EN’ÂM SÛRESİ

1.- "mâ" harfinin, genel olarak bütün varlıklar için kullanıldığını kabul etmemiz halinde,

hem Rab tarafından gözetilip korunmak vasfının tahakkuku bakımından akıl sahibi olanla olmayanın;

hem de rububiyetin (tanrı olmanın) imkânsizhğı bakımından da her iki fırkanın eşit olduğuna işaret etmek içindir;

2.- "mâ" harfinin akıl sahibi olmayan varlıklara mahsus olduğunu kabul etmemiz halinde de söz konusu varlıkların son derece âciz olduklarına ve daha aşağı olan varlıkların kendilerine gaalib gelebileceklerine ve bu itibarla hiçbir zaman onların tanrılık iddiasında bulunamayacaklarına, bu bakımdan-da her iki fırkanın eşit olduklarına dikkat çekmek içindir.

Allah her şeye kadirdir. Başka bir deyişle Allahü teâlâ'nın kudreti sınırsızdır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, Mâide suresini okursa, ona on sevap verilir; on günahı silink; on derece yükseltilir; dünyadaki Yahudiler ve Hıristiyanlar sayısınca hayat nefesleri artar."

1

"Hamd, Allah'a mahsustur. O Allah ki gökleri ve yeri yarattı; karanlıkları ve aydınlığı var etti. Böyleyken o kâfirler Rabblarına başkalarını denk (muadil) tutuyorlar."

A- "Hamd, Allah'a mahsustur. O Allah ki gökleri ve yeri yarattı; karanlıkları ve aydınlığı var etti."

Âyetin,

başında hakikat bildiren elif-lâm bulunan hamd (el-hamd) ile başlaması;

onun bütün kemal sıfatlarının ekseni (mihveri) ve bütün celâl ve cemal vasıflarının mercii olan Allah'a (celle celâlühü) bağlaması, zâtiyle hanide lâyık tek varlığın Azız ve Celîl Allah olduğunu bildirmek içindir.

Daha önce (Fatiha suresinin tefsirinde) izah edildiği gibi, Allahü teâlâ'nın zâtı, hamdin hakikatinin Kendine mahsus olmasını gerektirir. Çünkü hamdin bütün fertlerinin Allah'a (celle celâlühü) münhasır olduğu istidlal yoluyla sabittir.

Bundan sonra ikinci vasıflandırmada Allahü teâlâ'nın bazı muazzam eserleri ve fiilleri açıklanıyor. Bunlar hamdın gereklerinden olup Allahü teâlâ'nın hamd hakikatinin yegâne lâyıkı olduğuna dikkatleri çekmek içindir.

Burada özellikle göklerin ve yerin yaratılmasından bahsedilmesi, göklerin ve yerin, bütün ulvî ve süflî eserleri, tekmil açık ve gizli nimetleri muhtevi olmasındandır.

Bu nimetlerin en büyüğü, var olma nimetidir. Var olma nimeti, her insana hamdi vacib kılmak için başk başına yeterli bir nimettir. Şu halde varoluş nimetinin devamı olarak, insanların dünyevî ve uhrevî işlerinin bağlı bulunduğu enfüsî (dahilî) ve afakî (haricî) nimetler nasıl Hamdi mûcib olmaz?

Allahü teâlâ, basiret sahiblerinin, gönül gözünü açmak, onlara ibret alınacak misaller vermek için, gökleri ve yeri, bunların içlerindeki sayısız güzellikleri, akılları hayrette bırakan gariblik ve tuhaflıkları barındıran bu harika nizamı yaratmıştır.

Göklerin "e's-semâvat" şeklinde çoğul olarak vürudu, tabakalarının müteaddit!, eserlerinin ve hareketlerinin değişik olmasındandır.

Yine göklerin, yerden önce zikri, şerefinden, mekânının yüksekliğinden ve yerden önce yaratılmış olmasındandır.

"Vecea'le'z-zulümâti ve'n-nûr -: karanlıkları ve aydınlığı var etti" cümlesi "ellezî haleka" cümlesine atıftır. Çünkü karanlıklar va aydınlık yaratılmadan önce onların menşei ve mahalli yaratılmıştır.

Bu cümle de, önceki cümle ile beraber hamdin sebebini (illetini) bildiren hükme dahildir. Bu itibarla göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların, muazzam eserler ve pek büyük nimetler olmaları sebebi ile, hamdın, onların Halikına tahsisini gerektirir. Karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi de böyledir. Çünkü bunlar da, hamdin, Yaradana tahsisini gerektiren önemli ve büyük nimetlerdir.

"Karanlıklar", "e'z-zulümât" şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. Çünkü karanlığın, insanlara göre çok belli sebepleri ve yerleri vardır ve insanlar karanlığı açıkça görürler.

Karanlık, aydınlıktan önce zikredilmiştir. Çünkü eşyanın yolduğu, varlığından öncedir. Bir de, böyle olması ile, iki çift arasındaki mukabelede özelliğe riayet edilmiş olur.(Birinci çift gökler ile yerdir ve orada da çoğul olan gökler, önce zikredilmiştir.)

B- "Böyleyken o kâfirler, Rabb'larına başkalarını denk (muadil) tutuyorlar."

Bu cümle, bundan önce, hamdin ve ibâdetin Allahü teâlâ'ya tahsisini gerektiren muazzam yaratılışı ve nimetleri anlatan cümleye atıftır. Nitekim bunların geniş izahı Fatiha (1) sûresinin tefsirinde geçti.

Bu kelâm,

- kâfirlerin hâlini reddetmek,

onların muhalefetlerini ve bâtıl olduğu bedihî bulunan bir takım söz ve fiillere cür'etlerini yadırgatmak içindir.

Allahü teâlâ,

hem zâtı,

hem de daha önce tafsılatıyle anlatılan vasıf ve fiilleri itibariyle hamdin ve ibâdetlerin yegâne lâyığıdır. İşte o evsaf ve ef'âl, hamd ve ibâdetlerin yalnız O'na tahsisini gerektirir.

Oysa kâfirler,

ibâdet, şükrün en yüksek mertebesi,

şükrün başı da hamd iken,

ibâdette başkalarını Allahü teâlâ'ya denk (muadil) tutuyorlar. Düşünemiyorlar ki O'ndan başka her şey, O'nun tarafından yaradılmıştır, mahlûktur; hamdi gerektiren hiçbir yanı yoktur.

"Sümme / sonra" kelimesi, sirki bâtıl (geçersiz) ve anlamsız kılan bunca delile rağmen o yolu tutanları yadırgatmak için kullanılmıştır; yoksa nazil olan bu âyetlerin beyanından sonra demek değildir.

Bu kelâmda zamir makamında "Rabb" kelimesinin zahir olarak zikredilmesi, onların halini daha fazla teşni' ve takbih içindir.

2

"Sizi çamurdan yaratan, sonra da bir ecel takdir eden O'dur.

O'nun katında belli bir süre (ecel-i müsemma) vardır. Sonra siz yine de şüphe ediyorsunuz."

A- "Sizi çamurdan yaratan, sonra da bir ecel takdir eden O'dur."

a- "Sizi çamurdan yaratan..."

Bundan önce kâfirlerin, tevhidi mûcib olayları açıkça görüp durdukları halde Allahü teâlâ'ya ortak koşmalarının yanlışlığına dikkat çekilmişti. Şimdi, bu istinafı cümle ile âhiret hayatına imam gerektiren deliller karsısında da onu inkâr etmenin ne kadar bâtıl ve anlamsız olduğu açıklanıyor.

Ahiret hayatının gerçek olduğuna delâlet eden bunca vaakıa içinden insanların yaratılışı zikre değer görülmüştür. Oysa, göklerin ve yerin yaratılışı, bu delillerin en açık olanlarındandır. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

" Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini de yaratmaya kaadir olamaz mı? " (Yâ-sîn 36/81)

Tartışma konusu, onların âhiret hayatı olduğu için insanın yaratılışı zikredilmıstir. Çünkü ilkte insanın yaratılışı, âhiret hayatı için ikinci kez yaratılabileceğinin en açık delildir. Hüccet (delil)lerin en beliğini görmemek elbette çok çirkin ve hatta daha çok takbih ve tevbîhe sebebtir.

"O Allah (celle celâlühü) ki, sizi çamurdan yarattı." Evet, bütün insanların ilk maddesi, Âdem'in (aleyhisselâm) menşei çamurdur.

Ahiret hayatının varlığına inanmak ve şüpheleri yok etmek için Ademin (aleyhisselâm) çamurdan yaratıldığını bilmek yeterlidir. Çünkü diğer insanları Âdem'e (aleyhisselâm) kıyas etmek yolu açıktır.

Ayrıca bu ifadede bir hakkı tesbit ve gizli bir hikmete dikkat çekme vardır. O da, beşerin her ferdinin, Âdem'in (aleyhisselâm) çamurdan yaratılmasından bir payı olduğudur. Çünkü Âdem'in fıtratı,

- kendi nefsine münhasır değil,

- fakat insan cinsinin diğer fertlerinin fıtratını da icmali olarak içeren bir numunedir. O fevkalade numune fıtratının eserlerini kendisinden sonra gelen bütün fertlere intikalim gerektirmiştir. Bu itibarla Âdem'in çamurdan yaratılması, onun neslinden gelen her ferdin de çamurdan yaratılmış olması demektir.

Ve Âdem'in fıtratının, zürriyetinin bütün fertlerine sâri neviden olması, bunun sadece kendi nefsine muhasır kalmasından elbette çok daha önemlidir. İşte bu Hallak (her şeyi yaratan) ve Alîm (her şeyi bilen) Allahü teâlâ'nın kudretinin azametine, ilim ile hikmetinin kemaline delâlet eder.

Bir de, muhatablarm ilk hallerinin son hallerine ölçü (mi'yar) olması daha uygun (evlâ) olur.

Bunlardan dolayı âyetteki o ifade kullanılmıştır. Aferin, Kur’ân'ın şânına, bunca mükemmeliyetine!..

" Andolsun ki, sizi yarattık; sonra size şekil verdik (sizi sûretlendirdik).. ."(A'raf 7/11)

" Daha önce sen hiçbir şey değilken de seni yaratmıştım." (Meryem 19/9) âyetlerinin sırrı da işte budur. Nitekim tefsirleri ilerde gelecektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu cümlenin metninde muzaf mahzûftur. Yani,

"O Allah ki, sizin babanızı çamurdan yarattı." demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, mânâ şöyledir:

"Allahü teâlâ, onları, topraktan yetişen gıdalardan hasıl olan nutfe (meni) den yarattı."

Bu mânâlardan hangisi olursa olsun, bu ilâhî kelâm, Allahü teâlâ'nın âhirette insanlara yeniden hayat vermeye kemaliyle muktedir olduğuna delâlet eder.

Çünkü,

hayat kokusunu hiç duymamış bir varlığa hayat vermeye muktedir olan,

bir müddet hayatla beraber olmuş, canıyla kanıyla yaşamış bir varlığa yeniden hayat vermeye evleviyetle muktedirdir.

b- "Sonra da bir ecel takdir eden O'dur."

Sizin her birinize yaşam süresi olarak belli bir zaman, belli bir vade kararlaştırmıştır. Sürenin bitiminde o kimse mutlaka ölecek, yok olacaktır.

"Sümme / sonra", kelimesi, Allahü teâlâ'nın üstün hikmetinin gereği olarak, yaratılış zamanı ile ecel tayini zamanının farklı olduğunu bildirir.

B- "O'nun katında belli bir süre (ecel-i müsemma) vardır."

1- Âhirette hepinizin yeni bir hayata kavuşturulması için O'nun katında belli bir süre vardır.

Allahü teâlâ'nın ilminde tesbit ve tayin edilmiş öyle bir ecel (süre, vade) vardır ki,

o asla değişmez;

onun ne zaman geleceğini ne icmali, ne de tafsili olarak hiç kimse bilmez.

Ölüm eceli, icmali ve takribî olarak bilinebilir. Zira ölümün emareleri ölümden önce ortaya çıkar.

Yahut insanların normal ömürleri bilinmektedir.

Buna ecel denmesi, insanların mezarlarında kaldıkları müddetin sonu olması itibariyledir; yoksa kıyametin başlangıcı olması itibarıyla değildir.

Nitekim ölüm zamanına ecel denmesi, hayat müddetinin sonu olması itibariyledir; ölüm ötesi müddetin başlangıcı olması itibariyle değildir. Çünkü ecel lügatte, müddetin başına değil, müddetin sonuna denir.

2-

Diğer bir görüşe göre ise,

birinci ecel, hayat ile ölüm;

İkinci ecel, berzah denilen ölüm ile ikinci diriliş arasıdır.

Ecel, müddetin sonu için kullanıldığı kadar, müddetin tamamı için de kullanılır. En uygun olan mânâ da budur.

Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

"Allahü teâlâ, her kimse için iki ecele hükmetmiştir;

biri, doğumdan ölüme kadar,

diğeri de, ölümden ikinci diriliş (ba's-ü ba'del-mevt)e kadar. Eğer bu kimse,

iyilik eden, takva sahibi ve sıla-ı rahmi gözeten biriyse, ikinci diriliş ecelinden alınarak ömür eceli uzatılır;

yok eğer kötülük eden ve sıla-ı rahmi gözetmeyen biriyse, ömür eceli kısaltılıp ikinci diriliş eceli uzatılır. İşte:

" Kendisine ömür verilenin ömrünün uzatılması da, ömründen eksıltılmesi de muhakkak bir kitabda yazılıdır." (Fâtır 35/11) âyeti bu hakikati bildirir.

Bu görüşe göre, ecelin değişmemesi, iki ecelin toplamının sonunun değişmemesi demektir.

Ancak birinci görüş, daha meşhur ve Allahü teâlâ'nın ilmine mahsus ikinci eceli tazime ve büyük felakete (kıyamete) mukarin (yakın) olması itibariyle onu korkunç göstermeye daha elverişlidir.

İkinci ecelin kısmen insanlarca bilinmesi ve büyük belâlar vaakıi olmadan geçmesi, tazını ve korkunç göstermek mânâsına kesinlikle halci getirmektedir.

İbn Abbâsin (radıyallahü anh) sözlerindeki ecelin artması va eksilmesi ise, birinci ecelin tehir edilmesi veya takdimi (öne alınması) demektir.

C- "Sonra siz yine de şüphe ediyorsunuz."

Bu cümle, müşrik kâfirlerin, âhiret hayatının varlığına delâlet eden bunca delilleri gördükten sonra yine de şüpheye düşmelerini, red ve ibtal anlamını ifade eder. Yani şöyle demek ister:

"- Siz, bu konudaki şüpheleri tamamen ortadan kaldıran delilleri nefsinizde müşahede ettikten sonra yine onun vukuundan ve gerçekleş meşinden şübhe mi ediyorsunuz?

Hayatı, ona bağlı olarak bilgiyi, kudreti ve diğer beşerî kemelâtı bunların hiçbirine istidadı oknayan bir maddeye bol bol vermeye muktedir olan bir Zât, bunlara istidadı olan ve bir müddet bunlarla beraber yaşamış bulunan bir maddeye vermeye muktedir olamaz mı?"

Bu izahtan açıkça anlaşıldığı gibi:

- birinci ecelin uyku,

- ikinci ecelin ölüm; yahut

- birinci ecelin geçmiş,

- ikinci ecelin geri kalan insanlar için; yahut

- birinci ecelin, her insanın ömründen geçen kısım,

- ikinci ecelin ise geri kalan ömrü olduğu yolundaki yorumların hakikatle hiçbir münasebeti yoktur.

Müşrikler kesin olarak âhirete inanmıyorlardı ve bu inkârlarını ısrarla sürdürüyorlardı. Nitekim,

" Öldüğümüz, toprak ve ve bir yığın kemik okluğumuz zaman mı, biz mi diriltileceğiz?" (Sâffât 37/16) âyeti ve benzerleri bu durumu bildirir.

Gerçek böyleyken, müşriklerin şüphe ile vasıflandırılmaları onların inançlarının, inkârda ne mertebe ileri olduğunu göstermek içindir.

3

"Göklerde de, yerde de O, Allah'tır. Gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir; ne kazandığınızı da bilir."

A- "Göklerde de, yerde de O, Allah'tır. Gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir. "

Bundan önce insanların yaratılış keyfiyeti ve ecellerinin tayini açıklanmış ve bu vesileyle âhiretin vukuuna işaret edilmişti. Şimdi makabline matuf olan bu cümle ile de, Allahü teâlâ'nın;

ulühiyyetınin bütün kâinatı kapsadığı,

ilminin, kulların ahvalini ve işlerinin tafsilatını ihata ettiği beyan edilmektedir kı, bu da, mutlaka mükâfat ve mücazatı gerektirir.

1- "Ei's-semevâtı ve fı'l- ardz / göklerde ve yerde" kelimeleri, ısm-i celilin (Allah'ın) bildirdiği vasfı mânâya taalluk eder.4"

Bu,

ya kelimenin asıl iştikakı ve hak mabuda özel isim olması itibariyledir: Bunun anlamı "göklerde ve yerde yegâne hak mabûd Allah'tır" olur;

ya da Zâtın kendisinin şöhret bulduğu kemal sıfatları ile şöhret bulan bir isim olması itibariyledir:

Bunun da anlamı "yegâne külli mâlik, yegâne kâmil mutasarrıf ve müdebbir Allah'tır "olur. Nitekim,

" Gökteki ilâh da, yerdeki İlâh da O'dur." (Zuhruf 43/84)

âyet-i kerimesi bu kabildendir.

Ancak bundan maksad, ism-i çektin lügat mânâsına, yahut mâlik ve mutasarrıf gibi bir mânâya hamledilmesi değil, fakat anılan mânâlardan birinin bunun zımnında mülâhaza edilmesidir. Nasıl ki, "bana karşı arslan kesilir" deyiminden arslanın kendisiyle şöhret bulduğu cür'et mânâsı kasdedılmış olur.

Şu açıklamalarla anlaşılıyor ki, bu âyetin tefsiri sadedinde söylenen,

"- Göklerde ve yerde Allah olarak bilmen yegâne O'dur" yahut,

"- Göklerde ve yerde kemal sıfatları, ülûhiyyet ve benzerleri ile maruf ve meşhur olan yegâne O'dur."

seklindeki yorumlar, hakikatten uzaktır. Çünkü isim ile beraber itibar edilen, kendisiyle şöhret bulduğu vasıftır. Zira az önce belirtildiği gibi makamın gerektirdiği budur.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, "fi's-semevâtı ve fi'l - ardz" kelimeleri, hasr terkibinin ifade ettiği "tevehhüd / tek olmak" ve "teferrüd / bir olmak" mânâsına taalluk eder. Sanki,

"Göklerde ve yerde ilâh olarak bulunan "mütevehhid / tek" varlık O'dur" denmiştir.

3-

Bir diğer görüşe göre ise, "fı's-semavât...", herkesçe kesin olarak bilinen bir mânâya taalluk eder ki, o da, bu ism-i celikn yalnız O'nun için kullanılmasıdır. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"Göklerde ve yerde kendisine Allah denilen yegâne varlık O'dur; bu isimle O'nun hiçbir ortağı yoktur."

Bu görüşe göre de, yukarıda belirtildiği veçhile zorunlu sonuç olarak, tevehhüd veya kavi (deyiş)manasma itibar edilmektedir. Yoksa ism-i celile, ülûhiyyet ile mütevehhid (tek) mânâsı yükleme yoluyla değil.

4-

Başka bir görüşe göre ise, anılan kelâmın mânâsı şöyledir:

"Yegâne Allah O'dur. O, göklerde ve yerdedir."

Bu görüşe göre, Allahü teâlâ'nın göklerde ve yerde olması, göklerde ve yerde olanları ziyadesiyle bilmesi demektir. Bu da, Allahü teâlâ'nın, huzûrî olduğu için suret ve maddeden münezzeh ilminin, O'nun göklerde ve yerele olması gibi düşünülmesi ve temsil yoluyla böyle tasvir edilmesi demektir. Bu temsil ve tasvir, Allahü teâlâ'nın ilminin göklerdeki ve yerdeki halinin, O'nun göklerde ve yerdeki durumuna teşbih edilmesindendir.

Bu görüşe göre, "Ya'lemu sırraküm ve cehraküm / Gizlediğinizi de, açıkladığınızı da bilir" cümlesi, onun anlamını beyan ve izah ve ondan murad olan mânâyı tesbit demektir. Yani Allah sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız bütün söz ve davranışlarınızı,

yahut gizlediğiniz ve açıkladığınız neyiniz varsa, hepsini bilir.

Bu görüşe göre, Allahü teâlâ'nın ilmi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kuşattığı halde, geçen cümlenin beyanı olan bu kelâmda Allah'ın (celle celâlühü) ilminin, yalnız insanların gizli veya açık söz ve işlerine bağlanması, muhatablarm halinin beyanında nazm-ı kerimin siyakına uymak içindir.

Keza bu cümle, ikinci veçhe göre de böyledir (geçen cümlenin beyan ve izahıdır). Çünkü ısm-i celilin, yukarıda belirtildiği veçhile, külli mâlik ve kâmil mutasarrıf olarak mülâhaza edilmesi, O'nun ilminin ihata edici olmasını kesin olarak gerektirir. O halde bu cümle kesinlikle ona beyan ve izah olur.

Yukarıda zikredilen diğer üç tefsir vechıne göre ise, bu cümlenin geçen cümleye beyan olması mümkün değildir. Bazılarına göre bunun mümkün olmayışının sebebi şudur:

Allahü teâlâ'nın ilminde gizli ve açığın bir olması, göklerde ve yerde itibar edilen mabûdiyete ve mabûd ismine mahsus olmak mânâlarına delâlet etmez. Çünkü bazen kâmil ilme sahip olmayana da tapılır ve ona da mabûd ismi verilir.

Fakat bu izah, kesin olarak bâtıldır; çünkü yukarıda zikredilen mabûddan maksad, hak mabûddur ve mahsus olmaktan maksad da, ism-i celile (Allah'a) mahsus olmaktır. Ve şüphesiz bunların, kâmil ilim sahibi olmayanlar hakkında tasavvur edilmediği de bediihidir.

Anılan diğer üç veçhe göre, bu cümlenin, geçen cümleye beyan ve izah olmasının mümkün olmayışının sebebi şudur:

Zikredilen kâmil ilim, ne hak mabûdiyet mânâsında, ne de ism-i celile mahsus olmak mânâsında kabul edilmiyor ki, bu kâmil ilim (gizliyi ve açığı bilme ilmi) ona beyan olsun.

Bu izahat ile anlaşılıyor ki, üçüncü tefsir vechine göre de, bu cümle, geçen cümleye beyan olamaz.

Üçüncü veçhe göre ülûhiyyet tevehhüdü (tek ilah olmak), kâmil ilim mefhûmu olarak itibar edilmiyor ki bu ona beyan olsun. Ülûhiyet tevehhüdünün itibar edildiği varlık, mütevehhid (kendisinden başka ilâh olmayan, tek) denilen Zattır. Bu da, beyan olması için yeterli değildir.

Âyette, muhatablann gizlilerinin ve açıklarının, göklerde ve yerde gizledikleri ve açıkladıkları şektinde ifade edilmesi (zira gizlilerinin ve açıklarının, gökler ile yerden sonra zikredilmesi bunu ifade etmektedir), daireyi genişletmek ve gökler ile yerin neresinde olursa olsun hiçbir şeyin Allahü teâlâ'nın bilgisinden gizli kalmayacağını belirtmek içndir. Yoksa gizlilerin ve açıkların bazen göklerde olduğu için değildir. Bu hitabı gök ehline de teşmil etmek ise, apaçık bir zorlama olur.

B- "Ne kazandığınızı da bilir."

Allahü teâlâ, bir menfaati celbetmek veya bir zararı önlemek için kalbi veya bedenî, gizli veya açık, yaptığınız her şeyi bilir.

Bu cümlenin mânâsı da, bundan önce geçen gizli ve açığın, ikinci vecih tefsirine göre onlara dahil olduğu halde burada ayrıca zikredilmesi, buna son derece itina gösterildiğini bildirmek içindir. Çünkü mükâfat ve mücazât buna bağladır. Zaten burada "bilir" fiilinin tekrar edilmesinin sırrı da budur.

4

"Onlara Rabb'larının âyetlerinden bir âyet gelmiyordu ki ondan yüzçevir (iı'raz et)mesinler."

Onların,

1. âyette Allahü teâlâ'ya ortak koştukları ve tevhid delillerinden yüz çevirdikleri,

2. âyette de âhiret hayatı hakin da bir takım şüphelere düştükleri ve onun delillerinden yüz çevirdikleri beyan edilmişti.

Şimdi bu istinafı kelâm ile onların Allahü teâlâ'nın âyetlerini inkâr ve onlardan tamamen ifraz ettikleri anlatılıyor.

Burada, hitab tan gıyabî ifadeye geçilmesi (siz değil, onlara denmesi),

onların çirkinliklerinin zikri,

zemm ve takbih edilmeleri gerektiği içindir.

"Ayetler / âyât", kelimesinin Rabb'a ve "Rabb" ın da, onlar zamirine izafe edilmesi, ayetlerin şanını yüceltmek amacına matuftur. O halde onların bu âyetler hakkında işlemeye cüret ettikleri suç pek büyüktür.

Bu âyetlerden murad:

1- Ya tenzilidir;

buna göre, âyetlerin onlara gelmesi, âyetlerin nazil olması demektir. Yanı onlara,

Allahü teâlâ'nın harika islerini anlatan,

ulûniyetinin bütün kâinatta cari,

ilminin her şeyi muhit olduğunu bildiren,

bu yüzden iman ile telâkki edilmesi gereken bir âyet geldi mi, onlar muhakkak tekzib ve istihza ile ondan yüz çeviriyorlardı.

2- Ya da kevitidir;

buna göre âyetlerin gelmesi, zuhur etmesi demektir. Bunlar, mucizelere, başka acayib varlıklara ve olaylara şamildir. Yani,

Allahü teâlâ'nın vahdaniyetinin delillerinden ve kâinatla ilgili büyük işlerinden biri zuhur etti mi, onlar muhakkak ondan yüz çeviriyorlar; o vakıaya, onu meydana getiren Allahü teâlâ'ya imanı gerektiren bir nazarla bakmak istemiyorlardı.

Bu beyan aynı zamanda şunlara delâlet eder:

1-Bu yüz çevirme, Kamer (54) sûresinin 2. âyetinde belirtilen anlamda geçici bir iı'raz değildi.

2-Kur’ân âyetlerinin gelişi (nüzulü)sürekti olduğu için onların ifrazı da sürekli idi.

3-Ayrıca onlar yüz çevirmekte de çok acele ediyorlar ve âyetler geldiği anda hemen bunu yapıyorlardı.

5

"Hak onlara geldiğinde onu tekzib ettiler. İstihza (alay) ettikleri şeyin haberleri yakında onlara gelecektir."

"kemmâ — o anda" kelimesi de, onların ayetleri tekzib (yalanlama)de acele ettiklerini bildirir. Buradaki hak, onların, her âyetinden ve böylece tamamından yüz çevirdikleri Kur’ân'dır. Kur’ân'ın Hak olarak ifadesi, onların tekzibinin son derece çirkin bir iş olduğunu gösterir. Çünkü hakkın tekzibi, hiç kimseden beklenmeyen bir şeydir.

Âyetin başındaki "f" harfi, mâba'di (kendisindensonraki)nin maakabline terettüb ettiğini beyan eder. Ancak hakikatte mâba'dinin, maakablinden farklı olduğu, ondan sonra vaki olduğu veya onun sebebiyle hasıl olduğu anlamında değil, fakat hakikatte birincinin, ikincinin aynı olduğu anlamındadır. Aradaki tertib ise, itibarî bir farklılık hasebivledir.

"Kad / kesinlikle" kelimesi, mânâyı pekiştirmek içindir. Tıpkı diğer bir âyette:

"Ve kaledlezîne keferû in hazâ illâ ifkün dfterahü ve eâ nehu aleyhi kavmim âharûn — O kâfirler,

"- Bu Kur’ân, olsa olsa, Muhammed'in uydurduğu bir yalan (iftira)dır; başka bir topluluk da bunda kendisine yardım etmiştir."

"Böylece onlar kesinlikle haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır" (Furkan 25/4) buyrulması gibi.

Bu âyette de, onların yaptığı haksızlık ve iftira, ayette hikâye edilen sözlerinin aynıdır. Fakat mefhûm olarak ondan farklı ve ondan daha çirkin olduğu için, "f " harfi ile ifade edilmiştir.

Bu, lâzımın, melzûme terettübü kabılindendir. Amaç, işi daha korkunç göstermektir. İşte o âyette olduğu gibi, bu âyette de hakkı tekzib, haktan yüzçevirmekden çirkin olduğu için, bâtıl olduğu apaçık bir şey onun lâzımı derecesine çıkarılmış ve "f " harfi ile ona bağlanmıştır. Sonra o, düşünmeden (âyet gelir gelmez tekzib) kaydı ile takyid edilmiştir.

Bu, hem onun kötülüğünü tekid, hem de onların tekzib ettiği şeyin, mutlaka başlarına gelecek büyük sonuçları olacağını belirtmeye hazırlık içindir.

Onlar, kendilerine gelen, âyetlerin:

- hem hak hazır hem de gelecekle ilgili mânâlarını düşünmeden,

- ayni zamanda onların tasdikini gerektiren delilleri bilmeden, tekzib etmişlerdir. Tıpkı Yûnus (10) sûresinin 39. âyetinde belirtildiği gibi:

"Bel kezzebû bima lem yuhlîtû bi-tilmilti velemma ye'tîhim te'viluh / Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz tefsiri (te'vili) kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar."

Hakkın tekzib edildiği beyanını izleyen,

" İstihza (alay) ettikleri şeyin haberleri yakında onlara gelecektir" (6/5) cümlesi de onların bu yaptıklarını sergiler.

Onların alay ettikleri şey, haktan başka bir şey değildir. Mübhem olarak ifade edilmesi, bunun korkunç bir şey olduğunu ve hükmün sebebinin de bu olduğunu belirtmek içindir.

Onlara gelecek haberler, dünyada uğrayacakları azab veya cezalardır. Bunların "enbâ' — nebe', haberler " olarak ifadesi, cezaların son derece ağır olduğunu bildirmek içindir. Çünkü "nebe' " kelimesi, yalnız büyük hadiselerin haberi anlamında kullanılır.

Bu cezaları, âhiret cezalarına, veya İslâm'ın yayılıp güçlenmesi ve hâkim olması mânâsına hamletmeye, gelecek âyetler elverişli değildir.

"Sevfe / yakında, yakın bir gelecekte" kelimesi, cümlenin içeriğim tekid ve tavzih içindir. Yani onların, akıbetlerini hiç düşünmeden yalanladıkları şeylerin doğru olduğunu gösteren deliller, mutlaka onların başlarına gelecektir.

Burada "tekzib " değil de "istihza ettikleri" denmesi, işaret edildiği gibi, tekzibin istihza ile müterafık olduğunu bildirmek içindir.

Bu izahlar, söz konusu âyetlerin, Kur’ân'ın âyetleri olduğu anlayışına göredir ki, en zâhır olan da budur. Ama eğer âyetlerden kâinat olayları kasdediliyorsa, o takdirde 5. âyetin başındaki cümle, mahzûf bir şart cümlesinin cevabıdır. Yüzçevirme ise, hakikî mânâdadır. Yani eğer onlar o âyetlerden yüzçeviriyorlarsa, şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar, bundan daha büyüğünü, daha ağırını işlemişler; âyetlerin en büyüğü hakkı tekzib etmişlerdir.

"Ayetler" kelimesini her iki mânâya birden hamletmek ise, asla caiz değildir.

Bazılarının iddia ettiği gibi, "onlar, bütün âyetlerden yüz çevirince, Kur’ân'ı da tekzib ettiler" şeklindeki tefsir ise, Kur’ân'ın, emsalinden tenzih edilmesi gereken bir tefsirdir.

6

"Onlar görmezler mi kendilerinden önceki nesil (karn)lerden nicesini helâk ettik. Yeryüzünde size vermediğimiz yerleri onlara vermiştik; üzerlerine gökten bol bol yağmur göndermiştik ve altlarından akan ırmaklar var etmiştik. Sonra günahları yüzünden onları helâk ediverdik de, kendilerinden sonra başka nesiller meydana getirdik."

A- "Onlar görmezler mi kendilerinden önceki nesil (karn)lerden nicesini helâk ettik."

Bu istinafı kelâm, bundan önce ceza va'di olarak geçen haberlerden neyin kasdedildiğini ve onun geleceğini şâhid ikamesi yoluyla (bi tarikı'l -istişhad) açıklar. Buradaki istifham-ı inkârı, rü'yet (gözle müşahede) suretiyle değil, irfanı olarak, kalben görme anlamındadır.

"Karn", bir asrın insanları demektir. Bu insanlar, uzun bir zaman dilimi içinde yaşadıkları için böyle ifade edilmistir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar:

" Karnlerin en hayırlısı benim kantinidir; sonra onu velyeden (arkasından gelen)ler.., "15

Diğer bir görüşe göre ise, karn, uzun bir zaman dilimi demektir. Buna göre bir muzaf mahzûftûr. Yani bir ehl-i karn (asır ehli) demektir.

Onlar, eski kavimlerden kalma tarihî eserleri görmediler mi ve onların baslarına gelenleri duymadılar mı?

B- "Yeryüzünde size vermediğimiz yerleri onlara vermiştik; "

Bu istinafı kelâm, helâk etmenin keyfiyetini ve onun evveliyatını açıklamakla beraber "bu nasıl olmuştu?" sualine cevab teşkil eder.

C- "Üzerlerine gökten bol bol yağmur göndermiştik ve altlarından akan ırmaklar var etmiştik. Sonra günahları yüzünden onları helâk ediverdik de kendilerinden sonra başka nesiller meydana getirdik."

Burada, sema yağmur, yahut yağmur bulutları, yahut yağmur bulutlarının gölgeleri demektir. Çünkü bunlar da yağmurun başlangıcıdır.

"Ve cea'lne'l-enhara tecrî min tahtihim / Altlarından akan ırmaklar var etmiştik" cümlesi, bu ırmakların, kendilerinin emrine musalıhar kılındığına ve sürekli olarak aktıklarına delâlet eder.

Yanı Biz, Mekke halkına vermediğimiz,

gelişmiş bedenleri,

uzun ömürleri,

büyük servetleri,

menfaatleri celb ve zararları def için zahiren gerekli bütün dünyevî imkânları onlara vermiştik. Ama sonunda onlar yine yapacaklarını yaptılar. Bunun üzerine Biz de, o nesilleri kendi günahları yüzünden helâk ettik. Böylece onların bunca dünyevî hazırlıkları ve imkânları kendilerine fayda vermedi. İşte onların başına gelen azab, bunların başına da gelecektir.

Gördüğün gibi bu cümle, burada misal ve ibret için söylenenlerin sonudur. "Ve ense'na min ba'di İtim karnen âharîn / kendilerinden sonra başka nesiller meydana getirdik" cümlesi ise, Allahü teâlâ'nın,

sonsuz kudretini,

hakimiyetinin genişliğini,

söz konusu ümmetlerin helâk olmasının, O'nun hükümranlığından hiçbir şey eksiltmediğini,

fakat her bir ümmeti helâk ettikten sonra yerine başkasını getirdiğim beyan içindir.

7

"(Resûlüm), eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitab indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunmuş olsalardı o kâfirler yine muhakkak:

"- Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değil!" diyeceklerdi."

Bundan önce onların,

Allahü teâlâ'nın ayetlerinden yüzçevirdikleri,

hakkı yalanladıkları,

bu yüzden azaba müstahak oldukları beyan edilmişti.

Şimdi makablinden değişik bir hitabla gelen bu istinafı cümle ile onların,

büyüklük taslamaları,

sarfettikleri sözlerdeki azgınlığın şiddeti belirtiliyor.

Bundan önce âyetlerin ve hakkın gelmesi, onlara nisbet edildiği halde burada kitabın indirilmesinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e nisbet edilmesi onların nazil olan ayetlere vaakıî itirazlarının, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in risâlet ve nübüvvetini de zımnen kapsadığını bildirmek içindir.

Kelbî ile Mukatıl diyorlar kı:

"Bu âyet-i kerime, Nadr b. Hâris, Abdullah b. Ebi Ümeyye ve Nevfel b. Huveylid hakkında nazil olmuştur. Onlar, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demişlerdi:

"- Len nü'mme leke hatta te'tiyena bikitabi min ti'ndidlâhi ve maa'hu erbaatün minc'l-melâiketi yeşhedûne ınnehu min ti ndi-llâhi tea'lâ ve inneke rasûluh / Sen, bize Allah katından bir Kitab ve onun Allahü teâlâ katından gönderildiğine şahadet edecek dört melek getirmedikçe biz sana ve senin O'nun Resulü olduğuna iman etmeyiz."

"Lems — dokunma", normal şartlarda ancak elle olduğu halde burada betahsis ellerin sarahaten zikredilmesi, tayin etmek ve mecaz ihtimalini ortadan kaldırmak içindir. Nitekim;

" Gerçekten biz cinler, göğü lemsettık." (Cin. 72/8) âyetinde de "yoklamak" anlamındadır.

O kâfirler,

gözleriyle müşahededen başka bir de elleriyle dokunup onu yoklasalar,

onun Allah katından geldiği hakkında hiçbir şüpheleri de kalmasa,

gözlerinde bir görme kusuru olduğunu da söyleyemeseler, yine de inat olarak o Kitabı göstererek:

"- Bu, apaçık sihirden başka bir şey değil!" diyeceklerdir.

Zaten hüccetlerle susturulan inatçı mütekebbirlerin âdeti her zaman budur.

8

"Dediler ki:

"- Ona bizim de göreceğimiz bir melek indirilseydi ya!"

Eğer Biz öyle bir melek indirseydik, mutlaka iş bitirilmiş olurdu; Sonra kendilerine mühlet de verilmezdi."

A- "Dediler ki:

"- Ona bizim de göreceğimiz bir melek indirilseydi ya !"

Bundan önce, onların Peygamberdin risâlet ve nübüvvetine zımnî itirazlarına işaret edilmişti. Şimdi burada da sarih itirazlarına yer veriliyor.

Bir görüşe göre bu cümle, geçen şartın cevabına matûftur. Ancak böyle değildir. Çünkü eğer onların istediği Kitab indirilmiş olsaydı., bu çirkin sözün onlardan sâdır olacağı, takdir edilmezdi.

Fakat onların bu sözleri, bâtıl ve çareleri kalmadığında, söyleyecekleri tükendiğinde ileri sürdükleri bir takım uydurma laflardır.

Yani onlar dediler ki:

"- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e bizim de göreceğimiz ve bize onun Peygamber olduğunu söyleyecek bir melek indirilseydi ya!"

Nitekim yukarıda Kelbî ve Mukatil'in sözleri nakledildi. Bunun bir benzeri de şu sözleridir:

" Ona bir melek indirilse de beraberinde bir nezîr (uyarıcı) olsa ya!" (Furkan 25/7)

B- "Eğer biz, böyle bir melek indirseydik mutlaka iş bitirilmiş olurdu ; "

Onların isteklerinin temeknde iki şey vardı:

1-Meleğin aslında olduğu gibi indirilmesi,

2-Meleğin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber uyarıcı kılınması.

Onların bu isteklerine, bunun gerçekleşmesinin asla mümkün olmadığı cevabı verildi. Çünkü bu taleb, beraber gerçekleşmesi mümkün olmayan iki zıt unsuru muhtevidir. Şöyle ki:

1- Meleğin, asıl suretinde indirilmesi, zorunlu olarak, onun uyarıcı olmamasını gerektirir.

2- Meleğin uyarıcı yapılması da, asıl suretinde indırılmemesini gerektirir.

İşte Âyetin bu cümlesi ile birincisine işaret edilmektedir. Yani;

"- Eğer taleb ettikleri gibi Biz, bir meleği asıl şeklînde indirseydik, korkunç görünüşlerinden dolayı insanlar beşerî kuvvetleriyle onlara bakmaya muktedir olamazlardı. Bilindiği gibi Peygamberler (aleyhisselâm) bile, melekleri insan suretinde görüyorlar ve o şekilde onlarla münasebet kuruyorlardı. İbrâhîm ve Lût'un (aleyhisselâm) misafirleri ve Davud'un (aleyhisselâm) hasmı gibi.

Peygamberler, kudsî kuvvetlerle desteklendikleri halde durumları böyle olursa, avam halkın durumunu nasıl olurdu bir düşün! İşte bundan dolayı eğer onlar meleği hakikî suretinde görselerdi, helâk işi tamamıyle bitirilmiş olurdu ve onun uyarıcı kılınması mümkün olmazdı.

Bu sonuç ise, onların isteklerine ters olmanın yanı sıra, dünya ve ahiret nizamının bağlı olduğu bu âlemin kanunlarına da aykırıdır. Peygamberler gönderilmesi ve bir takım şer'î hükümler vazi bir ilâhî sünnet gereğidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur:

"Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz." (İsrâ 17/15)

C- "Sonra kendilerine mühlet de verilmezdi."

Meleğin indirilmesinden sonra onların arzu ettikleri uyarılma şöyle dursun, bir göz kırpması (lcmh-ıı basar) kadar bile kendilerine mühlet verilmezdi

Bu cümlede "sümme / sonra" kelimesinin kullanılması, işin bitirilmesi ile mühlet verilmemesinin ayrı ayrı şeyler olduğuna dikkat çekmek içindir. (Yani sümme, tehir mânâsı için değildir.)

Onlara mühlet verilmez; çünkü ani azab, azabın kendisinden daha çetin ve daha ağırdır.

Diğer bir görüşe göre ise istekleri yerine getirilseydi; onlar meleğin asıl suretinde Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indiğini görmüş olsalardı - ki bundan daha açık delil yoktur- sonra yine iman etmeselerdi, helakten asla kurtulamazlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar meleği asıl suretinde gördükleri takdirde teklif kuralı olan ihtiyar (muhayyerlik) kalkmış olurdu. Bundan dolayı da onların helâk edilmesi icap ederdi.

9

"Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık, onu muhakkak bir adam suretinde yapardık ve onları yine düştükleri şüpheye düşürürdük."

A- "Eğer onu (Peygamberi) bir melek kils aydık onu muhakkak bir adam (recül) suretinde yapardık."

Bu âyet de, onların teklifinin ikinci şıkkına işaret eder.

Bu zamir, makamın da yardımıyla kelâmın Hulâsasından anlaşıldığı gibi nezîre (Peygambere) râcidir.

Eğer bu zamir, meleğe râci olsaydı, "ceaie / kılmak" fiilinin mef ûlleri tersine sıralansaydı ve "eğer meleği nezir kılsaydik, muhakkak onu bir adam suretinde yapardık" şeklinde bir ifade kullanılmış olsaydı yine maksad anlaşılmış olurdu.

Ancak ınevcud ifadenin tercih edilmiş olması, şu hakikati tesbit etmek içindir:

Birinci "ceaie / kılmak" fiilinin farz ve takdir konusunda söylenmesinin ve ikinci ceaie fiilini gerektirmesinin esası, nezîrin melek olmasıdır; yoksa meleğin nezir olması değildir. Çünkü ceaie fiilinin birinci mefulü (tümleci) mübtedea (özne), ikincisi de haber (yüklem) hükmündedir.

Yanı eğer onların söyledikleri gibi nezîri melek veya melekten bir nezir yapmış olsaydık, Biz yine o meleği bir adam (recül), bir er kişi suretinde gönderirdik. Çünkü daha önce belirtildiği gibi insanlar, meleğe asıl şekliyle bakmaya güç yetiremezler.

Genel olarak kadın veya erkek bir beşer (insan) değil de fakat bir erkeğin tercihi, bu kılmanın hakikati değiştirmek için değil fakat temsil için olduğunu gösterir.

B- "..Ve onları yine düştükleri şüpheye düşürürdük."

Bir konuda insanları lebs etmek, onları o konuda şüpheye düşürmek ve o konuyu kendileri için müşkül hale getirmektir. Lebs kelimesinin aslı, elbise ile örtmektir.

Yani Biz o meleği bir adam olarak temsil etmekle, kendi nefislerini düşürecekleri şüpheye onları düşürürdük. O zaman da onlar:

"- Sen ancak bir insansın; melek değilsin!" diyeceklerdi.

Eğer onun melek olduğuna, Kur’ân'ın âyetleriyle veya başka mucizelerle delil getirilseydi, muhakkak onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i yalanladıkları gibi delili de yalanlayacaklardı.

Eğer melek onlara ask suretiyle gösterilseydi, meleğin gerçek suretine bakamayacaklardı.

Bu kelâm, nezîr (Peygamber)in melek kılınmasının imkânsızlığını tekid eder ve özetle mânâsı şöyledir:

Eğer Biz bunu yapsaydık, Bizim şânımıza layık olmayan bir şeyi yapmış, onları şüpheye düşürmüş olurduk.

10

"(Resûlüm), andolsun ki senden önce de Peygamberlerle şüphesiz istihza (alay) edilmişti. Fakat onlardan istihza edenleri, istihza ettikleri şey kuşatıverdi."

Bu kelâm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminden gördüğü ezadan dolayı teselli eder.

Cümlenin başında yer alan "Ve-lekad", yemin ve tahkik harfi olup bu konuya ne büyük bir önem verildiğim gösterir.

Peygamberlerle alay edenler, alayları sebebiyle helâk oldular. Alay ettikleri şey veya onun vebali (azab) onları kuşatıverdi.

11

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Yeryüzünde dolaşın, sonra tekzib eden (yalanlayan / mükez-zib) lerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın."

Bundan önce eski ümmetlerin yaptıkları ve bu yüzden onların başlarına gelenler beyan edilmişti. Burada da kavmini uyarması ve çirkin hallerini kendilerine hatırlatması için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab ediliyor. Bundan amaç, onları içinde bulundukları hallerden sakındırmak, teselliyi ikmal etmek, bir de bunlar zımnında şu ince hakikati bildirmektir:

"Eski ümmetlerin başlarına gelenlerin onların başlarına da gelebileceği." Nitekim Allahü teâlâ, Bedir günü bu va'dini gerçekleştirmiştir.

O ümmetlerin hallerini öğrenmek için yeryüzünde gezin, dolaşın sonra da Peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın ve bu vaakla üzerinde düşünün.

"Sümme/sonra" kelimesi,

Ya helâk olanların eserlerini düşünmek, ancak gezi sonrası yurda avdetle mümkün olduğu için,

Ya da vücûb mertebelerinin aralarındaki farklılığı göstermek için kullanılmıştır.

1-Gezip dolaşmanın gerekliliği (vücûbu), ancak düşünmeye vesile olduğu içindir. Nitekim Al-ı İmrân (3) sûresinin 137. âyetinde "sümme / sonra" kelimesi yerine "f " harfi ile atf yapılması da bunu teyid eder. Zahir olan görüş budur.

2-"Sîrû fi'l-ardzk / yeryüzünde seyredin, gezin, dolaşın" emri ticaret ve benzeri amaçlar için gezinin mubah olduğunu belirtmek,

"Ünzurû keyfe kâne / nasıl olduğuna nazar edin, bakın, düşünün" emri de, eski milletlerin tarihî eserlerini incelemenin vâcib olduğunu bildirmek ve nihayet vacib ile mubahı birbirinden ayırmak içindir.

Ancak bu görüş, bu makama münasib değildir.

12

"De ki:

"- Göklerde ve yerde olanlar kimindir?"

De ki:

"- Allah'ındır."

Allah, nefsi (zâtı) üzerine rahmeti yazmıştır. Geleceğinde hiç şüphe bulunmayan kıyamet günü O, sizi mutlaka bir araya toplayacaktır. Ama kendilerini hüsrana uğratanlar var ya onlar, artık iman etmezler."

A- "De kı:

"- Göklerde ve yerde olanlar kimindir ?"

Resûlüm! Onları hakka sığınma zorunda bırakmak ve susturmak için kendilerine de ki:

"- Göklerde ve yerde olanlar, akıl sahibi veya değil; kimindir? Yani bütün kâinat, halk, mülkiyet ve tasarruf yetkisi kime aittir?"

B- "De kı:

"- Allah'ındır."

Bu kelâm, bir tesbittir ve bu sualin bundan başka cevabı yoktur. Hiç kimsenin bundan başka bir cevap vermesi mümkün değildir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Ve lein seelte hüm men halâka's-semâvati ve'l-ardza leyekuulünne-llâh / Eğer onlara:

"- Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan, mutlaka:

"- Allah " derler." (Lokman 31/25)

C- "Allah, nefsi (zâtı) üzerine rahmeti yazmıştır."

Bu müstakil cümle söz konusu emre dahil olup Allahü teâlâ'nın, sonsuz kudret ve hükümranlığının, sınırsız rahmetinin bütün yaratılmışları, kâinatı, her şeyi kapsadığını; çok merhamet edici olduğunu; kullarına hak ettikleri cezayı hemen vermediğini; nedamet ve tevbelerini kabul ettiğini; gazabın O'nun zâtından değil fakat kullarından kaynaklandığım ifade eder.

Bunun aksi iddia edilemez. Çünkü Allahü teâlâ, insanları selim bir fıtrat üzere yaratmış; enfüsî (dahilî) ve afakî (haricî) deliller göstermiş; Peygamberleri göndermiş; rızasını mûcib davetlerle dolu Kitablar indirmiş; gazabını gerektiren hallerden sakındırmış; insanları marifet ve tevhide hidayet etmiştir. İşte bütün bunlar O'nun rahmetinin tecellileridir. Ancak onlar, Allahü teâlâ'nın verdiği fıtratı değiştirdiler, delillerden yüz çevirdiler, Kitabları tekzib,

Peygamberlerle alay ettiler. Açıkça görüldüğü gibi Allah (celle celâlühü), onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmettiler.

Eğer Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti, merhameti olmasaydı, onları da eski ümmetler gibi bir anda yok ederdi.

Allah'ın nefsi üzerine rahmeti yazması, hiç kimsenin tavassutu olmaksızın, merhameti sırf kendi fazl ve ihsanı ile mukaddes zâtına vâcib kılmasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu rahmet şudur:

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur

"- Lemma kadza-llahü tea'le'l-halka ketebe fî kitâbihi fehüve ti'ndehu fevka'l-a'rş / Allahü teâlâ, halkı yaratmaya karar verdiği zaman katında, Arş'ın üstünde bulunan Kitabına (Levh'e) şunu yazdı:

"İrme rahmeti ğalebet ğadzabî / Rahmetim, gazabıma gaahbdir, "16

Ömer (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, Kâb b. Acre (radıyallahü anh), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sordu:

"- Mâ evvelü şey'in ibtidâi-llâhi tea'lâ min halkıhi — Allahü teâlâ'nın ilk yarattığı şey nedir? "

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ketebe-llâhü kitaben lem yektübhü bıkalemı velâ midadi kitabete'z-zebercedü ve'ldü'lüü ve'l-yakuut / Allahü teâlâ, bir yazı yazdı; onu kalem ve mürekkeble değil zeberced, inci ve yakut ile yazdı. Şöyle ki:

"- İnnî enedlâhü lâ ilâ be ene sebekat rahmeti, ğadzabî / Şüphesiz Allah Benim. Benden başka ilâh yoktur. Rahmetim, gazabımın önüne geç (seb-ket)miştir."

İlâhî rahmetin öne geçmesi ve gaalib olması; rahmetin daha önce ve daha çok mahlûka ulaşmasındandır. Üstelik rahmet, her türlü hayrın kaynağı olan zâtın ıcablarındandır.

Allahü teâlâ'nın zâtı burada "nefs" kelimesi ile ifade edilmiştir.

Bu âyet müşakele (iki şeyin şeklen benzeşmesi) hali müstesna nefs kelimesinin Allahü teâlâ hakkında kullanılmayacağını iddia edenler aleyhine bir hüccettir. Zira gördüğün gibi burada kesinlikle müşakele yoktur.

Ç- "Geleceğinde hiç şüphe bulunmayan kıyamet gününde O, sizi mutlaka bir araya toplayacaktır."

Bu istinafı cümle, onlar için Allah'a ortak koşmalarından ve kâinatı tefekkürden gaafıl olmalarından dolayı vaîd (ceza tehdidi) demektir. Yani,

"- Allah'a andolsun ki O, dünyada rahmetinin gereği olarak size süre (mehil, mühlet) vererek (imlıal ederek) acilen azabını göndermiyorsa da,

sizi kıyamet günü diriltecek, mezarlarınızdan çıkartacak,

huzurunda toplayacak,

şirkinizden ve diğer günahlarınızdan dolayı sizi cezalandıracaktır."

Kesinlik kıyametin geleceği ile ilgili olabileceği gibi, kıyamet günündeki toplanma ile de ilgili olabilir. Yani sizi toplayacağında hiç şüphe yoktur; demektir.

D- "Ama kendilerini hüsrana uğratanlar var ya onlar artık iman etmezler."

Varlıklarının sermayesi olan asıl yaradılıştan, ald-i selimden, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) görmekten, vahyi dinlemekten ve diğer rahmet eserlerini müşahede etmekten hasıl olan yakıîne istidad ve kabiliyetini kaybedenler var ya, onlar artık iman etmezler.

Bu kelâm, şart ile cevabı gibidir. Yani onların iman etmemeleri, hüsranları sebebiyledir. Zira hislere, vehme uymak, taklide dalmak ve tefekkürü iğfal etmek (gaafîl kılmak), onların küfürde ısrar ve imandan imtina etmelerine sebep olmuştur.

Bu cümle, daha önce geçen "Kul / De kı:" emrine dahil olmayıp onların hâlini takbih için doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından ifade buyurulmuş bir zeyl mahiyetindedir.

13

"Gece ve gündüz içinde sakin olan her şey O'nundur. O, her şeyi kemaliyle işiten (e's-Semî'), her şeyi hakkıyla bilen (el - A'lîm)dir."

Burada gece ile gündüz zaman olduğu halde mekân, gibi kabul edilmiş, eşya da zamana nisbet edilmiştir.

İşitme konusu her şeyi kemaliyle işiten ve ilim konusu her şeyi hakkıyla bilen ancak Allahü teâlâ'dır.

Bu itibarla hiçbir söz ve hiçbir fiil O'ndan gizli değildir.

14

"(Resûlüm) de ki:

"- Gökleri ve yeri yoktan yaratan (Fâtır), (halkı) yediren (it'a'm eden, rızıldandıran) fakat kendisi yedirilmeyen (rızıklandırılmayan) o Allah'tan başka bir velî (do s t) mi edineceğim?"

De ki:

"- Şüphesiz ki ben Müslümanların ilki olmakla emredildim. Bana sakın müşriklerden olma; dendi."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Gökleri ve yeri yoktan yaratan (Fâtır), (halkı) yediren (it'a'm eden, rızıldandıran), fakat kendisi yedirilmeyen (rızıklandırılmayan) o Allah'tan başka bir velî (mabûd) mi edineceğim ?"

Ey Resûlüm, onlara de ki:

"- Gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'tan başka bir mâbûd mu edineceğim?"

Soru harfinin fiile dahil olmayışı burada reddedilen şeyin, Akah'tan başkasını mâbûd edinmek olduğunu gösterir. Nitekim,

"De ki:

"- O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mı isterim?" (En'am 6/164)

"De ki:

"- Bana Allah'tan başkasına ibâdet (kulluk)etmemi mi emrediyorsunuz, ey cahiller ?" (Zümer 39/64) âyetleri da bu kabildendir.

Mahlûkatı rızıldandıran (yerzuku) fakat kendisi rızıklandırılmayan (velâ yurzaku) ancak Allahü teâlâ'dır.

Burada yemeğin zikredilmesi, ona şiddetle ihtiyaç duyulduğu yahut rızıklandırılana en çok ulaşan şey o olduğu içindir.

Yani, gökleri ve yeri yoktan var eden Allahü teâlâ'ya, hayvaniyetin (canlılığın) aşağı mertebesinde olan bir şeyi ortak mı koşacağım?

Bir kırâete göre, bu cümledeki her iki fiil, fail kipi ile okunmuştur. Şöyle ki:

Dilediğine yediren, dilediğine de yedirmeyen Allahü teâlâ'dır. Bakara (2) sûresinin, aşağıdaki 245. âyetinde olduğu gibi:

"Allah darlık da verir genişlik de. Ve O'na döndürüleceksiniz."

B- "De kı:

"- Şüphesiz ki ben Müslüman (teslim olan)ların ilki olmakla emredildim."

Resûlüm, de ki:

"- Bana, bütün benliğiyle kendini Allah'a (celle celâlühü) veren Müslümanların ilki olmam emredildi. Çünkü bir Peygamber, ümmetinin önderidir. Nitekim başka bir âyette:

" Bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim." (En'âm 6/163)

ve diğer bir âyette de:

"Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim ; Sana tevbe ettim ve ben mü'minlerin ilkiyim" (A'raf 7/143) buyrulur.

C- "Bana, sakın müşriklerden olma, dendi."

Bana:

"- Din işlerinde sakın müşriklerden olma!" dendi. Hulâsa,  bana İslâm emrolundu ve şirkten yasaklandım..

15

"De ki:

"- Kadar ben Rabb'ıme isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım."

Ben, hangi, konuda olursa olsun, Allah'ın emrine ve nehyine muhalefet etmem. Çünkü, kıyamet gününün azabından korkarım.

Bu kelâm böylece,

- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in, bütün günahlardan uzak,

- kâfirlerin de kıyamet gününün azabını hak etmiş âsîler olduğunu belirtmiş bulunur.

16

"O gün kimden azab uzaklaştırılma, şüphesiz Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur."

O büyük günde kendisinden azab uzaklaştırılan kimse var ya, artık Allahü teâlâ onu gerçekten kurtarmış ve ona büyük bir nimet bahsetmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, onu cennete dahil etmiştir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o kesinlikle kurtulmuştur." (Al-i Imrân 3/185)

Bu cümle, istinafi olup azabın korkunçluğunu tekid eder. Azabın uzaklaştırılması, yahut ilâhî merhamet, apaçık saadettir.

17

"Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa onu O'ndan başka giderecek (keşfedecek, açacak) kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa şüphesiz O, her şeye kaadirdir."

Eğer Allah (celle celâlühü), seni hastalık, yoksulluk gibi bir sıkıntıya uğratırsa onu, O'ndan başka giderecek kimse yoktur.

Eğer Allah, seni sağlık, servet gibi bir hayırla nimetlendirirse, bil ki, O, her şeye kaadir olduğu gibi buna da muktedirdir. Binaenaleyh dilerse,

o hayrı tutup muhafaza eder;

o hayrı önlemeye veya kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Nitekim Yûnus (10) sûresinin 107. Âyetinde:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu O'ndan başka giderecek (açacak)yoktur. Ve eğer sana bir hayır diler (irade eder) se o zaman O'nun fazlını geri çevirecek (red ve iade edecek) de yoktur, "buyruiur.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) şunlar rivâyet edilmiştir:

Kisra (İran hükümdarı) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e bir katır hediye etmişti. O da laldan bir yular kullanarak bu katırın sırtına bindi. Beni de terkisine aldı; bir mil kadar gitti. Sonra bana dönüp:

"- Ey oğul!" dedi.

"- Buyur ya Resûlâliah!" dedim.

O, şöyle devam etti:

"- Allah'ın dinini koru ki, O da, seni korusun.

Bolluk, zamanında Allah'ı tanı (unutma) ki, O da sıkın tık zamanında seni tanısın.

Bir şeyi dilediğin zaman, Allah'tan dile.

Yardım istediğin zaman Allah'tan iste.

Bil ki, olacak her şeyi kalem yazmıştır. Allah'ın senin için hükmetmediği bir menfaati sana sağlamak için bütün yaratılmışlar çalışsalar, ona güç yetiremezler.

Allah'ın senin aleyhine yazmadığı bir zararı sana dokundurmak için bütün yaratılmışlar çalışsalar ona da güç yetiremezler.

Eğer (zarara) yakınî bir iman ile beraber sabredebilirsen, bunu yap; yapamazsan, o zaman yalnız sabret. Çünkü sevmediğin şeylere sabretmekte çok hayır vardır. Bil ki, sabırla zafer kazanılır; üzüntüden sonra ferahlık ve zorluktan sonra kolaylık vardır."

18

"O kulları üzerinde hâkimiyet sahibi (Kaahir)dir. O, hükümlerinde hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyla haberdardır."

Burada Allahü teâlâ'nın kahrı ve üstünlüğü, galibiyet ve kudretle tasvk edilmektedir.

Allahü teâlâ, bütün fiillerini ve emirlerini hikmetle icra buyurur ve O, kullarının bütün hallerinden ve gizli işlerinden haberdardır.

19

"(Resûlüm) de ki:

"- Şahadet olarak hangi şey en büyüktür ?"

De ki:

Allah, benimle sizin aranızda şâhiddir. Ve bu Kur’ân bana sizi ve ulaştığı kimseyi inzar etmem (uyarmam) için vahyolundu. Siz gerçekten Allah yanında başka ilâhlar bulunduğuna şahadet eder misiniz ?"

De kı:

"- Ben şahadet etmem." De ki:

"- O, ancak bir tek İlâhtır. Ve kıç şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden beriyim."

A- "(Resûlüm) de ki:

"- Şahadet olarak hangi şey en büyüktür ?"

Rivâyet olunuyor ki, Kureyşliler, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki:

"Ya Muhammed! Biz seni Yahudilere ve Hıristiyanlara sorduk; onlar, kendi Kitablarında senin zikrine ve sıfatına rastlamadıklarını söylediler. Haydi, sen bize, Allah'ın Resulü olduğuna şâhidlik edecekleri göster."

İşte o zaman bu âyet nazil oldu.

B- "De kı:

"- Allah, benimle sizin aranızda şâhiddir."

Bu kelâm görüldüğü gibi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e, onlara bizzat cevab vermeyi emreder. Bu emir.

ya buna ancak Allahü teâlâ'nın şâhidlik edebileceğini ve başkasının şahadete muktedir olamayacağını,

ya da onların tereddüdünün, Allahü teâlâ'nın her şeyden daha ulu olduğunda değil de şâhidlik konusunda olduğunu bildirmek içindir.

C- "Ve bu Kur’ân bana sizi ve ulaştığı kimseyi inzar etmem için vahyolundu."

Benim risâlet ve nübüvvetimin doğru olduğuna şâhid olan bu Kur’ân, bana Allah (celle celâlühü) tarafından içindeki vaîdlerle;

siz Mekke halkını,

onun eriştiği siyah (esved) ve kırmızı (ahmer) derili bütün insanları,

cinleri; yahut şu anda siz mevcudları,

bundan sonra kıyamete dek vücûde gelecek olanları uyarmam için vahyolundu.

Âyette inzar sadece zikirle iktifa edilmiştir. Çünkü buradaki kelâm, kâfirler içindir.

Bu ayet-i kerime, Kur’ân ahkâmının,

hem Kur’ân'ın nüzulü sırasında mevcud olan,

hem de daha sonra kıyamete kadar vücûde gelecek insanları kapsadığına delildir.

Hanbelî ulemasına göre bu kapsama, hepsi için ibare yoluyla (bitarikti'l-ı'bare)dır.

Biz Hanefî âlimlerine göre ise, Kur’ânin nüzulü sırasında mevcud ve mükellef olmayanlar için icmâ yoluyla (bi'l-icma')dır. Nitekim Nisa (4) suresinin başında geçti.

Ç- "Siz gerçekten Allah'ın yanında başka ilâhlar bulunduğuna şahadet eder misiniz ?"

Bu kelâm, onlar için redd ve yadırgama olmakla beraber aynı zamanda hakkın beyanıdır.

D- "De ki:

"- Ben şahadet etmem."

"- Siz buna şahitlik etseniz de, ben etmem; çünkü bu, gerçekten bâtıldır."

E- "De kı:

"- O, ancak bir tek İlâhtır. Ve hiç şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden beriyim."

Emrin tekrarı tekid içindir. Yani,

"- Ben, şahadet ederim ki, Allahü teâlâ'dan başka İlâh yoktur ve ben, sizin ortak koştuğunuz putlardan, şirkten uzağım."

20

"Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanırcasına tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlar var ya; artık onlar iman etmezler."

A- "Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanırcasına tanırlar."

Bu cümle daha önce geçen:

"- Biz, seni Yahudilere ve Hıristiyanlara sorduk..." şeklindeki sözlere cevabtır.

"Ellezîne âteyna hümü'l-kitabe - Kendilerine Kitab verdiklerinıız"den murad, Yahudilerle Hıristiyanlardır.

"Kitab" tan murat, Tevrat ve İncil'i de kapsayan kitab cinsidir.

Yahudilerle Hıristiyanların, "Kendilerine Kitab verdiklerimiz" olarak vasıflandırması, "ya'rifûnehu / onu tanırlar" fiilinin asıl kaynağını bildirmek içindir. Yani onlar,

- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi kutsal Kitaplarında yazılı hilyesi (dış görünüm tasviri)nden ve vasıflarından tanırlar;

- aynen öz oğullarını kendilerine has nitelikleriyle tanıdıkları gibi. Öyle ki, bunda asla şüphelen yoktur.

Rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye gelince, Ömer (radıyallahü anh), Yahudî asıllı Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh) dan sordu:

Allahü teâlâ, bu âyeti Resulüne indirdi; bu nasıl bir tanımadır?" Abdullah b. Selâm

"- Ya Ömer! Ben onu aranızda görünce, öz oğlumu tanır gibi tanıdım. Hatta yemin ederim ki, ben, Muhammed’i öz oğlumdan bile daha iyi tanıyorum. Çünkü kadınların ne yaptıklarını bilemem. Ama Muhammed'in, Allahü teâlâ'nın hak Peygamberi olduğuna kesinlikle şahadet ederim."

B- Kendilerini hüsrana uğratanlar varya; artık onlar iman etmezler."

Ehl-i Kitab Yahudilerle Hıristiyanlardan ve müşriklerden bir çokları Allahü teâlâ'nın, yarattığı ilâhî fıtratı zayi ettiler ve imanı gerektiren delillerden tamamen yüz çevirdiler. Artık onlar iman etmezler, onların kalbleri mühürlenmiştir.

21

"Allah'a karşı yalan uyduran (iftira) veya O'nun âyetlerim tekzib edenden daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz ki zâlimler felâh (kurtuluş) a eremezler."

A- "Allah'a karşı yalan uyduran (iftira) veya O'nun âyetlerini tekzib edenden daha zâlim kim olabilir?"

Tevrat ile İncil'de geleceği va'dedılen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) i gerçek olmayan vasıflarla vasıflandırmak suretiyle Allahü teâlâ'ya iftira eden Ehl-i Kitabdan;

el-melâiketü benatu-llah / melekler, Allah'ın kızlarıdır;

hâülâi şüfeâ'üna ıi'nda-llâh - işte onlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir; (Yûnus 10/18) gibi sözlerle Allah'a karşı yalan uyduran müşriklerden daha zâlim kim olabilir ?

Bu kelâm, hiç kimsenin, bu iftiraları yapanlardan daha zâlim olamayacağını belirtir. Nitekim,

" Allah'a karsı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?" (Hûd 11/18)

" Şüphesiz onlar, ahıirette en çok zarara uğrayan (ahser)lardır." (Hûd 11/22) âyetlerinde de kasdedilen mânâ budur.

Onların Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalan saymaları,

Kur’âni,

öz oğullarını tanircasına tanıdıkları Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem),

mucizeleri inkâr ve Tevrat'ı tahrif etmeleri demektir.

Bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalan saymaktır.

"Ev — veya" kelimesi iftira ve yalanlamadan her birinin kendi basına, zulmün son haddine ulaştığım bildirmek amacı ile kullanılmıştır.

Onlar bu suretle Allahü teâlâ'nın reddettiğini isbat ve işbat ettiğini de reddetmişlerdir. Allah, canlarını alsın; nasıl da haktan çevriliyorlar!

B- "Şüphesiz ki zâlimler felâh (kurtuluş)a eremezler."

Zâlimler, hiçbir fenalıktan kurtulamazlar ve hiçbir arzularına da nail olamazlar.

22

"O gün onların hepsini bir araya toplayacağız (hasredeceğiz). Sonra ortak koşanlara diyeceğiz ki:

"- Hani nerede bir şey zannet (zu'met)tiğiniz ortaklarınız?"

A- "O gün onların hepsini bir araya toplayacağız."

"Yevme / o gün" kelimesi, gelecek gizli bir fiilin zarfıdır. O fiilin hazfedılmesi, onun izah ve beyanı için ibarenin yetersiz olduğunu zımnen bildirmek ve dinleyicilerin, o gün vuku bulacak pek büyük âfet ve belâları dinlemeye bile dayanamayacaklarına işaret etmek içindir.

Sanki şöyle denmiştir:

"- O gün, onların hepsini bir araya toplayacağız, sonra da onlara söyleyeceklerimizi söyleyeceğiz; öyle korkunç haller meydana gelecek ki, onlar dil ile ifade edilemez."

Diğer bir görüşe göre ise, anılan "yevme — o gün" kelimesi, kendisinden önce takdir edilen gizli bir fiilin mefulüdür. Yani onları korkutup sakındırmak için, kendilerini bir araya toplayacağımız günü hatırlat, demektir.

Bir diğer görüşe göre ise,

"- insanlar korunsunlar veya sakınsınlar o günden ki, o gün onların hepsini bir araya toplayacağız." demektir.

B- "Sonra o ortak koşanlara diyeceğiz ki :

"- Hani nerede bir şey zannet (zu'met)tiğiniz ortaklarınız?"

Sonra azarlamak ve kınamak için ortak koşanlara diyeceğiz ki:

"- Nerede o sizin haksız yere, Yüce Allah'ın ortakları olduğunu iddia ettiğiniz ilâhlarınız?"

"Şürekâ' / şerikler, ortaklar" kelimesi, müşriklere aittir. Onların ortaklığı, yalnız kuru bir isimlendirmeden ve yalandan ibarettir, "tez'u'mûne zu'mettiğinız, boş yere iddia ettiğiniz, sandığınız, zannettiğiniz" kelimesi de bunun açık bir delilidir.

Bu sual onların ortak koştukları ilâhların gözden kaybolacaklarını bildirir. Oysa, bir araya toplama veya haşr, onları da kapsar.

"(Allah, meleklere şöyle emreder):

"- Zâlimleri, onların zevce (yoldaş, arkadaş, eş)lerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri bir araya toplayın." (Sâffât 37/22) âyeti ve benzerleri de bu gerçeği vurgular.

Ancak yukartlaki sual, haşr sırasında müşriklerin, taptıkları putlarla aralarında cereya edecek redlesmeden ve ilişkilerin kesilmesinden sonra vârid olacaktır. Nitekim,

"Ve yevme nahşuru hüm cemîâ'n sümme nekuulü lı-llezîne eşrakû mekâneküm en tüm ve şürakâü küm fezeyyelna beynehum / O gün onların hepsini bir araya toplarız. Sonra ortak koşanlara,

"- Sizler ve putlarınız yerlerinize!" diyerek onları birbirlerinden ayırırız." (Yûnus 10/28) âyeti ile benzerleri bunu bıldirir.

Yahut o gün onların taptıkları putlar mahşer yerinden uzaklaştırılmış olduğundan orada hazır bulunmayacaklardır.

Yahut ortak ve şefaatçi sıfatı ile orada hazır bulunamamaları, gerçekte namevcud olmaları gibi değerlendirilmiştir.

Çünkü onlar hakkında sorulacak sual, onların varlıkları cihetinden değil, fakat ortak olmaları itibariyledir,

Ve bâtıl tanrılar, ilâhlar, putlar v.s. varlıkları itibarıyla hazır olsalar bile ortak olmaları itibariyle hiç şüphesiz gaaibdirler.

Bazı âlimlere göre, kınama vaktinde onlarla putları arasına bir engel konur ki, onlar ümid ettikleri vakitte putları bulamasınlar ve böylece perişanlık ve hüsranlarını görsünler.

Ancak bu görüş, onların mahşer yerinde bile hâlâ gerçek durumu bilmediklerini ve putlarından henüz umut kesmediklerini gösterir Oysa onlar gerçeği daha önce görmüşler ve onlardan umutlarını tamamen kesmişlerdir. Çünkü, ölüm anından itibaren ölümle âhiret arasındaki azab sebebiyle, gerçek durum onlara malûm olmuştur. Haşr günü vaakıî olan, gerçeğin apaçık ortaya çıkışı ve kesin bilgi husulüdür.

23

"Sonunda şöyle demekten başka bir fitne (bahane)leri kalmaz:

"- Rabb'ımız vallahi biz müşrikler değildik!"

Onların fitnesi,

ya onların küfrüdür ve bundan, küfrün akıbeti kastedilir; yani onlar, ömürleri boyunca bağlı kaldıkları ve iftihar ettikleri küfürlerini, "Rabb'ımız vallahi, biz Sana ortak koşmadık!" diyerek inkâr eder ve ondan uzaklaşırlar;

ya da onların fitnesi, cevapları demektir; fitne olarak ifade edilmesi, yalan olmasından dolayıdır.

Allahü teâlâ'yi "Rabbina / Rabb'ımız" olarak vasıflandırmaları onların şirkten uzaklaşmalarını mübalâğa ile belirtmek içindir.

"Rabbina " kelimesi, bir kırâete göre, "Rabbena" şeklinde de okunmuştur. Buna göre, nida halinde "Ey Rabbimiz" demek olur. Bu takdirde Rabb'a sesleniş, mazeretin kabulü için yalvarış ve yakarış demektir. Ancak onların bu sözlerinin hiçbir faydası yoktur. Bunu söylemeleri, şaşkınlık ve dehşettendir.

24

"Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylüyorlar ! O uydurdukları (putlar, ilâhlar) da onlardan uzaklaşıp kaybolmuştur."

Bu âyet de, bundan önceki kelâmın, "biz müşrikler değildik" mânâsına hamledilmesinin bâtıl olduğuna hükmetmeder. Onlar bunu demekle kendilerine karşı yalan söylemişlerdir.

Onlar, kendilerinden sâdır olanı inkâr ettiler; nefislerine karşı yalan söylediler fakat netice itibariyle şirk ile ilgilerini kestiler.

Bir görüşe göre bu, onların talin diye uydurdukları şeylerin, kendilerinden nasıl kaybolup gittiğini anlatır.

25

"(Resûlüm) içlerinde seni dinleyenler de var. Ama biz onu (Kur’ân'ı) anlamalarına engel olmak için onların kalbleri üzerine ekin ne (kılıflar, perdeler, örtüler), kulaklarına da vakr (ağırlık) koyduk. Onlar bütün âyetleri görseler de onlara iman etmezler. Hatta sana geldikçe seninle tartışırlar.

Ve o kâfirler şöyle derler:

"- Bu eskilerin masalların (esatıîrü'l-evvetin)dan başka bir şey değil!"

A- "(Resûlüm) içlerinde seni dinleyenler de var."

Rivâyete göre, bir gün müşriklerden Ebû Süfyan, Velîd, Nadr, Utbe, Şeybe, Ebû Cehil ve arkadaşları Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân okurken dinlediler. İçlerinden tarih bilgisi olan Nadr'a,

"- Ya Ebâ Katile Muhammed, ne diyor (Ma yakuulü Muhammed)?" diye sordular.

O da:

"- Kâ'be'yi Beyt'ı kılan Allah'a yemin ederim, onun ne dediğini ben de bilmiyorum; yalnız dilini oynatıyor ve benim size, geçmiş zamanlara âit anlattığım eskilerin masallarına benzer şeyler söylüyor." dedi.

Bunun üzerine Ebû Süfyan:

"- Kadar, ben onu hakk olarak görüyorum (İnnî le-erâhü hakkan)" dedi.

Ebû Cehil ise:

"- Asla/Kellâ !" cevabını verdi.

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.17

B- "Ama Biz onu (Kur’ân'ı) anlamalarına engel olmak için onların kalbleri üzerine ektime (kılıflar, perdeler, örtüler), kulaklarına da vakr (ağırlık) koyduk."

1- Bu cümle,

ya istinafı olup kalblerin mühürlendiğini,

- ya da gizlice Kur’ân dinleyenlerin hallerini beyan eder. Yani, bunun anlamı şudur:

"- Resûlüm, onlar senin okuduğun Kur’ân'ı dinlerken, onu anlamalarını istemediğimiz için, kalbleri üstüne, insanların bilmediği nice perdeler çekdik."

Bu ayni zamanda Allahü teâlâ'ya ortak koşanların,

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in şânı hakkındaki cehaletlerini,

kalblerının katılığını,

kulaklarının da gerçeğe kapalı olduğunu açıklayan bir temsildir. Bu hakikatin izahı Bakara (2) sûresinin başında geçti.

2-

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, onların:

"- Senin bizi davet ettiğin (Kur’ân'a) karşı kalblerimiz ekinne (kılıflar, örtüler, perdeler) içindedir; kulaklarımızda da ağırlık vardır." (Fussılet 41/5)

şeklindeki sözlerini hikâye eder.

Müşriklerin,

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur’ân hakkındaki cehalet ve küfürleri,

Kur’ân'ı sihir, şiir ve esatıirü'l-evvelîn (eskilerin masalları) olarak vasıflandırmaları,

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında gerçek dışı bir takım iddialar ileri sürmeleri,

onların tasdik ve imanlarına engeldir. Yoksa bunun ötesinde onlarla Kur’ân arasında onu anlamalarına engel başka bir durum söz konusu değildir. Bu itibarla kelâm-ı kerîmi bu mânâya hamletmek de mümkün değildir.

B- "Onlar bütün âyetleri görseler de onlara iman etmezler."

Onlar, Kur’ân'ın bütün âyetlerini dinlemek suretiyle görürcesine bilgi sahibi olsalar da yine iman etmezler. Çünkü yukarıda anlatılan halleri sebebiyle âyetleri gerçek veçhesiyle idrâk edemezler.

C- "Hatta sana geldikçe seninle tartışırlar. Ve o kâfirler şöyle derler:

"- Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil."

Onların yalanlamaları ve büyüklük taslamaları öyle bir dereceye varmıştır ki, sadece dinledikleri âyetlere inanmamakla kalmazlar; sana geldikleri zaman da,

"- Bu Kur’ân, eskilerin masallarından başka bir şey değil!" diyerek seninle tartışırlar.

İşte bâtılın, ne önünden, ne de arkasından yaklaşamadığı en güzel ve en doğru kelâmı, masal ve hurafe saymak, küfrün en son mertebesidir.

26

"Onlar hem on (Kur’ân) dan alıkoyarlar, hem de ondan uzaklaşırlar. Onlar ancak kendilerini helâk ederler. Ama farkında değillerdir."

A- "Onlar hem on (Kur’ân) darı alıkoyarlar, hem de ondan uzaklaşırlar."

Onlar,

Kur’ân'ı sadece yalanlamak ve onu eskilerin masalları saymakla kalmazlar fakat ayni zamanda insanları onu dinlemekten de men'ederler ki onun hakk olduğunu idrak ile iman etmesinler;

men için çıkardıkları engelleri pekiştirmek ve sonsuz nefretlerim ortaya koymak için de kendileri ondan uzaklaşırlar.

Çünkü başkasını alıkoyan kimsenin de, alıkonulan şeyden kaçması, alıkoymanın tamamlayıcısıdır. Her halde kendilerinin kaçınmasını ifade eden cümlenin, alıkoyma cümlesinden sonra zikredilmesinin sırrı da budur.

Başka bir görüşe göre ise, metindeki "anhü /ondan" zamiri, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) râcidir.

Yani onlar, insanları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den alıkoyarlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar.

Bir diğer görüşe göre ise, metindeki "hüm / onlar" zamiri. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Ebû Tâlib'e râcidir. Zamirin çoğul olması, onun çevresine şümulü itibariyledir. Çünkü Ebû Tâlıb, Kureyş'lileri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e zarar vermek veya dokunmaktan men'ediyordu. Fakat kendisi de uzak duruyor ve iman etmiyordu.

Rivâyete göre Kureyş'tiler, Ebû Tâlib'in yanında toplanıp Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) fenalık yapmak istediler. O zaman Ebû Tâlib şu şiiri söyledi:

"Vallahi len yastilû ileyke bi ceminim Hatta üvessede ti't - türabi definâ

Fa'sda' bi emrike mâ aleyke ğadadetün Ve'bşür bı zâke ve karre minhü uyûnâ

Ve deavtenî ve zeamte cnneke nâsıhî Ve le kad sadakte ve künte semme emînâ

Levle i-melâmetü ev hızarı sübbeten Le vecedtenî semhan bi zâke nıübînâ

Vallahi, ben gömülerek toprak, bana yastık yapılmadan; Onlar, topluluklarıyla sana ilişemezler.

Tercemesi

Sen davanı açıkça ortaya koy; senin bir eksikliğin olmayacaktır. Sen kendini ferah tut; gözünü de aydın...

Sen beni, davet ve bana nasihatçi olduğunu iddia ettin;

Andolsun ki, sen gerçekten doğru söyledin ve davanda emin oldun.

Sen bana bir din gösterdin ki, bütün insanların dinlerinden daha hayırlıdır.

Eğer kınanmaktan veya sebbedil (sövül)mekten çekinmeseydim, bu dinimi cömertçe açığa vuracaktım.

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.

B- "Onlar ancak kendilerini helâk ederler. Ama farkında değillerdir."

Onlar,

başkalarını Kur’ân'dan veya Peygamberimden alıkoymak,

kendileri de ondan uzaklaşmakla,

kendilerini dünya ve ahiret azabının en ağırına uğratarak helâk ederler.

Fakat Kur’ân'a, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlere hiçbir zarar veremezler. Onlar bu zararın da farkında değillerdir.

Onların, kendilerini ilâhî azaba maruz bırakmaları "ilhak / helâk etmek" şeklinde ifade edilmiştir. İhlâk kelimesinin kullanılması, onların başına gelecek şeyin mutlak zarar değil, fakat helâk olduğunu bildirmek içindir.

Bir de, onların maksadları, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'mini erin başlarına gaileler de açmaktı.

27

"Onlar ateş üzerinde durduruldukları zaman şöyle dediklerini bir görsen:

"- Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik (red ve iade edil şeydik), Rabbimızın âyetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık !"

Bu hitab,

Ya Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) adır,

ya da görebilme yeteneği olan herkesedir.

İkinci şıkka göre maksad, görebilen herkese, onların hallerinin ne kadar kötü ve korkunç olduğunu anlatmaktır.

Bu şart cümlesinin cevabı, belli ve tafsilatı ibareye sığmadığı için hazfolunmuştur. Yani, bunun anlamı şudur:

"Eğer onların,

ateşle karşı karşıya geldikleri,

yahut altlarındaki ateşe yakından baktıkları,

yahut ateşe girip de o azab tattıkları,

ve artık kurtuluş ümidi kalmadığını anladıkları zaman:

"- Ah, ne olurdu, dünyaya geri gönderilseydik, Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık ve onlara inansaydık, gereklerini yerine getirsevdik de bu korkunç duruma düşmeseydik ve kurtuluşa eren mü'minler arasında olsaydık" dediklerini bir görevdin!.."

28

"Hayır, daha önce gizledikleri karşılarına çıktı. Dünyaya geri döndürülmüş olsalardı yine nehyedildikleri şeye döneceklerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar."

A- "Hayır, daha önce gizledikleri karşılarına çıktı."

Onların bu sözleri, iman isteğinden, o mü'min vasfına şevk duymaktan değil fakat manzaranın korkuııçluğundan idi.

Onların gizledikleri şeyden maksad, karşısında durduruldukları ateştir. Çünkü daha önce korkunçluğu anlatılan odur.

Onların cehennem ateşini gizlemelerinden maksad, dünyada onu yalanlamalarıdır. Çünkü bir şeyi yalanlamak, onu behemehal gizlemektir.

" İşte bu, mücrimlerin tekzib ettikleri cehennemdir." (Rahman 55/43)

" işte tekzib edip durduğunuz ateş budur. " (Tûr 52/14)

" Rabbîmızın âyetlerini tekzib etmeseydik." (En'am 6/27)

âyetlerinde tekzib fiili kullanıldığı halde burada gizleme fiilinin tercih edilmesi bunun karşıtı olan "ortaya çıkma, görünme" fiilinin dikkate alınmasındandır.

Onların gizlediklerinin ne olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

Onların gizledikleri,

1 - Allah'a karşı küfür ve isyanlarıdır;

2-insanlardan sakladıkları çirkin davranış ve ayıplarıdır;

3-Onların, kıyametin bazı duraklarında, " Rabbimiz vallahi biz müşrikler değildik." (En'âm 6/23)

sözleriyle inkâr ettikleri putları, ilâhlarıdır;

4-Kâfirlerin reislerinin, kendi adamlarına söylemedikleri yeniden dirilme ve Allahü teâlâ'nın huzurunda toplanma (ba's ve nüşûr) gerçekleridir;

5-Ehl-i Kitab bilginlerinin halkdan kaçırdıkları Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in peygamberlik hakikati (sihhat-i nübüvvet-i nebi) ve onun şerefli vasıfları (nuû't-ı şerife)dır;

6-Münafıkların, mü'minlerden sır olarak sakladıkları küfürleridir.

Bu görüşlerin hiçbiri geçerli değildir. Çünkü bildiğin gibi nazm-ı şerifin siyakı, cehennem ateşinin korkunçluğunu ve cehennem ehlinin perişanlığını anlatma istikametindedir.

Nitekim onların,

- cehennem ateşi karşısında durdurulacaklarına,

o sırada büyük bir korku, hayret ve dehşet içine düşeceklerine,

ve bundan dolayı dünyaya yeniden dönmeyi isteyeceklerine işaret edilmiştir.

Böyle iken en büyük âfet ve caydırıra unsur olan cehennem ateşini sebebiyetten iskat ve sebebiyeti, korkunçluk ve caydırıcılıkta ondan daha aşağı ve üstelik orada zikri geçmeyen mezkûr şeylere isnad etmek, Kur’ân dışı bir izahtır.

Bazılarına göre de, bundan maksad, onların gizlediklerinin cezası demektir.

Ancak bu izah da, evlerin kapıları açık olduğu halde arkadan duvarları delerek içeri girmek gibi bîr şey olur. Bunu hakkıyla tefekkür et!

B- "Dünyaya geri döndürülmüş olsalardı yine nehyedildikleri şeye döneceklerdi."

Onlar istedikleri gibi mahşerde durdukları yerden dünyaya döndürülselerdi ve gördükleri o korkunç manzaralar gözlerinin önünden kaybolup gitseydi, yine onlar kendilerine yasak edilen çirkinliklere dönecekler, gördüklerini unutacaklar, yine Allah'ın âyetlerini yalanlayacaklardı. Çünkü onlar görünmeyeni değil hep görüneni düşünürler.

C- "Çünkü onlar yalancıdırlar."

Onlar öyle bir kavimdir ki, bütün işleri, güçleri yalandır.

29

"Ve onlar dediler ki:

"- Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok. Ba'sedilecek (öldükten sonra diriltilecek) de değiliz."

Bu cümle, daha önce geçen "yine nehyedildikleri şeye döneceklerdi." cümlesine atıf olup o şartın cevabına dahildir. "Çünkü onlar yalancıdırlar." cümlesi, bu iki cümle arasına girmiştir. Bu bir itiraz (ara) cümlesidir. Şart cümlesinin ifade ettiği gibi onların yalanlarını açıklamak içindir.

Yani onlar dünyaya geri döndürülmüş olsalardı, yine kendilerine yasak edilmiş olan şeylere mutlaka dönecekler ve diyeceklerdi ki:

Hayat, bu dünya hayatından ibarettir ve biz, bu hayattan ayrıldıktan sonra bir daha diriltilecek de değiliz."

Sanki onlar yeniden diriliş ve mahşerde toplanış gerçeklerini hiç görmemişe dönerler.

30

"Onları Rabb'ları huzurunda durduruldukları zaman bir görsen!

O (Allah), şöyle der:

"- Bu gerçek (hakk) değil miymiş?"

Onlar da şöyle derler:

"- Rabbimıza andolsun ki evet, gerçekmiş!"

O (Allah) da şöyle der:

"- O halde inkârınız sebebiyle tadın azabı!"

A- "Onları, Rabb'ları huzurunda durduruldukları zaman bir görsen !"

Bu duruş, mecazî olup kınama ve sorgulama için alıkonulma anlamındadır. Tıpkı kölenin, cezalandırılmak için efendisinin huzurunda durdurulması gibi.

B- "O (Allah) şöyle der:

"- Bu, gerçek (hakk) değil miymiş."

Bu bir istinaf cümlesidir. Sanki "O zaman Rabb'ları onlara ne dedi?" suali sorulmuş da cevabında Allahü teâlâ da, âhiret hayatını yalanlamalarından dolayı onları azarlamak için, müşahede ettikleri yeniden dirilişi ve onun devamı olan halleri göstererek böyle buyurmuştur.

C- "Onlar da şöyle derler:

"- Rabbimıza andolsun ki evet, gerçekmiş !"

Bu cümle de, geçen cümle gibi bir istinaf cümlesidir. Onların, itiraflarını yeminle tekid etmeleri, onun hak ve gerçekliğine olan inançlarını açıklamak ve faydası olur ümidiyle bunun, kendilerinden istek ve şevkle sâdır olduğunu bildirmek içindir.

Ç- "O (Allah) da şöyle der: "- O halde inkârınız sebebiyle tadın azabı !"

Bu cümle de, geçen cümleler gibi istinafîdir.

Burada "f — o halde, öyleyse", edatı cezalandırmanın, onların dünyada inkâr ettikleri şeylerin hak olduğunu itiraflarına ilişkindir. Ancak onları azaba uğratan elbette bu itirafları değildir. Fakat azabın sebebi, şimdi hak olduğunu kabul ettikleri şeyleri dünyada iken inkâr etmiş olmalarıdır. "Bima küntüm tekfurun / inkârınız veya inkâr etmiş olmanız sebebiyle" ifadesi de bu gerçeği ifade eder.

Yani,

"- Siz bunu, dünyada inkâr etmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadın!" Yahut

"-- Siz dünyada, inanmanız gereken şeyleri inkâr ettiğinizden dolayı bu azabı tadın!"

Böylece bunu inkâr etmeleri de öncelikle o genel inkâra dahil olur.

Her halde bu kınama ve azarlama, onlar cehennem ateşi karşısında durdurulup o sözleri söyledikten sonra gerçekleşecektir. Çünkü zahire göre, bu aşamadan sonra az ab tan başka bir şey yoktur.

31

"Allah'ın huzuruna çıkmayı (likau-llâhı) yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğradılar. Kıyamet günü ansızın (bağteten) gelince onlar şöyle diyeceklerdir:

"- Orada (dünyada)ki aşırılıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize!"

Ve onlar günahlarını sırtlarına yüklenmişlerdir. Dikkat edin yüklendikleri şey ne kötüdür."

A- "Allah'ın huzuruna çıkmayı (likau-llâhı) yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğradılar. Kıyamet günü ansızın (bağteten) gelince onlar şöyle diyeceklerdir:

"- Orada (dünyada)ki aşırılıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize !"

Hüsrana uğrayanlar yukarıda halleri anlatılanlardır.

Hasret, şiddetli pişmanlıktır. Bu pişmanlık ölüm sırasında vaakıi ise de, ölüm, kıyametin ilk aşamalarından olduğu için, bu pişmanlık, kıyametle bağlantılı olarak zikredilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Men mâte fekad kaamet kıyametehu / Bir kimse öldü mü, artık onun kıyameti kopmuştur."

Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"... Yazıklar olsun bana! Allah'a karşı yaptığım aşırılıklar (tefrit - taksirat )dan dolayı.." (Zümer 39/56)

"Fîha / orada" zamiri, dünyaya, dünya hayatına râcidir. Bunun zikri geçmemişse de, malûm olduğu içindir.

Tefrit, bir şeyi yapmaya kudreti var iken taksir (ihmal ve terahi) ile yapmamak demektir.

Bazılarına göre ise tefrit, zayi etmektir.

Bazılarına göre de tefrit, öne geçmeyi başkasına bırakmaktır.

B- "Ve onlar günahlarını sırtlarına yüklenmişlerdir."

Bu ifadeden anlaşılıyor ki onların azabı, sadece pişmanlıktan ibaret değildir. Bununla beraber sırtlarında taşıdıkları ağır bir yük vardır. O pişmanlık öyle şiddetlidir ki, çektikleri azab sebebiyle de unutulmaz ve kaybolmaz. Çünkü ruhî azab, bedenî azabtan daha ağırdır. Her ikisinden de Allahü teâlâ'nın rahmetine sığınırız.

"Vizir", aslında ağır yük demektir. Günah anlamında kullanılması, sahibine ağır gelmesındendir.

"Zahr" da sırt demektir. Çoğulu "zuhur" gelir. Bu kelimenin kullanılması,

" Başınıza gelen her mustibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir." (Şûra 42/30)

âyetinde ellerin zikredilmesi gibidir.

Bir şeyi kazanma genelde eller vasıtasıyle olur; ağır yükler de çoğunlukla sırtta taşınır.

Onlar işledikleri kötülüklerin günahlarını sırtlarında taşırken, işlemedikleri hayırlı işlere de çok pişman olacaklardır.

C- "Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür."

Bu cümle, makablini açıklayan ve tamamlayan bir zeyl mahiyetindedir.

32

"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.

Âhıiret yurdu (dârü'l-âhııret) ittika eden (sorumluluk duygusu ile Allah'tan sakınan) ler için daha hayırlıdır.

A- "Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir."

Dünya hayatına münhasır işler, ya da o işlerin yapıldığı yer olan dünya, geçici ve kısa ömürlü menfaatlerle, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.

B- "Âhıiret yurdu, ittika eden (sorumluluk duygusu ile Allah'tan sakınan) ler için daha hayırlıdır."

Başka bir hayatın mahalli olan ahiret yurdu, küfür ve günahlardan sakınanlar için daha hayırlıdır; çünkü onun menfaatleri, zararlardan arınmış hâlis menfaatlerdir ve lezzetleri, acıların karışmadığı devamlı lezzetlerdir.

C- "Akletmez misiniz?"

Hâlâ bu hakikati anlayıp da içinde bulunduğunuz küfür ve isyana son vermeyecek misiniz?

Bu cümle aslında mukadder bir cümleye atıftır. Yani siz hakıikatten gaafil kalıp akletmez misiniz veya düşünmez misiniz?

33

"Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz.

Gerçekte (Resûlüm), onlar seni tekzib etmiyor, fakat o zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."

A- "Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz."

Bu istinafı kelâm, Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) duyduğu üzüntü sebebiyle teselli eder. Bu üzüntünün sebebi daha önce anlatıldığı gibi kâfirlerin inatçı tekzibleridır.

Bu tesellide,

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in Allahü teâlâ katındaki yüksek değeri,

ona yapılanların, aslında Allahü teâlâ'ya karşı işlendiği,

Allah'ın (celle celâlühü) bunu yapanlardan mutlaka intikam alacağı beyanı vardır. Onların söyledikleri,

" Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil" (En'âm 6/25) ve benzeri sözlerdir.

B- "Gerçekte (Resûlüm), onlar seni tekzib etmiyor, fakat o zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."

Bu tesellide belirtildiği gibi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, Allahü teâlâ katında öyle yüce bir kadri, mevkii ve yakınlığı vardır ki onun ötesi yoktur. Nitekim, Nısâ (4) sûresinin 80. âyetinde,

"Kim Resûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."buyrulur.

Allah (celle celâlühü), açıkça görüldüğü gibi Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) tekzibini, kendi âyetlerinin tekzibi saymakla yetinmedi. Fakat

"Şüphesiz sana bîat (bey'a't) edenler, ancak Allah'a bîat etmiş olurlar." (Fetih 48/10) âyetinde olduğu gibi Allah (celle celâlühü),

onların Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e ilişkin tekzibini nefy,

ve o tekzibi kendi âyetlerine isbat etti. Bu durum,

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in Allahü teâlâ'ya olan yakınlığını,

- onun hallerinin Allahü teâlâ'nın şânında tamamen kaybolduğunu belirtir.

Sanki şöyle buyrulur:

"- Resûlüm, sen onlara aldırma; onları Bize havale et; onlar, gerçekte seni değil fakat Bizim âyetlerimizi tekzib ediyorlar."

Ancak burada "hüm / onlar" zamiri yerine "e'z-zalimîn / zâlimler" kelimesinin zikredilmesi, onların zulümde ne kadar aşırı (müfrit) olduklarını gösterir. Onların bu inkârı da, bir çeşit zulümdür.

Burada zamir (Biz) makamında ism-i celilin (Allah) zahir olarak zikri, mehabeti arttırmak içindir.

Bu kelâmda tekzib makamında "cuhûd / bile bile inkâr etme" fiilinin kullanılması şunları belirtmek içindir:

1-Allahü teâlâ'nın âyetleri o kadar açıktır ki, her fert, onun doğruluğunu müşahede eder.

2-İnkarcılar, onların doğruluğunu bile bile inkâr ederler. Nitekim, Neml (27) sûresinin 14. âyetinde bu hakikat şöyle ifade edilir:

"Doğruluklarını yakıînen bildikleri halde kendilerine zulmederek ve kibirlenerek onları inkâr ettiler."

Zaten "Kalbte olanın nefyi, onun i s batıdır" veya "Kalbte olanın isbatı, onun nefyidir" sözünden kastedilen de budur.

Bir diğer görüşe göre ise, cuhûd, tekzib mânâsını da zımnen taşıdığı için kullanılmıştır.

Başka bir görüşe göre ise, bu kelâmın mânâsı şudur:

Şüphesiz onlar, seni kalbleriyle değil fakat dilleriyle yalanlıyorlar.

Bu görüşü şu rivâyet de destekler:

Rivâyete göre, Ahnes b. Şurayk, Ebû Cehl'e dedi ki:

"- Ya Ebe'l Hakem! Muhammed'in durumunu bana söyle; o, davasında doğru mu, yoksa yalancı mı (e-sâdikun hüve em kâzib)? Şimdi biz biz eyiz; yanımızda başkası yok (Feınnehu leyse ti'ndena ehadün ğayruna)."

O da dedi ki:

"- Vallahi, Muhammed, elbette doğrudur (Vallâhi irme muhammeden le-sâdikun); o hiç yalan söylemedi (vema kez ebe kattün). Fakat Benû Kusay, liva (sancaktarlık), şikayet (hacılara su dağıtma), hıcabet (Kâ'be'nin kapıcılığı) ve nübüvvet şereflerini topyekûn eline geçirdiği zaman, diğer Kureyşlilere ne kalır?"

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.

İbn Abbâs dan rivâyet olunduğuna göre önceleri Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) "el-Emîn" deniyordu. Çünkü insanlar, onun hiçbir konuda yalan söylemediğini biliyorlardı; fakat buna rağmen nübüvvetini inkâr ediyorlardı.

Bir başka görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir:

"- Resûlüm, onlar seni yalanlamıyorlar; sen, onlar tarafından sadakatle vasıflandırılan dosdoğru bir insansın. Fakat onlar bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."

Nitekim rivâyete göre, Ebû Cehil, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) diyordu ki:

"- Biz seni yalancılıkla suçlamıyoruz (Ma nükezzibüke); sen bizim indimizde elbette doğru bir insansın (ve inneke ıi'ndena le-sâdikun); fakat biz, bize getirdiğin şeyi (nübüvveti) yalanlıyoruz (velâkin nükezzibü ma ci'tcna bih)."

İşte o zaman bu âyet nazil oldu (Fenezelet).

Her halde bu habis (Ebû Cehil) tarafından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in doğru kabul edilmesi, onun verdiği haberin kendi itikadına mutabık olduğundan idi.

Ancak bu görüşler içinde Kur’ân âyetlerinin mükemmeliyetine en uygun olanı birinci görüştür.

34

"Andolsun ki (Resûlüm), senden önceki Peygamberler de tekzib edilmişti. Fakat onlar tekzib ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler. Nihayet onlara nusrat (yardım)ımız ulaştı. Allah'ın kelimelerini değiştirecek (tebdil edecek- mübeddil) yoktur. Andolsun ki sana Peygamberler (mürselîn) in haberlerinden bir kısmı geldi."

A- "Andolsun ki (Resûlüm), senden önceki Peygamberler de tekzib edilmişti."

Bu cümle şu anlamları kapsar niteliktedir. Şöyle ki:

1.- Bu, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir başka tesellidir. Çünkü sıkıntının genel oluşu ona maruz kalanların acısını kısmen de olsa hafifletir.

2.- Daha önceki Peygamberlerin (aleyhisselâm), ümmetlerinden gördükleri eziyetlere sabretmeleri Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir irşaddır.

3.- Bu, Daha önceki Peygamberlere lütfedilmiş olan yardımın bir benzerinin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e de ihsan edileceğine dair zımnî bir va'ddir.

Bu kelâmın başında yeminin bulunması, teselliyi güçlendirmek içindir.

B- "Fakat onlar tekzib ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler."

"- Onlar, tekzib ve eziyetlere karşı sabır gösterdiler. O halde sen de onlarla teselli bul ve kavminden sana erişen sıkıntılara sabret."

Eski peygamberlere eziyetten maksad,

ya onları tekzibin kendisidir,

ya da tekzibin yanı sıra yapılan çeşitti eza ve cefalardır.

İkinci tevcihe göre tekzibin yanında diğer eza ve cefaya yer verilmemiş olması, tekzibin hepsini kapsayan genel bir kavram olmasındandır.

Her iki mânâ itibariyle, bu ifade, teselliyi daha da kuvvetlendirir.

C- "Nihayet onlara nusrat (yardım)ımız ulaştı"

Bu "hattâ / nihayet" sabırla ilgilidir. Yani sabrın sonunda, demektir. Bu ifadeden anlaşıldığı gibi Allah'ın (celle celâlühü) yardımı, kesin bir sonuçtur. Onu hiçbir şey engelleyemez ve o yardım, mutlaka muhatablarını bulur.

"Yardımımız" seklinde azamet (1. şahıs çoğul) zamirinin kullanılması, bu yardıma önem verildiğini göstermek içindir.

Ç- "Allah'ın kelimelerini değiştirecek (tebdil edecek - mübeddil) yoktur."

Bu itirazî cümle, makablinde geçen ilâhî yardımın onlara erışdığmı açıklar.

"Kelımatı-llâh / Allah'ın kelimeleri" nden maksad, Saffat (37) sûresinin,

" Andolsun ki, Resul kullarımız (mürselîn) hakkında şu sözümüz sebketmiştir" (37/171)

" Onlar muhakkak yardım göreceklerin ta kendileridir." (37/172)

" Ve Bizim askerlerimiz gaalib geleceklerin ta kendileridir." (37/173)

âyetleriyle, Mücadele (58) sûresinin,

"Allah, şöyle yazdı:

"- Ben ve Resullerim mutlaka gaalib geleceğiz." (58/21)

âyetinde belirtilen yardım va'dlerıdir ki bunlar Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) da yardım edileceğine delâlet eder. O kelimelerden maksad, mezkûr âyetlerle benzerleri değildir. Çünkü mezkûr âyetlerle benzerlerinin değişmeyeceğini haber vermek, özellikle Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yapılan va'dlerin değişmeyeceği demek olur. Eski peygamberlere (aleyhisselâm) yapılan va'dlere ise şâmil olmaz.

Bu kelimelerden, söz konusu âyetlerin de dahil olduğu Allah'ın bütün ayetleri kasdedilmiş olmak gerekir. Böylece hem eski Peygamberlere hem de Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yapılan va'dler buna dahil olur.

Allah ısm-i celâlinin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illet ve sebebini zımnen bildirmek içindir. Çünkü,

Allahü teâlâ'ya karşı hiç kimse hiçbir konuda gaalıbiyet sağlayamaz;

Allahü teâlâ hiçbir sözünden caymaz. Bunlar O'nun ulûhiyyetinin gereğidir.

D - "Andolsun ki sana Peygamberler (mürselîn)in haberlerinden bir kısmı geldi."

Bu yemin cümlesi,

- ya eski peygamberlere lütfedilmiş ilâhî yardımın tesbiti ve onun zımnında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e verilen yardım sözünün tekidi,

- ya da eski ümmetlerle ilgili zikredilenlerin izahıdır.

"Nebei'l-mürselîn / Peygamberlerin haberleri"nden maksad, onların çektikleri sıkıntılardan sonra Allahü teâlâ'nın kendilerine yardım etmesi yahut onlarla ümmetleri arasında cereyan eden hadiselerdir. Nitekim,

"Yoksa siz, sizden öncekilerin çektikleri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mı sandınız? Onlara öye yoksulluklar ve sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar kı Peygamber ve beraberinde bulunan iman edenler:

"- Allah'ın yardımı ne zaman?" diye sormaya başladılar.

Haberiniz olsun Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara 2/214)

mealindeki âyet de bu hakikati bildirir.

35

"Eğer onların yüzçevir (i'raz et)meleri sana ağır geliyorsa haydi, yapabilirsen (istitaatin) varsa yerin içine (inebileceğin) bir delik (nefak, tünel) ya da göklere (çıkabileceğin) bir merdiven (süllem) bul da onlara bir âyet (mucize) getir. Eğer Allah, dileseydi onların hepsini hidayet üzerinde toplardı. O halde sakın cahillerden olma."

A- "Eğer onların yüzçevir (i'raz et)meleri sana ağır geliyorsa haydi, yapabilirsen (istitaatin varsa) yerin içine (inebileceğin) bir delik (nefak, tünel) ya da göklere (çıkabileceğin) bir merdiven (süllem) bul da onlara bir âyet (mucize) getir."

Bu istinafı kelâm, teselliden anlaşılan sabrın gerekliliğini te'kid eder. Çünkü sabırdan başka çare olmadığını bildirir.

Şunu demek ister:

"- Resûlüm, eğer senin getirdiğin Kur’ân-ı Kerim'e inanmaktan yüzçevirmeleri sana ağır ve zor geliyorsa..."

Nitekim daha önce hikâye edildiği gibi, onlar, Kur’ân'a "esatıîrü'l-evvelîn / eskilerin masalları" diyorlardı; ondan uzak duruyorlardı ve insanları da ondan uzak durmaya zorkıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, Haris b. Amir b. Nevfel b. Abdimenaf, Kureyş'lilerin huzurunda Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem)

"- Eski Peygamberlerin yaptığı gibi sen de bize Allah tarafından bir mucize getir; ben de seni tasdik edeyim!" dedi.

Ancak Allahü teâlâ, onların istediği mucizeyi vermedi. Bunun üzerine onlar da, Resûlüllah'tan yüz çevirdiler. Bu da ona ağır geldi. Çünkü Resûlüllah kavminin imana gelmesini şiddetle arzu ediyordu. Bunun için ne zaman Kureyşliler, bir mucize isteseler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların imana gelmesini umarak Allahü teâlâ'nın o mucizeyi indirmesini istiyordu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Şöyle demek isteniyordu:

"- Resûlüm, senin onlara getirdiğin mucizelerden yüzçevirmeleri, onları mucizeden saymamaları sana ağır geliyorsa ve onların ısrarla istediği mucizeyi behemahal onlara göstermek istiyorsan, yapabildiğin takdirde, yeryüzünün derinliklerine inmek için bir tünel veya göklere yükselmek için bir merdiven bul da, onların istediği mucizeyi getir!"

Bir diğer görüşe göre ise, yerin derinliğine inen tünel (nefak) veya göğe yükselen merdiven (süllem), mucizenin ta kendisidir.

Buna göre ondan sonra ki cümle onun için açıklamadır ve o takdirde "Âyetin" kelimesinin tenvini de tazım içindir. (Yani eğer yerin derinliğine bir tünel veya göğe doğru bir merdiven bulup da bunları büyük bir mucize olarak onlara takdim etmek isterseni haydi yap!)

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin imana gelmesini o derece şiddetle arzu ediyordu ki, eğer mümkün olsa bunun için yerin altından veya göklerin yüceliklerinden bir mucize dahi getirebilirdi. Belki imana gelirler diye bunu bile yapardı. Ama bu onun elinde değildi.

B- "Eğer Allah, dileseydi onların hepsini mutlaka hidayet üzerinde toplardı."

Eğer Allahü teâlâ, sizin üzerinde bulunduğunuz iman üzerinde onları da toplamak isteseydi, bunu mutlaka yapardı. Onları da imana muvaffak kılardı. Böylece onlar da sizinle beraber inanmış olurlardı. Ancak onlar, delilleri müşahede etmekle beraber imkânları olduğu halde irade ve ihtiyarlarını hidayetten yana kullanmadılar. Allah (celle celâlühü) da onları imana muvaffak kılmadı. Yoksa Allah (celle celâlühü) onların hidayetlerini engellemedi.

Diğer bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ dileseydi, onların hepsini imana zorlayacak bir mucize gösterip hepsini hidayet üzerinde toplardı. Ancak bunu yapmadı; çünkü o zaman hikmetin dışına çıkılmış olurdu.

C- "O halde sakın cahillerden olma."

Bu kelâm, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem), onların İslâm'ı kabulü için bu kadar hırslı olmaktan ve imana gelmelerini umarak istedikleri mucizeleri göstermeye bu derece temayülden nehyetmektedir.

Yani vurgulanan şudur:

"Allahü teâlâ'nın, söz konusu iki vecihten biriyle onların hidayet ve imanını istemediği ortaya çıktıktan sonra artık onların İslâm'ına aşırı hırs göstermek veya o söyledikleri mucizelerin inmesini beklemek suretiyle ilâhî iradenin ve işlerin ne yolda tezahür ettiğini bilmeyen cahillerden olma."

Yukarıda da belirtildiği gibi, Allah'ın iradesi, onların ihtiyarî imanına taalluk ememiştir. Çünkü, onlar imana yönelmemişlerdir.

İlâhî iradenin onların mecburî imanına taalluk etmemesi ise, hikmetin dışına çıkılmasındandır. Çünkü imanın teşriî hikmeti, ihtiyar üzerine kurulmuştur.

Âyetin tefsiri hakkındaki ikinci görüşe göre (eğer Allah, onları imana icbar edecek bir mucize dileseydi), cahillerden murad, o mucizeyi isteyenler de olabilir. Bu takdirde Peygamberimizâfein onların bu mucize isteğine yardımcı olmaktan nehyedilmesi söz konusu olur.

36

"Daveti ancak işitenler kabul eder. Ölülere gelince; Allah, onları yeniden diriltir (ba'seder); sonra O'na döndürülürler."

A- "Daveti ancak işitenler kabul eder."

Bu kelâm, daha önce geçen,

"(Resûlüm) onların içinde seni dinleyenler de var. Ama Biz onu (Kur’ân'ı) anlamalarına engel olmak için onların kalblerı üzerine ekine (kılıflar, perdeler, örtüler), kulaklarına da vakr (ağırlık) koyduk." (En'am 6/25)

mealindeki âyet için bir izahtır ve onlar bu halleriyle ölüler gibidir. İmana gelmeleri asla tasavvur edilemez. Yani,

"Resûlüm, senin imana olan davetini bunların da dahil oldukları ölüler değil fakat ancak, kendilerine okunanları işitenler, anlayanlar, üzerinde düşünebilenler kabul eder."

Nitekim diğer bir ayette de mealen şöyle buyurulur:

" Elbette sen ölülere duyuramazsın." (Rûm 30/52)

B- "Ölülere gelince ; Allah, onları yeniden diriltir ; sonra da O'na döndürülürler."

Bu cümle ölüleri diriltip mezarlarından kaldırma kudretinin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu gibi onları imana muvaffak kılmanın da Allahü teâlâ'ya has bir kudret olduğunu belirtir.

Fakat bu konuda başka görüşler de ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

1-Onların hali mezarlarından kaldırılan ölülere benzetilmek suretiyle, küfürlerinin devamlı olduğu ifade edilmiştir.

2-Kâfirlerin cehaleti ölümlerine benzetilmek suretiyle halleri mecazî olarak anlatılmıştır.

Yani Allah (celle celâlühü) o kâfirleri, diriltip mezarlarından kaldıracak, sonra mükâfat ve ceza için Kendine döndürecektir. İşte o zaman onlar ilâhî davete uyacaklardır. Ondan önce, uymaları mümkün değildir.

37

"Onlar dediler ki:

"- Ona Rabb'ından bir âyet indirilseydi ya!"

(Resûlüm) de ki:

Elbette Allah, âyet (mucize) indirmeye kaadirdir. Fakat çokları bilmezler."

A- "Onlar dediler kı:

"- Ona Rabb'ından bir âyet indirilseydi ya !"

Bunu söyleyenler, Kureyş reisleri (rüesâü Kureyş)dir.

Bir diğer görüşe göre ise, bunu söyleyenler, Haris b. Âmir b. Nevfel ve adamlarıdır. Onların dalâlet ve azgınlığı öyle bir dereceye varmıştı ki, sağır dağların bile karşısında secdeye kapandığı o açık delilleri gözleriyle gördükleri halde ikna olmamışlar, onların mucize kabilinden olmadığını ileri sürmüşlerdi. Oysa kendilerini imana zorlayan o harikalar vuku bulsayck onun hemen arkasından topyekûn helâk olup gideceklerdi. Nitekim şöyle demişlerdi:

"... Ey Allah'ım, eğer bu Kitab, Senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha elim bir azab ver !" (Enfâl 8/32)

Bu kelâmda, Allahü teâlâ'nın "Rabb" unvanıyla ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yerini tutan zamire izafe edilerek zikredilmesi (Rabb'ından denmesi), hükmün illet ve sebebini bildirmekle beraber, onlar tarafından ima veya tariz yoluyla yapılan bir alay içindir.

B- "Resûlüm de ki:

"- Elbette Allah, âyet (mucize) indirmeye kaadirdir. Fakat çokları bilmezler."

Onların kasdettikleri, her hangi bir âyet değil fakat söz konusu harikalar-dır. Burada âyet olarak ifadesi, iddialarına göre bu anlamda kullanıldığı içindir.

Allahü teâlâ'nın âyet (mucize) indirmeye muktedir olduğu halde onu indirmemesi, bilinmesi gereken üstün bir hikmet içindir. Ancak onlar bundan gaafıldir. Nitekim "Velâkinne ekserahüm lâ yalemûn — Fakat çokları bilmezler" cümlesi de, onların bu gafletini ifade eder. Yani,

onlar ilim ehli değildir;

ya da onlar hiçbir şey bilmezler.

Allahü teâlâ, o kabilden, yahut herhangi bir âyet indirmeye elbette muktedirdir. Fakat onların çoğu bilmezler. Allahü teâlâ'nın buna muktedir iken, onu ındirinemesinin sebebi şudur:

Allahü teâlâ'nın böyle icbar edici bir mucizeyi indirmesi,

1-ihtiyar temek üzerine bina edilmiş olan mükellefiyet esasını ortadan kaldırır;

2-onların helakine, köklerinin kazınmasına yol açar.

İşte onlar cehaletleri yüzünden böyle bir mucize istiyorlar ve onun indirilmemesini tekzib vesilesi yapıyorlardı.

"Bilmeme" keyfiyetinin onlardan çoğuna tahsisi bazılarının hakikati bildikleri halde Idbir ve inatları yüzünden bilmezden gelmelerindendir.

38

"Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı (dâbbe) ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş (tâir) yoktur ki sizin gibi (emsâlüküm) bir ümmet (topluluk) olmasın. Biz, Kitab'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar Rabbları huzurunda toplanırlar."

A- "Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı (dâbbe) ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş (tâir) yoktur ki sizin gibi bir ümmet (topluluk) olmasın."

Bu istinafi kelâm,

Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretini,

ilminin şümulünü ve tedbirinin genişliğini,

her âyeti indirmeye muktedir olduğunu, ancak hikmeti gereği indirmediğini beyan eder.

Yeryüzünün herhangi parçasında barınan hayvanlar ve havada iki kanatla kuşlar ancak sizin gibi canlı topluluklardır. Sizin gibi onlar da muhafaza altındadır. Bütün işleri tayin edilmiştir. Bütün bunlar, ilâhî takdir ve tedbirler manzumesine dahildir.

B- "Biz Kitab'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."

1-Biz, Kur’ân'da önemi olan ve ezcümle bütün mahlûkatın işlerini layikı veçhile tedvir ettiğimize dair hiçbir şeyi eksik bırakmadık;

yahut

2-Biz, Kur’ân'da hiçbir şeyde tefrit yapmadık; fakat gerekli olanı zikrettik.

Hangi mânâya göre olursa olsun, bu makablini izah eden itirazı (terkib olarak bağımsız) bir kelâmdır.

Diğer bir görüşe göre ise, buradaki Kitab, Lavh-ı Mahfûz'dur.

Bu takdirde anlam:

"Bütün toplulukların halleri tafsilâtı ile Levh-ı Mahfûz'da belirtilmiş, icmal edilmemiştir." şeklinde olur.

C- "Sonra onlar Rabb'ları huzurunda toplanır (hasredilir)lar."

Canlı tolulukların dünyadaki halleri bundan önce anlatılmıştı. Şimdi burada âhiretteki halleri anlatılıyor.

Söz konusu canlı topluluklar da, kıyamet günü sizin gibi Rabb'ları huzurunda toplana (haşroluna)caklardır. Allahü teâlâ, sonunda:

onları da cezalandıracak;

birbirlerinden haklarını alacak;

hatta ilâhî adalet o derece tecelli edecek ki, boynuzsuz hayvanın, boynuzlu hayvanda hakkı kalmayacaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, burada haşr, onların ölümü demektir.

Ancak durumu korkunç gösterme makamı (makam-ı tehvîl), bu mânâya engeldir.

39

"Âyetlerimizi tekzib edenler, karanlıklar içindeki sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, dilediğini idlâl eder (saptırır, dalâlete düşürür), dilediğini de dosdoğru yol (sırat-ı müstakıîm) üzerinde bulundurur."

A- "Âyetlerimizi tekzib edenler, karanlıklar içindeki sağırlar ve dilsizlerdir."

Bu cümle, bundan önceki âyette geçen "Ma ferratna fi'l-kitâbi inin şeyin / Biz Kitab'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" cümlesiyle bağlantılıdır.

Âyetleri tekzib edenler,

" (Resûlüm) içlerinde seni dinleyenler de var." (En'am 6/25) âyetinde zikredilen kimselerdir.

Ayrıntılı bir ifadeyle anlam şöyle olmak gerekir:

"Biz, Kur’ân'da bütün ömemlı şeyleri zikrettik. Böylece bütün bahane ve mazeretleri ortadan kaldırdık. Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; onlar sağırdırlar. Çünkü tefekkür ve anlayış kulağıyla bunları dinlemiyor ve duymak istemiyorlar. Onlara eskilerin masalları gözü ile bakıyorlar. Bunları mucize saymıyor ve başka mucizeler istiyorlar. Ayni zamanda onlar dilsizdirler. Çünkü hakkı konuşamazlar.

Bu sebelerle (Resûlüm) senin davetine icabet etmiyorlar."

"Fız-zutümat — karanlıklar içinde" ifadesi (yukarıda belirtildiği gibi) "karanlıklar içinde kaybolmuş" mânâsına geldiği gibi, dilsizlerin sıfatı olarak "karanlıklar içinde kalmış dilsizler" anlamına da gelebilir.

Bundan maksad, onların cehaletinin son derece köklü ve hallerinin kötü olduğunu belirtmektir. Çünkü sağır ve dilsizler görebiliyorlarsa, işaretle anlayabilir ve düşüncelerini, işaretle anlatabilirler.

Ama eğer sağır ve dilsiz olmanın yanı sıra bir de âmâ ise veya karanlıklar içinde ise, o takdirde anlama ve anlatma kapısı tamamiyle ona kapanmış olur.

B- "Allah, dilediğini idlâl eder (saptırır, dalâlete düşürür). Dilediğini de dosdoğru yol (stirat-ı müstakıîm) üzerinde bulundurur."

Bu cümleler onların, kalblerinin mühürlenmiş ve imana gelmeleri asla mümkün olmayan kimseler olduğunu beyanla hakikati tesbit ve geçen âyetleri açıklar.

Allahü teâlâ, dilediği kimsede dalâlet yaratır. Ancak bu,

o kimsenin hiç dahli olmdan cebir yoluyla değil,

fakat o kimsenin ihtiyarî iradesini dalaleti kazanma yönünde harcaması hâlinde gerçekleşir. "Allah, dilediğini idlâl eder." ifadesinin izahı böyledir.

Allahü teâlâ, doğru yolda gideni ondan saptırmaz ve o yolda sabit olan ayakları oradan kaydırmaz.

40

"Bir düşünün (Kul ereeyteküm)! Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelip çatsa Allah'tan başkasına mı yalvarır (dua eder)siniz ? Eğer sâdıklar (özü, sözü doğru) lar iseniz."

Bu kelâm, inkârı mümkün olmayacak şekilde onları hüccetle ilzam ve iskât (susturmak) için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verilmiş bir emirdir.

Bu âyetin başka bir ifadeyle anlamı şudur:

"- Bana söyleyin, haber verin; Allahü teâlâ'nın eski ümmetlere olduğu gibi size de azabı geliverse, ya da kaçınılmaz olarak kıyamet kopsa, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız?"

"İn küntüm sâdikıin / Eğer sâdıklar iseniz..." ifadesi, iskâtı (muhatabı susuturmayı) tekid eder ve onların yalanlarını ortaya çıkarır.

Burada onların doğru sözlü olmaları, Allahü teâlâ'dan başkasına yalvarıp yalvarmayacaklarını söylemelerini gerektiren bir şart cümlesidir.

41

"Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. Artık O, dilerse Kendisine yakındığınız azabı kaldırır (açar, keşfeder). Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."

A- "Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız."

Bu cümle, makamdan açıkça anlaşıldığı gibi şu mukadder cümleye atıftır:

"- Allahü teâlâ'dan başkasına değil yalnız O'na yalvarırsınız."

B- "Artık O, dilerse kendisine yakındığınız azabı kaldırır."

Allahü teâlâ, onu kaldırmak isterse, duanızdan sonra onu kaldırır.

Bu cümle şunu açıklar:

Onların dualarının kabulü, genel bir kuraktı sonucu değil, fakat gizli hikmetleri olan Allah'ın (celle celâlühü) iradesine bağlıdır. Allahü teâlâ bu gizli hikmetler ilmini Kendisine tahsis etmiştir. Onun için, dünyevî ve uhrevî azabların kaldırılmasına ilişkin dualardan kimilerini kabul eder, kimilerini de etmez.

C- "Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."

Bu cümle daha önce geçen "Bel iyyahü ted'û'ne / Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız" cümlesine atıftır.

Yani söz konusu felaketler karşısında siz elbette Allah'a (celle celâlühü) yalvarırsınız ve O'na ortak koştuğunuz putları tamamen unutur, terk edersiniz.

Atıf yoluyla birbiriyle bağlı bu iki cümle arasına "azabın kaldırılması'lun girmesi, buna son derece önem verildiğini ortaya koymak ve onun özellikle duaya terettüp ettiğini bildirmek içindir.

42

"Andolsun ki senden önce de ümmetlere Peygamberler gönderdik. Yakarsınlar (tazarru etsinler) diye onları darlık ve sıkıntılara uğrattık."

Bu istinafî kelâmdan açıkça anlaşıldığı gibi o kâfirlerden bazıları, azab gelmesine rağmen Allah'a (celle celâlühü) yalvarmiyorlar, azgınlık ve sapıklıkta ısrarlı davranıyorlardı.

Âyetin başında "Velekad / Andolsun ki.." yemin ifadesinin yer alması, anlamına ziyadesiyle ehemmiyet verildiğini ortaya koymak içindir. Şöyle kı:

"Andolsun ki, (Resûlüm), senden önceki zamanlarda da birçok ümmetlere peygamberler gönderdik. Onlar da o Peygamberleri yalanladılar. Biz de onları sıkıntı, yoksulluk, zarar ve afetlere uğrattık ki, bu musibetlerin kaldırılması için yalvarıp yakarsınlar ve küfürlerinden ve günahlarından tevbe etsinler."

43

"Azabımız kendilerine geldiği zaman hiç olmazsa yalvarıp yakarsa (tazarru etse)lardı ya!.. Fakat onların kalbler katılaşmıştı ve şeytan onlara yaptıklarını süsle (tezyin et)mişti."

A- "Azabımız kendilerine geldiği zaman hiç olmazsa yalvarıp yakarsa (tazarru etse)lardı ya!"

Azabımız kendilerine eriştiği halde yine de tazarru etmediler. Oysa bu azabı kaldırmamız için yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi?

B- "Fakat onların kalbleri katılaşmıştı."

Bu cümle, mâkablindeki ibhâmı giderir. Yani, onların kalbleri kati olduğu ve daha da katılaştığı için boyun eğmediler ve yalvarmadılar.

C- "Ve şeytan onlara yaptıklarını süsle (tezyin et) mişti."

Şeytan da onların işledikleri küfür ve günahları kendilerine cazib gösterdi. Böylece uğradıkları büyük darlık ve sıkıntının ancak intibaha gelmeleri için olduğunu düşünemediler.

Diğer bir görüşe göre ise, bu izah onların Allah'a tazarru etmemeleri için,

- kalblerinin katılaşması,

- yaptıklarının şeytan tarafından kendilerine güzel gösterilmesinden başka bir mazeretleri olmadığını bildirmek içindir.

44

"Vaktaki uyarı ve öğüt (zikir)leri unuttular, Biz de bütün her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilen şeylerden dolayı ferahlandıklarında ansızın (bağteten) onları yakalayverdik. İşte o zaman bütün ümidlerıni kaybettiler."

A- "Vaktaki uyarı ve öğüt (zikir)leri unuttular, Biz de bütün her şeyin kapılarını onlara açtık."

Bu kelnı, nazm-ı kerimin siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Yani onlar küfürlerinde ısrar ettiler ve kendisiyle uyarıldıkları büyük darlıkları ve sıkıntıları unuttular. Ne zaman ki onlar bunu unuttular Biz de, istıdrac (nimetlere mazhar olmakla şınıarıp isyana devam edenleri yavaş yavaş azaba yaklaştırmak) yoluyla çeşitli nimetlerin kapılarını onlara açtık.

Nitekim rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Mükira bi'l-kavmi ve rabbü'l-ka'bet / Kâ'be'nin Rabbine yemin olsun ki, bu kavme mühlet verilmiştir."

"Uyarı ve öğütlerin unutulmasıyla bolluk kapılarının açılması zımnen bize şunu bildirir:

Bunlardan kısmî bir nasib almak bile faydadan hâli değildir.

B- "Nihayet kendilerine verilen şeylerden dolayı ferahlandıklarında ansızın (bağteten) onları yakalayıverdik."

Onlar, yaptıklarına devam ettiler. Nihayet kendilerine verilen fırsatın sürekli olduğunu sandılar ve iyice sunardılar. İşte o zaman aniden azabımız onları yakalayıverdi. Ve bu, elbette çok ağır ve korkunç oldu.

C- "işte o zaman bütün ümidlerıni kaybettiler."

O zaman onlar, yaptıklarına son derce pişman oldular ve her hayırdan ümıdlerini kestiler.

Bu cümlenin isim cümlesi olarak vârid olması, bu korkunç halin sürekli olduğuna delâlet eder. (Çünkü isim cümlesi, süreklilik mânâsını verir.)

45

"Böylece zâlimler topluluğunun arkası kesildi. Hamd (övgü) âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur."

A- "Böylece zâlimler topluluğunun arkası kesildi."

O zâlimler güruhundan bir fert kalmadı. Arkaları tamamıyla kesildi.

Burada zamir makamında zahir ismin kullanılması (onların değil de zâlimler topluluğu denmesi) hükmün illetini bildirmek içindi. Çünkü onların helâk edilmesi, zulümleri sebebiyledir. Bu da,

küfrü, şükür,

isyanı da, itaat yerine koymaktır.

B- "Hamd (övgü) âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsustur."

Kâfirleri ve âsileri helâk etmek,

yeryüzü sakinlerini onların bozuk inanç ve kötülüklerinden kurtarmak hamdi gerektiren büyük bir nimettir.

Bunda, Hakk kelimesinin yüceltilmesi de vardır.

46

"(Resûlüm) de ki:

"- Söyler misiniz, eğer Allah, sizin kulaklarınızı ve gözlerinizi alsaydı ve kalblerinizi de mühürleseydi Allah'tan başka hangi ilâh onları size geri verebilirdi? Bak nasıl âyet (delil)lerı çeşit çeşit açıklı (tasrif edi)yoruz. Sonra onlar yine de yüz çeviriyorlar."

A- "(Resûlüm) de kı:

"- Söyler misiniz (eraeytüm), eğer Allah, sizin kulaklarınızı ve gözlerinizi alsaydı ve kalblerinizi de mühürleseydi Allah'tan başka hangi ilâh onları size geri verebilirdi."

Bundan önce ilâhî kanunun sürekli ve eski ümmetlerde de cari olduğu beyan edilmek suretiyle ilk ilzam ikmâl edildi. Şimdi burada onların ikinci defa hüccetle ilzam ve iskâtı için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) emir veriliyor. Ve şöyle buyruluyor:

"- Ey Resûlüm, de ki:

Allahü teâlâ sizi tamamıyla sağırlar ve körler yapsa ve kalblerinizi de mühürleyip sizde hiç akli ve anlayış bırakmasa, böylece sizi mecnûnlar haline getirse, onları size Allahü teâlâ'dan başka hangi tanrı geri verebilir?"

Kalblerin mühürlenmesi, işitme ve görme duyularının alınmasına bir tefsir de olabilir. Zira işitmek ve görmek, kalbe giden iki yoldur. İdrâk konusu şeyler o iki yoldan kalbe ulaşır. Bu itibarla o iki duyunun alınması, kalb yolunun tamamen kapanması demektir. Zaten onların, kalbin mühürlenmesinden önce zikredilmesinin sırrı da budur.

Burada işitmenin, görmeden önce zikredilmesi ise, Kur’ân ayetlerinin telâkki vasıtası olduğundan dolayıdır.

"Sem' / işitme" kelimesinin tekil kipi de zikredilmesi, mastar olduğu içindir.

B- "Bak nasıl âyet (delil)leri çeşit çeşit açıklıyoruz."

Bu cümle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bunca deliller karşısında etkilenmemelerine taaccüb ettirmek içindir.

Demek istenen şudur:

"- Ey Resûlüm! Bak delilleri çeşitli vesıylelerle nasıl tekrar ediyor ve açıklıyoruz:

Bazen aklî mukaddimeleri sıralıyor,

Bazen teşvik ediyor,

Bazen sakındırıyor,

Bazen uyarıyor,

Bazen de hatırlatıyor ve öğüt veriyoruz.

C- "Sonra onlar yine de yüzçeviriyorlar."

Bu cümle de, bir önceki cümleye atıf olup onun hükmüne dahildir.

Burada "sümme — sonra" kelimesinin kullanılması, harika bir tarzda açıklanan deliller karşısında onların hakka yönelmeleri gerekirken İslâm'dan uzaklaşmalarının, gerçekten yüz çevirmelerinin çok yadırgandığını ifade etmek içindir.

47

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah'ın azabı size ansızın (bağteten) ve açıkça (cehren) gelirse zâlimler topluluğundan başkası mı helake uğrar ?"

Bu âyet, kâfirler için başka bir susturma sorusudur ve onları, azabın kendilerine mahsus olduğunu itirafa zorlamaktadır. Bu da şöyle ifade edilir:

Resûlüm, onlara de ki:

"- Söyler misiniz, sizden önce bazı ümmetlere geldiği gibi, Allahü teâlâ'nın müstahak olduğunuz âcil (dünyevî) azabı, alâmetleri görülmeden ansızın ve gizlice veya emareleri görüldükten sonra açıkça gelirse, azabı hak etmeyen sizden başkası mı helake uğrar?"

Bu istifham, takrir içindir. Yani, helakin kendilerine mahsus olduğunu açıklamak üzere onlara de la...

Bir görüşe göre:

ansızın gelen azab, geceleyin gelen azabtır;

açık gelen azab da, gündüz gelen azadır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Kul eraeytüm in etâküm a'zabuhu beyâten ev nehâran ma za yesta'cilü minhü'l-mücrimûn / (Resûlüm) de ki:

"- Söyler misiniz, Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse (ne yaparsınız)? Mücrim, (günah işleyen)lerin onu acele olarak istemelerinin sebebi nedir? " (Yûnus 10/50)

Genellikle gece gelen azab ansızın, gündüz gelen azap da açıkça gelir.

Ansızın gelen azabın önce zikredilmesi, daha korkunç ve feci olmasındandır.

Zamir makamında "kavmü'z-zâlimûn / zâlimler topluluğu" ifadesinin kullanılması,

- onların zulmünü tescil etmek,

- ve helâk sebebi olarak iman yerine küfrü koymak olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, buradaki zâlimlerden murad, zâlimlerin emsidir ve onlar da öncelikle bu hükme dahildir.

İbrâhîm el- Zeccâc, tefsirinde diyor ki:

"Bu ifade, sizden ve sizin gibi olanlardan başkası mı helâk olur! demektir."

Ancak âyette, azabın gelmesinin onlara tahsis edilmiş olmasi, "in etâküm a'zabu-llâhi / Allah'ın azabı size gelirse" buyrulması bu tefsire engeldir.

Başka görüşe göre ise, bu istifham, nefiy (olumsuzluk) anlamındadır. Buna göre istifhamın taalluk ettiği şey mahzûftur. Sanki,

"Bana söyler misiniz; Allahü teâlâ'nın azabı sîze ansızın veya açıkça gelirse, kimler helâk olur?" sorusunun hemen ardından bunun cevabını beyan etmek üzere,

"Ille'l-kavmü'z-zâlimûn / zâlimler topluluğundan başkası değil." buyru-lur. Yani size mahsus o azab ile, sizden başkası helâk olmaz.

Bazı müfessirler, âyetteki hasr mânâsını ifade etmek, başka bir deyişle zâlim olmayanları helakin kapsamı dışında bırakmak için helaki, buğzederek azaba uğratmakla takyid etmişlerdir. Çünkü zâlim olmayanların helaki, buğz ve azab yoluyla değil fakat sevap kazandırmak ve derece yükseltmek yoluyla olur.

Bu görüşü savunanlar, faydalıyı ihmal ile mâlâyâni ile meşgul olmuşlar ve nazm-ı kerimin sonsuz mükemmeliyetine halel getirmişlerdir.

48

"Biz Peygamberleri ancak mübeşşir (müjdeleyici) ve münzir (uyarıcı) olarak göndeririz. Kim iman ve nefsini ıslah ederse onun için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır."

A- "Biz Peygamberleri ancak mübeşşir (müjdeleyici) ve münzir (uyarıcı) olarak göndeririz."

Bu istinafî kelâm,

mutlak olarak, risâlet makamının vazifelerini,

resullerin uhdesinde olan görevleri tesbit eder;

kâfirlerin söz konusu tekliflerinin, risalede ilgili olmadığını ortaya koyar.

İrsal etmek / göndermek fiilinin "nursilü / göndeririz" şeklinde muzarî — geniş zaman kipi ile vârid olması, bunun geçmişten Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e kadar devam edegelen ilâhî bir âdet olduğunu göstermesi bakımından son derece dikkate şayandır.

Başka bir ifadeyle bunun anlamı şudur: Biz, peygamberleri,

itaate karşılık mükâfat ile müjdelemek;

isyana karşı azab ile uyarmak;

mükâfat ve cezada kendilerinin dahli olmamak;

dünyevî veya uhrevî sevindirici ve üzücü haberleri insanlara iletmek üzere göndeririz.

Buradaki "vema ....illâ ... / başka değil ... ancak..." kelimeleriyle belirtilen kasr mânâsı, mükâfat ve cezaya ilişkindir. Aksi takdirde şeriat ve hükümleri beyan etmek, risâlet vazifelerinden olmamak lâzım getir.

B- "Kim iman ve nefsini ıslah ederse onun için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır."

İman ve nefsini ıslah edenler için,

uyarıldıkları dünyevî ve uhrevî azabtan korku yoktur;

- onlar, müjdelendikleri dünyevî ve uhrevî mükâfatlardan yoksun kalmaktan dolayı da üzülmeyeceklerdir.

"Plavf / korku" ııun, "hüzün -- üzüntü" den önce zikredilmesi, makamın hakkını gözetmek içindir.(Zira burada ilâhî azab anlatılmaktadır.)

Bu mutlu insanlar, korku ve üzüntüyü mucib bir sonuçla karşılaşmayacaklar, demektir. Bundan murad, korku ve üzüntünün hiçbir zaman olmayacağını beyan etmektir.

49

"Âyetlerimizi tekzib edenlere gelince; yaptıkları kötülükler (fısk) sebebiyle onlara azab dokunacaktır."

Bu cümle, "Femen âmene ve eslâha ... / Kim iman ve nefsini ıslah ederse..." cümlesine atıf olup onun hükmüne dahildir.

Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberlerin müjdeleme ve uyarma için ümmetlere tebliğ ettikleri şeyler, Allahü teâlâ'nın âyetleridir. İşte bunlara iman eden kimse, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerine iman etmiş olur, onları yalanlayan da, O'nun ayetlerini yalanlamış olur.

Burada imanı açıkça teşvik ve tekzibten sakındırma vardır.

Hulâsa,  Biz, Peygamberleri ancak, tarafımızdan sevindirici ve üzücü olayları ümmetlerine haber vermek için göndeririz. Kâfirlerin istedikleri mucizeleri göstermeleri için göndermeyiz. Hal böyle olunca, Peygamberlerin, müjdelemek veya uyarmak için tebliğ ettikleri âyetlere,

iman de, hal ve hareketlerini ıslah eden, yahut salah yoluna girenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir;

fısk veya yoldan çıkmış olmaları sebebiyle tasdik ve itaatten kaçman ve inkârda ısrar edenler de elîm bir azaba uğrayacaklardır.

50

"(Resûlüm) de ki:

"-Ben, size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır; " demiyorum. Gaybı da bilmem. Size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım."

(Resûlüm) de ki:

"- Hiç görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"

A- "(Resûlüm) de kı:

"- Ben, size Allah'ın hazineleri benin yanımdadır; " demiyorum."

Bu istinafı kelâm,

Peygamberlerin gönredilmesinde ve semavî Kitabların indirilmesinde tesis edilmiş olan ilâhî nizamı açıklar.

Amaç, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) durumu itibariyle onların tekliflerinin temel gerekçesinden ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktır. Şöyle buyrulmaktadır:

"- Resûlüm; senden bazen belirli mucizeler göstermem, bazen de başka şeyler isteyen o kâfirlere de ki:

Ben, Allah'ın kudret hazinelerinin emrime verildiğini, onlar üzerine dilediğim gibi tasarruf ettiğimi söylemiyorum kı, o mucizelerin veya azabın indirilmesini, benden ıstiyebilesiniz."

Bu kelâmı, tanrılık davasından uzak kalmak şeklinde yorumlamanın hiçbir şekilde doğru değnekti.

B- "Gaybı da bilmem."

"- Ben, Allahü teâlâ'nın gaybe ilişkin işlerini de bilmem. Onun içindir ki sizin, kıyametin ne zaman kopacağına, azabın ne zaman ineceğine veya başka şeylere dâir sorularınızı da cevaplayamam."

C- "Size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. "

"- Ben, gerçekten bir melek olduğumu da söylemiyorum. Onun içindir ki göklere yühselmek ve benzeri harikuladelikler benim gücümün üstündedir. Nihayet ben bir beşerim. Meleklerin sıfatlarını da taşıyor değilim. Bu bakımdan bani tenkid etmeniz de doğru değildir. "

Nitekim müşrikler şöyle demişlerdi:

" Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!.." (Furkan 25/7)

"- Ben, bu üç şeyden hiçbirini iddia etmiyorum ki bir takım harikulade işler yapmamı benden istiyebilesiniz ve yapamadığım takdirde bunu nübüvvetimin doğru olmadığına delil sayabilesiniz. Çünkü Peygamberlik, bu demek değildir. Peygamberlik, ancak Allah'tan gelen vahyi telakki etmek ve onun gereğini yapmaktan ibarettir."

Nitekim,

"İn ettebiu' illâ ma yûhâ ileyye — Ben ancak bana vahyolunana uyarım." cümlesi de bunu ifade eder.

Demek oluyor ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için ittibâ edilmesi gereken sadece kendisine gelen vahiydir. O, daha ayrıntılı bir ifadeyle sanki şöyle demektedir:

"Ben, bana vahyolunana uymaktan başka bir şey yapmıyorum.. Benim ne vahiyde, ne de vahyolunanda bir dahlim yoktur."

Ç- "(Resûlüm) de ki:

"- Hiç görmeyenle gören bir olur mu?"

Bu kelâm, dalâlete düşenle hidayete ereni belirten mutlak bir temsildir. Bu soru, inkâr ve red anlamındadır. Maksad, zikredilen hakikatleri bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını belirtmek ve dalâletten nefretle hidayete teşvik etmektir.

"Kul / de ki" emrinin tekrarı, hüccetle susturmak ve ilzamı pekiştirmek içindir.

D- "Hiç düşünmez misiniz?"

Bu kelâm da, bir azarlama ve kınama olup "Kul’- de ki" emrine dahildir. Bu cümle, makamdan anlaşılan mukadder bir cümleye:

"Bu hak kelâmı dinlemez misiniz, dinliyor ve işitiyorsanız üzerinde düşünmez misiniz?" cümlesine atıftır.

51

"(Resûlüm), Rabb'ları huzurunda toplan (haşrolun)acak olmaktan korkan (havf eden)ları Kur’ân'la uyar (inzar et). Kendileri için O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Umulur ki sakınırlar."

A- "(Resûlüm), Rabb'ları huzurunda toplan (başrolün)acak olmaktan korkan."

Bundan önce Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şunlar anlatıldı:

Kâfirlerden öyle bir topluluk vardır ki onlar,

apaçık delillerden hiç öğüt almamış;

gördükleri mucizelerden hiç etkilenmemiş;

şuurlarını kaybetmiş ve ölüler haline gelmişlerdir.

O kâfirler, tekrar tekrar hüccetle iskât ve ilzam edilmelerine rağmen ibret ve öğüt almamış, uyarılar küfür ve inkârda ısrar etmelerinden başka bir fayda vermemiştir.

Şimdi burada Peygamber e, emredilen kısmen de olsa etkilendikleri umulan kimseleri inzar etmek (uyarmak)tir.

Bu kimseler, kendileri için Allahü teâlâ'dan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmayan o kıyamet gününde haşrin (Allah'ın huzuruna toplanmanın) gerçekleşeceğine inananlardır. Daha açık bir ifadeyle in zarı istenenler,

1 - Ehl-i Kitab ve öldükten sonra dirilmeyi kabul eden bazı müşrikler gibi haşre inanmakla beraber ataları olan Peygamberlerin veya putların şefaatlerinde tereddüdü bulunanlar,

2- Öldükten sonra dirilme hakkında bir söz dinlediklerinde kendi hallerinden dolayı, onların gerçek olmasından korkan veya haşirde ve şefaatte şüphesi olanlardır.

Haşri doğrudan doğruya inkâr edenlerle haşre inanmakla beraber ataları olan Peygamberlerin veya putların şefaatine kesin olarak inananlar ise, uyarılmaları emredilenlere dahil değildir.

Diğer bir görüşe göre ise uyarılmaları emredilenler, amellerde taksiratları olan mü'minlerdir. Ancak nazm-i kerimin sibakı ve siyakı buna müsait değildir. Hatta bunun sıhhatini imkânsız kılan şeyler de vardır. Nitekim ileride buna vâkıf olacaksın.

Kendisiyle uyarılma emredilen şey,

ya uhrevî azabtır,

ya da her ne suretle olursa olsun kendisiyle beraber ceza va'di vârid olan mutlak azabtır.

Mutlak mâlikiyet ve küllî tasarruf anlamını ifade eden "Rabb" unvanının zikri, mehabeti arttırmak ve korkuyu gerçekleştirmek içindir.

B- "Kendileri için O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır."

Bu ifade korkuyu mûcib haşrin Allah'ın dostluğundan mahrum kalmış insanlar için söz konusu olduğunu belirtir. Bu ifadeye göre hasır, başlı başına korkunç değildir. Onu korkunç kılan Allah'ın dostluğundan yoksun kalmış olmaktır. Haşirden korkması gerekenler, onun gerçekleşeceğini inkar edenlerle, ona inanmakla beraber o günde Allah'tan başkasının yardımına güvenenlerdir.

Bu ifade onların korkusunun bağlı okluğu şeyin teshilidir. Allah'tan başkasına umutlarını bağlamış olanlar onun yok olup gittiğini göreceklerdir. İşte bu yok oluş, Allahü teâlâ'dan başkasının dostluğudur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Allah'ın davetçisine uymayan kimse, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar da yoktur." (Ahkaf 46/32)

Hulâsa belirtilmek istenen sudur:

" - Ey Resûlüm, kendi iddialarına göre umut bağladıkları şeylerden yardım görememek suretiyle hasrolunmaktan korkanları Kur’ân'ıle uyar!"

Bütün bunlardan "korkanlar" dan maksadın, taksiratlı mü'minler olmadığı açıkça anlaşılmış olur. Çünkü onların Allahü teâlâ'dan başka dostu (velisi) yoktur ki, o velinin yardımı olmayacak bir haşirden korksunlar. Mü'minler, ancak Allahü teâlâ'nın yardımı olmayacak bir haşirden korkarlar.

"Umulur ki sakınırlar, ittika ederler" cümlesi âyetin başında zikredilen emrin illetini bildirir. Şöyle ki:

"- Resûlüm, onları Kur’ân'ıle uyar ki, küfür ve günahlardan sakınsınlar; takva sahibi olsunlar. "

52

"(Resûlüm), sabah, akşam O'nun vechini (rızasını) dileyerek Rabblarına dua edenleri huzurundan kovma (tardetme)! Onların hesabından hiçbk şey senin üzerine ait değildir. Senin hesabından da hiçbir şey onlar üzerine ait değildir. Onları huzurundan kovduğun takdirde zâlimlerden olursun."

A- "(Resûlüm), sabah, akşam O'nun vechini (rızasını) dileyerek Rabb'larına dua edenleri huzurundan kovma!"

Rivâyete göre müşriklerin bazı reisleri, Ammar b. Yâsir (radıyallahü anh), Suheyb el-Rumî (radıyallahü anh), Habab b. el-Eret (radıyallahü anh), Selman el-Farısî (radıyallahü anh) ve benzeri fakir Müslümanları kasdederek, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki: .

"- Eğer sen, şu köleleri, onların aç ruhlarını yanından kovarsan, biz gelir, seninle oturup konuşuruz (Celesenâ ileyke ve hâdisenake) ."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Mâ ene bitârıdi'l-mü'minîn / Ben, mü'minleri kovmam" buyurdu.

Bunun üzerine onlar:

"- Hiç olmazsa, biz geldiğimiz zaman onları meclisinden kaldır (Fealvimhim a'nna iza ci'na); biz gidince istersen, onları yine meclisine oturt (Fe iza kumna feakii'd hüm maa'ke in şi'te)! " dediler.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların imana gelmelerini çok arzu ettiği için, "- Nea'm / Pek iyi!" demek zorunda kaldı.

Rivâyete göre, kâfirlerden Utbe b. Rebîa, Şeyhe b. Rebîa, Mut'um b. Adiyy, Haris b. Nevfel, Kursa b. Ubeyd, Amr b. Nevfel ve Benî A'bd-i Menafin eşrafı, Ebâ Talib'in yanına geldiler ve dediler ki:

"- Ya Ebâ Tâlib! Kardeşin oğlu Muhammed, bizim kölelerimizi ve yeminlilerimiz olan azatlı kölelerimizi yanından kovarsa, bizim kalbimizde daha çok saygınlık kazanır (ea'zama fi sudûrena) ve ona uymamız için daha uygun bir ortam oluşur."

Ebû Tâlib, olanları yeğenine anlattı. O zaman yanlarında bulunan Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) şöyle bir tavsiyede bulundu:

"- Ya Resûlallah! Onların sizinle görüştükten sonra ne yapacaklarını görmek için, bu tekliflerini kabul etsen!.." 18

Selman ile Habab (radıyallahü anh) diyorlar ki:

"- Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Şöyle ki: Akra' b. Habis el-Temimî, Uyeyne b. Hısn el- Fezârî, Abbas b. Mirdas ve benzerleri gibi bazı müellefetülkulûb (kalpleri İslama ısındırılmak, alılıstırılmak istenen) zatlar, Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldiklerinde onun, bazı zayıf mü'minlerle (zuafa-i mü'minîn) oturduğunu müşahede ettiler ve onları hakir gördükleri için başka bir gün,

"- Ya Muhammed, Mescidin ön tarafında olursan, bu adamları ve onların aç ruhlarını bizimle beraber oturtmasan da, biz seninle oturup konuşsak ve senden bir şeyler alsak olmaz mı?" dediler.

İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ben, mü'minleri kovmam." buyurdu.

Onlar:

"- Biz istiyoruz ki, senin meclisinde bizim özel bir yerimiz olsun . Araplar bizim faziletimizi bilsinler. Çünkü Arapların temsilci heyetleri (vüfûde'l-a'rab) sana geliyorlar. Biz, onların, bizi bu kölelerle beraber oturur görmelerinden utanıyoruz. Onun için biz senin yanına geldiğimizde sen onları bizim meclisimizden kaldır. Biz kalkıp gittikten sonra istersen, yine onlarla otur."

Peygamber

"- Nea'm / Pek iyi" buyurdu. Onlar:

"- O halde bu konuda bize bir yazı yaz (fektüb lena kitaben)!" dediler.

Resûlüllah bu yazıyı yazmak için Ali'nin (radıyallahü anh) bir kâğıt alıp gelmesini istedi. O sırada biz de bir köşede oturuyorduk. İşte o anda Cibril bu âyeti indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), o kâğıdı attı ve bizi yanına çağırdı. Biz de gittik yanına oturduk; ona o kadar yaklaştık ki, dizlerimiz onun dizlerine değiyordu ve o, kalkmak istediği zaman aramızdan kalkıp gidiyordu. İşte o sıralarda:

" Sabah, akşam Rabblarına, O'nun rızasını dileyerek yalvaranlarla birlikte sen de sabret..." (Kehf 18/28)

âyeti nazil oldu. Bundan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), artık bizden önce meclisten kalkmayı bıraktı ve biz kalkıncaya kadar bizimle beraber oturmaya başladı ve şunu söyledi:

Allah'a hamdolsun ki ümmetimden bir cemaatle beraber oturmaya sabretmemi emretmeden önce benim canımı almadı. Artık hayatim da sizinle; ölümüm de sizinle beraberdir."19

Sabah (ğadveh, ğadv, ğudüv), akşam (a'şiyy) vakitlerinin zikredilmesinden maksat devamlılıktır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu iki vakitten maksat, sabah namazı ile ikindi namazıdır.

Allahü teâlâ'nın rızasını (vechini) dileyerek yalvarmaktan maksat, ihdasla O'na ibadet etmektir. Bu kaydın zikredilmesi, nehyin (kovma) illetini te'kid içindir. Zira ihlas, kovmanın zıddı olan ikramın en kuvvetli sebeplerinden biridir.

B- "Onların hesabından hiçbir şey senin üzerine ait değildir."

Bu itirazî cümlenin, nehiy ile cevabının arasına girmesi,

nehyi açıklamak,

zayıf Müslümanları haktir görenlerin sözlerinin, onların kovulmasını caiz görmek vehmini ortadan kaldırmak içindir.

Nitekim Nûh (aleyhisselâm) un kavminin hak de böyle olmuştu. Onlar da:

" ilk bakışta sana ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz." (Hûd 11/27) demişlerdi.

Burada demek istenen şudur:

"- Ey Resûlüm! Onların imanının ve görülmeyen (batınî) amellerinin hesabından sana hiçbir şey düşmez. Onun için sen onların durumlarıyla meşgul olma. Nübüvvet makamının şanı gereği senin vazifen ancak işlerin zahirine itibar etmek ve hükümleri o sûrede icra etmektir. İşlerin içyüzlerinin hesabı kalplerdekini hakkıyla bilen Allahü teâlâ'ya aittir. Nitekim diğer bir ayette de şöyle buyurulur:

" Onların hesabı ancak Rabb'ime aittir." (Şuarâ 26/113)

C- "Senin hesabından da hiçbir şey onlar üzerine ait değildir."

Âyetteki nehyin cevabı, bundan önceki cümle ile tamamlandığı halde bu kelâmın da zikredilmesi, onların hesabının Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e ait olmadığını kuvvetlice anlatmak içindir.

Tıpkı "Onlar ecelleri gelince ne bir saat geri kalırlar ne de bir saat ileri giderler." (A'raf 7/34) âyetinde olduğu gibi.

Bir diğer görüşe göre ise,

"Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse, onu taşımak için başkasını çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez." (Fâtir 35/18)

âyetinde olduğu gibi, tek bir mânâyı ifade etmek için iki cümle kullanılmıştır. Ancak bu görüş, Kur’ân'ın yüce şanına yaraşmaz.

Ç- "Onları huzurundan kovduğun takdirde zâlimlerden olursun."

Bu cümle, nehyinfkovma) cevabıdır. Bazılarına göre, bu cümlenin de, mezkûr hükme sebep olmak üzere makabline atfı caizdir. Buna göre meal şöyle olur:

"Senin hesabından da onlara bir şey düşmez ki, onları kovasın da, zâlimlerden olasın."

Ancak bu görüş doğru değildir.

53

"Böylece Biz,

"- Aramızdan Allah'ın lûtfuna mazhar olanlar bunlar mı?" demeleri için bazılarını bazıları ile sınadık. Şükredenleri en iyi bilen Allah değil mi ?"

A- "Böylece Biz, onların:

"- Aramızdan Allah'ın lûtfuna mazhar olanlar bunlar mı?" demeleri için bazılarını bazıları ile sınadık."

Bu istinafı kelâm, geçen nehyin (O'na yalvaranları kovma, nehyinin) neden kaynaklandığını açıklar.

Âyetin basındaki işaret (Ve kezâlike / işte böylece), Allahü teâlâ'nın, fakir mü'minleri, imana muvaffak kılmakla kendilerine ihsanda bulunduğunu gösterir. Burada uzağı gösteren işaret sıfatının kullanılması, işaret edilenin derecesinin ve kemaldeki mertebesinin yükseldiğini bildirmek içindir.

Daha tafsilâtlı olarak anlam şudur:

Biz başka bir şeyle değil, ancak o son derece mükemmel ve harika imtihan ile, insanlardan kimilerini kimileriyle imtihan ettik. O fakir, kimsesiz ve güçsüz insanları din işlerinde; zengin ve güçlü insanların önüne geçirdik ki, bu sonuncular aralarındaki fahiş farka bakarak ve üstünlüğün gerçek ölçütünü görmezlikten gelerek onları gösterip tahkir için,

"- Ehâülâi menne-llâhü a'leyhim min beynina / Aramızdan Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu, saadete muvaffak kıldığı kimseler bunlar mı? Oysa ileri gelenler bizleriz; onlar ise köleler ve yoksullar!" desinler.

Onların bunları söylemekten maksatları, o yoksul mü'minlere Allah (celle celâlühü) tarafından yapılan ihsanı re'sen inkâr etmektir. Nitekim, onların:

" Eğer bu iş (İslâm) bir hayır olsaydı, onlar bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf 46/11) âyetindekı sözleri de bu kabildendir.

Başka bir ifadeyle onların maksadları ilâhî ihsanı inkâr olup ihsana mazhar olanları aşağılamak, tahkik etmek değildir.

B- "Şükredenleri en iyi bilen Allah değil mi ?"

Bu kelam, onların o sözünü redd ve iptal ediyor ve şuna işaret ediyor: "İlâhî ihsana liyakat, nimetin değerini bilmek ve nimeti ihsan edenin hakkını takdir etmekle mümkündür."

İstifham, Allah'ın (celle celâlühü) ilminin kemalini açıklamak içindir. Yanı şöyle buyruluyor:

"- Allah (celle celâlühü) nimetlerine şükredenleri en iyi şekilde bilmiyor mu ki, O'nun mü'minlere ihsanını yadırgıyorsunuz?"

Bu âyette o zayıf mir mirilerin,

Allah'ın (celle celâlühü) Kur’ân'ı indirmek,

kendilerini imana muvaffak kılmak gibi nimetlerinin hakkını takdir,

ayni zamanda O'nun bu nimetlerine şükrettiklerine işaret;

- bu sözleri söyleyen kâfirlerin de bütün bu nimetlerden uzak olduklarına tariz vardır.

54

"(Resûlüm), âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara de ki:

"- Selâm size; Rabb'iniz nefsi üzerine rahmeti yazmıştır. Sizden kim bilmıyerek (bicehaledn) bir kötülük işler, sonra ardından tevbe ve kendini ıslah ederse muhakkak kı O, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhametli (Rahim)dir."

A- "(Resûlüm), âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara de ki:

"- Selâm size ; Rabb'iniz nefsi üzerine rahmet yazmıştır."

Burada söz konusu olan mü'minler, Peygamberdin, kendilerini kovmaktan nehyolunduğu mü'minlerdir. Bu mü'minlerin,

Allah'a ihlasla ibadete devam ve Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerine iman etmekle vasıflandırılmaları,

İlim ile ameli birleştirmekten doğan faziletleri ihraz ettiklerine dikkat çekmek içindir.

O mü'minlerin bu vasfı, birinci vasıftan (ihlasla ibadete devam) önce geldiği halde ondan sonra zikredilmiş olması, rahmet ve mağfiret va'dinin ana sebebi, Allah'ın (celle celâlühü) ayetlerine iman etmiş olmalarıdır. Tıpkı geçen kelâmda kovma nehyınin ölçütü, ibadete müdavemet olduğu gibi.

"Fekul selâmün aleyküm / De ki: Selamün aleyküm" ibaresi inananların her türlü kötülükten selamette olduklarını müjdeleme emridir.

Diğer bir görüşe göre Allah'ın (celle celâlühü) selamını onlara tebliğ etme emridir.

Başka bir görüşe göre, onlarla olan her ilişkide selâmla başlama emridir.

Allah'ın nefsine merhameti yazması, doğrudan doğruya, arada vasıta olmadan, bizzat ihsan etmeyi, mukaddes Zatına vâcib kılması demektir. Bu,

mü'minlerin her türlü kötülükten selamette,

tevbelerinın Allah katında makbul,

Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinin son derece geniş olduğunu;

onların, elbette arzularına erişeceklerini kendilerine müjdelemek içindir.

Rab unvanının, mü'minler zamirine izafe edilmesi, onların ilâhî lûtfa mazhar olduklarını belirtmek ve hükmün illetini de zımnen bildirmek içindir.

Bir görüşe görede bir kavim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelip:

"Biz çok büyük günahlara düştük (İnna esabna zünûben ıi'zâmen)!"

dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara hiç cevap vermedi. Onlar da dönüp gittiler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

B- "Sizden kim bilmeyerek (bicehaledn) bir kötülük işler, sonra ardından tevbe ve kendini ıslah ederse muhakkak ki O, bağışlaması bol (Ğafûr) dur, çok merhametli (Rahîym)dir."

Bu kelâm, va'dedilen ilâhî rahmeti açıklar.

Bilmeyerek kötülük işlemek, işlenen kötülüğün getireceği zararların hakikatini bilmemek demektir. Bu kaydın zikredilmesi,

- bize bir mü'minin, zararlı sonuç doğuracak bir işe girişmeyeceğini;

- veya bilmeden bir kötülük işler de o kötülüğün ardından tevbe ile ifsadım telâfi ve ebediyen bir daha o kötülüğe dönmeyeceğine azmederse, artık onun hakkında Allah'ın gerçekten çok mağfiret ve rahmet edici olduğunu belirtmek içindir.

55

"Suçluların yolu (sebîlü'l-mücrimîn) belli olsun diye âyetleri böylece açıklıyoruz ."

Bu kelam ile ilgili izahat, yukarda geçti. Yani,

"- Ey Resûlüm! İtaat ehlinin sıfatları ile suç işlemede ısrarlı mücrimlerin sıfatlarını tafsilâtı ile açıklıyoruz ki, sen de onların yolunu açıklıkla bilesin de, onlara karşı layık oldukları muameleyi yapasın."

56

"(Resûlüm) de ki:

Ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmaktan nehyedildim.

(Resûlüm yine) de ki:

"- Ben sizin hevânıza (arzu ve heveslerinize) uymam (tâbi olmam). O zaman gerçekten sapmış (dalâlete düşmüş)olurum ve hidayete erenlerden olmam."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmaktan nehyedildim."

Bundan önce Peygamber e, şirkte ısrarlı olmayan, uyarma ve müjdelenmeden etkilenebileceklere karşı izleyeceği metot gösterilmişti. Şimdi burada da şirkte ısrarcı olanlara nasıl hitab edeceği öğretiliyor. Şöyle ki:

"- Resûlüm! Şirkte ısrarlı olanların, senin onlara meyletmenden umutlarını kesmeleri ve inandıkları dinin, sırf kendi hava ve heveslerinden ibaret olduğunu beyan etmek için kendilerine de ki:

Ben tevhid konusunda bana indirilen delil ve âyetlerle Allah'tan (celle celâlühü) başka taptığınız şeylere, tapmaktan kesinlikle men'olundum."

B- "(Resûlüm yine) de ki (Kul):

"- Ben sizin hevânıza (arzu ve heveslerinize) uymam."

Bu emrin burada da tekrar edilmesi, emir konusuna çok önem verildiğinden ya da söylenen iki şeyin farklı olmasındandır.

Çünkü birinci emir, Allah (celle celâlühü) tarafından, ikinci emir ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından vârid olan nehyin, onların taptıklarına hiçbir zaman tapmamanın hikâye edilişidir.

Bu ifâde,

- onların cehaletlerini yüzlerine vurmak,

- din olarak bâtıl hevâ ve heveslerine uyduklarını, bunda din denecek hiçbir şey olmadığını sarahaten belirtmek içindir.

C- "O zaman gerçekten sapmış (dalâlete düşmüş) olurum..."

Bu istinafı kelâm,

- Peygamber'in (aleyhisselâm), men olunduğu şeyden sakındığını te'kid eder,

- onların büyük bir dalâlet ve azgınlıkta içinde olduklarını belirtir.

Daha açık bir deyişle bunun anlamı şudur:

"- Ben, sizin hava ve heveslerinize uyarsam işte o zaman gerçekten dalâlete düşmüş olurum." 

Ç- "...Ve hidayete erenlerden olmam."

Burada isim cümlesine dönülmesi, devamlılık mânâsını ifâde etmek içindir. Bu olumsuzluğun sürekli olması demektir. Bunun anlamı da şudur:

"- Ben, o arzu ve heveslerine uyanlarla beraber olursam hiçbir zaman hidayetten bir nasibim olmaz."

57

"(Resûlüm) de ki:

Şüphesiz ki ben Rabb'imden gelen bir beyyine üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız (tekzib ettiniz). Sizin acele gelmesini istediğiniz (istical gösterdiğiniz) şey (azab) benim yanımda değildir. Hüküm, ancak Allah'ındır. O, doğruyu anlatır; doğru ile eğrinin arasını ayıran (fâsil)ların en hayırlısı O'dur."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul): "- Şüphesiz ki ben Rabb'imden gelen bir beyyine üzerindeyim ."

Bundan önce kâfirlerin, üzerinde bulundukları bâtıl tesbit ve Resûlüllah'ın ona asla uymadığı beyan edilmişti. Şimdi burada

Resûlüllah'ın hakk üzerinde olduğu ve ancak hakka uyduğu belirtiliyor.

Beyyine, hak ile bâtılı birbirinden ayıran apaçık hüccet demektir. Bundan da maksat, Kur’ân'ıle vahiydir.

Diğer bir görüşe göre ise, beyyine, aklî hüccetler, ya da aklî hüccetleri de kapsayan hüccetlerdir. Ancak makam, bu görüşe müsait değildir.

Bu kelamda "Rabb" unvanının Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafe edilmesi, apaçık teşrif ve mertebenin yüksekliğini ifâde eder.

B- "Siz ise onu yalanladınız."

Bu kelâm, tekzibin çirkinliğini bildirmek ve onu yadırgamak içindir. Bunun anlamı şudur:

"- Ben, Rabbimden gelen apaçık ve büyük bir delil üzerindeyim. O delile dayanıyorum. Siz ise, onu, içindeki haberleri ve azaba dair va'd-i ilâhiyi yalanladınız."

C- "Sizin acele gelmesini istediğiniz (istical gösterdiğiniz) şey (azab) benim yanımda değildir."

Bu istinaf cümlesi, onların kendi tekziplerine menşe' yaptıkları hatalarını ortaya koyar, bu da, Kur’ân'da va'dedilen ve onların acele gelmesini istedikleri azabın gerçekleşmemesidir. Nitekim onlar, istihza yoluyla veya kendi bâtıl iddialarına göre şöyle diyorlardı:

" Eğer doğru sözlüler (sâdıklar) iseniz bu va'dedilen azab ne zaman?" (Sebe' 34/29)

Ç- "Hüküm ancak Allah'ındır."

"- Kur’ân'da va'dedilen, sizin acele gelmesini istediğiniz, hemen gerçekleşmemesini veya gecikmesini tekzibine vesile yaptığınız azab, benim hükmüm ve kudretim dahilinde değildir ki, ben onu getirip de doğruluğunu size göstereyim.

- Yahut o azab işi bana havale edilmiş değildir;

- onun acilen gelmesi veya tehir edilmesi hükmü ancak Allahü teâlâ'nındır; başkasının herhangi bir şekilde bunda dahli yoktur.

D- "O, doğruyu anlatır."

Bu kelam, Allah'ın (celle celâlühü) bu hükümdeki, yahut bunun da öncelikle dahil olduğu bütün hükümlerdeki şanını beyan eder. Yani Allah (celle celâlühü) ancak hakkla hükmeder. Binaenaleyh bu kelâm, azabın tehir edilmesinin de hak olduğunu isbat eder.

Bir kıraate göre "yakussu / anlatır" fiili yerine "yakdzî / kaza eder" şeklinde de okunmuştur. Bunun anlamı şudur:

O, hakkı kaza eder (icra eder), yahut hakkı yaratır ve hakkı tedbir eder.

Kaza kelimesinin asıl mânâsı, bir şeyi tamamlayıp bitirmektir.

Hüküm kelimesinin asıl mânâsı ise, men'etmektir.

Yani Allah (celle celâlühü) bâtılın hakka muarazasını yahut hasmın hak sahibinin hakkına tecavüzünü men'eder. 

E- "Doğru ile Eğrinin arasını ayıran (fâsıl)ların en hayırlısı O'dur."

Bu itirazı (terkib olarak makablinden bağımsız) kelâm, mâkablı için bir zeyl mahiyetinde olup onun mefhûmunu açıklar ve şuna işaret eder:

Burada hakkın anlatımı, özel mahiyette olup hak ile bâtılı birbirinden ayırmak içindir. Kur’ân'ın mükemmeliyetinin gereği ancak bu izahtır.

Bir görüşe göre, bu âyetin mânâsı şöyledir:

"Şüphesiz ben, Kendisinden başka mabûd bulunmayan Rabb'imi tanımakta apaçık bir hüccete ve doğru kanıta dayanıyorum. Siz ise, O'nu yalanladınız, başka şeyleri Allah'a (celle celâlühü) ortak koştunuz."

Ancak nazm-i kerimin evveli ve devamı, onları, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini yalanlamakla vasıflandırdığına göre tevhid konusunda onların Allahü teâlâ'yı yalanlamalarının bu makamla bir alakası yoktur.

58

"(Resûlüm) de ki: "- Eğer acele gelmesini istediğiniz şey (azab), benim yanımda olsaydı benimle sizin aranızdaki iş (el-emr) elbette bitirilmiş olurdu. Allah, zâlimleri en iyi bilendir."

A - "(Resûlüm) de ki (Kul): "- Eğer acele gelmesini istediğiniz şey (azab), benim yanımda olsaydı benimle sizin aranızdaki iş (el-emr) elbette bitirilmiş olurdu "

"- Hakkında va'd-i ilâhî vârid olan azab, benim imkânım ve kudretim dahilinde olsaydı, bu iş Allah (celle celâlühü) tarafından bana havale edilmiş olsaydı, sizin "meta haze'l-va'd / bu va'd ne zaman?" ve benzeri sözlerinizle acele gelmesini arzu ettiğiniz azab tepenize iniverirdi."

"Kadza" fiilinin meful (mechûl) kipi ile "kudziye" şeklinde zikredilmesi,

- fiilin fâilinin Allah (celle celâlühü),

- ve durumun pek korkunç olduğunu,  

- ancak ifâdede husn-ü edep gözetildiğini bildirir.

Bu itibarla bu cümleyi,

"İlâhî azab, elimde olsaydı, Rabbim için size gazab ederek ve biran önce sizden kurtulmak için, muhakkak sizi helâk ederdim" şeklinde tefsir etmek, bu makama uygun değildir.

B- "Allah, zâlimleri en iyi bilendir."

Bu itirazı (mâkablinden bağımsız) cümle,

- İlâhî azab işinin Peygamber'e havale edilmediğini,

- bu yüzden işin bitirilmediğini,

- ve bunun illetini açıklar.

Yani anlam şudur:

"Allah (celle celâlühü) o zâlimlerin halini, onların az ablarının ağırlaştırılması için, istidrâc (yavaş yavaş azaba yaklaştırılmak) yoluyla mühlet verilmeye müstahak olup olmadıklarını en iyi bilendir. Onun içindir ki azab işi bana havale edilmedi ve sonuç olarak, azab acele gönderilerek iş bitirilmedi."

Allahü teâlâ, cümlemizden en iyi bilendir.

59

"Gaybın anahtarları (mefatihu'l-gayb) O'nun katındadır. Onları O'ndan başkası bilemez. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Bir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. O, yerin karanlıkları içindeki bir taneciği (habbe) de bilir. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kıtab'ta bulunmasın."

A- "Gaybın anahtarları O'nun katındadır."

Bundan önce bütün işlerde kudretin Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğu beyan edilmişti. Şimdi burada da bütün gayb bilgisinin O'na mahsus olduğu ifâde ediliyor.

"Mefatih" kelimesi,

- ya mahzen anlamındaki meftah'ın çoğuludur. Buna göre, istiare (mecaz) olarak gayb mekânı demektir; sanki o mekânlar, gayb şeylerin saklandığı ve kapısına kilit vurulan mahzenlerdir;

- ya da anahtar anlamındaki "miftah" kelimesinin çoğuludur. Buna göre yine mecaz olarak, gayb şeylere ulaşmak vasıtası demektir. Yani gavbların hazineleri yalnız Allah (celle celâlühü) katmdadır, yahut ancak Allah'ın (celle celâlühü) inâyetiyle gayb şeylere ulaşılabilir.

B- "Onları O'ndan başkası bilemez."

Bu kelam, makablinin mefhûmunu te'kid eder ve buradaki ihtisasın (Allah'a mahsus olmanın) kudret itibariyle değil fakat ilim itibarıyla olduğunu bildirir.

Hulâsa,  belitilmek istenen mânâ şudur:

"Sizin acele gelmesini istediğiniz azab,

- benim kudretim dahilinde değildir ki onu âcilen gerçekleştirmek sûre- tiyle sizi ilzâm edeyim;

- benim için malûm değildir ki, onun ne zaman geleceğini size haber vereyim;

- fakat o, hem kudret, hem ilim olarak da Allah'a (celle celâlühü) mahsustur. Artık O, hikmetler üzerine kurulmuş olan iradesi gerektirdiği zaman onu indirecektir.

C- "O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir."

Bundan önce gayba ait her şeyin Allah'ın (celle celâlühü) bilgisi dahilinde oldukları bildirilmişti. Şimdi burada da görülen bütün varlıkların O'nun bilgisi dahilinde olduğu belirtiliyor. Yani Cenab-ı Allah, karada ve denizde bulunan bütün varlıkları değişik cinsleri, türleri ve sayısız fertleri, en ince ayrıntılarına kadar bilir.

Ç- "Bir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin."

Yukarda bütün eşyânın, zâtları itibarıyla Yüce Allah'ın (celle celâlühü) bilgisi dahilinde olduğu beyan edildikten sonra şimdi burada değişik halleri itibariyle O'nun bilgisi dahilinde olduğu belirtiliyor. Diğer bütün haller yerine yaprağın düşme halinin zikriyle iktifa edilmesi bundan dolayıdır.

D- "O, yerin karanlıkları içindeki bir taneciği."

Bu kelam Allah'ın (celle celâlühü) ilminin her şeye kemaliyle nüfuz ettiğini bildirir.

E- "Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitab'ta bulunmasın."

Bu apaçık kitab, Yüce Allah'ın (celle celâlühü) ilmi yahut Levh-ı Mahfuz'dur.

"Apaçık bir Kitab'tadır veya apaçık bir Kitab içindedir" ifâdesi, bu istisnaların izahı (bedeli) de olabilir. (Yani bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.)

Ancak bu makama en münasip olan, (mealde verildiği gibi) bu kelâmın miibteda ve haber şeklinde müstakil olmasıdır. Çünkü buna göre, yaş ve kuru, yüksekten düşmeyen varlıklara da şâmil olur.

60

"Geceleyin sizi öldüren (ölü gibi uyutan), gündüzün de ne yaptığınızı bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın (inkıiza etsin) diye gün içinde sizi dirilten O'dur. Nihayet dönüşünüz O'nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber verecektir."

A- "Geceleyin sizi öldüren (ölü gibi uyutan), gündüzün de ne yaptığınızı bilen; sonra belirlenmiş ecel (ecel-i müsemma) tamamlansın (inkıiza etsin) diye gün içinde sizi dirilten."

Duyuların ve temyiz kudretinin zâil olması bakımından ölüm ile uyku hali arasında ortaklık bulunduğu için ölüm, mecâzen uyku için kullanılmıştır.

Vefatın asıl mânâsı, bir şeyi olduğu gibi tamamiyle almaktır.

Burada gece ile gündüzden maksat, her ikisinin tek tek bütün fertlerinde mevcud olan cinstir. Sadece gecenin bir kısmında değil, tamamında meydana gelen uyutma ile uyandırma, belirlenen ecelin sona ermesiyle gerçekleşir.

"Gündüzün ne yaptığınızı bilen" ifâdesindeki Allah'ın (celle celâlühü) ilminden murad, insanların bir işi yapmasından önceki ilmidir; (çünkü insanlar bir işi yaptıktan sonra onun ilmi, Allah'a (celle celâlühü) mahsus olmaktan çıkar). Nitekim bunun, "

gün içinde sizi dirilten" ifâdesinden önce zikredilmesi de bunu hissettirir. Daha açık bir deyişle Allah (celle celâlühü), sizin gündüzün ne yapacağınızı önceden bilir.

Gece çalışmak gündüz uyumak mümkün iken uyutmanın geceye ve çalışmanın da gündüze tahsis edilmesi, cari âdete göredir.

"Liyukdza ecelün müsemmen / belirlenmiş ecel tamamlansın diye, .." cümlesi, " geceleyin sizi öldüren (ölü gibi uyutan) cümlesine atıf olduğu halde ikisinin arasına, " gündüzün ne yaptığınızı bilen" cümlesinin girmesi, onların uyandırılmalarında büyük bir ihsan olduğunu beyan etmek içindir. Bu cümle ile şu noktaya dikkat çekilir:

Onların işledikleri günahlar, ölü olarak bırakılmalarını, hattâ hemen helâk edilmelerini gerektirdiği halde Allah yine de onlara hayât bahşeder ve kendilerine mühlet verir. Nitekim terahî (sümme/ sonra) kelimesinin kullanılması da bunu bildirir. Sanki şöyle buyrulmuş olur:

"Allah geceleri sizi öldürür (ölü gibi uyutur), gündüzleri de ne yapacağınızı bildiği halde sizi yeniden hayâta döndürür ki, her fert için belirlenmiş ecel tamamlansın. Öyle ki, hiçbir kimse, kendisi için belirlenmiş süreyi bir göz kıpması (tarfete a'ynin) kadar bile geçemez."

B- "Nihayet dönüşünüz O'nadır."

Eceleniz geldiğinde dönüşünüz ancak O'nadır; asla başkasına değildir.

C- "Sonra da yaptıklarınızı size haber verecektir."

Allah (celle celâlühü), o gece ve gündüzlerde yapmış olduğunuz amellerin karşılığını vermek suretiyle onları size bildirecektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetteki hitab, kâfirlere mahsustur. Yani siz kâfirler, geceleyin ölüler gibi uyuyor, gündüz de günah işliyorsunuz. Ve şüphesiz Allah (celle celâlühü), yaptıklarınıza muttalidir. Allah (celle celâlühü), gece uyumak ve gündüz günah işlemek suretiyle ömürlerinizi tükettiğinizde günahlarınızın hesabını sormak üzere sizi yeniden dirilterek mezarlarınızdan kaldıracaktır. Ölülerin yeniden hayâta döndürülmesi ve amellerinin karşılığını görmeleri için O'nun belirlediği süre bu sûretle tamamlanmış olacaktır. 

61

"O, kullan üzerinde hâkimiyet sahibi (Kaahir)dir ve sizin üzerinize koruyucular (hafaza melekleri) gönderir. Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve onlar işlerinde hiç kusur etmezler."

A- "O, kulları üzerinde hâkimiyet sahibi (Kahir)dir ve sizin üzerinize koruyucular (hafaza melekleri) gönderir."

Kullarının işlerinde yegâne mutasarrıf Allah'dır O, kulları hakkında:

- icad (yoktan var etme),

- idam (yok etme),

- ihya (can ve hayât verme),

- imate (öldürme),

- ta'zîb (azab etme),

- isabet (müikâfatlandırma),

- ve diğer hususlarda ne dilerse onu yapar.

Ve O, size "Hafaza "ve "Kirame'l-kâtibîn" (şerefli kâtipler) denilen melekler gönderir.

Ancak bu görüşte apaçık tekellüf (zorlama) ve ihlâl vardır. Çünkü bu görüşe göre, ölümden sonra yeniden hayâta döndürülmenin illeti, belirlenen ecelin tamamlanması olur.

Bu melekler, insanların her ne olursa olsun, bütün amellerini zabt altına alırlar. Bunda güzel bir hikmet ve büyük bir nimet vardır. Çünkü mükelleflerin amellerinin zabt altına alınacağını ve şahitler huzurunda açıklanacağını bilmeleri günah işlememek için güçlü bir caydırıcıdır. Ve kul, efendisinin lütfuna güvenir ve onun affına mazhar olacağına inanırsa, kendi hallerine vaakıf hizmetçiden çekindiği kadar bile efendisinden çekinmez olur. 

B- "Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve onlar işlerinde hiç kusur (tefrit) etmezler."

Allah (aleyhisselâm) size hafaza melekleri gönderir. Onlar, hayâtınız boyunca sizin amellerinizi zabtederler. Nihayet birinizin ömrü tükendiği, ölüm sebepleri ve alâmetleri belirdiği zaman, görevli meleklerimiz, başka bir deyişle ölüm meleği ve yardımcıları onun canını alırlar ve o zaman hafaza meleklerinin ışı sona erer ve elçiler gevşek davranmak, (ihmal ve terahi) veya erteleme (tehir) gibi bir sûretle vazifelerinde asla kusur etmezler.

Bir kırâete göre burada tefrit değil ifrat söz konusudur. Bu takdirde anlam şöyle olur:

Elçilerimiz, kendilerine tayin edilmiş süreyi ne uzatırlar, ne de kısaltırlar.

62

"Sonra onlar hakk mevlâları Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun! Hüküm O'nundur. O, hesab görenlerin en sür'atlisidir."

A- "Sonra onlar hakk mevlâları Allah'a döndürülürler."

Bu cümle, "teveffethü rusulüna / elçilerimiz onu vefat ettirirler veya onun canını alırlar" cümlesine atıftır. Onlar yeniden diriltildikten sonra bütün işlerinde hesaba çekilmek üzere, Allah'ın hükmü için O'nun huzuruna döndürülürler.

B- "Haberiniz olsun (Elâ)! Hüküm O'nundur (Lehü'l-hukmü). O, hesab görenlerin en sür'atlisidir."

Kıyamet günü hem sûreten, hem de manen hüküm ancak Allah'ındır (celle celâlühü) O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir veçhile hükmü yoktur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir. Bütün yaratılmışların hesabını en kısa zamanda ve en hızlı görendir. Bir hesap ve bir hal, O'nu diğer hesap ve halden engellemez, meşgul etmez.

Bir hadiste şöyle buyurulur:

"Allah (celle celâlühü), bütün hesapları bir koyun sağacak zamanda görür." 

63

"(Resûlüm) de ki:

"- Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır? Ki gizli gizli (hafiyyen) yalvarır yakarırsınız (tazarru edersiniz). Eğer bizi bundan kurtarırsan biz elbette şükreden (şâkir)lerden olacağız!" dersiniz."

A- "Resûlüm) de ki (Kul): Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?"

"- Ey Resûlüm! Onlara de ki:

- Karanın ve denizin, aklı işlemez hale getiren korkunç felâketlerinden sizi kim kurtarır?"

B- "Ki gizli gizli (hafiyyen) yalvarır yakarırsınız (tazarru edersiniz). Eğer bizi bundan kurtarırsan biz elbette şükreden (şâkir)lerden olacağız!" dersiniz."

Onlar gizli gizli yalvarıp yakar ar ak:

"- Eğer bizi bu belâların ve tehlikelerin karanlıklarından kurtarırsan, biz bu nimet için, yahut bu nimetin de dahil olduğu bütün nimetler için Sana sürekli şükredenlerden olacağız." derler.

64

"(Resûlüm) de ki: Sizi ondan ve her türlü sıkıntıdan ancak Allah kurtarır. Sonra da siz O'na ortak koşarsınız."

Cevap vermek onların vazifesi iken, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) emredilmesi, onların bundan başka verecekleri bir cevap olmadığını bildirmek ve "Sonra da siz O'na ortak koşarsınız" kelâmını bunun üzerine bina etmek içindir.

Sizi bütün belâlardan, üzüntü, sıkıntılardan ancak Allah kurtarır. Siz bu büyük nimetleri gördükten sonra bile yine de O'na ortak koşuyorsunuz. 

65

"(Resûlüm) de ki: O, size üstünüzden ve ayaklarınızın altından az ab göndermeye ve sizi fırkalara bölüp birbirinize düşürerek kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kaadirdir. Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul): "- O, size üstünüzden ve ayaklarınızın altından azab göndermeye ve sizi fırkalara bölüp birbirinize düşürerek kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kaadirdir. "

İnsanları her türlü sıkıntıdan kurtaracak yegâne varlığın Allah olduğu beyan edildikten sonra şimdi, bu istinafı kelâm, ile onları tehlikelere atmaya kaadir tek varlığın da yine Allah olduğu açıklanıyor.

Bu kelâmda, onların şirk koşmalarından dolayı zımnî bir azab va'di de vardır. Bu azab va'di İsra (17) sûresinin 68 ve 69. âyetlermdeki azab va'di kabilindendir.

Yani ey Resûlüm! De ki:

Allah (celle celâlühü), Lût kavmi ile Ashâb-ı Fil'e (Kâ'be'yi yıkmaya gelen Ebrehc'nin fiili ordusuna) ve benzerlerine yaptığı gibi size de hem üstünüzden; hem de firavun ile Karun ve adamlarına yaptığı gibi ayaklarınızın altından bir azab göndermeye muktedirdir."

Diğer bir görüşe göre ise,

- üstünüzden; büyüklerinizden ve reislerinizden;

- ayaklarınızın altından da, sefillerinizden ve kölelerinizden, demektir.

"Ev/ veya" kelimesi, ikisinden hâli olmamak içindir; ikisinin bir araya gelmemesi için değildir. Nitekim Nûh kavmine yapıldığı gibi her iki cihetten birden azap gönderilmiştir.

Allah (celle celâlühü), sizi, çeşitli arzu ve istekleri olan, her biri bir önderin peşinden giden hıziblere bölerek aranızda, savaşlar meydana getirmeye de kaadirdir.

Burada azab tattırılanlar kâfirler, azabları tattırılanlar da mü'minlerdir. Bu itibarla bu kelamda, hem mükâfat hem de ceza va'di vardır.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyetteki "a'z ab en min fevkıiküm / size üstünüzden..." anlamındaki ifâdeyi okuyunca, "Senin Zatına sığınırım / Eû'zü bi-vechike!" dedi ve "ev min tahti erculiküm / veya ayaklarınızın altından bir azab..." ifâdesini okuyunca da yine "Senin Zatına sığınırım / Eû'zü bı-vechike!" dedi ve "veya fırkalara bölüp kiminizin hıncım kiminize tattırmaya kadirdir / ev yelbiseküm şiyea'n ve yüzîka ba'dzaküm be'se ba'dz "ifâdesini okuyunca da, "Bu daha ehvendir / Hâza ehvenü" veya "Bu daha kolaydır / Hâza eyseru; " buyurdu.

Yine rivâyete göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur:

"- Ben Rabbimden diledim ki ümmetime, onların üstünden veya ayaklarının altından bir azab göndermesin / Seeltü rabbı eıı lâ yeb'a'se a'lâ ümmeti a'z âb en min fevkıihim ev min tahti ercülihim."

"Allah (celle celâlühü) da, benim bu dileğimi kabul etti / Feea'tanî zâlike."

"Bir de, Ondan diledim ki, ümmetim birbirine düşmesin / Ve seeltehu en lâ yec'a'le be'sehum beynehum."

Fakat bu dileğimi kabul etmedi / Femena'nî zâlike."

B- "Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz."

Onlar, hakikati anlasınlar, apaçık gerçeğe vâkıf olsunlar ve içinde bulundukları kibir ve inattan dönsünler diye âyetlerimizi nasıl tüıiü türlü açıklıyoruz.

66

"(Resûlüm) kavmin O'nu tekzib etti. Oysa o (Kur’ân), haktır.

De ki:

Ben sizin üzerinize vekil değilim."

A- (Resûlüm) kavmin onu tekzib etti."

Resûlüm! Senin kavminden inat edenler, va'dedilen azabı, yahut o azabın geleceğini haber veren şanlı Kur’ân'ı yalanladılar.

Onların "kavmüke / senin kavmin" olarak zikredilmesi, her halde onların son derece kötü halli olduklarını bildirmek içindir. Zira onların Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminden olmakla beraber bu hakikati yalanlamaları, onların son derece azgın ve mütekebbir olduklarını gösterir.

B- "Oysa o (Kur’ân), haktır (Ve hüve'l-hakk)."

Va'dedilen o azab, muhakkak gerçekleşecektir.

Ya da onların yalanladığı Kur’ân, haber verdiği her şeyin doğru olduğu bir kitaptır.

Bu kelâm, onların cinÂyetinin pek büyük ve çirkinliklerinin pek aşırı olduğuna delâlet eder. 

C- "De ki (Kul): Ben sizin üzerinize vekil değilim."

Resûlüm, onların sonlarının neye varacağına ve uhdende bulunan risalet vazifesini hakkıyla yerine getirdiğine dikkatlerini çekmek üzere de ki:

- Ben, sizi tekzibten men ve tasdike icbar etmek için işlerinizin vekâletini üstlenmiş bir muhafız da değilim. Ben ancak bir uyarıcıyım ve uhdemdeki bu vazifeyi de ifâ ettim; göreceklerinizi size haber verdim.

67

"Her haberin kararlaştırıldığı bir zaman var. Siz de yakında öğreneceksiniz."

A- "Her haberin kararlaştırıldığı bir zaman var."

Her haberin ve ezcümle sizin azab haberinizin, gerçekleşeceği bir zaman vardır.

B- "Siz de yakında öğreneceksiniz."

Sız de, dünyada veya âhirette, ya da her ikisinde size verilen haberin ne olduğunu öğreneceksiniz.

"Sevfe" kelimesi, genellikle fiilin başında gelecek için kullanıldığı halde burada tekid içindir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

" Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz." (Sâd 38/88)

68

"Ayetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün zaman başka bir konuya dalıncaya kadar onlardan yüzçevir. Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırlayınca artık o zâlimler topluluğu ile oturma."

A- "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün zaman başka bir konuya dalın caya kadar onlardan yüzçevir."

Resûlüm! Kureyş'in âdeti olduğu üzere, âyetlerimiz hakkında tekzib, istihza ve tenkide dalanları gördüğünde, onların arasından kalk, meclislerini terk et ve onlar, başka bir konuya geçinceye kadar onlardan uzak dur.

B- "Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırlayınca artık o zâlimler topluluğu ile oturma."

Şeytan, seni meşğul eder, sen de unutup onlarla oturur veya oturmaya devam edersen, yasağı hatırladıktan sonra artık o zalimler güruhuyla oturma.

Bu kelâmda zamir makamında zâhir ismin (zalimler güruhu) zikredilmesi, onların zâlim olduklarını, tekzib ve istihzayı, tasdik ve tazim yerine koyduklarını ve bunu çok ileri götürdüklerini teşhir etmek içindir.

69

"Allah'tan sakınan (ittika eden, takva sahibi olan)lara onların hesabından bir şey (sorumluluk) yoktur. Fakat bir hatırlatma (zikir) olmalı. Umulur ki sakınırlar."

A- "Allah'tan sakınan (ittika eden, takva sahibi olan) lara onların hesabından bir şey (sorumluluk) yoktur."

Ibni Abbas tarafından rivâyet olunduğuna göre, Müslümanlar, âyetleri tekzib ve istihza konusu yapan o kâfirlerle oturmaktan nehyedilincc şöyle dediler:

"- Eğer Kur’ân'la istihza ettikleri her defasında onlarla oturmayacağız; dersek, Mescid-i Haram'da oturamayız ve Beytullahi tavaf edemeyiz."

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Allah'ın (celle celâlühü) âyetleri hakkında yakışıksız sözler söyleyenlerin amellerinin ve hallerinin çirkinliklerinden, onların işledikleri cürümlerin hesabından takva sahiblerine hiçbir sorumluluk teveccüh etmeyeceği bildirildi.

B- "Fakat bir hatırlatma (zikir) olmalı (Velâkin zikrâ)."

Bu kelâm, geçen olumsuz cümledeki iblıamı gidermek içindir. Yani mü'minler, onların içinde bulundukları çirkinlikleri mümkün olan öğüt ve uyarılarla kendilerine hatırlatmalı ve onlara nefret ve inkârlarını göstermek suretiyle kötülüklerine engel olmaya çalışmalıdır.

C- "Umulur ki sakınırlar."

Umulur ki, onlar, âyetler hakkında o sözlere dalmaktan utanarak veya nefret ederek sakınırlar.

Diğer bir görüşe göre, "onlar" zamiri takva sahiblerine râcidir. Yani takva sahibi mü'minler, takvalarında sabit kalsınlar, yahut takvaları artsın diye diğer mü'minler tarafından uyarılmalıdırlar.

70

"Dinlerini oyun ve eğlence edinmiş ve dünya hayâtı kendilerini aldatmış kimseleri bırak ve onunla (Kur’ân) şunu hatırlat:

Bir kimse (nefis) kendi kazandığı (işlediği suçlar) yüzünden rehin alınırsa onun Allah'tan başka ne bir velîsi ne de bir şefii kalır. O, her türlü fidyeyi (kurtuluş akçasını) verse de kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden rehin alınmış olanlardır. Onlar için inkâr ettikleri şeyden dolayı kaynar bir içecek ve acı bir azab vardır."

A- "Dinlerini oyun ve eğlence edinmiş ve dünya hayâtı kendilerini aldatmış kimseleri bırak."

Onlar, yerine getirmekle emrolundukları dinlerini bir oyun ve eğlence edindiler; islâm dinini maskaraya aldılar ve alay konusu yaptılar.

Resûlüm., böylelcrinden yüz çevir, onları kendi hallerine bırak, onların fiillerine ve sözlerine hiç aldırma.

Bir diğer görüşe göre bu âyet,

" Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve boş umutlarla oyalansınlar; yakında öğrenecekler." (Hicr 15/3) âyeti gibi onlar için bir tehdittir.

Onlar dünya hayâlıyla mutmain oldular ve hattâ ondan başka bir hayât olmadığını iddiâ ettiler.

B- ".. .Ve onunla (Kur’ân) şunu hatırlat (Ve zekkir bihi):

Bir kimse (nefis) kendi kazandığı (işlediği suçlar) yüzünden rehin alınırsa onun Allah'tan başka ne bir velisi ne de bir şefıi kalır.

O her türlü fidyeyi (kurtuluş akçasını) verse de kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden rehin alınmış olanlardır."

Onlar taşıdıkları sıfatlar sebebiyle helâke uğratılmışlardır.

Burada uzak için kullanılan "ülâike / işte onlar" kelimesini istimali, onların kötü haldeki derecelerinin pek uzak olduğunu bildirmek içindir.

Hulâsa,  dinlerini oyun ve eğlence edinip dünya hayâtının aldattığı kimseler, kazandıkları sebebiyle helâke maruz kalanlardır.

C- "Onlar için inkâr ettikleri şeyden dolayı kaynar bir içecek ve acı bir azab vardır."

Bu bir istinaf cümlesi olup mezkûr kelâmdan doğan bir sualin cevabı mahiyetindedir ve onların, yaptıklarından dolayı nasıl rehin alınacaklarını ve bunun akıbetini beyan eder. Sanki "yaptıklarına karşılık rehin olarak alıkonulduklarında halleri ne olacak? "diye sorulmuş da, bunun cevabı olarak da küfürlerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek olduğu ifâde edilmiştir. Bu su onların karınlarında kaynamaya devam edecek ve bağırsaklarını parçalayacaktır.

"Kazandıklarından dolayı" ifâdesinden de anlaşıldığı gibi diğer günahlarından dolayı da azab göreceklerdir. Dikkat edilirse her iki azab da (kaynar içecek ile elem verici azab) küfürlerinin sonucudur. Bundan maksad hem küfür, hem de ona bağlı olarak işlenen diğer günahlar ve kötülüklerdir. 

71

"(Resûlüm) de ki:

"- Biz Allah'ı bırakıp da ne bir yararı ne de bir zararı dokunmayan şeylere mi tapalım? Allah, bizi hidayete erdirdikten sonra topuklarımız üzerinde geriye mi dönelim? O kimse gibi ki şeytanlar onu yoldan çıkarmış ve yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşır hale getirmişlerdir. Oysa onun "bize gel!" diye hidayete çağıran arkadaşları vardır."

(Resûlüm) de ki:

"- Allah'ın hidayeti tek doğru yoldur. Ve biz, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Biz Allah'ı bırakıp da ne bir yaran ne de bir zararı dokunmayan şeylere mi tapalım?"

Bir görüşe göre, bu âyet, Ebubekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Oğlu Abdurrahman, onu putlara tapmaya davet ettiği zaman bunu söylemiştir.

Âyetteki emrin Resûlüllah'a tevcih edilmesi, Resûlüllah ile onun arasındaki birlik ve beraberliği vurgulamak sûretiyle Ebubekir el-Sıddîk'in şanını yüceltmek içindir.

Bütün ülûhiyet sıfatlarını, özellikle fayda ve zarar verme kudretini haiz Allah'ı (celle celâlühü) bırakıp da bize fayda ve zarar vermeye muktedir olmayan şeylere mi tapacağız? Oysa mâbûdiyctin asgari mertebesi, bunlara muktedir olmaktır.

B- "Allah, bizi hidayete erdirdikten sonra topuklarımız üzerinde geriye mi dönelim. O kimse gibi ki şeytanlar onu yoldan çıkarmış ve yeryüzünde şaşkın şaşkın (hayran) dolaşır hale getirmişlerdir. Oysa onun "bize gel" diye hidayete çağıran arkadaşları vardır."

Allah bizi şirkten kurtarıp İslama hidayet ettikten sonra şeytanların yoldan çıkardığı ve yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşır hale getirdikleri, oysa arkadaşlarının "Bizim yolumuza gel!" diye kendisini sırat-ı müstakime çağırdıkları kimse gibi topuklarımız üzerinde küfre mi dönelim?

Bu istifham, inkârîdir. Böyle bir hareketin olmaması gereğini ifâde eder. Geriye, şirke mi dönelim; demektir. Şirke dönmenin, topuklar üzerinde geriye dönmeye benzetilmesi bu hareketi çirkinlikte sembol olmuş bir şeyle tasvir suretiyle kınamak içindir. Ayrıca bunda, şirkin, arkaya atılmış, terkedilmiş bir hal olduğuna da işaret vardır.

"Ba'de iz hedana-llâhü / Allah bizi hidayete erdirdikten sonra" ifâdesi, inkârı tekid içindir. Sanki şöyle denilmiştir:

Yegâne "Hâdî", hidayete erdiren Allah (celle celâlühü) bizi hidayete erdirdikten sonra şeytanların idlâli, dalâlete düşürmesiyle şirke mi döndürüleceğiz?

"Ü'tina / bize gel!" ifâdesi de işaret ediyor ki, onları çağıranlar, hidayete ermiş ve sırat-ı müstakimde sâbit kadem olmuş kimselerdir. Ancak çağrılanlar ne çağıranları ne de çağrıldıkları sırat-ı müstakimi bilmektedirler. Onlar yalnızca bir ses duyuyorlar fakat o sesin ne dediğini anlayamıyorlar.

C- "(Resûlüm) de ki (Kul):

Allah'ın hidayeti tek doğru yoldur."

Resûlüm, de ki:

"- Allah'ın bizi hidayet ettiği İslâm, yegâne doğru yoldur; ondan başkası sırf dalalet ve sadece azgınlıktır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?" (Yûnus 10/32)

"Kul / de ki" emrinin tekrar edilmesi, emredilen şeye önem verildiğini götermek ve şirkten caydırmak içindir. Bu emir ise, İslâm'a teşvik içindir.

Ç - "Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk."

Bu kelâm, burada zikredilen üç emirden neyin kastedildiğini tayin eder. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

" İman eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar, kendisinde ne alış-veriş, ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah için gizlice ve açıkça in fak etsinler." (İbrâhim 14/31)

Sanki şöyle dememiz emrolunuyor:

1 - Bize Müslüman olun, âlemlerin Rabbine teslim olun denildi;

2 - ya da biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.

72

"Namazı dosdoğru kılın ve O'ndan sakanın (ittika edin)" diye de emrolunduk. Huzurunda topla (haşrolu)nacağinız O'dur."

Bize, âlemlerin Rabbine teslim olun, namazı kılın ve Allah'tan (celle celâlühü) sakının, denildi. O halde biz de Allah'a (celle celâlühü) teslim olalım, hakkıyla namazı kılalım ve Allah'tan (celle celâlühü) sakınalım.

Yahut da biz, Allah'a (celle celâlühü) teslim olmak, namazı dosdoğru kılmak ve O'ndan sakınmakla emrolunduk.

"Rabbi'l-â'lemîn / âlemlerin Rabbi" vasfının kullanılması, emrin illetini beyan ve emre uymanın lüzumunu tekid içindir.

"Huzurunda toplanacağınız O'dur" cümlesi de istinafı bir cümle olup mezkûr üç emre uymanın gerekliliğini belirtir.

73

"Gökleri ve yeri hak olarak yaratan O'dur. Bir şeye "Ol!" dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü haktır. Sûr'a üflendiği gün de mülk O'nundur. O, gaybı ve şahadeti bilir. O, hükümlerinde hikmet sahibi (el- Hakim)dir, her şeyden hakkıyla haberdar (el- Habîr)dır."

A-"Gökleri ve yeri hak olarak yaratan O'dur."

Göklerin ve yerin yaratılması, onlarla beraber onların içindeki varlıkların da yaratılması demektir. Bunun sarahatle belirtilmemesi, göklerin ve yerin, bütün yukarı ve aşağı varlıklara şamil olduğundandır.

B- "Bir şeye "Ol!" dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü haktır (Kavlühü'l-hakk)."

Bu istinaf cümlesi, bize beyan ediyor ki, Allah'ın (celle celâlühü) gökleri ve yeri yaratması, bir maddeye ve bir müddete bağlı değildir. Bu yaratma, başka hiçbir şeye bağlı olmaksızın sırf tekvini emirle tamamlanmış olur. Ve zamanın belli bir bölümünde yaratılmışların fert fert her birine taalluk eden emir, bir gerçektir ve bir takım hikmetler içerir.

Nelere, hangi şeylere "ol!" denilmiştir? Bu apaçık olduğu için zikredilmemiştir.

Burada "kün/ol!" kelimesinden maksat,

- ya gerçektir,

- ya da temsilidir.

Meşhur olan görüş budur. Yani Allah'ın (celle celâlühü) emrinin, eşyâdan yaratmak istediği şeye taalluk ettiği an haktır; hak olduğuna kanıt vardır ve o hak olarak bilinmektedir.

Allah (celle celâlühü) her hengi bir şeye "kün/ol!" dediği zaman o hemen oluverir. Böylece O'nun hak sözü gerçekleşmiş olur.

Yahut Allah (celle celâlühü) hak hükmü için "kün/ol!" deyince, o da hemen oluverir.

Zamandan maksat,

- ya Allah'ın (celle celâlühü) eşyâyı yoktan var edip yarattığı zamandır;

- ya da kıyamet koptuğu zamandır.

Buna göre tekvinden (yaratmaktan) murat, bedenlere yeniden hayât verilmesi veya haşrdir. Bunu hakkıyla tefekkür eyle!

C- "Sûr'a üflendiği gün de mülk O'nundur."

Hükümranlık, her zaman Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğu halde burada özellikle Sûr'a üfürüldüğü güne tahsis edilmiş olması, o gün mülkiyete ilişkin bütün dünyevî veya mecazî ilgilerin kesilmesinden, mülk ve tasarrufun ta mamen Allah'a (celle celâlühü) mahsus ve münhasır olmasındandır. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

"Bu gün mülk kimindir?"

"Kahhar ve Bir (vahıid) Allah'ındır." (Mü'min 40/16)

Ç - "O, hükümlerinde hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyla haberdardır."

Gizli ve açık bütün her şeyi hakkıyla, eksiksiz olarak bilen O'dur ve O, yaptığı her şeyde hikmet sahibidir; gizli ve açık bütün işlerden tamamen haberdardır.

74

"Hani İbrâhîm, babası Âzer'e bir zaman şöyle demişti:

"- Sen putları (esnamı) ilâhlar mı ediniyorsun (ittihaz ediyorsun)? Kadar ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık (dalâlet) içinde görüyorum."

Burada Resûlüllâh'a hitab eden bir fiil-i mukadder olup bu cümle,

"(Resûlüm) de ki:

- Biz Allah'ı bırakıp da ne bir yararı, ne de bir zararı dokunmayan şeylere mi tapalım?..." (En'âm 6/71) âyetine atıftır. Bazılarının sandığı gibi,

"Namazı dosdoğru kılın ve O'ndan sakının; diye de emrolunduk." (En'âm 6/72) mealindeki cümleye atıf değildir.

Burada emrin vakte yöneltilmesinin sebebi, daha önce geçtiği gibi, olayları hatırlamanın gerekliliğini ifâde içindir.

Azer, Küfe çevresinde bir kasabada yaşıyordu.

Diğer bir görüşe göre, İbrâhim'in babasının adı Süryanîce bir kelime olan Tareh'tir; Azer ise, onun meşhur olan lâkabıdır.

Bir diğer görüşe göre ise, Azer, onun taptığı putun adıdır; kendisi de o puta taptığı için ona bu lâkab verilmiştir.

Tâbiînden Dahhâk'e göre: "Azer, çok yaşlı insan demektir."

İbrâhim el-Zeccac'e göre de: "Azer, hatâ işleyen demektir."

Yahya b. Ziyad el- Ferrâ ile Süleyman el-Teymî'ye göre de: "Âzer, eğri demektir."

Bu görüşlere göre, Azer, onun sıfatıdır. 

"Âzer"in, "ezr / kuvvet" veya "vizr / yük, günah" kökünden türetildiğı görüşünde olanlara göre de onun sıfatıdır.

Başka bir görüşe göre muzaf mahzûf olup "Abid-i Âzer - Azer'e tapan" demektir.

Bir kırâete göre, bu kelime "Âzerü" olarak okunmaktadır. Bu kıraet de, onun özel isim olduğuna delildir. Zira nida harfi, ancak özel isimlerin başında lıazfedılebilir.

"Putları ilâhlar mı ediniyorsun?" ifâdesindeki "âlihe / ilâhlar" kelimesinde maksûd olan, kelimenin çoğul mânâsına itibar edilmeksizin, o cinsi tanrı edinmenin inkâr ve reddidir. Çoğul kipinin kullanılması, çok kere o yolda istimalinden dolayıdır.

Bu kelime bir kıraate göre "e-ezren" şeklinde de okunmaktadır.

Buna göre, Ezr bir putun adıdır. Bu takdirde anlam,

"- Sen. Ezr'e mi tapıyorsun?" demek olur.

Bundan sonra gelen "putları ilâhlar mı ediniyorsun?" ifâdesi, bunu tesbit ve izah içindir. Bu da onun inkâr ve reddine dahildir.

Hulâsa,  İbrâhim (aleyhisselâm), babası Azer'in ve ona uyan kavminin putlara tapmalarını inkâr ve reddediyor. Çünkü onu ve onun putlara tapan kavmini, haktan sapmış ve şüphe götürmez bir dalâlet içinde görüyor.

75

"Böylece Biz, İbrâhîm'e iykan (kesinlikle iman ve itaat) edenlerden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösteri- yorduk."

Burada görme, basarı görme (gözle müşahehede) olup mecaz olarak marifet ve basiret nazarı için kullanılmıştır. Yani Biz, İbrâhim'e bu marifet ve basireti verdik.

Uzak için "kezâlike" işaret isminin kullanılması, işaret edilen hususun derecesinin yüksekliğini, faziletteki mertebesini bildirmek içindir. 

Göklerin ve yerin melekûtunıı göstermek, Allah'ın (celle celâlühü) onların Rabbi ve Mâliki olduğunu, onların içerdikleri varlıklarla beraber Allah'ın (celle celâlühü) terbiye ve idaresi, mülkiyet ve tasarrufu altında olduğunu anlatmak ve öğretmektir.

Melekût, muazzam mülk ve kaahir saltanat (hükümranlık) demektir.

Melekütun ifâde ettiği anlam bakımından değişik görüşler ilen sürülmüştür. Şöyle ki:

1- Göklerin ve yerin melekûtu, Allah'ın (celle celâlühü) kâinat üzerindeki hükümranlığını belirten bir kavramdır. Rağıb el-Isfahanî'nin görüşü de budur.

2- Göklerin ve yerin melekûtu, onların harikulâde zenginlik ve güzellikleridir.

Rivâyete göre Arş'tan Arz'a göklerin yerin bütün katlarının esrârı İbrâhîm'e gösterilmiştir.

3- Göklerin ve yerin melekûtu, onların âyetleri (delilleri)dir.

4- Göklerin melekûtu, Güneş, Ay ve yıldızlardır. Yerin melekûtu ise, dağlar, ağaçlar ve denizlerdir.

Bu görüşler, bu göstermenin basarı (gözle müşahede sûretiyle) olmasını gerektirmez. Çünkü varlıkların gösterilmesinden murat, İbrâhim'e sadece onların maddî varlıklarını görmek imkânını vermek değil, fakat ayni zamanda onu, onların hakikatlerine muttali kılmak ve onların, Allah'ın yüce şanına delâlet ettiklerini anlatmaktır.

Şüphesiz bunlar, his olarak idrâk edilecek şeyler değildir. Nitekim metninde (kezâlike) işaret isminin kullanılması işaret edilen şeyin uzak olduğunu bildirir.

"Ve li-yekûne mine'l-mûkıinîn / iykan (kesinlikle iman ve itaat) edenlerden olması için" cümlesi mâkablini açıklayan itirazî bir kelâmdır ve kendisinden sonra gelen mahzûf bir fiile ilişkindir.

Yani, Biz İbrâhîm'in Allah'ın marifetine imanda;

- vakiin dereccsine erişmesi,

- ayne'l yakın (müşahedenin sağladığı kesin bilgi) mertebesine yükselmesi, için bu hârika müşahedeyi gerçekleştirdik.

Halkı irşad ve müşrikleri ilzam da buna terettüb eden faydalardandır.

Diğer bir görüşe göre "iykan (kesinlikle iman ve itaat) edenlerden olması için "ifadesi geçmiş bir fiile ilişkindir ve bu cümle, kelâmın akışından anlaşılan mahzûf bir illete atıftır. Şöyle ki:

"İbrâhîm bunları müşriklere delil olarak göstersin ve yakiin (hakke'l-yakıîn) iman sahiplerinden olsun."

Buna göre, göklerin ve yerin melekûtünden murat, onların hârika nizamları ve âyetleridir. Zira delil göstermek, rubûbiyetin değil, fakat göklerin ve yerin âyetlerini göstermenin gayelerindendir.

76

"Vaktaki onun üstüne gece çöktü; o zaman yıldızı gördü.

"- İşte Rabbim bu!" dedi.

O batıp kaybolunca (ufûl edince):

"- Ben batıp kaybolanları sevmem." dedi."

A- "Vaktaki onun üstüne gece çöktü; o zaman yıldızı gördü (rea kevkeba)."

Bu cümle, hak olduğu açık ilk görüşe göre 74. âyetin "Hani İbrâhırn... demişti" cümlesine atıftır. Bu iki cümle arasındakiler, itirazı cümlelerdir. Çünkü Allah (celle celâlühü) İbrâhîm'e bu suretle şunları öğretmiş oluyordu:

- Göklerin, yerin ve onların barındırdığı bütün varlıkların Rabbi ve Mâliki Allah'tır;

- Kâinattaki bütün varlıklar, var olmak ve varlıklarını sürdürmek için O'na muhtaçtır;

- Kâinattaki her şey O'nun kayıtsız hükümranlığının zebunudur;

- Allah'tan (celle celâlühü) başka hiçbir şey hak ve gerçek nıabûd değildir;

- Putlara veya gök cisimlerine tapmak, onlara tanrılık izafe etmek cehalet ve sapıklıktır.

Olay acaba günün hangi saatinde gerçekleşmiştir?

Bilindiği gibi yıldızlan görmek için ancak Güneşin batması ve havanın kararması gerekir. O halde bu hâdise, Güneşin batmasına yakın olmuştur,

Bir görüşe göre söz konusu yıldız, Zühre (Venüs),

Diğer bir görüşe göre ise Müşteri (Jüpiter) yıldızı idi.

B- "İşte Rabbim bu!" dedi (Kale lıâza rabbî)."

Bu bir istinaf cümlesi olup geçen cümleden anlaşılan gizli bir sualin cevabı mahiyetindedir. Bu gizli sual,

"İbrâhîm yıldızı görünce ne yaptı?" dır.

İbrâhîm (aleyhisselâm), bu sualin cevabı olarak kalben inanmadığı halde fakat putlara ve yıldızlara tapan babasının ve kavminin inancını paylaşiyormuş gibi görünerek böyle bir söz sarfetmiştir. Çünkü bir görüşün fesadına delil getiren kimse, önce onu hasmının görüşüne göre anlatır; sonra onu çürütmek için üzerine gider. Bundan dolayıdır ki eğer İbrâhim, putlar hakkında yaptığı gibi bunda da doğrudan doğruya hakkı dile getirmiş olsaydı, onlar kibir ve inatlarına devam ederler ve azgınlık içinde direnirlerdi.

Bir görüşe göre de, İbrâhim (aleyhisselâm) bu sözü, araştırmak ve delil bulmak için söylemiştir. Ancak bu tarz bir yorum, nazm-i celilin fasahat ve belâgatine ve İbrâhim Halil'in makamının azamatine halel getirir.

C- "O, batıp kaybolunca (ufûl edince) (Felemmâ efele):

"- Ben batıp kaybolanları sevmem" dedi."

O yıldızın battığını görünce de şöyle dedi:

"- Ben, bir mekândan diğerine veya halden hale geçen, engellenebil en, gizlenen, batan ve kaybolan varlıkları sevmem. Çünkü onlar tanrı olmaktan kesinlikle uzaktır."

77

"Vaktaki Ay'ı doğar gördü.

"- İşte Rabbim bu!" dedi. O da batıp kaybolunca:

"- Eğer Rabbim bana hidayet etmeseydi ben muhakkak sapıklar topluluğundan olurdum" dedi." 

A- "Vaktaki Ay'ı doğar gördü.

"- İşte Rabbim bu!" dedi."

İbrâhîm yıldız battıktan sonra Ay'ı yeni doğarken görünce, yukarda açıklanan anlamda "İşte Rabbim bu!" demişti.

B- "O da batıp kaybolunca (Felemma efele):

"- Eğer Rabbim bana hidayet etmeseydi ben muhakkak sapıklar topluluğundan olurdum." dedi."

Yıldız gibi Ay da batıp kaybolunca:

"- Rabbim eğer bana hidayet: etmeseydi, doğru yolu göstermeseydi ben de muhakkak dalâlete düşenlerden olurdum. Çünkü benim gördüğüm, şeylerden hiçbiri Rabba yakışmaz."

İbrâhîm'in bu sözleri, ziyadesiyle insafı gerektirir. Çünkü İbrâhîm muhtemelen o vakit batısında yüksek bir dağ bulunan bir yerde idi. Gündüz öğle vakti veya ondan biraz sonra yıldız ve Ay, o dağın arkasında kayboluyorlardı. Yıldız, dağa yakın bulunuyordu ve doğu ufku da açıktı. Yoksa o yıldızın kaybolmasından hemen sonra Ayin doğması ve sonra Güneş doğmadan onun da kaybolması tasavvur edilemez.3

3 İbrâhîm'in bütün bu olayları bir gün içinde yaşamış olması elbette zorunlu değildir. Bunların değişik günlerde ve birbiri peşinden yaşanmış olması daha akla yakındır. Çünkü bu sonunda tevhid inancına varan bir dizi müşahede, düşünce ve muhakemedir.

78

"Vaktaki Güneş'i doğar gördü.

"İşte Rabbim bu, hepsinden daha büyük (ekber)!" dedi. Fakat o da batıp kaybolunca:

"- Ey kavmim, ben sizin ortak koş taklarınızdan uzağım (beriyim)." dedi."

A- "Vaktaki Güneşi doğar gördü.

İşte Rabbim bu, bu hepsinden daha büyük" dedi.."

Güneş'i doğarken görünce de "İşte Rabbim bu!" demesi, daha önce açıklanan anlamdadır.

Şems (Güneş) kelimesi dişi olarak kullanıldığı halde erkek işaret ismi "hazâ" ile gösterilmiş olması, onun bir "Rabb" değil sadece bir cisim olduğundandır.

"Hâza ekber / bu hepsinden daha büyük" ifâdesi, İbrâhim'in göstermiş olduğu insafı tekid içindir.

Ayrıca burada müşriklerin dininin başka bir fesadına gizlice işaret vardır. Çünkü büyüğün küçüğe nazaran Rab olmaya daha layık olduğu belirtilmektedir.

B- "Fakat o da batıp kaybolunca (Felemma efelet):

"- Ey kavmim, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım." dedi."

O yıldız ve Ay gibi Güneş de kaybolunca, insanların hepsine hitaben hakkı şöyle dile getirdi:

"- Ey kavmim! Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz, sonradan yaratılmış (muhdes), halden hale dönen (mütegavyir) ve icad edenin emrine musahhar cisimlerden beriyim."

Bu hükmün yıldız, Ay ve Güneş'in doğuşlarının değil de, batışlarının sonucu olarak ifâdesi, hücceti bu hikmetli siyak ile sevketmenin gereğidir. Zira her ikisi (doğuş ile batış) de, her ne kadar Rab olarak zikredilmeye kesinlikle layık değilse de, birincisi (doğuş), tanrılık liyakatinin kısmen vehmedilmesine daha elverişlidir. İkincisi (batış) ise mezkûr liyakate tamamen münafîdir.

79

"Ben yüzümü hanîf (ihlâslı, kararlı ve muvahhid) olarak gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'a çevirdim. Ben O'na ortak koşanlardan değilim." 

İbrâhîm (aleyhisselâm), babası ile kavminin inançlarından uzaklaştıktan sonra bu kâinatı yoktan var eden Allah'a yönelerek dedi ki:

Gerçekten ben, bütün bâtıl inançlara arkamı dönerek yüzümü gökleri ve yeri ve taptığınız cisimleri yoktan var eden Allah'a (celle celâlühü) çevirdim ve ben, hiçbir söz ve hareketimde müşriklerden değilim."

80

"Kavmi onunla tartışmaya başladı. O, şöyle dedi:

"- Beni hidayete erdirdiği halde siz, Allah hakkında benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; ancak Rab- bimin dilemesi müstesna. Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Hiç tezekkür etmez (düşünmez, öğüt kabul etmez) misiniz?"

A- "Kavmi onunla tartışmaya başladı."

Kavmi, tevhid inancı konusunda ona gaalib çıkmak için mücadeleye başladı ve İbrâhîm onlara şöyle seslendi:

B- "Beni hidayete erdirdiği halde siz Allah hakkında benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz?"

Bu istinafı kelam, sanki "Pek iyi, İbrâhım'in kavmi, kendisiyle tartışmaya girince o ne demişti?" sualine cevabtır. Onlar, İbrâhîm ile tartışabilecek düzeyde olmadıkları halde o cür'eti gösterince, İbrâhim :

"- Allah, beni hidayete erdirmişken, siz O'nun hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz?" demiştir.

Bunun anlamı şudur:

İbrâhîm'in Allah (celle celâlühü) tarafından hidayete erdirilmiş ve O'nun katından desteklenmiş olması, kavminin onunla tartışmasının imkânsızlığını zorunlu kılar.

C- "O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; ancak Rabbimin dilemesi müstesna."

Bu, tartışma esnasında onların İbrâhîm'i putlarından kendisine bir kötülük gelmekle korkutmalarına cevabtır. Nitekim. Hûd'un kavmi de ona şöyle demişlerdi:

" Biz "tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış" demekten başka bir şey söylemeyiz." (Hûd 11/54)

Her halde onlar, İbrâhîm'i putları kırdığı zaman böyle korkutmuşlardı.

Yani İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle demiş oluyor:

"- Sizin Allah'a (celle celâlühü) ortak koştuğunuz şeylerden korkmam; ancak Allah'ın bana bir kötülük isabet etmesini dilemesi hali müstesna. O da, ancak Allah (celle celâlühü) tarafındandır; sizin tanrılarınızın onda bir etkisi olmaz.

Rab unvanının İbrâhim (aleyhisselâm) zamirine izafe edilerek kullanılması, onun, Allah'ın hükmüne boyun eğdiğinin, O'nun emrine tam teslimiyet gösterdiğinin ve O'nun hükümranlığının ve rubûbiyetinin altında olduğunun izahıdır.

Ç- "Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır."

Bu cümle, geçen istisnanın bir illeti ve izahı gibidir. Yani Cenab-ı Allah'ın ilmi her şeyi kuşattığı için, her hangi bir sebeple bana isabet edecek kötülüğü bilmesi de gayet tabiîdir.

D- "Hiç tezekkür etmez (düşünmez, öğüt kabul etme) misiniz?"

Sizin tanrılarınız cansız varlıklardır; ne bir fayda sağlamaya, ne de bir zarar dokundurmaya muktedir değillerdir. O hal de onların bana zarar veremeyeceklerini bilmiyor musunuz? Siz hiç düşünmez misiniz?

81

"Siz, hakkında hiçbir sultan (delil, kanıt, güç) indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? İki fırka (ayrı taraf)dan hangisi güven verici olmaya daha lâyık? Biliyorsanız haydi söyleyin?"

Bundan önce İbrâhim (aleyhisselâm) kâfirlerin iddiâlarının aksine, gerçekte ve haddi zâtında putlardan korkusu olmadığını beyan etmişti. Şimdi bu istinafı kelamla da, hiçbir korku duymadığını onları ilzam yoluyla anlatıyor.

Bu istifham, korkunun vukuunu inkâr ve onu tamamıyla nefyetmek içindir. Tıpkı,

" Müşriklerin Allah ve Resûlü katında nasıl geçerli bir ahdi olabilir?" (Tevbe 9/7) âyeti gibi.

Açıkça anlaşıldığı gibi inkâr, aslında vaki olan bir şeyi kabullenmemek ve reddetmek için değildir. Tıpkı,

" Siz Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz...?" (Bakara 2/27) âyetindeki inkâr gibi. (Bu, vaki olanı inkâr içindir.)

Bu kelamda, inkârın, korkunun keyfiyetine tevcihi, kendisine tevcihinden daha kuvvetli bir anlam taşır. Çünkü varlık âlemine gelen her şeyin vücûdü, kesinlikle belli bir hal ve keyfiyet üzere olmak zorundadır. Binaenaleyh bir şeyin bütün hal ve keyfiyetlerinden hiçbiri mevcut olmayınca, onun vücûdu da bütün cihetlerden delil yoluyla gayri mevcud olur.

"...Mâ eşraktüm velâ tehâfûne... / Siz ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da..." şeklindeki ifâde, İbrâhim'in (aleyhisselâm) korkuyu inkâr etmesinin izahı ve onların da bunu kabul ettiklerinin ikrarıdır. Onlar, korku mahallinde korkmadıklarına göre, İbrâhim'in (aleyhisselâm) güven mahallinde korkmaması gayet tabiîdir. İbrâhim şöyle demek istiyor:

Siz, kâinatta en korkunç şey olan, yerde ve gökte bir benzeri bulunmayan Allah'a (celle celâlühü) yaratıklarını ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben, korkulacak bir şey olmadığı halde niçin korkayım?"

"Ma lem yünezzil bihi a'leyküm sultana / hakkında hiçbir sultan (delil, kanıt, güç) indirmediği" yolundaki kelâm, istihza ve gazap yoluyla söylenmiştir.

Bu ayni zamanda şunu ifâde eder:

Din işlerinde ancak Allahü teâlâ katından indirilmiş hüccetlere itibar edilir.

Bazılarına göre, âyetteki "velâ tehâfûne / ve siz korkmuyorsunuz" cümlesi "Ve keyfe ehâfü / ben nasıl korkarım" cümlesine atıf olup onunla birlikte inkâr ve taaccüb hükmüne dahildir.

Ancak bu görüşün hiçbir haklı izahı yoktur. Çünkü bu, kesinlikle mânânın fesadına yol açar. Şöyle ki:

İnkâr, külli nefiy (olumsuzluk) anlamındadır. Buna göre, İbrâhim'den korkuyu nefyetmek, onlardan da korkunun nefyıni nefyetmek sonucu ortaya çıkar ki, bunun fâsid olduğu aşikârdır. Birincisinde inkârı, vukûun nefyıne, ikincisinde ise vaakıi olanı yadırgamaya hamletmek ise, asla câız değildir. Kaldı ki, bundan sonra gelen "Fe eyyü'l-ferikayni ehakku bi'l-emn / İki fırkadan hangisi güven verici olmaya daha layıktır?" mealindeki cümle de, bunun geçersiz olduğunu kesin olarak belirtir. Çünkü bu kelâm, İbrâhim'in korku mahallinde korkuyu inkâr etmesine terettiib eder. O kâfirleri de İbrâhim'in içinde bulunduğu güvene layık olduğunu; onların ise, içinde bulundukları güvene layık olmadıklarını kabul etmek zorunda bırakır. Âyette, kâfirlerin de kısmen güvene liyakatleri olduğunu bildiren tafdzıîl kipinin kullanılması ("Hangisi güvene daha layıktır?" denmesi), kelamı insaf üslubunda sevketmek suretiyle onları kibir ve azgınlıktan vazgeçirmek içindir.

İki fırka (taraf)dan murad, güven mahallinde güvende olan grup ile korku mahallinde güvende olan gruptur.

Nazm-i kerimdeki ifâdenin, "O halde hangimiz güvene daha layıktır? Ben mı, yoksa siz mi? "anlamındaki ifâdeye tercih edilmesi, hükmün illetine dikkat çekmek suretiyle onları hak cevaba zorlamanın tekidi içindir; yoksa mücerret nefis tezkiyesinden sakınmak için değildir.

E - "Biliyorsanız haydi söyleyin."

Eğer buna daha layık olanı biliyorsanız, eğer bir şey biliyorsanız, eğer bilgi sahibi iseniz, haydi söyleyin. 

82

"O kimseler ki iman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar; işte güven (enin) onlarındır ve hidayete erenler (doğru yolu bulanlar) de onlardır."

Bu istinafı kelâm, başkasının sözlerinin hikâyesi değildir. Kaçınılmaz hak cevabın doğrudan doğruya Allah tarafından ifâde buyurulmasıdır.

Gerçek mü'minler imanlarına zulmü karıştırmayanlardır. Müşrikler ise Allah'a (celle celâlühü) inanmakla beraber putlara da taptıklarını, bunun imanlarım tamamladığını, çünkü putların kendilerini Allah'a (celle celâlühü) yaklaştırdığını ve O'nun katında kendilerine şefaatçi olacağını iddiâ ediyorlardı. Ve şöyle diyorlardı:

" Biz onlara ibadet etmiyoruz ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye bunu yapıyoruz." (Zümer 39/3)

İşte imanlarına zulüm karıştırmalarının mânâsı budur.

Mü'minler, bu sıfatla vasıflandırıldıktan, başkalarından bu sıfatla ayrıldıktan sonra "ülâike/işte onlar" kelimesiyle onlara işaret ediliyor. Bu kelimedeki uzaklık mânâsı, onların derecelerinin yüksekliğini ve şerefteki mertebelerinin yüceliğini bildirmek içindir. Yani şirk şaibesinden tamamen uzak, halis iman vasfını taşıyanlar var ya, güven ancak onlarındır ve hakka hidayet edilmiş olanlar da ancak onlardır; başkaları ise, apaçık bir dalalettedir.

Rivâyet olunuyor ki, bu âyet-i kerime nâzil olunca, Sahabîler zorda olduklarını düşünmeye başladılar ve:

"- Hangimiz nefsine zulmetmemiştir (Eyvüna lem yazlim)?" dediler.

O zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"- Bu zulüm sizin sandığınız gibi değil; Lokman'ın:

" Yavrucuğum, Allah'a ortak koşma; çünkü şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman 31/13) âyetiyle oğluna anlattığı zulümdür. Allah'a iman, Hakîm olan Yaradan in varlığını tasdik edip sonra da bu tasdike şirk karıştırmak değildir."

Çünkü imana şirk karıştırıldıktan sonra hakikî iman artık kalmaz.

Bir görüşe göre de, burada zulümden murad, sahibini fâsık yapan günahlardır.

Ancak zahir olan, birinci görüştür; çünkü bu kelâm, anılan iki grubun halini anlatan cevap mahiyetindedir.

83

"îşte İbrâhîm'e, kavmine karşı verdiğimiz hüccetlerimiz bunlardır. Biz, dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "İşte İbrâhîm'e, kavmine karşı verdiğimiz hüccetlerimiz bunlardır."

"Tilke / işte bunlar", En'âm (6) sûresinin 76, 77, 78. âyetlerinde zikredilen ve İbrâhim'e verilen hüccetleri ifâde eder.

Diğer bir görüşe göre ise söz konusu "tilke",

"Beni hidayete erdirdiği halde siz, Allah hakkında benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz?" (En'âm 6/80) meâlindeki âyeti işaret eder.

B- "Biz, dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz."

İlâhî iradenin ön gördüğü hikmet ve maslahatin gereği olarak, kimleri dilersek onların derecelerini yükseltiriz.

Bu kelamda istikbal fiil kipinin (yükseltiriz) kullanılması bu terfiin sadece ibrâhim'e mahsus değil bütün seçkin hayırlılar arasında cari İlâhî bir sünnet olduğuna delâlet eder.

Bu cümle, terkib olarak mâkablinden bağımsız bir izah mahiyetindedir.

C- "Şüphesiz ki Rabbin hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir, her şeyi hakkıyla bilen (Mîm)dır."

Rabb'in Allah (celle celâlühü), insanların derecelerini yükseltirken veya indirirken bir hikmet gözetir. O, derecesini yükselttiği kimsenin değişik mertebelere istidadını da bilir. Bu cümle, mâkablinin illeti mahiyetindedir.

"Rabb" kelimesinin, azamet zamiri yerine İbrâhim zamirine izafe edilmesi (senin Rabbain, denmesi), Allah'ın (celle celâlühü) İbrâhim'e ziyâdesiyle lütuf ve inâyet buyurduğunu gösterir.

84

"Ve Biz ona (îbrâhim'e) İshaak ve Ya'kuub'u verdik. Hepsine de hidayet ettik (doğru yola ilettik). Bundan önce Nuh'a ve onun zürriyetinden Davud'a, Süleyman'a, Evyûb'a, Yûsufa Mûsâ ve Harun'a da hidayet etmiştik. Biz, iyilik eden (muhsin)leri böyle mükâfatlandırırız."

A- "Ve Biz ona (İbrâhîm'e) İshaak ve Ya'kuub'u verdik. Hepsine de hidayet ettik (doğru yola ilettik)."

Bu cümle, daha önce geçen,

" İşte İbrâhîm'e, kavmin karşı verdiğimiz hüccetlerimiz bunlardır (En'âm 6/83) cümlesine atıftır. Yani Biz, onların her ikisini de hidayet ettik. Her ne kadar onların neye hidayet edildikleri belirtilmemiş ise de bu bellidir. İbrâhim'in hidayet edildiği yol haktır ve oğullarının da onun yoluna uydukları açıktır.

B- "Bundan önce Nûh'a ve onun ziirriyetinden Davud'a, Süleyman'a, Eyyûb'a, Yûsufa, Mûsâ ve Harun'a da hidayet etmiştik."

İbrâhîm'den önce Nûh'u (aleyhisselâm) da hidayete erdirmiştik. Allah (celle celâlühü), Nûh'a (aleyhisselâm) olan hidÂyetini İbrâhim için nimet sayıyor. Çünkü babanın şerefi evlâda da geçer.

"Ve min zürriyetihi / onun ziirriyetinden" ifâdesindekı "hi / onun" zamiri İbrâhim'e (aleyhisselâm) râcidir. Çünkü burada,

- hem nazm-ı kerimin siyakı,

- hem de İbrâhim'e hüccet verilmesi,

- derecesinin yükseltilmesi,

- kendisine Peygamber evlât bahsedilmesi,

- kıyamet gününe kadar bu şerefin kendi neslinde bırakılması gibi özellikler buna delâlet eder.

Bütün bunlar da, İbrâhim dinine mensub olduklarını iddia eden müşrikleri ve Yahudileri ilzam etmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan zamir, Nuh'a (aleyhisselâm) râcidir. Zira zamirin en yakına râci olması genel bir kuraldır ve burada da en yakın Nûh dur. Bir de. Yunus ile Lût İbrâhim (aleyhisselâm) neslinden değildir. Binaenaleyh eğer bu zamir, İbrâhim'e râci olsaydı, bu hüküm, isimleri bu âyet ve bundan sonraki âyette sayılanlara mahsus olurdu ve üçüncü âyette zikredilenler, Nuh'a atfolunurdu.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

Bu Peygamberlerin hepsi, İbrâhim'e izafe edilir. Gerçi bu

Peygamberlerin içinden, ne anne, ne de baba tarafından nesebi İbrâhim'e ulaşmayanlar vardır. Meselâ Lût (aleyhisselâm), ibrâhim'in (aleyhisselâm) in kardeşinin oğludur. Ancak Araplar, amcayı da baba sayarlar. Nitekim Allah Yakub'un çocuklarını anlatırken onların:

" Senin İlâhına ve ataların ibrâhim, İsmâil ve İshaak'ın İlahına, bir tek İlâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız." (Bakara 2/133) dediklerini hikâye eder.

Oysa İsmail Yakuub'un (aleyhisselâm) amcasıdır.

Burada zikri geçen Evyub Emûs'un oğludur ve o da, İshakin oğlu isin torunlarındandır.

C- "Biz iyilik eden (muhsin)leri böyle mükâfatlandırırız."

Biz, İbrâhim'i mükâfatlandırdığımız gibi bütün ihsan ehlini de mükâfatlandırırız.

İhsan ehline olan mükâfatın, ibrâhim'in mükâfatı gibi olmasından murat,

- ihsana karşı ihsan ile mukabele edilmesi,

- amellerin mükâfatı verilirken kısıntı yapılmaması demektir. Yoksa her yönüyle benzerlik değildir. Zira çok sayıda Peygamber evlâd bahsedilmesi, İbrâhim'e (aleyhisselâm) mahsustur.

Bu kelâmda da uzak işaretinin (kezâlike) kullanılması, İbrâhim in yüksek derecesini bildirmek içindir.

Bu kelâmda zamir makamında zâhir ismin zikredilmesi, onları ihsan ile medh ü sena etmek içindir. Çünkü ihsan, güzel amelleri layıkı veçhile ifâ etmekten ibarettir ki, bu, o amellerin zâti güzelliğine vasfı güzellik katmaktır.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ihsanı şöyle tefsir buyurmuştur:

"Men en ta'büde-llâhe keenneke terahü fe in lem tekün terahii feinnehü yerake / Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir. Eğer sen O'nu gö- remiyorsan O, şüphesiz seni görüyor."

Âyetin bu cümlesi itirazı olup mâkabli için izah mahiyetindedir.

85

"Zekeriyya'ya, Yahya'ya, İsa'ya ve İlyas'a da hidayet ettik. Hepsi de sâlihlerdendir."

A- "Zekeriyya'ya, Yahya'ya, Iî'sa'ya ve ilyas'a da hidayet ettik."

Zekeriyya (aleyhisselâm) Azer'in; Yahya Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) oğludur.

İsa (aleyhisselâm) da, Meryem'in (radıyallahü anha) oğludur.

Bu âyet, zürriyetin (neslin), kızların çocuklarını da kapsadığına delildir.

Bir görüşe göre İlyas, Nûh'un dedesi olan İdris'tir (aleyhisselâm).

Bir görüşe göre ise, İlyas (aleyhisselâm) Mûsa'nın kardeşi olan Hârûn'un (aleyhisselâm) torunlarındandır.

B- "Hepsi de Sâlihlerdendir."

Bu zâtların tamamı, salâhta kemale ermiş kimselerdiler. Salâh, yapılması gerekeni yapmak ve yapılmaması gerekenden de sakınmaktır.

Bu cümle itirazı olup onları salâh ile medh ü sena eder.

86

"İsmail'e, Elyesa'ya, Yûnus'a ve Lût'a da hidayet ettik. Onların hepsini de âlemlere tafdıil ettik."

A- "Ismâil'e, Elyesa'a, Yûnus'a ve Lût'a da hidayet ettik."

Elyesa' Ahtûb'un ve o da Acûz'un oğludur.

Bir görüşe göre Elyesa' Yûşâ b. Nûn'dur.

Yunus Metta'ın oğludur.

Lût ibrâhim in kardeşinin oğlu olan Hârûn'un oğludur.

B- "Onların hepsini de âlemlere tafdıil ettik."

Bu zâtların hepsine Peygamberlik vererek onları çağdaşlarından üstün kıldık.

87

"Ve onların atalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir çoklarına da hidayet ettik. Onları seçtik ve siirat-ı müstaklîme ilettik."

Âyetin bu son cümlesi (sirat-ı müstakime hidayet ettik), tekidin tekrarıdır ve ilâhî hidÂyetin beyanına bir ön hazırlıktır.

88

"İşte bu, Allah'ın hidayetidir. Allah, kullarından dilediğini ona iletir. Onlar da eğer ortak koşmuş olsalardı yaptıkları iyi işler boşa gitmiş olurdu."

A- "İşte bu, Allah'ın hidayetidir. Allah, kullarından dilediğini ona iletir."

Bu işaret "Zâlike -- İşte bu", nazm-i kerimden anlaşılan mezkûr fiillerin mastarlarını gösterir. İşaretteki uzaklık mânâsı ise, daha önce defalarca geçen sebepten dolayıdır.

Burada hidayet kelimesinin Allah'a izafesi, teşrif içindir.

Allah'ın hidÂyetini dilediği kimseler, hidayete ve irşada istidadı olanlardır. Bu da işaret ediyor ki, hidayet, Allah'ın (celle celâlühü) bir lütfudur.

B- "Onlar da eğer ortak koşmuş olsalardı yaptıkları işler boşa gitmiş olurdu."

Bu zâtlar da, eğer şirk koşsalardı, bunca faziletlerine ve yüksek derecelerine rağmen, yapmış oldukları sâlih ameller elbette boşa giderdi.

89

"İşte bunlardır kendilerine Kitab, hüküm ve nübüvvet verdiklerimiz. Şimdi eğer onlar, bunları inkâr ederlerse Biz, bunları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil ederiz."

A- "İşte bunlardır kendilerine Kitab, hüküm ve nübüvvet verdiklerimiz."

Buradaki "Ülâike", zikredilen on sekiz peygamber ile onlara atfedilenleri, ezcümle onların hidayetlerini ve taşıdıkları üstün sıfatları gösterir. Bu işaret ismindeki uzaklık mânâsı da onların yüksek derecesini, fazilet ile şerefteki mertebelerini bildirmek içindir.

Burada Kitab'tan murat, bütün semavî Kitab cinsidir.

Kitabın verilmesinden murat,

- semavî Kitablardaki hakikatlerin tam olarak onlara anlatılması,  

- büyük ve küçük faydaların hepsini ihata etme imkânının onlara bahşe- dilmesidir.

Bu da, ya doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) katından indirilmesiyle ya da önceki Peygamberlerden kalan miras yoluyla olur. Zira zikredilen Peygamberlerin her birine belli bir Kitab indirilmemiştir.

Hüküm, hak ve doğruluğun gerektirdiği şekilde meseleleri çözmektir.

B- "Şimdi eğer onlar bunları inkâr ederlerse Biz, bunları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil ederiz."

Eğer Kureyş kâfirleri, bu üç şeyi, yahut diğerlerini de içeren Peygamberliği inkâr ederlerse - onlar, Resûlüllah'ı ve ona indirilen Kur’ân'ı inkâr etmekle, onu tasdik eden diğer bütün unsurları da inkâr etmiş oluryorlardı- bilsinler ki, bunları inkâr etmeyen bir kavmi kendilerine vekil ederiz.

Bu kavmin kimler olduğu konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:

1- İbn Abbâs ile Mücâhid'e göre bunlar Ensar veya Medinelı Sahabîlerdir.

2- Ensar ve Muhacirin bütün Sahabîlerdir.

3- Âdem oğullarının bütün mü'minleridir.

4- Farslardır. Çünkü bu kavim, Peygamberlere ve onlara indirilmiş olan Kitablara iman etmiş ve o Kitablardaki asıl ve fer'î hükümlerle amel etmişlerdir. Mensûh olan hükümler ise, buna dahil değildir; çünkü onlar, neshedilmekle, o semavî Kitabların hükümleri olmaktan çıkmışlardır. Nitekim Mâide (5) sûresinin tefsirinde bu konunun izahı geçti.

5- Peygamberlerdir. Bu görüşe göre, vekil kılmak, genel bir mânâyı ta- zammun eder. Her Peygamber kendi kitabına inanır ve ondaki, hükümleri icra eder ve ayni zamanda Kur'ân in da dahil olduğu diğer Kitabların hak olduğuna iman eder.

6- Meleklerdir. Buna göre, onları vekil kılmak, o semavî Kitabları indirmeyi, onları korumayı ve en büyük hak olduklarına inanmayı emir buyurmaktır.

Bu kelâmda şartın cevabı mahzûftur. Yani eğer onlar, bu hakikatleri inkâr ederlerse, bunun hiç önemi yoktur. Çünkü Biz, o hakikatlere iman

etmeye, öyle muazzam bir kavmi muvaffak kılmışız dır ki, onlar, o hakikatleri asla inkâr etmezler ve her zaman onlara imana ve amele devam ederler. Böylece o muazzam kavmin imanı, onların imanına ihtiyaç bırakmaz.

İşte bu izahattan da anlaşılıyor ki, isabetli olan görüş, söz konusu kavimden murad (Peygamberler ve melekler değil) o topluluklardan biridir. Çünkü onların, Kur’ân'a iman ve onunla amel etmeleri, kâfirlerin iman ve amellerinden istiğnayı mûcib olmaktadır.

Peygamberlerle meleklere gelince; onların Kur’ân'a iman etmeleri yukarıda işaret edildiği gibi, ümmet fertlerinin imanı kabilinden değildir.

90

"İşte bunlardır Allah'ın hidayet ettiği kimseler. O halde sen de (Resûlüm) onların hidÂyetine uy (iktida et)."

De ki:

Ben ona (Kur’ân'a) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemler için bir öğüttür."

A- "İşte bunlardır Allah'ın hidayet ettiği kimseler."

Burada "ülâike / işte onlar" işaret isminin kullanılması, onların mertebelerinin yüksekliğini bildirmek içindir. Yani o Peygamberler, Allah'ın (celle celâlühü) hakka ve sırat-ı müstakime hidayet ettiği kimselerdir. Bu kelâmda ism-i celı- lin (Allah) zâhir olarak zikredilmesi, hidÂyetin illetini zımnen bildirmek içindir.

B- "O halde sen de (Resûlüm), onların hidÂyetine uy."

Resûlüm! Sen de başkasına değil o Peygamberlerin hidÂyetine uy.

O peygamberlerin hidÂyetinden murat,

- imana,

- tevhide,

- dinin usûlüne ilişkin anlayışlardır, Neshedilmiş şeriatlar değildir; çünkü o hükümler, neshedildikten sonra hidayet olarak baakıi kalmaz.

"Iktedih / iktida eyle" kelimesinin sonundaki "h" harfi, vakıf için olup aslında yazıda olmamak gerekir. Ancak vakıf işareti kabul edilerek ve ana nüshaya uyularak bu harfin yazıda da tesbit ve ibkası hasen (güzel) telâkki edilmiştir.

C- "De ki (Kul):

"- Ben ona (Kur’ân'a) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemler için bir öğüttür "

Ey Resûlüm! Sen onlara de ki:

"- Ben, Kuran'a yahut onun tebliğine karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum; tıpkı önceki Peygamberlerin de tebliğlerine karşılık hiçbir ücret istemedikleri gibi.

Bu Kur’ân, her hangi bir kavme mahsus olmayıp Allah (celle celâlühü) tarafından bütün âlemlere bir öğüt ve uyarı olarak indirilmiştir.

91

"Onlar Allah'ın kadrini (yüceliğini, kudretini) gereği gibi takdir edemediler. Ve şöyle dediler:

"- Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir."

(Resûlüm) de ki:

"- Mûsâ'nın insanlar için nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlara (karatis) yazıyor, istediğinizi açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Size, sizin de atalarınızın da bilmediği şeyler öğretildi.

(Resûlüm) de ki: Allah indirdi."

Sonra onları bırak; saçmalıkları içinde oyalansınlar."

A- "Onlar Allah'ın kadrini (yüceliğini, kudretini, rahmet ve merhametini) gereği gibi takdir edemediler. Ve şöyle dediler (Kaalû):

"- Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir."

Bundan önce Kur’ân-ı Azîm'in şânı ve onun Allah (celle celâlühü) tarafından bütün insan topluluklarına indirilmiş büyük bir nimet olduğu beyan edildi. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyurulur:

" Resûlüm, Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya 20/107)

İşte o beyanın ardından burada da, bazı kâfirlerin, ilâhî bir nimet olan Kur’ân'ı ve diğer bütün semavî Kitabları küfre varan bir ifâdeyle inkâr ettikleri anlatılıyor.

Yahudiler, Allah'ın (celle celâlühü), kulları hakkında ne kadar lütufkâr ve merhametli olduğunu takdir edemediler ve O'nun haklarına layıkı veçhile saygı duymadılar; aksine o hakları fazlasıyla ihlâl ettiler. Çünkü onlar, Peygamberler gönderildiğini ve Kitablar indirildiğini inkâr ile bu iki büyük nimete nankörlükle karşılık verdiler ve:

"- Mâ enzele-llâhü a'lâ beşerin min şey'in / Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" dediler.

İşte bu yüzden bu âyet nazil oldu.

" Allah, kâfirleri sevmez." (Al-i İmrân 3/32) ifâdesi de, Allah'ın (celle celâlühü) kâfirlere buğzetmesinden kinayedir.

Bununla beraber Allah'ın kadrini bilmek gayretinde olanlar da kendi marifet ve ibadetlerini kusurlu görerek tazarru ve niyaz halinde şöyle derler:

"- Sübhaneke ma a'refnake hakka ma'rifetike vema a'bednake hakka ıi'badetike / Ya Rabbî, Seni tenzih ederiz; Seni hakkıyla bilemedik ve Sana hakkıyla ibadet edemedik."

Ancak burada eksiklik insanın kendisine aittir. Allah'ın kadrini eksiltmek gibi bir eğilim söz konusu değildir.

Başka bir görüşe göre kâfirler, bu sözleri sarfetmek cür'etini gösterirken, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerine olan gazabını idrâk edemediler. Bu görüşe göre, nefiy (olumsuzluk), kinaye değil gerçek anlamdadır.

Bu sözü sarfedenler Yahudîlerdir. Onlar bunu, Kur’ânin Resûlüllah'a indirildiğini inkârda mübalağa için söylemişlerdi. İşte bunun üzerine inkârına asla imkân bulunmayan bir hakikatle ilzam edilmişlerdir. Nitekim şöyle buyrulmuştur:

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Mûsa'nın insanlar için nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitabi kim indirdi?"

Resûlüm! Onları hüccetle mağlup etmek ve onları susturmak (taş yutturmak / ilkami'l-hacer) üzere de ki...

Rivâyete göre Resûlüllah -ifc, Yahudi âlimlerinden ve reislerinden Malik b. Sayfa:

"-Tevrat'ı Mûsâ'ya indiren Allah aşkına bana söyler misin? Tevrat'ta, "Allah, şişman âlimi sevmez!" ifâdesini görüyor musun (Enşüdüke-llâhü- llezî enzele't-tevrâte a'lâ mûsâ hel tecidii fiha allâhü yubğadu'l-hıibera's-se- mın)? İşte o şişman âlim sensin; sen, Yahudilerin sana verdikleri mallardan böyle şişmanladın (Fe ente'l-hıiberu's-semine kad min maliki-llezî tut'a'mü- ke'l-yahûd)."

Bunu duyan hazır cemaat gülmeye başladı. Mâlik ise öfkelendi. Sonra Ömer'e döndü ve:

"- Mâ enzele-llâhü a'la beşerin min şeyin / Allah beşere bir şey indirmemiştir." dedi.

Bunun üzerine Yahudiler, onu azledip yerine Kâ'b b. Eşrefi getirdiler.

Diğer bir rivâyete göre ise, "Allah beşere bir şey indirmemiştir" diyenler, müşriklerdir. Buna göre, onlar, Tevrat'ın indirilmesiyle ilzam edilmişler, çünkü Tevrat'ın öteden beri onlar arasında şöhreti yaygındı. İşte bundan dolayı onlar şöyle diyorlardı:

" Eğer bize de Kitab indirilsevdi, biz onlardan daha çok hidayet üzere olurduk." (En'âm 6/157)

Tevrat'ın, kendilerine ve genel olarak insanlara ulaştırılmış olduğunun belirtilmesi (Mûsâ'nın, insanlara getirdiği Kitab ifâdesi) onları ziyadesiyle tahkir ve ilzam etmek içindir.

Tevrat'ın nûr ve hidayet olarak vasiflatıdırılması da ayni amaca yöneliktir. Çünkü Tevratın, aydınlık ve aydınlatıcı olması ilzamı daha da kuvvetlendirir.

Maksad, kâfirleri yalnız Tevrat'ın Allah (celle celâlühü) katından indirildiğini kabule ilzam değil fakat aynı zamanda Kur’ân'ın da Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olduğunu kabul için onları ilzam etmektir. Çünkü Tevrat'ın, Allah (celle celâlühü) katından indirildiğini kabul etmek, Kur’ân'ın da Allah katından indirildiğinin kabulünü gerektirir. Bilindiği gibi Tevrat'ta Kur’ân hakkında kuvvetli deliller vardır. Kur’ân da, onların Tevrat'ta yaptıkları tahrifatı ve değişikliği teşhir eder. Nitekim şöyle buyrulur:

C- "Siz onu parça parça kâğıtlara (karatis) yazıyor, istediğinizi açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz."

Siz onu parça parça kâğıtlara, dağınık yapraklara yazıp istediğinizi açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz.

Bu ifâdede, onlara kötü fiillerinden dolayı ciddî bir uyarı vardır. Sanki onlar, onu kitab olmaktan çıkarmışlar ve boş kâğıtlar haline getirmişlerdir.

Onların gizledikleri "kesîr / çok"tan maksat, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfatları ile bir takım hükümlerdir.

Ç - "Size, sizin de, atalarınızın da bilmediği şeyler öğretildi."

"Mâ / şeyler", Yahudilerin Tevrat'tan aldıkları ilimler ve hükümler demektir. Bu kelâm, onlara yapılan uyarı ve takbihi daha da ağırlaştırır. Çünkü onlar, istediklerini almak ve çoğunu gizlemek sûretiyle Tevrat'ın bütünlüğünü bozmuş, onu parçalara bölmüşlerdir. Bu, büyük bir şenaattir. Tevrat'ın, onların ilim ve irfanlarının kaynağı olması onların bu yaptıklarını daha da vahimleştirir.

Bazı müfessirlerin dedikleri gibi, "mâ / şeyler";

1- " Kadar bu Kur’ân, Israiloğullarına, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerin pek çoğunu anlatır." (Neml 27/76) âyetiyle bağlantılı olarak, Yahudilerin, Tevrat'ta mevcud olup da anlamakta güçlük çektikleri bazı noktalar ve bu konularda Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) aldıkları bilgiler değildir. Onların, o bilgileri Kur’ân-ı Kerim'den almaları da kendilerini, Tevrat'ta yaptıkları tahrifattan caydırmamıştır.

2- " Ey Ehl-i Kitab! Resulümüz size geldi. Kitab'tan gizlemekte olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklıyor; bir çoklarından da geçiyor." (Mâide 5/15) âyetiyle bağlantılı olarak, onların, Tevrat hükümlerinden gizledikleri de değildir. Zira onların gizlediklerinin ortaya çıkması, her ne kadar rezil rüsvay olmak korkusuyla caydırıcı olmuşsa da bu gizleyenlerin kesin olarak bildiği bir husustur. (Oysa âyette onların bilmediği bir husustan bahsediliyor.)

Bir görüşe göre ise, âyetteki hitab, Kureyş'ten iman edenler içindir. Nitekim bir âyette:

" (Bu Kur’ân) ataları uyarilmamış, kendileri de gaflet içinde kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir)." (Yâ-Sîn 36/6)buyrulur.

D- "(Resûlüm) de ki:

"- Allah indirdi (Kulı-llâhü)."

Resûlüllah'a onların yerine cevap vermesinin emredilmesi, kaçınılmaz cevabın belli olduğunu ve onların tamamen susturulup konuşmaya kudret- leri kalmadığını bildirmek içindir.

E - "Sonra onları bırak; saçmalıkları içinde oyalansınlar."

Onları, daldıkları boş laflar, uydurma ve saçma söz ve davranışlar içinde bırak, oyalansın veya oynaya dursunlar; sen onları hüccetle ilzam edip susturduktan sonra senin için bir sorumluluk yoktur.

92

"İndirdiğimiz bu Kitab mübarektir, önündekini tasdik edicidir. Ümmü'l-kura (şehirlerin anası Mekke) halkını ve çevresindekileri uyarman (inzar) içindir. Ahıirete iman edenler, buna da iman ederler ve onlar namazlarını dosdoğru kılmaya devam ederler."

A- "İndirdiğimiz bu Kitab, mübarektir, önünde (iki el arasında)kini tasdik edicidir."

Bu beyan, Kur’ân'ı müjdeleyen Tevrat'tan sonra Kur’ân'ın da Allah katından nüzûlünü tesbit ve onların kötü sözlerini tekzib eder.

Mübarek, faydaları ve menfaatleri çok olan demektir.

Kur’ân'ın önündeki veya iki el arasındaki Kitab'ı tasdik etmesi,

1- Tevrat'ın nüzûlünü ve onun Kur’ân'ıle ilgili içerdiği vasıfları,

2- ya da kendisinden önceki bütün Kitabları onaylaması demektir.

Çünkü Kur’ân,

- tevhidi isbat,

- şirki nefy ve nehy,

- neshedilmeyen asıl hükümlerde bütün semavî Kitabları tasdik eder.

B- "Ümmü'l-kura (şehirlerin anası Mekke) halkını ve çevresindekileri uvarman (inzar) içindir."

Biz, Resûlüm bu Kur’ân'ı,

- insanlara bereket kaynağı olması,

- Mekke halkı ile doğudan batıya dünyanın her yerinde, şehir ve kasabalarda taştan ve topraktan yapılmış evlerde oturan (ehle'l-meder) ve çölde çadırlarda göçebe olarak yaşayan (bedevî veya ehle'l-veber) insanları, uyarman için indirdik.

Mekke'nin, bütün şehirlerin en şereflisi ve bütün Müslümanların yegâne Kıblesi anlamına gelen "Ümmü'l Kurâ" adı ile tavsif edilmesi, Mekke sakinlerini uyarmanın asıl olup yeryüzünün diğer bütün sakinlerini uyarmanın da bu asla bağlı olduğunu bildirmek içindir.

C- "Ahıirete iman edenler, buna da iman ederler ve onlar namazlarını dosdoğru kılmaya devam ederler."

Âhirete iman edenler, bu Kitab'a (Kur’ân) da iman ederler; çünkü onlar, akıbetlerinden korkarlar ve bu korku, onlar iman edinceye kadar her zaman kendilerini tefekküre, düşünceye sevkeder.

Burada, mü'minlerin yerine getirmesi gereken ibadetlerden özellikle namazları muhafazanın zikre değer görülmesi, onun bütün ibadetler içinde yerinin pek yüksek ve imandan sonra ibdetlerin en şereflisi olduğunu bildirmek içindir.

93

"Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde "bana da vahyolundu" diyenden ve "Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim" diyenden daha zâlim kim vardır?

(Resûlüm)bu zâlimleri, ölüm zorlukları içinde can çekişirken ve melekler de ellerini uzatmış:

"- canlarınızı verin; bu gün, Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız" derken bir görsen!..."

A- "Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde "bana da vahyolundu" diyenden ve "Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim" diyenden daha zâlim kim vardır?"

Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseylimete'l- Kezzâb (Yalancı Miiseylime) ile Esvedi'l-Ansî ve kendilerine göre helâl ve haram icad eden Amr b. Luhayy ve adamları gibi Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uyduran veya iftira edenlerden daha zâlim kim olabilir?

Böylece bunların her zâlimden daha zâlim oldukları belirtilmiş oluyor. Çünkü yaygın kullanıma (istimâle) göre,

"Zeyd'den daha faziletli kim var?" veya 

"Zeyd'den daha şerefli kimse yoktur!" denildiği zaman, "Zeyd, her fazilet sahibinden daha faziletli ve her şerefliden daha şereflidir" mânâsı çıkar.

Kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde:

"- Bana da Allah tarafından vahyolundu!" diyen Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh da bu zâlimlerdendir.

Bu adam, Peygamber'e vahiy kâtipliği yapıyordu. Nihayet,

" Andolsun ki, Biz, insanı çamurun özünden yarattık." (Mü'minûn 23/12)

" Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere (rahime) yerleştirdik." (23/13)

" Sonra nutfeyi alakaya (rahim cidarına tutunup asılan döllenmiş yumurtaya) çevirdik. Alakayı da bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti iskelete dönüştürdük; bu iskeleti de etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik." (23/14) âyetlerinin nüzulü sırasında bunları yazarken son cümleyi müteakıib yaratılışın tafsilatına taaccüp ederek (bu gibi hayret verici hârikalar karşısında Arapların söyledikleri):

" Yaratanların en güzeli Allah ne yücedir!" (Mü'minûn 23/14) cümlesini söyledi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ona:

"- Onu öylece yaz!" buyurdu.

Abdullah, bundan şüpheye düştü ve kendi kendine:

"- Eğer Muhammed doğru ise, ona vahyolunduğu gibi bana da vahyolundu; eğer yalancı ise, ben de onun söyledikleri gibi söylerim" dedi.

Bunun gibi,

" Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim" (6/93) veya,

" Eğer istersek biz de onun benzerini elbette söyleyebiliriz." (Enfâl 8/31) diyenler de o zâlimlerdendir.

B- "(Resûlüm), bu zâlimleri ölüm zorlukları içinde can çekişirken ve melekler de ellerini uzatmış:

"- canlarınızı verin; bu gün, Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız" derken bir görsen!..."

Resûlüm, onlar, ölüm zorlukları içinde can çekişirlerken ve can almakla görevli melekler de, tıpkı borçlunun peşini bırakmayan, ona mühlet vermeyen, kendisine nefes aldırmayan, onu sıkıştırıp duran ısrarlı alacaklı misali, ellerini uzatmış:

Canlarınızı bedenlerinizden çıkarıp verin!",

yahut

Kendinizi azabtan kurtarın; bu can alma günü!", yahut

"- Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslayıp iman etmemenizden dolayı alçaltıcı çetin bir azabla cezalandırılacaksınız" derken bu zâlimlerin halini bir görsen!...

94

"(Onlara şöyle denecek):

"- Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi tek başınıza Bize geldiniz. Size verdiklerimizi de ardınızda bıraktınız, içinizde ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz.

Andolsun ki aranızdaki bağlar kopmuş ve tanrı sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir."

A- "Onlara şöyle denecek):

"-- Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi tek başınıza Bize geldiniz. Size verdiklerimizi de ardınızda bıraktınız."

Siz, dünyada tercih sebebi saydığınız mallarınızdan evladınızdan ve diğer sevdiklerinizden ayrı olarak, yahut yardımcılarınızdan, meded umduklarınızdan ve size şefaat edeceklerini iddia ettiğiniz putlardan ayrı olarak tek başınıza ve tıpkı sizi yarattığımız gün gibi çıplak, yalın ayak, sünnetsiz ve bir renkte Bize geleceksiniz ve dünyada size lütfettiğimiz ve sizi âhiretten meşğul eden şeyleri arkanızda bırakacaksınız; onlardan en ufak bir şeyi yanınızda taşıyamayacaksınız.

B- "içinizde ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz. Andolsun ki, aranızdaki bağlar kopmuş ve tanrı sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir."

Sizin dünyada, ulûhiyyet ve ibadette Allah'ın (celle celâlühü) ortakları sandığınız putları ve diğer şeyleri de yanınızda görmüyoruz.

Andolsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, sizin şefaatçileriniz sandığınız şeyler ya da bâtıl inançlarınız sizden kaybolup gitmiştir.

95

"Şüphesiz taneyi (el-habbe) ve çekirdeği (e'n-neva) yaran (fâliık) Allah'tır. O, ölüden diriyi çıkarır; diriden de ölüyü çıkaran (muhric) O'dur. Allah, işte budur. Öyleyse haktan nasıl yüzçeviriyorsunuz?"

A- "Şüphesiz taneyi ve çekirdeği yaran, Allah'tır."

Bundan önce tevhid delilleri açıklanmıştı. Şimdi burada da, Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz ilim, hikmet ve kudretine delalet eden bazı fiilleri dile getiriliyor.

Dâneden bitkiyi ve çekirdekten ağacı meydana getiren Allah (celle celâlühü) ne yücedir!

Dâneyi ve çekirdeği yaratan da Allah'tır. (celle celâlühü)

Vakıdî'ye göre bu cümlenin anlamı şudur:

"Dânenin ve çekirdeğin fâlıkı (yaranı, çatlatanı), fâtırı (yoktan var edeni) Allah'tır."

B- "O, ölüden diriyi çıkarır; "

Başka bir ifâdeyle nutfe (meni) den ve dâneden meydana gelen varlıklara hayât veren Allah'tır. (celle celâlühü) Bu istinafı cümle, mâkablini açıklar.

C- "Diriden de ölüyü çıkaran (muhric) O'dur."

Nutfeyi ve dâneyi hayvandan ve bitkiden meydana getiren de Allah'tır

Ç- "Allah, işte budur. Öyleyse (haktan) nasıl yüz çeviriyorsunuz?"

İşte o her şeye Kaadir ve şanı yüce Allah, budur. İbadete layık olan yalnız O'dur. O halde O'ndan başkasına nasıl ibadet edebilirsiniz?!

96

"Karanlıkları yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı Güneşi ve Ayı (vakti tayin için) hesab aracı yapan da O'dur. İşte bu, her şeye üstün ve gaalib (el-A'zîz), her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm) Allah'ın takdiridir."

A- "Karanlıkları yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur."

Allah (celle celâlühü) fecirin ilk aydınlığını gündüz ışığından çıkaran ya da gecenin devamı olan karanlığı yarandır.

B- "Geceyi dinlenme zamanı, Güneşi ve Ayı (vakti tayin için) hesab aracı yapan da O'dur."

Allah (celle celâlühü), insanlar için geceyi, gündüz yorgunluğunu atmak için dinlenme ya da sükûnet zamanı kılmıştır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

" O, içinde sükûnet bulmanız için geceyi, çalışıp kazanmanız için de gündüzü aydınlık yaratandır." (Yûnus 10/67)

Güneş ile Ayı da vakitlere bağlı olan ibadetler ve muameleler için hesap ölçüsü kılmış ya da onların doğuş ve batışlarını, geçirdikleri safhaları belli bir hesaba bağlamıştır.

C- "İşte bu, her şeye üstün ve gaalib (el-A'zîz), her şeyi hakkıyla bilen (el- A'lîm) Allah'ın takdiridir."

Burada, uzak işaret ismi (zâlike / işte o)nin kullanılması, işaret edilen hususun derecesinin yüksekliğini ve fazilet mertebesinin yüceliğini bildirmek içindir. Güneş ile Ayin hârika seyirleri, Kendisi için hiçbir şey zor olmayan Kahir ve Galib Allah'ın (celle celâlühü) takdiridir. Allah (celle celâlühü), her şeyi hakkıyla ezcümle, Güneş ile Ayın seyrinde, yaratılmışların dünyevî ve uhrevî hayâtları ile ilgili menfaat ve maslahatları en iyi bilendir.

97

"Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur. Bilen bir topluluk için âyetlerimizi geniş bir şekilde açıklıyor (tafsıil ediyor)uz."

A- "Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur."

Bundan önce Allah'ın Güneş ve Ayla ilgili nimetleri belirtilmişti. Şimdi burada da O'nun yıldızlarla ilgili nimetleri hatırlatılıyor. Ve şöyle buyruluyor:

Yolculuk ettiğinizde çöllerde ve denizlerde gece karanlıklarında yollarınızı bulaşınız diye Allah (celle celâlühü) yıldızları yarattı.

"Zulümat / karanlıklar" kelimesinin, karaya ve denize izafe edilmesi, aralarındaki ilgi sebebiyledir. Çünkü yıldızlarla yolu bulma ihtiyacı, ancak o zaman belirmektedir ya da karanın ve denizin karanlıklarından maksat, bilinmeyen yollardır; bu yollar, mecazî olarak karanlıklar diye ifâde edilmiştir.

B- "Bilen bir topluluk için âyetlerimizi geniş bir şekilde açıklıyoruz."

Bu âyetlerin manaları üzerinde düşünen ve mûcibince amel eden ya da kâinat yaratılışını tefekkürle gerçekleri kavrayan bir toplum için,

- hem Allahü teâlâ'nın nimetlerini hatırlatan Kur’ân âyetlerini,

- hem de O'nun şânına delâlet eden kâinat âyetlerini tafsilâtı ile açıkladık.

Bu âyetlerin tafsilatlı açıklaması, bütün insanlara müteveccih iken bunun, bilen bir topluma tahsis edilmesi, onların bu âyetlerden daha fazla yarar sağlamalarındandır.

98

"Sizi bir tek nefis (nefs-i vâhıd)ten yaratan O'dur. Sonra sizin için bir karar yeri (müstakar), bir de emanet yeri (müstevda') vardır. Anlayan bir topluluk için âyetlerimizi geniş bir şekilde açıklıyor (tafsil ediyor)uz."

A- "Sizi bir tek nefis (nefs-i vâhıd)ten yaratan O'dur. Sonra sizin için bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır."

Burada da, Allahü teâlâ'nın muazzam kudretine, ince sanatına ve hikmetine delâlet eden bir başka nimeti hatırlatılıyor.

Bunca çokluğunuza rağmen sizi bir tek nefisten, Âdem'den meydana getiren O'dur. Sonra sizin için,

-babaların sulbünde,

- ya da yeryüzünde bir karar yeri;

- anaların rahminde,

- ya da toprağın altında bir emanet yeri vardır.

Babaların sulbleri veya yeryüzü için istikrar yeri ifâdesi kullanılmıştır; çünkü bu iki yer, insanın tabiî karargâhıdır.

Anaların rahimleri veya toprakaltı için de emanet yeri ifâdesi kullanılmıştır; çünkü bu iki mahal insanın tabiî karargâhı değildir.

Bazı müfessirlerce, emanet yeri olarak, babaların sulbü kabul edilmişse de bu tefsir, açık değildir.

B- "Anlayan bir topluluk için âyetlerimizi geniş bir şekilde açıklıyor (tafsil ediyor)uz."

Beşerin yaratılışını tafsilatlı olarak beyan eden bu âyetlerle benzerlerini, zekâlarını kullanarak, derin düşünerek, muğlak incelikleri değerlendirmesini bilen bir toplum için âyetleri ayrıntılarıyla açıkladık. Âdem oğlunun yaratılışının çeşitli aşamalarındaki incelikleri, en üstün akıllıları bile hayrette bırakan ilâhî bir sanattır.

Burada daha önce yıldızlar için kullanılan "bilmek" fiilinin değil de "anlamak" fiilinin tercih edilmesindeki hikmet budur. (Zira fıkh, ince ve derin bilgiler için kullanılır.)

99

"Gökten su indiren O'dur. Biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık. O yeşillikten de birbiri üzerine binmiş (müterakib) taneler çıkardık. Hurma ağacının (e'n-nahl) tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzümlerden (e'nab) bağlar, zeytin ve nar (e'r-rumman) çıkardık. Bunların birbirine benzeyeni, benzemeyeni var. Meyve (semere) verdikleri zaman meyvelerin olgunlaşmasına bir bakın! Bütün bunlarda iman eden bir topluluk için ibret (âyet)ler vardır."

A- Gökten su indiren, O'dur."

Bu âyet de, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretini ve geniş rahmetini bildiren başka bir nimetini hatırlatır. Buluttan veya gök semtinden su indiren de ancak Allah'tır.

B- "Biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık."

Burada "biz" kipinin kullanılması, su indirilen şeye çok önem verildiğini göstermek içindir.

Su bir tek maddedir. Oysa kemiyet ve keyfiyet, özellik ve sonuçları bakımından bitkiler, ağaçlar son derece çeşitlidir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, tek ve çok köklü hurma ağaçları vardır. Hepsi bir su ile sulanıyor. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışızdır."

C- "Ondan (o bitkiden) da bir yeşillik (filiz) çıkardık. O yeşillikten de birbiri üzerine binmiş (müterakib) taneler çıkardık."

Burada, yukarda icmalen sözü edilen yaratmanın tafsilatına geçiliyor ve önce bitkiler anlatılıyor.

Ç- "Hurma ağacının tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm (kütüklerinden bağlar), zeytin ve nar çıkardık. Bunların birbirine benzeyeni, benzemeyeni var."

Burada ağaçlardan bazıları misâl olarak zikrediliyor.

Hurma ağacının tomurcuğundan meyveler, birbirine yakın salkımlar meydana geliyor.

Salkımların yakın olması, tanelerin çok ve sık, ayni zamanda ürünün bereketli olması demektir.

Yalnız üzümler için "bağlar" kelimesinin kullanılması, bu meyve cinsinden faydalanmanın ancak fertlerinin bir araya gelmesiyle mümkün olmasındandır.

Zeytin ve narın zikri, bu iki tür meyvenin pek değerli sayılmasindandır.

Şekil, miktar, renk, tat ve diğer vasıflar itibariyle bu meyvelerden kimileri, birbirine benzer, kimileri de hiç benzemez.

Bu da, onları meydana getiren Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretine ve hikmetine delâlet eder.

D- "Meyve (semere) verdikleri zaman meyvelerin olgunlaşmasına bir bakın!"

Meyveler yeni belirdiği zaman ne kadar zayıf ve faydasız, fakat olgunlaştıkları zaman ne kadar güçlü ve faydalı olduğuna bir bakın ve düşünün.

E- "Şüphesiz bütün bunlarda iman eden bir topluluk için ibret (âyet)ler vardır."

Bütün bu ibret ve basıîretle bakılması emredilen şeylerde alınacak dersler vardır. Burada da, "zâlike" işaret isminin kullanılması, işaret edilen hususun derecesinin yüksekliğini belirtmek içindir.

İşte bunlarda, iman eden bir toplum için, Allahü teâlâ'nın varlığına ve birliğine, kudretinin sonsuzluğuna delâlet eden pek çok kanıt vardır.

Çünkü bunca farklı cins ve türlerin bir asıldan meydana gelmesi ve hârika bir tarzda bir halden diğer bir hale geçmesi, en üstün akıl sahiplerini bile hayrette bırakır.

Bütün bu tabiî olaylar ancak, her şeyi bilen, mümkün seçeneklerden hikmetinin gerektirdiğini tercih eden bir Yaradanın ihdasıyla olabilir. O'nu bundan alıkoyacak ne bir zıt ne de engelleyecek bir ortak vardır, işte bundan sonra, O'na ortak koşanlar uyarılır.

100

"Allah'a bir de cinleri ortak koştular. Oysa onları yaratan O'dur. Bilgileri olmadığı halde O'na oğullar (benîn) ve kızlar (benat) uydurdular. O, Sübhan (her türlü eksiklikten münezzeh)dır, onların tavsif ettiklerinden yücedir."

A- "Allah'a bir de cinleri ortak koştular."

Kâfirler, bir de tuttular Allah'a (celle celâlühü) kendi bâtıl itikatlarına göre melekleri ortak koştular. " melekler, Allah'ın kızlarıdır" dediler. Meleklere cin tesmiye edilmesi, meleklerin, ülûhiyet makamına nisbetle istihkar amacıyla kendi hallerini gizlemelerindendir.

Kâfirler, şeytanları da Allah'a ortak koştular. Nitekim onlar, Allahü teâlâ'ya itaat eder gibi şeytanlara itaat ettiler. Şeytanların teşviki ve iğfali ile putlara taptılar. Hatta,

" Allah, hayrı ve her faydalıyı yarattı; şeytan da, şerri ve her zararlıyı yarattı" dediler. Nitekim. Mecûsî'lerin inancı budur.

B- "Oysa onları yaratan O'dur."

Hakikati halde kâfirler, kendilerini yalnız Allah'ın yarattığını, melekleri ve şeytanları yaratanın da O olduğunu biliyorlardı. Böyleyken Allah'ın yarattıklarını nasıl O'na ortak koşuyorlar?

" onları yarattı" fiili bir kırâete göre "halkahüm" şeklinde okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur:

" Kâfirler, cinleri, şeytanları ve kendi yaptıkları putları Allah'a ortak koştular."

C- "Bilgileri olmadığı halde O'na oğullar (benîn) ve kızlar (benat) uydurdular."

Nitekim Yahudiler:

"Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler.

Hıristiyanlar da:

"Mesîh, Allah'ın oğludur" dediler.

Araplardan bir taife de: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" dediler.

Bu topluluklar ağızlarından çıkanı iyice düşünmeden, yanlış veya doğru olduğunu bilmeden, ya da şeni ve bâtıl olduğunu idrâk etmeden bunları söylediler.

Ç- "O, Sübhan (her türlü eksiklikten münezzeh)dır, onların tavsif ettiklerinden yücedir."

Bu istinaf cümlesi, Allahü teâlâ'yı, onların, kendisine nisbet ettiklerinden tenzih içindir.

"Sübhaneh", tesbihin adıdır; tesbih de, kötülükten hem itikat hem de söz olarak, uzaklaştırmak demektir. Hulâsa,  kötülükten uzak olduğuna inanmak ve ona hükmetmektir. Bunun anlamı böyle ifâde edilebilir:

" Ben Allah'ı itikaden ve amelen, O'na yakışmayan şeylerden, şânına layık bir tenzih ile tenzih ederim. O, onların vasıflandırmalarından çok uzaktır."

101

"Gökleri ve yeri yoktan yaratan (Bedi'), O'dur. O'nun nasıl çocuğu (veled) olabilir? O'nun hiçbir zaman bir eşi (sahibe)olmadı ki... Ve her şeyi O, yarattı. O, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dır.

A- "Gökleri ve yeri yoktan yaratan (Bedi'), O'dur."

Allahü teâlâ, uyalacak bir örnek, bir kural ve bir tarif olmadan göklerin ve yerin yoktan var edicisi, Mübdii'dır. Bedî' kelimesi, mübdi' (yoktan varedici) anlamında kullanıldığı gibi, mübde' (yoktan var edilen) anlamında da kullanılır. Lügatçiler bunu sarahatle belirtmişlerdir.

Diğer bir manaya göre Allahü teâlâ, gökleri ve yeri hârika bir mükemmeliyet ve güzellikte yaratan ya da göklerde ve yerde bulunan varlıkları tam bir mükemmellik ve güzellikte yoktan var edendir.

Ancak isabetli tefsir birincisidir.

Hulâsa,  Allahü teâlâ, kâinatın hem yükseklerdeki hem de aşağılardaki kısımlarını maddesiz, etkilenmeden münezzeh olarak, mutlak manada var edendir. Oysa baba, çocuğun unsurudur. Baba ile çocuk arasında etkileşim vardır.

B- "O'nun nasıl çocuğu olabilir? O'nun hiçbir zaman eşi olmadı ki..."

Bu müstakil cümle O'nun, kâfirlerin kendisine nisbet ettikleri şeylerden münezzeh olduğunu açıklamak suretiyle makabline bir izah mahiyetindedir.

"O'nun hiçbir zaman eşi olmadı ki..." ifâdesi mezkûr imkânsızlığı tekid içindir.

Allahü teâlâ'nın eşinin olmaması, O'nun çocuğunun olmamasını gerektirir. Çünkü baba olmadan çocuk olması, mümkün ise de, valide olmadan veledin meydana gelmesi zorunlu bir imkânsızlıktır.

Allahü teâlâ'nın eşinin olmadığı hususunda hiç kimsenin şüphesi yoktur. Bunun zorunlu sonucu olarak da, çocuğu yoktur.

C- "Ve her şeyi O, yarattı. O, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm)dir."

Bu cümle de, zikredilen imkânsızlığı tesbit ve izah eder. Yaratma ve icad kapsamındaki bütün varlıkları ve ezcümle Allahü teâlâ'nın çocuğu olarak vasıflandırdıkları varlığı da O yaratmıştır. O halde mahlûk, nasıl Halik'ın çocuğu olabilir? Yaratılmış olsun veya olmasın, ezelden ebede, her şeyi hakkıyla bilen de O'dur. Binaenaleyh olmuş ve olacaklardan hiçbir zât, hiçbir sıfat ve hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Bu istinaf cümlesi, o kâfirlerin bir bilgiye dayanmadan söylemek cür'etini gösterdikleri o şeni sözlerinin bâtıl olduğunu kesinlikle ispat eden önceden belirtilen delillerin izahıdır.

102

"İşte Rabbiniz Allah, budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin Yaratanı (Halikı)dır. Öyleyse O'na kulluk (ibadet) edin. O, her şeye vekildir."

A- "İşte Rabbiniz Allah, budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin Yaratanı (Halikı)dır."

Bu işaret, mezkûr yüce sıfatlarla mevsuf Allahü teâlâ'yadır. Uzak işaretinin (zâliküm) kullanılması, O'nun büyüklüğünü ve yüceliğini bildirmek içindir. Hitab, malûm müşrikler içindir.

İbadete yegâne layık olan, o yüce sıfatların sahibi, Allah’dır; bütün işlerinizin Maliki O'dur; O'nun hiçbir ortağı yoktur; olmuş ve olacak her şeyin Yaratıcısıdır.

B- "Öyleyse O'na kulluk edin."

Ancak bütün o sıfatların sahibi Allah ibadete layıktır.

C- "O, her şeye vekildir."

Allahü teâlâ, açıklanan yüce sıfatlarının yanı sıra bütün yaratılmışların işlerinin mütevellisidir ve siz de buna dahilsiniz. O halde (esbabe tevessülden sonra) işlerinizi Allahü teâlâ'ya havale edin; dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınızın karşılanması için O'nu vesile kılın.

103

"Gözler O'nu idrâk edemez (kavrayamaz); O, gözleri idrâk eder. O, lütûfkâr (Lâtîf)dır, her şeyden hakkıyla haberdar (Habîr)dır."

A- "Gözler O'nu idrâk edemez; O, gözleri idrâk eder."

Bir şeyi idrâk etmek, ona ulaşmak, onu ihata etmek, kuşatmak, kavramak demektir. Yani gözler, Allahü teâlâ'ya ulaşamaz ve O'nu ihata edemez.

Tabiînden Said b. el-Müseyyeb de böyle demiştir. Yine Tabiînden Ata'ya göre de" Mahluk (yaratılmış)ların gözleri Allahü teâlâ'yı ihata etmekten âcizdir."

Bu itibarla bu âyet, rü'yetu-llâhı inkâr edenler (Mutezile) için asla delil olamaz.

İbn Abbâs ile Mukatil'e göre:

"Dünyada gözler Allah'ı göremez; fakat O, âhirette görülür."

Allahü teâlâ ise kendini göremeyen gözleri görür, O'nun ilmi her şeyi, bütün gözleri ihata eder, çünkü hiçbir gizli O'na gizli değildir.

B- "O, lütufkâr (Lâtîf)dır, her şeyden haberdar (Habîr)dır."

Allahü teâlâ, sadece gözlerin gördüğü şeyleri değil görmediği şeyleri de idrâk eder. Bu cümle, geçen iki hükmün illeti de olabilir. Buna göre, gözler O'nu idrâk edemez; çünkü Latif olan ancak O'dur; O, gözleri idrâk eder; çünkü her türlü şeyden haberdardır.

Bu görüşe göre Latif, kesifin mukabili olup duyularla idrâk edilemeyen demektir.

104

"Şüphesiz size Rabbinizden besâir (basıîret, delil, hüccet, ibretler) geldi. Artık kim onları görürse kendi yararına, kim körlük ederse kendi zararınadır. Ben sizin üzerinize bekçi değilim."

A- "Şüphesiz size Rabbinizden besâir (basıîret, delil, hüccet, ibretler) geldi. Artık kim onları görürse kendi yararına, kim körlük ederse kendi zararınadır."

Bu istinafı cümle, Peygamber'in diliyle vârid olmuştur.

Basîret, kalbin kendisiyle idrâk ettiği nurdur.

Basar, gözün görme nurudur.

Basiretler, bu âyetlerde zikredilen deliller veya bunun da öncelikle dahil olduğu bütün delillerdir.

Rab unvanının muhatablar zamirine izafe edilmesi, Allahü teâlâ'nın muhatablara son derece lütufkâr olduğunu göstermek içindir.

Bu cümle ile demek istenen şudur:

Malikiniz Allah'tan sizi, layık olduğunuz kemale erdiren Rabbinizden, hakkı ve doğruyu açıklayan öyle vahiyler gelmiştir ki, onlar, kalblerin basiretidir. Artık kim bu basiretlerle hakkı görüp ona iman ederse, kendi lehinedir; kim de o basiretlerle hak apaçık ortaya çıktıktan sonra onu görmemekte inat eder ve dalâlette kalırsa, kendi aleyhinedir.

Dalâletin körlük olarak ifâde edilmesi, onu takbih ve ten fır (nefret ettirmek) içindir.

B- "Ben sizin üzerinize bekçi değilim."

Ben, ancak sizin için uyarıcıyım. Sizin amellerinizi tesbit edecek ve karşılığını verecek ise Allahü teâlâ'dır.

105

"Biz böylece âyetleri geniş biçimde açıklı (tasrif edi) yoruz ki onlar sana:

"- Sen birinden ders alıyorsun!" desinler.

Bir de onları bilen bir topluluğa tebyin etmiş olalım."

Bir çok hakikatler ve derin manalar içeren âyetleri böylece geniş geniş açıklıyoruz.

Bir görüşe göre, "Sen birinden ders alıyorsun! desinler" cümlesi, mahzûf bir illet cümlesine atıftır.

Yani Biz, âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz ki, hüccetle onları ilzam edelim ve onlar da:

"- Sen birinden ders alıyorsun!" desinler.

" -ders almışsın veya ders alıyorsun" fiili,

"- âlimlerle müzâkere etmişsin";

"- bunlar geçmiş, terkedilmiştir" şeklinde de okunmuştur. Nitekim kâfirlerden bazıları Kur'atı âyetlerini " Eskilerin masalları"; bazıları da "Yahudilerin, Muhammediliğe öğrettikleri" telâkki ediyorlardı.

Tebyin veya açıklamanın anlayan bir topluma tahsis edilmesi de çok manalıdır. Gerçekten anlamayan, ya da anlamak istemeyen bir topluluğa ne kadar anlatmaya çalışsanız da faydasızdır.

İbn Abbâs'a göre " Onlar, Allahü teâlâ'nın doğru yola hidayet ettiği dostlarıdır."

Onların ilimle vasıflandırılmaları, âyetleri yanlış değerlendiren (Yahudilerin öğretmesidir, diyen) birinci grubun, son derece cahil ve bilgi yoksunu olduklarını bildirmek içindir.

106

"(Resûlüm), Rabbinden sana vahyolunana uy (ittiba et)!

O'ndan başka ilâh yoktur. Ve müşriklerden de yüzçevir (i'raz et).

A- "(Resûlüm), Rabbinden sana vahyolunana uy! O'ndan başka ilâh yoktur."

Bundan önce müşriklerin, Kur’ân âyetlerine ilişkin eleştirileri zikredilmişti. Şimdi bunun ardından Peygamberine yolunda sağlamca yürümesi ve o kâfirlerin bâtıl sözlerine değer vermemesi emrediliyor ve şöyle deniyor:

"- Resûlüm, sen temeli tevhid olan vahiy konusu şeriat ve hükümlere uymaya devam et."

Rab unvanının Peygamber’in yerini tutan zamire izafe edilerek zikri, Allahü teâlâ'nın onun hakkında ne kadar lütufkâr olduğunu gösterir.

B- "Ve müşriklerden de yüz çevir."

"- Resûlüm, müşriklere, onların bâtıl sözlerine hiç önem verme."

Bu âyeti, "Kılıç Ayeti" ile mensûh kabul edenler, bu yüz çevirimciyi onlardan tamamen el çekmek manasında almışlardır.

107

"Eğer Allah, dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi (hafiız) yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin."

A- "Eğer Allah, dileseydi onlar ortak koşmazlardı."

Eğer Allah onların ortak koşmamasını dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Bu da, Allahü teâlâ'nın kâfirin imanını dilemediğine delildir. Ancak bu dilememe, o kâfirleri imana yönelmekten men'etmek anlamında değil, fakat onların, cüz'î İhtiyarlarını (iradelerini) iman yönünde kullanmamaları ve küfürde ısrar etmeleri sebebiyle Allah, onların imanını dilemez anlamındadır.

B- "Biz, seni onlar üzerine bekçi (hafîız) yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin."

"- Resûlüm, Biz, seni onların amellerini muhafaza edecek bir bekçi kılmadık ve sen, onların işlerini yönetmek için tayin edilmiş bir vekil de değilsin."

108

"Onların Allah'tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki onlar da adavet ve cehaletle Allah'a söverler. Biz her ümmete yaptığı işi süsledik (tezyin ettik). Sonra onların hepsinin dönüşü (mercii) Rabblarınadır. Artık O, onlara yaptıklarını haber verecektir."

A- "Onların Allah'tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki onlar da adavet ve cehaletle Allah'a söverler."

"Onların tanrılarına sövmeyin. Mesela: "Size ve taptıklarınıza yazıklar olsun!" gibi ifâdeler kullanmayın. Sonra onlar da, cehaletleri yüzünden hakkı tecavüz ederek sizin onlara söylediklerinizin benzerini söylerler.

Rivâyete göre kâfirler,

"Siz ve Allah'tan başka taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız" âyeti nazil olunca, Resûlüllah'a dediler ki:

"Sen kesinlikle bizim tanrılarımızı sebbetmeyi terk etmelisin; yoksa biz de senin İlâhını sebbedeceğiz!"

Bir diğer görüşe göre Müslümanlar, onlara sövüyorlardı; bu suretle ondan nehyolundular. Çünkü Müslümanların onları sövmesi, onların da Allahü teâlâ'yı sebbetmesine sebeb olabilirdi.

Bu âyet-i kerime işaret eder ki, bir emre uymak (taat), eğer daha ağır bir günaha yol açıyorsa, onun terki vâcib olur. Çünkü şerre sebebiyet veren bir şey de şer sayılır.

B- "Biz, her ümmete yaptığı işi süsledik."

Biz, bu hoş gösterme ve câzib kılma suretiyle her ümmete, hayır veya şer, başarı veya başarısızlık olsun, kendi arzuladıkları işi yapma imkânlarını verdik ve kendilerini o işe sevkettik.

Buradaki her ümmetten murad kâfir veya mü'min bütün ümmetlerdir.

C- "Sonra onların hepsinin dönüşü (mercii) Rabblarınadır. Artık O, onlara yaptıklarını haber verecektir."

Ölümden sonraki dirilişin ardından onların dönüşleri Rabb'larınadır. O zaman O, onlara dünyada kendilerine cazip gösterilip de sürekli işledikleri kötülükleri bildirecektir.

Bu, kâfirler için bir ceza ve azab va'didir.

Bu âyette, ince bir hikmete dayanan gizli bir nükte vardır. Şöyle ki:

Ayn (maddenin özü veya cevher) olsun, araz (maddenin vasıfları, ilinti) olsun, bu kâinatta görünen her şey, nihaî safhada öncekinden farklı gerçek şekliyle tezahür edecektir. Nitekim günahlar, aslında öldürücü birer zehir oldukları halde dünyada, âsilerin nefislerinin güzel bulduğu bir şekilde görünür.

Sevaplar veya tatlar da, güzel oldukları halde günahkârlara sevimsiz görünür, işte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Cennet, sevilmeyen şeylerle, cehennem de, cazip şeylerle kuşatılmıştır."

İşte kâfirlerin amelleri de onlara güzel buldukları cazip şekillerde görünür. Ancak sonunda o ameller, sevimsiz ve korkunç gerçek şekilleriyle ortaya çıkacaklardır. İşte o zaman onlar, amellerinin ne olduğunu bileceklerdir.

109

"Onlar bütün yeminleriyle kendilerine bir âyet (mucize) gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair Allah'a yemin ettiler.

(Resûlüm) de ki:

"- Âyet (mucize) ler ancak Allah katındadır.

O istedikleri âyetler gelse de onların iman etmeyeceklerini siz nereden bileceksiniz?"

A- "Onlar bütün yeminleriyle kendilerine bir âyet (mucize) gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair Allah'a yemin ettiler."

Rivâyete göre Kureyşliler, bazı mucizelerin gösterilmesini istediler. Peygamber sordu:

"Eğer sizin dediklerinizi yaparsam, beni tasdik eder misiniz?"

Onlar da:

"- Evet!" dediler.

Sadece bununla yetinmediler Peygamber o mucizeyi gösterirse, hepsi mutlak ve muhakkak iman edeceklerine dair yemin ettiler.

Müslümanlar da, onların iman etmelerini şiddetle istedikleri için, Resûlüllah'tan bunun gerçekleşmesini rica ettiler.

O da bunun için duâ etmeye niyetlendi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Buradaki âyetten maksat, herhangi bir mucize veya kendilerinin istedikleri bir mucizedir.

Onların kibirleri, inatları, azgınlık ve fesattaki aşırılıkları göz önüne alındığında uygun olan bu ikincisidir. Nitekim onlar, gördükleri parlak mucizeleri hiçe sayıyorlardı. Onların gayeleri de, mucize konusunda Resûlüllah'ı sıkıştırmak ve neredeyse, yerleri yaracak, dağları yerinden kaydıracak kadar büyük mucizeleri önemsememek idi.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Ayetler ancak Allah katındadır."

"Resûlüm, de ki:

"- Bütün âyet veya mucizeler Allah’ın katındadır; onların emri, hükmü ve icrası tamamen O'na aittir. Hikmeti neyi gerektiriyorsa ona göre serbest iradesiyle onlar üzerinde tasarruf eder. O mucizelere ne müstakil ne de müşterek olarak herhangi bir kimsenin kudret ve iradesi taalluk etmez. Ben de o mucizeleri indirebileceğimi söyleyemem."

Gördüğün gibi bu sözler, o kâfirlerin istek kapısını en mükemmel şekilde kapatmıştır. Bu sözlerde o mucizelerin şanlarının pek yüce ve bu kabil isteklere hedef olmaktan çok uzak bulundukları ifade edilir.

Bir görüşe göre de, bu kelâmın manası şöyledir:

"- Mucizeler Allahü teâlâ katındandır; benim katımda değil. Şu halde ben, sizin istediğinizi nasıl verebilirim? Onlara kâdir olan Allahü teâlâ'dır; ben buna muktedir değilim."

Ancak bu görüşün bu makam ile münasebeti yoktur. Onların istekleri Allahü teâlâ'nın kudret ve iradesi olmaksızın, o mucizelerin gelmesi değildir ki, onlara böyle cevap verilsin.

C- "O istedikleri âyetler gelse de onların iman etmeyeceklerini siz nereden bileceksiniz?"

Bu cümle mucizenin gerçeleşmemesini gerektiren hikmeti ortaya koyar. Bu hitab, özellikle Müslümanlara veya onlarla beraber Peygamber’edir. Çünkü yukarda söylendiği gibi Peygamber, o mucize için duâ etmeye niyetlenmişti.

Bu cümle aynı zamanda onların iman sözü yalan olduğunu istedikleri gerçekleşse de inanmayacaklarını bildirir.

Bu itibarla bu kelam, mucizelerin inmesini temenni eden Müslümanlar için bir özür beyanı gibidir.

Diğer bir görüşe göre, bu kelamdaki olumsuzluk harfi (lâ) zaittir. Yani istedikleri mucizeler gelse bile, onların iman edeceklerini size bildiren nedir ki, siz, onların imana geleceklerini umarak mucizelerin gerçekleşmesini temenni ediyorsunuz? demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, " iman etmezler, iman etmeyecekler" deki "lâ" zaittir.

"Enne" harfi de "belki, muhtemelen" anlamındadır (ki normal olarak, iki cümleyi birbirine bağlar ve tekit ifâde eder). Yani o mucize geldiğinde, onların halini ve ne olacağını siz nereden bileceksiniz? Belki mucize gelse de, iman etmeyecekler. O halde ne diye mucizenin gelmesini temenni ediyorsunuz? zira onların mucizeyi temenni etmeleri, ancak geldiğinde imanlarının muhakkak gerçekleşeceği takdirde uygun olur; yoksa iman etmeyecekleri kuvvetle muhtemel olduğu takdirde bu temennileri uygun olmaz.

"iman etmezler" fiili, bir kırâete göre "iman etmezsiniz" şeklinde hitap kipi ile okunmuştur. Buna göre "ne biliyorsunuz, nereden biliyorsunuz?" hitabı müşrikler içindir.

110

"Biz onların kalblerini (efide) ve gözlerini (ebsar) tersine çeviririz (taklib ederiz) de onlar evvelce iman etmedikleri gibi yine iman etmezler. Biz de onları tuğyan (taşkınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız)."

A- "Biz onların kalblerini (efide) ve gözlerini (ebsar) tersine çeviririz (taklib ederiz) de onlar evvelce iman etmedikleri gibi yine iman etmezler."

Belki onların kalblerini tersine çeviririz ve artık onlar hakkı idrâk edemezler ve gözlerini de tersine çeviririz de artık hakkı göremezler ve evvelce olduğu gibi mucizeler kendilerine geldiğinde yine inkâr ederler.

Fakat bu, onlar kalblerini ve gözlerini hakka çevirdikleri ve buna istidatları olduğu halde kalblerini ve gözlerini haktan çeviririz, demek değildir. Aksine onlar, hakkı kabulden imtina ettikleri ve ondan tamamen yüz çevirdikleri için buna maruz kalırlar.

İşte bundan dolayıdır ki bu âyet, onların iman etmeyeceklerini bildiren kelâmdan sonra zikredilmiştir. Bunun sonra zikredilmesi, "Onların asıl hallerinin küfür olduğunu, inkârlarının Allah katından gelen bir cebir ve zorlamadan kaynaklanmadığını bildirmek içindir."

B- "Biz de onları tuğyan."

Bu cümle onların kalb ve gözlerinin tersine çevrilmesinin gerçek manasını açıklar. Yukarıda da işaret edildiği gibi, onların kalb ve gözlerinin taklibi, hakka yönelmeye kabiliyetli oldukları halde, onların duygularının Allah tarafından cebren haktan çevrilmesi anlamında değil;

- fakat kötü istidatlı ve haktan aşırı nefret eder oldukları için Allahü teâlâ'nın da onları kendi halleriyle başbaşa bırakması,

- lütf-i ilâhînin onlara asla tesir etmemesi,

- istidatları gereği kalblerinin mühürlenmesi,

- mü'mınlerin hidayete erdirildiği gibi onların hidayete erdirilmemesi ve azgınlıkları içinde şaşkın halde bırakılması anlamındadır.

111

"Eğer Biz, onlara melekleri indirseydik ve ölüler onlarla konuşsaydı ve her şeyi kefil olarak toplayıp karşılarına getirseydik yine de iman etmezlerdi. Allah'ın dilemesi müstesna. Fakat onların çoğu bilmezler."

A- "Eğer Biz, onlara melekleri indirseydik ve ölüler onlarla konuşsaydı ve her şeyi kefil olarak toplayıp karşılarına getirseydik yine de iman etmezlerdi."

Bundan önce mucizelerin Allahü teâlâ'nın hükmünde ve üstün hikmetlere dayanan tasarrufunda olduğu, hiç kimsenin hiçbir şekilde onlarda müdahalesi bulunmadığı açıklanmıştı. Şimdi burada 109. âyette işaret edilen hakikat tam bir sarahatle anlatılıyor ve onların şarta muallak iman va'dlerinın doğru olmadığı en mükemmel şekilde ortaya konuyor.

Eğer, Biz onların,

" Üzerimize melekler indirilseydi ya!" ve" Bize melekleri getirsene!" gibi sözlerine uyarak onlara melekleri indirseydik ve " Haydi atalarımızı getirin; eğer doğru sözlülerseniz..." dedikleri gibi onların atalarını diriltseydik ve ölüler onlarla konuşup bu imanın haklılığına şahadet etselerdi; her şeyi toplayıp Peygamber'in dâvasının doğruluğuna kefil olarak önlerine koysaydık onlar, isyanda ısrarlı ve azgınlıkta çok aşırı oldukları için yine de iman etmeyeceklerdi. Onların küfrüne terettüb eden hüküm işte budur:

"Biz de onları tuğyan (taşkınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız.)"

B- "Allah'ın dilemesi müstesna."

Hulâsa,  imanı gerektiren bütün unsurlar toplandıktan sonra da onlar her hâl ü kârda iman etmezler; ancak Allahü teâlâ'nın dilemesi hali müstesna...

Bu istisnadan maksat, Allahü teâlâ her an dileyebilir; binaen aleyh onlarda her an iman edebilirler demek değildir. Aksine, Allahü teâlâ'nın dilemesi imkânsız olduğuna göre onların imanı da imkânsızdır, demektir. Nitekim,

"Biz, onların kalblerini ve gözlerini (tersine) çeviririz (taklib ederiz) de onlar evvelce iman etmedikleri gibi yine iman etmezler." mealindeki âyet de buna delildir.

C- "Fakat onların çoğu bilmezler."

Yani Müslümanların çoğu, o kâfirlerin istediği mucizeler gelse bile iman etmeyeceklerini bilmezler. Çünkü Allah'ın onların imanlarını dilemediğini bilmezler. Bundan dolayı Müslümanlar, onların imanlarını umarak mucizelerin gelmesini temenni ediyorlar.

Bu manaya göre, bu cümle,

" O istedikleri âyetler gelse de iman etmeyeceklerini siz nereden bileceksiniz?" mealindeki âyetin izahı mahiyetindedir.

Yahut müşriklerin çoğu, istedikleri mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini bilmezler. Çünkü Allahü teâlâ'nın o zaman da imanlarını dilemediğini bilmezler. İşte bundan dolayı da olmayacak bir şey için en ağır yeminleriyle yemin ediyorlar.

112

"İşte böylece Biz, her Peygambere (Nebîye) insanları ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler vahyederler. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak."

A- "İşte böylece Biz, her Peygambere (Nebîye) insanları ve cin şeytanlarını düşman kıldık."

Bu âyet Resûlüllah'ı Kureyş kâfirlerinden gördüğü düşmanlık ve söyledikleri kötü söz ve hareketlerden dolayı teselli eder. Şöyle ki:

"- Resûlüm! Bu sıkıntılar, sana mahsus değildir; senden önceki bütün Peygamberler de bu sıkıntılara maruz kalmışlardır. Onların da:

- sana şiddetle karşı çıkan,

- zarar veren,

- inanmayan,

- senin başına gaileler açmak isteyen ve seni başarısızlığa uğratmak için planlar yapan düşmanların gibi düşmanları vardı. Senin düşmanlarının sana yaptıklarını, onların düşmanları da onlara yapıyorlardı. O Peygamberlerin başlarına gelenler seninkinden az değildi.

Bu âyet, kâfirlerin Peygamberlere olan adavetinin, Allahü teâlâ'nın yaratmasıyla olduğuna delildir. Bundan amaç imtihandır.

İnsan ve cin şeytanlarından murat, bu iki fırkanın en inatçı azgınlarıdır.

B- "Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler vahyederler."

Bu cümle,

- onların düşmanlığını ve yapılan benzetmenin vechini,

- şeytanların halini,

- düşmanın sıfatını

beyan eder.

Vahy kelimesi, kalbe sür'atli bir şekilde söz veya işaret ilka etmek, yerleştirmek demektir.

Yani cin şeytanları, insan şeytanlarına yahut her iki fırka birbirine vesvese ilka ediyorlar.

Zuhruf; yaldızlı söz, görünüşü süslü, içyüzü ise bâtıl (geçersiz) söz demektir.

C- "Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak!"

Bu cümle ile yine Peygamber ile kavmi arasında cereyan eden hâdiselerin beyanına dönülüyor.

"- Resûlüm, eğer Rabbin bu kabil şeylerin olmamasını dileseydi, onlar sana bu düşmanlığı yapamazlar ve birbirlerine senin hakkında bâtıl sözler fısıldayamazlardı.

Bazılarının dediği gibi, "Rabbin onların imanını dileseydi..." demek değildir.

Burada bahse konu yaldızlı sözler, bazılarının dediği gibi, hem Peygamber hem de diğer Peygamberler hakkıda söylenen güzel sözler değildir. Burada özellikle Peygamberimiz hakkında söylenen bir takım saçma sözler kasdedilmektedir. "Fezer hüm vema yefterûn Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak!" cümlesi de bunları söyleyenlerin Peygamber'in çağdaşı kâfirler olduğunu açıkça belirtmektir. Demek istenen şudur:

"- Resûlüm, onların sana yaptıkları düşmanlıklar ve çeşitli fesadlıklar Allah'ın iradesiyle olduğuna göre artık onları iftiraları veya çeşitli şer planları ile başbaşa bırak. Çünkü bunlarda onlar için ağır cezalar ve senin için mükâfatlar vardır. Çünkü Allah'ın iradesi sonsuz hikmetler içerir."

113

"Ahirete iman etmeyenlerin kalbleri o sözlere kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri günahları işlemeye devam etsinler diye bunu yaparlar."

Bu âyette görüldüğü gibi onların âhiret hayâtına inanmadıkları açıkça ifâde edilmiştir. Ancak onlar sadece âhireti değil bunun dışında kalan ve inanılması gereken diğer şeyleri de inkar ediyorlardı.

Âhiret lezzetleri bu dünyada sevimsiz şeylerle kuşatılmıştır ve âhiretin acıları da bu dünyada câzib şeylerle süslenmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, âhirete ve onun ahvâline iman etmeyenler, o sevimsiz şeylerin ötesinde lezzetler ve o cazib şeylerin ötesinde de acılar olduğunu bilmezler. Onlar bu dünyada her şeyin ancak dış görünüşüne bakarlar. Bu yüzden de onlar, bu yaldızlı sözlerin ve süslü bâtılların dahil olduğu şehvetleri severler.

Ahirete iman edenler ise, gerçek duruma vâkıf oldukları ve işlerin akıbetine baktıkları için, o yaldızlı şeylere meyletmekten sakınırlar. Çünkü mü'mınler, onların bâtıl ve akıbetlerinin vahim olduğunu bilirler.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm makamdan anlaşılan mahzûf bir fiilin illetidir. Yani işte bundan dolayıdır ki Biz, âyette geçen o şeyleri yaptık.

Mutezile (kul, kendi fiilinin yaratıcısıdır, dedikleri için "İşte bundan dolayı Biz, âyette geçen o şeyleri yaptık" tefsirini kabul etmeyip), " kansın, meyletsin, dinlesin, kulak versin" fiilinin başındaki "lâm" harfinin, akıbet veya yemin veya emir için olduğunu söylerler.

114

"Hakem olarak Allah'tan başkasını mı arayacağım? Kitab'ı ayrıntılı biçimde (mufassalan) size indiren O'dur. Kendilerine Kitab verdiklerimiz de pek alâ bilirler ki o, hakla Rabbinden indirilmiştir. Artık sakın şüpheye düşenlerden olma."

A- "Hakem olarak Allah'tan başkasını mı arayacağım?"

Resûlüm de ki:

"- Ben şeytanların yaldızlı sözlerine uyub da, Allahü teâlâ'dan başka, aramızda hükmedecek ve hakkı bâtıldan ayıracak bir hakem mi arayacağım?"

Bir görüşe göre, Kureyş müşrikleri, Resûlüllah'a dediler ki:

Yahudi hahamlarından veya Hıristiyan papazlarından birini aramızda hakem tayin et de, senin Kitabında neler olduğunu bize anlatsın."

İste bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

" Onlar (Ehl-i Kitab) Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" âyetinde bâtılı aramak fiili, müşriklere isnad edildiği halde, burada Peygamberimiz’e isnad edilmesi, insaf göstermek yahut onların sözlerini gözetmek içindir. Zira onlar:

"- Aramızda bir hakem tayin et!" demişlerdi.

İslam âlimleri derler ki; hakem, hâkimden daha anlamlı ve daha derindir. Çünkü hakem, ancak tekrar tekrar hükmetmiş ve âdil olan hükmedene denir; hâkim ise böyle değildir.

B- "Kitab'ı ayrıntılı biçimde (mufassalan) size indiren O'dur."

"- Allahü teâlâ'dan başka bir hakem mi arayacağım? Oysa siz ümmî bir toplum iken, yapmanız ve yapmamanız gereken şeyleri bilmeniz için size bu Kitab'ı indiren O'dur."

Burada el-Kitab, Kur’ân anlamında kullanılmıştır. Çünkü hakkı ve doğruyu ifâde eden Kur’ân, bu ad, yalnız kendisi için kullanılmaya en lâyık olandır.

Kur’ân'ın mufassal Kitab olması,

- hakkı ve bâtılı,

- helâli ve haramı,

-din işlerine ilişkin diğer hükümleri karışıldığa ve belirsizliğe yer vermeden açıklamış olması demektir.

Şu halde Kur’ân'dan sonra hakeme ne ihtiyaç var? İşte bu beyan, Kur’ân-ı Kerim'in din işlerinde yeterli olup başka bir şeye ihtiyaç bırakmadığını sarahatle belirtmiş olur. Kur’ân'ın icazı da buna engel değildir.

C- "Kendilerine Kitab verdiklerimiz de pek alâ bilirler ki o, hakla Rabbinden indirilmiştir."

Bu kelâm, hakemlik işinin bağlandığı Kur’ân'ın hak ve gerçek olduğunu tesbit ve onun Allahü teâlâ katından indirilmiş bulunduğunu izah eder. Şöyle ki:

O kâfirlerin, hakemliklerine razı oldukları Yahudi hahamları ve Hıristiyan, papazları da bu Kitab'ın hak ve Allah’ın katından indirilmiş olduğunu elbette biliyorlardı.

Tevrat ile İncil'in de kitab olarak vasıflandırılması Kur’ân'ıle aralarındaki benzerliğe işaret eder. Bu benzerlik iki ortak özellikten ileri gelir:

1- Bu kitablar haktır,

2 - Bu kitablar Allah katından indirilmiştir. Bu ifâdede icaz vardır.

Yahudi ve Hıristiyanların, "vellezîne âteyna hümü'l-kitabe/ kendilerine Kitab verdiklerimiz" olarak zikredilmesi, onların Kur’ân'ı kendi Kitablarından saydıklarını bildirmek içindir.

Nitekim onlar, Kur’ân'ı,

- kendi Kitablarında vasıflandırıldığı gibi buldular;

- temel hükümlerle (usûl) değişmeyen fer'î hükümlerde ona muvafık gördüler;

- vahiyden başka yollarla bilinmesine imkân bulunmayan birtakım şeyleri haber verdiğini tesbit ettiler.

Burada kendilerine Kitab verilenlerden murat,

- ya Yahudilerin ve Hıristiyanların âlimleridir ki zahir olan da budur; buna göre, onlara Kitab verilmesi, bilfiil onlara anlatılmasıdır;

- ya da bütün Yahudi ve Hıristiyanlardır ve âlimleri de, öncelikle buna dahildir; buna göre ise, onlara Kitab verilmesi, bilfiil anlatmanın yanı sıra bilkuvve anlatmayı da kapsar. Ve hiç şüphesiz hepsi bu imkâna sahiptir.

Diğer bir görüşe göre ise, kendilerine Kitab verilenlerden murat, Ehl-ı Kitab'tan iman edenlerdir.

Ç- "Artık sakın şüpheye düşenlerden olma."

Bu cümleyle ilgili olarak değişik tevcihler yapılabilir. Şöyle ki

1.Resûlüm, onlarda buna dair bilgi eseri ve tanıma görmedin diye onların bunu bildikleri hususunda şüpheye düşme!

2.Kur’ân'ın Allahü teâlâ katından hak olarak indirildiği hususunda sakın şüpheye düşme!

Bu tefsire göre bu emir, Peygamberimiz in heyacanına heyecan katmak ve onun mücadele ateşini alevlendirmek içindir. Tıpkı,

" Sakın, müşriklerden olma!" âyeti gibi.

Bir diğer görüşe göre ise, bu emir, zahiren Peygamberimiz hakikatte ümmeti içindir.

Bir başka görüşe göre ise, bu emir, herkes içindir. Yani bu konudaki deliller, kuvvet ve açıklık kazanmıştır. Artık hiç kimsenin şüphe etmemesi lazımdır.

115

"Rabb'inin kelimesi sıdk ve adaletçe tamamlanmıştır. O'nun kelimelerini değiştirecek (hiçbir güç) yoktur. O, her şeyi kemâliyle işiten (e's-Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm)dir."

A- "Rabb'inin kelimesi sıdk ve adaletçe tamamlanmıştır."

Bundan önce Kur’ân'ın,

- Allahü teâlâ katından hak olarak indirildiği,

- bunun Ehl-i Kitab bilgisiyle de tesbit edildiği,

- Allahü teâlâ'ya izafeti cihetiyle onun mükemmel bir Kitab olduğu beyan edilmişti. Şimdi burada da Kur’ân'ın, zâtı (kendisi) itibariyle de mükemmel olduğu ifâde ediliyor.

Bu cümlede " Rabbinin kelimesi" nden murad Kur’ân-ı Kerîm'dir. Kur’ân, kelime olarak ifâde edilmiştir. Çünkü doğruluk ve adaletle asıl vasıflandırılan kelimedir ve hikmetlerin sonuçları kelimelerle ifâde edilir.

B- "O'nun kelimelerini değiştirecek (hiçbir güç) yoktur."

Kur’ân-ı Kerim,

- ihbar ve va'dlerin doğruluğunda, kararlarla hükümlerin adaletinde en son noktaya ulaşmıştır. Kur’ân'dan daha kadar ve daha adaletlisi veya onu misli ile değiştirecek hiç kimse yoktur. Şu halde Allahü teâlâ'dan başkasının hükmünü aramak nasıl düşünülebilir?

C- "O, her şeyi kemâliyle işiten (e's-Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm)dir."

Cenab-ı Allah, her şeyi işiten ve her şeyi de bilendir. Binaenaleyh hakem tayini isteyenlerin sözleri, zahirî ve bâtınî (gizli) halleri O'nun işittiklerine ve bildiklerine dahildir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu cümle, Tevrat tahrif edildiği gibi, hiç kimse Kur’ân'ı tahrif edemez, demektir.

Bu görüşe göre bu ayni zamanda Allahü teâlâ'nın Kur’ân'ı koruyacağına dair bir teminattır. Tıpkı, " Kur’ân'ı şüphesiz Biz indirdik ve hiç şüphesiz onu koruyacak yine Biziz." âyeti gibi.

Yahut Kur’ân'dan sonra onu neshedecek (hükmünü ortadan kaldıracak) bir Kitab ve Peygamber yoktur demektir.

116

"Yeryüzündeki insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar (ittiba ederler) ve ancak yalan söylerler."

Bundan önce;

- hakemliğin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu;

- çünkü hak ile batılı birbirinden ayıran kâmil Kitab'ın O'nun tarafından indirildiği;

- o Kitabın kelimelerinin tamamiyle doğru,

- ve hükümlerinin son derece âdil olduğu;

- onu değiştirecek hiçbir güç veya kimse (mübeddil) bulunmadığı;

- Allahü teâlâ'nın, işitilebilenlerin hepsini işittiği ve bilinebilenlerin hepsini bildiği;

- hakemliğin de O'na mahsus olduğu belirtilmişti. Şimdi burada da kâfirlerin,

- o kemâlâtin zıtları ile muttasıf bulundukları;

- o zıtların da, dalâlet, idlâl, cehalet ve Allahü teâlâ'ya karşı yalan uydurmak ve fâsid zanna uymak gibi nakısalar olduğu belirtiliyor. Bundan amaç, o kâfirlerin hallerinin iddialarına tamamen ters düştüğünü ortaya koymak, insanları onlara meyletmekten ve fikirleri ile amel etmekten sakındırmaktır.

"yeryüzündekiler" den murat, bütün insanlardır ve onların "çoğu"ndan murat da kâfirlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, yeryüzünden murat Mekke; insanların çoğundan murat da Mekke sakinlerinin ekseriyetidir.

Burada demek istenen şudur:

"- Resûlüm, sen onlara uyup da onlardan bir hakem tayin edecek olursan onlar, seni Allah'a giden yol (sebîli-llâh)dan, O'nun kulları için teşri buyurduğu kurallardan saptırırlar. Onlar, ancak zanna uyarlar. Bu, onların atalarının hak üzere olduklarını sanmalarından ve kendilerinin de onları izlemelerindendir."

Zandan murat, onların cehaletleri ve bâtıl fikirleridir. Buna göre zan, ilmin karşıtıdır.

Hulâsa,  onlar, din işlerinde ancak zanna uyarlar ve şüphesiz zan, hakikat karşısında bir şey ifâde etmez. İşte bundan dolayıdır ki onlar, apaçık bir dalâleti sürdürürler. Başkasını irşada kalkışan sapkın, onu da saptırmış olur. Böylece onlar, kendileri dalâlette oldukları gibi başkalarını da dalâlete düşürürler.

Ve onlar, ancak yalan söylerler.

- Allah'a oğullar ve kızlar izafe etmelerinde,

- Putlara ibadeti Allah'a yaklaşma vesilesi yapmalarında,

- Ölü hayvan etini helâl saymalarında,

- Bahire (izahı Mâide: 103. Âyetin tefsirinde geçti.) ve benzeri hayvanlardan faydalanmayı yas aklamaların da Allahü teâlâ adına yalan söyledikleri apaçık ortadadır.

Onlar, hak üzerinde olduklarını sanıyorlar. Ancak hak nerede, onlar nerede? Hak, Ayyuk (Kızıl Yıldız) kadar onlardan uzaktır.

117

"Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidayete erenleri (mühtedini) de en iyi bilendir."

Bu her iki fırkayı da en iyi bilen Allahü teâlâ'dır. O halde sen, birinci fırkadan (yoldan sapmışlardan) olmaktan şiddetle sakın.

"sapan, dalâlete düşen kimse", kelimesi bir kırâete göre "saptıran kimse" da olarak okunmuştur. Bu takdirde anlam şöyle olur:

"Allahü teâlâ, insanları saptıranı en iyi bilendir."

Böylece bu cümle, kâfirlere uymaktan sakınmayı tekid etmiş olur.

Bu cümlenin "Senin Rabbin, kimi saptıracağını en iyi bilendir. Yahut senin Rabbin, yolundan saptırandan daha iyi bilendir" şeklinde anlaşılması siyak ve sibak bakımından mümkün değildir.

İlimdeki üstünlük veya daha iyi bilmek,

- bilginin çokluğu ile,

- bilgi konularını etraflıca, bütün yönleri bilmekle,

- bilgiye bilvasıta değil, bilâvasıta sahib olmakla mümkündür.

118

"Üzerine Allah'ın adı (anılarak kesilen hayvanların etinden) yeyin; eğer O'nun âyetlerine iman ediyorsanız..."

Bu emir, saptıranlara ve ezcümle haramı helâl ve helâli de haram sayanlara uyma nehyine terettüb eder.

O kâfirler diyorlardı ki:

"- Mademki siz Allah'a ibadet ediyorsunuz. O halde Allah'ın öldürdüğü hayvanların etlerini yemeniz, sizin öldürdüğünüz hayvanların etlerini yemenizden evlâdır."

Bu sebeble inen bu âyette:

" Siz ey Müslümanlar yalnız, kesilirken üzerine Allah adının anıldığı hayvanların etlerinden yeyin; Allah adı ile beraber başkasının adının da anıldığı, veya yalnız başkasının adının anıldığı, ya da kendiliğinden ölen hayvanların etinden yemeyin." buyrulur. Eğer siz Allah'ın âyetlerine ve ezcümle bu konuda nazil olan âyetlere iman ediyorsanız, bu ilâhî emri uygulayın. Çünkü iman, Allahü teâlâ'nın helâl kıldıklarını helâl saymayı ve haram kıldıklarından da sakınmayı gerektirir.

119

"Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılarak (kesilen hayvanların etinden) yemiyorsunuz? Oysa Allah, ıztırar halinde yemek zorunda kaldıklarınız müstesna haram kıldıklarını size açıklamıştır. Birçokları bilgisizce hevâ (arzu)larına uyarak insanları idlâl ediyorlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir."

A- "Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılarak (kesilen hayvanların etinden) yemiyorsunuz?"

Bu ilâhî kelâm, kesilirken üzerine yalnız Allah'ın adının anıldığı bahire, sâibe vs. gibi hayvanların etini yemekten sakınmayı gerektiren her hangi bir sebep olmadığını açıklar.

B- "Oysa Allah, ıztırar halinde yemek zorunda kaldıklarınız müstesna haram kıldıklarını size açıklamıştır."

Bu kelâm da, mâkablindeki inkâr ve reddi tekıd eder. Bu da, " Allah yolunda ne diye savaşmayalım? Biz hem yurdlarımızdan çıkarıldık hem de oğullarımızdan ayrı düşürüldük." âyeti kabilindendir.

Kesilirken üzerine yalnız Allah'ın adının anıldığı hayvanların etinden yememeniz için nasıl bir sebeb olabilir?

Yahut hangi amaç sizi buna sevketmekte ve bu eti yemekten men etmektedir?

Oysa Allahü teâlâ, çaresizlik veya ıztırar halinde yemek zorunda kaldığınız şeyler dışında - ki o zaman bu şeyler de helâldir- neleri haram kıldığını size açıklamıştır. Nitekim,

" (Resûlüm) de ki:

"- Bana vahyolunanlar içinde ölü hayvan eti, akıtılmış kan (dem-i mesfûh), domuz eti (lahm-i hınzîr)- ki pistir- ve fısk olarak Allah'tan başkası adına kesilenden maada, yiyecek kimse (tâlim) için yenmesi haram kılınmış bir şey bulamıyorum." buyurulur.

Şu halde bunların dışında kalanlar, helâldir. Yoksa anılan açıklamadan murat, " Size ölü hayvan eti, kan, domuz eti... haram kılındı." âyetini hatırlatmak değildir. Çünkü bu âyet Medine'de nazil olmuştur. Mevcut tilavet sırasına göre birinci âyetin bu âyetten sonra olması ise, nüzul sırasına göre de sonra olmasını gerektirmez.

C- "Birçokları bilgisizce hevâ (arzu)larına uyarak insanları idlâl ediyorlar."

Amr b. Luheyy ve benzerleri gibi kâfirlerin birçokları, helâli haram, haramı da helâl saymak suretiyle, şeriata ve vahye dayanmadan, keyfî arzuları ve bâtıl istekleri yönünde insanları gerçekten saptırıyorlar.

Ç- "Şüphesiz Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir."

Resûlüm! Şüphesiz Rabbin Allahü teâlâ, hak sınırlarını asıp bâtıla geçenleri ve helâli aşıp harama düşenleri en iyi bilendir.

120

"Günahın açığını da, gizlisini de bırakın. Çünkü günah işleyenler yaptıklarının karşılığını mutlaka çekeceklerdir."

A- "Günahın açığını da, gizlisini de bırakın."

Açıkça veya gizlice işlediğiniz ya da organlarınızla bilfiil yaptığınız veya kalben tasarladığınız günahları terk edin.

Bu, bir görüşe göre dükkânlarda yapılan (alenî) zinayı da, gizli dostlar edinilerek yapılan zinayı da bırakın, demektir.

B- "Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının karşılığını mutlaka çekeceklerdir."

Günahları ister açık, ister gizli işleyenler, her ne olursa olsun, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir. Şu halde her çeşit günahtan şiddetle kaçınmak lazımdır.

Dükkânlarda yapılan zinadan maksad, alenî fuhuştur. Câhiliye dönemimde aleni fuhuş yapan kadınlar vardı. Bunların fuhuş yaptıkları evlerin kapılarında asılı bayraklar bulunurdu. Dost edinmekten maksad da gizli zinadır. O devirde de aleni fuhuş ayıp sayılırdı. Fakat gizli dost edinmek suretiyle zina etmek ayıp telâkki edilmezdi. İslâmiver her çeşit zinaya son verdi.

121

"Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmamış hayvanların etinden yemeyin. Çünkü o, kesinlikle fısk (hak yoldan çıkma)dır. Şu da muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka fısıldarlar (vahyederler). Eğer onlara uyarsanız, hiç şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz."

A- "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmamış hayvanların etinden yemeyin. Çünkü o, kesinlikle fısk (yoldan çıkma)dır."

Bu âyetin zahirine göre, gerek kas den terkedilmiş, gerek unutulmuş olsun, kesilirken Allah'ın adı zikredilmemiş hayvanın eti haram kılınmıştır.

İmam Davud el-Zahirî'nin görüşü de budur.

İmam Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğu rivâyet edilmiştir.

İmam Mâlik ile İmam Şafiî ise, aksi görüştedirler. Zira Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Müslümanın kestiği hayvanın eti helâldir; velevki kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmasın."

İmam Ebû Hanîfe ise, kesim sırasında kas den Besmelenin terki ile unutulması arasında önemli bir fark olduğu kanaatindedir.

Ona göre, kesilirken üzerine kasden besmele çekilmeyen hayvanın, kendiliğinden ölen veya Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvandan farkı yoktur. Çünkü "fısk, kesilirken üzerine Allah'tan başkasının adının anıldığı hayvan ya da o hayvanın etini yemektir."

B- "Şu da muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka fısıldarlar."

Burada şeytanlardan murad, İblis ile askerleridir. Buna göre, şeytanların, dostlarına vahyetmeleri, müşriklere vesvese vermeleridir.

Diğer bir görüşe göre ise, şeytanlardan murad, mecûsîlerin azgınlarıdır. Buna göre de, şeytanların, dostlarına vahyetmeleri, onların Kureyş'e,

"Muhammed ve adamları, Allah'ın emrine uyduklarını iddia ediyorlar; sonra da kendi öldürdükleri hayvanın helâl, Allah'ın öldürdüğü hayvanın ise haram olduğunu iddia ediyorlar" diye yazı yazmalarıdır.

İşte âyette zikredilen şeytanların mücadelesi, şeytanî vesveseler, yahut mecûsîlerin bâtıl iddialarıdır.

Mecûsîlerden nakledilen iddia da, İmam Ebû Ilanife'nin kabulünü destekler niteliktedir.

C- "Eğer onlara uyarsanız, hiç şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz."

Eğer siz de, haramı helâl saymak konusunda o kâfirlere uyarsanız ve bâtıl iddialarında onları desteklerseniz, hiç şüphesiz siz de müşriklerden olursunuz. Çünkü Allahü teâlâ'ya itaati terk ile başkasına itaat eden ve onun dinine uyan kimse, zorunlu olarak, Allahü teâlâ'ya ortak koşmuş, hattâ onu Allah'a tercih etmiş olur.

122

"Bir ölü iken kendisine hayât bahşettiğimiz ve insanlar içinde onunla yürüsün diye bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalan ve ondan hiç çıkamayan kimse gibi mi olur? İşte kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir."

A- "Bir ölü iken kendisine hayât bahşettiğimiz ve insanlar içinde onunla yürüsün diye bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalan ve ondan hiç çıkamayan kimse gibi mi olur?"

Müslümanlar, müşriklere itaat etmekten sakındırıldıktan sonra şimdi burada onlardan nefret etmeleri için bir misâl veriliyor. Müslümanlar, ilâhî vahyin nurları ile aydınlanmışlardır. Müşrikler ise, küfür ve azgınlık karanlıklarında bocalamaktadırlar. Şu halde Müslümanların, müşriklere itaat etmesi, nasıl tasavvur olunabilir?

Görüldüğü üzere âyette, dalâlette olup ondan ayrılamayan kimse, karanlıklar içinde bocalayan kimseye benzetilmiş ve Allahü teâlâ'nın İslâm fıtratı üzere yaratıp apaçık delillerle hak yoluna hidayet buyurduğu ve o hak yolda dilediği gibi hareket imkânını verdiği kimse, cansız iken kendisine hayât verilen kimseye benzetilmiştir.

B- "İşte kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir."

Şeytanî vesveselere uyan, onlara fısıldanan yaldızlı sözlere kanan kâfirlere, işledikleri küfür ve günahlar,

- ya şeytanların fısıldamaları sırasında Allahü teâlâ tarafından,

- ya da yaldızlı sözler ve yanıltma yoluyla şeytanlar tarafından tezyin edilmiş, hoş gösterilmiştir. Çünkü eğer bunlar kendilerine süslü gösterilmemiş olsaydı, bunda ısrar etmezler ve hakka karşı onlarla mücadele vermezlerdi.

Bir görüşe göre bu âyet, Hamza ile Ebû Cehil hakkında,

bir diğer görüşe göre de, Ömer veya Ammar (radıyallahü anhüm) ile Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur.

123

"Ve böylece Biz, her karyenin (kasaba veya şehrin) ileri gelenleri (ekâbiri)ni mücrimler kıldık ki orada hile (mekr)ler yapsınlar.

Onlar ancak kendilerini aldatırlar, fakat farkında olmazlar."

A- "Ve böylece Biz, her karyenin (kasaba veya şehrin) ileri gelenleri (ekâbiri)ni mücrimler kıldık ki orada hile (mekr)ler yapsınlar."

Biz, Mekke'de, bozgunculuk çıkarmaları için mücrimleri ileri gelenlerden yaptığımız gibi, diğer yerlerde de, ileri gelenlerden mücrimler yaptık.

Bu kelâm, Resûlüllah için bir tesellidir.

B- "Onlar ancak kendilerini aldatırlar, fakat farkında olmazlar."

Bu cümle, Resûlüllah için mükâfat, kâfirler için ceza va'didir. Onların yaptıkları hile ve desiselerin kötü sonuçları yalnız kendilerine aittir. Ancak onlar, bu gerçeğin asla farkında değillerdir. Hatta onlar, başkalarını hileleriyle aldattıklarını zannederler.

124

"Onlara bir âyet geldiğinde:

"- Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz" dediler.

Allah, risaletini vereceği yeri en iyi bilendir. Mücrimler, yaptıkları hilelere karşılık Allah katından aşağılayıcı ve şedîd bir azaba maruz kalacaklardır."

A- "Onlara bir âyet geldiğinde:

"- Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz." dediler.

Allah, risaletini vereceği yeri en iyi bilendir."

Bu kelâmda yine Mekke mücrimlerinin hali açıklanıyor. Çünkü bu büyük hata, yalnız onlardan sâdır olmuştur.

O, Mekke kâfirlerine Resûlüllah vasıtasıyla bir âyet geldiğinde onlar:

"- Allahü teâlâ'nın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz" dediler.

İbn Abbâs diyor ki:

"- O kâfirler, bize de vahiy gelmedikçe ve Cebrâîl , bize Muhammed'in dâvasında sâdık olduğunu haber vermedikçe, asla iman etmeyiz" dediler, demektir. Nitekim onlar şunu da söylemişlerdi:

"... veya kefil olarak Allah'ı ve melekleri getirmelisin."

Bu tefsirin bir benzeri de Hasen-ı Basrî'den rivâyet edilmiştir.

Abdü'l-Menaf, Hazret-i Muhammed'in dördüncü dereceden dedesidir. Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) neseb zincirinde Abdullah'tan Adnan'a kadar tam yirmi bir atanın ismi geçer. Şöyle ki: Adnan, Maad, Nizar, Mudar, İlyas, Müdrike, Huzeyme, Kinane, Nadr, Mâlik, Fihr, Galib, Luey, Kâ'b, Murre, Kilâb, Kusayy, Abdü'l-Menaf, Hâşim, Abdü'l-Muttalib, Abdullah.

Burada görüldüğü gibi Peygamberlere verilenin kedilerine de verilmesi şartına bağlanan vakıa, Mekke kâfirlerinin, Resûlüllah'a ve ona indirilmiş olan âyetlere gerçekten iman etmeleridir.

Onların isteklerinin manası şudur:

Cebrâîl bir elçi gibi bizzat ve gözle görülür şekilde bize gelip bunu bildirmedikçe, bu âyetlerin Allahü teâlâ katından Resulüne indirildiğine iman etmeyeceğiz.

Onların bu teklifini reddeden kelâmın manası da şudur:

Allahü teâlâ, herhangi bir iş için kendisine Cebrâîl’ini gönderilmesine lâyık olanı en iyi bilendir. Bu ifâdeyle Allahü teâlâ, onların bu teşrife layık olmaktan uzak olduklarını vurgulamış oluyor.

Mukatil diyor ki:

Bu âyet, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Ebû Cehil diyordu ki:

"- Biz, şerefte Abdimenaf Oğulları ile yarıştık. Nihayet biz ve onlar, atbaşı giden iki yarış atı gibi beraber olunca; onlar:

"- Bizde, kendisine vahiy gelen bir peygamber var." dediler.

Biz de:

"- Ona vahiy geldiği gibi bize de vahiy gelmedikçe, biz hiçbir zaman onun Peygamberliğine razı olmayacağız ve ona uymayacağız!" dedik.

Dahhâk diyor ki:

"- Kureyş'in her ferdi, elçilik ve vahyin kendine tahsisini istiyordu.

"Kadar, onlardan her biri, kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." âyeti de bunu ifâde eder.

Ancak bu iki görüşün ikisi de söz konusu redde münasip ise de, Peygamberlere verilenin kendilerine de verilmesi şartına bağlanmış olan imandan, murad, Peygamberimiz’in risaletinin insanlardan ancak bir kısmı tarafından tasdiki olmak gerekir. Bütün insanlar tarafından değil.

Ve o mel'ûnun,

"- Ona gelen vahiy gibi bize de gelmedilçe..." sözündeki esas amaç, ona uymamak değil, fakat razı olmamaktır. Zira onlara vahiy gelse de, gelmese cie, ona uymayacakları daha önce belirtilmişti. Buna göre mana şöyledir:

"Allah'ın Peygamberlerine verildiği gibi bize de vahiy ve nübüvvet verilmedikçe, biz onun Peygamberliğine asla inanmayacağız!"

Velid b. Muğire'nin, Reslûllah'a:

"- Eğer nübüvvet hak olsaydı, elbette senden önce o benim hakkım idi; çünkü ben yaşça senden daha büyüğüm, malca ve oğulca da senden fazlayım." dediği ve bunun üzerine bu âyet-i kerimenin nazil olduğu söylenmekte ise de bu rivâyetin Mekke kâfirlerinin reddedilen kelâmı ile hiç ilgisi yoktur.

Ancak eğer mezkûr şarta bağlı imandan murad, âyetlerin Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olduğuna iman değil de, sadece doğru birer vahiy olduklarına iman ise, bu takdirde onların reddedilen sözleriyle bir ilgisi olduğu söylenebilir. Bu takdirde âyetin manası şöyle olur:

Resûlüllah'a nazil olan bir âyet, onlara gelince:

"- Ona değil, bize nazil olmadıkça, biz, onun Allah katından inmiş olduğuna asla inanmayız; çünkü ona hak kazanmış olan o değil elbette biziz; derler."

Zira Velıd b. Muğire'nin, "Eğer peygamberlik hak olsaydı..." sözünün hulâsası şudur:

"- Eğer senin iddia ettiğin nübüvvet hak olsaydı, Peygamber sen değil, ben olurdum. Böyle olmadığına göre bu Peygamberlik hak değildir."

Velid b. Muğire'nin, nübüvvetin hak olduğuna iman etmesini, kendisinin Peygamber olması şartına bağlaması elbette akıl işi değildi. Çünkü nübüvvet, çok sayıda mal ve evlâd ve diğer imkânlar sebebiyle erişilecek bir makam değildir. O makamı, Allahü teâlâ ancak hâs kullarından dilediğine tahsis eder.

B- "Mücrimler yaptıkları hilelere karşılık Allah katından aşağılayıcı ve şedîd bir azaba maruz kalacaklardır."

Bundan önce o kâfirlerin, umduklarından yoksun kalacakları bildirilmişti. Şimdi burada da onların çeşitli serlerle karşılaşacakları belirtiliyor.

Onların karşılaşacakları kötü sonuçlar, işledikleri serler ve cürümler sebebiyledir. Onlara temenni ettikleri, Peygamberlik izzeti ve şerefi yerine, sürekli hileleri sebebiyle kıyamet gününde veya Allah katında zillet ve hakaretle, şiddetli bir azab vardır.

O kâfirlerin işledikleri cürümlerin en büyüğü yaptıkları hileler olduğundan burada sarahatle o belirtilmiştir.

125

"Allah, kimi hidayete erdirmek dilerse onun sadrını (göğsünü, kalbini) İslâm'a açar. Kimi de saptırmak (idlâl etmek) isterse onun sadrını sanki semaya yükseli (suûd edi)yormuş gibi darlaştırır. Allah, iman etmeyenleri işte böyle pislik (e'r-rics) içinde bırakır."

A- "Allah, kimi hidayete erdirmek dilerse onun sadrını (göğsünü, kalbini) İslâm'a açar."

Allahü teâlâ, kime hak yolu öğretmek ve onu imana muvaffak kılmak dilerse, onun kalbini İslâm'a açar; sonuçta kalbi, İslâm'ı kabul için genişler ve feth olunur.

Âyetin bu ifâdesi nefsin hakka kabiliyetli, hakkın yerleşmesine hazır olması ve nefsin hakka engel ve karşıt hallerden arındırılması anlamındadır.

Nitekim Peygamber de buna işaretle şöyle buyurmuştur:

"İslâm, Allahü teâlâ'nın, mü'minin kalbine yerleştirdiği bir nurdur; sonuçta kalb, onunla inşirah bulur ve onun tarafından fetholunur."

Peygamber'in sözlerini dinleyen Âshab (radıyallahü anhüm) sordular:

Ya Resûlallah! Bunu bildiren emare var mı? " Peygamber :

"- Evet, dedi, onun emaresi, ebedî yurda yönelmek, aldatıcı yurttan yüz çevirmek ve ölüm gelmeden ona hazırlık yapmaktır."

B- "Kimi de saptırmak (idlâl etmek) isterse onun sadrını, sanki semaya yükseli (suûd edi)yormuş gibi darlaştırır ."

Allahü teâlâ, ihtiyarî iradesini o yönde kullanması sebebiyle kimde dalâlet yaratmak dilerse, göğe çıkmaya çalışıyormuş gibi kalbini iyice daraltıp hakkı kabul etmez hale getirir. Artık iman o kalbe nüfuz etmez.

Burada dalâlete düşenlerin hali, göğe çıkmak gibi kişinin gücünü aşan bir iş olarak zikredilir.

Diğer bir görüşe göre ise, haktan kaçıp uzaklaşmak göğe çıkmaya çalışmak gibi bir fiille misallendirilmiş.

C- "Allah, iman etmeyenleri işte böyle pislik (e'r-rics) içinde bırakır."

Allahü teâlâ, iman etmeyenlerin kalblerini bu şekilde daralttığı gibi, onların üstlerine böyle bir azab ve perişanlık yağdırır.

Tabiînden Mücâhid diyor ki:

"Rics, içinde hayır olmayan şeydir."

İbrâhîm el-Zeccac'a göre de:

"Rics, dünyada lâ'net, âhirette de azabtır."

126

"İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur.

Tezekkür eden (düşünen, öğüt ve uyarı kabul eden) bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık (tafsil ettik)."

A- "İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur."

Kur’ân'ın veya İslâm'ın veya Rabbinin razı olduğu dosdoğru yol budur.

B- "Tezekkür eden (düşünen, öğüt ve uyarı kabul eden) bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık."

1-İnsan âyetlerin ihtiva ettiği hakikatleri tezekkür etmeli, düşünmelidir.

2-Hayır veya şer, meydana gelen her hâdise ancak Allahü teâlâ'nın takdiri ve yaratması iledir.

3-O'nun yaptığı her işte bir hikmet vardır.

4-Bunları anliyabilecekler için Allahü teâlâ âyetlerini etraflıca açıklamıştır.

127

"Rabbları katında onlar için selâmet yurdu (dârü's-selâm) vardır. Yapmakta oldukları iş (amel)ler için o, onların velisidir."

A- "Rabb'ları katında onlar için selâmet yurdu vardır."

Ayetleri tezekkür eden, düşünen ve öğüt alanlar için, Rabbları katında gerçek mahiyetini kimsenin bilmediği, her türlü sevimsizliklerden uzak "Selamet Yurdu", yani cennet vardır.

B- "Yapmakta oldukları iş (amel)ler için O, onların velisidir."

O, yapmakta oldukları sâlih amellerden dolayı onların dostu ve yardımcısıdır.

Yahut O, onların mükâfatının mütevellisidir; behemahal onlara mükâfatlarını ulaştırır.

128

"Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün şöyle der: "- Ey cinler topluluğu! İnsanlardan çoğunu yoldan çıkarttınız."

Onların insanlardan olan dostları da:

"- Ey Rabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık (istimta' ettik) ve bize verdiğin sürenin (ecel) sonuna geldik" derler.

Allah da şöyle buyurur:

"- Sizin barınağınız (mesvanız) ateştir; orada sürekli (muhalleden) kalacaksınız; Allah'ın dilediği müstesna."

A- "Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün şöyle der:

"- Ey cinler topluluğu! İnsanlardan çoğunu yoldan çıkarttınız."

Bu cümle iki şekilde yorumlanabilir. Şöyle ki:

1. Allahü teâlâ, cinleri ve insanları bir araya topladığı gün şöyle buyuracaktır.

2. Allahü teâlâ cinleri ve insanları bir araya toplandığı ve o sözleri söylediği kıyamet günü ifâdesi bile imkânsız pek dehşetli ve korkunç haller vukü bulacaktır.

Burada ma'şer-i cinden veya cinler topluluğundan murat şeytanlardır. Yani ey şeytanlar topluluğu!

- Siz insanları çok azdırdınız ve saptırdınız.

- Ya da siz, insanlardan çoğunu kendinize uydurdunuz; onları yoldan çıkarttınız. Bu yüzden onlar da sizinle beraber haşroldular.

Bu sözler, onları ayıplamak ve azarlamak için söylenmiş olacaktır.

B- "Onların insanlardan olan dostları da:

"- Ey Rabbimiz! Biz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna geldik." derler."

İnsanlar ile şeytanların birbirinden yararlanmasından maksat, şeytanların, insanlara şehvetleri ve onları elde etme yollarını göstermeleridir.

Bir görüşe göre de,

- İnsanların şeytanlardan yararlanması, şeytanların insanlara yalan haberi, büyüyü ve kehaneti öğretmeleridir.

- Şeytanların insanlardan yararlanması da, insanların onlara itaat etmesi ve şeytanların kendilerine öğrettiklerini kabul ile onların arzularını tahsil etmeleridir.

Bir diğer görüşe göre ise,

- İnsanların cinlerden yararlanması, ıssız çöllerde ve korkunç yerlerde onlara sığınmalarıdır.

- Cinlerin insanlardan yararlanması ise, insanların, cinlerin kendilerini korumaya muktedir olduklarını kabul etmeleridir.

Allahü teâlâ'nın, verdiği sürenin sonu, kıyamet günüdür. Şeytanların dostları, bu sözleri,

- şeytanlara itaat ettiklerini,

- gayri meşru hava ve heveslerine uyduklarını,

- âhiret hayâtını inkâr ettiklerini kabul ile,

- buna pişman olduklarını belirtmek,

- kendi hallerine yanmak ve Rablerine teslim olmak anlamında söylerler.

Burada yalnız dalâlete düşenlerin sözlerinin hikâye edilmesiyle yetin ilmesi; dalalete düşürenlerin, tamamen susturulduklarını ve bu yüzden konuşmaya hiç muktedir olmadıklarını bildirmek içindir.

C- "Allah da şöyle buyurur:

"- Sizin barınağınız ateştir; orada sürekli kalacaksınız; Allah'ın dilediği müstesna."

Mü'minlerin ebedî yurdu Selam Yurdu olduğu gibi sizin de ebedî yurdunuz şu ateştir; yalnız Allahü teâlâ'nın dilediği kimseler müstesna.

İbn Abbâs diyor ki:

"Allahü teâlâ, ebedî ilminde, Müslüman olacaklarını ve Peygamber’i tasdik edeceklerini bildiği kimseleri istisna buyurmuştur."

Diğer bir görüşe göre cehennemde ateşten Zemherir'e intikal ettirildikleri vakit mütesnâ, demektir. Nitekim rivâyete göre onlar, cehennemde Zemherir'den bir vadiye aktarılırlar ve orada onların beden parçaları birbirinden ayrılır. O zaman onlar bağrışarak yardım isterler ve geri cehenneme götürülmeyi talep ederler.

Bir diğer görüşe göre de, onlar ateşte iken, onlar için cennete doğru bir kapı açılır. Onlar da cennet tarafına koşmaya başlarlar. Nihayet onlar, cennet kapısına yaklaşınca kapı onların yüzüne kapanır.

Bu son iki görüşe göre, âyetteki istisna, onlarla alay ve onları manen yıkmak içindir.

Başka bir görüşe göre ise, yani yalnız, cehenneme girmeden önce Allahü teâlâ'nın dilediği zaman müstesna, demektir. Buna göre sanki şöyle denilmiş olur:

Ateş, sizin ebedî yurdunuzdur; yalnız Allahü teâlâ'nın size verdiği mühlet müstesna. Ancak bu görüşün, isabetten uzak olduğu açıktır.

Ç- "Şüphesiz Rabbin her işinde hikmet sahibi (hakîm), her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Cenab-ı Hak, bütün işlerini bir hikmete mebni yapar ve O, insanlar ile cinlerin bütün hallerini, amellerini ve amellerine uygun olan karşılığı pek âlâ bilir.

129

"Biz, böylece kazandıklarından dolayı zâlimlerden kimini kimine dost kılarız."

Biz, şeytanlara, insanları ayartma, azdırma ve saptırma imkânını verdiğimiz gibi, sürekli içinde bulundukları küfür ve günahlarından ötürü, zalimlerin kimini kimine dost kılarız. Yani onlar birbirlerini saptırmayı üstlenirler. Yahut onlar, dünyada uhrevî azabı gerektiren günahları işlerken, birbirlerinin arkadaşı oldukları gibi, azabda da onları birbirlerine arkadaş yaparız.

130

"Ey cin ve insan topluluğu! Size içinizden âyetlerimi haber veren ve bu günle karşılaşacağınızı söyleyerek sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi?

"- Kendi aleyhimize şahidlik ederiz!" derler.

Onları dünya hayâtı aldattı da onlar kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ettiler."

A- "Ey cin ve insan topluluğu! Size içinizden âyetlerimi haber veren ve bu günle karşılaşacağınızı söyleyerek sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi?"

Bundan önce, şeytanlar topluluğunun, insanları azdırıp saptırmalarından dolayı azarlanmaları hikâye ve akıbetleri beyan edilmişti. Şimdi burada her iki topluluğun, özellikle kendi nefislerine taalluk eden taksiratlarından dolayı azarlanacakları ve azaba uğratılacakları belirtiliyor. Şöyle ki:

"- Ey cin ve insan topluluğu! Size, dünyada iken kendi içinizden, insanlardan âyetlerimi tebliğ eden ve kıyamet günü korkunç azablarla karşılaşacağınızı söyleyerek sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi?"

Bu ifâde, elbette her şahsa bir peygamber gelmesi anlamında değil fakat her ümmete bir Peygamber gelmesi anlamındadır. Yani,

"- Sizden her ümmete belli bir peygamber gelmedi mi?"

Peygamberlerin, iki fırkanın içinden olması, her iki fırkanın (insanların ve cinlerin) cinsinden olması değil fakat özellikle insanlardan olması demektir.

"Peygamberlerin iki fırkadan olması" ifâdesi iki türlü manaya hamledilebilir. Şöyle ki:

1.Bu ifâde, her iki fırkanın da Peygamberlere uymalarının lüzumunu tekid eder. Bu manada insanlarla cinler sanki bir tek cinsmiş gibi kabul edilmiş; zât itibariyle birbirlerine yakın oldukları, iki fırkaya getirilen mükellefiyetlerin de kendilerine yapılan hitablar gibi aynı olduğu vurgulanmış olur. İşte bundan dolayı iki fırka birbirlerini saptırmak imkânına sahip bulunurlar.

2.Peygamberlerden murat, sadece kendileri değil fakat ayni zamanda onların mesajlarını başkalarına taşıyan ve iletenlerdir. Ve sabittir ki, cinler de, Kur’ân'ı dinlemişler ve kavimlerini onunla uyarmışlardır. Nitekim Allahü teâlâ, bu konuda şöyle buyurur:

" Bir zaman cinlerden bir grubu, Kur’ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’ân'ı dinlemek için hazır olduklarında birbirlerine "Susun!" demişler, Kur’ân okunması bitince, uyarıcılar (münzirler) olarak kavimlerine dönmüşlerdi."

B- "Kendi aleyhimize şahidlik ederiz!" derler!"

Onlar şöyle demiş oluyorlar:

- Evet bize Peygamberler gönderildi;

- Onlar bizi uyardılar;

- Biz ise onlara küfür ve tekzib ile karşılık verdik;

- Şimdi bundan dolayı sürekli bir azaba müstahak olduk;

- Bu konularda aleyhimize şahidlik ederiz.

Nitekim cehennem hâzinlerinin (görevli meleklerin) suallerine verdikleri cevap hikâye edilirken daha tafsilatlı bir şekilde şöyle denir:

"Onlar şöyle cevap verirler:

"- Evet kadar, bize azab ile korkutan bir peygamber gelmişti; ancak biz onu yalanladık ve Allah bir şey indirmemiştir; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz; dedik!" Aşağıdaki âyette de onların cevabı kısaca şöyle nakledilir:

"Onlar:

Evet geldi; ama, azab sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur; derler."

B- "Onları dünya hayâtı aldattı da onlar kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ettiler."

Bu cümle, matufu olan cümle ile beraber onların, dünyada irtikâp ettikleri çirkinlikleri işlemelerine,

- âhirette de küfürlerini itiraf ve azabı hak etmelerine sebeb olan şeyi anlatır ve onları bu şekilde zemmeder.

Onlar,

- dünya hayâtına ve onun geçici ve değersiz zevklerine aldanmışlar,

- Peygamberlerin müjdeledikleri ebedî nimetlerden yüzçevirmişler;

- kendilerini inzar konusu ebedî azaba sürükleyen günahları işlemeye cüret,

- nihayet âhirette kendi nefisleri aleyhine şahitlik ederek azabların en şiddetlisine teslim olmak zorunda kalmışlardır. Nitekim onlar şöyle derler:

"-Ve eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi bu alevli cehennem yaranı arasında olmazdık; derler."

Bu âyet, onların derin pişmanlıklarını ve dinleyenleri onların yaptıklarından sakmdırmayi son derece mükemmel ifâde eder.

131

"Bu, halkı habersiz bir haldeyken Rabbinin ülkeleri zulümle helâk edici olmadığındandır."

Burada hitab, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Demek istenen şudur:

"- Resûlüm, onların kendi nefisleri aleyhine şahadet etmelerinin sebebi kendilerine Peygamberler gönderilmiş ve Kitablar indirilmiş olmasıdır. Şayet bunlar ifa edilmemiş olsaydı elbette onları sorumlu tutmak mümkün olmaz; onlar da kendi nefisleri aleyhine şahadet etmezlerdi. Ve o zaman kendilerine peygamber gönderilmediğinden, uyarılmadıklarından bahisle özür beyanına cüret ederlerdi."

Nitekim aşağıdaki âyette onların bu özürleri şöyle dile getirilir:

" Eğer Biz, bu Peygamber'den önce onları bir azabla helâk etseydik, mutlaka şöyle diyeceklerdi:

- Ya Rabbi! Bize bir peygamber gönderseydin de, rezil-rüsvay olmadan önce âyetlerine uysaydık!..."

Dünyevî azabın gerçekleşmesi veya ülkelerin helâk edilmesi için o ülkelerin halkının mutlaka uyarılmış olması gerekir. Allah'ın sünneti böyledir. İlâhı kanunda uyan yapılmadıkça ülkelerin helaki söz konusu değildir. Şu halde illet ve sebep konusunda, Peygamber gönderilmedikçe mutlak olarak hiç kimsenin azaba uğramayacağı zikredilmiş olsaydı elbette ifâde daha tam olurdu. Nitekim bir âyette

"Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz" buyrulur.

Uyarı yapılmadıkça dünyevî azabın Allahü teâlâ'dan nefyedılmesi evleviyetle uhrevî azabın da nefyedilmesi demektir.

Allahü teâlâ, bir ülke halkını uyarmadan az veya geçici bir azabla cezalandırmadığına göre, şiddetli ve ebedî bir azabla cezalandırmayacağı da evlâ ve açıktır.

Ancak mutlak olarak azabın adem-i mevcudiyeti ifâde edilmiş olsaydı, bu makamda uhrevî azabın olmadığı anlaşılacağı gibi dünyevî azabın yokluğuna da ne sarahaten, ne de delâleten temas edilmemiş olurdu. Çünkü daha ağır olan uhrevî azabın nefyi (olmaması), daha hafif olan dünya azabının da nefyine delâlet eder. Bu zorunlu bir hakikattir.

Bununla beraber dünyevî azab tertibi, uyarılanlar (münzerîn) üzerinde tesirli olmadığı takdirde dinleyenler (samiîn)ce de bilindiği ve müşahedede edıldıldığı gibi onlar bununla uhrevî azab hakkında istidlalde bulunurlar ve sonuçta uyarının gereklerini ihlâl etmekten olanca gayretleri ile kaçınırlar. 8

8 Ömer Nasuhî Bilmen: Kur’ân-ı Kerîm'in Türkçe Meâl-i Alisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi, İkinci Baskı, 1963 İstanbul, Cilt: 2, Sayfa: 956 da bu konuda şunları söylüyor: "Cenab-ı Hak, meselâ medeniyet âlemi hâricinde bulundukları farzedilen bir kavme bir Peygamber vasıtasıyle yapacakları ve yapmayacakları şeyleri teklif buyurmuş değilse o kavim cehalet sebebiyle bazı zalimane hareketlerde bulunsa bile bu kusurlarından dolayı helake maruz kalmaz. Böyle bir kavim, dinî vazifelerle mükellef olmaz. Fakat bir tefekkür ve tecrübe zamanı geçirdikleri halde bu kâinatın bir Halikı olduğunu düşünüp tasdik etmezlerse bundan mes'ul olurlar. Çünkü öyle bir zamanın geçmesi, onların bu hususta gafletini izale edecek bir hüccet-i ilâhiye mesabesindedir. Bu kâinattaki bediaları senelerce görüp duran bir şahıs, bunların bir Halika istinad ettiğini nasıl olur da anlayamaz. Ulemâ-i Hanefıyye bu mes'ûliyete kaaildirler."

İşte ilâhî kelâmın fasahat ve belagata en uygun tefsiri budur. Ulemanın cumhûrunun kanaatleri doğrultusunda, âyetin başındaki " işte bu" kelimesini,

- Peygamberlerin gönderilmesi,

- onların insanlara uyarılarda bulunması,

şeklinde tefsir etmek, makamın gereğinden pek uzaktır. Allah Sübhanehu, ea'lem (en iyi bilendir).

132

"Herkes için yaptığı işe göre dereceler vardır. Rabbin onların yaptıklarından gaafil değildir."

A- "Herkes için yaptığı işe göre dereceler vardır."

İnsanlardan ve cinlerden her mükellef için, gerek sâlih gerekse kötü ameller (seyyie) için, yaptıkları işlere göre değişik ve farklı (mütefavit ve mütebâyin) tabakalar vardır. Çünkü onların amelleri ya da onların amellerinin karşılığı derece derecedir. Her karşılık, onların amellerine terettüb eder.

B- "Rabb'in onların yaptıklarından habersiz değildir."

Resûlüm! Senin Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. Onların her hangi bir ameli veya o amel sebebiyle müstahak oldukları mükâfat veya ceza O'nun için gizli değildir.

133

"(Resûlüm), Rabbin hiçbir şeye muhtaç değil (Ganî)dir, rahmet sahibidir. O, dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden meydana getirdiği gibi sizden sonra da yerinize dilediğini getirir."

A- "(Resûlüm), Rabbin hiçbir şeye muhtaç değil (Ganî)dir, rahmet sahibidir."

Resûlüm, senin Rabbin, bütün masivadan (Kendisinden başka her şeyden müstağnidir. Kullarından ve onların ibadetlerinden istiğna da buna dahildir.)

Ve Rabbin,

- hem kullarını kemale erdirmek için onlara yüklediği görevlerde rahmet (merhamet) sahibidir;

- hem de işledikleri günahların karşılığı olarak onları cezalandırmakta acele etmez; onları hemen azaba uğratmaz, onlara süre tanır, mehil verir (imhal eder).

B- "O, dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden meydana getirdiği gibi sizden sonra da yerinize dilediğini getirir."

Allahü teâlâ'nın size ihtiyacı yoktur; O, dilerse sizi yok eder ve sizden sonra sizin yerinize dilediği kavmi halef kılar. Tıpkı sizi de, sizin sıfatınızda olmayan başka bir kavmin neslinden meydana getirdiği gibi. O başka kavim, Nûh’un gemisinde bulunan insanlardı. Fakat Allahü teâlâ, size merhamet ederek sizi hayâtta bıraktı.

134

"Size va'dedilen mutlaka gelecektir; siz bunu engelleyemezsiniz."

Size va'dedilen ölüm ötesi hayât ve ona bağlı o korkunç hâdiseler, mutlaka gelecektir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyrulur:

"Size va'dolunan şey, mutlaka vaki olacaktır."

Ancak burada bunun sür'atle gerçekleşeceğini beyan etmek için bu ifâde kullanılmıştır. Bu olaylardan kaçıp kurtulmak asla mümkün değildir.

135

"(Resûlüm) de ki:

"- Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım. Yurdun (dünyanın) sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz.

Şüphe yok ki, o zâlimler iflah olmazlar."

A- "(Resûlüm) de ki:

"- Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım."

Allahü teâlâ, kâfirlerin hallerini ve akibetlerini beyan buyurduktan sonra burada Resûlüllah'a hitab ederek ona, onlara;

- tehdidi ağırlaştırmayı,

- ceza va'dini tekrarlamayı,

- dinde son derece sağlam temeller üzerinde bulunduğunu,

- Allahü teâlâ'nın emrine güvendiğini göstermesini,

- kâfirlere hiç aldırmamasını emir buyurmaktadır.

Siz içinde bulunuduğunuz küfrü ve düşmanlığı sürdürmek için bütün imkânlarınızı ve güçlerinizi kullanın; ben de, bana emredilen Islâmda sebat etmek ve salih amelleri sürdürmek ve zorlukları sabırla karşılamak için elimden geleni yapacağım.

Tehdidin emir kipi ile yapılması, ceza va'dini daha kuvvetli ifâde içindir.

B- "Yurdun (dünyanın) sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz."

- Allahü teâlâ'nın bu dünya için yarattığı güzel akıbetin kime âit olduğunu yakında bileceksiniz.

C- "Şüphe yok ki zâlimler felâha ermezler."

Bu cümlede zulmün küfür yerinde kullanılması şayan-ı dikkattir. Bunun anlamı şudur:

Felâha erememek, her türlü zulme terettüb eden bir sonuçtur. En büyük zulüm olan küfürde İsrar edenlerin sonu da kurtuluşa erememektir.

136

"Allah'ın yarattığı ekinden ve davarlardan Allah'a da bir pay ayırdılar ve kendi zan (zu'm)larınca şöyle dediler:

"- Bu, Allah için bu da ortaklarımız için!"

Ortakları için olan pay, Allah'a ulaşmaz; fakat Allah için olan pay ortaklarına ulaşır. Hükmettikleri ne kötü!"

A- "Allah'ın yarattığı ekinden ve davarlardan Allah'a da bir pay ayırdılar ve kendi zan (zu'm)larınca şölyle dediler:

"- Bu, Allah için; bu da ortaklarımız için."

Burada o kâfirlerin söyledikleri kötü sözler ve yaptıkları hareketler hikâye edilerek onların bu çirkin halleri takbih ediliyor.

Arap müşrikleri ekinlerden ve hayvanların yavrularından bir kısmını Allahü teâlâ için ve bir kısmını da kendi tanrıları için ayırıyorlardı. Sonra Allahü teâlâ için ayırdıkları kısmın, temiz, güzel ve hayırlı bir şekilde geliştiğim gördüklerinde eski kararlarından dönüp o malları kendi tanrılarına adıyorlardı. Kendi tanrılarına ayırdıkları kısmın güzel geliştiğini gördüklerinde de, onu öyle bırakıyorlardı. Bunu, Allahü teâlâ zengindir, gerekçesiyle açıklıyorlardı. Ancak gerçek halde onlar bunu, tanrılarını sevdikleri ve onları tercih ettikleri için yapıyorlardı.

İşte bu cümle dikkatleri onların cehaletlerine çeker. Çünkü onlar, Hâlik'a,

- hiçbir şeye muktedir olmayan cansızları ortak koştular,

- sonra o sahte tanrıları gerçek Hâlik'a tercih ettiler.

Daha açık bir deyişle müşrikler, Allahü teâlâ'nın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan, konuklara ve yoksullara harcadıkları belli bir payı Allahü teâlâ için ayırdılar ve kendi zanlarmca:

"- Bu Allah'ın, bu da ortaklarımızın!" dediler.

"kendi zan (zu'm)larınca" kaydı, onların bu yaptıklarının, Allahü teâlâ'nın rızası gözetilerek yapılan ibadetler gibi sevabı mucip olmadığına dikkat çekmek içindir.

B- "Ortakları için olan pay, Allah'a ulaşmaz; fakat Allah için olan pay, ortaklarına ulaşır."

Bu kelam, onların yaptıklarını beyan ve tafsil eder. Yani o müşrikler, ortakları için ayırdıkları malları, Allahü teâlâ'ya ayırdıkları gibi konukları ağırlamak ve yoksullara tasadduk için harcamazlar; Alah teâlâ için ayırdıkları malları kendi takdirlerine göre ortakları önünde kurbanlar kesmek ve hizmetlerini görmek gibi yerlere harcarlar.

C- "Hükmettikleri ne kötü!"

Müşriklerin, kendi sahte tanrılarını Allahü teâlâ'ya tercih etmeleri ve onlar hakkında meşru olmayan şeyleri yapmaları ne kötü!

137

"Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna evlâdlarını katletmeyi hoş gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırsınlar (telbis etsinler). Eğer Allah, dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen onları iftiraları ile baş başa bırak."

A- "Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna evlâdlarını katletmeyi hoş gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırsınlar."

Şeytanın dostları veya putların hizmetçileri onlara,

- ibadetlerin icrasında Allahü teâlâ ile sahte tanrılar arasındaki bir ortaklığı,

- ya da kız çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdiler; böylece kendilerini hem mahvetsinler ve hem de atalarının dini olan İsmail'ini dinini veya onların uygulaması gereken dini karma karışık hale getirsinler.

B- "Eğer Allah, dileseydi bunu yapamazlardı."

Eğer Allahü teâlâ dilemeseydı müşrikler ne evlâdlarını katledebilir ne de putların hizmetçileri onların dinlerini karıştırıp bozabilirlerdi.

C- "Artık sen onları iftiraları ile baş başa bırak."

Bütün bunlar Allahü teâlâ'nın dilemesiyle olduğuna göre, artık sen onları iftiraları ile başbaşa bırak! Zira Allahü teâlâ'nın dilediklerinde üstün hikmetler vardır. Nitekim bir âyette de şöyle buyrulur:

"Kâfirler hiç sanmasınla ki onlara süre (mehil) vermemiz (imhal etmemiz) kendileri için daha hayırlıdır. Onlara süre vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için hor ve hakıîr kılıcı bir azab vardır."

Bu kelâmda, pek ağır bir tehdit mevcuttur.

138

"Yine onlar dediler ki:

"- Bu davarlar ve ekinler yasak (hıcr)dır. Onlardan bizim istediğimiz kimselerden başkası yiyemez. Şunlar da sırt (zahr)ları haram kılınmış hayvanlardır."

Bir takım hayvanlar üzerine de Allah'ın adını anmazlar. Yaptıkları iftiralar yüzünden Allah, onları cezalandıracaktır."

A- "Yine onlar dediler ki (Ve kaalû):

"- Bu davarlar ve ekinler yasaktır. Onlardan bizim istediğimiz kimselerden başkası yiyemez. Şunlar da sırt (zahr)ları haram kılınmış hayvanlardır."

Bu âyette de, onların küfürlerinin başka bir çeşidi hikâye ediliyor.

Onların "Bizim istediğimiz kimseler" ifâdesinden kastettikleri putların, kadınlar değil yalnız erkek hizmetçileridir.

Binilmesi yasaklanmış hayvanlardan kasdettiklerı, Bahire, Sâibe ve Hâm develeridir.

{Bunların izahı, Maide 5/103. âyetin tefsirinde geçti}

B- "Bir takım hayvanlar üzerine de Allah'ın adını anmazlar."

Bu hayvanlar, putları için kestikleri hayvanlardır. Kesilirken Allahü teâlâ'nın adının anılmadığı hayvanlar bunlardır. Bu hayvanlar kesilirken putların adları zikrechlirdi.

Diğer bir görüşe göre, bu hayvanlar, hacc yolculuğunda binek olarak kullanılmayan hayvanlardır. Hacc ibadeti, Allahü teâlâ'nın adı anılmadan ifâ edilmediği için âyette (üzerlerine Allah'ın adını anmazlar) ifâdesi kullanılmıştır.

Mücâhid diyor ki:

" Müşriklerin bazı hayvanları vardı; o hayvanlar,

- ne kesilirken,

- ne sırtlarına binilirken,

- ne sağılırken,

- ne doğumlarını gözetlerken,

- ne satılırken,

- ne üzerlerine yük vurulurken Allahü teâlâ'nın adını anmazlardı."

C- "Yaptıkları iftiralar yüzünden Allah, onları cezalandıracaktır."

Cezanın ne olduğu belirtilmeden mübhem bırakılması açıkça görüldüğü gibi bir dehşet ifadesidir.

139

"Yine dediler ki:

"- Şu hayvanların karın (batın)larında olan yavrular yalnız erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kılınmıştır."

Eğer yavru ölü doğarsa hepsi onda ortaktır.

Bu tavsiflerinden dolayı (Allah) onları cezalandıracaktır. Çünkü O, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Yine dediler ki:

"- Şu hayvanların karın (batın)larında olan yavrular yalnız erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kılınmıştır."

Eğe yavru ölü doğarsa hepsi onda ortaktır."

Bu âyette de müşriklerin çeşitli küfürlerinden biri daha anlatılıyor. Burada hayvanların karınlarındaki yavrulardan murat, Bahire ve Sâibe develerinin karınlarındaki yavrulardır.

Müşriklerin bu hükmü, sağ doğan yavru içindir. Zahir ve mûtad olan da budur. Ama eğer yavru ölü doğarsa, o zaman kadın erkek hepsi, o hayvanların karınlarındaki yavrularda ortaktır; hepsi onun etinden yerler.

B- "Bu tavsiflerinden dolayı (Allah) onları cezalandıracaktır. O, hükümlerine hikmet sahibi (Hakîm)dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Allahü teâlâ, helâl ve haram sayma işinde yalan vasıflandırmalardan dolayı onların cezalarını verecektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Dilleri de yalan tavsif ediyor."

Her işinde hikmet sahibi olan ve onların yaptıklarını eksiksiz bilen Allahü teâlâ, hikmetinin gereği cezalarını kaldıracak değildir.

140

"Cehaletleri sebebiyle beyinsiz (sefih)ce evlâdlarını katledenler ve Allah'a iftira ile Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları haram sayanlar hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğramışlardır. Onlar dalâlete düşmüşlerdir ve hidayete de erecek değillerdir."

A- "Cehaletleri sebebiyle beyinsiz (sefih)ce evlâdlarını katiedenler ve Allah'a iftira ile Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları haram sayanlar hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğramışlardır."

Bunlar, esaret ve yoksulluk korkusuyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Rebîa ve Mudar gibi kabilelerdir. Onlar,

- beyinsizlik ve cehaletlerinden dolayı, kendilerinin rızkını veren (Rezzak) Allahü teâlâ olduğunu düşünmeden kız çocuklarını öldürdüler;

- Allah'ın kendilerine verdiği hayvanlardan bazılarını O'na iftira ederek bahire, sâibe gibi tavsiflerle haram saydılar ve bu yüzden hem dinlerinde, hem dünyalarında ziyana uğradılar.

B- "Onlar dalâlete düşmüşlerdir ve hidayete erecek de değillerdir."

Müşrikler, gerçekten sırat-ı müstakimden sapmışlardır ve hidayete erecek de değillerdir. Yahut onlar hal ve hareketleri sebebiyle hiçbir zaman hidayete eremezler.

141

"Çardaklı (ma'rûş) ve çardaksız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşitli ekinleri, zeytinleri, narları birbirine benzer (müteşabih) ve benzemez (gayr-i müteşabih) şekilde yaratan O'dur.

Her biri semerelerini verdiği zaman meyvelerinden yiyin. Hasad günü de hakkını verin. İsraf da etmeyin. Çünkü Allah, israf eden (müsrif)leri sevmez."

A- "Çardaklı (ma'rûş) ve çardaksız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşitli ekinleri, zeytinleri, narları birbirine benzer (müteşabih) ve benzemez (gayr-ı müteşabih) şekilde yaratan O'dur."

Bu kelâm, bundan sonra gelecek hayvanların tafsilâtına bir hazırlıktır. Bütün bunları yaratan Allahü teâlâ'dır; hiç kimsenin bunda her hangi bir şekilde bir ortaklığı söz konusu değildir.

Ürünlerin muhtelif olması, şekil ve keyfiyet (vasıf, nicelik) bakımından çeşitli olmaları demektir. Bu sıfat,

- ya hurma ve ekine aittir,

- ya da burada zikredilen bütün meyveler içindir.

Zeyetin ve nar çeşitlerinin birbirine benzer veya benzemez olmaları, renk, şekil ve tat gibi vasıflar itibariyledir.

B- "Her biri semerelerini verdiği zaman meyvelerinden yiyin."

Söz konusu ağaçlar meyve verdiği zaman, meyveleri henüz olgunlaşma-mış, devşirilecek hale gelmemiş olsa bile, ihtiyaç halinde onlardan yeyin.

Diğer bir görüşe göre bu emir, Allahü teâlâ'nın hakkı (sadaka) çıkarılmadan da mâlikleri için onlardan yeme ruhsatı verir.

C- "Hasad günü de hakkını verin."

Buradaki hak, ürünlerin devşirirlip toplandığı gün, miktarı belli olmaksızın verilmesi vâcib sadakadır; yoksa miktarı belli olan zekât (öşür) değildir. Çünkü bilindiği gibi zekât, Medine'de farz kılınmıştır; bu sûre ise, Mekke'de inmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, buradaki hak, zekâttır ve bu âyet de, Medine'de nazil olmuştur.

Bu sadakanın ürünlerin devşırilip toplandığı gün verilmesinin emredilmiş olması,

- bu hakka önem atfedilmesi,

- edâ vaktinin geciktirilmemesi,

- vücûbun, ürünlerin tasfiyesine değil, fakat yetişmesine bağlı olduğunun bilinmesi içindir.

Ç- "İsraf da etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez."

Sadaka veririken de israf etmeyin. Nitekim Sabit b. Kays'tan rivâyet olunduğuna göre, kendisi, beş yüz harma ağacının meyvelerini devşir di ve bütün meyvelerini dağıttı ve o meyvelerden kendi evine hiçbir şeyi sokmadı. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Elini boynuna bağlama, büsbütün de açıp savurma."

Allahü teâlâ'nın müsrifleri sevmemesi, israfı sevmemesi demektir.

142

"Hayvanlardan yük taşıyanı da yünlerinden sergi ve yaygı yapılanı da yaratan O'dur. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır."

A- "Hayvanlardan yük taşıyanı da yünlerinden sergi ve yaygı yapılanı da yaratan O'dur ."

Bu âyette, hayvanların insanlara faydaları vurgulanıyor ve müşriklerin, bazı hayvanlara ilişkin haram veya helâl telâkkileri çürütülüyor.

Hayvanlardan sırtına yük vurulanları da; kesilmek üzere yere yatırılanları da, yünlerinden, kıllarından ve tüylerinden yatak gibi sergi ve yaygı yapılanları da yaratan ancak O'dur.

Bir diğer görüşe göre ise, hamule hayvanlar, yük taşımaya elverişli büyük hayvanlar; ferş hayvanlar da, yere yakın küçük hayvanlardır.

B- "Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır."

Allahü teâlâ'nın hamule ve ferş olarak size ihsan ettiği hayvanlardan helâl olanların etlerini yiyin.

Bu hayvanların yaratılması insanların maslahatleri içindir. Fakat helâl ve haram saymak konusunda, Allahü teâlâ'ya iftira ederek şeytanın adımlarına ayak uydurmayın. Atalarınızın bu yaptıkları, şeytanın onları azdırması ve kendine uydurması suretiyle olmuştur.

143

"Sekiz çift: Koyundan iki ve keçiden iki.

(Resûlüm) de ki:

"- O iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, yahut o iki dişinin rahimlerinde olanı mı? Eğer doğru sözlülerseniz ilimle bana haber verin!"

A- "Sekiz çift:"

Bu Sekiz çiftten murat, zikredilen dört tür hayvandır.

Burada böyle ifâde edilmesi, müşriklerin, bazı hayvanların erkeklerini, dişilerini ve dişilerin karınlarında bulunan yavruları haram saymalarına ilişkin tutumlarını red ve izah içindir.

O hayvanlar önce hamule ve ferş olarak iki gruba ve sonra da sekiz eşe ayrılmıştır.

Birinci grub deve ve sığır; ikinci grub da koyun ve keçidir ve her dört tür erkek ve dişi olmak üzere iki eştir.

B- "Koyundan iki ve keçiden iki."

Allahü teâlâ, koyundan koç ve dişisi, keçiden de teke ve dişisi olmak üzere ikişer eş yarattı.

Bu dört eş, âyette geçen ferş'in izahıdır. İcmalî zikirde ferş, hamûle'den sonra geçtiği halde burada önce zikredilmiştir. Yeme bakımından helâl ve haram hükmünün en çok taalluk ettiği bu iki cins hayvandır. Zaten "Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin" cümlesinde sadece bu emirle yetinilmesinin, diğer faydalanmalara değinilmemesinin sırrı da budur.

C- "(Resûlüm) de kı:

"- O, iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, yahut o iki dişinin rahimlerinde olanı mı? Eğer doğru sözlülerseniz ilimle bana haber verin."

Allahü teâlâ, yarattığı o hayvanların dört türünü açıkladıktan sonra burada da hitabı Resûlüllah'a yöneltiyor.

Resûlüm! Onları hüccetle susturmak ve cevaptan âciz kılmak üzere onlara de ki:

"- Allahü teâlâ, o iki tür hayvandan iki erkeği, yani koç ve tekeyi mi haram kıldı, yoksa onların iki dişisini mi, yahut o iki tür hayvanın dişilerinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer siz, Allahü teâlâ'nın, bunları haram kıldığı iddianızda doğru iseniz, O'nun Kitabından veya Peygamberlerin haberlerinden, bana bir delil getirin. Yahut Allahü teâlâ'dan gelen bir ilimle bana haber verin!"

144

"Ve deveden iki, sığırdan da iki.

(Resûlüm) de ki:

"- O, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi yahut o iki dişinin rahimlerinde olanı mı? Yoksa Allah size bunu tavsiye ettiğinde siz sâhidler miydiniz?

Böyle bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez."

A- "Ve deveden iki, sığırdan da iki.

(Resûlüm) de ki:

"- O, iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi yahut o iki dişinin rahimlerinde olanı mı?"

Allahü teâlâ, deveden de erkeği ve dişisi olmak üzere iki eş yarattı.

Resûlüm, sen, bu iki hayvan türü hakkında da onları susturmak üzere de ki:

"- Allahü teâlâ, o iki hayvan türünün erkeklerini mi haram kıldı, yoksa onların dişilerini mi yahut onların dişilerinin rahimlerinde bulunan yavrularını mı?"

Sonuç olarak, Allah Teal'nın, bu dört hayvandan bir şeyi haram kılmadığı ve onların bu konudaki yalanları belirtiliyor.

Bu hayvanları erkeklerinin, dişilerinin ve rahimlerindeki yavrularının zikredilmesi, onların iftiralarının her birini zikretmek suretiyle kuvvetlice reddetmek içindir. Çünkü onlar, yukarda belirtildiği gibi bazı hayvanların erkeklerini, bazı hayvanların dişilerini ve bazı hayvanların da erkek olsun, dişi olsun, rahimlerdeki yavrularını haram sayıyorlardı ve hepsinin harandığını Allahü teâlâ'ya isnad ediyorlardı.

B- "Yoksa Allah size bunu tavsiye ettiğinde siz sâhidler miydiniz?"

Bu kelâm da, iskâtı ve ilzamı tekrar içindir. Tıpkı daha önce geçen,

"Eğer doğru sözlülerseniz ilimle bana haber verin!" cümlesi gibi.

" yoksa", kelimesi, bir azarlamayı bırakıp başka bir azarlama ve inkârda bulunmak içindir. Siz hiçbir peygambere iman etmediğinize göre, Allahü teâlâ, bu haramı emir buyurduğuna siz bizzat şâhid mi oldunuz?

Bu kelâm, müşriklerin akıllarının ne kadar karışık olduğunu ve onlarla bu suretle istihza edildiğini ortaya koyar.

C- "Böyle bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?"

Allahü teâlâ'nın haram kılmadığı bir şey hakkında O'nun tarafından haram kılındığını söyleyenden daha zâlim kim olabilir?

Bundan maksad, bu haramlara karar verenlerin o müşriklerin reisleri olduğunu vurgulamaktır.

Yahut bundan murat,

- bu şerri tesis eden Amr b. Luhayy b. Kum'a'dır;

-ya da bütün müşriklerdir.

Çünkü Allahü teâlâ'ya iftirada hepsi ortaktır.

Müşriklerin, bu haram hükmünün Allahü teâlâ'dan sâdır olmadığını bildikleri halde bilmemekle vasıflandırılmaları, zulmün son haddine vardıklarını bildirmek içindir. Çünkü Allahü teâlâ'dan sâdır olma ihtimali var iken, fakat sâdır olduğunu bilmeden O'na iftira edenlerin, her zâlimden daha zâlim oldukları aşikâr iken Allahü teâlâ'dan sâdır olmadığını bile bile iftira edenlerin durumlarını ne sanırsın?

Ç- "Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez."

Allahü teâlâ, ne dünyada, ne de âhirette o zalimler topluluğunun halini ıslah etmez. Kısmen zulüm vasfını taşıyanların hali böyle olduğuna göre, zulmün son haddinde bulunanların hali sence nasıl olmak?

145

"(Resûlüm) de ki:

"- Bana vahyolunanlar içinde bu haram dediklerinizi, yiyecek birine haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak ölü hayvan eti (leş), akmış kan, domuz eti, - ki bu, gerçekten pis (rics)tir - ve bir fısk (yoldan çıkmışlık) olarak Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvan müstesna.

Fakat çaresizlik (ıztırar) halinde, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Çünkü Rabbin bağışlaması bol (Gafurdur), çok merhamet eden (Rahim)dir."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Bana vahyolunanlar içinde bu haram dediklerinizi yiyecek birine haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak ölü hayvan eti (leş), akmış kan, domuz eti, - ki bu, gerçekten pis (rics)tir- ve bir fısk (yoldan çıkmışlık) olarak Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvan müstesna."

Allahü teâlâ,

- müşrikleri ilzam ettikten,

- onları hüccetle susturduktan,

- haram hükmünde onların söylediklerinin asılsız bir iftiradan ibaret olduğunu açıkladıktan sonra şimdi burada, Resûlüllah'a neleri haram kıldığını onlara anlatmasını emir buyuruyor.

Bu âyet, açıkça bize bildiriyor ki, helâl ve haramın yegâne kaynağı İlâhî vahiydir ve Resûlüllah kendisine vahyolunan âyetler içinde açıklananlar dışında haranı kılınmış başka bir şey bulamamıştır.

Bu ilâhî ifâde, haramların, açıklananlardan ibaret olduğunu pek kuvvetli bir şekilde ifâde eder.

"yiyecek kimseye veya yiyecek kimse üzerine" denmesi, erkekler için de, kadınlar için de hükmün değişmediğini bildirmek ve onların,

"yalnız erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kılınmıştır" şeklindeki iddialarını reddetmek içindir.

Akmış kan (dem-i mesfûh)dan maksat, damarlardaki kandır; dalak ve ciğer kanı ise haram değildir.

Domuz eti pis (rics)tir; çünkü necasetleri yemek alışkanlığı vardır.

Fısk (yoldan çikmişlık) olarak kaydı Allah'tan başkası adına veya putlar adına kesilen demektir. Buna fısk denmesi, bu işin tamamen günaha batmış olmasındandır.

3- "Fakat çaresizlik (ıztırar) halinde, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir . Çünkü Rabbin bağışlaması bol (Gafur) dur, çok merhamet eden (Rahim)dir."

Her hangi bir sebeble ölü hayvan eti yemek zorunda kalan bir kimse, kendisi gibi zaruret içinde olan bir başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını da aşmamak üzere bu haram kılınmış şeylerden yiyebilir. Çünkü Rabbinin mağfiret ve rahmeti sonsuzdur; bundan dolayı muahaze buyurmaz.

Birinci kayıt, yani darda kalan bir başkasının payına el uzatmama kaydı, başka bir haramdan sakındırmak içindir ki o da, aynı zaruret içinde olan bir başkasının hakkını almaktır. Çünkü burada ölü hayvan etinin haram olması, bunu yemek hakkı ve zorunda olan bir başkasının elinden alıp yemek itibariyledir.

İkinci kayıt yani zaruret miktarını aşmama kaydı ise, sözkonusu haramlık hükmünün kalktığının kesin olarak tesbiti içindir. Zira hayâtı idame ettirmek için gerekli olan miktarı aşmak, ölü eti olması itibarıyla haramdır.

Burada Allahü teâlâ'nın mağfiret ve rahmet sıfatlarının zikredilmesi şunun içindir:

Bu günah baakıidir; fakat Allahü teâlâ, zorda kalana rahmet edip bu günahını bağışlar.

Bu âyet-i kerime, muhkem (nesih konusu olmayan) bir âyettir. Çünkü bu âyet ayni zamanda şuna delâlet eder:

O ana kadar Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyolunan âyetlerde o haramlardan başkası yoktur. Ondan sonra başka bir şey için haram kılma hükmünün gelmesi ise, buna münâfi değildir.

Binaenaleyh bu âyet,

- Kur’ân'ın, haber-i vahid (bir veya bir kaç kişinin rivâyeti ile gelen hadis) ile neshinin sıhhatine delil yapılamadığı gibi,

- burada zikredilenlerden başka her şeyin helâl olduğuna da delil yapılamaz. Ancak istıshâb yoluyla bu hükme varılabilir.

{İstishâb, yeni bir hüküm olmadığı müddetçe eski hükme bağlı kalmaktır. }

146

"Yahudîlere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığırın ve koyunun (iç) yağlarını da haram kıldık; sırtlarında ve bağırsaklarında bulunan ve kemiğe karışan yağlar müstesna. İşte bu, zulümlerinden dolayı onlara verdiğimiz cezadır. Şüphesiz Biz, doğru sözlüler (Sâdıklar)ız."

A- "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık."

Eski ve yeni ümmetler içinden özellikle Yahudilere, deveden, yırtıcı hayvanlardan ve kuşlardan bütün parmaklı hayvanları, bir görüşe göre de tırnaklı kuşları ve hayvanları haram kıldık. Bu, Yahudilerin zulmünden kaynaklanan, tahrimin genelleştirilmesidir. Nitekim önceleri bazı tırnaklı hayvanlar, Yahudilere helâl idi. Anacak onlar zulmedince, tahrim hükmü hepsi için genelleştirildi.

Bu kelâm, Yahudilerin, konuyla ilgili aksi yöndeki iftira ve tekziblerini çürütmek suretiyle, geçen kelamda ifâde edilen, haramların, açıklananlardan ibaret olduğu hakikatini tesbit etmektedir. Zira onlar:

"- Bunlar, ilk kez bize haram kılınmadı; bunlar, Nuh'a da, İbrâhîm'e de ve onlardan sonra gelen ere de haram kılınmıştı ve nihayet bize de öyle geldi" diyorlardı.

B- "Onlara sığırın ve koyunun (iç) yağlarını da haram kıldık. Sırtlarında ve bağırsaklarında bulunan ve kemiğe karışan yağlar müstesna "

Onlara sığır ve koyun etini haram kılmadık; eskiden olduğu gibi buna ilişkin helâl hükmü baakıidir; ancak bu hayvanların sırtlarında ve bağırsaklarında taşıdıkları, yahut kuyruk sokumu çevresinde olup kaba etlere yapışık, bir görüşe göre de, kaburgalara ve diğer bütün kemiklerle bitişik olan yağlar dışındaki iç yağlarını onlara haram kıldık.

C- "İşte bu, zulümlerinden dolayı onlara verdiğimiz cezadır". Şüphesiz Biz doğru sözlüleriz."

Bu ceza veya bu tahrim hükmü onlara,

- zulümleri,

- Peygamberleri haksız yere öldürmeleri,

- kendilerine yasaklanmış olan ribayı (faiz) yemeleri,

- insanların mallarını gayri meşru yollardan ele geçirmeleri sebebiyle vazedilmiştir. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyurulur:

" Yaptıkları zulümler ve bir çoklarını Allah yolundan alıkoymaları sebebiyle önceleri kendilerine helâl olan bir takım güzel ve temiz şeyleri (tayyibatı) Yahudilere haram kıldık."

Yahudiler, bir günah işlediklerinde kendilerine helâl olan bir şeyin haram kılınmasıyla cezalandırılıyorlardı. Onlar ise bunu inkâr ile onun öteden beri her ümmete haram olduğunu iddia ediyorlardı, işte Allahü teâlâ, onların bu iddiasını reddetti ve bunu,

" Şüphesiz Biz doğru sözlüleriz." kelâmiyla tekid buyurdu. Ayrıca,

" Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail (Ya'kuub)in, kendine haram kıldıkları dışında bütün yiyecekler İsrâiloğullanna helâl idi.

(Resûlüm) de ki:

"- Haydi Tevrat'ı getirin de okuyun! Eğer sâdık (özü, sözü doğru) lardan iseniz..." âyetiyle onları cevabtan âciz bıraktı.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu söyleyince, onlar şaşırıp kaldılar ve Tevrat'ı ibraza cesaret edemediler. Nasıl ibraz edebilirlerdi ki onda, onların kaçındıkları her şey, en açık şekilde beyan edilmişti.

147

"(Resûlüm), seni yine yalanlarlarsa de ki:

"- Rabbimiz geniş rahmet sahibidir. Onun azabı ise suçlular topluluğundan geri çevrilmez."

Resûlüm! Eğer Yahudîler, söz konusu haram hükmünde seni yine yalanlar ve o tahrimlerin, kendilerine mahsus değil de eski olduğu iddiasında ısrar ederlerse onlara de ki:

- Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; sizin işlediğiniz her günahtan dolayı sizi hemen muahaze etmez; bazılarında size mühlet verir; fakat O'nun azabı, suçlular güruhundan tamamiyle döndürülmez. Binaenaleyh Allahü teâlâ'nın, size ceza olarak ve işinizi güçleştirmek için bazı temiz şeyleri haram kıldığını inkâr etmeyin.

Yahut Resûlüm, eğer o müşrikler, tafsilatı ile anlatılan helâl ve haram hükümlerinde seni yine yalanlarlarsa, onlara de ki:

- Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; yalanlamanızdan dolayı sizi acilen cezalandırmaz. Fakat siz, buna aldanmayın; çünkü bu, mühlet vermektir; yoksa cezanızı ihmal etmek değildir.

Bir diğer görüşe göre de Allahü teâlâ,

- itaatli kulları için geniş rahmet sahibidir;

- mücrim kulları için de şiddetle azab edicidir. Bu görüşe göre, ikinci cümle yerine,

" O'nun azabı ise suçlular topluluğundan geri çevrilmez" cümlesi kaim olmuştur. Çünkü bu cümle, onlara azap indirileceğine dikkat çekmekle beraber, azabın mutlaka onları bulacağını, hiçbir şeyin, onu engelleyemeyeceğini bildirir.

148

"Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyeceklerdir:

"- Eğer Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ortak koşmazdık; hiçbir şeyi de haram saymazdık!"

Kendilerinden öncekiler de azabımızı tadmeaya kadar böyle tekzib etmişlerdi.

(Resûlüm) de ki:

"- Sizde bize açıklayacağınız bir bilgi mi var? Siz, ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak yalan söylüyorsunuz."

A- "Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyeceklerdir:

"- Eğer Allah, dileseydi ne biz ne de atalarımız ortak koşmazdık; hiçbir şeyi de haram saymazdık. Kendilerinden öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar böyle tekzib etmişlerdi."

Bu âyet-i kerime, müşriklerin küfürlerinden başka bir çeşidini anlatır. Âyetin, henüz gerçekleşmemiş bir hâdiseyi önceden haber vermesi ve olayın,

"Allah'a ortak koşanlar şöyle dediler:

"- Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka bir şeye tapmazdık. O'nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık." âyetinde belirtildiği gibi aynen gerçekleşmesi onun Allahü teâlâ katından olduğuna apaçık bir delildir. 9

Allahü teâlâ'ya ortak koşanlar şöyle diyeceklerdir:

- Eğer Allahü teâlâ'nın iradesi, bizim yaptıklarımızın aksini dileseydi, ne biz, ne de atalarımız, O'na ortak koşmazdık ve biz hiçbir şeyi de haram kılmazdık.

Müşrikler, bu sözleriyle yaptıklarının, Allahü teâlâ'nın razı ve hoşnud olduğu şeyler olduğunu ifâdeye çalışıyorlardı. Fakat onlar bu sözleriyle, o çirkin şeyleri Allahü teâlâ'nın emriyle yaptıklarını beyan etmiyorlardı.

Bu itibarla müşriklerin bu şekilde zemmedilmeleri, Mutezile fırkasının inancına delil olamaz. Nitekim,

" Kendilerinden öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar böyle tekzib etmişlerdi." cümlesi de, söylediğimiz konuda gayet sarihtir. Daha açık bir deyişle şöyle demek isteniyor:

Resûlüm,

- Allah, şirki yasakladığı ve müşriklerin haram saydıklarını haram kılmadığı halde müşrikler seni nasıl yalanladılarsa,

- onlardan öncekiler de, azabımızı tadıncaya kadar eski peygamberleri öyle yalanlamışlardı. 10

10 İnsanın fiillerinde hür olup olmadığı öteden beri tartışılagelmiştir. Mes'eleye biraz daha yakından baktığımızda bu hususta değişik görüşlerin ortaya atıldığını görmekteyiz. Fakat biz burada konu ile irtibatı sebebiyle sadece Cebriye ile Mu'tezile'nin görüşlerini özetlemekle iktifa edeceğiz. Şöyle ki:

İnsanın bütün davranışlarım Allah'ın iradesine bağlayan ve beşerî iradeyi yok sayan "Cebriye"ye göre insanın bütün işleri, fiil ve hareketleri Allah tarafından önceden değişmez bir şekilde tesbit ve tayin edilmiştir. Her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Kulda irade ve seçme gücü yoktur. İyilik ve kötülük Allah'tandır. Allah'ın iradesi karşısında insan, rüzgârin önündeki bir yaprak gibidir. Bu sebeble insanda sorumluluk yoktur. Resûlüllah in (sallallahü aleyhi ve sellem) bekaa âlemine yürümesinden sonra yüksek sesle konuşulmaya başlayan bu cebir düşüncesine karşı ilk defa Hazret-i Ömer, Ali, Abdullah b. Abbas (radıyallahü anhüm) ve daha sonra Hasen-ı Basrî karşı çıkmışlardır. Adları geçen zevat, Allah'ın kullarım emirlerine karşı gelmeye ya da aykırı hareket etmeye zorlamadığını bu neviden düşüncelerin yanlış olduğunu söylemişlerdir.

Aklı her şeyin üstünde tutan Mu'tezile ise "adalet" kavramına dayanarak insanın davranışlarında hür olduğunu savunmuştur. Eğer insan herhangi bir şeyi yapma hürriyetine sahib değilse o insanın işlediği iyi ya da kötü amellerden dolayı mükâfatlandırılması veya cezalandırılması düşünülemez. Eğer Allah, insanları belli fiilleri işlemeye zorlamakta ve o fiillerden dolayı onları cezalandırmakta ise bu, zulümden başka bir şey değildir. Oysa Allah, âdildir, kullarına hiçbir şekilde haksızlık etmez. O halde Allah'ın adaleti gereği insanların hür olması icab eder. Mu'tezile'ye göre insan kendi fiilini yaratır. Bunun içindir ki yaptığı işin sorumluluğu kendisine aittir. Başka bir deyişle insanın fiillerinin yaratıcısı Allah değil bizzat insanın kendisidir. Ancak fiilleri yaratmak için insanın muhtaç olduğu gücü veren Allah'dır. Kaza ve kaderden maksad kulların fiillerinin Allah tarafından yaratılması demekse böyle bir şey yoktur. Zira insan kendi hareketlerinde tamamen hür ve bağımsızdır. Bu itibarla önceden takdir diye bir şey yoktur.

Bu açıklamalar karşısında müellif merhumun "Müşriklerin bu şekilde zemmedilmeleri Mu'tezile fırkasının inancına delil olmaz" sözleri vaakıaya uygun düşmemektedir. Mu'tezile yerine Cebriye demiş olsaydı daha doğru olurdu kanısındayız.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Sizde bize açıklayacağınız bir bilgi mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak yalan söylüyorsunuz."

Resûlüm, onlara de ki:

"- Yanınızda iddianıza delil olabilecek bize açıklayacağınız müşahhas bir şey mi var? Siz bu iddialarınızda ancak bâtıl bir zanna uyuyorsunuz. Zan da, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz ve siz ancak Alalı teâlâ'ya karşı yalan söylüyorsunuz."

Bu âyet, mutlak olarak her çeşit zanna uymanın dinen yasak olduğuna delâlet etmez; fakat karşısında kesin delil bulunan zanna uymanın yasaklandığına delâlet eder.

149

"(Resûlüm) de ki:

"- En üstün ve kesin delil, Allah'ındır. Evet, O dileseydi elbette hepinizi hidayete erdirirdi."

Resûlüm, müşriklere de ki:

"- İddialarınızı subuta erdiren hiçbir hüccetiniz olmadığı anlaşıldığına göre dâvanın doğruluğunu kesinlikle isbat eden ancak Allahü teâlâ'nın delilidir.

Bu delilden maksat Kitab, Resul ve Sünnettir.

Evet Allahü teâlâ, hepinizin hidÂyetini dilemiş olsaydı, elbette sizi hidayete muvaffak kılar ve ona sevkederdi. Fakat O,

- hepinizin hidÂyetini değil,

- yani himmet ve gayretlerini doğru yol için harcayanların hidayetlerini,

- bir engel olmadığı halde ihtiyarî iradelerini aksi yönde kullananların da dalâletlerini dilemiştir.

150

"(Resûlüm) de ki:

"- Haydin, Allah'ın bunu gerçekten haram kıldığına şahadet edecek şâhidlerinizi getirin. Eğer buna şahidlik ederlerse, sen onlarla beraber şahidlik etme ve âyetlerimizi yalan sayanların ve âhirete inanmayanların arzularına uyma. Çünkü onlar Rabblerine başkalarını denk tutuyorlar."

A- "(Resûlüm) de ki:

"- Haydi, Allah'ın bunu gerçekten haram kıldığına şahadet edecek şâhidlerinizi getirin."

Onların sahicileri, sözlerini tuttukları önderleridir. Önderlerin çağrılmalarının sebebleri:

-hüccetin onlar aleyhine sabit olması,

-önderlerle onlara uyanlar arasındaki irtibatın kesilmesi ve onların dalâlette olduklarının ortaya çıkması,

-onların sözlerinin bir dayanağı olmadığının anlaşılması içindir. İşte bundan dolayı "şahitleriniz" buyrulmuştur.

B- "Eğer buna şahidlik ederlerse, sen onlarla beraber şahidlik etme."

Eğer bu davet üzerine şâhidleri huzura geldikten sonra Allahü teâlâ'nın bunu haram kıldığına şahidlik ederlerse, sen onları tasdik etme. Çünkü bu, Allah'a karşı yalan uydurmaktan ve iftira etmekten başka bir şey değildir. Sen onların bu şahadetinin bâtıl olduğunu söyle. Onların bu şahadetini teshin etmek, bâtıl şahadete muvafakat olur.

C- "Ve âyetlerimizi yalan sayanların ve âhıirete inanmayanların arzularına uyma. Çünkü onlar Rabblerine başkalarını denk tutuyorlar."

Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlayan ve O'na ortak koşanlar, ancak bâtıl arzularına uymuş, hüccete iktida edenler de O'nun âyetlerini tasdik etmiş olurlar.

Ahirete inanmayanlardan maksat, putlara tapanlardır. Buradaki iki sıfat (Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalan saymak ile ahirete inanmamak) eşdeğer sıfallardır. Çünkü Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlayan kimse, ahirete de inanmaz ve ahirete inanmayan, Allahü teâlâ'nın âyetlerini de yalan sayar.

Resûlüm sen,

- Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlamak,

- ahirete inanmamak,

- Allah'a ortak koşmak sıfatlarını kendilerinde toplamış olan bu insanların arzularına uyma.

Bu nehy, müşriklerin bu üç vasfı ayrı ayrı değil fakat bir arada taşıdıkları anlamındadır.

151

"(Resûlüm) onlara de ki:

"- Gelin Rabbinizin haram kıldıklarını ben size okuyayım:

O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın; Ana- babaya iyilik edin;

Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin;

Sizin de onların da rızıklarınızı biz veririz;

Hayasızlıkların açığına da, kapalısına da yaklaşmayın;

Ve Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.

Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.”

A- "(Resûlüm) onlara de ki:

- Gelin, Rabbinizin haram kıldıklarını ben size okuyayım:

O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın;

Ana-babaya iyilik edin;

Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin;

Sizin de onların da rızıklarınızı Biz veririz;

Hayasızlıkların açığına da kapalısına da yaklaşmayın; "

Bundan önce, kâfirlerin, Allahü teâlâ'ya ortak koşmak ve bazı şeyleri haram saymak gibi fiil ve hareketlerinin O'nun emri ve dilemesiyle gerçekleştiği yolundaki iddialarının bâtıl olduğu ifâde edilmişti. Şimdi bu âyette hikmetli bir üslûb ile Resûlüllah'a haramları beyan etmesi emir buyuruluyor. Amaç, onların bu haramlardan sakınmaları gerektiğini bildirmektir.

Haram olan yiyecekler, Enam sûresinin 145. âyetinde açıklanmıştı. Şimdi diğer haramlar şu suretle beyan ediliyor.

Resûlüm, onlara de ki,

"- Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri içeren âyetleri size okuyayım:

Allahü teâlâ'ya hiçbir veçhile, yahut hiçbir şeyi ortak koşmayın.

Ana-babaya ihsanda bulunun.

Fakirlik korkusuyla kız çocuklarınızı öldürmeyin, onları diri diri toprağa gömmeyin.

Bir görüşe göre ise, bu öldürme yasağı, içinde bulunulan, yaşanan fakirlik hali içindir; diri diri toprağa gömmek ise, beklenen fakirlik hali içindir.

Allahü teâlâ, kız çocuklarını öldürmek için yoksulluğu gerekçe olarak ileri sürenlerin bu gerekçelerini çürütmek ve rızıklarının kefili olduğunu bildirmek üzere

" Sizin de, onların da rızıklarınızı Biz veririz" buyurmaktadır.

Yani her iki grubun rızkını da Biz veriyoruz; siz vermiyorsunuz. O halde rızkı tahsil edememek sebebiyle yoksulluktan korkmayın.

Ve cahiliye devrinde ayak takımının yaptığı gibi iş yerlerinde alenî işlenen fuhşa yaklaşmayın. Fakat o dönemde eşrafın âdeti olduğu üzere gizli dostlar edinerek örtülü zinaya da yaklaşmayın.

Zina yasağının "Yaklaşmayın" kelimesiyle ifâdesi,

- ya zina isteği kuvvetli olduğundan yasağı da kuvvetlice vurgulamak,

- ya da yaklaşmak, bilfiil işlemeye sebeb olduğu içindir. Bu âyete tıpkı,

" Zinaya yaklaşmayın; çünkü o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." âyeti gibi kız çocuklarını öldürme nehyi ile mutlak katil (öldürme) nehyi arasında yer verilmiştir. Bu, şuna işarettir:

Zina, haddi zâtında pek büyük bir cinayet olmakla beraber aynı zamanda çocuk öldürme hükmündedir. Çünkü zina mahsûlü çocuklar ölüler gibidir (onların miras hakları yoktur).

Peygamberimiz azl (çocuk yapmamak için meniyi dışarı akıtmak) hakkında da şöyle buyurur:

"Azl de, kapalı bir çocuk cinayetidir."

Burada "hayasızlıklar", kelimesini açık veya gizli büyük günahlar şeklinde tefsir etmek, ağaç ile kabuklarını birbirinden ayırmak gibi yanlış bir tefsir olur. 11

B- "Ve Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın."

Allahü teâlâ'nın İslâm ile, yahut aht (andlaşma) ile size yasakladığı cana kıymayın. Binaenaleyh harbî (Müslümanlarla savaş halinde olan) kâfirin canı buna dahil değildir. Ancak haklı sebepler olduğu zaman insan öldürülebilir.

Meselâ:

- imandan sonra küfür (İslam dininden başka bir dine dönmek),

- ihsandan sonra (evli iken) zina,

- masum bir insan öldürme (yani kısas olarak). 12

C- " Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır."

Burada zikredilen beş mükellefiyet, Allahü teâlâ'nın size te'kiden emrettikleridir.

Vasat akıl sahibi olanlar bile bunların çirkin işler olduğunu kavrar. Umulur ki bu neviden çirkinliklere karşı nefis hakimiyetini sağlar ve bu fiillerden aklınızı kullanarak sakınırsınız.

152

"Yetimin malına yaklaşmayın; ancak rüşde erinceye kadar en güzel şekilde yaklaşma müstesna. Ölçü ve tartıyı da adaletle yapın. Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz. Konuştuğunuz zaman âdil olun; velevki akrabanız olsun. Ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Tezekkür edesiniz (düşütlesiniz, öğüt alasınız) diye O, size bunları emretti."

A- "Yetimin malına yaklaşmayın; ancak rüşde erinceye kadar en güzel şekilde yaklaşma müstesna."

Burada da nehyin yaklaşmaya tevcih edilmesi (yaklaşmayın), yetimin malını yeme yasağını kuvvetle ifâde etmek ve bir de faydalı olan yaklaşmayı, istisna yoluyla yasağın hükmünden çıkarmak içindir. Yani yetimin malına hiçbir şekilde yaklaşmayın, ancak onun malını korumak ve arttırmak gibi amaçlarla yaklaşma müstesna.

Bu hitab, ’veliler ve vasiler içindir. Çünkü "rüşde erinceye kadar" ifâdesi bunu belirtir. Bu ifâde,

- istisnadan anlaşılanın nihÂyetini belirlemek içindir;

- yasağın nihÂyetini bildirmek için değildir.

(Yani yetim erginlik çağına geldikten sonra da onun malına kötülük için yaklaşılmaz) Hulâsa,

- reşîd oluncaya kadar yetimin malını muhafaza edin;

- reşîd olunca malını kendisine teslim edin. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Eğer onların rüşde erdiğine yakıînen kanaat getirirseniz mallarını kendilerine iade edin."

B- "Ölçü ve tartıyı adaletle yapın."

Ölçüyü ve tartıyı da herkes için eşit ve her zaman adaletle uygulayın.

C- "Biz, hiç kimsye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz."

Biz, herkese ancak imkânları ölçüsünde, onun için zorluk teşkil etmeyen şeyleri teklif eder, onlarla yükümlü kılarız. Yani adaleti eksiksiz olarak uygulamak zor olabilir; siz imkânlarınızın elverdiği ölçüde onu uygulayın; onun ötesi ise, size bağışlanmıştır.

Ç- "Konuştuğunuz zaman âdil olun; velevki akrabanız olsun."

Bir hüküm veya bir şahadet veyahut benzeri için bir konuda konuştuğunuz zaman akrabalarınız bile olsa, adaleti gözetin; onlara meylederek adaletten şaşmayın.

D- "Ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun."

Yukarıda sayılan veya diğer hususlarda Allahü teâlâ'nın sizden aldığı ahidleri yerine getirin; O'na verdiğiniz sözleri tutun.

Yahut yeminlerde ve adaklarda Allahü teâlâ'ya verdiğiniz sözleri tutun.

E- "Tezekkür edesiniz (düşünesiniz, öğüt alasınız) diye O, size bunları emretti."

Yukarıda açıklanan mükellefiyetler, Allahü teâlâ'nın size önemle emrettikleridir; umulur ki, bu emirlerle öğütlenir, gereklerini yerine getirirsiniz.

Bu iki âyette zikredilen On Hüküm (On Emir), ümmetlerin ve asırların değişmesiyle değişmez.

İbn Abbâs’tan rivâyet olunduğuna göre:

"Burada zikredilenler, muhkem âyetler (hükümler) olup bütün Semavî Kitablarda bunlardan hiçbir şey neshedilmemiştir. Bunlar, bütün âdemoğullarına haram kılınmıştır ve bunlar Ümmü'l Kıtabdır (kitabın ana sidir). Bunları uygulayan kimse, cennete girer; terk eden kimse de cehenneme girer."

Kâ'bul'ahbar da bu konuda şöyle diyor:

"Kâ'bul'ahbar'ın nefsini, kudret elinde bulunan Allahü teâlâ'ya yemin ederim ki, Tevrat'ta, her şeyin başında gelenler şu âyetlerdir: Bismillahırrahmanirrahîm. De ki: Gelin!..."

153

"Bu, Benim dosdoğru yokundur. O halde uyun. Başka yollara uymayın; Çünkü o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. Sakınasınız diye O, bunları size emretmiştir."

A- "Bu Benim dosdoğru yolumdur."

Mukaatil'e göre bu dosdoğru yol, bu iki âyette zikredilen emirler ve yasaklardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sûrede zikredilenlerdir. Çünkü bu sürede zikredilenlerin tamamı, tevhid ve nübüvvetin isbatı ile şeriatin izahıdır.

Burada dosdoğru yolun Peygamber'e izafesi (benim dosdoğru yolum buyrulması), tatbikat olarak ona nisbet edilmesi anlamındadır. Yoksa "Allah'ın yolu" izafesi kabilinden, Peygamber'in tayin ve va'zettiği yol anlamında değildir. Bundan murat şudur:

Açıklanan emirler ve yasaklar, Peygamber'e mütealliktir ve o, bu emirleri ve yasakları uygulamak ve gözetmekle görevlidir.

B- "O halde ona uyun."

Benim yolum dosdoğru olduğuna göre siz de buna uyun! Bu tıpkı,

"Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde Allah ile beraber başka birine ibadet etmeyin." âyeti kabilindendir.

Bu dosdoğru yol, haddi zâtında Allahü teâlâ'nın yolu olduğu halde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yolu olarak ifâde edilmesi, insanları ona uymaya çağırmak içindir. Çünkü ancak Peygamber'in bu yoldan gitmesiyle, bu yolun Allahü teâlâ'nın yolu olduğu anlaşılır.

" benim yolum" kelimesi "Rabbinizin yolu" ve "Rabbinin yolu" şeklinde de okunmuştur.

C- "Başka yollara uymayın; çünkü o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."

Başka dinlere veya bid'atlere ya da dalâlet yollarına uymayın; çünkü o yollar, sizi Allah yolundan, İslâm'dan ayırır ve Sebe' toplulukları gibi sizi darmadağın eder.

(Sebe', bütün Yemen kabilelerinin büyük atasının adıdır. Bu yemen kabileleri, İlâhî bir ceza olarak Arim seline maruz kaldılar ve bu sel, onların yurtlarını ve bahçelerini tahrip edince bu kabileler, darmadağın olup çeşitli ülkelere göç ettiler. İşte göç eden bu kablelerin her biri başka bir yol tuttuğu için, dağınıklık ifâdesinde darb-i mesel haline geldiler.)

Allahü teâlâ'nın yolu, burada vahy-i ilâhiye uymak ve kesin delili (burhanı) izlemek şeklinde de yorumlanabilir.

Bu âyet netice itibariyle Peygamber yolunun, Allah’ın yolunun ta kendisi olduğunu belirtmiş olıyor.

Ç- "Sakınasınız diye O, bunları size emretmiştir."

Küfür ve dalâlet yollarından sakınasınız diye Allahü teâlâ, size Kendi yoluna uymanızı ve diğer yolları terk etmenizi emir buyurmuştur.

154

"Sonra Biz iyilik edenlere (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi tafsil etmek (ayrıntılaruyla açıklamak), bir hidayet ve rahmet olmak üzere Mûsa'ya da o Kitab (Tevrat)ı verdik. Umulur ki onlar Rabblerinin huzuruna varacaklar (lika)ına iman ederler."

Ben Allahü teâlâ size, eski ve yeni on hüküm indirdim. Mûsa'ya da Tevrat'ı verdim.

Tevrat, on emri ve daha başkalarını içerdiği için elbette on emrin vahyinden daha büyük bir hâchsedir.

İyilik yapanlara, ya da Mûsa'ya nimetini; ya da Mûsa'nın ilim ve şeriat öğrettiği kimselere bilgilerini tamamlamak; dinde ihtiyaç duyulan her şeyi açıklamak, hidayet ve rahmet olmak üzere Mûsa'ya Tevrat'ı verdik. Umulur ki, İsrâiloğulları, Rabblerinin huzuruna varacaklarına iman ederler.

155

"İşte bu Kitab (Kur’ân) mübarektir. Onu Biz indirdik. O halde ona uyun ve sakının ki, size rahmet edilsin."

İşte bu emirleri ve yasakları size okunan Kur’ân da,

- Bizim indirdiğimiz,

- kadri ve şânı yüce,

- dinî ve dünyevî faydaları çok bir kitaptır.

O halde Kur’ân'a uyun. Ve Kur’ân'a muhalefet etmekten sakının ki, Kur’ân'a uymak ve gereğini uygulamak sebebiyle size merhamet edilsin.

156

"Kur’ân'ı size indirmemiz,

"- Kitab, bizden önce yalnız iki topluluğa (Yahudîlere ve Hıristiyanlara) indirilmiştir. Biz ise onları okumaktan gerçekten gafildik" diyememeniz içindir."

Bu Kur’ân'ı size,

"- Biz, daha önce Yahudilerle Hıristiyanlara indirilen Kitablarda neler olduğunu bilmiyoruz; çünkü onların dillerini anlamıyoruz. Onun için de uygulayamıyoruz" demiyesiniz diye indirdik.

Burada özellikle Yahudilerle Hıristiyanlara indirilen Kitablardan bahsedilmesi o zamanlar Semavî Kitablar içinde şer'î hüküm ihtiva eden sadece bu iki Kitab olmasındandır.

Onlar, bu şekilde mazeret beyan etmek suretiyle bu iki Kitabın hükümleri ile mükellef olmadıklarını söylüyorlardı. Oysa on emir bütün ümmetler için geçerli idi. Kur’ân'ın indirilmesi ile, onların mazeretlerinin ellerinden alınması sadece diğer şeriat ve hükümleri değil, fakat aynı zamanda on emri de içermesindendir.

157

"Yahut,

"- Bize de Kitab indirilseydi, mutlaka biz onlardan daha çok hidayette olurduk" diyememeniz içindir.

İşte size de Rabbinizden açık bir beyyine (delil, kanıt, mucize), hidayet ve rahmet geldi. O halde Allah'ın âyetlerini yalanlayan (tekzib eden) ve onlardan yüzçevirenden daha zâlim kim olabilir? Âyetlerimizden yüzçevirenleri, bundan dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız."

A- "Yahut (Ev),

"- Bize de Kitab indirilseydi, mutlaka biz onlardan daha çok hidayette olurduk!" diyemem eniz içindir."

Kur’ân'ı size indirmemiz, kıyamet günü şunu da diyememeniz içindir:

- Onlara indirildiği gibi, bize de bir ilâhî Kitab indirilseydi, muhakkak ki biz, hakkı, Kitabın içerdiği hüküm ve şeriatleri benimserdik. Çünkü bizim zekâmız ve anlayışımız onlardan daha keskin ve etkindir. Bu sebeble biz, ümmî bir toplum olduğumuz halde tarih, haber, hutbe ve şiir gibi konularda en faydalı bilgileri almayı başardık.

B- "İşte size de Rabbinizden açık bir beyyine (delil, kanıt), hidayet ve rahmet geldi."

- Şimdi size de, Rabbinizden, aşılması mümkün olmayan gayet açık bir hüccet, büyük bir hidayet ve rahmet geldi.

Kur’ân'ın, açık bir delil olmakla vasıflandırılması, onların onu okuyup anlamak imkânına tamamen sahib olduklarını bildirmek içindir.

Kur’ân'ın hidayet ve rahmet olarak vasıflandırılması ise, Tevrat'ın içerdiği hidayet ve rahmeti de içerdiğine, hattâ hidayet ve rahmetin kendisi olduğuna dikkat çekmek içindir.

C- "O halde Allah'ın âyetlerini yalanlayan (tekzib eden) ve onlardan yüzçeviren den daha zâlim kim olabilir."

Hidayet ve rahmet içeren Kur’ân'ı yalanlayanın elbette zâlim olması gerekir. Hal böyle olunca,

- Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlayan,

- insanları Allah'ın âyetlerinden çeviren,

- bu suretle hem sapan, hem de saptıran kimseden daha zâlim kim olabilir?

Kur’ân'ın, âyetler olarak ifâde edilmesi, durumun korkunçluğunu vurgulamak ve Allahü teâlâ'nın her hangi bir âyetini yalanlamanın, daha zalim olmak için yeterli bulunduğuna dikkat çekmek içindir.

Şu halde bütün Kur’ân'ı tekzib eden kimse sence nasıl olmalıdır?

Ç- "Ayetlerimizden yüzçevirenleri, bundan dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız."

Bu ifâde, Allah'ın âyetlerinden yüzçeviren ve başkalarının da yüzçevirmesine sebeb olanlar için pek ağır bir ceza va'didir.

158

"Onlar neyi bekliyorlar? Kendilerine meleklerin gelmesini mi veya Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi? Rabbinin bazı âyet (mûcize)leri geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez.

(Resûlüm) de ki:

"- Bekleyin; şüphesiz biz de beklemekteyiz."

A- Onlar neyi bekliyorlar (Hel yenzurûne)? Kendilerine meleklerin gelmesini mi veya Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi? Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez."

Bu ilâhî kelam, şu hakikati beyan eder:

Söz konusu açık deliller ve hidÂyetin indirilmesiyle onlar iman etmiş olmazlar. Onlar, inatlarını ve teşriî hikmete aykırı düşen icbar edici delillerin indirilmesiyle ilgili isteklerinden vazgeçmezler. Fakat onların istedikleri icbar edici delillerin gelmesinden sonra iman etmenin kendilerine hiçbir faydası olmaz.

Bu ifâde, o kâfirlere tebliğ ve uyarının ziyadesiyle yapıldığını, onların mazeretlerinin de tamamen ortadan kaldırıldığını bildirir.

Yani o kâfirler,

" Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik"

"... Veya Allah'ı ve melekleri şâhid olarak getirmelisin." "Ona (Muhammed'e) bir melek indirilseydi ya!" gibi âyetlerde de belirtildiği gibi, kendilerine ancak meleklerin veya Rabbin gelmesini bekliyorlar.

Yahut onlar kendilerine ancak azab meleklerinin veya Rabbinin azab emrinin gelmesini bekliyorlar.

Burada beklemek, ileride bilirtileceği gibi temsilî anlamdadır.

Veyahut onlar,

"Yahut iddia (zu'm)ettiğin gibi, semayı parça parça üzerimize düşürmelisin!"

âyetiyle benzerlerinde belirtildiği üzere, imanlarını şart olarak bağladıkları Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar.

Burada "ba'dzu âyati / bazı âyetler" denmesi, o âyetleri ta'zîm etmek ve korku verici oldukların bildirmek içindir. Nitekim iki yerde, "âyetler" kelimesinin, küllî mâlikiyet manası içeren "Rabb" ismine izafe edilmesi bunun içindir.

Başka bir görüşe göre ise,

- meleklerden murat, ölüm melekleridir;

- Allahü teâlâ'nın gelmesinden murat da bütün kıyamet alâmetlerinin ve küllî helakin gelmesidir.

Buna göre bazı âyetlerin gelmesinden de murat:

- Duman,

- Dabbetü'l arz,

- Doğuda büyük bir deprem,

- Batıda büyük bir deprem,

- Arap yarımadasında büyük bir deprem,

- Deccal,

- Güneşin batıdan doğması,

- Ye'cûc ile Me'cûc,

- İsa'nın inmesi,

- Aden'den ateş çıkması gibi kıyamet alâmetleridir. Nitekim meşhur ha-dis-i şerifte böyle belirtilir.

Bunlar, o kâfirlerin bekledikleri şeyler değildir. Çünkü onlar imanlarını şart olarak bağladıkları mucizelerin gelmesini zahiren bekliyorlardı; bu hâdiseleri beklemiyorlardı.

Ancak bildiğin gibi, nazm-ı kerîmin,

- sibakı, o kâfirlerin Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlamayı sürdürdükleri ve onlara hiç itibar etmedikleri;

- siyakı da, onların bekledikleri deliller geldiğinde, iman etseler bile o imanlarının kendilerine fayda sağlamayacağı yönündedir.

İşte bu sibak ve siyak, onlara mahsus bir takım korkunç olayların vukuunu gerektirir. Bu olaylar,

- ya onların istedikleri şeylerdir,

- ya azab meleklerinin veya Allahü teâlâ'nın azap emrinin gelmesi gibi onların cinayetlerine terettüp eden cezalardan ibarettir. Bundan sonra gelecek,

"(Resûlüm) de ki: Bekleyin; şüphesiz biz de beklemekteyiz." ifadesine en uygun düşen mana da budur.

- Meleklerin gelmesi, ölüm meleklerinin gelmesi;

- Allahü teâlâ'nın gelmesi de, bütün kıyamet alâmetlerinin gerçekleşmesi anlamına hamledilmesi ise, bunların her mü'mine ve her kâfire şamil olmak sakıncasının yanı sıra, makama da müsait olmayan bir yorumdur. Kaldı ki, kıyametin bazı alâmetlerinin zuhur etmesiyle iman ve taat kapısı da kapanmaz.

Evet, "Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün..." ifâdesindeki "bazı âyetler", onların istedikleri âyetleri ve mükellefiyet çarkının, üzerinde döndüğü ihtiyarî iradeyi ortadan kaldıran pek büyük sebepleri (hadiseleri) kapsayacak genel bir manaya hamledilebilir.

Allahü teâlâ'nın o bazı âyetleri geldiği gün, önceden iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez, çünkü hal ve durum, tamamen ortaya çıkmış ve müşahede edilmiş olur. Oysa imanın makbûliyetinin olmazsa olmaz şartı, gaybe (gaibe) inanmaktır. Nitekim, başka bir âyette:

"Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda sağlayacak değildir" buyrulur.

Hulâsa,  Yüce Rabbimizin o âyetleri geldiği gün,

- herkesin iman etmek zorunda kalacağı;

- fakat önceden iman etmemiş veya iman etmiş de imanında hiç hayır kazanmamış (imanın hiçbir gereğini yerine getirmemiş) olan kimseye imanı fayda vermeyecektir.

O halde bu şartın zorunlu sonucu olarak fayda sağlayacak şey, önceden husule gelmiş olan iman ve o imanda kazanılmış hayırdır.

Mutezile, bu âyeti, amelsiz mücerret imanın muteber olmadığına delil gösterir. Ancak bu iddia geçerli değildir; çünkü âyetin gerçek manası şudur:

Rabb'inin bazı âyetleri geldiği gün, önceden kendisinden iki şeyden biri sâdır olmamış olan kimsenin imanı, kendisine fayda vermeyecektir. O iki şey:

- ya mücerret imandır,

- ya da imanda kazanılmış hayırdır.

Böylece bu iki şeyden biri ile fayda gerçekleşir. Nitekim âyet ve hadis nasları da bunu ifâde eder.

Bazıları demişlerdir ki; önceden iman yoksa zorunlu olarak, o imanda hayır da kazanılmamış olur. Bu takdirde hayrın zikri faydasız bir tekrar olur. Kaldı ki, ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektiren şey, imanın olmamasıdır. Amelin olmamasının kesinlikle bunda dahli yoktur. Şu halde cehennemde ebedî kalmayı gerektiren şey sadedinde hayrın zikri de anlamsız olur.

Burada iki şeyin zikrinden maksad cehennemde sürekli kalmayı gerektirenin beyanı ve yeni imanın insanı ebedî azabtan kurtarmak için faydası olmadığını ifâde değildir. Çünkü maksad bu olsaydı "o gün kimseye yeni imanı yarar sağlamaz." denir ve bu yeterli olurdu.

Hayır, yeni imanın fayda sağlamayacağını beyan esnasında, söz konusu iki şeyin (iman ile hayrın) zikredilmesi, fayda sağlayanın bu iki şeyden biri olduğunu tesbit etmek içindir ki, bunlar da önceden tahsil edilmiş bir iman ve o imanda kazanılmış hayırdır.

Ayrıca, şunları da diyemeyiz:

- cehennemde sürekli kalmanın tek sebebi birincinin (imanın) yokluğudur;

- o halde ikincinin (imanda hayrın) zikri anlamsızdır.

- Sürekli cehennem azabından kurtulmak için birincinin (imanın) olması yeterli tek sebebtir;

- o halde ikincinin (imanda hayrın) zikri anlamsızdır.

Biz bu kıyası yapamayız, çünkü ikisi arasında fark vardır. Şöyle ki:

- cehennemde ebedî kalmayı gerektiren müteaddit sebepler tasavvur olunamaz;

- cehennemden kurtulup cennete girmek için ise bir çok mertebeler vardır. Bunlardan bazıları imanın kendisine, bazıları ise, imanın kemiyet ve keyfiyet olarak farklı fürûuna terettüb eder.

Âyette,

- asıl fayda sağlayan eski imanın ilâve fayda getiren hayırla beraber zikredilmesi, yüksek olanı aramaya irşad ve aşağı olanın (yeni imanın) da kifÂyetine dikkat çekmek;

- bir de kâfirlerin, küfür halinde iken yaptıkları sılai rahim, köleleri âzat etmek, esirleri serbest bırakmak ve çaresizlerin imdadına koşmak, konukları ağırlamak gibi hayır işlerinden umutlarını tamamen kesmek içindir.

Çünkü bütün o hayırlar sağlam ve makbul bir temel (iman) üzerine bina edilmedikleri için tamamen sonuçsuz işlerdir. Cennete girmek için sebeb değildir. Nitekim bu hakikat,

"Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur:

Onların yaptıkları ameller, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer." âyeti ile benzen naslarda ifâdesini bulur.

Bu âyetin tefsirinde şunları da söyleyebiliriz:

Burada hem imanın, hem de hayırlı amelin yokluğunun zikredilmesi şu sebeblere dayanır:

1- Birinin (amelin) vücûbü, diğerine (imana) bağlıdır;

2- Kendilerine vacıb olan bu iki şeyde de kâfirler temerrüt ve tefrit halindedir. Onların bu haline, tariz vardır. Nitekim,

"O, tasdik etmedi, namaz da kılmadı" âyeti de bu kabildendir. Bu da, onların son derece azgın ve azablarının katmerli olduğunu ortaya koyar. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, kâfirler de, müahaze noktasından şeriatin füruuna muhatabdırlar. Nitekim,

"O müşriklerin vay haline!" "Onlar ki, zekâtı vermezler..." buyrulur.

Bir diğer görüşe göre ise âyetin manası şöyledir:

Anılan âyetler gelmeden önce iman etmemiş, yahut imanında hayır kazanmamış olan kimseye yeni imanı ve yeni imanmdaki hayrı fayda vermez.

Ancak bu mananın bu kelâmdan ne suretle anlaşıldığı açık olmadığı gibi, bu mana, makamın gereklerinden de değildir.

Ayrıca bu mana, durumun korkunçluğunu ve onların rezil- rüsvay olacaklarını beyan yeri olan bu makamın mehabetini ihlal eder niteliktedir.

B- "Resûlüm de ki:

"- Bekleyin; şüphesiz biz de beklemekteyiz ."

Resûlüm, hakikat anlaşıldıktan sonra tehdid olarak onlara de ki:

Neyi beklediğinizi görmek için, o gelmesini istediğiniz üç şeyden birini bekleyin; şüphesiz biz de, başınıza gelecek kötü akıbeti görmek için onu beklemekteyiz."

Bu beyan, onların beklediklerinden maksadın, daha önce de belirtildiği gibi,

- ya azab meleklerinin,

- ya da Allahü teâlâ'nın azab emrinin gelmesi olduğunu teyid eder. Ayrıca bu kelâm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerin, kâfirlerin başına gelecek

azabı göreceklerini tazammun eden bir va'iddir. Her halde bu ceza, Bedir savaşında gördükleri cezadır. Yüce Allah, cümle âlimlerden iyi bilir.

159

"Dinlerini parça parça edip bir takım fırkalara ayrılanlar var ya (Resûlüm); senin onlarla hiçbir ilgin yoktur. Çünkü onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra Allah, onlara yaptıklarını haber verecektir."

A- "Dinlerini parça parça edip bir takım fırkalara ayrılanlar var ya (Resûlüm); senin onlarla hiçbir ilgin yoktur."

Bundan önce müşriklerin hali açıklanmıştı. Şimdi burada da Ehl-i Kitab iki taifenin (Yahudilerin ve Hıristiyanların) halleri beyan ediliyor.

Yahudiler ve Hıristiyanlar, dinlerini parça parça ettiler. Sonra her bir fırkası, dinin bir parçasına sarıldı ve ayrı ayrı önderler etrafında toplanıp bir çok fırkalar oluşturdular. Resûlüm, onların bölünmelerinden bahsetmek ve onlarla tartışmak ve onları muahaze etmek, onlardan sana yardım edecek kimseleri arayıp bulmak senin işin değildir.

Diğer bir görüşe göre bunun anlamı şudur:

- Resûlüm, senin işin, risaleti tebliğ etmek,

- insanları davetle emrolunduğun hak dinin şiarlarını ortaya koymaktır.

- Onlarla savaşmak değildir.

Bu görüşe göre bu âyet, "kılıç âyeti ile" nesholunmuştur. Peygamberimiz buyururyor ki:

"Yahudiler ve Hıristiyanlar, yetmiş bir fırkaya bölündüler; bir tanesi hariç, hepsi cehennemdedir."

Ehl-i Kitab iki taifenin her birinden bir fırkanın istisna edilmesi, ancak dinlerinin neshinden önceki eski asırlar içindir. Dinlerini neshından sonra ise, eski dinlerine bağlı kalanların hepsi cehennemdedir; fakat cehenneme girme sebepleri değişiktir.

B- "Çünkü onların işi ancak Allah'a aittir."

Onların ilklerinin ve sonlarının işlerini ancak Allahü teâlâ, hikmetinin gereğine uygun olarak dilediği gibi yönetir ve düzenler. Dilerse dünyada onları yaptıklarından dolayı yakalar ve onlara karşı savaşı emreder.

Diğer bir görüşe göre ise, burada parçalananlardan maksat, bu ümmetten bid'at ehli ve bâtıl fikir sahipleridir. Ancak Peygamber'in bunları da muahazeye memur olması, bu görüşü reddeder.

Buna cevap olarak:

- Onlarla senin hiçbir işin yoktur;

- sen onlardan ve görüşlerinden uzaksın;

- onlar da senden uzaktır."

demek ve bu şekilde bir yorum yapmak da yukarıdaki illet ve sebep cümlesi (çünkü onların işi ancak Allah'a kalmıştır) karşısında doğru değildir.

C— "Sonra Allah, yaptıklarını onlara haber verecektir."

Burada, göstermek yerine haber vermek ifâdesinin kullanılması, onların, irtikâp ettikleri cürümlerin cahili olduklarına ve kötü akıbetlerini bilmediklerine dikkat çekmek içindir.

Allahü teâlâ, kıyamet gününde şahitler huzurunda, onların dünyada iken yaptıkları kötülükleri, o işlerinden dolayı hak ettikleri cezayı kendilerine gösterecek ve öğretecektir.

160

"Kim Allah'ın huzuruna iyilik (el-hasene) ile gelirse, işte ona getirdiğinin on misli vardır; kim de kötülük (e's-seyyie) ile gelirse, sadece onun misliyle cezalandırılır. Zaten onlar haksızlığa uğratılmazlar."

A- "Kim Allah'ın huzuruna iyilik (el-hasene) ile gelirse, işte ona getirdiğinin on misli vardır; kim de kötülük (e's-seyyie) ile gelirse, sadece onun misliyle cezalandırılır."

Burada amel sahiblerine verilecek karşılıkların miktarları ve önce ihsan ehlinin mükâfatları açıklanıyor.

Tabiî âlimlerinden Ata, İbn Abbâs!tan rivâyetle diyorlar ki:

"Bu, kim bir iyilik yaparsa, ona on sevap yazılır, demektir."

Mü'minlerden kim kıyamet gününde güzel amellerle gelirse- çünkü iman olmadan iyiliğin bu karşılığı olmaz- Allah'tan bir lütuf olarak ona on katı sevap verilir. Bu mükâfat va'dınin asgarisidir; bire karşı yetmiş veya yedi yüz veyahut hesapsız sevap va'dleri de vardır. İşte bundan dolayıdır ki, on sayısından muradın çokluk olduğu, yoksa bununla sevabın takyidi ve tahdidi olmadığı söylenir.

B- "Zaten onlar haksızlığa uğratılmazlar."

Onların sevabı eksiltilmez ve cezaları da arttırılmaz.

161

"(Resûlüm) de ki:

"- Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru yola, en doğru dine, hakka yöneltmiş İbrâhîm'in dinine iletmiş (hidayet etmiş)tir. O müşriklerden değildi."

A- "(Resûlüm) de ki:

"- Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru yola, en doğru dine, hakka yönelmiş İbrâhîm'in dinine iletmiştir."

Burada Allahü teâlâ, Resûlüllah'a

- kendisinin üzerinde olduğu,

- kâfirlerin de, üzerinde olduklarını iddia ettikleri, ancak gerçekte ondan tamamen ayrıldıkları hak dini kendilerine tebliğ etmesini buyuruyor. Şöyle ki:

" Resûlüm, dinlerini parça parça edip bir takım fırkalara ayrılanlara de ki:

- Şüphesiz Rabbim, beni, mazhar kıldığı vahiy ile, kâinatta âfakta (hariçte) ve enfüste (dahilde) yarattığı delillerle dosdoğru bir yola, en doğru dine ve hakka yönelen İbrâhîmdinine hidayet etti."

B- "O, müşriklerden değildi."

Bu kelâm, İbrâhîm'in dinlerinde itikad ve amel olarak çeşitli fırkalara ayrılanların hallerinden ve işlerinden tamamen münezzeh olduğunu açıklar.

İbrâhîm ne asıl ne de fer' olarak, dine ilişkin hiçbir şeyde onlarla beraber değildir.

İbrâhîm'indi, müşriklerden olmadığının sarahatle belirtilmesi,

- Mekke müşrikleri ile,

- "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demek suretiyle Allah'a ortak koşan Yahudilerin,

- "Mesîh, Allah'ın oğludur" demek suretiyle Allah'a ortak koşan Hıristiyanların,

İbrâhîm'in dininde oldukları şeklindeki iddialarını red içindir.

162

"(Resûlüm) de ki:

"- Şüphesiz benim namazım hac, kurban, ibadetlerim, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir."

Resûlüm, sen onlara de ki:

- Şüphesiz benim namazım,

- diğer bütün ibadetlerim,

-

Diğer bir görüşe göre ise, benim kurbanım, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Burada tıpkı,

"O halde namaz kıl ve kurban kes." âyetinde olduğu olduğu gibi namaz ile kurban bir arada zikredilmiştir.

Başka bir görüşe göre,

- namazım ve baccım,

- hayâtımda üzerinde olduğum iman ve taatlerim,

- ölümüm sırasında üzerinde olacağım imanım ve taatlerim,

- vasiyet gibi ölüm sonrasına ilişkin hayırlarım, âlemlerin Rabbi Allah içindir.

163

"O'nun şeriki (ortağı) yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim."

İman ve amellerimde ben, Allahü teâlâ'ya başkasını ortak koşmam; ben ancak bu ihlâsla emrolundum ve ben bu ümmette Müslümanların ilkiyim.

Bu âyet, İbrâhîm'ini,

- emrolunduğu şeyleri sür'ade yerine getirdiğini,

- ona emredilenlerin, kendine özgü şeyler olmadığını,

- bütün o ümmetin bunlarla memur olduğunu,

- ve onlardan Müslümanlığı benimseyenlerin, kendisine uyduklarını belirtmiş olur.

164

"(Resûlüm) de ki:

"- Allah, her şeyin Rabbi iken O'ndan başka Rab mi arayacağım? Herkesin kazandığı ancak kendine aittir ve hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenecek değildir. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, uyuşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir."

A- "(Resûlüm), de ki:

"- Allah, her şeyin Rabbi iken O'ndan başka Rab mi arayacağım?"

Allahü teâlâ, benim Rabbim olduğu gibi, Kendisinden başka her şeyin (mâ sivanın) de Rabbidir. Böyle olduğu halde ben, O'ndan başka bir Rab mı arayacağım? Mâbudiyette Allahü teâlâ'ya ortak tasavvur olunamaz.

B- "Herkesin kazandığı ancak kendine aittir."

Kâfirler, Müslümanlara diyorlardı ki:

"- Siz bizim yolumuza tâbi olun, biz de sizin hatalarınızı yüklenelim!" Onların bu sözleri,

- ya "Sizin işlediğiniz hatalar, sizin üzerinize değil, bizim üzerimize yazılsın";

- ya da "Sizin üzerinize yazılmış olan hataları, kıyamet günü biz yüklenelim" demektir.

İşte bu kelâm, birinci manasına göre anılan sözlerin reddıdir. Yani her nefsin işlediği günah ancak kendine aittir ve birinden sâdır olan kötü bir fiilin başkasının boynunda kalması mümkün değildir.

C- "Ve hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenecek değildir."

Bu kelam da, kâfirlerin anılan sözlerinin, ikinci manaya göre reddidir. Yani kıyamet günü hiçbir taşıyıcı nefis, başka bir nefsin yükünü taşımaz.

Ç- "Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir."

Mükâfat va'di ile ceza vaidinin tekidi ve ağırlaştırılması için burada hitap şekli değiştirilip insanların hepsine tevcih edilmiştir.

En sonunda kıyamet günü sizin dönüşünüz, bütün işlerinizin Mâliki olan Rabbinizedir. İşte Rabbiniz, o gün, dürüstlük ile azgınlığı ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmak suretiyle, daha önce uyuşmazlığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir.

165

"Sizi yeryüzünde halifeler kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan da ancak O'dur. Şüphesiz senin Rabbin cezası süratli olandır. Şüphesiz O, bağışlaması bol (Ğafûr)dur, çok merhamet eden (Rahim)dir."

A- Sizi yeryüzünde halifeler kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan da ancak O'dur."

Sizi, eski ümmetlere ya da birbirinize halef kılan, ya da sizi yeryüzünde Allahü teâlâ'nın halifesi kılan; verdiği mal ve mevki, şeref ve zenginlik gibi nimetler bakımından sizi denemek, sizdeki şükrü veya isyanı görmek için kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan da O'dur.

B- "Şüphesiz senin Rab bin, cezası süratli olandır."

Burada hitabın yalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcihi, Rab kelimesinin, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi, Allahü teâlâ'nın, Resûlüllah hakkında ziyadesiyle lütufkâr olduğunu belirtmek içindir.

Allahü teâlâ, verdiği nimetlerin hukukunu gözetmeyen ve onların şükrünü edâ etmeyen kimseler hakkında cezası çabuk olandır. Çünkü her gelecek, yakın sayılır.

Yahut Allahü teâlâ, azab irade buyurduğunda son derece süratli gönderir. Çünkü O, unsurları ve aletleri kullanmaktan münezzehtir.

C- "Şüphesiz O, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet eden (Rahim) dir."

Allahü teâlâ, bahşettiği nimetlerin hukukunu gereği gibi gözetenler hakkında çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Rivâyete göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur:

"En'âm suresi bana toptan indirilmiştir; nazil olurken yetmiş bin melek, yüksek sesle tesbih ve tahmid okuyarak onu uğurlamıştır. İmdi her kim, En'âm suresini okursa, o yetmiş bin melek, En'âm suresinin her âyetinden sonra bir gün, bir gece müddetle ona rahmet ve mağfiret dilerler."

Allahü teâlâ bütün bilenlerden daha iyi bilir.

0 ﴿