyhine hüküm verilen) içîn de fiaydak olduğunu;

ya da her iki taraf hakkında da faydalıymıs gibi tarafların ona rıza gösterdiklerini ve boyun eğdiklerini zımnen bildirmek içindir.

Bir görüşe göre, burada "ve aleyhim / aleyhlerine" lafzı mukadderdir. Yani o Peygamberler Yahudilerin lehine ve aleyhine Tevratla hükmederlerdi.

Bir görüşe göre ise anılan "li'llezine..", "İnnâ enzelnâ / indirdik" fiiline taalluk eder. Yani Biz, Tevrat'ı Yahudilere indirdik; anlamını ifade eder.

Başka bir görüşe göre ise, bu kelime, hidayet ve nura taalluk eder. Yani Tevrat, Yahudilere hidayet ve nurdur; anlamını içerir.

C- "Allah'ın Kitab'ını korumakla görevli rabbanî (zâhid)lerle bilginler (ahbar) de onunla hükmederlerdi."

Harun'un (aleyhisselâm) evlâdından, Peygamberlerin dinine bağlı kalıp Yahudilerin dininden uzak duran zâhıdler ile âlimler...

Rivâyete göre Ibni Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

"- Rabbaniler, insanları ilimle yönetenler ve büyüklerden önce küçükleri terbiye edenlerdir. Ahbar da, hibr'in çoğulu olup fıkıh âlimleri demektir. "

Bu kelime, güzelleştirmek anlamında "tahbîr" den alınmıştır. Zira alkiller, anlatarak ve açıklayarak ilmi güzelliştirirler.

Rabbaniler ve ahbar, daha önce geçen peygamberlere atıftır. Yani Peygamberler gibi rabbaniler (zâhidler) ile ahbar (âlimler) da, Tevrat'ın hükümleri ile hükmediyorlardı. İnsanları Tevrat'ın hükümlerine sevketmekte asıl öncüler peygamberlerdir. Zâhidler ve âlimler ise, bu misyonda onların halifeleri ve nâibleridir. Nitekim bu, "Bime-stuhfizû min kitabi-llâhi / Allah'ın Kitab'ını korumakla görevli" ifadesinden de anlaşılır. Yani Peygamberler, rabbanilerle ahbardan, Tevrat'ı mutlak olarak her türlü tahrif ve tebdilden korumalarını istemişlerdi. İşte onların bu isteği, hiçbir yerini bozmadan Tevrat hükümlerini tam olarak uygulamak için rabbanilerle bilginlere halifelik yetkisi vermeleri demekti.

Bu ifadede Tevrat'ın "Kitabi-llâh / Allah'ın Kitabi" unvanı ile zikredilmesi, değişikliğe uğramaktan korunmasının zorunlu olduğuna işaret içindir.

Ç- "Zaten onlar Tevrat'ın şâhidleri idiler."

O rabbaniler ve bilgin (hibr)ler, Tevrat'ın murakıpları idiler; onu, herhangi bir tahrif ve tebdilden titizlikle koruyorlardı.

D- "O halde insanlardan korkmayın da benden korkun ."

Bu hitab iltifat yoluyla Yahudî reisleri ve âlimleri içindir. Bu nehyin (yasağın), Müslüman yöneticilere ve âlimlere şamil olması ise, ibare yoluyle değil fakat delâlet yoluyladır.

Cümlenin başındaki "f" harfi, tertib manasınadır.

İnsanlardan korkmayın nelıyi de Peygamberlerin ve onların yolundan giden rabbanilerle bilginlerin, amel ve hıfz olarak Tevrat'ın şanı ile çok yalandan ilgileri olduğuna işarettir.

Onlar, Tevrat'ı tahrif ve tebdil şöyle dursun, onu gözetmek ve korumakta her türlü ihlâlden sakınacaklardır.

Onlar hem Allah'tan korkacak hem de dünyevî menfaatlere rağbet etmeyeceklerdir.

Tebdil ve tahrife cüret ve dünyevî menfaatlere rağbet etmek; bunların her ikisi de sarahatle nehyedilmiştir.

Hulâsaten mânâ şudur:

Tevrat'ın şanı böylesine yüce olduğuna göre, hiç kimseden korkmayın ve onun hükümlerini koruyup kollamada sizden önceki Peygamberlerin ve ona gönül verenlerin yolundan gidin ve bu görevi ihlâl konusunda ancak Benden korkun.

E- "Ayetlerimizi az bir bedel karşılığında da satmayın."

Alacağınız mal ve para, mevki-makam ve diğer dünyevî menfaatler karşılığında âyetlerimizi Tevrat'tan çıkarıp atmayın veya uygulamayı bir kenara bırakmayın. Bu karşılıklar ve menfaatler, ne kadar büyük olursa olsun, kaybettiklerinize göre çok az ve değersizdir.

Muavaza (mebî ve semen-i mebî gibi mütekabil ivazlı) akitlerinde asıl maksad satın alınan metadır. Bu âyette ise, semen (bedel), meta yerinde kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi "âyatî" kelimesinin başında bir "b" harfi vardır. Oysa "b" harfi vesilelerin başında zikredilir.

Bunlar onların işi tersine çevirdiklerini bildirmek içindir. Nitekim onlar, en büyük gayeyi vesile ve en küçük vesileyi de gaye yapmışlardır.

E- "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."

Kim, Allahü teâlâ'nın indirdiği hükümleri tahkir ve inkâr ederek onlarla hükmetmezse...

Zira onların, Allahü teâlâ'nın âyetlerinde yaptıkları tahrifat apaçık bu mânâyı (tahkir ve inkârı) mûcibtir.

"işte onlar / ülâike" denmesi, "men / kim" harfinin mânâsmdaki çoğul itibariyledir.

Bu cümle, makablinin anlamını en mükemmel şekilde açıklayan bir zeyl mahiyetinde olup o mefhumu ihlâlden de şiddetle sakındırır. Nitekim burada küfür, mücerred Allahü teâlâ'nın hükmünü terk şartına bağlanmıştır. Şu halde;

ilâhî hükümden başkasıyle hükmetmek,

tahrif ve tebdil edilmiş hükmü onun yerine koymak,

Allah'ın âyetini az bir bedel karşılığında satmak ve onun Allah (celle celâlühü) katından olduğunu iddia etmek nasıl ağır bir küfür olur; bunu düşünmek gerekir.

45

"Tevrat'ta onlar hakkında şöyle yazdık:

Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş... Ve yaralar için kısas. Artık kim onu bağışlarsa, kendisi için keffaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."

A- "Tevrat'ta onlar hakkında şöyle yazdık:

Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş... Ve yaralar için kısas."

"Ve ketebna a'leyhim / onlar hakkında yazdık" cümlesi, bundan önceki âyette zikredilen "Innâ enzelna't-tevrâte / Tevrat'ı Biz indirdik" cümlesine atıftır. Yani Tevrat'ta Yahudiler için şöyle yazdık, demektir.

Bir kırâete göre de "Ve ketebna a'leyhim -- onlar hakkında yazdık" cümlesi yerine "Ve enzele-llâhü a'lâ benî isrâîle / Allah, Isrâiloğullarına indirdi." cümlesi okunur.

Haksız olarak (biğayr-i hakkın) öldürülen cana karşı can, kör edilen göze karşı göz, kesilen buruna karşı burun, kesilen kulağa karşı kulak ve kırılan dişe karşı diş müeyyidesi uygulanır. Yaralarda da muadelet olduğu takdirde kısas söz konusudur.

Rivâyet olunduğuna göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Isrâiloğulları, öldürülen kadın için katil erkeği öldürmüyorlardı. Bu âyet bu sebeble nazil olmuştu."

B- "Artık kim onu bağışlarsa, kendisi için keffaret olur."

Hak sahiblerinden kim kısası affederse Allahü teâlâ onu günahları için keffaret sayar. I'asadduk kelimesinin kullanılması, ziyadesiyle teşvik içindir.

Diğer bir görüşe göre ise bu, cani için kefarettir; hak sahibi hakkından vazgeçtiği zaman ceza saakıt olur.

Bir kıraeete göre "fehüve keffaretün leh" cümlesi "fehüve keffaretühu leh" şeklinde okunmuştur. Bunun anlamı şudur:

Kısası bağışlayanın, bağışlamakla kazandığı kefaret hakkı kendisine aittir; ondan hiçbir şey eksiltikmez.

Bu kırâete göre bu ifade, yapılan işi tazım etmektir. Nitekim:

" Onun ecri Allah'a aittir." (Şûra 42/40) âyeti de bu kabildendir.

C- "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."

Öldürülen kadın için erkek hakkında kısas uvguiamavan Yahudiler de dahil olmak üzere, her kim, Allahü teâlâ'nın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar, Allahü teâlâ'nın hududunu aşan eşyanın yerim değiştiren zâtimlerdir.

Bu cümle, zikredilen hükümlerle ameî etmenin zorunlu olduğunu açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

46

"O Peygamberlerin ardından, onların izleri üzerine kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nûr bulunan, önündeki Tevrat'ı tasdik eden, Allah'tan sakınanlar için bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik."

Bundan önce Tevrat'ın hükümleri beyan edilmişti. Şimdi burada da İncil'in hükümleri açıklanıyor.

"O Peygamberlerin ardından, onların izleri üzerine... Meryem oğlu İsa'yı gönderdik..", cümlesi daha önceki " Biz Tevrat'ı indirdik" (5/44) cümlesine atıftır.

Yani zikredilen o Peygamberlerin ardından,

kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik;

ona, tıpkı Tevrat gibi içinde hidayet ve nûr bulunan, önündekini tasdik eden, takva sahipleri için hidayet ve öğüt olan İncil'i verdik.

Burada görüldüğü üzere İncil,

önce içinde hidayet olmak,

sonra da tamamen hidayetten ibaret bulunmakla vasıflandırılmıştır.

İncil'in hidayet ve öğüt olması takva sahiblerine tahsis edilmiştir. Çünkü onun hidÂyetinden, nûrundan ve öğütlerinden yararlananlar, yalnız takva sahipleridir.

47

"İncil ehli de Allah'ın, onda indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kasıkların ta kendileridir."

A- "İncil ehli de Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler."

Bu emir doğrudan doğruya Hıristiyanlar içindir. Hıristiyanların

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) risalet ve nübüvvetine dair deliller,

onun şeriatının geçerli kıldığı hükümler de dahil olmak üzere İncil'in bütün muhtevası ile hüküm ve amel etmeleri gerekir.

İncil'in nesholunmuş hükümleriyle amel ve hükmetmek, Allahü teâlâ'nın indirdikleri ile hükmetmek değil aksine onları ibtal ve tatil etmektir. Çünkü İncil'in bizzat kendisi, o hükümlerin neshine ve onlarla amel etmenin sona erdiğine şahidciir. Çünkü İncil, onu nesheden şerîatin sıhhatine şahadet eder. Nitekim:

" (Resûlüm) de ki:

-Ey Kitab Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni ikame etmedikçe (hakkıyle uygulamadıkça) hak üzerinde değilsiniz." (Mâide 5/68) âyeti bu gerçeği ifade eder.

Bir görüşe göre ise, bu kelâm, Hıristiyanlara verilmiş olan emrin hikâyesi olup bir fıihn takdiri ve bundan önceki âyette geçen "Ve âteynâhü'l-incîle / ona İncil'i verdik" cümlesine atıftır. Yani,

"Meryem oğlu İsa'ya İncil'i verdik ve dedik ki; İncil ehli, Allahü teâlâ'nın onda indirdiği hükümlerle hükmetsinler."

"Yel- yahküm / hükmetsinler" fiili, bir kırâete göre muzari'fgenis zaman) kipi ve ta'lîitillet ifede eden) lâmı ile "lı-yahküme" şekünde de okunmuştur. Yani,

"O'na (Meryem oğlu İsâ'ya) İncili verdik ve İncil ehline, Allah'ın onun içinde indirdiği hükümlerle hükmetmelerini emrettik (Ve âteynâhü'l-incîle ve emerna bienne yahküme ehlü'l-incîli illi..)."

Bu kırâete göre, hidayet ve öğüt kelimeleri üzerine de bir atıf olduğu düşünülebilir. Yanı,

hem hidayet ve öğüt için,

hem de İncil ehlinin, Allah'ın (celle celâlühü) indirdiği hükümlerle hükmetmeleri için İncil'i Meryem oğlu İsâ'ya verdik.

B- "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir."

Kim, Allahü teâlâ'nın indirdiği hükümleri tahkir ve inkâr ile onlarla hükmetmekten kaçınırsa, işte onlar, imandan çıkanların ta kendileridir.

Bu cümle, geçen cümlenin içeriğini açıklayan ve emre uymanın zorunlu olduğunu vurgulayan bir zeyl mahiyetindedir.

Bu kelâm, şuna delâlet eder:

İncil, az veya çok, bazı hükümleri içermekteydi;

İsa'nın müstakil bir şeriati vardı ve o hükümlerle amel etmeye memurdu;

yalnız Tevrat hükümlerini uygulamaya memur değildi.

"Yel- yahküm ehlü'l-incîli bımâ enzele-llâhü lıiıı / İncil ehli de, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler" cümlesini, yalnız Tevrat hükümleri ile amel etme zorunluğu şeklinde anlamak zahire muhalif olur.

48

"Sana da (Resûlüm), önündeki kitabları tasdik edici ve onları müheymin (koruyup kollayan) olmak üzere hakla Kitab (Kur’ân)ı indirdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp da onların heva ve heveslerine uyma. Sizden her biri için bir şeriat ve bir yol (minhac) belirledik. Allah dileseydi elbette sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi. O halde hayırlarda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilâf ettiğiniz şeyleri (gerçeği) size haber verecektir."

A- "Sana da (Resûlüm), önündeki kitabları tasdik edici ve onları mühevmin (koruyup kollayan) olmak üzere hakla Kitab (Kur’ân)ı indirdik."

Bu indirilen Kitabtan maksad Kur’ân-ı Kerim'dir. Kur’ân-ı Kerim,

bütün semavî Kitabların kemal vasıflarını haiz bulunduğu,

- semavî Kitab cinsinin diğer fertlerinden üstün, yegâne kâmil Kitabtır. Mutlak olarak kitab dendiğinde Kur’ân-ı Kerîm kasdedılmiş olur.

Bu cümle, "Biz... Tevrat'ı indirdik" cümlesi ile onun üzerine atfedilenlere atıftır.

"Bi'l-hakkıi / Hak olarak" vasfı, Kitabı tekid eder. Yani,

"- Resûlüm, sana indirdiğimiz Kitab, hak ve doğrudur." anlamını vurgular.

Fakat bir görüşe göre,

Kitabı indiren Allahü teâlâ'nın;

Diğer bir görüşe göre de,

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in halini ifade eder.

Kur’ân-ı Kerim'in daha önceki Kitabları tasdik etmesi,

ya kendisinden önceki Kitablarda vasıflandırıldığı gibi nazil olması,

ya da kıssalar da,

va'dlerde, insanları hakka ve adalete davette, günahlardan ve hayasızlıklardan men ve nehiylerde kendisinden önceki Kitablara muvafık bulunması demektir.

Zamanın değişmesiyle değişebilen bazı cüzi hükümlerde Kur’ân-ı Kerim'de görülen eski semavî Kitablara muhalefet ise, hakikatte muhalefet olmayıp muvafakattir. Çünkü her iki kısım hüküm de, kendi asrına göre haktır ve şeriatın medarı olan hikmettir. Zaten eski semavî Kitablarda da, mensûh hükümlerin ebedî olduğuna bir delâlet yoktur ki onları nesheden sonraki Kitab, onlara muhalefet etmiş olsun. Eski semavî Kitablardaki delâlet, bekası veya zevali noktasına değinmeden mutlak olarak meşruiyetine dâirdir. Hatta diyebiliriz ki, o hükümlerin zevalini de ifade eder. Çünkü eski Kitabların, kendilerini neshedecek Kitabın sıhhatini belirtmeleri aynı zamanda kendilerinin neshini ve zevalini de belirtir.

"Lima beyne yedeyhi / önündeki, daha önceki" Kitabtan maksad, bütün eski semavî Kitablardır. Bu beyan cins itibariyle hepsine şâmildir. Kur’ân-ı Kerim, bütün eski semavî Kitabların murakıbı olup onları tebdil ve tağyirden korur. Çünkü Kur’ân, o eski Kitabların,

sıhhat ve sebatına şahadet;

şerî usûl ve devamlı olan fer'î hükümlerini tebyin;

mensûh hükümlerini tayin ve tesbit;

o hükümlerin, o Kitablardan kaynaklanan meşruiyetinin sona erdiğini ve onlarla amel zamanının geçtiğini izhar eder.

Ve hiç şüphe yok ki, eski semavî Kitabların baki ve meşruiyeti ebedî olan hükümlerini, meşruiyeti geçmiş hükümlerinden temyiz etmek, Kur’ân'ın, o Kitabları koruyucu hükümlerindendir.

Koruyan anlamındaki "müheymin" kelimesı, bir kırâete göre "müheymen" olarak da okunmuştur. Bunun anlamı Kur’ân'ın tağyir ve tebdilden korunmakta olduğudur. Nitekim,

" Onun ne önünden ne ardından bâtıl gelemez." (Fussilet 41/42) âyeti de bu hakikati bilektik. Bu mânâya göre Kur’ân'ı muhafaza eden,

- ya Allahü teâlâ tarafından bir kuvvettir; nitekim, bir âyette şöyle denir:

" Kur’ân'ı Biz indirdik ve muhakkak ki onu Biz koruyacağız." (Hicr 15/9)

va da Kur’ân'ı asırlar boyu şehirlerde hafızlar koruyacaktır.

B- "Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet."

Bu cümle, makabline terettüb eder. Çünkü Kur’ân-ı Azîm'in hak olması,

önceki ümmetlere indirilmiş Kitabları tasdiki ve onları koruması ile sabittir. Kur’ân-ı Kerim, bu evsafta olduğuna göre, Resûlüm:

Ehl-i Kitab, senin hükmüne baş vurdukları takdirde sana indirilmiş olan Kur’ân'ıle hükmet. Çünkü Kur’ân'ılâhî Kitablarda mevcud bütün şerî hükümleri kapsar niteliktedir.

Burada da zamir makamında ısm-i celilin (Allah'ın) zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir.

C- "Sana gelen hakkı bırakıp da onların heva ve heveslerine uyma."

Sana gelen o vaz geçilmez hakkı bırkaıp da onların bâtıl arzularına uyma.

Ç- "Sizden her bîri için bir şeriat ve bir yol (minhac) belirledik."

Bu istinafı kelam, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in muasırları iki grup Ehl-i Kitabi (Yahudileri ve Hıristiyanları), kendisine indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim'e müsteniden verdiği hükme boyun eğmeye sevketmek içindir. Çünkü bu kelâm., Ehl-i Kitabin amel etmekle mükellef olduğu Kitabın,

kendi eski Kitabları değil fakat Kur’ân-ı Kerîm olduğunu,

o Kitablarla amel etmekle mükellef olanların, Kitabların neshinden önceki eski ümmetler olduğunu belirtir.

İltifat yoluyla ve doğrudan doğruya olan bu hitap, bütün insanlar içindir. Yalnız halen hâzır insanlara değil, fakat tağlıb yoluyla eski insanlara da şamildir. Bunun anlamı şudur:

Ey hâzır ve eski ümmetler! Sizden her ümmet için bir şeriat ve bir yol tayın ettik. Hiçbir ümmet, kendisi için tayin edilmiş şeriati geçemez. İmdi,

Mûsâ (aleyhisselâm) dan itibaren İsa'ya (aleyhisselâm) kadar her ümmetin şeriati, Tevrat'tır.

Isâ dan itibaren Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e kadar olan her ümmetin şeriati de İncil'dir.

Siz ey hâzır ümmet! Sizin şeriatın iz ancak Kur’ân'dır; ondan başka şeriatiniz yoktur. Binaenaleyh siz Kur’ân'a iman edin ve onun hükümleri ile amel edin.

Şir'at veya şeriat, suya giden yol demektir. Din bu yola benzetilmiştir. Çünkü su, fâni hayatin; din de ebedî hayatın sebebidir. Minhac da din yoludur.

Bazı âlimlere göre, bu âyet, bizim, bizden önceki ümmetlerin şeriatları ile amel etmediğimize delildir. Ancak gerçek şudur:

Biz, bizden önceki ümmetlerin şeriatlarından baaki kalan hükümlerle amel etmekteyiz; fakat bu hükümlerin, eski ümmetlerin şer'î hükümleri olduğundan değil değil, bizim şeraitimizin hükümleri olmalarındandır.

D- "Allah, dileseydi elbette sizi bir tek ümmet yapardı."

Eğer Allahü teâlâ dileseydi, sizinle sizden önceki bütün ümmetler arasında dinî hükümlerde hiçbir ihtilaf, nesih ve tahvil olmaksızın, bütün zamanlarda hepinizi bir tek din üzerinde müttefik kılardı.

Bir görüşe göre de, eğer Allahü teâlâ, hepinizin İslâm üzerinde birleşmenizi dileseydi sizi buna icbar ederdi.

E- "Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi. O halde hayırlarda yarışın."

Fakat Allahü teâlâ, sizi bir tek ümmet yapmayı dilemedi. Ancak ümmetler için cari olan ilâhî sünneti, zamana göre size verdiği çeşitli şeriatlarla sizleri denemeyi diledi. Şeriatlar arası bu farklılıkların,

üstün hikmet ve insanlar için dünyevî ve uhrevî çeşitti yararlar üzerine bina edilen ilâhî irade gereği olduğuna iman edip etmeyeceğinizi,

yahut haktan saparak ve nefsanî arzularınıza uyarak yararlıyı zararlı ile değiştirip değiştirmeyeceğinizi ve hidayet karşılığında dalâleti satın alıp almayacağınızı ortaya çıkarmak istedi.

Bu izahtan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ'nın bir tek ümmet (ümmet-ı vahide) dilememiş olmasının sebebi sırf insanları denemek amacından ibaret değildir. Esas amaç, işaret edildiği gibi, şeriatlerdeki farklılıkların, ümmetlerin dünyevî ve uhrevî maslahatlarını içermesidir. Nitekim "Fe-stebıku'l-hayrât / O halde hayırlarda yarışın " ifadesinden de bu hakikat anlaşılır.

Hulâsa,  gerçek anlatıldığı gibi olduğuna göre artık siz,

her iki cihanda da sizin için hayırlı olan Kur’ân'da yazılı hak itikada ve sâlih amellere koşun;

bunların tahsili için bütün fırsatları değerlendirin ve bu faziletlerde yarışın.

Bu, hakka iz'an (anlayış) göstermek ve bâtıldan sakınmak için pek kuvvetli bir teşviktir.

F- "Hepinizin dönüşü Allah'adır."

Bu istinafı kelam da, hayra koşmanın illetini beyan eder. Çünkü zımnen mükâfat ve mücazat va'dini kapsar.

G- "O, ihtilâf ettiğiniz şeyleri (gerçeği) size haber verecektir."

O gün, Allahü teâlâ, kiminize mükâfat ve kiminize de ceza vermekle, dünyada ayrılığa düştüğünüz konularda şüphe şaibesi kalmayacak şekilde hak ile bâtılı birbirinden kesin olarak ayıracaktır.

Kıyametteki mükâ fa dan dırma ve cezalandırma, görüş ayrılığını gidermek itibariyle haber verme demektir.

49

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bazılarından seni saptırma gayretlerine de dikkat et. Eğer onlar yüz çevirirlerse bil ki bir kısım günahlarından ötürü Allah onları mûsıîbete uğratmak istiyor. Şüphesiz onların çoğu fâsıklardır."

A- "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma."

Bu cümle,

- Ya 48. âyetteki " Sana da (Resûlüm) Kitabî indirdik" cümlesine atıftır.

Yani sana Kitabi (Kur’âni) indirdik ve onun muhtevası ile hükmetmeyi emrettik. Burada "bimâ enzeledlâhü / Allah'ın indirdiği" deyiminin kullanılması, ilâhî emre uymanın zorunluğunu tekid içindir.

- Ya da, yine 48. âyetteki "bi'l-hakkıi / hak ile" kelimesine atıftır.

Yani Kitabi (Kur’ân'ı) hak ile ve Allahü teâlâ'nın onun içinde indirdikleriyle hükmedilmek üzere indirdik.

Kur’ân'ıle hükmetmek emri daha önce sarahatle geçtiği halde şimdi burada, hikâye edilerek tekrarlanması, o geçen emir için tekid ve gelecek emir için de hazırlıkdir.

B- "Allah'ın sana indirdiğinin bazılarından seni saptırma gayretlerine de dikkat et."

Onların, bâtılı hak suretinde göstererek pek az da olsa, Allahü teâlâ'nın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmak gayretlerine de dikkat et.

Burada ısm-i celilin zahir olarak zikredilmesi, durumun vehametıni göstererek tekid içindir.

"Bimâ enzele-llâhü / Allah'ın indirdiği" ifadesinin tekrar edilmesi, durumun vehametini göstererek sakındırma emrini tekid içindir.

Rivâyet olunduğuna göre Yahudi âlimleri (ahbare'l-yahûd) dediler ki:

"- Bizi Muhammed’e götürün; belki de onu dininden saptırırız."

Ve nihayet bunlar huzura varınca:

"- Ya Ebe'l-Kasim, bilirsin ki biz, Yahudilerin âlimleriyiz. Biz, sana uyduğumuz takdirde bütün Yahudiler de bize bakarak sana uyarlar. Şimdi, bizimle kavmimiz arasında husumet var. Biz senin hükmüne başvuracağız. Sen bizim lehimize hükmedersen, biz sana iman ve seni tasdik ederiz."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, onların bu teklifini redetti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

C- "Eğer onlar yüz çevirirlerse bil ki bir kısım günahlarından ötürü Allah, onları mûsıîbete uğratmak istiyor."

Eğer onlar, Allahü teâlâ'nın indirdiği hükümlerden yüz çevirirlerse ve başkasını isterlerse, bilmelisin ki:

Allah (celle celâlühü) yüz çevirmeleri sebebiyle onları kesinlikle bir mûsıîbete uğratmak istiyor.

"biba'dzıi zünûbihim. / bir kısım günahlarından ötürü" ifadesi, onların birçok günahları olduğunu ve bu günahlarının da, o cümleden sadece biri olduğunu bildirir. Allah'ın (celle celâlühü) hükmünden yüz çevirme günahının, "bir kısım günahlar" şeklinde mübhem ifadesi, bü günahın büyüklüğünü zımnen belirtmek içindir.

Ç- "Şüphesiz onların çoğu fâsiklardir."

O insanların çoğu gerçekten küfürde inatçı ve ısrarlı olup malûm sınırların haricine çikmişlardır. Bu cümle, makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

50

"Yoksa onlar, cahiliye devrinin hükmünü mü arıyorlar? Hakkıyla iman eden bir topluluğa göre Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?"

A- "Yoksa onlar, Cahiliye devrinin hükmünü mü arıyorlar."

Bu kelâm, onların hâlini reci ve onlar için yadırgama ve kınamadır. Bu cümle, makamın gerektirdiği mukadder (gizdi) bir cümleye atıftır.

Bunun anlamı şudur:

Resûlüm, onlar senin hükmünden yüz çevirip de cahiliye hükmünü mü arıyorlar?

Mefûlün, fiilden önce zikredilmesi, red ve taaccüp mânâsını tekid içindir. Çünkü Peygamber hükmünden yüz çevirip başka bir hüküm aramak, inkâr ve taaccübe şayandır; cahiliye hükmünü aramak ise, daha çirkindir ve daha çok taaccübü ve reddi mucibtır.

Cahiliyeden maksad,

Ya cahiliye din anlayışıdır ki, haktan sapmayı mucib olan nefsanî havaya uymak ve hükümlerde münafıklık etmektir.

Buna göre bu kelâm, Yahudiler için bir ayıplamadır. Çünkü onlar, Kitab ve ılım ehli oldukları halde cahiliye hükmünü arıyorlardı. Oysa cahiliye hükmü, nefsanî idi, hiçbir semavî Kitabta ve ilâhî vahiyde yeri yoktu.

- Ya da cahiliye eh tidir ve cahiliye hükmü de, öldürülenler için uyguladıkları imtiyazlı kısastır.(Bu imtiyazlı kısasın tafsilatı 42. âyetin tefsirinde geçti.) Nitekim rivâyet olunuyor ki Benî Nadir, kendileri ile Benî Kureyza arasındaki katil davasının halk için Resûlüllah'a -Ş geldikleri zaman, cahiliye ehlinin imtiyazlı kısasını taleb etmişlerdi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:

"Öldürülenler eşittir / el-katle sevâün " (kabilelerin imtiyazı yoktur; her kabile için aynı kısas hükümleri uygulanır) diyerek onların isteklerini reddetti.

Benî Nadir:

"- Biz buna razı olmayız / Nahnu lâ nerdâ bizâlikc" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

B- "Hakkıyla iman eden bir topluluğa göre Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır."

Bu istifham inkârî olup her hangi bir kimsenin hükmünün Allahü teâlâ'nın hükmüne eşit veya ondan daha güzel olamayacağını belirtir. Sarahaten eşitliğin nefyi ve reddi yoksa da, Nisa (4) sûresinin 125. âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, bu zımnen ifade edilmektedir.

Hükümlerin en güzeli ve en adaletlisi Allah'ın hükmüdür. Bunu en iyi anlayanlar da hakkıyla inanan ve derin düşünen insanlardır.

51

"Ey iman edenler! Yahudileri (el-yahûd) ve Hıristiyanları (e'n-nasara) dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost (velî) edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler kavmine hidayet etmez."

A- "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiy anları dostlar edinmeyin."

İleride geleceği gibi, bu âyetin nüzul sebebi her ne kadar bazı mü'minler ise de, hitabın hükmü genel olup ihlaslı olsun veya değil bütün mü'mınleri kapsar. Bu insanların iman unvanı ile vasiflandırılmaları, daha baştan onları, hemen arkasından gelen yasaktan uzak durmaya sevketmek içindir. Zira Müslümanların, Yahudî ve Hıristiyanların zıddı bir sıfat (iman) taşıdıklarının hatırlatılması, onları dost edinmekten sakındırmanın en kuvvetli sebeblerindendir.

Yani ey mü'minler! Sizden hiçbir kimse,

onlardan hiç kimseyi dost edinmesin;

ahbablık ilişkisi kurmasın ve muaşerette bulunmasın.

Bu emir, onları gerçekten dost edinmeyin, anlamında değildir. Çünkü bu, haddi zatında imkânsız olup nehye konu bile olamaz.

Onların birbirinin dostu olmaları da, her iki fırkadan bazılarının diğer bazıları ile dost olmaları demektir; yoksa her iki fırkanın birbirinin dostu olması demek değildir.

Bu gerçeğin mücmel olarak bırakılması, murad olan mânânın gayet açık olmasındandır. Çünkü Yahudî ile Hıristiy anları arasında doğrudan doğuya dostluk bulunmadığı gayet açıktır.

"Onlar birbirlerinin dostudurlar" cümlesi, istinafı olup nehyin illetini beyan ve bu yasaktan sakınmanın zorun kuğunu tekid eder.

Bu ibare şöyle de anlaşılabilir:

Yahudiler ve Hıristiyanlar, birbirlerinin dostudur. Çünkü yapacakları veya yapmayacakları bütün işlerde ittifak ediyorlar ve bunun zorunlu sonucu olarak her iki fırka, size zıt davranmak ve zarar vermek için bildikte hareket ediyorlar. Her iki fırka da, size kötülük ediyor ve sizin için gaileler çıkarıyorlar.

O halde sizinle onlar arasında dostluk nasıl tasavvur edilebilir?

B- "Sizden kim onları dost (velî) edinirse, muhakkak o da onlardandır."

Bu hüküm de, bundan önceki hükmün neticesidir. Çünkü onların dostluklarının kendilerine münhasır olması, onları dost edinenin de onlardan olmasını gerektirir. Çünkü dostluğun temel sebebi din birliğidir. Kim Yahudî ve Hıristiy anları dost edinirse o da onlardan olmuş olur.

Bu ilâhî kelam, mü'minleri, hem gerçekten, hem de sûreten onları dost edinmekten şiddetle men eder.

C- "Şüphesiz Allah, zâlimler kavmine hidayet etmez."

Bu cümle de, onları dost edinenlerin, onlardan sayılmalarının illetini belirtir. Allahü teâlâ, zâlimleri hidayete erdirmez; fakat onları kendi halleri ile başbaşa bırakır; sonuçta onlar da küfür ve dalâlete düşerler.

Bu cümlede zamir makamında zalimler kelimesinin zahir olarak zikredilmesi, Yahudî ve Hristiyanları dost edinmenin zulüm olduğuna dikkat çekmek, içindir. Çünkü bu, kendi nefsini ebedî azaba maruz bırakmak ve bir şeyi, hakkı olmavan bir başka yere koymak demektir.

52

"Kalblerinde hastalık bulunanların, "Başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!" diyerek onların içinde koşuştuklarını görürsün. Fakat umulur ki Allah, bir fetih yahut katından hayırlı bir iş (emir) getirir de onlar içlerinde sakladıkları şeyden nadim olurlar."

A- "Kalblerinde hastalık bulunanların, "Başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!" diyerek onların içlerinde koşuştuklarını görürsün."

Bu kelâm, bazılarının onları nasıl dost edindiklerini, bunun sebeb ve sonuçlarını açıklar.

"Tera — görürsün" anlamındaki fiilin başında bulunan "f " harfi, onların bu hallerinin, hidayetsizlik (doğru yolu bulamamişlık) sonucu olduğunu bildirmek içinekr.

Hitab,

ya öncekinden farklı olarak Resûlüllah içindir,

ya da muhatab olabilen herkes içindir.

Bu ifade, takbihi tazammun eder. Yani Allahü teâlâ, onları hidayete erdirmez; onları kendi halleri ile başbaşa bırakır; sonunda sen onları hüsrana uğramış görürsün.

Bu görme, gözle müşahede etmektir.

Bir görüşe göre ise kalble görmekdir. Ancak birinci tefsir, onların nifakının ortaya çıkması itibariyle daha uygundur.

"Fî'him / onların içinde" buyrulması, o insanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların dostluğuna ziyadesiyle rağbet ettiklerini ve bunun için koşuştuklarınti beyan etmek içindir. Burada "fî / içinde" edatının "ilâ / ona" edatına tercih edilmesi, onların,

Yahudî ve Hıristiyanların dostluklarında karar kıldıklarını,

- dostlukların bazı mertebelerinden diğer bazı mertebelerine koşmakta olduklarını bildirmek içkidir. Nitekim,

" İşte onlar, hayırlarda yarışırlar ve hayır yapmakta öne geçerler." (Mü'minûn 23/61) âyetinde de aynı sebepten dolayı "fî" harfi kullanılmıştır.

Yoksa onlar onun dışında olup ona doğru koşuyor değillerdir

" Rabb'ınızın mağfiretine ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun." (Âl-i Imrân 3/133) âyetinde de aynı sebebten dolayı "ilâ" harfi kullanılmıştır.

Bir kırâete göre âyetteki görme fiili, hitab kipi ile değil, fakat gaybet kipi ile "feyera" şeklinde de okunmuştur. Buna göre "görür" fiilinin zamiri (O), Allahü teâlâ'yı ifade eder.

Bir görüşe göre ise, zamir, görmesi mümkün olan herkes içindir.

Bir diğer görüşe göre ise, görme fiilinin faili gizli zamir değil fakat kalblerinde hastalık bulunan herkestir. Bu takdirde bu nevi görmek de, kalb yoluyla görmektir. Yani kalblerinde hastalık bulunan topluluk, kendi içlerinde cereyan eden bu koşuşmayı görürler.

Bunlar (münafıkların başı) Abdullah b. Übeyy ve benzerleriyle Yahudiler ve Necran Hıristiyanlarıdır. Bunlar, Müslümanlar nezdinde:

"- Biz zamanın felaketlerine maruz kalmaktan emin değiliz" diye özür beyan ediyorlardı.

İşte âyetteki "Nahşâ en tusıîbena daireli / başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz" kelâmının mânâsı budur. Yani durumun aksine dönüp üstünlüğün kâfirlere geçmesinden korkuyoruz, demek istiyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise bu:

"Kıtlık ve yokluk gibi zamanın bir sıkıntısına maruz kalıp da onların bize erzak ve borç vermemelerinden korkuyoruz" demektir.

Rivâyete göre Ubade b. Samit, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki:

"-- Benim Yahudilerden çok sayıda dostlarım vardı; ama ben artık onların dostluğuna son veriyorum (teberri ediyorum) ve yalnız Allah ile Resulünü dost ediniyorum"

Abdullah b. Übeyy ise:

"- Ben felaketlerden korkarım; onların dostluğunu bırakmam" dedi.

Ubade b. Samitin, bıraktığı Abdullah b. Übeyy'in ise bırakmadığı dostları Benî Kaynuka Yahu dileri idi.

Abdullah b. Übeyy, Müslümanlara, kıtlık ve yokluk zamanlarında onlara muhtaç olabileceğini anlatmak istiyordu; ama aslında üstünlüğün ilerde kâfirlere geçebileceğini düşünüyordu.

B- "Fakat umulur ki Allah, bir fetih yahut katından hayırlı bir iş getirir de onlar içlerinde sakladıkları şeyden nâdım olurlar."

Bu kelam, onların,

geçersiz gerekçelerini reddetmek,

boş umutlarını kesmek,

mü'mınlere zafer müjdelemek anlamlarını taşır.

Çünkü "a'sâ", Allahü teâlâ hakkında kullanıldığında kesin bir va'di tazammun eder. Kerem sahibi bir insan bile, birine ümid verdiğinde, mutlaka sözünü yerine getirir. Şu halde kerem sahiblerinin en büyüğü olan Allahü teâlâ hakkında bunun aksi nasıl düşünülebilir?

Kelbî ile Süddî'ye göre fetihden maksad, Mekke'nin fethidir.

Dahhâk'a göre ise Hayber ve Fedek gibi Yahudî kasabalarıdır.

Katâde ile Mukatil'e göre ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, düşmanlarına karşı kesin zaferi için Allahü teâlâ'nın hükmünü izhar ve İslâm'ı aziz kılmasıdır.

Allah katından hayırlı bir sonuçtan maksad, Yahudilerin öldürülmesi ve sürülmesi suretiyle bu çıbanın tamamen deşilmesidir.

Yani bu olaylardan sonra bir takım gerekçelere sarılan münafıkların, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kalblerinde sakladıkları küfür ve şüpheden dolayı pişman olmaları umulur.

Burada münafıkların, kâfirleri dost edinmelerinden pişman olmaları değil fakat kalblerinde sakladıkları küfür ve şüpheden pişman olmaları söz konusudur. Çünkü onları, kâfirlerin dostluğuna teşvik ve tahrik eden, kalblerindeki küfür ve şüphedir. Bu itibarla dostluğun aslına ve sebebine olan pişmanlıkları, bu dostluğa da nedametlerine delâlet eder.

53

"O zaman iman edenler de derler ki:

Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına olanca yeminleriyle Allah'a kasem edenler? Onların bütün amelleri boşa gitmiştir ve onlar hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğramışlardır."

A- "O zaman iman edenler de derler ki :

Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına olanca yeminleriyle Allah'a kasem edenler ?"

Bu ibtidaî (evveliyatı ile bağlantılı olmayan)kelâm, zikredilen taifenin kötü akıbetim ortaya koyar.

Âyetin başındaki "vav / ve " harfi, bir kırâete göre mevcud değildir.

Buna göre bu cümle, geçmişden doğan.

"- O zaman mü'minler ne diyecekler?" sorusuna cevabtır.

"Yekuulü / derler" fiili, bir kırâete göre merfu' değil "Ve yekuule" şeklinde mansûb okunmuştur. Bu takdirde cümle, bundan önceki âyette geçen pişman olmak veya fetih getirmek cümlesine atıf olur.

Birincisine atıf olması daha doğrudur. Çünkü bu sözü mü'minler, yalnız fetih gerçekleştiğinde değil, fakat münafıkların pişmanlığa uğradıkları zaman söylemişlerdir.

Yani mü'minler,

münafıkların hüsrana uğradıklarını,

bekledikleri gibi durumun hiç de aksine dönmediğini,

beklentilerinin ve özür olarak ileri sürdükleri halin aksinin gerçekleştiğini gördükleri zaman;

-Yahudilere,

kendilerine son derece muhabbet gösteren,

sevinçli ve kederli günlerinde onlardan ayrılmayacaklarını söyleyen münafıkları göstererek muhatablarını onların haline taaccüp ettirmek ve onlara tarizde bulunmak üzere,

"- Bunlar mıdır nusret ve yardımda sizinle beraber olduklarına olanca yeminleri ile Allah'a kasem edenler?" diyeceklerdir.

Nitekim münafıkların halini hikâye eden:

" Eğer size karşı savaş açılırsa, muhakkak size yardım edeceğiz" (Haşr 59/11)

âyeti de bunu ifade eder.

Bu kelâmdam maksad, onların yaptıklarını reddetmek, yadırgamak ve fiillerinde hatalı olduklarını ortaya koymaktır.

Yahut bazı mü'minler, diğer bazı mü'minlere hitab ederek ve münafıkları göstererek:

"- Kâfirlere, kendileri ile beraber olacaklarına yemin edenler bunlar mı?"

diyeceklerdir.

Şu halde her iki takdirde de "innelıum lemea'küm / sizinle beraber" hitabı Yahudiler içindir.

Yalnız birinci mânâya göre hitab, mü'minler; ikinci mânâya göre, yemin edenler tarafındandır.

B- "Onların bütün amelleri boşa gitmiştir ve onlar hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğramışlardır."

Bu istinafı cümle,

onların dostluk iddialarının,

sevinçli ve kederli günlerinde kendileri ile beraber olacaklarına dair ettikleri yeminlerin geçersizliğini, beyan etmek üzere doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından ifade buyurulmuştur.

Onların, Yahudilerin dostluğu uğruna yaptıkları ve harcadıkları büyük çaba boşa gitmiş ve onlar hüsrana uğramışlardır. Çünkü münafıkların hiçbir zaman faydalanacakları bir üstünlük dönemi olmamış ve onlar boşu boşuna meşakkatlere katlanmak zorunda kalmışlardır.

Bu kelâm, münafıklar için istihza ve muhatablar için de kulak çekmek anlamındadır.

Bir diğer görüşe göre ise, bazı mü'minler,

münafıkların hallerini taaccüble karşılamak,

Allahü teâlâ'nın, kendilerini ihlasa muvaffak kılma nimetini de belirtmek üzere diğer mü'minlere:

"- Sızın dostlarınız olduklarına, kâfirlere karşı sizi destekleyeceklerine en ağır yeminlerle yemin edenler bunlar mıdır? "diyeceklerdir.

Ancak bu kelâmın, mü'minler tarafından söylenmesinin uygun olması için, münafıkların, yalanlarının ortaya çıkmış ve bu yüzden şabidler huzurunda rezil rüsvay olmuş ve mü'minlerin gözüne girmek için zoraki yaptıkları bütün işlerin boşa gitmiş olması gerekir.

54

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden döner (irtidad eder)se şunu bilsin:

Allah pek yakında öyle bir kavim, getirir ki O, onları sever; onlar da O'nu severler. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü fakat kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının (lâimin) kınamasıdan (levminden) korkmazlar. İşte bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir inayeti (fadzlı)dir. Allah, lûtfu ve ilmi son derece geniş olan (vâsi')dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Ey iman edenler ! Sizden kim dininden dönerse şunu bilsin:

Allah pek yalanda öyle bir kavim getirir ki O, onları sever; onlar da O'nu severler."

Bundan önce Allahü teâlâ, Yahudileri ve Hıristiy anları dost edinmeyi nehyetmiş, onları anlatıldığı şekilde dost edinmenin, dinden irtidat sebebi olduğunu ve onları dost edinen münafıkların akıbetini açıklamıştı. Şimdi burada mutlak olarak mürtecilerin halini beyan ediyor.

Rivâyete göre, on bir fırka İslâm'dan döndü. Bunlardan üçü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken irtidad ettiler.

1- Bunlardan biri Benû Müdlic'tir. Reisleri Zül-Hımar Esved el-Ansî idi.

Bu adam bir kâhindi, Yemen'de peygamberlik davasına kalkıştı. Kendi bölgesinde bazı beldeleri istilâ ettikten sonra Resûlulkıh'ın memurlarını oradan çıkardı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu yalancı peygamberin çaresine bakmaları için Yemen valisi Muaz b. Cebel ile Yemen ulularına mektublar yazdı. Nihayet Allahü teâlâ, onu, Firûz el-Deylemi eliyle helâk etti.

Firûz el-Deylemi, bir gece baskını ile onu öldürdü. Aynı gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun öldürüldüğünü haber verdi. Bu haberi duyan Müslümanlar sevindi. Fakat ertesi gün de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etti. Esved el-Ansî'nin resmi ölüm haberi ise, ancak Rebiulevvel ayının sonunda Medine'ye ulaştı.

2- Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında irtidat eden diğer bir fırka da Müseylemetü'l-Kezzab'ın kavmi Benû Hanife'dır.

Bu adam da peygamberlik iddiasında bulundu ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bir mektup yazdı:

"Resûlüllah Müseylıme'den Resûlüllah Muhammed'e!..

İmdi, yeryüzünün yarısı benim, yarısı da senindir! "

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle cevap verdi:

"Resûlüllah Muhamedd'den yalancı Müseylime'ye !..

İmdi, şüphesiz ki Allah, yeryüzüne kullarından dilediğini vâris kılar. Akıbet, Allah'tan gereğince korkup sakınanların (takva veya sorumluluk sahibi olanların)dır."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in vefatından sonra Ebû Bekir (radıyallahü anh) Müseyleme üzerine bir ordu sevketti ve Müseyleme, Hamza'nın (radıyallahü anh) katili Vahşî'nin eliyle öldürüldü.

Bu konuda Vahşî şöyle dermiş:

"- Kateltü fi cahiliyyetî hayra'n-nâse ve fi İslâmî şerra'n-nâse — Ben, cahilıyetimde (Müslüman olmadan önce) insanların en hayırlısını ve Müslümanlığım döneminde de insanların en şerlisini öldürdüm."

3-Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında irtidat eden fırkalardan biri, Tulayha b. Huvaylid'in kavmi Benû Esed'dir.

Bu adam da peygamberlik iddiasında bulundu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in vefatından sonra Ebû Bekir (radıyallahü anh), ona karşı Hâlid b. Velîd ((radıyallahü anh) öl. 642) kumandasında bir ordu gönderdi ve Tulayha, Şam'a kaçtı; sonra İslâmiyetı kabul etti ve islâmî hayatı da güzel oldu.

Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) hilafeti döneminde de yedi fırka irtidat etti. Bunlar şu kabilelerdir:

4-Uyeyne b. Hısn'in kavmi Fezâre,

5-Kurre b. Seleme el- Kuşeyrî'nin kavmi Gatafan,

6-Fücâe b. Abdi Yâleyl'in kavmi Benû Süleym,

7-Mâlik b. Nüveyre'nin kavmi Benû Yerbû,

8-Yalancı peygamber Secah binti Münzirîn etkili olduğu Temim'den diğer bazı kabileler. Bu Secah denen kadın Müseylemetü'l-Kezzab ile evlenmiştir.

Diğer kabileler de şunlardır:

9- Eş'as b. Kays'ın kavmi Kinde,

10- Bahreyn'deki el-Hatam b. Zeyd'in kavmi Bekir b. Vâil.

Allahü teâlâ, Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) eliyle bunların müstahakkını verdi; isyanlar bastırıldı.

11- Ömer'in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında da Cebele b. Eyhem'in kavmi Gassan kabilesi irtidad etti. 19

Cebele b. Eyhem, birine attığı tokatın kısasına razı olmadığı için Bizans'a sığındı.20

Burada verilmek istenen haber şudur:

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allahü teâlâ onları helâk ettikten sonra onların yerine öyle bir kavim getirir kı O, onları sever; onların dünyası ve ahireti için hayırlı olanı irade buyurur. Onlar da, O'nu severler; O'na itaat eder ve isyandan sakınırlar."

Bu bahtiyar kavmin kimliği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1 - Bu kavim Yemen halkıdır.

Çünkü rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Mûsâ el- Eş'arî'yi göstererek "Kavmün hâza / İşte onlar, bunun kavmidir" buyurmuştur.

2-Onlar Medîne'li Sahabiler yani Ensar'dır.

3-Onlar Farslardır.

Çünkü rivâyete göre, Peygambere bunların kim oldukları sorulmuş ve o da mübarek elini Selman (radıyallahü anh) ın omzuna koyarak:

"- Onlar bu zat ve adamlarıdır" buyurmuş ve sonra da şöyle devam etmiştir:

"- Eğer iman, Ülker yıldızına asık olsaydı, Fars'ın oğullanmadan bazıları ona ulaşırlardı."

4- Onlar Kadisiye savaşında savaşan Neha' kabilesinden iki bin, Kinde kabilesinden beş bin ve diğer insanlardan da üç bin mücahiddir. 21

B- "Onlar mü'minlere karsı alçak gönüllü, fakat kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar."

Allahü teâlâ'nın, mürtecilerin helakinden sonra onların yerine getireceği kavım, mü'minlere karşı gayet yumuşak, merhametli ve mütevazı; kâfirlere karşı ise şedid, zorlu ve gaalibdir. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyrulur:

"Kâfirlere karşı şiddetti, kendi aralarında merhametlidirler." (Fetih 48/29)

C- "Allah yolunda cihad ederler."

Yukarıda söz konusu edilen kavmin diğer bir sıfatı da cihada karşı istekli olmaktır. Bu cümle, makabline terettüb ve mâba'di ile beraber onların izzetinin keyfiyetini beyan eder.

Ç- "Hiçbir kınayıcının (lâimin) kınamasın adan (levminden) korkmazlar."

Onlar, Allahü teâlâ yolunda cihadı ve dindeki kararlılığı birleştirmişlerdir. Bu kelâm, münafıklara bir tarizdir. Çünkü onlar, Müslüman askerler içinde sefere çıktıkları zaman Yahudi dostlarından korkarak onların kınamasına sebep olacak işler yapmıyorlardı.

D- "İşte bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir inayeti (fadzlı)dir."

Burada uzak işareti olan "zâkke / işte o" kerimesinin kullanılması, işaret edilen vasıfların faziletçe çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Onların bu üstün vasıfları Allahü teâlâ'nın lütuf ve ihsanı eseridir. Allah, hikmet ve maslahatı gereği onu dilediğine verir; dilediği kimseyi onun kesbine ve tahsiline muvaffak kılar.

E- "Allah, lûtfu ve ilmi son derece geniş olan (Vâsi')dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Allahü teâlâ'nın lütuf ve ihsanları çoktur; O, bütün eşyayı ve ezcümle ihsana ve tevfike kimin ehil olduğunu gayet iyi bilir.

Bu itirazî (ara) cümle, makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

Ism-i celilin zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, illeti (yani Allah olmanın gereğini) bildirmek ve itirazı cümlenin istiklâlini tekid etmek içindir.

55

"Sizin dostunuz ancak Allah ve Resulüdür ; bir de rükû ederek namazı dosdoğru kılan (ikame eden) ve zekâtı veren mü'minlerdir."

Daha önce Allahü teâlâ,

mü'minleri kâfirleri dost edinmekten nehyetti;

kâfirlerin birbirlerinin dostu olduğunu,

mü'minlere dost olmalarının tasavvur bile edilemiyeceğini,

onları dost edinen kimsenin de onlardan sayılacağını açıklamıştı.

Şimdi burada mü'minlerin dostlarının kimler olduğunu beyan ediyor. Sanki şöyle buyuruyor:

"Ey mü'minler!

Kâfirleri dost edinmeyin; çünkü onlar sizin değil, fakat birbirlerinin dostudurlar.

Sizin dostlarınız Allah, Allah'ın Resulü ve mü'minlerdir. Bu itibarla siz, yalnız bunları dost edinin; başkalarını değil."

Veli (dost) müteaddid olduğu halde veli kelimesinin tekil olarak zikredilmesi, dostluğun yalnız ve asaleten Allahü teâlâ'ya mahsus, Peygamber ve mü'minlere karşı dostluğun, ancak Allahü teâlâ'ya ıtisbetle dolayk olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Rivâyete göre, bu âyet Ali (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:

"Ali, namazda rükûda iken biri ondan yardım istemiş; o da ona yüzüğünü atmış."

Öyle sanılıyor ki, bu yüzük Ali'nin serçe parmağında bulunan bol bir yüzüktü. Çıkarılması için, namazın bozulmasına sebep olacak çok harekete (amel-i kesire) gerek yoktu.22

Bu rivâyete göre "râkî' "kelimesinin "râkiû'n" şeklinde çoğul olarak kullanılması, insanlarıi Ali' nın (radıyallahü anh) fiiline teşvik içindir.

Bu rivâyete göre âyet, nafile sadakaya da zekât dendiğine delâlet eder.

56

"Kim Allah'ı O'nun Resulünü ve mü'minleri dost (velî) edinirse bilsin ki onlar Allah'ın takımı (hızbi)dır . Gaalıb gelecek olanlar da onlardır.

Allah, Resulü ve iman edenlerin, zamir (onlar) makamında zahir olarak zikredilmeleri, yukarıda geçen, dostluğun asaleten Allahü teâlâ'ya mahsus olduğunu beyan etmek içindir. "gaalib gelecek olanlar da onlardır" cümlesi de bunu bildirir.

Bu ifadede "hızb", hassaten Allahü teâlâ'ya izafe ve zamir makamında zahir olarak zikredilmiştir. Allahü teâlâ'nın dostları, tazım ve istidlal yoluyle galibiyetlerini işbat için, Allahü teâlâ'nın hizbi olarak tavsif edilmişlerdir.

57

"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dostlar edinmeyin.

Ve Allah'tan sakının (takva ve sorumluluk sahibi olun). Eğer inanıyorsanız.."

A- "Ey iman edenler !

Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dostlar edinmeyin."

Rivâyete göre Rufaa b. Zeyd ve Süveyde b. Haris, Müslüman olduklarım açıkladıktan sonra münafıklık yoluna saptılar ve bazı mü'minler de bunları dost edinmişlerdi. İşte onlar nifaka saptıktan sonra mü'minler, onların dostluğundan nehyolundular. Ancak bu nehyin onları ve başkalarını kapsayan bir sonuca ulaştırılması,

hükmü tamim etmek,

hükmün illetine dikkat çekmek,

bu vasfı taşıyan kimselerin, dostluğa değil düşmanlığa layık olduklarını bildirmek içindir.

"Mine-llezîne ûtü'l-ldtâbe / kendilerine Kitab verilenlerden" ifadesinin kullanılması, onların şenaat ve dalaletlerini beyan etmek içindir. Çünkü onlara Kitab verilmiş olması, onların Kitabını tasdik eden bir Kitab üzerine kurulmuş din ile alay etmelerini yasaklama anlamını taşır.

Kâfirlerden maksad, müşriklerdir. Burada kâfirlerden müşriklerin anlaşılmasının sebebi, onların küfürlerinin kat kat olmasındandır.

"Ve'l-küffâra / ve kâfirleri" kelimesi, "ellezîne-ttehazû dîneküm / dininizi alaya ve eğlenceye alanlar" ifadesine atıftır. Bu da, müşriklerin, din ile istihza edenlere dahil olmadıklarını bildirir. Nitekim,

"Kul yâ ehle'l-kitâbi hel ten kümüne ıninnâ illâ en âmenna billahi vemâ ünzile ıleynâ vemâ ünzile min kablü -- Resûlüm de ki:

Ey Ehl-i Kitâb! Bizim Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene iman ettiğimiz için mi bizden hoşlanmıyorsunuz?" (Mâide 5/59) âyetındekı hitabın Ehl-i Kitab'a tahsisi de bunu teyid eder.

"Ve'l- küffare" kelimesi, bir kırâete göre "ve'l-küffari" şeklinde okunmuştur. Buna göre bu kelime, "sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden" ifadesine atıf olur,

Übeyy b. Kâ'b'in "ve mine'l küffari / ve kâfirlerden "kıraçtı ile Abdullah b. Mes'ud'un Al-i İmran 186. âyetini "ve mmellezine eşrekû / ve müşriklerden" şeklindeki kıraeti de bunu destekler.

Bu kırâete göre, müşrikler de, istihza edenlere dahil olurlar.

B- "Ve Allah'tan sakının . Eğer inanıyorsanız .."

Eğer gerçekten mü'minlerseniz,

onların dostluğunu,

onların dostluğunun da öncelikle dahil olduğu bütün günahları terk edin. Çünkü iman bunu gerektirir.

58

"Siz (insanları) namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence edindiler. Bu, onların akıllarını çalıştırmayan bir topluluk olmalarındandır."

A- "Siz (insanları) namaza çağırdığınız zaman onu (ezanı) alay ve eğlence edindiler."

Onlar siz insanları namaza çağırdığınız zaman, namazı veya ezam alaya ve eğlenceye alırlar.

Bu kelâm, onların şakavetini ortaya koyar.

Rivâyete göre, Medine'de bir Hıristiyan vardı. Müezzin:

"- Eşhedü enne Muhammede'r -Resûlüllah" diye nida ettiği zaman,

o:

"- Allah, yalancıyı yaksın!" derdi.

Sonra bir gece ailesi yatarken hizmetçisi, bir ateşle içeri girdi ve ondan saçılan bir kıvılcımdan çıkan yangın, onu da, bütün ailesini de yaktı.

B- "Bu, onların akıllarını çalıştırmayan bir topluluk olmalarındandır."

Onların o istihzaları, akıllarını doğru yolda çalıştırmamalarındandır. Çünkü onların idraksizliği, haktaki güzellikleri anlamama sonucunu doğurmaktadır. Eğer onların en azından biraz akılları erseydi bu büyük günaha cür'et edemezlerdi.

59

"(Resûlüm) de ki:

Ey Ehl-i Kitâb! Bizim Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Sız çoğunlukla fâsık (yoldan çıkmış)larsınız."

A- "(Resûlüm) de ki !

Ey Ehl-i Kitâb ! Bizim Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz."

Mü'minler, istihza edenleri dost edinmekten nehyedildikten sonra simdi Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab edilerek,

"- Onlara dinin, istihza konusu olamayacağını ve işledikleri günahın sebebini bıldır!" deniyor.

Onların Ehl-i Kitab olarak vasıfiandırılmaları, kendi Kitablarını inkâr etmiş olmakla ilzam edilmelerine bir hazırlıktır.

Yani Resûlüm, onlara de ki:

"- Ey Ehl-i Kitâb! Sız, yalnız bizim Allah'a, bize indirilen Kur’ân'a ve ondan önce size indirilmiş olan Tevrat ile İncil'e ve diğer ilâhî Kitablara inandığımız; çoğunuz eski ilâhî Kitabların iman dairesi dışına çıkmış olduğunuz ve bunda inat ettiğiniz için mi bizi ayıplıyor, inkâr ediyor ve bizden hoşlanmıyorsunuz."

Çünkü Kur’ân'ı inkâr etmek, kaçınılmaz olarak, Kur’âni tasdik eden Kitabın da inkârıdır.

Burada ayıplama, inkâr etme ve hoşlanmama anlamındaki "nekame" fiilinin birinci mefûlü olan din kelimesi hazfedilmiştir. Ancak mâkabk ve mâba'di, açık olarak ona delâlet eder. Çünkü dinin alaya ve eğlenceye alınması, onun ayıplanması inkârdan başka bir şey değildir. Ve açıklanan şeylere iman da onların inkâr ettikleri dinin aynıdır. Bununla beraber onların kibrini ve işi tersine çevirdiklerim tescil etmek için bu, ayıplama ve inkârın illeti yerinde zikredilmiştir. Bu, haddi zatında kabulü ve rızayı gerektirdiği halde onlar, bunu ayıplama ve inkârı mucip bir hale getirmişlerdir.

Hulâsa,  sizin, bizim dinimizi ayıplamanız, inkâr etmeniz ve ondan hoşlanmamanız,

- başka her hangi bir sebepten değil,

- ancak bizim Allah'a, bize indirilene, daha önce indirilmiş olan Kitablarınıza iman etmemizden,

- bir de, sizin çoğunuzun mütemerrid olmanızdan ve zikri geçenlerin hiçbirine gerçekten iman etmemenizden dolayıdır.

Hatta eğer siz, bizim Kitabımızın hak ve doğru olduğunu bildiren kendi Kitabınıza iman etseydıniz, bizim Kitabımıza da iman ederdiniz.

Fısk (yoldan çıkmışlık), onların ekserine isnat edilmiştir. Çünkü diğerlerini de temerrüde sevkeden onlardır. Ancak bu konuda değişik görüşler dile getirilmiştir. Şöyle ki:

1-İstisna edilen, iki matufun toplamı değil, fakat ikisinin gereği olan muhalefettir. Buna göre anlam şöyle olur:

"Sizin ayıpladığınız, reddettığınz, ancak size olan muhalefetimizdir. Böyle olunca biz, imanın dahilindeyiz; siz ise imanın haricindesinız."

2-"Ekser / çokları" kelimesinin önünde bir muzaf, yani "itikat" kelimesi mahzûftur.

3 - "Ve en ne eksera-küm —" ve çoğunuz gerçekten" ifadesi, "mâ" harfi üzerine atıftır. O takdirde mânâ şöyle olur:

"Sizin bizi ayıplamanız, reddetmeniz, ancak, bizim yalnızca Allah'a, bize indirilene ve sizin fâsık kimseler olduklarınıza iman etmemizden dolayıdır."

4-Bu ifade, mahzûf bir illete (sebebe) atıftır. Bu halde de mânâ şöyle olur:

"Sizin bizi ayıplamanız ve inkârınız insafınızın az ve çoğunuzun gerçekten fâsık olmasından dolayıdır."

5-"Ve enne eksera-küm" deki "vâv" harfi, "mea — beraber" anlamındadır. O takdirde de mânâ şöyle olur:

"Sizin bizi inkâr etmeniz ve ayıplamanız, bizim imanımızdan dolayıdır; bununla beraber çoğunuz gerçekten fâsık kimselersiniz."

6-"Ve enne eksera-küm" ifadesi, mübtedadır; haberi ise mahzûftur. O takdirde mânâ şöyle olur:

"Zaten sizin fâsıklığınız, malûm ve sabittir."

7-"Ve enne ekseraküm... ", ifadesindeki "ve enne" bir kıraate göre "ve itme..." olarak okunmuştur. Buna göre cümle istinafı olur ve mânâ itibariyle onların çoğunun fâsık ve serkeş olduklarını belirtmiş bulunur.

60

"(Resûlüm) de ki:

Allah katında ceza (mesübet) olarak bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'netlediği ve gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimselerdir, iste onlardır veri daha kötü ve doğru yoldan daha çok sapmış olanlar."

A- "(Resûlüm) de ki !

Allah katında ceza (mesûbet) olarak bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi ?"

Bundan önce Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) onların ilzam ve iskât edilmeleri emrolunmuştu. Şimdi burada da asd inkâr edilmesi ve ayıplanması gereken şeyin,

onların bağlı bulundukları dinin muharref olduğunu beyan etmek suretiyle onları susturmak,

bu beyan zımnında onların cinayetlerini ve bu sebeble uğrayacakları sıkıntı ve az abları tariz yoluyla yüzlerine vurmak emrolunuyor.

"Şer" kelimesi, ayıplanan şeyin, gerçekten veya itikat olarak kötü olduğu için kullanılır. Mücerred ayıplama, elbette onun şer olduğunu ifade etmez.

Diğer bir görüşe göre ise, "şer" kelimesi, muhatahların ifadelerinde geçtiği için kullanılmıştır. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Yahudilerden bir cemaat huzura gelerek Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) elinim sordular.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Ben, Allah'a ve bize indirilene iman ederim" dedi ve Bakara (2) sûresinin 136. âyetini "Biz O'na teslim olanlarız" cümlesine kadar okudu.

Yahudiler, İsa'nın (aleyhisselâm) adını duyunca:

"- Senin dininden daha şer olanı bilmiyoruz / Lâ na'lemu şerran min dînüküm !" dediler.23

Din, şer şaibesinden münezzeh olduğu halde, şerrin dine nisbet edilmesi, onların dinlerinin şerrin de şerri olduğunu isbat etmek içindir.

B- "Allah'ın lâ'netlediği ve gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimselerdir."

Bu kelâmın, makabli ile uyumu için,

- ya başında "din",

- ya da bundan önceki soru cümlesinin metninde "mm" harfi ile "zâlik" (ondan) işareti arasında bir "ehil" kelimesi bulunması takdir edilir.

Her iki takdirde de bu cümle İstinafı olup önceki, soru cümlesinden doğan bir suale cevaptır. Sanki,

"- Ondan daha kötü olan nedir?" diye sorulmuş ve:

"- Allah'ın lanetlediği... kimselerin dinidir." cevabı verilmiştir.

Yahut,

"- O din ehlinden daha kötü olanlar kimlerdir?" diye sorulmuş ve

"-Allah'ın lanetlediği... kimselerdir" cevabı verilmiştir.

Bu kelâmda da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, kalplere ilâhî korkuyu sokmak ve lanet de onun sonuçlarının korkunçluğunu zımnen ifade etmek içindir.

Allahü teâlâ'nın lanetlediği kimseler, muhatablardır. Çünkü Allahü teâlâ,

onları rahmetinden uzaklaştırmış;

âyet ve belgelerin apaçık anlaşılmasından sonra küfre ve günahlara dalmaları sebebiyle Allah (celle celâlühü) onlara gazab etmiş;

cumartesi yasaklarına riayet etmeyenleri maymunlar ve parlak bir mucize olarak İsa'ya (aleyhisselâm) gökten sofra indirilmesinden sonra küfürlerini halâ sürdürenleri domuzlar şekline dönüştürmüş (meshetmiş) tür.

Diğer bir rivâyete göre ise, her iki "mesh" de, cumartesi yasaklarına riayet etmeyenler (ashâb-ı sebt) için gerçekleştirilmiş, onların gençleri maymun ve yaşlıları da domuzlar şekline dönüştürülmüştür.

Onların dinlerinin şer olduğunu isbat sadedinde zikredilen vasıflar, tâğuta tapmak vasfından önce dile getirilmiştir. Oysa o vasıfları gerektiren asıl vasıf budur. Çünkü tâğuta ibâdet, onların dinlerinin bâtıl olduğunun aynasıdır. Böyle iken o vasıfların bu vasıftan önce zikredilmiş olması,

ya daha işin başında onların gerçekten şer olan, bu vasıfları inkâr etmelerinin imkânsızlığındandır;

ya da önce ve sonra zikredilen vasıfların hepsinin şerre delâlette müstakil olmalarındandır.

Eğer böyle değil de, gerçekleşmedeki tertib gözetilmiş olsaydı şerrin sebebinin bunların hepsinin toplamı olduğu anlaşılabilirdi

Tâğuttan maksad buzağıdır.

Bir kavle göreyse tâğuttan murad, kâhinler ve Allahü teâlâ'ya isyan yolunda itaat ettikleri herkestir.

Bu itibarla hüküm, Hıristiyanların dinini de kapsar.

Bu izahla, tağuta tapmanın, diğer vasıflardan sonra zikredilmesinin gerekçesi vuzuha kavuşmuş olur. Eğer bu vasıf, onlardan önce zikredilmiş olsaydı, her iki fırkanın (Yahudiler ile Hıristiyanların) da, o vasıflarda müşterek oldukları düşünülebilirdi.

C- "işte onlar, yeri daha kötü ve doğru yoldan daha çok sapmış olanlardır."

Yukarıda belirtildiği gibi takdir edilen iki türlü muza fa (din veya ehil) göre anlam şöyle olur:

1-Onların ayıpladığı ve hoşlanmadığı şeyden daha şer olan kendi dinleridir.

2-Onların ayıpladığı ve hoşlanmadığı din ehlinden daha şer olan, kendi nefısleridir.

Ve her iki mânâya göre de şer (kötülük), konunun tetimmesi olup burada şer olarak vasıflandırılan Kur’ân'ın tasdik ettiği Tevrat'a dayanan gerçek din değil onların din adını verdikleri kendi halleri ve ona din diye sarılan kimselerdir.

Bu cümle,

ya istinafı olup onlar hakkında tam olarak şer ve dalâlete şahadet için doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından söylenmiştir;

ya da geçen emre (Ey Resûlüm! De ki...) dahil olup ilzamı tekid ve ıskatı kıvvetlendirmek içindir.

"Ülâike / işte onlar" işareti çirkin sıfatları zikredilen kimselere yöneliktir. Daha önce belirtildiği gibi bu kelimenin içerdiği uzaklık mânâsı, onların serde derekelerinin çok ileri olduğunu zımnen bildirir. Yani o çirkin ve ayıp sıfatları taşıyanların yeri daha kötüdür. Onların yerinin daha kötü olması, onların şerrine delâlet eder.

Bir görüşe göre de bu, onların varacağı yerin daha kötü olduğuna ve sırat-ı müstakimden iyice saptıklarına, din olarak benimsedikleri hallerin mahza şer ve haktan çok uzak olduğuna delâlet eder. Onlar doğru yoldan sapmış olduklarına göre din sandıkları da açık bir dalâlettir ve o yolun ötesinde bir gayeden söz etmek de mümkün değildir.

Her iki tafsil kipi (daha kötü ile daha çok sapmış) de, serde ve dalâlette onlara iştirak edenlere göre nisbî değil fakat mutlak ziyadeyi ifade eder.

61

"Size geldikleri zaman, "inandık" derler. Oysa onlar küfürle girmiş ve küfürle çıkmışlardır. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir."

Bu âyet, Yahudilerden bazıları hakkında nazil olmuştur. Bu insanlar, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girip nifak olarak, iman ettiklerini soyuyorlardı. Şu halde:

1.- Bu hitab, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yöneliktir. Çoğul zamirinin kullanılması tazim içindir.

2.- Bu hitab, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yanındaki Müslümanlar içindir. Bunun anlamı şudur:

"Onlar sizin yanınıza geldiklerinde Müslüman olduklarını söylüyorlar, iman izhar ediyorlar. Oysa onlar, sizin yanınıza küfürleri ile girmişler ve girdikleri gibi yine küfürleri ile çıkmışlardır; senden dinledikleri onları hiç etkilememiştir."

"Dehale / girmek" ve "harace / çıkmak" fiilleri başında zikredilen "kad" harfi, "tevakkuf / beklenti" mânâsını ifade eder.

Yani onların nifak emareleri görünüyordu ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ'nın onların nifakım ortaya çıkarmasını bekliyordu. İste bundan dolayıdır kı, "Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir" buyrukmuştur. Daha açık bir deyişle Allahü teâlâ, onların gizledikleri küfrü daha iyi bilir.

Bu kelâm, onlar için şiddetli bir ceza va'didir.

62

"Onların bir çoğunu günah ve düşmanlıkta, haram yemekte yarışır görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür."

A- "Onların bir çoğunu günah ve düşmanlıkta, haranı yemekte varı sır görürsün."

Bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için veya bu hitaba muhatap olabilen herkes içindir. Bu gözle müşahededir.

Bir görüşe göre ise kalb yoluyla görmedir.

Ancak birincisi, onların haline ve nifaklarının ortaya çıkmasına daha uygundur.

Yanı o Yahudilerin ve münafıkların çoğunun,

mutlak olarak yalanda,

haranı yemekte,

"Uzeyır, Allah'ın oğludur" gibi şirki tazammun eden sözler sarfetmekte,

başkalarına zulümde,

günahlarda haddi aşmada yarıştıklarını görürsün.

Haram yemek, zikredilen günahlara dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, onu daha fazla takbih içindir.

Burada "rnüsaraa / koşuşma, yarışma" fiili,

"Rabb'ınızın mağfiretine ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennetine koşun. " (Al-i İmrân 3/133) âyetinde olduğu gibi "ilâ " harfi ile değil de,

" kalblerinde hastalık bulunanların, "Başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!" diyerek onların içinde koşuştuklarını görürsün." (Mâide 5/52) âyetinde olduğu gibi "fi" harfi ile kullanılması, daha önce bu âyetin tefsirinde açıklanan sebepten dolayıdır.

B- "Yaptıkları ne kadar kötüdür!"

Bu cümlede geçmiş kipi (kânû) ile gelecek kipinin (ya'melûn) birlikte kullanılması, onların bu yaptıklarının sürekli olduğunu bildirmek içindir.

63

"Rabbanileri (hahamları) ve bilgin (hibr)leri onları günahkâr sözlerden ve haram yemekten men (nehy)etselerdi olmaz mıydı? Onların yaptıkları ne kötüdür."

A- "Rabbanileri (hahamları) ve bilgin (hibr)leri onları günahkâr sözlerden ve haram yemekten men (nehy)etselerdi olmaz mıydı."

Hasen el- Basri diyor ki:

"Rabbaniler, İncil; ahbar da Tevrat âlimleridir."

Diğer bir görüşe göre ise, her iki sınıf da Yahudîlerdendir.

Bu âyet, peşlerinden giden avam halkın çirkin vasıflarını bildikleri halde onları nehyetmeyen din önderleri için görevlerini yapmaya teşvik ve görevlerini yapmadıkları için de kınamadır.

B- "Onların yaptıkları (san'at edindikleri şey) ne kötüdür."

Bu ifade, yukarıda avamları için kullanılan ifadeden çok daha anlamlıdır. Çünkü amel (iş), sahibi alıştırma yapmadan ve onda tam meharetı hasıl olmadan sanat derecesine ulaşmaz, işte bundan dolayıdır ki, onların havassı (hasları), bununla zemmedilmişlerdir.

Bir de, güzel tavsiyeyi terk etmek, günah islemekten daha çirkindir. Çünkü nefis, günah işlemeye meyleder ve işlediği günahtan zevk duyar. Ama başkasının günah işlemesini reddetmek, böyle değildir, işte bundan dolayı o, daha çok zemme layıktır.

Bu ilâhî kelam, âlimlerin, münkerleri (günahları) nehyetmek hususundaki gevşekliklerini de açığa vurur.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bu âyet, Kur’ân'ın en ağır ayetidir."

Tabiî'nden Dahhâk da diyor kı:

"Bana göre Kur’ân'da bundan daha korkutucu bir âyet yoktur."

64

"Yahudiler dediler ki: "- Allah'ın eli bağlıdır!"

Kendi elleri bağlıdır. Onlar söyledikleri o söz sebebiyle lâ'netlendiler. Hayır, O'nun iki eli de açıktır. O, dilediği gibi in fak eder.

Andolsun kı Rabb'ından sana indirilen (Kur’ân), onlardan bir çoğunun tuğyan (taşkınlık) ve küfrünü artırır. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin ilka ettik. Onlar her ne zaman savaş (lıarb) ateşini tutuşturmak isteseler Allah, onu söndürür. Onlar yeryüzünde hep fesada çalışırlar. Allah, müfsidleri sevmez."

A- "Yahudiler dediler ki :

"- Allah'ın eli bağlıdır !"

İbn Abbâs, İkrime ve Dahhâk diyorlar ki:

"Allahü teâlâ, Yahudilere bol rızık ihsan etmişti. Öyle ki onlar, bölge halkının en zengini; toprakları da bölgenin en verimlisi idi. Sonra onlar Allahü teâlâ'ya isyan, Resûlüllahı inkâr ve tekzib ettiler. Allahü teâlâ da, o bolluğu onlardan aldı. O zaman Yahudî Finhas b. Azûra:

"- Yedüllâhü mağlûleh / Allah'ın eli bağlıdır." dedi.

Diğer Yahudiler de, bunu reddetmediler, rıza gösterdiler. Böylece bu büyük söz, hepsine isnad edildi.

Yahudilerin bu sözden maksadları, Allahü teâlâ'nın imsak ederek rızkı kısmasıdır. Eli bağlı veya eli açık olmak, mahza cimrilik ve cömertliğin mecazî ifadelendir. Bundan maksad gerçekten Allahü teâlâln eli bağlı veya eli açık olduğunu isbat değildir. Bitindiği gibi el ve bağın hiç tasavvur edilmediği yerlerde de bu ifade kullanılmaktadır.

Bir görüşe göre de, Yahudilerin, bu sözden maksadları,

"Lekad semia'-llâhü kavle-llezîne kaalû inne-llâhe fakıîrun ve nahnu ağmyâ' - Andolsun ki Allah onların sözlerim işitti. Demişlerdi ki:

"- Şüphesiz Allah, fakiîrdir; biz ise zenginiz." (Al-i İmrân 3/181) âyetinde söz konusu olan şeydi.

B- "Kendi elleri bağlıdır. Onlar söyledikleri o söz sebebiyle lâ'netlendiler."

Bu kelâm, onlar için cimrilik, miskinlik, fakirlik ve sıkıntı ya da gerçekten ellerinin bağlanması için bir bedduadır. Yani onların dünyada esir düşüp bağlanmaları, âhirette de bağlı bulundukları zincirlerle ateşe sürüklenmeleridir. Buna göre mutabakat, (bedduanın, onların sözlerine uyumu) hem lâfız hem de asıl mânâ bakımından olur. Nitekim "beni sebbetti (bana sövdü); Allah da onun sonunu sebbetsin (kessin) "sözü bu kabildendir.

C- "Hayır, O'nun iki eh de açıktır."

"- Hayır, gerçek sizin dediğiniz gibi değildir; Allahü teâlâ'nın cömertliği sınırsızdır."

Elin iki adediyle zikredilmesi konusunda farklı yorumlar yapılmıştır.

Şöyle ki:

1-El, iki olarak zikredilmiştir; çünkü cömert insanların en yüksek derecesi iki elleriyle vermektir.

2-Elin iki olarak zikredilmesi, Allahü teâlâ'nın dünya ve ahiret nimetlerine dikkati çekmek içindir.

3-Elin iki olarak zikredilmesi, Allahü teâlâ'nın ikram için vermesi ile istidracdıemen cezalandırmayıp mühlet vermek) için vermesine dikkat çekmek içindir.

Ç- "O, dilediği gibi infak eder."

Bu cümle istinafı olup Allahü teâlâ'nın sonsuz cömertliğim tekid etmekle beraber cehalet ve dalâletlerinden dolayı, söylemeye cür'et ettikleri o sözün sebebi mali sıkıntıya da dikkatleri çeker. Onların mali sıkınıtıya düşmeleri, Allahü teâlâ'nın feyzinde bir kusur olduğundan değil fakat şundandır:

Allahü teâlâ'nın in fakı, O'nun yüksek kadesine bağlıdır. Yüksek iradesi de, dünya ve ahiret işlerinin yörüngesi olan bir takım hikmetlere mebnidir. Ve onların içinde bulundukları günahlar sebebiyle ilâhî hikmet, rızıklarımn daraltılmasını gerektirmiştir. Nitekim Mâide (5) sûresinin 66. âyetinde:

"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilmiş olan Kur’ân'ı ikame etseler (dürüstçe uygulasalar)di, hem üstlerinden hemde ayakları altından yerlerdi." buyrulur.

D- "Andolsun ki Rabb'ından sana indirilen (Kur’ân), çoğunun tuğyan (taşkınlık) ve küfrünü artırır."

Onların bir çoğundan maksad, âlimleri ve reisleridir.

Bu hüküm onların bir çoğuna tahsis edilmiş, çünkü onların bazısı böyle değildir.

Burada "Rabb" unvanının Peygamberdin yerini tutan zamire izafesi Peygamberimizi teşrif içindir.

Yanı andolsun ki, sana Rabbınden, hakikat belgelerini içeren Kur’ân'ın indirilmesi, onların eski azgınlık ve küfürlerini arttıracaktır. Bu arttırma,

ya şiddetlenme ve aşırılık,

ya da kemiyet ve çokluk bakımındandır.

Çünkü her ne zaman bir âyet nazil olsa onların azgınlığı va küfrü artıyordu. Tıpkı sıhhatli insanlara yarayan yiyeceklerin, hastaların hastalığını arttırdığı gibi.

E- "Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve lan ilka ettik."

Yahudiler arasına düşmanlık va kin bıraktık. Artık onların kalbleri arasında muvafakat ve sözleri arasında mutabakat olmayacaktır.

F- "Onlar her ne zaman savaş (harb) ateşini tutuşturmak isteseler Allah, onu söndürür."

Onların şer gayretlerinden Müslümanlara bir zarar dokunmayacağı gerçeği bu kelâm ile tam bir açıklığa kavuşuyor. Onlar her ne zaman Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşmak ve bunun için hazırlanmak istedilerse, Allahü teâlâ onların şerrini geri çevirdi ve kendilerini kahreyledi.

Şunu hikmetidir ki. Yahudiler yeryüzünde fesad çıkarmadan durmamışlardır. Fakat Allahü teâlâ da her defasında bu fesadları sebebiyle onlara başka bir kavmi musallat etmiştir.

G- "Onlar yeyyüzünde hep fesada çalışırlar."

Yani Yahudiler, İslâm ve Müslümanlar için hep tuzak kurarlar ve Müslümanlar arasında şer ve fitne çıkarmaya çalışırlar.

Ğ- "Allah, müfsidleri sevmez."

İşte bundan dolayıdır ki, Allahü teâlâ, onların fesat ateşini hep söndürmüştür.

Zamir makamında müfsit kelimesinin zâltir olarak zikredilmesi, hükmün illetini belirtmek ve onların ifsatta kök saldıklarını beyan etmek içindir.

65

"Eğer Ehl-i Kitab inanmış ve Allah'tan sakınmış olsaydı Biz de elbette kötülükler (seyyiat)ini örter ve onları naıî'm cennetlerine sokardık."

Kitabtan murad kitabın cinsi olup Tevrat'ı da İncil'i de kapsar.

Ehl-i Kitab da Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Onların bu unvanla zikri, onların takbihini tekid içindir. Çünkü onların Kitab Ehli olmaları, kaçınılmaz olarak, ona iman etmelerini ve hükümlerini doğru dürüst uygulamalarını gerektirir. Oysa Kitab Ehli iken Kitabı inkâr etmeleri ve hükümlerini uygulamaktan kaçınmaları en büyük çirkinliktir.

İman fiilinin mefûlünün (ıman edilen şeyin) mahzûf olması, daha önce geçen,

"Ey Ehl-i Kitab ! Bizim Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Siz çoğunlukla fâsık (yoldan çıkımş)larsiniz." (Mâide 5/59) mealindeki âyetle bundan sonra gelecek,

"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb darından kendilerine indirilmiş olan (Kur’ân)ı ikame etseler (dürüstçe uygula salar) di hem üstlerinden hem de ayakları altından yerlerdi." (Mâide 5/66) mealindeki âyetten açıkça anlaşıldığı içindir.

Eğer onlar,

inanmadıkları hakikatlere inanmış olsalardı,

günahlardan ve ezcümle kendi Kitablarına muhalefetten şakımalardı.

Biz de, işledikleri günahlar ne kadar büyük ve çok olursa olsun, kesinlikle kendilerini, muahaze etmezdik ve onları bu geçmişleriyle nimetleri bol cennetlere koyardık.

Bu âyet,

onların günahlarının büyük ve çok olduğuna,

günahlar büyük ve sınırsız da olsa İslâm'ın, önceki bütün günahları ortadan kaldırdığına delâlet eder.

Bu farazi imana, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) olan iman da dahildir.

66

"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'larmdan kendilerine indirilmiş olan (Kur’ân)ı ikame etseler (dürüstçe uygulasalar)di hem üstlerinden hem de ayakları altından yerlerdi. Bununla beraber onlar içinde muktesiid (itidal sahibi, orta yolu tutan) bir topluluk da vardır. Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"

A- "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'larından kendilerine indirilmiş olan (Kur’ân)ı ikame etseler (dürüstçe uygulasalar)di..."

Eğer onlar Tevrat ile İncil'in hükümlerine ve ezcümle Peygamberimiz in nübüvvetini ve geleceğini müjdeleyen ve kanıtlayan âyetlere riayet etselerdi. ..

Çünkü Tevrat ile İncilin ikamesi ancak böyle olur. Yoksa onların içerdiği bütün hükümlere riayet etmekle değil. Çünkü Kur’ânlun inmesiyle o hükümlerin bazıları nesholunmuştur. Bu itibarla Tevrat ile İncil'in bütün hükümlerine riayet etmek, onları ikame etmek demek değildir.

Eğer onlar, bir de Rablerinden kendilerine indirilmiş olan ve önceki Kitablarını da tasdik eden şanlı Kur’âni ikame etselerdi...

Kur’ânin bu şekilde ifade edilmesi, onu ikamenin zorunlu olduğunu bildirmek içindir. Zira Kur’ân, Rabb'larmdan kendilerine indirilmiş en son Kitabtır.

Kur’ân'ıçin böyle bir ifade kullanılması, onların, Kur’ânin İsrâiloğullarına indirılmediği yolundaki iddialarının bâtıl olduğunu sarahaten belirtmek içindir.

"Rabb", kelimesinin, onlar zamirine izafe edilmesi, ikameye davet konusunda Rablerinin kendileri hakkında ziyadesiyle lütufkâr olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, Rablerinden kendilerine indirilmiş olan Kitabtan maksat, Kur’ân değil fakat Şa'ya (Eşa'ya), Habkûk ve Danıyal (aleyhisselâm) Kıtablarıdır. Zira bu Kitablar, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in gönderileceğini müjdeleyen âyetlerle doludur.

B- "..Hem üstlerinden hem de ayakları altından yerlerdi."

Eğer öyle olsaydı Allahü teâlâ,

Azıklarını genişletir, göğün ve yerin bereketini ihsan ederdi;

yahut ağaçların meyvelerini ve ekinlerin ürünlerini çoğaltırdı;

yahut meyveleri olgunlaşmış cennetler ihsan ederdi de hem dalından hem altına dökülenlerden yerlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, "hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yemek" deyimi, rızık genişliğini veya bolluğu ifade etmek için kullanılmıştır. Bundan amaç yukarı ve aşağı cihetlerinin tayini değildir. Bu beyan, her cihetten Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerini yerler, demektir.

Bu ilâhî kelâm,

1-onlara iki cihan saadeti va'deder;

2-onları imana, takvaya ve ilâhî hükümleri ikameye teşvik eder;

3-aksine davranışın, iki cihan saadetinden mahrumiyete sebep olacağını açıklar;

4-bunları ihlali açıkça yasaklar;

5-onların uğradıkları darlık ve sıkıntının, Allahü teâlâ'dan değil fakat, kendi hal ve hareketlerinden kaynaklandığını ortaya koyar.

C- "Bununla beraber onlar içinde muktesıid (itidal sahibi, orta yolu tutan) bir topluluk da vardır."

Bu cümle istinafı olup bundan önceki iki cümlenin anlamından doğan "onların hepsi de inanmamakta ısrarlı mıdır? "sualine cevabtır. Böylece onlaradan orta yolu tutan bir zümre bulunduğu belirtilmiş olur. Onlardan orta yolu tutan mutedil bir topluluk da vardır ki, onlar, imanla müşerref olan Abdullah b. Selam ile benzerleri gibi Yahudiler ve kırk sekiz Hıristiyandır.

Diğer bir görüşe göre ise, onlardan bir zümre, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı düşmanlıkta mutedildir.

Ç- "Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür."

Çoğu hakkında bu söz söylenir. Bu kelâm taaccüb ifade eder.

Onların yaptıkları inat, kibir, hakkı tahrif, haktan yüz çevirme ve düşmanlıkta ifrat ne kadar kötüdür!

Bunlar da, Kâb b. Eşref ile benzeri gibi katı ve mutaassıp Yahudiler ile Rumlardır.

67

"Ey Resul, Rabb'ından sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun risâleüni tebliğ etmemiş olursun. Allah, seni insanlardan, koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez."

A- "Ey Resul, Rabb'ından sana indirileni tebliğ et."

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e Resul unvanıyle nida edilmesi,

hem teşrif,

hem de, kendisine vahyedileni tebliğin bu unvanın gereği olduğunu bildirmek içindir.

Demek istenen şudur:

"- Ey Resûlüm Muhammed! İşlerinin inakla olan, seni, lâyık olduğun kemale erdiren Rabb'ından sana indirilmiş olan bütün hükümleri ve her ne olursa olsun, o hükümlerle ilgili olan her şeyi insanlara tebliğ et. Bu görevinde hiçbir kimsenin hatırını gözetme ve sana bir fenalık gelmesinden de asla korkma!"

"Min Rabbik / Rabb'ından" ifadesi, Allahü teâlâ'nın, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) koruyacağına, murakabe edeceğine zımnî bir va'ddir.

B- "Eğer bunu yapmazsan O'nun risâleüni tebliğ etmemiş olursun."

Eğer tebliğe memur olduğun her şeyi tebliğ etmezsen, O'nun risâlet veya elçiliğinı yapmamış olursun" ifadesinden anlaşılan dinî hükümlerle ilgisi olmayan gizli sırların insanlara ifşa edilmesi değildir.

Daha ayrın tık ifade etmek gerekirse mânâ şudur:

Eğer sana indirilmiş olan hükümleri ve onlarla ilgili her şeyi insanlara duyurmazsan, O'nun elçiliğinden hiçbir şeyi duyurmamış ve şereflendiril eliğin rısalet unvanından sıyrılmış olursun. Çünkü sana indirilmiş olanların bir kısmı, diğerlerinden öncelikli değildir. Bu itibarla risaletin bir kısmını ifa etmezsen, onu tamamıyle ihmal etmiş gibi olursun. Nasıl ki, onların bir kısmına iman etmeyen, tamamına iman etmemiş sayılır. Çünkü onların her biri, diğerinin götürdüğü sonuca götürür. İşte bundan dolayı da hepsi bir şey hükmündedir. Ve hiç şüphesiz bir şey, eğer tamamıyle tebliğ edilmemişse, o tebliğ edilmemiş ve bir şeyin tamamına iman edilmemişse, ona iman edilmemiştir.

Bir de, tebliğ edilecek şeylerin bir kısmını gizlemek, tebliğ edilen kısmı da zayi etmek sayılır. Tıpkı namazın bazı rükünlerini terk etmek gibi. Zira bir kısmının tebliğ edilmemesi, umumî davete halel getirir.

Diğer bir görüşe göre bu ifade,

" sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide 5/32) âyeti kabilindendir. Yani hepsini gizlemek ile tamamını gizlemek, şeni olmak ve azabı gerektirmek noktasında birdir.

Bir kırâete göre "fema belâğte risaletehu / O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun" ibaresi "fe-mâ belağte risâlatî / Benim risaletımı tebliğ etmemiş olursun" şeklinde okunmuştur.

Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) bu âyeti şöyle okumuştur:

"İn ketemte âyeten lem tübelkğ risâlatî / bir âyeti gizlersen, risale tımı tebliğ etmemiş olursun."

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:

"Allah, beni risaletiyle gönderdi. Ben ise, kendimi buna muktedir görmedim. Bunun üzerine Allah bana vahiy buyurdu ki, eğer Benim risale timi tebliğ etmezsen, sana azap edeceğim. Ve Allah, beni koruyacağını tekeffül buyurdu, işte bu bana kuvvet verdi"

C- "Allah, seni insanlardan koruyacaktır."

İste bu cümle de bu hakikati belirtmekl beraber, Peygamberi her türlü tehlikeden korumayı va'd ve muhaliflerinin düşmanlıklarına ve şer planlarına aldırmadan tebliğ emrini gerçekleştirmek için çaba harcamaya sevkeder.

Enes b. Mâlik'ten ((radıyallahü anh) öl. 713) rivâyet olunduğuna göre:

"Bu âyet nazil oluncaya kadar Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in muhafızları vardı. Nihayet bu âyet inince, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek başını içinde bulunduğu deri çadırdan dışarı çıkarıp:

"- Haydi gidin ey insanlar! Artık Allah beni insanlardan koruyacaktır" buyurdu."

Ç- "Şüphesiz ki Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez."

Bu, Allahü teâlâ'nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) i korumasının sebebini açıklar. Bunun anlamı şudur:

"- Onlar ne kadar isteseler de sana zarar veremezler."

68

"(Resûlüm) de ki:

Ey Ehl-i Kitab! Tevrat'ı, İnciri ve Rabb'ınızdan size indirileni ikame etmedikçe (dosdoğru uygulamadıkça) hiçbir şey üzerinde değilsiniz."

(Resûlüm), Rabb'ından sana indirilen onlardan çoğunun küfür ve tuğyanını artırır. O halde kâfirler topluluğu için üzülme!"

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ey Ehl-i Kitab! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizdan size indirileni ikame etmedikçe (dosdoğru uygulamadıkça) hiçbir şey üzerinde değilsiniz."

Ey Resûlüm! Her iki fırkaya (Yahudilere ve Hıristiyanlara) da de ki:

Ey Kitab Ehli! Siz, Tevrat ile İncil'deki hükümlere, ezcümle onlarda yazılı Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) risâletinin delillerine ve nübüvvetinin kanıtlarına riayet etmedikçe, kayda değer bir şey ve itibar edilen bir din üzerinde değilsiniz. Çünkü bunun dışındaki bir inanç ve uygulama bâtıl ve fasiddir.

"Lestünı a'lâ şeyin — hiçbir şey üzerinde değilsiniz", ifadesi onlar için son derece tahkir edicidir.

Tevrat ve İncil'in hükümlerini ikame etmek, ancak bu şekilde mümkündür. Onların mensûlı hükümlerine riayet, onları ikame etmek değildir. Aksine onları muattal kılmak ve şahadetlerini reddetmek gerekir. Çünkü her ikisi de, kendi hükümlerinin neshına ve onlarla amel vaktinin sona erdiğine şahadet eder.

Tevrat ile incil'in, onları nesheden Kur’ânin sıhhatine şahadetleri de kendi hükümlerinin neshına,

geçerliliklerinin sona ermesine,

geçerliliklerini sürdürecek hükümlerinin, her iki Kıtabta da gönderileceği müjdelenen ve vasıfları zikredilen Peygamberdin tesbit edeceği hükümler olduğuna şahadet demektir.

Bu itibarla Tevrat ile İncil'i ikame etmek, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ın delillerini beyan ve onun semtinin tesbit ettiği hükümlerle amel etmektir. Nitekim

"vemâ ünzile ileyküm min rabbiküm / Rabbinızden size indirileni (Kur’ân'ı) ikame etmedikçe" ifadesi bu hakikati bildirir. Bu açıkça, "Kur’ân'a iman edip hükümlerini ikame etmedikçe..." demektir. Çünkü Kur’ân'ıkame edilmedikçe ilâhî hükümler ikame edilmiş olmaz.

Maksûd olan bizzat Kur’ân'ın ikamesi olduğu halde diğer iki mukaddes Kitabın daha önce zikredilmesi, şahadet hakkına riayet ve kâfirleri ayrılıktan men etmek içindir.

"Vemâ ünzile ileyküm min rabbiküm / Rabb'ınızdan size indirileni" ifadesinin kullanılması, daha önce zikredildiği gibi,

onların sandıkları gibi Kur’ân'ın Arab'lara mahsus olmadığını,

kendilerinin de ona inanmaya ve hükümlerini uygulamaya memur olduklarını sarahaten belirtmek içindir.

"Rabb" kelimesinin onlar zamirine izafe edilmesi, davetteki ilâhî lûtfa işaret etmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, onlara indirilenden maksad, daha önce de geçtiği gibi, Benî İsrail Peygamberlerine verilen Kitablardır.

Bir diğer görüşe göre ise, bundan murad, bütün ilâhî Kitablardır. Çünkü bütün ilâhî Kitablar, mucizenin tasdik ettiği Peygambere inanmayı emir ve ona itaatin zorunlu olduğunu bildirir.

"İbn Abbâs (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine:

Yahudilerden bir cemaat, huzura gelip dediler ki:

"- Sen de Tevrat'ın Allahü teâlâ katından indirilmiş hak bir Kitab olduğunu okumuyor musun?"

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"- Evet okuyorum" buyurdu.

Yahudiler de:

"- işte biz ona iman ediyoruz; gayrisine iman etmiyoruz." dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu."

B- "(Resûlüm), Rabb'ından sana indirilen onlardan çoğunun küfür ve tuğyanını artırır."

Bu istinaf cümlesı, onların serkeşliklerinin şiddetini, kibk ve inattaki aşırılıklarını ve tebliğin onlara hiçbir fayda vermediğini açıklar

Âyetin basında lâm-ı kasem bulunması, içeriğini tekid ve mânâsını tesbıt içindir.

"Kesîran minhüm / onlardan çoğu'iıdarı murad, âlimleri ve reisleridir.

Bundan önce Kur’ân'ın inzali, "mâ ünzile ileyke min rabbike / Rabbinızden size indirileni" buyruknak suretiyle onlara nisbet edildiği, halde burada "mâ ünzile ileyke min rabbike / rabb'ından sana indirileni" buyrularak inzalin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nisbet edilmesi onların bu nisbetten sıyrıldıklarını bildirmek içindir.

C- "O halde kâfirler topluluğu için üzükne."

Onlara yaptığın tebligat sebebiyle küfür ve azgınlıkta ifrat göstermelerine sen hiç esef etme ve hüzün duyma. Çünkü onun gailesi ve kötü sonuçları yalnız kendilerine münhasırdır; başkalarına zararı olmaz. Zaten mü'minler, senin için onlara ihtiyaç bırakmazlar.

Burada zamir makamında kâfirler kelimesinin zahir olarak zikredilmesi, onların küfre tamamen battıklarını tescil etmek içindir.

69

"Muhakkak ki iman edenlerle Yahudîler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhıiret gününe inananan ve sâlih ameller işleyenlere asla korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır."

1- Bu istinafi kelam, zikredilenlerden başkalarını iman ile sâlih amele teşvik eder.

Yani, yalnız dilleri ile inanan münafıklardan, kalpleri tasdik etsin veya etmesin dilleri ile inandıklarını söyleyenlerden,

Yahudilerden,

Sabiîlerden,

ve Hırıstiyanlardan,

Allah'a (mebde') ve âhiret gününe (meâda) halisane, layikı veçhile, ihdasî ve inşaî yeni bir inançla iman edip bu imanın gerektirdiği şekilde sâlih amel işleyenlere o gün azab korkusu yoktur.

Onlar, taksirat sahiplerinin, ömürlerini zayi ettiklerine ve sevabı kaçırdıklarına üzülecekleri gün de üzülecek değillerdir.

"Velâ hüm yahzenûn -- onlar mahzun da olmayacaklardır." ibaresinden korku ve hüznün devamlı olmayacağı değil, fakat hiçbir zaman olmayacağı anlamı çıkarılmıştır. Çünkü burada nefiy (olumsuzluk) harfi (lâ) her ne kadar geniş zaman fiiline dahil olmuşsa da, makamın gereği olarak devamlılk ifade eder.

2- Eğer "ınne-llezîne âmenû / iman edenler"den muhlis veya münafık, zahiren İslâm dinini benimsemiş olanlar kasdediliyorsa, o takdirde:

Allah (celle celâlühü) ile ahiret gününe iman edenlerden de halisane inananlar kasdedilmiş olur.

Bu iman,

ister İhlaslı mü'minlerde olduğu gibi sebat ve devamlılık şeklinde tezahür etsin,

ister münafık ve diğer topluluklarda olduğu gibi yeni bir iman ihdası ve inşası yoluyla olsun.

Buna göre imanı, ihlaslı mü'minleri de kapsayacak şekilde genelleştirmenin faydası, diğerlerini imana ziyadesiyle teşvik içindir. Çünkü bu genelleştirme şu gerçeği ortaya koyar:

Diğer insanların, hakikî iman vasfına sahip olmakta gecikmeleri, onların, eski büyük Müslümanlara bile örnek olmalarına halel getirmez.

3 - "İnne-llezîne âmenû / iman edenler" den,

dini neshedilmeden önce kendi dinine bağlı olan,

mebde' ve meadı kalbiyle tasdik eden,

- kendi dininin şeriatinin gereklerine göre amel eden kimselerin kasdedıldıği görüşü ise, asla ihtimal dahilinde değildir. Nitekim Bakara (2) sûresinde bunun tafsilatı geçti.

"Nasara" kelimesi, "nasranî—Hıristiyan" anlamındaki "nasran'in çoğuludur. Bunun tafsailatı da Bakara (2) sûresinde geçti.

"Sabiûn" da "sabi" in çoğulu olup bir: şeyden diğerine intikal etmek, geçmek anlamına gelir. Zira bu insanlar, dinlerinde nefsanî arzularına uymuşlardır.

70

"Andolsun ki Biz İsrâiloğullarının mîsak (sağlam söz)lannı aldık ve kendilerine Peygamberler gönderdik. Ne zaman bir Peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse bir kısmını tekzıb ettiler, bir kısmını da katlediyorlardı."

A- "Andolsun ki Biz isrâiloğullarının mîsak (sağlam söz)larını aldık ve kendilerine Peygamberler gönderdik."

Bu îbtidaî (terkip olarak makablinden bağımsız) kelâm, onların imandan pek uzak olduğunu gösteren cinayetlerden diğer bazılarını beyan eder.

Allahü teâlâ'ya yemin olsun ki Biz, Isrâiloğullarından, tevhid ve Tevrat'ta yazılı şeriatlar ve hükümler konusunda misak aldık ve kendilerine,

- mîsak hukukuna riayet etmeleri,

- dinde yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri (evamir ve nevahiyi) öğretmeleri,

- sürekti öğütlerde ve uyarılarda bulunmaları için Peygamberler gönderdik.

B- " Ne zaman bir Peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse bir kısmını tekzib ettiler; bir kısmını da katiediyorlardı."

Bu istinafı şart cümlesi, onlardan mîsak alınması ve kendilerine Peygamberler gönderilmesi ihbarından doğan bir suale cevap mahiyetindedir. Burada şartın cevabı da mahzûftur. Yanı,

"- Onlar, kendilerine gönderilen peygamberlere ne yaptılar?" suali şöyle cevaplandırılmıştır:

"Ne zaman o Peygamberlerden biri onlara, nefislerinin istemediği, hoşlanmadığı hak hükümlerden ve şeriatlerden bir şey getirdi ise, isyan ve düşmanlık ettiler."

Âyetin,

"Ferîkan kezzebû ve ferîkan yaktülûn / o gelen Peygamberlerden bir kısmını yalanladılar, tekzib ettiler; bir kısmını da öldürü (katlediyor)lardı" bölümü, istinafı bir cevap olup onların gösterdikleri muhalefet eserlerinin keyfiyetini beyan eder. Yani,

"- O peygamberlere nasıl davrandılar?" sualine verilmiş bir cevabtır. Onlar bir kısım Peygamberleri başkaca zarar vermeden sadece yalanladılar; diğer bir kısmını da yalanlamakla kalmayıp öldürdüler. 1

Katletmek fiilinin geçmiş zaman kipi yerine geniş zaman (müzari) kipi ile vârid olması,

-olayın korkunçluğunu canlandırmak,

-fiilin onların devam edegelen bir âdetleri olduğuna dikkat çekmek,

-ayrıca âyetlerin sonlarındaki uyumu (bir önceki âyetin sonu yahz enûn idi; bu da yaktülûn’dur) gözetmek içindir.

71

"Bir fitne (belâ) olmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah, tevbelerinı kabul etti. Sonra onlardan çoğu yine kör ve sağır oldular. (Allah) onların yaptıklarını hakkıyla görür."

A- "Bir fitne (belâ) olmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler."

İsrâiloğulları, işledikleri kötülükler yüzünden Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir belâ ve azab gönderilmeyecek sandılar ve Allahü teâlâ'nın azabından emin oklular da, azgınlık ve fesatlarına devam ettiler.

Peygamberler, onlara hidayet ettikleri, dosdoğru yolu gösterdikleri halde körleştiler; hakkı dinlemek ve duymak istemediler, sağır kesildiler. İşte bundan dolayı Peygamberlere karşı o cinayetleri işlediler.

Bu âyet, Isrâiloğullarının,

Tevrat'ın hükümlerine muhalefetle yasakları çiğnemeleri ve Şa'ya'yı (aleyhisselâm) öldürmeleri veya Ermiya'yı (aleyhisselâm) hapsetmeleri gibi olaylara işaret eder. Fakat bazılarının dedikleri gibi, Isrâiloğullarının buzağıya tapmaları olayı ile ilgisi yoktur. Çünkü buzağıya tapma olayı Mûsâ (aleyhisselâm) devrinde vuku bulmuştur. Bu zikredilen olaylar Mûsâ (aleyhisselâm) dan çok sonra gelen Peygamberlere ilişkindir.

B- "Sonra Allah, tevbelerıni kabul etti."

İsrâiloğulları, Babil'de uzun zaman Buhtenassar adındaki hükümdarın kahrı altında esarette hor ve zelil olarak yaşadıktan sonra tevbe ve rücû ettiler. O zaman Allah (celle celâlühü), Fars (İran) hükümdarını, Beytülmakdis'i yeniden imar etmek üzere oraya gönderdi. Bu hükümdar, Buhtenassar in helakinden sonra, onun esir alıp Babil'e götürdüğü İsrâiloğullarından geri kalanları vatanlarına iade etti. Başka yerlere dağılanlar da geri döndüler. Bundan sonra İsrâiloğulları, otuz sene müddetle Beytülmakdis'i imar ettiler, Nüfusça çoğaldılar ve refaha erdiler.2

C- "Sonra onlardan çoğu yine kör ve sağır oldular."

Bu kelâm da, İsrâiloğullarının iki fesadından ikincisine işarettir ki o da, Zekeriyya ile Yahya'yı (aleyhisselâm) öldürmeleri ve İsa'yı (aleyhisselâm) öldürmeye kalkışmalarıdır ; yoksa bazılarının dediği gibi, İsrâiloğullarının, (Mûsâ zamanında) Allahü teâlâ'yi apaçık görmek istemeleri değildir. Nitekim bunun sırrını daha önce öğrendin. (Bunun Hazret-i Mûsa'dan asırlar sonra gerçekleştiği yukarıda belirtilmişti.)

"A'mû ve sammû / kör ve sağır kesildiler" fiilleri, "umû ve summû" şeklinde mechûl kipi ile de okunmuştur. Bu takdirde anlam:

"Onlara körlük ve sağırlık verildi" olur.

Ç - "(Allah) onların yaptıklarını hakkıyla görür."

Allah, onların geçmişte yaptıklarını hakkıyla görmekteydi.

Geçmiş halin, mazinin hikâyesi için geniş zaman kipinin kullanılması, onların çirkin hareketlerinin suretini canlandırmak ve bir de fasılaların (âyet sonlarının) uyumunu gözetmek içindir.

Bu cümle, makabli için bir zeyl mahiyetinde olup İsrâiloğullarının kendilerine belâ gelmeyeceği zannının bâtıl olduğuna ve hiç ummadıkları bir anda ilâhî azabın kendilerine ulaşacağına işaret eder.

Bu işaret, icmali olup İsrâ (17) sûresinde gelecek tafsilata dayanılarak burada bu kadarla iktifa edilmiştir.

İsrâiloğulları, kendilerine hiç azab dokunmayacağını sandılar da, en şiddetli azabı gerektiren o büyük cinayetleri işlediler. Oysa Allahü teâlâ, o cinayetlerini bütün ayrıntılariyle bitiyordu.

Şu halde onların o bâtıl zanları nereden ileri geliyor?

Zaten birinci defada ilâhî cezaya uğradılar. Nitekim Allahü teâlâ,

1-onların başına Buhtenassari,

2-

Diğer bir görüşe göre ise, Calût el- Cezerî'yi,

3-bir diğer rivâyete göre ise, Nınova ahalisinden Senharibi musallat etti.

Ancak en kuvvetti olan birinci görüştür. Bu hükümdar, Beytülmakdis'i istilâ etti ve ahalisinden Tevrat okuyan kırk bin kişiyi katletti ve geri kalanları da kendi ülkesine götürdü ve onlar orada son derece hor ve zeki olarak yaşadılar. Nihayet doğru bir tevbe sonunda Allahü teâlâ, onları eski hallerine iade etti.

Sonra onlar yine fesada döndüler. O zaman da Allahü teâlâ, onların üzerine Farsları gönderdi.

Rivâyet olunuyor ki, Kudüs'ü istilâ eden kumandan, İsrâiloğullarının mezbah (sunak)ma girdi ve orada kaynayan bir kan gördü. Onlara bunun ne olduğunu sordu. Onlar da kendilerinden kabul edilmemiş bir kurban kanı olduğunu söylediler. Kumandan:

"- Siz bana doğruyu söylemediniz! "dedi ve onlardan bınlercesmi öldürdü. Sonra uyardı:

"- Eğer bana doğruyu söylemezseniz, sizden bir tek kişiyi bile sağ bırakmayacağım!"

O zaman:

"- Bu kan, Yahya'nın (aleyhisselâm) kanıdır" cevabını verdiler. Kumandan:

"- İşte Allah sizden böyle intikam alır" dedi ve Yahya'nın (aleyhisselâm) kanma hitab etti:

"- Ey Yahya! Benim Rabbim ve senin Rabbin, senin katkn sebebiyle kavminin başına gelenleri bilir. Ben bunların hepsini öldürmeden önce artık Allahü teâlâ'nın izni ile sakinleş!".

O zaman Yahya'nın (aleyhisselâm) kanının kaynaması durdu.

72

"Andolsun ki:

"- Allah, Meryem oğlu İsa'nın ta kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Ve Mesîh şöyle demişti:

"- Ey İsrâiloğulları! Benim ve sizin Rabb'mız Allah'a kulluk (ibadet) edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa Allah, ona cenneti haram eder. Onun varacağı yer ateştir."

A- "Andolsun ki:

"- Allah, Meryem oğlu İsa'nın ta kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır."

Bundan önce Yahudilerin kötülükleri anlatılmıştı. Şimdi, burada Hıristiyanların çirkin fiil ve harekederî sergileniyor ve fasid sözleri çürütülüyor.

Bu Hıris tiyanlar'dan murad,

1-"Meryem, bir tanrı doğurdu" diyenlerdir.

2-bir kavle göre bunlar, Melekânî, Marunî ve Yakubî mezheblerine mensub olanlardır.

3- diğer bir kavle göre ise yalnız Yakubî olanlardır.

Bu sözün mânâsı şudur:

"Allahü teâlâ, İsa'nın (aleyhisselâm) zâtına hulul etmiş ve onun zâtiyle birleşmiştir." Oysa Allahü teâlâ, bundan, tamamen münezzehtir.

B- "Ve Mesîh şöyle demişti (Ve kale'l-mesîhu):

"- Ey İsrâiloğulları! Benim ve sizin Rabb'mız Allah'a kulluk (ibadet) edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa Allah, ona cenneti haram eder. Onun varacağı yer ateştir . Ve zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur."

Burada Hırıstiyanların,

Mesîh'i yalanlamaları,

Mesîh, onları ilâhî azab ile korkutmasına rağmen küfürlerinden vazgeçmemeleri, üzerinde durularak bu halleri takbih edilir.

Zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, durumun korkunçluğunu zımnen belirtmek ve mehabeti arttırmak içindir.

Hıristiyanlar o sözü söylediler. Oysa Mesîh (aleyhisselâm) onlara şöyle demişti:

"- Ey İsrail Oğulları! Benim Rabb'ım, sizin de Rabb'miz Allah'a ibâdet ediniz. Ben de sizin gibi Rabb'ım tarafından büyütüldüm, beslendım ve korundum. O halde benim de Halikım ve sizin de Halikınız Allahü teâlâ'ya ibâdet edin. Şüphesiz biliniz ki, her kim, ibâdetlerinde veya Allah. teâlâ'ya mahsus olan ilâhî sıfatların birinde O'na bir şeyi ortak koşarsa, Allahü teâlâ cennetini ona haram kılar. Kişinin, kendisine yasaklanmış olana ulaşması mümkün olmadığı gibi, bu kimsenin de cennete girmesi ebediyen mümkün olmaz. Çünkü cennet, tevhid ehlinin yurdudur. Ve O'na ortak koşanın yeri ateştir. Müşrikler için hazırlanan yer ateştir ateşten başkası değildir. Ve ne galibiyet ne de şefaat yoluyle, zalimleri ateşten kurtaracak hiçbir yadıma yoktur."

"Ensar --- yardımcılar" kelimesinin çoğul olarak kullanılması, çoğul olarak zikredilen "zalimin / zalimler" kelimesi ile uyum sağlamak amacına yöneliktir.

Bu zâlimler kelimesiyle,

ya bekti zâlimler,

ya da zâlimler cinsi kasdedılmiştir ve Hıristiyanlar da öncekide buna dahildir.

Birinci mânâya göre, Hıristiyanlara râci bir zamir yerine bu kelimenin kullanılması, onların, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşarak zulmettiğini ve hak yoldan ayrıldıklarını tescil içindir.

Bu cümle, mâkabkni açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Bu cümle,

ya İsa'nın (aleyhisselâm) sözünün devamıdır,

ya da İsa'nın (aleyhisselâm) sözünü tekid ve içeriğini izah için doğrudan doğruya Allahü teâlâ'dan vârid olmuştur.

Allahü teâlâ'nın kelâmı olduğu görüşüne göre, Allahü teâlâ, onların Isâ (aleyhisselâm) hakkında söyledikleriyle zulmettiklerini ve hak yoldan ayrıldıklarını ifade etmiştir.

Onlar her ne kadar kendi inançlarına göre, bu sözleri söylemekle İsa'yı (aleyhisselâm) tazim etmiş ve kadrini yüceltmişlerse de, İsâ (aleyhisselâm), bu sözlerinde onlara yardım etmemiş, onları desteklememiş ve o sözleri red ve inkâr etmiştir.

Bir görüşe göre ise, bu cümle, İsa'nın (aleyhisselâm) sözlerine dahildir (ve önceki cümlenin izahı mahiyetindedir). Başka bir deyişle İsâ (aleyhisselâm) şöyle demek istemiştir:

"- Sizin bu söylediklerinizde hiç kimse size yardım etmez ve sizi desteklemez; çünkü bu makûl olmaktan çok uzak ve imkânsızdır. "

Ancak İsa'nın (aleyhisselâm) bu sözlerini onlara yardım etmemek ve onları desteklememek şeklinde ifade ve izah etmek, faydasız olmakla beraber, kuvvetliyi zayif ve korkunç ve önemli bir durumu ehven göstermek olur. Hatta zahire göre, İsa'ya (aleyhisselâm) hiç yaraşmayan onlara yardım etmek ve destek vermek gibi bir ihtimali de akla getirir. Ancak eğer bu kelâm, onlarla istihza etmek anlamına hamledilirse, belki bu sakınca bertaraf edilmiş olur.

73

"Andolsun ki:

"- Allah, üçün üçüncüsüdür !" diyenler de kâfir olmuşlardır. Bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer bu söyleyegeldiklerinden vazgeçmezlerse içlerinden kâfir olanlara acı bir azab (azab-ı elim) isabet edecektir."

A- "Andolsun ki:

"Allah, üçün üçüncüsüdür !" diyenler de kâfir olmuşlardır. Bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur."

Bu âyet de, Hıristiyanlar içinde bir başka taifenin küfrünü ortaya koyar.

"Sâlisü selâsetin / Üçün üçüncüsü", "râbiu' erbaatin / dördün dördüncüsü" ve benzeri sözlerin mânâsı, mutlak olarak bu adedlerden biri olmaktır; yoksa özellikle üçüncü ve dördüncü olmak değildir.

Hıristiyanlar şöyle diyorlardı:

"Tanrılık, Allahü teâlâ ile İsâ ve Meryem arasında müşterektir; bunların her bir bir ilahtır." Nitekim:

"Allah: "- Ey Meryem oğlu İsâ! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki ilâh edinin" diye sen mi dedin?" buyurduğu zaman..." (Mâide 5/116)

âyet-i kerimesi de, bu izahı teyid eder.

Şu halde "üçün üçüncüsü" demek, üç tanrıdan bir demektir. "Bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur" ifadesinin zahirinden ilk akla gelen de budur. Yani varlık âleminde,

vahdaniyet sıfatına sahib,

ortaklık kabul etmekten münezzeh,

bütün varlıkların başlangıcı,

ibâdete müstahak,

varlığı zorunlu O'ndan başka bir varlık mevcud değildir.

Bir görüşe göre de Hıristiyanlar şöyle diyorlardı:

"- Allah, bir cevherdir (kendi zâtı ile var olan bir varlıktır); üç uknumdur (asıldır):

1-Baba,

2-Oğul,

3-Ruhu'l-Kudüs."

Onlar, birinci uknûmden zat, vücud (varlık), ikinci uknûmden ilim, üçüncü uknumdan da hayat anlıyorlardı.

Şu halde " Bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur" kelâmının mânâsı, "Zâtı tek, hiçbir veçhile aded kabul etmez ilâh'dan başka ilâh yok" demektir.

B- "Eğer bu söyleyegeldiklerinden vazgeçmezlerse içlerinden kâfir olanlara acı bir azab (azab-ı etim) isabet edecektir."

Allah'a yemin olsun ki eğer onlar, söyledikleri o küfre son verip de, tevhid inancını kabul etmezlerse, onlardan, eski küfürlerinde ısrar edenlere muhakkak dayanılmaz bir azap dokunacaktır.

Bunların "Onlar" zamiri yerine "ellezîne keferû minhüm / içlerinden kâfir olanlar veya inkâr edenler" şeklinde zahir olarak ifade edilmesi, küfürlerine dair şahadeti tekrar etmek içindir.

Onların küfrünün, hudûsü (yeni oluşumu) bildiren fiil ile ifade edilmesi, Peygamberlerin tebliğlerinden sonra küfrü südürmenin, eski küfürlerinden farklı yeni bir küfür ve eski azgınlıklarına ilâve yeni bir azgınlık olduğuna dikkat çekmek içindir.

74

"Hâlâ Allah'a tevbe etmeyecekler mi ve O'ndan mağfiret dilemeyecekler mi? Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Rahîym)dır."

A- "Hâlâ Allah'a tevbe etmeyecekler mi ve O'ndan mağfiret dilemeyecekler mi?"

Bu istifham, vaakti olanı reddetmek ve yadırgamaktır yoksa vukuunu reddetmek için değildir. Bu kelâm, o kâfirlerin küfürdeki ısrarlarından taaccüp ettirmeyi hedefler.

Bu cümle, makamın gerektirdiği mukadder bir cümleye atıftır. Yani hâlâ o bâtıl inançlarına ve anlamsız sözlerine son vermeyecekler mı ve hâlâ tevhıd ile ve O'na nisbec ettikleri ittihad (birleşme) ve hululden tenzih ile Allahü teâlâ'ya tevbe etmeyecekler mi ve O'ndan mağfiret dilemeyecekler mi?

Şu halde redd ve taaccübün konusu, küfürlerine son vermemek ve tevbe etmemektir.

Yahut onlar, bu mükerrer şahadatleri ve açıklanan ağır azab vaidlerini duydukları halde hâlâ tevbe etmeyecekler mi?

Buna göre ise, söz konusu inkâr ve ta'cibin asıl konusu, tevbeyi gerektiren o korkunç beyanları duydukları halde yine de tevbe etmemeleridir.

B- "Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Rahîym)dir."

Bu kelâm, onların küfürdeki ısrarlarını ve mağfiret dilemeye yanaşmadıklarını ve hallerine taaccübü tekid eder.

Allahü teâlâ'nın mağfireti sonsuzdur. Eğer onlar mağfiret dilerlerse onları da bağışlar ve lütfundan onlara da ihsan eder.

75

"Meryem oğlu İsâ Mesîh, sadece bir Resuldür. Ondan önce de Resûllar gelip geçmiştir. Ve onun annesi dosdoğru (siddüka) bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. (Resûlüm) bak, nasıl âyetleri açıklıyoruz. Sonra bak nasıl haktan saptırılıyorlar."

A- "Meryem oğlu İsâ Mesîh, sadece bir Resuldür."

Bu istinaf cümlesi, kaçınılmaz bir hakikati tesbit ve İsâ ile anasının (aleyhisselâm) gerçek hallerini belirler. Bunun için, önce, İsâ ile annnesini (aleyhisselâm) en mükemmel insanlar zümresine dahil eden kemal sıfatlarından en şereflisine; sonra da, kendileri ile bütün beşer hatta hayvan fertleri arasında müşterek bir başka vasfa işaret edilir.

Amaç, Hıristiyanlari, İsâ ile annesi hakkında uydurdukları şeylerden tedricî olarak aşağı indirmek ve onları tevbe istiğfara irşad etmekdir.

Yani İsa'nın (aleyhisselâm) en yüksek sıfatı risalede sınırlıdır; onu asla geçecek değildir.

B- "Ondan önce de Resuller gelip geçmiştir."

Bu cümle, İsa'nın (aleyhisselâm) bir Resul olup tanrılığa münaft sıfatını bildirir. Çünkü İsâ dan önce de bir takım Resullerin gelip geçmesi, onun da gelip geçici olduğunu gösterir. Bu da onun tanrılığının imkânsız olduğunu ortaya koyar.

İsâ (aleyhisselâm), kendisinden öncekiler gibi bir Resul olup nasıl Allahü teâlâ, onlardan her bazı mucizeler vermişse ona da bazı mucizeler tahsis etmiştir.

Nitekim,

1- Eğer onun eliyle ölülere hayat vermişse, Mûsa'nın (aleyhisselâm) eliyle de asaya hayat vermiş ve onu yerde hızla sürünen bir yılan yapmıştır. Bu İsa'nın' mucizesinden de garibtir.

2- Ve eğer İsâ babasız olarak yaratılmışsa, Âdem (aleyhisselâm) de, babasız ve anasız yaratılmıştır. Bu ise, ondan daha gariptir.

İşte bütün bu mucizeler Cenab-ı Allah'tandır; Mûsâ ve İsâ ise, O'nun garip işlerinin mazharlarıdır.

C- "Ve onun annesi dosdoğru (sıddıika) bir kadındır."

İsa'nın (aleyhisselâm) annesi de da doğruluktan ayrılmayan ve bu vasfı ziyadesiyle taşıyan diğer kadınlar gibidir. Bu itibarla İsâ ile annesinin (aleyhisselâm) mertebeleri de, iki beşerîn meretebesinden başka bir şey eleğidir. Bunlardan biri Peygamber (Peygamberimiz), diğeri de Sahabî'(Ebubekir el-Sıddîk)dir.

O halde siz, onların her ikisini; diğer Peygamberlerin ve hav as sı nin (has arkadaşlarının) vasıflandırılmadığı bir vasıfla vasıflandırma hakkını nereden buluyorsunuz?

Ç- "Her ikisi de yemek yerlerdi."

Bu istinaf cümlesi de, yukarıda işaret edilen bir gerçeği açıklar. Bu da İsâ ile annesinin (aleyhisselâm), insanların ve hayvanların her ferdinin ihtiyaç duydukları gıdaya muhtaç olduklarıdır.

D- "(Resûlüm) bak, nasıl âyetleri açıklıyoruz. Sonra bak nasıl haktan sap tadıyorlar."

Bu kelâm, hiçbir şaibe kalmayacak şekilde hakikat dile getirilmesine rağmen yine de şuurlanmayıp İsâ ile annesinin tanrı oldukları iddiasını sürdürenlerin hallerinin ne kadar yanlış olduğunu vurgular.

Yani ey Resûlüm! Bak nasıl İsâ ile annesi (aleyhisselâm) hakkında onların uydurdukları şeylerin bâtıl olduğunu gösteren açık deliller ortaya koyuyoruz ! Bunları neredeyse sağır dağlar bile duyacak.. Sonra bak, onlar, bu deliller üzerinde düşündükleri halde nasıl saptırılıyorlar!

"Unzur / bak" emrinin tekrarı, ziyadesiyle taaccüp ettirmek içindir.

"Sümme / sonra" kelimesinin tekrarı, iki acayib şey arasındaki farklılığı göstermek içindir. Yani,

1- Bizim delilleri açıklamamız, tahkik ve izah mükemmeliyetinin zirvesidir.

2- Fakat iş böyleyken hiçbir haklı gerekçe olmadan onların gerçekten yüz çevirmeleri de son derece acayibdır.

76

"(Resûlüm) de ki:

"- Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar ne bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Allah, hakkıyla işiten (e's - Semî'), hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "(Resûlüm) de ki (kul):

"- Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar ne bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyosunuz."

Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e onları ilzam ve iskât etmesi emrediliyor.

Bir zarar ve fayda vermeye mâlik olamayandan maksat, İsâ (aleyhisselâm) dır. İsa'yı (aleyhisselâm) ifade için akıllı canlılar için kullanılan "men" harfi değil de, eşya için kullanılan "mâ" harfinin tercih edilmesi onun tanrılık vasfından tamamen uzak oluğunu daha baştan tesbit etmek içindir. Bu harfin kullanilmasiyle, İsa'nın (aleyhisselâm), hiçbir şeye muktedir olmayan eşya sınıfına dahil olduğu beyan edilmiş oluyor.

İsâ Allahü teâlâ'nın bahşettiği kudretle bir zarar ve fayda vermeye muktedir ise de, kendi zatından hiçbir şeye muktedir değildir. Ve İsâ (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'nın bela ve musibetlerle verdiği zararı ve sağlıkla verdiği faydayı da asla veremez.

Zarar, faydadan önce zikredilmiştir, çünkü zarardan sakınmak, fayda aramaktan daha önemlidir.3 Bir de, tesir derecelerinin asgarisi, şerrin def'idir. Hayrın celbi ise, ondan sonra gelir.

B- "Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir."

Bu cümle,

yukarıda zikredilen redd ve kınama için tekid ilzam ve iskât için açıklama mahiyetindedir.

Yani siz, Allahü teâlâ'ya, size zarar ve fayda vermeye muktedir olmayan bir varlığı mı ortak koşuyosunuz?

Oysa bütün mesmûatı (isitilenleri), malûmatı ve ezcümle sizin bâtıl sözlerinizi, yanlış inançlarınızı ve kötü amellerinizi ihata etmek;

sizin dünyevî ve uhrevî zararlarınızın ve faydalarınızın da dahil olduğu her şeye yegâne üstün kudretle muktedir olmak Allahü teâlâ'ya mahsustur.

77

" (Resûlüm) de ki:

"- Ey Ehl-i Kitab! Dininizde haksız yere gulüv yapmayın (aşırı gitmeyin). Daha önce sapmış, bir çoklarını da saptırmış ve doğru yoldan uzaklaşmış bir topluluğun nevasına (arzu ve isteklerine) da uymayın."

A- "(Resûlüm) de kı:

"- Ey Ehl-i Kitab ! Dininizde haksız yere gulüv yapmayın."

Bundan önce Kitab Ehli Yahudilerin ve Hıristiyanların meslekleri (inançları) ibtal edilmişti. Şimdi burada hitap, iltifat yoluyle (doğrudan doğruya) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lisaniyle bu iki fırkaya tevcih edilmektedir.

Bundan maksad, onları bâtıl inançlardan kurtarmak ve sağ duyu sahibi herkesin gittiği dosdoğru bir yola irşad etmektir.

Burada haddi tecavüz etmeme nehyi,

- Hıristiyanları İsa'yı (aleyhisselâm) Peygamberlikten kendi uydurdukları ilâh mertebesine yükseltmekten;

- Yahudileri de, İsa'yı (aleyhisselâm) Peygamberlik mertebesinden, yine kendi uydurdukları o pek çirkin mertebeye indirmekten men emek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu nehiy de, Nisa (4) süresindeki gibi yalnız Hıristiyanlara mahsustur.

Hıristiyanların, Ehl-i Kitab unvanı ile zikredilmesi, İncil'in de onları haddi tecavüzden nehyettiğini hatırlatmak içindir.

"Ğayra'l-hakkıi / haksız yere" demek,

hak olmayan, bâtıl olan bir aşırılığa gitmeyin,

yahut hakkı tecavüz etmeyin,

yahut bâtıl olan dininizde aşırı gitmeyin,

yahut aşırı gitmeyin, ancak hakka bağlı kalın ; demektir.

B- "Daha önce sapmış, bir çoklarını da saptırmış ve doğru yoldan uzaklaşmış bir topluluğun hevasına (arzu ve isteklerine) da uymayın."

Bu topluluk,

2-Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmeden önce,

Yahudilerle Hıristiyanların,

yahut yalnız Hıristiyanların,

kendi şeriatlarında dalâlete düşmüş ve kendileri gibi birçoklarını da dalalete düşürmüş,

3-Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildikten, hakkın ve İslâmın dosdoğru yolu gösterildikten sonra,

onu kıskanarak kendisini yalanlamak ve ona zulmetmek suretiyle yolun doğrusundan uzaklaşmış bulunan selefleri ve öncüleridir.

Diğer bir görüşe göre onların,

birinci dalâletleri, aklın icabından ;

ikinci dalâletleri, şeriatın getirdiklerinden sapmalarına işarettir.

78

"Isrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvûd ve Meryem oğlu İsa'nın lisanı ile lâ'netlenmişlerdir. Bu, onların isyanlarından ve haddi aşmalarındandı."

A- "Isrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvûd ve Meryem oğlu İsa'nın lisanı ile lâ'netlenmişlerdir."

Allahü teâlâ, Isrâiloğullarından kâfir olanları Zebur'da ve İncil'de Dâvûd ve İsa'nın (aleyhisselâm) diliyle lanetlemiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Eyle halkı, cumartesi günü azgınlık ettikleri zaman, Dâvûd (aleyhisselâm) onlara bedduada bulunarak:

"- Allah'ım! Onlara lanet eyle ve onları ibret, yap!" dedi.

Allahü teâlâ da, onları meshederek maymun suretine soktu (112-114. âyetlerinde zikredilecek).

"Mâide (sofra) indiğini gören ve ondan yiyenler de, küfre gidince, İsâ (aleyhisselâm) şöyle bedduada bulundu:

"- Allah'ım! Bu sofradan yedikten sonra küfre gidenleri, âlemde hiçbir kimseye vermediğin azabı ver ve cumartesi ashabına lanet ettiğin gibi onlara da lanet eyle!"

Bu bedduaya uğrayanlar, domuz suretine dönüştüler. Bunların sayısı beş bin civarında idi. İçlerinde kadın ve çocuk yoktu.

B- "Bu, onların isyanlarından ve haddi aşmalarındandı."

Bu istinaf cümlesi, kelamdan çıkan bir suale cevap mahiyetindedır. Sanki,

"- Bu lanetlenme hangi sebepten olmuş?"

diye sorulmuş ve bu sorunun cevabı olarak:

"- Bu korkunç ve şeni lanetlenme, onların sürekti isyanları ve aşırı gitmeleri sebebiyle olmuştur" cevabı verilmiştir.

79

"Onlar işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçilmezlerdi.

Andolsun ki yapmaya devam ettikleri şeyler ne kötüydü!"

A- "Onlar işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmezlerdi."

Bu istinaf cümlesi de, onların kötülüklerinin sürekli olduğunu belirtir.

1-Tenâhi (birbirlerini vazgeçirmelerin)den maksad, her birinin diğerini, yaptığı kötülükten nehyetmesi değil fakat nehyin bir çok kimseden sadır olmasıdır.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, burada tenâhi, son vermek anlamındadır. Buna göre bu cümle, mâkablindeki isyan ve aşırı gitmeyi tefsir eder ve onların sürekti olduğunu gösterir.

Birinci mânâya göre, onların kötülükten nehyetmeyişlerinin devamlı olduğu ve aralarında bunu yapacak hiç kimsenin bulunmadığı anlaşılır.

B- "Andolsun kı yapmaya devam ettikleri şeyler ne kötüydü."

Bu kelâm, yemin tekidi ile, onların yaptıklarını kınar ve yadırgar. Onları, bu halleri lanete uğratmıştır. Onların hem bu halleri hem de küfürleri lanet sebebi olmuştur. Nitekim bundan önceki,

" İsrâıloğullarından kâfir olanlar lânetlenmişlerdir." (Mâide 5/78) âyeti küfürlerinin de lanet sebebi olduğunu gösterir.

80

"(Resûlüm) onlardan çoğunu kâfirlerle dostluk eder görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladıkları ne kötüdür! Allah, onlara gazab etmiştir. Ve onlar sürekli olarak (muhalleden) azab içinde kalacaklardır."

A- "(Resûlüm), onların çoğunu kâfirlerle dostluk eder görürsün."

"- Ey Resûlüm ! Kitab Ehlinden, Kâ'b b. Eşref ve benzerleri gibi pek çoğunu Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlere olan öfkeleri yüzünden müşriklerle dostluk eder görürsün."

İbn Abbâs (radıyallahü anh), Mücahıd ve Has en'e göre ise, bunun anlamı:

"Kitab Ehli münafıklardan çoğunun Yahudilerle, dostluk kurduklarını görürsün" demektir.

Diğer bir kavle göre onlar müşriklerle dostluk kurup onların safında yer alıyorlardı.

B- "Nefislerinin onlar için önceden hazırladıkları ne kötüdür ! Allah onlara gazab etmiştir. Ve onlar sürekli olarak (muhaileden) azab içinde kalacaklardır."

Onların, kıyamet gününde ona ulaşmak üzere önceden hazırlayıp gönderdikleri şey, muhakkak ne kötü bir şeydir! O kötü olan şey de, Allahü teâlâ'nın onlara gazap buyurması ve cehennem azabında ebedî olarak kalmalarıdır.

Yahut "En sahıita-llâhü a'leyhim / Allah onlara gazap etmiştir" cümlesi, mukadder bir sualin cevabı mahiyetindedir. Sanki,

"- O kötü olan nedir ve nasıl bir şeydir?" diye sorulmuş da, cevabı öyle verilmiştir.

81

"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fâsık (yoldan çıkmış) kırdır."

A- "Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi."

Eğer o müşrikleri dost edinen Kitab Ehli münafıklar, sahih bir iman ile Allahü teâlâ'ya, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e ve ona indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerııu'e iman etmiş olsalardı, o müşrikleri ve Yahudileri dost edinmezlerdi. Çünkü zikredilenlere gerçek mânâda iman etmek, müşrikleri ve Yahudileri dost edinmeye kesinlikle mânidir.

B- "Fakat onların çoğu fâsık."

Onların çoğu, dinden; Allah'a, Peygamberlerine ve Kitablarına imandan çıkmışlardn yahut onlar nifakta temerrüt ve tefrit halinde bulunuyorlar.

82

"(Resûlüm), imarı edenlere karşı düşmanlık (adavet)ta insanların en şiddetlisi olarak Yahudilerle müşrikleri bulursun.

İman edenlere karsı sevgi (meveddet) de en yakın (akrab) olarak da "-Biz Hıristiyanlarız (nasarayız), diyenler"i bulursun. Bu, hiç şüphesiz onlar içinde keşişler (kıssîsîn), rahibler (ruhban) bulunmasından ve bunların gerçekten büyüklük taslamaz olmalarındandır."

A- "(Resûlüm), iman edenlere karşı düşmanlık (adavet)ta insanların en şiddetlisi olarak Yahudilerle müşrikleri bulursun."

Bu istinaf cümlesi, daha öncekiler gibi Yahudilerin çırkinliklerini, küfürdeki derinliklerini ve müşriklerle aralarındaki yakınlığı açıklar. Cümlenin "Lâm-ı kasem" le başlaması veya yeminle tekid edilmesi, içeriğinin beyanına itina gösterildiği içindir.

Hitab, Ya Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir, ya da buna muhatab olabilen herkes içindir.

İkinci görüşe göre, hitabın umumi olması, onların hallerinin hiçbir insan için gizli olmadığını bildirmeyi hedefler.

Allahü teâlâ'nın, o Yahudileri ve müşrikleri bu şekilde vasıflandırması, serkeşlikleri, küfürdeki katılıkları, nefsanî arzulara dalmaktaki hırsları, taklide yakın ve tahkikten uzak olmaları, Peygamberlere karşı isyan ve temerrütteki maharetleri,

- Peygamberlere karşı tekzib ve mukavemete cür'et göstermeleri sebebiyledir.

Yahudilerin, en önce zikredilmesi düşmanlıkta onların müşriklerden de önde olduklarını bildirmeyi amaçlar. Nitekim,

"(Resûlüm) sen onları hayata karşı insanların en hırslısı (ahras / en haris) bulacaksın. Müşriklerden de fazla... Onlardan her biri bin sene yaşamak ister" (Bakara 2/96) mealindeki âyette de onların önce zikredilmesi, yaşama ihtirasında müşriklerden de önde olduklarını gösterir.

B- "İman edenlere karşı sevgi (meveddet)de en yakın (akrab) olarak da:

"- Biz Hıristiyanlarız (nasarayız); diyenleri bulursun."

Hıristiyanların bu şekilde tavsifi, İslâm'ın hak din olduğu inancını izhar etmemekle beraber onların,

"- Biz Allah'ın yardımcılarıyız ve hak ehlinin dostlarıyız."

demeleri sebebiyle sevgi bakımından Müslümanlara en yakın olduklarını bildirmek içindir.

"Eşedd'in karşıtı olarak "edz'a'f en zayıf " veya "akrab'in karşıtı olarak "eb'a'd — en uzak" denmemesi, iki fırka arasında son derece farklılık bulunduğunu zımnen bildirmek içindir. Çünkü böylelikle bu iki fırkadan,

- birinin iki ziddin en son; diğerinin de, diğer ziddin en yakın mertebesinde bulunduğu beyan edilmiş olur.

C- "Bu, hiç şüphesiz onlar içinde keşişler (kıssîsîn), rahıbler (ruhban) bulunmasından ve onların gerçekten büyüklük taslamaz olmalarındandır."

Kıssîsler, Hıristiyanların âlimleri, âbidleri ve reisleridir. "Kıssîs", kelimesinin türetildıği "tekassüs", gece vakitlerinde yoklamak ve araştırmak anlamındadır. Onlara bu ismin verilmesi, Rağıb el- İsfahanı’ye göre, ilim alanında ziyadesiyle araştırmacı oldukları içindir.

Diğer bir görüşe göre, "kass", kelimesi, bir şeyi yoklayıp araştırmaktır. Hıristiyanların âlimlerine kıssîs denmesi, ilmî araştırma yaptıkları içindir.

Bir diğer görüşe göre ise, kıssîs kelimesi Arapça olmayıp yabancıdır.

Ebû Ali Muhammed el- Kurtûbî diyor ki:

"Kıss ve Kıssîs, Rumca âtim demektir."

Başka bir görüşe göre ise, Hıristiyanlar, İncil'i tamamen kaybettiler. Bunların içinden yalnız Kıssîs adında biri kaldı; o dinini hiç değiştirmedi. İşte bundan sonra onun hidÂyetine ve din anlayışına uyanlara kıssîs adı verildi.

"Raltib" kelimesinin türetildiği "terehhüb" de, manastırda ibâdet etmek demektir.

Yine Rağıb el- İsfahânî'ye göre "Ruhbaniyet, fazla korkudan aşırı derecede ibâdet etmektir."

Ruhban kelimesinin tenvın ile vârid olması çokluk ifade etmek içindir. Kıssîs kelimesi için de çokluk anlamı vardır. Çünkü Hıristiyanların, mü'minleri sevdiklerine delâlet eden bu mânâdır. Çünkü birçok fertlerin bir hasletle vasıflandırılması, o emsin bütün fertlerinin o vasfı taşıdıklarını zannına yol açmış olur. Yoksa, Yahudilerden de hidayete erişen insanlar vardır ve Abdullah b. Selâm ve benzerleri bunlardandır. Nitekim,

"Hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab'tan öyle dürüst bir ümmet (topluluk) vardır ki gece saatlerinde secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar." (Al-i İmrân 3/113) mealindeki âyet de bu hakikati ifade eder.

Ancak bu Yahudiler, Hıristiyanlar kadar çok olmadığı için onların hükmü, bütün Yahudiler için geçerli değildir.

Yine o Elıristiyanlar, hakkı anladıkları zaman, Yahudiler gibi tekebbür etmeyip tevazu gösteriyorlardı ve hakkı kabul etmemek için büyüklük taslamıyorlardı. Bu haslet, o Hıristiyanların bütün fertlerine şamildir, işte bu tevazu hasletinin, Hıristiyanların sevgi bakımından mü'minlere daha yakın olmalarına sebep olduğu gayet açıktır.

Bu ilâhî kelâm şuna delâlet eder:

Kâfirlerde bile olsa, tevazu, ilim ile amele yönelme ve nefsanî arzulardan yüz çevirme övgüye şayandır.

83

"Onların, Resule indirilmiş olan (Kur’ân)ı işittikleri zaman da hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup tasdığını (feyezan ettiğini) görürsün. Derler ki:

"- Rabbimiz, iman ettik; artık bizi sahicilerle beraber yaz."

A- "Onların, Resule indirilmiş olan (Kur’ân)ı işittikleri zaman da hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup tasdığını (feyezan ettiğini) görürsün."

Bu cümle, "Ve ennehüm lâ yestekbirûn / ve onların gerçekten büyüklük taslamaz olmalarındandır" cümlesine atıftır.

O Hıristiyanların, Müslümanlara yakınlığınm sebebi, onların tevazuundan ve Kur’âni işittikleri zaman gözlerinden yaşlar boşanmasındandır.

Bu kelâm, o Hıristiyanların, kalblerinin rakıîk ve Allah korkusu ile dolu olduğunu, hakkı kabulden kaçınmadıklarını beyan eder.

B- "Derler kı:

"- Rabbimiz, iman ettik; artık bizi şahitlerle beraber yaz."

Bu istinaf cümlesi, Kur’âni işittikleri zaman içinde bulundukları halın hikâye edilmesinden doğan bir suale cevap mahiyetindedir. Sanki,

Onlar o durumda ne diyorlardı?" diye sorulmuş da, cevab olarak onların şöyle dedikleri ifade edilmiştir:

"Ey Rabbimız; biz, bu Kur’ân'a, yahut bu Kur’ân'ın indirildiği Peygamber'e, yahut her ikisine de iman ettik.

Artık bizi, Kur’ân'ın ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğinin hak olduğuna şahadet edenlerle beraber yaz; yahut kıyamet gününde diğer ümmetler hakkında şâhidlik edecek olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in ümmeti ile beraber yaz."

O Hıristiyanlar, Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmetinin vasıflarını İncil'de böyle okudukları için bu duayı yapmışlardı.

84

"Bize ne oluyor ki Rabb'ımızın bizi sâlih bir toplulukla cennete sokmasını ummakta iken Allah'a, hakk olarak bize gelene iman etmeyelim ?"

O Hıristiyanlar, bu istinafı kelâmı, inanmamalarının sebebini tamamen inkâr ve reddederek, imanlarını tesbit ve takrir için söylemişlerdir.

Yâ-Sîn (36) sûresinin,

"Bana ne oluyor ki beni yaradana ibâdet etmiyeyim? Hepiniz O'na döndürüleceksiniz" mealindeki 22. âyeti ile benzerlerinde olduğu gibi bu âyette de inkâr ve nefiy (olumsuzluk), sebep ve müsebbebin her ikisine birden tevcih edilmiştir.

"Böyle iken onlar acaba neden iman etmezler?" (İnşıkak 84/20)

âyetiyle benzerlerinde ise müsebbebin tahakkuku ile inkâr ve nefiy, yalnız sebebe tevcih edilir.

Çünkü istifham hemzesi ("e "olarak okunan istifham harfi),

bazen vaakıi inkâr için,

bazen de vukûu inkâr ve red için kullanıldığı gibi,

İstıflıâm "mâ"si da, bazen yalnız vaakıin sebebini inkâr ve redek için kullanılır. Nitekim,

" Böyle iken onlar acaba neden iman etmezler?" (inşıkak 84/20)

" Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştırmıyorsunuz?" (Nûh 71/13) âyetleri bu kabildendir.

İşte bu iki âyette hal cümlesinin ifade ettiği mânâ, gerçekleşmiştir. Zira îman etmemek ve Allahü teâlâ'ya büyüklük yakıştırmamak, tahakkuk etmiş şeyler olup soruyu tevcih edenler, onun sebebini inkâr ve reddetmektedirler.

Bazen de inkâr ve red, vukûun ve nefyin sebebine ilişkin olur ve bunlar müsebbebe de sirayet eder. Nitekim yukarda aslı ve meali münderic birinci âyet (Yâsîn 36/22) bu kabildendir.

Böylece hal cümlesinin mânâsı, kesinlikle farazî olur. Nitekim bu âyette (Yâsîn 36/22) ibâdetin yokluğu, kesinlikle farazidir.

85

"Böyle söylemelerinden dolayı Allah da onları altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükafatlandırmıştır. Orada sürekti olarak kalacaklardır. İyilik yapan (muhsin)lamı mükâfatı işte budur."

A- "Böyle söylemelerinden dolayı Allah da onları altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükafatlandırmıştır."

Bu inançlarından dolayı Allahü teâlâ da, onlara bu mükâfatı verdi. Nitekim "bu, filanın sözüdür" dendiği zaman, yani onun inancıdır, demek olur.

B- "İyilik yapanların mükâfatı işte budur."

Fikri ile ameli güzel olanların, yahut bütün işlerinde iyilik ve güzelliği itiyad edinenlerin mükâfatı işte budur.

Bu dört âyetin, Necaşî (zamanın Habeşistan hükümdarı) ve yakın adamları hakkında indiği rivâyet olunmuştur. Şöyle ki:

Resûlüllah ona bir mektup gönderir. Necaşî, mektubu okuduktan sonra Cafer b. Ebi Talib ve onunla beraber Habeşistan'a hicret edenleri çağırır. Keşişlerle rahibleri de huzuruna getirtir. Sonra Cafer'in kendilerine Kur’ân okumasını emreder. Cafer (radıyallahü anh) de, Meryem (19) sûresinden bir miktar okur. Onu dinleyen Hıristiyanların âlimleri ve reisleri ağlar ve Kur’ân'a inanırlar.27

27 Kureyş müşriklerinin vicdan ve ibadet hürriyeti tanımayan katı ve acımasız tutumları, uyguladıklan terör ve baskı politikası İslâm'ı benimsemiş olanları yeni bir sığınak aramaya itti. Osman b. Affan (radıyallahü anh) ve eşi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in kızı Rukıyye'nin (radıyallahü anha) dahil olduğu on beş kişilik ilk kafile Bi'setin 5. yılı Receb ayında gizlice Mekke'den çıkarak kıyıda kendilermi beklemekte olan bir gemiye bindiler ve Habeşistan'a gittiler. Bu ilk göçten yaklaşık bir yıl kadar sonra 82 erkek ve 21 kadından oluşan ikinci bir kafıle ayni yolu izledi. Bu ikinci kafileye Ca'fer b. Ebû Tâlib (radıyallahü anh) başkaıılık ediyordu.

Müslümanların göçünü durdurmak ve gidenleri de geri getirmek için tedbir düşünen müşrikler, Habeş İmparatoru (Necaşî) Eshame ile diplomatik münasebetler kurmaya giriştiler. Amr b. As ile Abdullah b. Ebî Rebîa'yı bir çok hediyelerle ve elçi sıfatıyla Necaşî'ye gönderdiler. Elçiler önce imparatorun üst düzey general ve danışmanlarını birer birer ziyaret ederek onlara pek değerli armağanlar sundular ve hükümdar katında kendilerıni desteklemeleri için bunlardan sözler aldılar.

Kabul sırasında, Kureyş elçileri hediyeleri arz ve takdım etdikten sonra imparatora:

"- Bizden bazı beyinsizler, dinimizden çıktılar; fakat sizin dininize de girmediler. Mahiyetini anlamadığımız yeni bir dine inandılar. Sonra da ülkenize sığındılar. Onları bize geri vermenizi istiyoruz!" dediler.

Sağduyulu ve düşünceli Necaşî Eshame bu teklife :

"- Hayır, onlarla konuşuncaya ve işin aslını öğreninceye kadar benim ülkeme sığınanları size teslim edemem. İddianız doğruysa onları veririm; değilse himayem altına alırım." dedi.

Huzura çağrılan Müslümanlar, hükümdardı saygı ile selâmlamakla beraber önünde eğilmediler. Necaşî tarafından yöneltilen soruları Müslümanları temsilen Ca'fer b. Ebû Tâlib (radıyallahü anh) şöyle cevaplandırdı:

- Biz ne Yahudî ne de Hıristiyanız. Kavmirnizin dininden de değiliz. Biz, bir tek Allah'a kulluk eder, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız; biz Müslümanız, Bu dinı bize aslını ve neslinı bildığimiz, kendisini yakından tanıdığımız, dığer Peygamberler gibi Allah tarafından gönderilen bir Peygamber getirdi. Biz evvelce putlara tapar ve her tüdü köfülüğü yapardık. Kuvvetli olanımız zayıfı ezerdi. O Peygamber bize bir tek Allah'a kulluk etmeyi, iyiliği, doğruluğu, vefayı, emaneti korumayı, akrabayı ziyareti, komşuya iyi davranmayı, kan dökmemeyi, helâl ve haramı, haramdan kaçmmayı öğretti. Putlara tapmaktan, yalan şâhidlik yapmaktan, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan, bütün kötülüklerden bizi men etti. Bız de onu tasdik ettik, ona inandık, onun getirdiğine uyduk. Allah'ın kelâmmı anlamaya çalıştık. Bu davramşımızla kavmimızin düşmanlığınl kazandık. Onlar Peygamberi yalanladilar, onu öldürmek ve bızi yeniden putataparlığa döndürmek istediler. Bize işkence ve zulüm yaptilar. Biz de kaçarak ülkenıze sığındık.

Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), bize cennet ehlinin selâmını öğretmişti. Sizi de bu suretle selâmladık.

Meryem oğlu İsa'ya gelince; Peygamberimizin bize öğrettiklerine göre: "O, Allah'ın kulu ve Resulüdür. O'nun ruhudur. Afif ve temiz bakire Meryem'e ilka ettiği kelimesidir."

Ca'fer b. Ebû Tâlib (radıyallahü anh), bu konuşmadan sonra, Necaşî'nin isteği üzerine Meryem (19) sûresinin baş tarafından birkaç sahife okudu. Allah'ın yüce kelâmı, iyi düşünen, iyi muhakeme eden bu dürüst ve âdil hükümdarı o derece etkiledi ki sakalından süzülen gözyaşları onun kalbinde saklı gerçek inancın en beliğ şâhidleriydi. Müslümanlara sığınma hakkı tanıyan ve onları himayesi altına alan Necaşî Eshame, Kureyş elçilerine istedikleri mültecileri değil kendisine sundukları hediyeleri iade etti. Kureyş elçileri elleri boş Mekke'ye dönerken Müslümanlar güvenikr bir hükümdarın yönetiminde inançlarının gereğini serbestçe yapabilecekleri yeni bir ülke bulmanın sevincini yaşıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, bu dört âyet, Necaşî kavminden Resûlüllahı ziyaret eden otuz veya yetmiş kişilik bir heyet hakkında inmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu heyete Meryem (19) sûresini okuyunca onlar ağladılar ve iman ettiler.

86

"Âyetlerimizi inkâr ve tekzib edenlere gelince; işte onlar cehennem ashabıdır."

Allahü teâlâ'nın âyetlerini tekzib etmek, küfürden başka bir şey değildir. Burada Allah'ın âyetlerini tekzibin, küfürden sonra zikredilmesi,

- tekzibçilerin halini beyan etmek,

- terğib (teşvik) ve terhib (korkutma) de tasdikçilerin karşısında tekzibçileri de zikretmek içindir.

87

"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram, etmeyin ve aşırı gitmeyin. Allah, aşırı gidenleri sevmez."

A- "Ey iman edenler! Allah in size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin."

Bundan önce Hıristiyanların ruhbaniyeti, mü'minleri nefsanî şehvetlerini kırmaya teşvik mânâları içerdiği için, onun hemen arkasından ifratın yasak olduğu belirtiliyor. Şöyle ki:

- Güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılarcasına nefsinizi onlardan mahrum etmeyin.

- Yahut zâhidce bir hayat yaşamak amacı ile, güzel ve temiz dünya nimetlerinin terkine ilişkin kuvvetli azminizi belirtmek için;

Biz onları nefsimize haram kıldık!" demeyin.

Rivâyete göre bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyameti anlatırken azab ile korkutma (inzar) konusunda bir çok şey söyledi. Onu dinleyen Ashab-ı kiram, bundan çok etkilendiler ve sonra Osman b. Maz'ûn'un öl.626) evinde toplanarak:

devamlı oruç tutmaya,

geceleri, ibâdetle ihyaya,

yumuşak yataklarda yatmamaya,

et ve yağlı yemek yememeye,

kadınlara yaklaşmamaya,

güzel kokular sürünmemeye,

dünyayı terk etmeye,

kıldan mamul aba giymeye,

yeryüzünde sürekli dolaşmaya,

ve nihayet tenasül uzuvlarını kesmeye ittifakla karar verdiler. Bilgi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a ulaştığında o, şöyle buyurdu:

"- Ben bununla emrolunmadım (İnnî lem üıniru bizâkke). Şüphesiz; sizin üzerinizde nefsinizin de hakkı vardır (İnne kenfüsiküm a'ieyküm hakka). Onun için oruç tutun ama iftar da edin (Fesûmû ve efterû); geceleri ibâdet edin ama ayni zamanda uyuyun (ve kuumû ve nâmû). Çünkü ben, geceleri ibâdet ederim, ama ayni zamanda uyurum (Feinnî ekuumü ve enamü); nafile oruç tutarım ama iftar da ederim (ve esûmu ve eftıru); et de yerim yağk da (ve ekelü'l-lahmü ve'd-desemü) ve kadınlarla evlenirim (ve etezevvecü'n-nisâe). Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir (Femen rağıibe a'n sünneti feleyse minnî)."

İşte o zaman bu âyet-ı kerime nazil oldu.

B- "..Ve aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez."

Bundan şu anlamlar çıkarılabilir:

1-Size helâl kılınanların sınırını aşıp haram kılınanlara geçmeyin.

2-Güzel ve temiz şeylerden faydalanırken israf etmeyin.

3-Allahü teâlâ, güzel ve temiz şeyleri haram kılmayı, aşırı gidiş ve zulüm saymış ve mutlak olarak yasaklamıştır. O halde güzel ve temiz şeyleri kendinize haram kılarak aşırı gitmeyin.

88

"Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve iman ettiğiniz Allah'tan sakının."

A- "Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin."

Bu âyet-i kerime, haramın da rızık olduğuna delildir; çünkü harama da rızık denmemiş olsa, burada helâl kelimesinin zikredilmesinde ilâve bir fayda olmazdı.

B- "..Ve iman ettiğiniz Allah'tan sakının."

"Entüm bihi mü'minûn / kendisine iman ettiğiniz" ifadesi, Allahü teâlâ'nın emrini tekıddir. Çünkü Allahü teâlâ'ya iman, takvada ve yasaklara son vermede ziyadeyi gerektirir.

89

"Allah, kasıdsız olarak ettiğiniz yemin (lağıv)lerden sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti ailenize yedirdiğinizin orta derecesi (evsat)tiden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. Şükredesinız diye Allah, âyetlerini size işte böyle açıklıyor."

A- "Allah, kasıdsız olarak ettiğiniz yemin (lağıv)lerden sizi sorumlu tutmaz."

"Lağv ", hiçbir hükmün taalluk etmediği geçersiz yemindir.

Biz Hanefîlere göre lağv, bir kimsenin, bir şeye dair, aslında yanlış olan zannına göre yemin etmesidir. Bu, Tabiînden Mücâhid'in görüşüdür.

Rivâyete göre bazı Sahabîler, ibâdet olur kanaatiyle, helâl bazı şeyleri kendilerine haram kılmış ve yemin etmişlerdi. Sonra bu âyet-i kerime nâzıl olunca:

"- Şimdi yeminlerimiz ne olacak?" dediler. İşte bunun üzerine kefaretle ilgili âyet indi.

İmam Şafiî'ye (radıyallahü anh) göre ise, lağv, kastı olmaksızın (bilâ kasd velâ fikr) kişinin ağzından çıkıveren yeminlerdir. İnsanların:

"- Vallahi öyle!",

"- Vallahi öyle değil!" demeleri gibi. Bu da, Âişe'nin (radıyallahü anha) görüşüdür.

B- "Fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden sizi sorumlu tutar."

Allah, tevsik (belgeleme) kastı ve niyetiyle ettiğiniz yeminleri bozmanızdan dolayı sizi sorumlu tutar.

C- "Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta derecesi (evsat) nden on yoksulu doyurmak."

Geçerli olan yemini bozmanın keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin çeşit ve mikdar olarak ortalamasından on yoksulu doyurmaktır.

Bu keffaret, on yoksulun her birine yarım sa' buğday vermektir.

{Sa', şer'î dirheme göre 2.917 kg. örfî dirheme göre ise, 3.333 kg.)

Yemini bozmadan önce keffaretini verip de sonra yemini bozmanın caiz olduğunu savunanlar, bu âyetin zahirini delil gösterirler.

Biz Hanefîlere göre ise caiz değildir. Çünkü Peygamber şöyle buyurur:

"Bir kimse, bir şeye yemin ettikten sonra onun gayrının hayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı yapsın, sonra da yemininin keffaretini versin (Men halefe a'lâ yeminin ve fereâ ğayraha hayran minha felye'tı-llczî hüve hayrun sümme fel-yükeffer a'n yemînihi)."6

Ç - "..Yahut onları giydirmek."

Bunun mikdarı, örtülmesi gerekli yerleri örtmeye yetecek kadardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu elbise, bütün bedeni kaplayan bir uzun gömlek veya rida (baştan bele kadar örten bir bez veya kumaş) ile izar dır (belden ayağa kadar örten bez veya kumaş).

D- ".. Yahut da bir köle azad etmektir."

Köle bir insanı azad etmektir; mü'min olsun vaya olmasın.

İmam Şafiî'ye göre, kati keffaretinc kıyasla azad edilecek kölenin mü'min okması şarttır.

"Ev /: yahut" kelimesi, yeminden dolayı vacib olanın veya bu seçeneklerden birinin tayin hakkının mükellefe âit olduğunu açıklar.

E- "Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır."

Yukarıda zikredilen üç kefaret şeklinden birini gerçekleştirecek malî imkânı bulamayan kimsenin kefareti ise, üç gün oruç tutmaktır.

Bu üç gün orucun aralıksız olması, biz Hanefîlere göre şarttır. Çünkü bir kırâete göre âyette "mütetâbiat — mütevâli / aralıksız, peşpeşe" ilâvesi vardır.

İmam Şafiî (radıyallahü anh) ise, şâz (ayrı, kural dışı, genel kabul görmeyen, alışılmışın dışında, istisnaî, tuhaf, garib) kıraetleri delil (hüccet) olarak kabul etmez.

F- "Yemin ettiğinizde yeminlerinizin keffâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun."

Yemin edip de yeminlerinizi bozduğunuz takdirde bozulan yeminin kefareti bu seçeneklerden biridir. Ve yemin etmekte cimrilik edin; çokça yemin etmeyin. "Yemin ettiğiniz zaman" ifadesi de, bunu hissettirir.

Diğer bir görüşe göre, bu kelâm,

elinizden geldiğince ve bir hayrı kaçırmayacak şekilde yemininize sâdık (bağlı) kalın;

yahut yemininizi bozduğunuz takdirde keffaretini verin demektir.

Son bir kavle göre, yemini muhafaza edin; ciddiye almayarak unutmayın; demektir.

G- "Şükredesiniz diye Allah, âyetlerini size işte böyle açiklıyor."

Allahü teâlâ, size öğretme ve çıkış yolunu kolaylaştırma nimetine şükredesiniz diye şeriatinin hükümlerini size böyle açiklıyor.

"Kezâkke "kelimesiyle ilgili izahat, Bakara (2) sûresinin 143. âyetinin tefsirinde geçti. Oraya bakıla.

90

"Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir. Artık onlardan kaçının ki kurtuluş (felâh)a eresiniz."

A- "Ey iman edenler! İçki (el-hamru), kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan ışı birer pısliktir."

Dikili taşlar, tapılmak üzere dikilen putlardır. Fal okları ile ilgili izahat da, bu sûrenin (Mâide 5/3) başında geçti.

Bunların şeytan işi olması, şeytanın bu işleri insanları aldatıp güzel gösterdiği içindir.

B- "Artık onlardan kaçının ki kurtuluş (felâh) a eresiniz."

Kurtuluşu umarak onlardan kaçının. Bu cümleyle ilgili izahat, Bakara 2/21. âyetin tefsirinde geçti.

İçkinin ve kumarın haranı kılmışı bu âyette birkaç yönden tekid edilmiştir. Şöyle ki:

1-Âyetin başında hasr ifade eden "innemâ / hemen ancak" kelimesi kullanılmış ür

2-İçişti ve kumar; putlar ve fal oldan ile beraber zikredilmiştir.

3-Bütün bunlar şeytan işi pislik olarak isimlendirilmistir.

Bu da, bunların sadece şer olduğunu göstermek için yeterlidir.

4-Allahü teâlâ, içki ile kumardan sakınmayı emir buyurmuş ve bunu da kurtuluş umudu kılmıştır.

Bu itibarla içki içmek ve kumar oynamak, ancak bereketsizlik ve hüsran getirir.

91

"Şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mı ?"

A- "Şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sızı Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister."

Allahü teâlâ, içki ve kumar yasağını, yukarıda izah edilen vecihlerle tekid ettikten sonra burada da, onların haranı kılınmasını gerektiren dinî ve dünyevî mefsedetleri açıklıyor.

1-Dünyevî mefsedet, onlar vasıtası ile insanlar arasına düşmanlık ve kin sokulmasıdır.

2-Dinî mefsedet de onların Allahü teâlâ'yı anmaktan ve namazdan alıkoyma sebebi olmalarıdır.

Bu âyette, özellikle içki ile kumarın birlikte zikri, onların içerdiği kötülüklere dikkat çekmek içindir.

Dikili taşların ve fal oklarının onlarla beraber zikredilmesi ise, bunların da, haram ve şer olmak bakımından birincilerden farklı olmadığım bildirmek içindir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

"Şâribü'l-hamru ke- â'bidü'l-vesen / İçki içen, puta tapan gibidir."

Namazın, Allahü teâlâ'yı zikre dahil olduğu halda ayrıca belirtilmesi,

namazı ta'zim,

ve namazdan alıkoymanin, imandan alıkoymak gibi olduğunu bildirmek içindir. Çünü namaz, imanın (dinin) direğidir (e's-salâtü ıı'madü'd-dîn).

B- "Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?"

Bundan önceki çeşitli caydırıcı beyanların bu soru cümlesiyle sonuca vardırılması,

kötülükleri men etmek,

onlardan sakındırmak,

onların özündeki mefsedet ve serleri açıklamak,

ve artık bütün özürlerin ortadan kalktığını bildirmek içindir.

92

"Allah'a da, Resule de itaat edin. Kaçının (hazer edin). Eğer yüzçevirirseniz bilin ki. Resulümüze düşen açık bir tebliğdir."

A- "Allah'a da. Resule de itaat edin. (Allah'a ve Resulüne muhalefetten, kötülüklerden) kaçının."

Bu cümle yukarıda geçen.

" Artık onlardan kaçının kı, kurtuluşa eresiniz" (Mâide 5/90)

cümlesine atıftır. Yani Allah (celle celâlühü) ve Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün emir ve yasaklarında onlara itaat edin ve onlara muhalefetten sakının. Şu halde Allah ile Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) içki ve kumardaki emir ve yasakları da, öncelikle buna dahildir.

B- "Eğer yüzçevirirseniz bilin ki Resulümüze düşen açık bir tebliğdir."

Eğer siz:

içki ve kumardan sakınmaktan,

Allah ile Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) itaatten, döner ve yüz çevirirseniz şunu iyi bilin kı Resulümüz (sallallahü aleyhi ve sellem) e düşen, sadece açık bir tebliğdir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

tebliği ziyadesiyle yerine getirmiş,

risalet görevini mükemmelen yapmış,

hüccet sizin aleyhinize sabit olmuş,

özürler tükenmiş,

mazeret gerekçeleri ortadan kalkmış ve sizin için bundan sonra azaba uğramaktan başka bir seçenek kalmamıştır.

Bu ilâhî kelâmda apaçık bir tehdit; ve ağır bir azab va'di vardır.

Bazıları,

"- bunun mânâsı, şunu bilin ki siz, Resûlüllah'tan yüz çevirmekle ona bir zarar veremezsiniz. Çünkü o, ancak âyetleri apaçık tebliğ ile mükellef kılınmış ve bunu da yapmistır. Siz mükellef kılındığınız şeylerden yüz çevirmekle, ancak kendi nefsinize zarar veriyorsunuz; demektir"

demışlerse de bu makam bu türlü bir yoruma müsait değildir. Çünkü onların, yüzçevirmekle Peygamberimize zarar verdikleri iddiası dile getirilmiyor ki, onların bu iddiasına reci olarak ancak kendi kendilerine zarar verdikleri söylensin.

93

"İman edip sâlih amel işleyenlere; sakındıkları (takva veya sorumluluk sahibi oldukları, ittika ettikleri) imanlarında sebat ve sâlih amel işlemeye devam ettikleri, sonra yine sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine sakındıkları ve ihsanda bulundukları takdirde daha önce yedikleri şeylerden dolayı bir günah yoktur. Allah, iyilik eden (muhsin)leri sever."

A- "İman edip sâlih amel işleyenlere; sakındıkları (takva veya sorumluluk sahibi oldukları, ittika ettikleri) imanlarında sebat ve sâlih amel işlemeye devam ettikleri, sonra yine sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine sakındıkları ve ihsanda bulundukları takdirde daha önce yedikleri şeylerden dolayı bir günah yoktur."

"Ta'm", yemek, tadına bakmak, hoşlanmak anlamlarına gelmekle beraber içmeyi de kapsar. Bu kelimenin içmek anlamında kullanımı da yaygındır. Nitekim,

"Vaktâ ki Tâlût askerleriyle ayrıldı (Felemma fesale Tâlûtü bi'l-cünûdi). Onlara dedi ki (Kale):

"- Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla sınıyor. Artık kim ondan içerse benden değildir. Ama onu tatmayan bendendir. Eliyle bir avuç içen müstesna. " (Bakara 2/249) âyet-i kerimesinde de "ta'm" kelimesi içmek anlamında kullandmıstır.

Rivâyete göre (H.5. yılda vuku bulan) Ahzâb (Hendek) savaşından sonra içkiyi yasaklayan âyet inince, Ashabdan bazıları dediler ki:

"Filan, Bedir savaşında; filan da Uhud savaşında şehid oldu; o zamanlar onlar içki içiyorlardı. Yine de biz, onların cennettik olduklarına şahadet ederiz."

Diğer bir rivâyete göre, içki ile kumarı haram kılan âyet nazil olunca, Sahabelerden kimileri dediler ki:

"-Ya Resûlallah! İçki içtikleri ve kumar kazancından yedikleri zamanlarda ölen din kardeşlerimizin hak ne olacak?"

Bir diğer rivâyete göre Ebubekir (radıyallahü anh) dedi ki:

"-Ya Resûlallah! İçki içerken ve kumar oynarken ölen Müslümanların hak ne olacak? "

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu. İman edip sâlih amel işleyen Müslümanlar,

yemelerinde, içmelerinde, haramdan sakınırlar;

imanlarında ve sâlih amel işlemekte sebat ederler;

önce helâl veya mubah iken sonra haram kılınmış olan şeylerden sakınırlar ve onların haram olduklarına inanırlar;

imanlarında sebat ederler ise, bunların daha önce yedikleri ve içtikleri şeylerden dolayı kendilerine bir günah yoktur.

Hulâsa,  her seferinde şart koşulan, o anda tattıklarının mubah olmasıdır; yoksa daha önce tattıklarının mubah olması değil. Çünkü o anda bir kısım hükümler neshedilmiş olabilir. Onlar kalbi ve bedenî güzel amelleri kapsayan iyi ve güzel işler yapmaya devam ettikleri takdirde, haram kılınmadan önce tatmış oldukları şeylerden dolayı bir günah söz konusu değildir.

Âyette, bu hallerin zikredilmesi, hükmü onlara tahsis etmek için değil fakat taaddüd ve tekerrürü beyan içindir. Yani Müslümanlar,

haramlardan sakındıkları,

imanda ve salih amel işlemekte sebat,

Allahü teâlâ'ya itaat, emir ve yasaklarına riayet ettikleri,

her defasında mubahlardan bir şey kendilerine haram kılınınca ondan sakındıkları ve sonra hep bu şekilde yaşadıkları takdirde,

tattıkları yiyecek ve içeceklerden dolayı kendilerine hiçbir günah yoktur. Çünkü tattıkları zaman onlarda bir haram yoktur.

Haramlardan sakınmak dışında sayılan güzel sıfatların, günahta bir dahlı olamayacağı aşikârdır. Onların şart zımnında zikredilmesi, halleri sorulan eski Müslümanların,

bu vasıflara sahip olduklarına şahadet,

- onları bu vasıflarla medh-u sena etmek içindir.

Görüldüğü gibi bu sıfatlar her seferinde sakınmadan sonra zikredilmiştir.

Nazm-i kerimin ibare cihetinden siyakı, her ne kadar şart kelimesinden sonra zikredilen sıfatları taşıyan o eski Müslümanların hallerini beyanı istihdaf etmekteyse de, ayni zamanda onlar hakkında nassın delaletiyle istidlali bir hüküm vazi için, onlara ilişkin soruya bir cevab mahiyetindedir.

Bu da, o eski Müslümanların, bu sıfatlarla meşhur olmalarındandır. Bu itibarla sanki şöyle buyrulur:

"O eski Müslümanlar için hiçbir günah yoktur; çünkü onlar, Allahü teâlâ'ya itaat ediyorlardı. Üstelik onların, övgüye şayan sıfatları vardı. Kendilerine bir şey emredilince, onu saygıyla karşılıyorlardı. Onların, hayatlarında içki ve kumarla tanışmış olmaları, o zamanlar bunların henüz haram kılınmadığındandır. Eğer o zamanlar içki ve kumar haram kılınmış olsaydı, daha baştan onlardan sakınırlar di."

Başka bîr kavle göre, takva (sorumluluk duygusu, sakınma)daki tekrar, üç vakit ve üç hale ilişkindir. Şöyle ki:

1-İnsanın, kendisi ile nefsi;

2-İnsanın, kendisi ile diğer insanlar;

3-İnsanın, kendisi ile Allahü teâlâ arasındaki hal.

İşte bundan dolayıdır ki, âyette üçüncü defasında iman yerine ihsan zikredilmiştir.

Bu, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in ihsan hakkında söylediklerine işarettir.7 Yahut söz konusu tekrar, üç mertebeye işarettir:

1-Mebde'(başlangıç),

2-Vasat (orta),

3-Müntehâ (son).

Yahut bu tekrar, salandan şeyler itibariyledir:

1-Takva yolunda, ilâhî azabtan korunmak için haram olan şeyleri terk.

2-Haramlara düşmekten korunmak için şüpheli şeyleri terk.

3-Nefsi denaetten (alçaklıktan) korumak ve nefsi tabiat pisliğinden arındırmak için bazı mubahları terk.

Bir başka görüşe göre ise, bu tekrar, sırf tekid içindir. Tıpkı, -

"Kellâ sevfe ta'lemûn / Hayır yakında bileceksiniz."

" Hayır, Hayır. Yalanda bileceksiniz." (Tekâsür 102/3, 4) âyetlerinde olduğu gibi.

Bir diğer görüşe göre:

Birinciden murad, küfürden;

İkinciden murad, büyük günahlardan;

Üçüncüden murad, küçük günahlardan sakınmaktır.

Hiç şüphesiz bu tefsirlerin hepsi bu makama uygundur. Artık hakikate ermek için gereği gibi düşün.

B- "Allah iyilik eden (muhsin)leri sever."

Bu cümle, makablinin içeriğini en mükemmel şekilde açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

94

"Ey iman edenler! Allah, ellerinizin ve mızraklarınızın erdiği avlardan bir şeyle sizi mutlaka sulayacaktır. Bunu görmeden (gıyaben) kendisinden korkan (havf eden)farı bilmek (ayırdetmek) için yapacaktır. Artık bundan sonra kim haddi aşarsa işte onun için acı bir azab vardır."

A- "Ey iman edenler! Allah, ellerinizin ve mızraklarınızın erdiği avlardan bir şeyle sizi mutlaka deneyecektir."

Allah'a andolsun ki O, sizin davranışlarınızı ortaya çıkarmak için, ellerinizin ve mızraklarınızın erdiği,

- eti yenen,

- fasık (zararlı) hayvanlar 31 dışında eti yenmeyen hayvanlardan bir takım avlarla sizi deneyecektir.

31 Fasık (zararlı) hayvanlar, akreb (bir rivâyete göre yılan), karga veya alaca karga, fare, çaylak (dölengeç kuşu), kuduz köpek olarak belirtilmiştir. Bunların ihramlı veya ihramsız, haremde veya harem dışında (hill) öldürülmesinde bir sakınca yoktur (Bak: Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Yayınları, Cilt. 6, Kitabü'l- Hacc, Sayfa: 342-354, Hadis No:66- 79)

Bu âyet-i kerime, Hudeybiyye seferi sırasında (M. 628) nazil olmuştur. Allahü teâlâ, ihramlı iken Müslümanları bir nevi sınamıştır.

Yabanî hayvanlar, geceleri onların yükleri arasına o kadar sokuluyorlardı ki onları kolayca mızraklayabilir hatta elleriyle yakalayabilirlerdi. Rivâyete göre Ebü'l Yeser b. Amr adındaki Şahabı önüne çıkan bir yaban eşeğini bir hamlede mızrakladı ve öldürdü. Arkadaşları:

"- Sen ihramlı iken hayvan öldürdün!.." dediler.

O da, keyfiyeti Resûlüllah'a arzetti. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

"Leyeblüvenneküm" ifadesindeki "lâm-ı kasem", av hayvanlarının, bu kadar yaklaşmalarının, onlardan kaçmamalarının sınama için olduğu gerçeğini vurgulamak ve te'ldd içindir; sınama yapılacak şeyin önceden vukuunu tesbit için değildir.

"Şey" kelimesinin nekire (belirsiz, harfti tarifsiz) olarak zikredilmesi, avları küçümsemek içindir. Bu sınama, vaktiyle Eyle halkının deniz avı ile sınanmaları kabilindendir. Gaye, bu gibi küçük sınamalarda sebat göstermeyenin, şiddetli mihnetlerde nasıl sebat gösterebileceği üzerinde düşündürmektir.

B- "Bunu görmeden (gıyaben) kendisinden korkan (havf eden)lan bilmek (ayirdetmek)için yapacaktır."

"Li-ya'leme / bilmek için" konusunda değişik yorumlar getirilmiştir:

1- Bunu Allah, Kendisini görmediği halde,

imanının kuvveti sebebiyle; Allahü teâlâ'nın azabından korkup av hayvanlarına dokunmayanları,

- imanının za'fiyeti sebebiyle Allahü teâlâ'nın azabından korkmayıp da avlanmaya kalkanları ayirdetmek için yapacaktır.

Bu anlamda kullanılan "Li-ya'leme-llâhü / Allah'ın bilmesi için" ifadesi, mükâfat veya ceza olsun, her şeyin karşılık bulmasının temel sebebini bildirmek içindir. Zira bu ifade, onları daha çok korkuya sevkeder.

2-Bu ifade, Allahü teâlâ'nın ilmi, kendisinden korkanlara bilfiil taalluk etsin, demektir. Allahü teâlâ'nın ilmi, her ne kadar kişinin korkmasından önce ona taalluk ediyorsa da, mükâfatın asıl sebebi olan ilâhî ilmin, bilfiil korkmaya taalluku, ancak korkunun gerçekleşmesinden sonra olur.

3-Bu cümlede, bir muzaf mahzûftur. Yani Allah (celle celâlühü) bunu dostlarını bilmek için yapacaktır.

4-Bir kırâete göre, âyetin metnindeki "ya'leme" fiili "i'lâm" kakbı ile de okunmuştur. Yani Allahü teâlâ, bunu kullarına bildirmek için yapacaktır.

Zamir makamında isrn-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve Allah korkusunu kalblere sokmak içindir.

C- "Artık bundan sonra kim haddi aşarsa işte onun için acı bir azab vardır."

Bu cümle, sınamanın hikmeti beyan edildikten sonra kim haddi aşarsa demektir; yoksa bazılarının dediği gibi haram, kılınmasından veya nehyedilmesinden sonra, demek değildir. Çünkü nehyedilme ile haram kılınma, bu şart cümlesinin terettüb edeceği yeni bir husus değildir. Yani diğer bazı kimselerin tercih ettiği gibi, sınamadan sonra, demek de değildir. Çünkü sınama bizatihi, azabı ağırlaştırma sebebi olamaz. Hatta aksine azabı hafifletebilen bir özür olması da vehmedilebilir. Azabın ağırlaştırlmasını mücib olan, onun sınama olduğunu beyan etnıektır. Çünkü ondan sonra sınırı asmak, açıkça büyüklük taslamak, Allahü teâlâ'nın tedbirine aldırmamak, O'nun itaatinden ve haşyetinden tamamiyle çıkmak olur.

Hulâsa mânâ şudur:

"Biz, avların çokluğunu, onların insanlara yaklaşmalarını ve kaçmamalarını, bir sınama vesilesi kıldık. Bunun itaatkâr ile âsiyi birbirinden ayirdetme aracı olduğunu da beyan ettik. İşte bundan sonra kim sınırı aşarsa, onun için acı bir azab vardır. Çünkü bu hal, sırf büyüklük taslamaktır. "

Bir de şunu anlamak gerekti: Nefsine hâkim olamayan ve bu gibi hafif sınamalarda Allahü teâlâ'nın hükmünü koruma azmini gösteremeyen kimse, büyük hadiselerin kaygan zeminlerinde onu hiç yapamaz.

Âyetteki "a'zabün elim — acı bir azab" dan maksad, her iki dünya azabıdır.

95

"Ey iman edenler! İhramlı iken av öldürmeyin. Sizden kim onu taammüden öldürürse, cezası öldürdüğü hayvanın davardaki dengidir ki buna sizden iki âdil kişi, kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere hükmeder. Yahut cezası bir kefarettir ki yosullari doyurmaktan ibarettir veyahut onun dengi oruç tutmaktır. Tâ ki yasağın cezasını (vebâlini) tatmış olsun. Geçmişte olanları Allah affetmiştir. Kim yine yaparsa, Allah da ondan intikamını alır. Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir ve intikam sahibidir."

A- "Ey iman edenler! İhramlı iken av öldürmeyin."

İhramlı iken avlanmanın azabı beyan edildikten sonra şimdi burada da, bu tecavüzü telâfi eden hükümler ortaya konuyor.

Özellikle daha önce geçen Mâide (5) sûresinin 1. âyeti malûm iken, burada öldürmeme nehyinin sarahatle zikredilmesi, hürmeti pekiştirmek ve ondan sonra gelen hükmü ona bağlamak içindir.

B- "Sizden kim onu taammüden öldürürse, cezası öldürdüğü hayvanın, davardaki dengidir ki buna sizden iki âdil kişi, Kâbeye varacak bir kurban olmak üzere hükmeder."

Bu âyetin iki yerinde "zebh / boğazlama" değil de "kati / öldürme" ifadesinin kullanılması, hayvanın, ölü veya leş hükmünde olduğunu bildirmek içindir.

"Taammüden", ihramlı olduğunu hatırlayarak ve öldürdüğü hayvanın öldürülmesinin haram olduğunu bilerek, demektir.

İhram yasaklarında taammüd ile hata bir iken, burada ayrıca taammüden kaydı zikredilmiştir. Çünkü Ebüi Yeser kıssasında geçtiği gibi bu âyet, taammüden avlanan kimse hakkında nazil olmuştur. Bir de, asıl olan, taammüden yapanın fiilidir. Hata ise, hükmü ağırlaştırmak için ona ilhak edilmiştir.

İbni Şihab el-Zührî' diyor ki:

"Taammüden avlanma hakkında âyet nazil olmuş; hata ile avlanma hakkında da sünnet vârid olmuştur."

Said b. Cübeyr (radıyallahü anh) de âyette, taammüdün şart koşulduğunu nazara alarak:

"- Hata ile avlanmada ben bir ceza görmüyorum" demiştir.

Davud el-Zahirî'nın, Tabiî âlimlerinden Mücâhid ile Has en'den rivâyet ettiği bir kavle göre de taammüdden murad, ihramda olduğunu unutarak taammüden öldürmektir. Ama eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak av hayvanını öldürürse, onun hükmü yoktur; bunun hükmü Allahü teâlâ'ya kalır; çünkü bu cinayet, kefareti olmayacak kadar büyüktür.

İmanı Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) ile İmanı Ebû Yusuf a (radıyallahü anh) göre öldürülen av hayvanına misil olarak kesilecek ceza kurbanının denkliği, değer itibariyledir. Öldürülen ava, avlandığı veya ona en yakın yerde değer biçilir. Eğer onun değeri, hedy kurbanının 32 değerini buluyorsa, cinayet işleyen kimse muhayyer olur:

1-Dilerse o takdir edilen değerle o avın dengini satın alır ve onu Harem'e (Beytullah'a) hedy olarak gönderir.

2-Dilerse, takdir edilen o değerle yiyecek alır ve aldığı buğday ise, her yoksula yarım sa' (yarım sa' / 1750 kg.) verir. Buğdaydan başka bir yiyecek maddesi almış ise, her yoksula bir sa' verir.

3-Dilerse, her yoksula verilecek yiyecek yerine bir gün oruç tutar.

Eğer sonunda bir yoksula verilen miktardan az bir şey artarsa, onu da tasadduk eder veya onun yerine bir tam gün oruç tutar. Çünkü şeriatte bir günden az bir oruç mevcut değildir.

Bu görüşe göre, âyetteki "mine'n-nea'mi / davardan" ifadesi, muhayyerlik şekillerinden birine göre, onun değeri ile satın alınacak hedy kurbanını beyan eder. Çünkü bunu yapan kimse için:

"Öldürdüğünün davardan misliyle cezalandırıldı" denir,

İmam Malik (radıyallahü anh) ile İmam Şafii (radıyallahü anh) ve onların görüşlerini benimseyenlere göre ise, denklik, yaratılış ve şeldl itibariyledir. Çünkü Allahü teâlâ, öldürülen hayvanın denkliğini, davardan olmak kaydı ile vacib kılmıştır. Onlara göre, denkliğe değer olarak itibar edenler, nassa muhalefet etmiş olurlar.

Sahabe'den rivâyet olunduğuna göre onlar, avlanan:

devekuşu için deve veya sığır,

geyik için koyun veya keçi,

yabaneşeği için sığır,

tavşan için de oğlak veya kuzu kurban edilmesini vacıb görüyorlardı.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Sırtlan da avdır ve ihramlı bir kimsenin onu öldürmesinden dolayı bir koyun veya keçi kesmesi lâzım gelir."

Biz Hanefîlerin delili şudur:

Nass (âyet), öldürülen hayvanın mislini vacib kılmıştır. Kitab'ta, Sünnette, ümmetin icmaında ve makul olarak düşünüldüğünde misilden kastedilen,

- ya hem suret, hem mânâda misildir,

- ya da yalnız mânâda misildir.

Yalnız surette misıle, şeriatte hiç itibar edilmez.

Ve eğer birinci mânâda icmâ yok ise, ikinci mânâ belirlenmiş olur. Çünkü kul haklarında olduğu gibi bu mânâ, şeriatte mevcuttur. Nitekim malûmun olduğu üzere, bir türün fertleri arasındaki mümaselet (denklik), gayet kuvvetli ve zahir iken, şeriat o mümaselete itibar etmez ve bir hayvan itlaf edildiğinde, kendi türünden, genel vasıflarda onun misli olan başka bir fert ile tazmin edilmez; fakat kendi kıymeti ile tazmin edilir. Oysa emsalinde nass ile ifade edilen yalnız misildir. Nitekim bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:

"Kim size saldırırsa, siz de onun misli ile saldırın. "(Bakara 2/194)

Şu halde itlaf edilen hayvanın tazmininde, bilinmesi ve gözetilmesi kolay o kuvvetli mümaselete itibar edilmediğine göre, avlanan hayvanlarda, ölçüsü çetin ve gözetilmesi zor olmanın ötesinde çeşitli türlerin fertleri arasındaki zayıf ve gizli mümaselete itibar edilmemesi daha uygun ve yerinde olur.

Bir de, benzeri olmayan hayvan için, icmâ ile kıymete itibar edilir. Böylece kıymetten başka itibar edilecek bir şey kakmaz.

Yukarıda Sahabe'den rivâyet olunan (devekuşu için deve veya sığır, geyik için kovun...) hadisde itibar edilen unsur, öldürülen hayvanın benzerinin aynına değil fakat değer ve kıynıetinedir.

Ihramlı iken işlenen cinÂyetin ve öldürülen hayvanın misli olan cezanın asıl gereği, onun kıymetinden başka bir şey değildir. Ancak bu, cinayeti işleyenin doğrudan doğruya kıymete yönelip onu yerlerine sarf etmesi anlamında değil, fakat kıstas olarak alınması ve üç seçeneğin (kurban, kefaret, oruç), onun yerine ikame edilmesi anlamındadır.

Şu halde âyetteki "mislii ma katele / öldürdüğünün misli" unsuru cezanın devamlı ve hiçbir zaman ondan ayrılmaz vasfıdır.

"Mme'n-neamı / davardan" vasfı ise, birinci vasfa bina edilen ikinci seçenek itibarıyledir.

Birincisi, hem buna, hem de yoksullara viyecek verme ile oruç tutma seçeneklerine kıstas olarak alınır.

"Yahkûnıü bihi zcva a'cllin min küm — buna sizden iki âdil kişi hükmeder" ifadesi de, misilden muradın, kıymet olduğunu gösterir. Müslümanlardan iki âdil hakem, buna hükmedecektir. Bu, âdil hakemlerin içtihad ve görüşüne muhtaç olan şey, yalnız değerlendirmedir. İki âdil hakemin hükmüne ihtiyaç duyulması şunun içindir:

Avlanan hayvan ile davar arasında, diğer vasıflarda farklar olmakla beraber, mürnaseletin temeli olarak kabul edilen bazı vasıflardaki benzerlikler, ancak içtihad imamlarının önderlerinden (esatıîn-ı eimmeti'l-ietihad) ve hidayetle irşad ehlinın ileri gelenlerinden (sanadîd -i ehli'l-hıdayeti ve'l-irşad) kudsî kuvvetle desteklenenler tarafından idrâk edilebilir.

Nitekim malûm olduğu üzere İmam Şafii İhramlının, güvercin öldürmesinden dolayı bir koyun kurban etmesi lazım geldiğini söyler. Bu içtihadını, bu iki hayvan arasında tesbit ettiğ bir mümaselet üzerine bina eder. Bu mümaselet, her ikisinin de suyu soruyarak içmeleri ve seslerini hançereden dolaştırarak çıkarmalarıdır. Oysa diğer yönlerden aralarındaki fark, keler ile balina arasındaki fark gibidir.

Şu halde bu inceliklerin teshin, nasıl sıradan iki âdil insanın görüşüne havale edilebilir? Kaldı kı, bu anlamdaki hüküm, müşahhas fertlere değil, fakat nevilere (türlere) taalluk etmektedir. Öyleyse avların her türü mukabilinde davardan bir tür belirlenince, hüküm tamamlanmış olur ve vaki olan meselelerin özellikleri (hususiyetleri) için hiçbir hükme ihtiyaç kalmaz.

"Zevâ adlın / iki âdil" ifadesi, bir kırâete göre "zû adlın — adalet sahibi" şeklinde de okunmuştur.

Bu kırâete dayanan bir görüşe göre, bundan murad, âdil idarecidir.

C- "Yahut cezası bir kefarettir ki yoksulları doyurmaktan ibarettir veyahut onun dengi oruç tutmaktır."

Hulasa, ihramlı iken taammüden av öldüren kimseye uygulanacak misli ceza;

ya öldürülen avın davardan benzerini kurban etmek,

ya yoksulları doyurmak,

ya da o yoksul sayısı kadar gün oruç tutmaktır.

Bu itibarla mümaselet, cezanın ayrılmaz bir vasfı olup hac kurbanı, yoksula verilen yemek ve oruç onunla takdir edilmektedir.

Hac kurbanı ile yemeğin onunla takdiri, vasıtasızdır.

Orucun takdiri ise, yoksullara verilen yiyecek vasıtasıyledir.(Yani o yiyecekle kaç yoksul doyuruluyorsa, o kadar gün oruç tutulur.)

Sonuç olarak, cinayeti işleyen kimse, bunlardan birini, diğer ikisine tercih eder.

Muhayyerlik, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusufa (radıyallahü anh) göre, cinayeti işleyen içindir.

İmam Muhammed'e (radıyallahü anh) göre ise bu muhayyerlik, iki hakem içindir.

Ç- "Tâ ki yasağın cezasını (vebalini) tatmış olsun."

Böylece kişi ihram yasağını çiğnemenin cezasını tatmış olsun.

Vebal, bir işin sonunda cezanın ağırlığmdan doğan kötülük ve zarardır. Nitekim,

" Biz de onu veballi olarak yakaladık." (Müzemmil 73/16)

âyetinde de aynı anlamda kullanılmıştır.

Yine midenin sindiremediği yemek için de "vebîl yemek — el-taa'mü'l-vebîl " denir.

D- "Geçmişte olanları Allah, affetmiştir."

İhramlı olarak av hayvanı öldürmenin sorumluluğunu Resûlüllah'a sormadan önce onların işledikleri günahları yahut cahiliyye döneminde geçenleri Allahü teâlâ bağışlamıştır. Çünkü onlar, o zaman kendilerinden önce ümmetin şeriatini uyguluyorlardı ve o şeriatta da ihramlı olarak avlanmak haram kılınmıştı.

E- "Kam yine yaparsa Allah da ondan intikamını alır."

Kim, nehyedildıkten sonra ihramlı iken av hayvanı öldürürse, Allahü teâlâ da ona âhirette azab eder.

Keffarete gelince, Tabiî âlimlerinden Ata, İbrâhîm el-Nahaî, Said b. Cübeyr ve Hasen el-Basrî'ye (radıyallahü anh) göre, tekrar av havvani öldüren kimseye keffaret lazım gelir.

İbn Abbâs ile Şureyh (radıyallahü anh) ise, âyetin zahirine bakarak keffaret lazım gelmediğine hükmetmişlerdir.

F- "Allah, her şeye üstün ve gaalıb (A'zîz)dir ve intikam sahibidir."

Allahü teâlâ, yegâne gaalibtir ve intikamı pek şiddetlidir. Bınaealeyh Allah (celle celâlühü), günah ve tecavüzde ısrar edenlerden intikam alır.

96

"Hem size, hem de yolculara bir fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. Kara avı ise, ihramda bulunduğunuz müddetçe size haram kılındı. Huzurunda hasredıleceğiniz Allah'tan sakının."

A- "Hem size, hem de yolculara bir fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı."

Bu hitab, ihramlılar içindir. Deniz, ırmak ve göl gibi sularda avlanan ve ancak suda yaşayan hayvanlar, karada yaşayan ve eti yenen hayvanlar türünden olsun, ya da eti yenmeyen hayvanlar türünden olsun, size helâl kılındı.

"Ve taa'muhu / onu yemek" ifadesi, tamimden sonra tahsis kabılınden-dir. Yani sularda avlanan bütün hayvanları avlamak, onlardan faydalanmak ve eti yenenleri yemek size helâl kılındı.

1-Biz Hanefîlere göre deniz hayvanlarından eti yenenler, balıklardır.

2-İbni Ebi Leyla Muhammed'e göre ise denizde avlanan bütün hayvanların eti yenir. Ona göre âyetin anlamı, size deniz hayvanlarını avlamak ve yemek helâl kılındı, demektir.

3-Bir kavle göre deniz avı, denizde avlanan hayvanlar demektir.

"Ve taa'muhu -- onu yemek" ise, denizin sahile attığı veya çekilen su yatağında kalan hayvanlar anlamını taşır.

"Metaa'n leküm / sizin için bir fayda olması" ikamet halinde olanların bu avları taze;

"Ve li's-seyyareh / yolcular için bir fayda olması" da, bu avları kurutup yolculuk sırasında yemeleri demektir.

B- "Kara avı ise ihramda bulunduğunuz müddetçe size haram kılındı."

Kara hayvanı, su kuşları gibi zaman zaman suda yaşasalar bile karada yavrulayan bütün hayvanlardır.

1-Bu kelâmın zahiri, ihramda olmayan kimsenin avladığı hayvanın ihramhya haram olmasını gerektirir. İbni Ömer (radıyallahü anh) ve İbn Abbâs'ın görüşü budur.

2-Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) ile Tabiînden Ata, Mücâhid ve Said b. Cübeyr'e (radıyallahü anh) göre ihramda olmayan bir kimse, özellikle ihramlı için avlasa bile, ihramlı, avı işaret etmediği ve yol göstermediği takdirde, ihramda olmayanın avladığını yemesi helâldir.

3-Keza, ıharamlının, ihrama girmeden önce boğazladığı avı ihramlı iken yemesi de helâldir. İmam Ebû Hanîfe'nın mezhebi budur. Çünkü âyetteki hitab, ihramlılar içindir.

Hulâsa: Karada avladığınız size haram kılınmıştır. Bundan dolayı başkasının avladığı, bu hükmün dışına çıkmış olur.

4-İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e (radıyallahü anh) göre ise, başkasının ihramlı için avladığı da ona helâl değildir.

C- "Iluzurunda haşredıleceğinız Allah'tan sakının."

Bütün davranışlarınızda yalnız huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.

97

"Allah; Kabe'yi, Beyte'l-Haram'ı, haram ayı, kurbanı ve kurban gerdanlıklarını insanlar için ayakta durma (kıyam, maişet, geçim) sebebi kılmıştır, işte bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir."

A- "Allah; Kabe'yi, Beyte'l-Haram'ı, haram ayı, kurbanı ve kurban gerdanlıklarını insanlar için ayakta durma (kıyam, maişet, geçim) sebebi kılmıştır."

Kâbe'ye bu adın verilmesi konusunda değişik görüşler vardır:

1-Mücâhid'e göre "mükâa'b (küp), murabba' (dörtgen)olmasından; "

2-Diğer binalardan ayrı, müstakil olmasından;

3-Yerden yüksek olmasından dolayı bu adı almıştır. "Beyte'l - Haram", adı izah için değil, medih (övgü) içindir.

4-"Cea'le / kılmak", inşa ve yaratma anlamındadır.

5- Kabe'nin "kıyâmen li'n-nâsi / insanlar için ayakta durma sebebi olması" insanların dinî ve dünyevî bakımdan ayakta durmalarını sağlaması demektir. Çünkü Kabe, insanların hem dinî hem de dünyevî hayatlarını canlandırır.

Korkanlar, ona sığınır, ona sığınan güvende olur.

Güçsüzler orada güven bulur.

Tüccarlar orada kazanır.

Hacc ve umre ziyareti kasdedenler ona yönelir.

6-"e'ş - Şehre'l haram — haram ay veya hürmetli ay", haccın ifa edildiği Zilhicce ayıdır.

7-Başka bir kavle göre ise, bütün hürmetli aylar (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb)dır.

8-"Kalâid / gerdanlıklar"dan murad, kılâdelenmiş kurbanlık develerdir. Bunun özellikle zikredilmesi, sevabının daha fazla olması ve haccın güzelliğinin bu suretle daha açık müşahede edilmesidir.

B- "İşte bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir, "

"Zâkke / işte bu",

özellikle, Kabe'yi;

ya da bunun yanı sıra, ihramın hürmeti ile diğer hürmetleri koruma emrini işaret eder.

Zira vukuundan önce dinî ve dünyevî mazarratın defini ve dünya ile ahiret menfaatlerinin celbini mûcib bu hükümlerin teşrii (vaz'ı);

Şâri'in (kanun vâzıının veya koyucunun) bir takım hikmetlere binaen icrâât yaptığını,

hiçbir şeyin O'nun ihata ve bilgisi dışında olmadığını gösteren en açık delillerdendır.

" Ve Allah'ın her bir şeyi hakkiyle bildiği. .." ifadesi, tahsısden sonra tekid için tamim kabilındendir.

98

" Bilin ki Allah, şiddetle cezalandırıcı (şedîdü'l-ıi'kaab)dır ve şüphesiz Allah bağışlaması bol (Gafûr)dur, çok merhametli (Rahim) dir."

A- "Bitin ki Allah, şiddetle cezalandırıcıdır."

Bu, Allahü teâlâ'nın yasaklarını çiğneyen veya bunda ısrar eden kimseler için ceza va'didir.

B- "Ve şüphesiz Allah, bağışlaması boldur, çok merhametlidir."

Bu da, Allah'ın (celle celâlühü) yasaklarını sürekli gözeten veya onlardan bazılarını çiğnemiş olsa bile arkasından hemen tevbe eden kimseler için bir mükâfat va'didir. Ceza va'dinin önce zikredilmesinin sebebi gayet açıktır.

99

"Resule düşen ancak tebliğdir. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da gizledik (ketmettik) lerinizi de bilir."

A- "Resule düsen ancak tebliğdir."

Bu kelâm, Allahü teâlâ'nın emirlerim yerine getirmenin zorunluğunu daha da pekiştirir. Yani Resûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vazifesi olan tebliği ziyadesiyle yapmış; hüccet, sizin aleyhinize sabit, ve size itaat vâcib olmuştur.

Artık bundan sonra hiçbir özrünüz kalmamıştır.

B-"Allah, sizin açığa vurduklarınızı da gizledik (ketmettik) lerinizi de bilir."

Allahü teâlâ, hurma çekirdeğindeki beyaz çukuru doldurmayan günahtan da, hatta daha azından da sizi muahaze edebilir

100

"(Resûlüm) de ki:

"- Pis ile temiz bir değildir; pisin çokluğu (kesreti) velevki seni hayrete düşütsün. O halde ey akıl sahibleri, Allah'tan sakının ki kurtuluş (felâh)a eresiniz!"

A- "(Resûlüm) de kı:

"- Pis ile temiz bir değildir."

1-Burada, Allah (celle celâlühü) katında,

kötü şahısların,

kötü amellerin,

kötü malların,

iyileriyle bir olmadığı hakkında genel bir hüküm konuyor.

Her ne kadar bu âyetin nüzul sebebi, Mâide (5) sûresinin 2. âyetinin tefsirinde bahsi geçen Şurayh b. Dubey'a el-Bekrî ise de, maksad, insanları amellerin ve malların iyisine teşvik etmek ve bunların kötüsünden sakmdırmaktır.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) içkiyle ilgili soru soran bir zat hakkında nazil olmuştur.

Bu zat, huzura gelerek sordu:

"- Ya Resûlallah! Ben içki ticareti yapıyordum ve bundan büyük servet kazandım. Şimdi ben, bu serveti. Allahü teâlâ yolunda harcarsam, bana faydası olur mu?"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:

"- Bu servetini hac veya cihad veya sadaka için harcasan, bir sivrisinek kanadı kadar değeri yoktur. Allah, ancak temizi kabul eder."

Tâbü âlimlerinden Ata ve Has en (radıyallahü anh) diyorlar ki:

"Habis ile tayyib, haram ile helâldir."

Âyette habisin önce zikredilmesi, daha başta, diğeri ile eşit olmadığı bildirilen kusurun, karşıtında değil, kendisinde olduğunu bildirmek içindir.

Ziyade ve noksan farklı iki şeyin bir veya eşit olmaması, zaidin ziyadesi itibariyle olabilirse de ilk akla gelen, kusurlunun kusuru itibarı ile olmasıdır. Nitekim,

" De ki:

"- Kör ile gören bir olur mu? " (En'âm 6/50) âyetiyle benzerleri de bu kabildendir.

" De ki:

"- Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?" (Zümer 39/9) âyetinde ise bunun aksine, iki şeyden fâzılın (üstün olanın) önce zikri, fazdın vasfınm (bilmenin), mafzûliin melekesı (kazanımı) olmasındandır.

B- "Pisin çokluğu (kesreti) velevki seni hayrete düşünsün."

Pis ve kötü olan şeyin çokluğu seni sevindirse de, bunlar hiçbir zaman bir olmaz.

Bu hitab, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in uyarmaya memur kılındığı herkes içindir.

Bir görüşe göre de pisin çokluğu hoşuna gitse de gitmese de bu böyledir, demektir.

C- "O halde ey akıl sahibleri, Allah'tan sakının ki kurtuluş (felâh)a eresiniz!"

Gerçek böyle olunca, ey akl-i selim sahibleri,

pis (murdar) çok da olsa, onu istemekten Allah'a sığının; ondan sakının;

temiz, az da olsa onu tercih edin.

Çünkü itibara medar olan şey, çokluk ile azlık değil fakat temizlik ile pisliktir. Bu itibarla övgüye şayan olan az, zemme müstahak olan çoktan daha hayırlıdır. Hatta pis (habis, murdar), miktarı arttıkça daha pis olur.

101

"Ey iman edenler! Açıklandığında size üzüntü verecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’ân'ındirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah, onları affetmiştir. Allah, bağışlaması bol (Gafûr)dur, cezalandırmakta aceleci değil (Hatim)dir."

A- "Ey iman edenler ! Açıklandığında size üzüntü verecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’ân'ındirilirken onları sorarsanız size açıklanır."

"Elline yünezzelü'l-kur'anü / Kur’ân'ındirilirken veya Kur’ân'ındirildiği sırada, hıîn -i tenzilde" ifadesinden açıkça anlaşıldığı gibi bunun anlamı sizi üzüntüye sevkedecek şeyleri vahiy yoluyla açıklanması için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den sormayın; demektir.

Bunlardan murad,

yerine getirilmesi zor, üzüntü verici, ağır mükellefiyetler,

ortaya çıktığı takdirde insanı rezil-rüsvay edecek gizli sırlar gibi hayrı olmayan şeylerdir.

Zira vaald olanları sormak, nasıl onların açıklanmasını gerektiriyorsa, mükellefiyetleri sormak da, o mükellefiyetlerin ağırlaştırılarak vacib kılınmasını gerektirir.

Çünkü onlar,

edebe aykırı hareketle sual sormaya cür'et göstermiş,

Allahü teâlâ'nın emirlerinin hikmetlerini araştırmış, keyfiyet ve kemiyetine karışmış,

- kendilerine yaraşan teslimiyeti göstermemiş ve edeb sınırını aşmışlardır. Bu sebeblerle ağır mükellefiyetlere müstahak olmuşlardır.

O halde,

siz mecbur kaldığınızda yerine getiremiyeceğiniz yükümlülükleri,

bilinmesini arzu etmediğiniz bazı sırların açıklanmasını mûcib şeyleri Resûlüllah'a îğî sormayın.

Bunun bir misali şudur:

Ali (radıyallahü anh) den şöyle rivâyet olunur:

Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize hitab ediyordu, önce Allahü teâlâ'ya hamd ü senada bulunduktan sonra dedi ki:

"- Şüphesiz, Allahü teâlâ, haccı size farz kıldı / Inne-llâhe tea'lâ ketebe a'leykümü'l-hacce."

Bu sırada Benî Esed'den Ukâşe b. Mıhsan, bazılarına göre ise Süraka b. Mâlik adında bir zat ayağa kalkarak:

"- Ya Resûlallah! Her sene mi / Efî külli â'min ya rasûlellâh?" diye sordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüz çevirdi. Bu zat üç kere bu soruyu tekrarladı. O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Sana yazık! Ben "evet!" desem, seni ne kurtarır? Vallahi, ben "evet!" desem, muhakkak hacc her sene farz olurdu (Ve-llâhü lev kültü nea'm le-vecebet) ve farz olsa (velev vecebet), bunu yapamazdınız (me-stata'tüm) ve terk etseniz (velev teraktüm), küfre giderdiniz (le-kefertüm). O halde ben, sizi rahat bıraktığım müddetçe (fe-trükûnî), siz de beni rahat bırakın (ma teraktüm). Zira sizden önceki kavimlerin helâk olması, fazla sualleri ve Peygamberleriyle ihtilâf etmelerin yüzünden olmuştur (Feinnema heleke men kâne kableküm bikesratı suâkhim ve ihtilâfınım a'lâ enbiyâihım). O halde ben, size bir şeyi emrettiğim zaman, ondan yapabildikietinizı alın (Feizâ emertüküm bıemri fe-huzû minhüm me-steta'tüm); sizi bir şeyden nehyettiğım zaman da, ondan sakının (ve iza ncheytüküm a'n şeyin fe-c tenibûhü)."10

Bunun diğer bir misali de şudur:

Enes b. Malik (radıyallahü anh) ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından ayrı ayrı rivâyet olunduğuna göre:

İnsanlar, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı konulara ilişkin sorular sordular. Onlar, sorularında ısrar edince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), öfkelendi ve hitab etmek üzere ayağa kalktı; Allahü teâlâ'ya hamd ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

"- Haydin, bana sorun; Vallahi, ben bu makamımda kaldığım müddetçe bana her ne sorarsanız, muhakkak size açıklayacağım."

O zaman Ashab, kendileri için tehlikeli bir durum olduğundan korktular. Enes (radıyallahü anh) diyor ki:

"- O zaman ben sağa, sola (yemînen ve şimalen) bakmaya başladım; gördüm ki, herkes, başını elbise (sevb)si ile örtmüş, ağlıyor. O sırada Kureyş'in Benî Sehinı kabilesinden, başkalanyle tartıştığında babasından gayrisine nisbet edilen (zina mahsûlü olduğu iddia edilen) Abdullah b. Huzafe:

"- Ya Resûlallah (Ya Nebiyye-llâh)! Benim babam kim (Men ebî)?" diye sordu.

Peygamberdi:

"- Senin baban (Ebûke) Huzafe b. Kays el-Zührî'dir!" buyurdu. Başka biri ayağa kalktı:

"- Benim ölen babam simdi nerede (Eyne ebî)?" diye sordu. Peygamberdi

"O, cehennemdedir (Fi'n-nâr)!" buyurdu. Sonra Ömer (radıyallahü anh) ayağa kalktı ve dedi ki: "Bizler,

Rabb olarak Allahü teâlâ'ya (Radıyena bi-llâhi tealâ rabben),

din olarak islâm'a (ve bi'l-islâmi dînen),

Resul ve Nebî olarak Muhammed de (ve bi muhammedm rasûlen nebiyyen) razı olmuşuzdur.

Biz, fitnelerden Allahü teâlâ'ya sığınırız (Neûzü bi-llâhi tea'lâ mine'l-fıten).

Biz, cahiliye ve şirk döneminden yakında ayrıldık (İnna hadîsti ahdin bicahiliyyeti ve'ş-şirk).

Ya Resûlallah! Bizleri bağışla (Fa'fu annâ ya rasûlallâh)!"

O zaman Peygamberdin öfkesi yatıştı (Fesekene ğadzabuhu a'leyhi's-salâtü ve's-selâm)."

B- "Allah, onları affetmiştir."

Bu istinafı kelâm, bu kabil suallerden nehyin, sırf onları üzülmekten korumak için değil fakat bunların haddi zatında ilâhî muahaze'yi mûcib günah olduğunu ve Allahü teâlâ'nın onların bu günahlarını affettiğini açıklar ve ayni zamanda onları, bu tür sualler sormaktan sakınmaya teşvik eder.

Allahü teâlâ, onların sorgulamalarını affetmiş ve ceza olarak her sene hacci farz kılmamıştır ve diğer suallerin gerektirdiği ahiret azabını da kaldırmıştır. Bundan böyle onları bu tıp suallere dönmekten men etmiştir.

Âyetin bu cümlesini, sual konusu şeylere ikinci sıfat yaparak,

"Allah'ın affettiği ve sizi mükellef kılmadığı şeyleri sormayın." şeklinde tefsir etmek, asla mümkün değildir.

Çünkü bu tefsir,

önce haccın her sene için farz kılındığını,

sonra af yoluyle neshedıldiğıni,

bunun da muhatablarca bilindiğini gerektirir.

Oysa burada söz konusu her iki unsur da kesin olarak mevcud değildir. Ustlelik âyet-i kerime sarih olarak, açıklanması üzüntüyü mûcib şeylere ilişkindir. Bu şeyler,

ister, hacc meselesi gibi, affedilmediği takdirde, sorulması sebebiyle cezalandırma veya yükümlülüğü ağırlaştırma kabilinden olsun,

ister, "ölen babam şimdi nerede?" meselesinde olduğu gibi, sualden önce vaaki ve haber verilmesi üzüntüyü mucib olaylar olsun.

1- "Eğer, suallere konu olan şeyler mutlaka üzüntüyü mucib olmazlar; sevinci mucib olmaları da muhtemeldir " dersen;

buna cevaben derim ki, bundan sonra gelecek âyette göreceğin gibi, bu cümle, nehyedilen şeyin tesbiti içindir. Üstelik, nehyı tekid ve ağırlaştırma mânâsını da içerir. Çünkü son verilmesi ve sakınılması gereken cihet budur; yoksa sevinci mucib olan cihet: veya iki seçenek arasındaki tereddüt değildir.

2- "Eğer, âyetteki ikinci şart cümlesi (Kur’ân'ındirildirilirken onları sorarsanız, size açıklanır) üzülmeyi mucib şeyleri sormanın, mutlaka onların açıklanması gereğini açıkça belirttiği halde hac meselesinde niçin sualin cevabı açıklanmadı ve her sene hac farz kılınmadı" dersen;

buna cevap olarak derim ki, o sual, nehyin vukuundan önce vaaki olmuştur. Anılan şart cümlesinde zikredilen ise, nehyin vukuundan sonra vaaki olan sualdir. Çünkü mükellefiyetin ağırlaştırfmasını gerektiren sual odur. Bunda ise gerçekleşmeme durumu yoktur.

3 - "Eğer, senin söylediklerin, ancak sualin, vukuu ile adem-i vukuu arasında mütereddid şeylerde mümkün olabilir. Ama eğer sualden önce vaaki olan şeylere ilişkin ise, o hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü açıklanmaya konu olan şey, haddi zatında vaaki olan şeydir ve onu tersine çevirmek mümkün değildir. Sual, ister nehiyden önce, ister sonra olsun. Ve Abdullah b. Huzafe sualinde olduğu gibi bazen vaaki olan, sevinci mucib bir şeydir. Bu takdirde açıklama konusu ondan başka bir şey olamaz. O zaman da kesin olarak gerçekleşmeme ciheti taayyün etmiş olur" dersen;

buna cevaben derim ki, taayyün şöyle dursun, sual konusu şeyin gerçekleşmeme ihtimali bile yoktur. Çünkü hakikatte nehyedilen, ancak, "Ölen babam şimdi nerede?" sualinde olduğu gibi, haddi zatında sualden önce vaki olan ve üzüntüyü mucib bulunan şeylere ilişkindir yoksa mükelleflerce vukuu muhemel olan şeylere ilişkin sualler değildir ki, vaaki olmaması halinde sual konusu şeyin gerçekleşmemesi lazım gelsin.

Bu ilâhî kelâmın Hulâsası şudur:

Nazm-i kerimin ibare olarak delâleti, kesinlikle açıklanması üzüntüyü mucib şeylere ilişkin sualin nehyedılmesidır. Bu da,

ya ağır mükellefiyetler yüklenmesi halinde olduğu gibi sual konusu şeylerin vukuu, imkân dahilinde olur ve sorulduğunda bu, ceza ve ağırlaştırma olarak, inşa yoluyla açıklanır;

ya da haddi zatında sualden önce vaaki olmuş olur ve sorulduğunda bu, ihbar yoluyla açıklanır.

Şu halde sual konusu şeyin gerçekleşmemesi, her iki halde de mümkün değildir. Onun vehmedılmesinin kaynağı, nehyedilen ile diğerinin birbirinden ayird edilmemesidir. Bunun sebebi de şudur:

Mükelleflerin sual konusu o şeylerden, mevcut olan ile vücûde gelmesi mümkün olan ve diğerleri arasında, vücud ile adem (olmama) ihtimali bakımından bir ayırım yapamamalarıdır.

Bu ibhâmın faydası, arzu edilmeyen bir şeyin açıklanmasından sakınarak mutlak olarak o şeylere ilişkin suallere son vermektir.

C- "Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, cezalandırmakta aceleci değil (Hatim)dir."

Bu cümle, makabli ile bağlantısı bulunmayan bir zeyl mahiyetinde olup Allahü teâlâ'nın affını açıklar. Yani günahların bağışlanmasın da Allahü teâlâ'nın affı sınırsızdır. İşte bundan dolayıdır ki, sizi bağışlamış ve sizden sadır olan taksirat yüzünden muahaze buyurmamıstır.

102

" Sizden önce de bir kavim onları sormuş; sonra onu yapmıyarak kâfir olmuşlardı.

Yani sizden önce de bir kavim, bu suallerin aynısı değil, fakat onlar gibi sakıncalı ve vebali mûcib sualler sormuşlardı.

Âyette, "bu sualler gibi" denmemesi, ziyadesiyle sakındırmak içindir.

Onlar bu sualler sebebiyle veya bunların sonuçları yüzünden kâfir olmuşlardı. Nitekim Isrâiloğulları, bazı şeyler hakkında Peygamberlerınden fetva istemişler; sonra bunlar kendilerine emredilince, bunları terk ettiler; sonunda bu yüzden helâk oldular.

103

"Allah, bahıîreden, sâibe'den, vasıîle'den ve hâm'dan hiçbirini meşru kırmamıştır. Fakat o kâfirler Allah'a karşı yalan uyduruyorlar. Onların çoğunun aklı ermez."

A- Allah, bahıîreden, sâibe'den, vasıîle'den ve hâm'dan hiçbirini meşru kılmamıştır."

Bu ilâhî kelâm, cahiliye devri insanlarının icad ettikleri bıd'atleri ret ve ibtal eder.

Cahiliye devri insanları, beş kere doğuran ve beşinci yavrusu erkek olan dişi devenin kulağını yararlar; sırtına binmezler, sütünden faydalanmazlar; onu hiçbir su ve otlaktan men etmezlerdi. İşte buna "bahiîre" denirdi.

Başına det gelen veya hastalanan biri:

"- hastalığımdan şifa bulursam; "

veya yolculuğa çıkan biri:

"- seferimden sağ sâlim dönersem benim şu dişi devem sâibe olsun !" diyerek adakta bulunur ve şart tahakkuk ettiğinde yani iyileştiğinde veya seferden sağ sâlim döndüğünde o deveden yararlanmayı kendine haram sayardı. Bu neviden adak hayvana da "sâibe" denirdi.

Bir görüşe göre de bir adam, bir köleyi âzad ettiği zaman "bu, saibedir" derse artık kendisi ile bu köle arasında ikisinden birinin işlediği cinayetlerden dolayı diyet (kan bedeli) sorumluluğu ve miras hakkı kalmazdı.

Bir koyun, dişi doğurursa kendilerinin erkek doğurursa, ilâhların olurdu. Şayet ikisini birden, yani ikiz doğurursa dişiden dolayı erkeği de kurban etmezler "erkek dişiye kavuştu "anlamına buna "vasiîle" derlerdi.

Bir erkek devenin sulbünden on batın (döl) doğarsa onun sırtını haram sayarlar, artık o devenin sırtına binmez, yük vurmaz ve onu hiçbir su ve otlaktan men etmezlerdi. Buna da "sırtı himaye edilmiş" anlamına "hâm" derlerdi.

B- "Fakat o kâfirler Allah'a karşı yalan uyduruyorlar."

O kâfirler, bunları yapıyor ve:

"Allah, bunları bize emretti!" diyolardı.

Kâfirlerin lideri de Amr b. Luhayy idi. Bu bâtıl işleri ilk yapan da oydu.

Onlar, o işlerin bâtıl iftiralar olduğunu da düşünemiyor, reilerine körü körüne itaat edi ve onu yaklid ediyorlardı.

104

"Onlara:

"- Allah'ın indirmiş olduğu Kur’ân'a ve Resule gelin!" dendiğinde onlar:

"- Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!" derler.

Ya ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?"

A- "Onlara:

"- Allah'ın indir'miş olduğu Kur’ân'a ve Resule gelin !" dendiğinde onlar:

"- Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler."

Onların "ekseriyetleri / çoğunluğu " diye ifade edilen avam tabakasına hidayet ve irşad için:

"- Allahü teâlâ'nın indirdiği, helâl ve haramı açıklayan Kitab'a (Kur’ân'a) ve onun indirildiği Resûl'e gelin ki, gerçeğe vakıf olasınız ve haramı helâlden ayird edesiniz" denildiği zaman, onlar:

"- Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter!" derler.

Bu kelâm, kâfirlerin,

kendilerini hakka hidayet edene karşı gösterdikleri inat ve isyanı;

kendilerini dalâlete çağırana karşı ise gösterdikleri itaati ortaya koyar.

B- "Ya ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu da bulamamış idiyseler ?"

Babaları cahil ve sapmış olsalar da mı, onları üzerinde buldukları din kendilerine yeter?

Yahut babaları dinden hiçbir şey anlamıyor ve bu konuda hiçbir şeye akıl er dır emiyor iseler de mi?

Yahut her hal ü kârda, babaları üzerinde buldukları şey kendilerine yeter mi?

Bu ifadenin kullanılması inkâr ve tacîb mânâsını ziyadesiyle belirtmek içindir. Zira bu ifade ile, şu hakikat beyan edilmiş olur:

O kâfirlerin söyledikleri, babalarının cahil ve sapmış olmaları, uzak bir ihtimal bile olsa, yine de inkâr ve tacîbi mucibdir. Şu halde babalarının böyle olması, evleviyetle bu sonucu doğurur.

105

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlete düşenler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir."

A- "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe, dalâlete düşenler size zarar veremez."

Siz kendi nefsinizin ıslahına bakın.

Bir kırâete göre, "enfüseküm — nefisleriniz" kelimesi, "enfüsüküm" şeklinde de okunmuştur. Bunun anlamı şudur:

Size vacib olan, nefsinizi ıslâh etmektir.

Bu âyet-i kerimeden, muktedir olanlar için, emr-i bi'lmarûf (iyiliği emretmek) ile nehy-i ani'l münker (kötülüğü nehyetmeye)in teridne ruhsat verildiği mânâsı asla çıkarılmamakdır.11 Çünkü kudret ölçüsünde mimken inkâr ve reddetmek, hidayete ermek cümlesindendir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

"- Sizden her kim, bir kötülük işlendiğini görürse ve gücü yetiyorsa onu eliyle değiştirsin eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin; eğer buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin."12

Rivâyet edildiğine göre Ebubekir el-Sıddîk (radıyallahü anh) de bir gün minberde Müslümanlara hitap ederken şöyle dedi:

"- Ey insanlar! Sız bu âyeti okuyorsunuz; fakat onu başka yere koyuyorsunuz; onun gerçek mânâsını anlamıyorsunuz. Ben, bizzat Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) şunları dinledim:

"- İnsanlar, bir kötü fiil görüp de karşı koymadıkları zaman, Allahü teâlâ, onların hepsini cezalandırır. Bu itibarla siz, marufu (dinin gereklerini) emredin ve münkeri (dinin reddettiği şeyleri) nehyedin ve Allahü teâlâ'nın:

"Ey iman edenler! Siz kendinize balan..." sözüne yanlış olarak aklanıp da her biriniz: "Ben kendi nefsime bakmakla mükellefim" demesin. Vallahi, siz, ya marûfü emredeceksiniz ve münkeri nehyedeceksiniz, ya da Allahü teâlâ, en kötülerinizi başınıza idareci yapacak ve onlar, azabın en kötüsünü size reva görecekler; sonra sizin en hayırlı olanlarınız dua edecekler, ama onların duası da kabul edilmeyecektir."

Yine rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Bir toplumda münker fiiller işlenir veya çirkin bir şey âdet haline getirilir de, onlar buna karşı durmazsa ve onu reddetmezlerse, Allahü teâlâ'nın, onların hepsini cezalandırması bir hak olur; sonra onların duası da kabul olunmaz."13

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Mü'minler, kâfirler için hayıflanıyorlardı; onların dalâletten kurtulup iman etmelerini temenni ediyorlardı. Kâfirler ise, marûfü emretmek ve münkeri nehyetmek ile küfürlerin bırakacak gibi değillerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, nüzul sebebi şudur:

Bir kimse Müslüman olduğu zaman, kâfirler, onu ayıplıyorlar ve ona:

"- Sen atalarına sersemlik ve dalâlet isnad ettin" diyorlardı. İşte onları teselli için bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yani onların atalarının dalâleti, kendilerine zarar vermez ve onlara leke olmaz.

B- "Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir."

Kıyamet günü hepinizin dönüşü Allah'adır Öyle ki, hidayete ermiş olanlardan da, olmayanlardan da hiçbir fert, bu dönüşten geri kalamaz. O zaman Allahü teâlâ, dünyadaki hidayet ve dalâlete ilişkin amellerinizi size haber verecektir.

Şu halde bu âyet, her iki fırka için de hem mükâfat va'didir, hem de ceza va'didir. Yine âyet, hiç kimsenin başkasının amelinden dolayı tutulamayacağını beyan eder.

106

"Ey iman edenler! İçinizden birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet sırasında aranızdan iki âdil kişi şâhidlik etsin. Yahut yolculukta başınıza ölüm musıibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi şâhid olsun, eğer şüpheye düşerseniz, o iki şahidi namzdan sonra alıkorsunuz. Onlar da Allah' şöyle yemin ederler:

"- Bu vasiyet karşılığında hiçbir şey satın almayacağız; velevki akraba olsun Allah için yaptığımız şâhidliği gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz."

A- "Ey iman edenler! İçinizden birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet sırasında aranızdan iki âdil kişi şâhidlik etsin."

Başta nida ve tenbih harflerinin zikredilmiş olması, âyetin muhtevasına dikkat çekmek içindir.

Bu âyet, vasiyetin, her Müslüman için, hafife alınmamasi ve gözardı edilmemesi gereken önemli bir iş olduğunu belirtir.

Akrabalardan iki âdil kişinin şahitlik etmesinin sebebi akrabaların, ölünün halini daha iyi bilmelerindendir. Onlar onun için iyilik tavsiye ederler ve onun için daha faydalı olanı araştırırlar.

Bir görüşe göre "minküm — sizden" demek, Müslümanlardan demektir.

B- "Yahut yolculukta başınıza ölüm musıibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi şâhid olsun."

1-Sizden olmayan demek, yabancılardan demektir.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, zimmet ehlin (gayr-i müslimler)den demektir. İs lamın (Medine döneminin) ilk zamanlarında zimmîlerın, gayr-ı müslırnlerın şahitliği de geçerli idi. Çünkü özellikle yolculuk sırasında Müslüman şahidler bulunması zor idi. Sonra bu hüküm nesholunmuştur.

Tabiî âlimlerinden rivâyet olunduğuna göre bu hüküm,

" Sizden âdil iki (er) kişiyi şâhid yapın." (Talak 65/2) mealindeki âyet ile nesh olunmuştur.

Eğer siz yolculukta iken ölüm musıibetinin yaklaştığını anlar ve yanınızda akrabalarınızdan veya Müslümanlardan şahadet edecek iki kişi yoksa,

o takdirde sizden olmayan iki kişi şâhidlik etsin,

yahut siz başka iki şahit bulundurun.

C- "Eğer şüpheye düşerseniz, o iki şahidi namazdan sonra alıkorsunuz. Onlar da Allah'a şöyle yemin ederler:

"- Bu vasiyet karşılığında hiçbir şey satın almayacağız ; velevki akraba olsun, Allah için yaptığımız şâhidliği gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz, elbette günahkârlardan oluruz."

Bu istinafı cümle, şahitlerde adaletin şart koşulmasından doğan bir suale cevab mahiyetindedir. Sanki,

"- Pekiyi, şahitlerin dürüstlüğünden şüphe (reyb) edersek ne yapacağız?" diye sorukmuş da şöyle cevab verilmiş:

"-Tahbisûnehuma min ba'di's-salâti — O iki şahidi namazdan sonra alıkoyar siniz."

"Min ba'di's-salâti — namazdan sonra" akrabalardan veya Müslümanlardan, şâhidler bulundurulmasının daha uygun olduğuna delâlet eder. Başkalarından iki şâhid tutulması ise, zaruret hâlinde olur.

Şâhidlerden şüphe edilmesi hâlinde onlara yemin ettirilmesi, yolculuk sırasındaki başka iki şahide münhasır olmayıp kesinlikle ilk iki şahide de şamildir.

Bu namazdan murad, ikindi namazıdır. Âyette namazın vakti belirtilmemiştir; çünkü yemin ettirme vaktinin İkindi namazından sonra olduğu bilinmektedir.

İnsanların toplanma zamanı ikindi namazı sonrasıdır ; gece ile gündüz meleklerinin karşılaşması da bu zamanda gerçekleşir.

Bir de, bütün dinlerin mensubları, bu vakti tazim ederler ve bu vakitte yalan yeminden kaçınırlar. Rivâyete göre Peygamber de, bu vakitte yemin ettirmiştir. Nitekim ileride gelecektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu yemin her hangi bir namazdan sonra yaptırılır. Çünkü namaz, doğru söylemeyi gerektirir ve yalan ile bühtanı nehyeder. Nitekim bir âyette meâlen şöyle buyurulur:

" Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar, " (Ankebût 29/45)

"İıti-rtebtüm / eğer şüphe ederseniz" ifadesi, alıkoyup yemin ettirmenin, şüphe etme (irtiyab) haline mahsus olduğuna dikkat çeker. Bunun anlamı şudur:

Eğer varisler, şâhidlerin hiyanetinden veya terekeden bir şey almalarından şüphe ederlerse, onları alıkoyun ve Allah (celle celâlühü) üzerine yemin ettirin. Onlar da şöyle yemin etsinler:

Kendimiz için Allah'tan (celle celâlühü) bir bedel almayacağız;

O'nun hürmetine dünyalık almayacağız;

O'nun hürmetini yalan yeminle çiğnemeyeceğiz;

Dünya malı için yalan yere Allah (celle celâlühü) üzerine yemin etmeyeceğiz.

"Velev kâne za- kurba / velevki akraba olsun veya akraba da olsa" ifadesi, şâhidlerin, yalan yeminden beri ve münezzeh olduklarını tekid ve mübalağa içindir.

Sahiciler, hem kendileri için hem de akrabaları gözetmek için dahi olsa Allahü teâlâ'nın isminin kudsiyetine bedel bir dünya malı almayacaklarına böylece yemin ederler

"Velev kâne za-kurba / velevki akraba olsun" ifadesi, kendi nefsimiz için mal alma amacına, akrabaları gözetmek için de mal alma amacı ilâve edilse demektir.

Allah için şâhidliği gizlememek, Allahü teâlâ'nın, ikamesini eritir buyurduğu şâhidliği izhar etmektir.

Tâbü âlimlerinden Şa'bî', "şehadete-llah" ifadesindeki "şehadet" kelimesi üzerinde vakfettikten (durduktan) sonra "Allah" şeklinde "A"yi uzatarak okumuştur. Buna göre, yemin harfi hazfedilmiş ve istifham harfi onun yerine geçmiştir. Bu takdirde mânâ:

"Biz, şâhidliği gizlediğimiz takdirde Vallahi günahkârlardan oluruz." şekline girer.

107

"Eğer bu iki şahidin bir günah işledikleri anlaşılırsa, o zaman ölüye daha yakın iki kişi onların yerini alır ve Allah'a şöyle yemin ederler:

"- Andolsun ki bizim sahiciliğimiz, onların şâhidliğinden daha gerçek (ehak)dir ve biz, kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi halde biz, elbette zâlimlerden oluruz."

A- "Eğer bu iki şahidin bir günah işledikleri anlaşılırsa, o zaman ölüye daha yakın iki kişi onların yerini alır ve Allah'a şöyle yemin ederler:"

Eğer iki şahide yemin ettirildikten sonra günakâr oldukları,

tahrif ve ketm (gizleme) gibi günahı mucib bir fiil işledikleri anlaşılırsa,

meselâ, ileride nüzul sebebinde anlatılacağı gibi, şâhidlerin elinde terekeden bir şey görülür ve onlar da o şey üzerinde hak iddia ederlerse,

o zaman o ilk iki şahidin verini haklarına tecavüz ettikleri ölüye daha yafan, şahitliğe ve yemine daha lâyık iki kişi alır.

Bu iki şahidin, ilk iki şahidin yerine kaaim olmalarından maksad, ilk iki şahidin üstlenip de edâ etmedikleri şahadeti edâ değil, fakat onların ellerindeki malla ilgili,

iddialarının yalanlarını ortaya koymak,

gerçeği olduğu gibi izhar etmek,

bu iki şahidi ikindi namazından sonra alıkoymak,

ve yemin ettirmektir.

"Leşehadetüna ehakku min şehadetihirna / Bizim sahiciliğimiz, onların şâhidliğinden daha ehak (gerçek)dır."

İfadesindeki şahadetten murad, yemindir. Nitekim,

" Onların her birinin şahadeti, kendisinin kesinlikle doğru söyleyen (sâdık)lerden olduğuna Allah'a yeminden ibaret dört defa şahadet etmektir." (Nûr 24/6)

âyetinde de şâhidlik, yemin anlamındadır.14 Başka bir deyişle son iki şâhid sanki şöyle diyeceklerdir:

"Andolsun ki, o ilk iki şahidin, ellerindeki mal üzerinde hak sahibi olduklarına dair iddalarının yalan olduğuna ilişkin yeminimiz, doğru ve gerçek bir yemin olmakla beraber onların, gerçek dışı yeminlerinden elbette daha kabule şayandır. Çünkü o ilk şahidin, günah işledikleri ortaya çıkmıştır. Bizim yeminimiz ise, şek ve şübheden münezzehdir."

Şu halde onların yemininde hiç gerçek payı olmadığı halde âyette, tafstii kipi kullanılarak "ehak / daha kabule şayan" denmesi,

onların ellerinde görülen malın sahibi olduklarına dair iddialarında çok küçük de olsa bir doğruluk payı veya ihtimali bulunmasının mümkün olmasındandır.

B- "Ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik."

Bu cümlenin diğer mânâsı şöyledir: Biz o iki şahidin haklarını ibtal ederek kendilerine zulmetmedik.

C- " Aksi halde biz, elbette zâlimlerden oluruz."

Bu, makablini açıklayan bir istinaf cümlesidir.

Yanı eğer biz,

yeminimizde haksızlık edersek,

Allahü teâlâ'nın isminin hürmetini çiğnersek,

kendimizi Allahü teâlâ'nın gazabına ve azabına maruz kılmış oluruz;

yahut hakkı yerine getirmemiş oluruz.

Bu âyet-i kerimenin Hulâsaten mânâsı şudur:

1-Ölüme yaklaşan kimse, yapacağı vasiyet için, akrabalarından veya dindaşlarından iki âdil şâhid bulundurmalıdır.

2-Eğer yolculuk sebebiyle bu vasıfta şâhid bulamazsa, başkalarından iki şâhid temin etmelidir.

3-Eğer şâhidlerin dürüstlüğü hakkında şüphe hasıl olursa, en ağır vakit seçilerek, terekeden ve şahadetten bir şeyi gizlemediklerine dair onlara yemin ettirilmelidir.

4-Eğer bundan sonra onların yalanı ortaya çıkarsa mesela, ellerinde terekeden bir şey görülüp de, onu ölüden aldıklarını iddia ederlerse, o takdirde varisler yemin eder ve onların şahadeti geçerli olur.

Âyette iki şâhidden bahsedilmesi, işaret edilen olayda böyle olmasından dolayıdır. Rivâyete göre Temim b. Evs el-Darî ile Adiyy b. Beddâ ticaret için Şam'a gitmek üzere yola çıktılar. Bu ikisi o zaman Hıristiyan idiler. Yanlarında da Amr b. As'ın kölesi Bedii b. Ebi Meryem bulunuyordu. Bedii, muhacir Müslümanlardan idi. Bunlar nihayet Şam'a varınca Bedii hastalandı ve yanında bulunan bütün mallarını bir kağıda yazdı ve onu eşyasının arasına attı. Fakat bunu iki arkadaşına haber vermedi ve mallarını ailesine teslim etmelerini vasiyet etti. Sonra Bedii öldü. İki arkadaşı, eşyasını karıştırırken altınla süslenmiş üç yüz miskal ağırlığında bir gümüş kap buldular ve onu mallarının içinden çıkarıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi yazıyı buldular ve gümüş kabı kendilerinden istediler. İki yol arkadaşı ise:

"- Biz öyle bir kap bilmiyoruz; bize ettiği vasiyet, bu mallarını size teslim etmemizdır ve onu da yaptık; bizim böyle bir kaptan hiç haberimiz yok." dediler.

Bedii'in ailesi, onları Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) davet ettiler. İşte o zaman:

"Ey iman edenler!.." (Mâide 5/106) âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), İkindi namazından sonra minberinin yanında, onlara, Bedil'in, kendilerine teslim ettiği mallardan hiçbir şeyi saklamadıklarına ve hiyanet etmediklerine dak, Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ettirdi. Onlar da bu şekilde yemin edince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları serbest bıraktı. Sonra o gümüş kap Mekke'de bulundu ve elinde bulunan kişi, onu Temim ile Adiyy'den satın aldığını söyledi.

Diğer bir rivâyete göre ise, aradan uzun bir süre geçtikten sonra Temim ile Adiyy, o gümüş kabı meydana çıkardılar. Nıhayct bunun haberi Benî Sahm'e ulaştı ve onlar da kabı istediler. Fakat Temim ile Adiyy, onu hayatta iken Bedil'den satın aldıklarını söylediler. Benî Selim de onlara:

"- Pek iyi, biz başta size, "Bizim adamımız, mallarından bir şey satmış mıydı?" diye sorduk. Siz de bize:

"Playır!" demiştiniz.

Temim de Adiyy de:

"- Bizim bu satışa dair şahidimiz olmadığı için biz bunu ikrar etmek istemedik." dediler.

Bunun üzerine Benî Selim, davayı Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) götürdüler. İşte o zaman,

" Eğer bu iki şahidin bir günah işledikleri anlaşılırsa..." (Mâide 5/7)

âyeti nazil oldu. Nihayet Amr b. As (ölm.664) ile Muttalib b. Ebi Vedaa İkindi namazından sonra onların yalan söyleyip hiyanet ettiklerine Allah üzerine yemin ettiler. Bunun üzerine Resûlüllah o kabı Amr b. As ile Muttalib'e ve bir rivâyete göre ise, ölünün varislerine verdi.

108

"Bu hüküm, şahadeti gereğince yerine getirmelerine yahut yeminlerinden sonra, yeminlerin varislere çevrilmesinden korkmalarına daha uygundur. Allah'tan sakının ve dinleyin. Allah, fâsık (yoldan çıkmış)lar topluluğuna hidayet etmez."

A- "Bu hüküm, şahadeti gereğince yerine getirmelerine yahut yeminlerinden sonra yeminlerin varislere çevrilmesinden korkmalarına daha uygundur."

Bu istinafı kelâm, zikredilen hükmün, faydaları mucib, hikmet ve maslahat gereği olduğunu beyan eder. Yani tafsilatı geçen hüküm, şahadeti, uhrevî azabtan korkarak tahrif ve hıyanet yapmadan üstlendikleri veçhile yerine getirmelerine daha uygundur.

Gördüğün gibi, zikredilen o ağırlaştırılmış yeminin şer'î hikmeti işte budur.

Yeminin varislere çevrilmesinin şer'î hikmetini beyan eden cümle, makamdan anlaşılan mukadder (var sayılan) bir cümle üzerine atıftır.

Yani tafsilatı geçen hüküm,

şâhidlerin, yalan yere yemin sebebiyle âhiret azabından korkarak şahadeti gereğince yerine getirmelerine daha uygundur;

yahut şâhidlerin huzurunda yeminlerinin ibtal edilerek varislerin yeminlerine göre uygulama yapılması ve bu suretle rezil- rüsvay olmaktan korkarak hiyanetten sakınmalarına daha uygundur.

Artık bu iki korkudan hangisi gerçekleşmiş olursa olsun. Burada amaç, şahadeti gereğince yerine getirmektir.

Diğer bir görüşe göre, bu cümle, şahadeti gereğince yerine getirmek cümlesi üzerine atıftır. Yani tafsilatı geçen hüküm,

şahadeti gereğince yerine getirmeye,

yahut yeminin varislere çevrilmesiyle rezil- rüsvay olmaktan korkarak, şahadetleri mucebince yemin etmemelerine,

ve nihayet yeminden kaçınmakla yalanlarının ortaya çıkmasına daha uygundur.

Bu âyeti:

"Tafsilatı geçen hüküm, iki şeyden birine daha uygun dur. Bunların ikisinden hangisi olsa, maslahat onda olur:

Biri, şahadeti doğru olarak yerine getirmek,

Diğeri de, yalan şahadetten kaçınmaktır" şeklinde tefsir etmek bu makama uygun değildir.

Çünkü bu görüşün, hadise ile hiç bağlantısı yoktur. Bu meselede zorunlu olarak şâhid, cevaba mecburdur. Binaenaleyh yalan şahadetten kaçınmak, kesin olarak doğru şahadeti gerektirir.

Bu görüşe göre, "ikisinden hangisi gerçekleşse, maslahat ondadır" diyebileceğimiz iki şey yoktur ki, ikisinin arasına "ev — yahut" kelimesi girebilsin. Bu, ancak hiyanetle itham edilmeyen şâhidler hakkında olabilir.

B- "Allah'tan sakının ve dinleyin. Allah, fâsık (yoldan çıkmış)lar topluluğuna hidayet etmez."

Allahü teâlâ'nın hükümlerine ve ezcümle bu hükme muhalefet etmekten sakının ve her ne olursa olsun, size verilen emirleri itaat ve kabul ile dinleyin.

Eğer siz sakınmazsanız ve dinlemezseniz, itaatten çıkmış bir topluluk olursunuz ve Allahü teâlâ, itaatten çıkmış topluluğu cennet yoluna, yahut kendileri için faydalı olan yola eriştirmez.

"- Ben onlara ancak Senin bana emrettiklerini söyledim:

"- Benim ve sizin Rabb iniz olan Allah'a kulluk (ibadet) edin."

Ben içlerinde bulunduğum sürece onlara şâhid oldum. Vaktaki Sen beni vefat ettirdin (ondan sonra ) onlara Sen murakıb (denetleyici) oldun. Sen her şeyi hakkıyla gören (müşahede eden)sin."

109

"Allah, bütün Resulleri bir araya topladığı (cem ettiği) gün onlara sorar:

"- Size ne cevap verildi?"

Onlar da şöyle derler:

"- Bizim, hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz bütün gayb (gizlilik)leri bilen (A'llâmü'l-Ğuyûb) Sensin, Sen."

A- "Allah, bütün Resulleri bir araya topladığı gün onlara sorar:"

Bu cümle değişik cihetlerden ele alınmıştır. Şöyle ki:

1-"O gün" anlamına gelen "yevm" kelimesi daha önce geçen "ve-tteku-llâhe / Allah'tan sakının, takva sahibi olun" fiilinin mef'ûlü (tümleci)nün bedeli (izahı)dir.

Allahü teâlâ'nın her şeyin yaratıcısı ve kıyamet gününün yegâne hakimi olması, söz konusu fiil ile bu kelime arasında bulunması gereken münasebet ve bağ için yeterlidir. Ustelik, Allahü teâlâ'ya karşı takva emrinde akla ilk gelen, "sakınılması gereken hangi iş ve hangi fiildir?" sorusudur.

2-Sakınma fiilinin mefûlü olan Allah kelimesinin önünde bir muzaf, yani azab kelimesi mahzûftur. Yani bu, "Allah'ın azabından sakının", demektir. Bu takdirde "o gün " kelimesinin sakınma fiiline zarf olmasında da bir sakınca söz konusu değildir.

3-Burada bir fiil mukadderdir ve bu fiil, geçen "sakının" fiili üzerine atıftır. "Yani o günden çekinin ki... Yahut o günü hatırlayın ki..." anlamını taşır.

O korkunç günü hatırlatmak, insanları takvaya ve ilâhî emirleri icabet ve itaatle karşılamaya icbar eder.

4-Söz konusu "o gün — yevm", geçen "Ve-llâhü lâ yehdî'l-kavmc'z-zâ-limîiı /-" Allah zâlimler kavmini hidayete eriştirmez" fiilinin zarfıdır. Yani o gün Allahü teâlâ, mü'minleri cennet yoluna hidayet ettiği halde onlara etmez.

5-Söz konusu "o gün / yevm", bir muzaf takdir edilerek, daha önce geçen "ve-smeû' / dinleyin" fiilinin mefulü (tümleci) de olabilir. Yani o güne ilişkin haberi dinleyin, demektir.

6-"O gün / yevm" ondan sonra mahzüf olan bir fittin zarfıdır. Bu fiilin mahzûf olması,

A- yapılması gereken açıklamalara ibarenin dar geldiğine delâlet eder;

B- o gün vaki olacak genel âfet ve musibetin korkunçluğunun sınırsız oluğunu bildirir. Sanki şöyle denir:

"O gün, Allah, bütün peygamberleri bir araya toplayacak, öyle korkunç haller ve âfetler olacak ki, sözler, onları anlatmaya yeterli değildir."

Zamir makamında ism-i çektin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve korkunçluğu ağırlaştırmak içindir.

Yalnız Resul (Peygamber)lerin toplanmasından söz edilmesi toplanmanın ümmetler için değil de yalnız Peygamberlere mahsus olduğu anlamında değildir. Bunun aksi nasıl zaten düşünülemez. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle denir:

"O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün herkesin hazır olduğu bir gündür." (Hûd 11/103)

Allahü teâlâ Isrâ (17) sûresinin 71. âyetinde de şöyle buyurur:

"O gün bütün insanları imamları (önderleri) ile birlikte çağıracağız..."

Âyette yalnız Peygamberlerin toplanmasının zikredilmesi,

onların şeref ve asaletini belirtmek,

ümmetlerin onlara tâbi olması nedeniyle ayrıca o hususta bir sarahata gerek olmadığını bildirmek,

ümmetlerin derecelerinin Peygamberlerden aşağı olduğunu, onların Peygamberlerle birlikte zikre layık olmadığını göstermek içindir.

Elbette böyledir. Çünkü Peygamberler, ihtiramla toplanırlar. Ümmetlerinden bazıları ise, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde yüzüstü toplanma mahalline sürüklenirler.

B- "Size ne cevap verildi?"

Allahü teâlâ, Peygamberlerin, görevlendirildikleri tebliği gereğince yaptıklarına işaret buyurmak için onlara böyle diyecektir. Nitekim sualin, ümmetlerin cevabına tahsis edilmesi de, bunu açıkça gösterir. Yoksa Allahü teâlâ'nın, Peygamberlere hitabı,

"Plel belâğtüm risalâtî / Benim risale timi tebliğ ettiniz mi?" şeklinde olurdu. Yani ümmetleriniz tarafından hangi cevap size verildi? Kabul mü, red mi?

Ümmetler kendileri de hazır bulundukları halde sualin Peygamberlere tevcih edilmesi, diri diri toprağa gömüien kıza, onu gömenin huzurunda sual sorulması kabilindendir.

Cevabın ümmetlere isnat edilmeyip "onlar ne cevap verdiler?" gibi bir ifadenin kullanılmaması, onları tahkir, onlara karşı ağır bir öfke ve gazab anlamı taşır.

C- "Onlar da şöyle derler:

"- Bizim hiçbir bilgimiz yok."

Bu istinaf cümlesi, kelâmın siyakından doğan bir sualin cevabıdır. Sanki,

"O zaman peygamberler ne diyecekler? "suali böyle cevaplandirilmistır.

Burada (kaalû / dediler) şeklinde dili geçmiş (mazi)kipinin kullanılması, bunların kesin olarak gerçekieseceğine delâlet eder. Nitekim, A'raf (7) sûresinin

" Cennet ehli, cehennem ehline şöyle nida ettiler (seslendiler)..." 44. ve yine ayni sûrenin,

" A'raf ehli nida ettiler (seslendiler)..." 48. âyeti ve benzerleri de bu kabildendir.

Peygamberlerin "Lâ ti'İm e lena / bizim hiçbir bilgimiz yok" demeleri, keyfiyeti,

- Allahü teâlâ'nın ilmine havale,

- ve O'nun ilminin her şeyi, Peygamberlerin, ümmetlerinden çektikleri sıkıntıları, üzüntü ve kederleri tamamen ihata ettiğini arzetmek içindir.

Ç- "Şüphesiz bütün gizlilik (gayb)leri hakkıyla bilen (A'llâmü'l -Guyûb) Sensin, Sen"

Bu cümle, önceki cümlenin illetidir. Bu,

onların bize verdikleri cevabları,

açığa vurdukları şeyleri,

bizim bilmediğimiz ve onların kalblerinde gizledikleri şeyleri haakkıyle bilen ancak Sensin; demektir.

Peygamberlerin bu sözleri, karşılaştıkları haller ve çektikleri sıkıntılardan bir yakınmadır.

Diğer bir görüşe göre ise bu,

"- Ümmetimizin bizden sonra ne yaptıklarını bilmiyoruz ve hüküm için asıl geçerli olan da, kişinin son halidir."demektir.

Ancak bu görüş reddedlmıştir. Çünkü Peygamberler, ümmetlerinin durumunu sımalarından tanırlar. Onların halleri, Peygamberleri için gizli kalmaz.

İbn Abbâs, Mücaltid ve Süddî (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, Peygamberler, önce çekinirler ve cevabta zühul ederler; ama bir süre düşündükten sonra ümmetleri hakkında şahadette bulunurlar.

Ancak söz konusu illet cümlesi bu görüşe uygun düşmez.

Bir görüşe göre ise, bundan murad, onların rezaletlerini tesbıt etmektir.

110

"Hani Allah, şöyle demişti:

"- Ey Meryem oğlu İsâ! Senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla. Hani seni Ruhül-Kuds ile destekle (teyid et) mis tim; beşikte ve yetişkin (kühûlette) iken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğretmiştim. Hani iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve ona üflüyordun da iznimle o hemen bir kuş oluyordu. Doğuştan kör (ekmeh)ü ve alacak (ebras)yı iydeştiriyordun. Hani ölüleri iznimle hayata çıkarıyordun. Hani İsrâiloğulkırını senden uzak tutmuştum. Kendilerine beyyine (âyet, mucize)ler getirdiğin zaman onlardan kâfir olanlar:

"- Bu, apaçık sihirden başka bir şey değil" demişlerdi."

A- "Hani Allah, şöyle demişti:

"- Ey Meryem oğlu İsâ! Senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla ."

Bundan önce Allahü teâlâ ile Peygamberler arsında cereyan edenler icmalen beyan edilmişti. Şimdi burada, İsâ (aleyhisselâm) ile Allahü teâlâ arasındaki ilişkiler anlatılıyor. Tâ ki bu, diğer Peygamberlerin hallerine tafsilâtlı bir misâl olsun.

Tafsilatlı beyan için, bütün Peygamberlerin içinden İsa'nın (aleyhisselâm) seçilmesi,

onun halinin, son derece hayret verici ve ilgi çekici,

Peygamberleri yalanlayanların durumlarının da gerçekten kötü olduğuna delâlet eder.

Bundan başka, İsa'nın hali, bu sûrede cinayetleri teşhir edilen Ehl-ı Kitab her iki fırkayı da ilgilendirir. Onun halinin açıklığa kavuşturulması,

onlar için daha ağır, daha sarsıcı;

onları azgınlık ve inatlarından döndürmek için daha etkili olur.

Onların pişmanlığını daha çok celbeder.

Burada da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, daha önce geçtiği gibi mehabeti arttırmak içindir.

İsa'ya sayılan nimetlerin haürlatılmasından murad, İsa'yı onların şükrü ile mükellef kılmak değildir. Zaten teklif zamanı çoktan geçmiştir. Kaldı kı İsâ (aleyhisselâm), daha işin başında uhdesindeki şükrü pek mükemmel olarak ifa etmişti. Fakat bundan murad, İsa'ya (aleyhisselâm), sahiciler huzurunda, bunları önemsediğini ve bunlardan haz duyduğunu söyletmek ve bu nimetleri Allahü teâlâ'nın beyan buyurduğu veçhile sayılırmaktır.

Bunların Kur’ân'da zikredilmesindeki amaç,

olayların Kur’ânin bildirdiği şekliyle cereyan ettiğini anlatmak,

İsâ (aleyhisselâm) hakında ifrat ve tefrite düşen kâfirler için uyarıcı ve caydırıcı olmak ve her iki fırkanın iddialarım çürütmektir.

B- "Hani seni Ruhü'l-Kuds ile destekle (teyid et:)miştim."

Yani,

seni hücceti tesbit için Cebrâîl ile desteklemiştim;

yahut seni dinin veya ölülerin veya nefislerin kendisiyle hayat bulduğu kelâm ile desteklemiştim.

O kelâma mukaddes denmesi, günahlardan temizlenme sebebi olmasıdır.

Rivâyete göre, ruhların hakikatleri çeşitlidir:

bazı ruhlar temiz ve nuranî,

bazı ruhlar habis ve zulmanîdir;

bazı ruhlar aydınlık,

bazı ruhlar bulanıktır;

bazı ruhlar hürdür;

bazı ruhlar hakirdir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in ruhu, temiz, aydınlık, nuranî ve ulvî idi.

Âyette ruhtan hangi mânâ murad edilirse edilsin, bu ruh, İsâ ile annesine büyük bir ilâhî nimettir.

C- "Beşikte ve yetişkin (kühûlette) iken insanlarla konuşuyordun."

Bu istinaf cümlesi, İsa'nın (aleyhisselâm) nasıl desteklendiğini bildirir.

İsa'nın yetişkin iken konuşması bir mucize olmadığı halde bahse konu edilmesi, onun her iki haldeki konuşmasının,

ayni tertib ve düzen üzere (a'lâ nesak -li vahid),

mükemmel bir akıl (kemak'l-akl),

sağlam bir re'y ve tedbir,

ve garib bir üslub ile sadır olduğunu beyan etmek içindir.

İsa'nın gökten ineceğini iddia edenler, bu âyeti delil gösterirler. Çünkü İsâ (aleyhisselâm), erginlik (külıûlet) yaşma gelmeden önce göğe yükseltilmiştir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"İsâ (aleyhisselâm) otuz yaşında iken Allahü teâlâ ona Peygamberlik vermiş; Peygamber olarak otuz ay dünyada kalmış; sonra göğe ref edilmiştir."

Ç- "Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrat'ı ve İncü'i öğretmiştim."

Bu cümle, daha önce geçen "Hani seni Rûhü'l-kuds ile desteklemiştim" cümlesine atıftır.

Burada kitab ve hikmetten murat, kitab ve hikmet cinsidir. Buna göre, Tevrat ile İncil de, kitab ve hikmet kapsamı içinde olduğuna göre ayrıca zikredilmeleri, onların şerefini göstermek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada kitabtan murad, okuyup yazmaktır. Hikmetten murad da, muhkem ve doğru kelâmdır.

D- "Hani iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve ona üflüyordun da iznimle o hemen bir kuş oluyordu."

Burada "halk / yaratma", sebeblere başvurma anlamındadır. Yaratmak hakikatte Allahü teâlâ'ya aittir. Fakat sebeplere baş vurulması halinde bunun İsa'nın (aleyhisselâm) eliyle ortaya çıkması da elbette mümkündür. Nitekim "Fetenfühu fîha fetekûnu tayran bi-iznî / ona üflüyordun da iznimle o hemen bir kuş oluyordu" ifadesi de bunu bildirir.

Âyette kuşun tekevvünü ifadesinde de "Bi-iznî / Benim iznimle"nin tekrar edilmesi, gerek tasvirin, gerekse üflemenin ayrı ayrı birer büyük ve harika iş olup ancak Alalı teâlâ'nın izniyle gerçekleşebileceklerine dikkat çekmek içindir.

E- "Doğuştan kör (ekmeh)ü ve alacalı (ebras)yı iznimle iyileştiriyordun."

Bu cümle, "Benim iznimle çamurdan kuş suretini yaratıyordun" cümlesine atıftır.

F- "Hanı ölüleri iznimle hayata çıkarıyordun."

Bu cümle de, "Ve iz tahlûku / hani yapıyordun (yaratıyordun)" cümlesine atıftır.

Bu cümlenin başında "iz /hani" kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü ölüleri,

- özellikle çürüdükten sonra mezarlarından çıkarıp hayata döndürmek, hatırlatilmaya lâyık pek açık bir mucize ve büyük bir nimettir.

Bir görüşe göre, İsâ (aleyhisselâm), Nûh Peygamber (aleyhisselâm) in oğlu Sami, iki adamı, bir kadını ve bir cariyeyi mezarlarından kaldırıp hayata döndürdü.

Bu âyetin dört yerinde "Bi-iznî / Benim iznimle" ifadesinin tekrar edilmesi, hakkın tesbitine önem verildiği içindir. Çünkü o harikalar, İsâ (aleyhisselâm) tarafından yaratılmış değildir. Fakat Allahü teâlâ, o mucizeleri ona tahsis ettiği bir nimet olarak onun eliyle göstermiştir.

Âl-i İmrân sûresinde iki kere zikredilmesi, oranın haber verme makamı olmasındandır.

Burası ise nimetlerin tadadı makamıdır.

G- "Hani İsrâiloğullarını senden uzak tutmuştum."

Bu cümle, "Ve iz tuhricu'l-mevtâ bi-iznî / Hani ölüleri iznimle hayata çıkarıyordun" cümlesine atıftır. Yani sana suikast düzenlemek isteyen Yahudileri sana dokunmaktan engellemiştim.

Ğ- "Kendilerine beyyine (âyet, mûcize)ler getirdiğin zaman"

Yedikleri ve evlerinde sakladıkları yiyecekleri haber vermek ve benzeri apaçık mucizeleri kendilerine getirdiğin zaman,

H- "Onlardan kâfir olanlar:

"- Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değil." demişlerdi."

İşte onların bu sözleri, onların, İsa'ya (aleyhisselâm) suikast düzenlemek girişiminde bulunduklarına delalet eder. Bu da, onların engellenmesini gerektirir. Yani,

"- Sen onlara apaçık mucizeleri getirdiğin zaman onlar böyle söyleyince, Ben de onları senden uzaklaştırdım."

111

"Hani havarilere şunu vahyetmiştim:

"- Bana ve Resulüme iman edin."

Şöyle demişlerdi:

İman ettik; şâhid ol, biz gerçekten Müslümanlarız."

A- "Hani havarilere şunu vahyetmiştim:"

Bu cümle de, daha önce hatırlanması emredilen nimetlerle ilgili cümlelere atıftır. Bu cümle ile ifade edilen,

Ruhüi-Kuds ile desteklemek,

kitab ve hikmeti öğretmek ve diğer harikalar gibi,

fakat onlardan farklı ve son derece güzel vahiy nimetidir. Bu cihetten hatırlanması emredilmiştir.

Allahü teâlâ'nın havarilere vahyetmesi, İncil'de İsa'nın (aleyhisselâm) lisanıyle onlara emretmesi demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu vahiy, Allahü teâlâ'nın onlara ilham etmesi demektir. Nitekim,

"Mûsa'nın annesine şöyle vahyettik: - onu emzir." (Kasas 28/7) âyetinde de bu anlamdadır.

B- "Bana ve Resulüme iman edin."

Bu cümle, vahyedileni tefsir eder. İsa'nın (aleyhisselâm) Resul unvaniyle zikredilmesi, ona iman edilmesinin keyfiyetine dikkat çekmek içindir. Yani İlâh ve Rab olarak yalnız Bana ve Resulümün de risâletine iman edin. Onu makamından aşağı da indirmeyin, yukarı da çıkartmayın.

C- "Şöyle demişlerdi:

"- İman ettik; şâhid ol, biz gerçekten Müslümanlarız."

Bu cümle, kelâmın siyakından doğan bir suale cevap mahiyetindedir. Sanki,

"- Kendilerine öyle vahyedilince, onlar ne dediler?" denmiş de onlar da:

"- Biz inandık, iman ettik; Sen şâhid ol ; biz gerçekten samimiyiz." demişlerdir.

İsâ (aleyhisselâm) ya lütfedilen diğer nimetler gibi bu da büyük bir nimettir. Bütün bunlar, İsa'nın (aleyhisselâm) validesi için de nimettir.

Rivâyete göre, İsâ (aleyhisselâm), bu büyük nimetler kendisine hatırlatılınca,

kıldan elbiseler giymeye,

ağaç kabuklarından yemeye,

hiç yiyecek saklamamaya başladı. O:

"- Her günün rızkı var" derdi.

Onun harab olacak evi, ölecek çocuğu yoktu. O, nerede akşam olursa orada yatardı.

112

"Hani havariler demişlerdi ki:

"- Ey Meryem oğlu îsa, Rabb'ın bize gökten bir sofra (mâide) indirebilir mi?"

O da şöyle dedi:

"- Allah'tan sakının (ittika edin, takva sahibi olun, sorumluluk bilinci taşıyın). Eğer gerçekten mü'minlerseniz.."

A- "Hani havariler demişlerdi ki:

"- Ey Meryem oğlu İsâ, Rabbin bize gökten bir sofra (mâide) indirebilir mi."

Bu istinafı kelam, İsâ ile kavmi arasında cereyan eden bazı olayları beyan eder. Bu kelâm, makabline bağlı değildir. Nitekim zamir makamında "havariler" kelimesinin zahir olarak zikredilmesi de, bunu teyid eder.

1-"İz / hani, hatırla o zamanı ki" kelimesi, geçmiş hitabı renklendirmek (değiştirmek) içindir ve iltifat yoluyle Peygamberde hitab eden gizli bir fiilin zarfıdır. Sanki burada havarilerin, İsa'ya (aleyhisselâm) lütfedilen nimetlerle sözleri hikâye edildikten sonra Peygamberimizde hitaben:

"- Havarîlerin o sözleri söyledikleri vakti insanlara hatırlat!" buyrulmuştur.

2-

Diğer bir görüşe göre ise "iz" kelimesi, daha önce geçen "Kaalû / şöyle demişlerdi (5/11)" fiilinin zarfıdır.

Bu, havarilerin iman ve İhlas iddialarının, tahkik ve yakın den ileri gelmediğine dikkat çekmek içindir.

3-İsâ (aleyhisselâm) dan, gökten bir sofranın indirilmesini isteyen havarilerin, o zaman henüz muinin olup olmadıkları konusunda müfessirler arasında ihtilâf vardır. Şöyle ki:

Bazılarına göre, onlar o zaman, henüz kâfir idiler ve sözlerinden de anlaşıldığı gibi Allahü teâlâ'nın kudreti ve İsa'nın (aleyhisselâm) doğruluğu hakkında şüphe içinde bulunuyorlardı ve iddia ettikleri iman ve ıhlas konusunda yalan söylüyorlardı.

-Bazılarına göre, havariler, o zaman da mü'min idiler. Sualleri, şüpheyi gidermek için değil, fakat kalben mutmain olmak ve imanlarım daha da sabitleştirmek içindi.

4-"Hel yestetıîu' / İndirebilir mi?", bir şeyin kendisini değil de, lâzımını ifade etmek kabilinden bir sual olup kudretle ilgili değil, fiil ile ilgilidir.(Yanı indirebilir mi, değil indirir mi? demektir)

Burada "istitaat / yapabilme",

Bazılarına göre kudretin gereği olarak değil, fakat hikmet ve iradenin gereği olarak yapabilmek, demektir.

Bazılarına göre ise, itaat anlamında olup "Rabbin, sana icabet eder mi?" demektir.

Bir kırâete göre, "yestatıîu' Rabbuke" ifadesi, "testatıîu' Rabbeke" şektinde de okunmuştur. "Sen, bir engelle karşılaşmadan Rabb'ına sorabilir misin?" demektir. Bu, Ali, Âişe (radıyallahü anha), İbn Abbâs (radıyallahü anh), Said b. Cübeyr (radıyallahü anh) ve diğer bazılarının (radıyallahü anh) kıraetidir.

Âyette geçen (ve sûreye de isim olan) mâide, üzerinde yemek bulunan sofradır.

B- "O da şöyle dedi:

"- Allah'tan sakıtım (ittika edin, takva sahibi olun, sorumluluk bilinci taşıyın). Eğer gerçekten mü'minlerseniz."

Bu cümle istinafı olup makablinden doğan,

"- Onlar bunu söyleyince İsâ (aleyhisselâm), onlara ne dedi?" sorusunun cevabıdır. Şöyle ki:

"- Eğer siz, Allahü teâlâ'nın kudretinin sonsuzluğuna ve benim rısaleürnin doğruluğuna iman ediyorsanız yahut eğer siz, iman ve İslâm iddianızda sâdıklarsanız, bu gibi soruları sormaktan korkar, sakınırsınız. Çünkü iman ve sadakat, takvayı ve bu gibi taleblerden kaçınmayı gerektirir."

Diğer bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ, onlara takvayı emretti ki istenen şeyin husulüne vesile olsun. Nitekim,

" Kim Allah'tan sakınırsa Allah, ona bir kurtuluş yolu sağlar." (Talak 65/2)

ile

" Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın." (Mâide 5/35) âyetlerinde de bu hakikat anlatılır.

113

"Havariler:

"- İstiyoruz ki ondan yiyelim de kalblerimiz mutmain olsun ve senin sıdkını (doğru söylediğini) vakiin en bilelim ve şâhidlik edenlerden olalım" demişlerdi."

Bu cümle de, geçen cümle gibi istinafîdir. Havariler, bu sözleri ile, kendilerini bunu istemek zorunda bırakan özrü açıklamış oluyorlar. Ve sanki bazı farklarla şöyle demek istiyorlar:

1-"Biz bunu, Allahü teâlâ'nın bu sofrayı indirmeye muktedir veya senin risaletinin doğru olup olmadığı yolundald şüphemizi gidermek için istemiyoruz ki bizim imanımıza ve takvamıza halel getirsin. Biz, bereket vesilesi olarak bu sofradan yemek istiyoruz."

2-"Biz, ihtiyacımızı gidermek ve maddeten faydalanmak için yemek istiyoruz."

3- "Biz daha önce Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretine iman etmiş bulunuyoruz fakat, kalplerimizin mutmain olmasını istiyoruz. Çünkü müşahede bilgisiyle, istidlali bilginin birleşmesi, itmi'nan ve yakiin sağlar."

Böylece senin Peygamberlik davasındaki doğruluğunu kesinlikle bilmiş oluruz. Allahü teâlâ da bizim duamızı kabul eder. Biz sofrayı gözleriyle gören ve ondan yiyen şahitler oluruz. Bizim şahadetimizle, o sofrada hazır bulunmayan fakat inanan İsrâiloğullarının da itminan ve vaktini artar. Kâfir olanlar da bu sebeble iman eder. Biz haberi duyanlardan değil de, gözleri ile görenlerden olalım, istiyoruz."

114

"Meryem oğlu İsâ da şöyle dua etti:

"- Allah'ım, ey Rabb'ımız! Gökten bize bir sofra (mâide) indir ki o, önce ve sonra gelenlerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet (delil, belge, mucize) olsun. Bizi rızıldandır; Sen rızıklandıranların en hayırlısısın."

A- "Meryem oğlu İsâ da şöyle dua etti:

"- Allah'ım (Allahümme), ey Rabb'ımız (rabbena)! Gökten bize bir sofra (mâide) indir ki..."

İsâ (aleyhisselâm), havarilerin, bu isteklerinde iyi niyetli olduklarını ve bu isteklerinden vazgeçmediklerini görünce, hemen öyle bir sofranın indirilmesini niyaz etti ve onları hüccetle tam anlamı ile ilzam etmek istedi.

Rivâyete göre, İsâ (aleyhisselâm), niyazdan önce yıkandı; kıl abasını giydi; iki rek'at namaz kıldı; sonra başını önüne eğdi; gözünü kapadı; sonra da:

"- Allah'ım! Rabbimiz!.." diye niyaz etmeye başladı.

İsâ görüldüğü gibi niyazının başında Allahü teâlâ'ya iki kere nida eder:

Birincisinde bütün kemalâtı kapsayan ülûhiyet vasfiyle.

İkincisinde de terbiye ifade eden rubûbiyet vas fiyle.

Bu iki nidadan amaç, tevazu içinde olmak ve yakarışta mübalağa etmektir.

B- "... O bizim evvelimiz ve âh lirimiz (önce ve sonra gelenlerimiz) için bir bayram ve Senden bir âyet (delil, belge, mucize) olsun."

Mâidenın indiği gün, insanların yücelteceği bir bayram olacaktır. Bu vasıf, mâideye isnad edilmiştir. Çünkü o günün şerefi, mâıdeden kaynaklanmaktadır.

Bu âyetie ilgili değişik rivâyetler vardır:

1-Bu sofra, pazar günü inmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Hıristiyanlar, o günü bayram yapmışlardır.

2-Âyetteki evvelimiz, reisler; âhirimiz de, onlara tâbi olanlar demektir.

3-Bizim evvelimiz de, âhirimiz de ondan yesin; demektir.

4-Bir kırâete göre "evvelimi ve âhıirina" kelimeleri "ülânâ ve uhrânâ" seldin de de okunmuştur kı bunlar ümmet ve taife mânâsındadır.

5-Bu sofranın âyet olması, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretine ve İsa'nın (aleyhisselâm) peygamberhğinin doğruluğuna delâlet eder.

C- "Bizi rızıldandır; Sen rızıklandıranlatan en hayırlısısın."

Bizi o sofra ile yahut ona şükretmekle rızıldandır.

İkinci cümle, makabli için illet yerine geçen bir zeyl mahiyetindedir.

Allahü teâlâ, rızık verenlerin en hayırlısidır; bütün rızıkları yaratan ve karşılıksız veren O'dur

İsâ (aleyhisselâm) nin duaya,

- sual edenlerin aklına bile gelmeyen bir yalvarış ve yakarışla,

- icabet ve kabule sebep olan nidayı tekrar ederek başlaması.

- talebte bulunanların imanlarına,

- taleplerinin de, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) sözleri (Bakara 2/260) gibi itmi'nan-ı kalb için olduğuna delâlet eder.

115

"Allah da şöyle buyurdu:

"- Şüphesiz Ben onu size indireceğim. Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse âlemlerde hiç kimseye etmediğim kadar ona azab edece-ğım."

A- "Allah da şöyle buyurdu:

"- Şüphesiz Ben onu size indireceğim."

Bu cümle de bir istinaf cümlesidir.

İsâ (aleyhisselâm), sofranın indirilmesini niyaz ederken inzal fiilini kullandığı halde Allahü teâlâ icabetini belirtirken ziyade ifade eden tenzil fiilini kullanmıştır. Bu ilâhî lütuf ve ihsanın kemâlini göstermek içindir. En'âm (6) sûresinin 63 ve 64. âyetlerinde de bu üslûb kullanılır. (Orada da kurtarmak anlamında incâ fiilinden sonra aynı mânânın çokluğunu belirten tencıye fiili kullanılmıştır.)

İlâhî icabet ifade eden mezkûr cümlenin başında tahkik (İnnî / Şüphesiz Ben) kelimesinin bulunması ve ondan sonra isim kipi "münezzilü'lıün kullanılması,

ilâhî va'dın kesinliğini,

onun mutlaka gerçekleşeceğini,

hiçbk şeyin ona engel olamayacağını ve bunun devam edeceğini bildirir. Yani Ben size o sofrayı çok kere indireceğim, demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyette kullanılan inzal ve tenzil aynı mânâdadır.

B- "Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse âlemlerde hiç kimseye etmediğim kadar ona azab edeceğim."

O sofranın indirilmesinden sonra sizden kim inkâr ederse, ona bütün zamanlarda dünya insanlarından, hiç kimseye etmediğim bir azab ile azab edeceğim.

Bir görüşe göre, onlar bu ağır va'dı duyunca, bazılarının küfre düşmesinden korktular; sonra bundan affedilmelerini talep edip "Biz, o sofrayı istemiyoruz" dediler. Böylece sofra inmedi. Mücâhid ile Hasen, bu görüştedir.

Ancak sahih olan bu ümmetin cumhûrunun ve meşhurlarının görüşüne göre, o sofra inmiştir.

Rivâyete göre, İsâ duayı yaptı ve Allahü teâlâ da duayı kabul etti. Bir de baktılar ki., kızıl bir sofra, biri üstünde, diğeri de altında olmak üzere iki bulut arasında iniyor; nihayet onların bakışları arasında sofra önlerine indi. Bu sırada İsâ (aleyhisselâm) ağlamaya başladı ve:

"- Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle! Allah'ım! Bu sofrayı âlemlere rahmet eyle; onu azab ve işkence eyleme!" dedi.

Sonra kalkti; abdest aldı; namaz kıldı ve ağlamaya başladı. Sonra: " Rızık verenlerin en hayırlısı Allah'ın ismiyle!.." diyerek sofranın üstündeki örtüyü kaldırdı. Bir de ne görsünler, kızartılmış bir balık; pulları yok; kılçıkları yok; yağı akıyor. Bas tarafının yanında tuz ve kuyruk tarafının yanında da sirke var. Çevresinde de pırasadan başka her çeşit bakliyat var. Sofrada ayrıca beş tane pide var. Bir pidenin üstünde zeytin var; birinin üstünde bal var; birinin üstünde yağ var; birinin üstünde peynir var; beşincısinin üstünde de pastırma var.

O zaman. Havarilerin başı Şem'ûn dedi ki:

"- Ey Ruhallah (İsâ)! Bunlar dünya yemekleri mi, ahiret yemekleri mi?" İsâ (aleyhisselâm):

"- Bu yemekler, ikisinden de değildir; fakat Allahü teâlâ'nın, yüce kudretiyle yarattığı bir şeydir. İşte istediklerinizi yeyin ve şükredin; Allah size inayet edecek ve size olan lütfunu arttıracaktır."

Havarîler:

"- Ya Ruhallah! Bu mucizenin içinden başka bir mucize de göstersen..." dediler.

İsâ (aleyhisselâm):

"- Ey balık! Allah'ın izniyle hayata dön!" dedi. Hemen balık, kıpırdamaya başladı. Sonra İsâ ona:

Eski haline dön!" dedi ve balık da, kızartılmış haline döndü. Sonra sofra (mâide) göğe doğru uçmaya başladı.

Bu mucizeyi görenlerden bazıları sonra yine isyan ettiler; sonunda onlar maymunlar ve domuzlar şekline döndürüldüler.

Bir görüşe göre, bu sofra kırk gün müddetle zaman zaman (veya gün aşırı) inmeye devam etti. İndiği zaman fakirler, zenginler, küçükler, büyükler başına toplanıp yiyorlardı ve nihayet öğleden sonra onların bakışları altında göğe uçuyordu. Ve o sofradan hangi fakir yemişse, ömrü boyunca zengin yaşadı ve ondan yiyen her hasta, şifa buldu ve bir daha hiç hastalanmadı.

Sonra Allahü teâlâ, İsa'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyetti:

Benim mâidemi (soframı) fakirlere ve hastalara tahsis et; zenginler ve sağlıklılar ondan faydalanmasın!"

Fakat bazıları bu emre karşı geldiler. Sonunda kimileri, domuzlar şeklinde mesholdular. Bunlar yollarda ve çöplüklerde dolaşıyor ve bahçelerdeki pislikleri yiyorlardı. İnsanlar bunların hâlini görünce, dehşete kapılıp İsa'ya sığındılar ve mesholanların haline ağladılar. O domuzlar da, İsa'yı (aleyhisselâm) görünce ağlayıp etrafında dönmeye başlıyorlardı. İsâ onları tek tek isimleri ile çağırıyordu onlar da ağlıyor ve konuşamadıkları için başları ile işaret ediyorlardı. Bunlar üç gün yaşadıktan sonra helâk oldular.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyet olunduğuna göre, İsâ (aleyhisselâm), onlara:

Önce üç gün oruç tutun; sonra dilediğinizi Allah'tan isteyin; size verecektir." Onlar da üç gün oruç tuttular. Nihayet orucu tamamladıklarında:

"- Biz bir şahıs için çalışmış olsaydık, işi bitirdiğimizde o şahıs, mutlaka bize yemek yedirirdi." dediler ve Allahü teâlâ'dan mâide istediler. Bunun üzerine melekler, bir sofra ile beraber onlara doğru yöneldiler. Melekler, o sofranın üstünde yedi pide ve yedi büyük balık taşıyorlardı. Nihayet sofrayı getirip önlerine koydular. Böylece ilk yemeye başlayanlar da, sonra gelenler de, doya doya yediler.

Kâ'bü'l Ahbar diyor ki:

"- Bu mucizevî sofra, baş aşağı olarak gökten indi. Melekler, yer ile gök arasında onu taşıyorlardı. Sofrada etten başka her türlü yemek vardı."

Katâde diyor ki:

Sofrada cennet meyvelerinden bir meyve de bulunuyordu."

Atıyye el- Avfi, diyor kı:

Gökten bir balık indi; bu balık etinde her yemeğin tadı vardı." Kelbi ile Mukatil de diyorlar ki:

"- Gökten bir balık ile yedi pide indi ve insanlar, Allah'ın dilediği kadar yediler. Sayıları binden fazlaydı."

Bu sofradan yiyen insanlar, nihayet köylerine, kasabalarına dönüp bu haberi yayınca, bunu gözleriyle görmeyenler, gülmeye başladılar ve:

"- Yazıklar olsun size! Adam sizin gözlerinizi büyülemiş" dediler.

Bu olaydan sonra Allahü teâlâ,

hakkında hayır dilediği kimseleri basiret üzerinde sabit kıldı;

fitneye düşmesini dilediği kimseler ise, eski küfürlerine döndüler;

sonra da domuz sekline dönüştürüldüler;

ve üç gün sonra helâk oldular.

Domuz şekline dönüştürülen bu insanlar, ondan sonra cinsel ilişkide bulunmadılar; yemediler ve içmediler.

116

"Hani Allah, şöyle demişti:

"- Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin dedin?"

İsâ da dedi kı:

"- Sen Sübhansin (Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim; benim için hakk (gerçek) olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söylemışsem muhakkak ki Sen onu bilirsin. Sen benim nefsimde olanları bilirsin, fakat ben Senin Zâtında olanları bilemem. Şüphesiz ki bütün gayb (gizlilik)leri bilen (A'llâmü'l-Guyûb) Sensin, Sen."

A- "Hani Allah, şöyle demişti:

"- Ey Meryem oğlu İsâ ! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin dedin ?"

Bu cümle, "Hani havariler demişlerdi ki, ." (5/112) âyetine atıftır. Bunun anlamı şudur:

"- Ey Resûlüm Muhammed! Allahü teâlâ'nın, kıyamet günü kâfirleri kınamak ve ilzam etmek için onlara bunu söyleyeceğini;

İsa'nın (aleyhisselâm) da şâhidler huzurunda hem kendi kulluğunu hem de onlara Akah'a kulluk etmelerini söylediğini ikrar edeceği vakti hatırlat."

Burada da geçmiş zaman fiil kipinin kullanılması, " demişti" buyrulması, daha önce de belirtildiği gibi, bunun kesin olarak gerçekleşeceğine delâlet eder.

Burada murad,

"Bu söz kesin olarak söylenmiştir; istifham ise, söyleyenin tayini içindir." hükmü değildir. Oysa,

"Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?" (Enbiyâ 21/62) gibi benzeri âyetlerde istifham, failin tayini içindir.

Fakat burada kesin olan, onların, İsâ ile anasını ilâh edindikleridir.

İstifham ise bunun,

-İsa'nın (aleyhisselâm) emriyle mi,

-yoksa kendi nefislerinden mi olduğunu tayin içindir. Nitekim,

" Şu kullarımı sız mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?" (Furkan 25/17) âyeti de bu kabildendir.

"Min dûni-llâhi / Allah'tan başka" ifadesinden murad, İsâ ile annesini Allahü teâlâ'ya ortak kılmak suretiyle ilâh edinmektir. Nitekim,

" İnsanlardan kimileri Allah'tan başka şeyleri O'na emsal (endad) edinirler" (Bakara 2/165)

" Onlar Allah'tan başka, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyen şeylere tapıyorlar ve:

"- Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerımızidır" diyorlar.

(Resûlüm) de ki:

"- Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından münezzehtir (Yûnus 10/18) âyetlerindeki istifham bu kabildendir. Kınama, azarlama, ilzam ancak Isâ ile annesini Allah'a eş koşmak suretiyle ilâh edinme halinde gerçekleşebilir.

Bazı müfessirler Hıristiyanların, İsâ ile annesini Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmak suretiyle değil, fakat müstakil olarak ilâh edindiklerini vehmetmışlerdir. Bu görüşü savunanlar, sonra şöyle özür beyan ettiler: Hıristiyanların inancına göre, İsâ ile Meryem eliyle gösterilen mucizeleri Allahü teâlâ yaratmadı, ikisi yarattılar. Bu itibarla Hıristiyanların, bazı konularda o ikisini müstakil tanrılar edindikleri ve o hususlarda Allah’ı tanrı olarak bilmedikleri doğrudur.

Bu vehme kapılanlar, haktan merhalelerce uzak düşmüşlerdir. Bazıları da demişlerdir ki:

"- Allah'a (celle celâlühü) ibâdetin yanında, başkasına da ibâdet olduğu zaman, o ibâdet yok hükmündedir. Bınaealeyh hem Allah'a (celle celâlühü), hem de İsâ ile annesine ibâdet eden kimse, Allahü teâlâ'ya değil yalnız onlara ibâdet etmiş sayılır."

Bu görüşü savunanlar da, bundan öncekiler gibi gerçekten gaflete düşmüş ve ilgisiz mânâ ile meşgul olmuşlardır. Çünkü Hıristiyanlar, inançlarının bir çeşit tevili ile değil, fakat sarahatle inanıp ikrar ettikleri şey sebebiyle kınanmışlardır.

Burada ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, İsa'ya (aleyhisselâm) isnad edilen sözler meyanında olduğu içindir.

B- "İsâ da dedi ki (Kaale): "- Sen Sübhansm (Sübhaneke)"

Bu istinaf cümlesi, kelâmın başından doğan

"-- O zaman İsâ (aleyhisselâm) ne diyecek?" şeklindeki bir suale cevab mahiyetindedir. Sanki o suale böyle cevab verilmiştir.

Burada da, geçmiş fiil kipinin kullanılması (dedi), daha önce belirtilen sebepten dolayıdır.

"Sübhaneke" kelimesi, tesbihin adıdır. Bunun mastarı olduğu fiil, kendisiyle beraber hiç zikredilmez. Bu kelimenin, tenzih mânâsını bir çok cihetten mübalağalı (kuvvetli) olarak ifade ettiği gayet açıktır. Şöyle ki:

1- Bu kelime, yeryüzünde gitmek ve uzaklaşmak anlamında "sebh" kökünden gelir.

2-Tef'il (tesbih) babındandır.

3-Mastardan, tesbihin özel adı haline dönüşmüştür

4-Mastar ile fiilin yerine geçmiştir. Yani şu anlamı kazanmıştır:

"- Ben Senin hakkında böyle demekden, - yahut Senin hakkında böyle söylenmesinden, Seni layıkı veçhile tenzih ederim.

Burada "ülûhiyette ortağın olmasından" ifadesini takdir etmeye ise, nazm-i kerimin siyak ve sibakı müsait değildir.

C- "Benim için hakk (gerçek) olmayanı söylemek bana yakışmaz."

Bu istinaf cümlesi, Allah'ı (celle celâlühü) tenzihi ve neden tenzih edildiğini açıklar.

Ç- "Eğer ben onu söylemişsem muhakkak ki Sen onu bilirsin."

Bu istinaf cümlesi de, mezkûr sözlerin İsâ (aleyhisselâm) dan sadır olmadığını istidlali yoldan beyan eder. Çünkü bunların İsâ (aleyhisselâm) dan sadır olması, Allahü teâlâ'nın bunu kesin olarak bilmesini gerektirir. Allahü teâlâ'nın bilgisi olmadığına göre, bu kesin olarak İsâ (aleyhisselâm) dan sadır olmamıştır. Zira lâzımın olmaması, melzûmun olmamasını zorunlu kılar.

D- "Sen, benim nefsimde olanları bilirsin, "

Bu cümle, makabli için sebep yerine geçen bir istinaftır. Bunun anlamı şudur:

"- Sen, benim içimde gizlediklerimi bildiğine göre açığa vurduklarımı elbette bilirsin."

E- "Fakat ben Senin zâtında olanları bilemem."

İsa'nın (aleyhisselâm) bu sözü, gerçeği açıklar ve noksanı gösterir. Yani,

"- Ben, Senin gizlediğin bilgileri bilemem."

Burada Allahü teâlâ hakkında "nefs" kelimesinin kullanılması, İsâ (aleyhisselâm) hakkında kullanılan nefs ile benzerlik hasıl olması içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ hakkında kullanılan "nefs"ten murad, Allah'ın (celle celâlühü) zâtıdır.

Bilgilerin nefse nisbeti, nefse ilişkin bilginin de dahil olduğu bütün sıfatların mercii olmasındandır.

F- "Şüphesiz bütün gayb (gizlilik)leri bilen (A'llâmü'l-guyûb) Sensin, Sen."

Bu cümle, hem ifade, hem de mefhûm olarak, geçen iki cümlenin illet ve sebebidir.

117

"Ben onlara ancak Senin bana emrettiklerini söyledim:

"- Benim ve sizin Rabbinız olan Allah'a kulluk (ibadet) edin."

Ben içlerinde bulunduğum sürece onlara şâhid oldum. Vaktaki Sen, beni vefat ettirdin (ondan sonra) onlara Sen murakıb (denetleyici) oldun. Sen her şeyi hakkıyla gören (müşahede eden)sin."

A- "Ben onlara ancak Senin bana emrettiklerini söyledim."

Bu istinaf cümlesi, İsa'nın (aleyhisselâm) neler söylediğini belirtir. Bu ifade, o sözlerin onun tarafından söylenmediğini en beliğ bir şekilde açıklar. Onun söyledikleri meâlen şudur:

"Ya Rabbi! Sen bana ne emretmişsen, ben de onlara onu emrettim." Âyette emir yerine söylemek fiilinin kullanılması, edebe uymak ve sualdeki ifadeyi gözetmek içindir.

B- "Benim ve sizin Rabb'mız olan Allah'a kulluk edin."

Bu cümle, Allahü teâlâ'nın, İsa'ya (aleyhisselâm) neyi emrettiğim açıklar.

C- "Ben içlerinde bulunduğum sürece onlara şâhid oldum."

Ben onların arasında kaldığım ve yaşadığım müddetçe onların hallerini gözetiyor, onları Senin emirlerine uymaya sevk ve emirlerine ayları davranmaktan men ediyordum.

Yahut onların hallerini, imanlarını ve küfürlerini görüyordum.

Ç- "Vaktaki Sen beni vefat ettirdin (ondan sonra) Sen murakıb (denetleyici) oldun."

Sen beni semaya yükselterek vefat ettirince... Bu gerçek Âl-i İmran (3) sûresinin 55. âyetinde de vurgulanır. Şöyle ki:

"... Ey İsa! Şüphesiz Ben seni öldüreceğim ve seni Kendime yükselteceğim ve o kâfirlerden temizleyeceğim."

"Teveffi", bir şeyi tam olarak almaktır. Ölüm ise, vefatın bir kısmıdır. Nitekim Zümer (39) sûresinin 42. âyetinde:

"Allah, ölen nefisleri, ölüm zamanında, ölmeyen nefisleri de uykularında iken vefat ettirir."

Sen beni vefat ettirince, onların amellerini gözeten, murakabe eden Sen oldun. Sonuçta Sen, Sana muhalefetten korunmasını istediğin kimseleri, Peygamberler göndererek ve âyetler indirerek irşad ve tembih yoluyla muhalefetten men ettin; ilâhî inayetten mahrum bıraktıklarını da sapkınlardan kıldın. Onlar da o sözleri söylediler.

D- "Sen her şeyi hakkıyla gören (müşahede eden)sin."

Bu cümle, itirazî (makablinden bağımsız) olup makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Bu ifade bize bildiriyor ki, İsâ (aleyhisselâm) onların arasında iken de, onların hepsini murakabe eden Allahü teâlâ idi.

118

"Eğer Sen onlara azab edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır. Ve eğer mağfiret eder (bağışlar)isen gerçekten Sen her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)sin, hükümlerinde hikmet sahibi (flakîm)sin ."

"Onlar Senden başkasına tapmakla azaba müstahak olmuşlardır. Eğer onlara azab edersen, onlar şüphesiz Senin kullarındır.

Eğer onları bağışlarsan, her şeye muktedir olan; irade ve fiillerinde hikmetler bulunan yegâne Hakim Sensin.

Her mücrim için mağfiret güzeldir. İmdi,

eğer onlara azab edersen, o adalettir;

eğer bağışlarsan, o da lümftur.

Şirkin bağışlanmaması, ilâhî vaîdin gereğidir. Binaenaleyh haddi zatında müşriklerin mağfiretinde de Allahü teâlâ için imkânsızlık mevcut değildir ki, iki fîrka (mü'minler ile kâfirler) arasındaki terdide (mağfiret veya azaba) mani olsun.

119

"Allah şöyle buyurdu:

"- Bu sâdık (özü, sözü doğru olan)ların, sıdk (doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlar içindir; onlar orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır. Allah, onlardan razıdır; onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu büyük kurtuluştur."

A- "Allah, şöyle buyurdu:

"- Bu, sâdık (özü, sözü doğru olan)ların, sıdk (doğruluk)larının fayda sağlayacağı gündür."

Bu istinafı kelâm ile, Allahü teâlâ'nın, insanları huzurunda toplayacağı kıyamet gününe ilişkin anlatımlar sona ermekte ve sonuca işaret edilmektedir.

Cenab-ı Allah, bu kelâmı ile, doğruların halini beyan zımnında İsa'nın (aleyhisselâm) da doğruluğuna işaret ediyor.

Burada geçmiş fiil kipinin kullanılması, daha önce benzerleri için belirtilen sebeptendir.

Bazı halleri icmali ve bazı halleri de tafsili olarak anlatılan işte bu kıyamet günü, din işlerinde sâdık olanlara, dünyadaki sadakatlerinin fayda vereceği gündür.

İsa'nın (aleyhisselâm) doğruluğuna dair şahadetle eski Peygamberleri tasdik edip iman ve amel olarak onlara uyanların doğruluğuna şahadet, ancak din işlerindeki sadakatle bir anlam kazanır. Ve ancak bu mânâ ile, hikâyeden maksûd olan, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmaya teşvik gerçekleşir. Yoksa buradaki sâdıklardan murad bütün doğru söyleyenler değildir. Nitekim dünyada cinÂyetini itiraf eden caninin, o gün bu doğruluğunun kendisine fayda vermeyeceği bir gerçektir.

Yukarıda belirtildiği gibi söz konusu sadakat, dünyada din işlerinde gösterilen sadakattir. Kıyamet günü fayda sağlayacak olan budur.

"Yevmü / gün", kelimesinin bu tür okunuşu, âlimlerin cumhûrunun ittifak ettiği ve nazm-i kerimin siyak ve sibakına da en uygun olan kıraettir.

Bu kelime, başka bir kıraatte "yevme" şeklinde de okunmuştur.

Buna göre bu kekine,

ya âyetin başındaki "kale / dedi" fiilinin zarfıdır; bu takdirde "hâza / işte bu", Allahü teâlâ'nın İsa'ya (aleyhisselâm) hitaben söylediği,

" Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin dedin?" (5/116) sözlerine işarettir;

ya da "hazâ / işte bu" mübteda (özne) olup haberi (yüklemi) de, "yevmü" kelimesidir. Bu takdirde anılan işaret, İsa'nın (aleyhisselâm) cevabı içindir.

B- "Altlarından ırmaklar akan cennetler onlar içindir. Onlar orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır."

Bu istinaf cümlesi, zikredilen faydayı açıklar. Sanki,

"- Onlara, ne yararı var?" diye sorulmuş da, cevabı böyle verilmiştir. Yanı onlara daimî nimetler ve ebedî mükâfatlar içindedir.

C- "Allah, onlardan razıdır; onlar da O'ndan razı olmuşlardır."

Bu kelâm da ayrı bir istinaf olup Allah'ın kendilerine bahşedeceği başka bir nimeti belirtir. Allah (celle celâlühü) katında bu nimetin üstünde başka bir nimet yoktur. Bu da, en büyük gaye olan Allahü teâlâ'nın rızasıdır. Zıra insanların, himmetlerini uğruna harcayacakları bundan daha kıymetli bir şey yoktur.

Ç- "İşte bu büyük kurtuluştur."

"Zâkke",

ya Allahü teâlâ'nın rızasına,

ya da o nimetlerin hepsine nailiyeti işaret eder. Bildiğin gibi Allah'ın (celle celâlühü) rızasının ötesinde hiçbir matlûb yoktur.

120

"Göklerin ve yerin ve onlarda bulunan her şeyin mülkü Allah'a aittir. Ve O, her şeye kaadirdir."

Bu kelâm,

hakkı tesbit eder,

Hıristiyanların yalanma ve Mesîh ile annesi hakkındaki iddialarının gerçek dışı olduğuna dikkat çeker.

Göklerin, yerin ve onlardaki akıllı ve akılsız bütün varlıkların mülkü yalnız Allahü teâlâ'nındır.

O,

icad, idam, ihya, imate eder;

emreder, nehyeder;

dilediği gibi o varlıklar üzerinde tasarruf eder;

hiçbir şey bu tasarruf ve hükümranlığa ortak olamaz.

Burada "mâ / o ki" harfinin, akıl sahipleri için kullanılan "men / o akıl sahibi canlılar ki, " harfine tercih edilmesi:

0 ﴿