EN’ÂM SÛRESİ

1.- "mâ" harfinin, genel olarak bütün varlıklar için kullanıldığını kabul etmemiz halinde,

hem Rab tarafından gözetilip korunmak vasfının tahakkuku bakımından akıl sahibi olanla olmayanın;

hem de rububiyetin (tanrı olmanın) imkânsizhğı bakımından da her iki fırkanın eşit olduğuna işaret etmek içindir;

2.- "mâ" harfinin akıl sahibi olmayan varlıklara mahsus olduğunu kabul etmemiz halinde de söz konusu varlıkların son derece âciz olduklarına ve daha aşağı olan varlıkların kendilerine gaalib gelebileceklerine ve bu itibarla hiçbir zaman onların tanrılık iddiasında bulunamayacaklarına, bu bakımdan-da her iki fırkanın eşit olduklarına dikkat çekmek içindir.

Allah her şeye kadirdir. Başka bir deyişle Allahü teâlâ'nın kudreti sınırsızdır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, Mâide suresini okursa, ona on sevap verilir; on günahı silink; on derece yükseltilir; dünyadaki Yahudiler ve Hıristiyanlar sayısınca hayat nefesleri artar."

1

"Hamd, Allah'a mahsustur. O Allah ki gökleri ve yeri yarattı; karanlıkları ve aydınlığı var etti. Böyleyken o kâfirler Rabblarına başkalarını denk (muadil) tutuyorlar."

A- "Hamd, Allah'a mahsustur. O Allah ki gökleri ve yeri yarattı; karanlıkları ve aydınlığı var etti."

Âyetin,

başında hakikat bildiren elif-lâm bulunan hamd (el-hamd) ile başlaması;

onun bütün kemal sıfatlarının ekseni (mihveri) ve bütün celâl ve cemal vasıflarının mercii olan Allah'a (celle celâlühü) bağlaması, zâtiyle hanide lâyık tek varlığın Azız ve Celîl Allah olduğunu bildirmek içindir.

Daha önce (Fatiha suresinin tefsirinde) izah edildiği gibi, Allahü teâlâ'nın zâtı, hamdin hakikatinin Kendine mahsus olmasını gerektirir. Çünkü hamdin bütün fertlerinin Allah'a (celle celâlühü) münhasır olduğu istidlal yoluyla sabittir.

Bundan sonra ikinci vasıflandırmada Allahü teâlâ'nın bazı muazzam eserleri ve fiilleri açıklanıyor. Bunlar hamdın gereklerinden olup Allahü teâlâ'nın hamd hakikatinin yegâne lâyıkı olduğuna dikkatleri çekmek içindir.

Burada özellikle göklerin ve yerin yaratılmasından bahsedilmesi, göklerin ve yerin, bütün ulvî ve süflî eserleri, tekmil açık ve gizli nimetleri muhtevi olmasındandır.

Bu nimetlerin en büyüğü, var olma nimetidir. Var olma nimeti, her insana hamdi vacib kılmak için başk başına yeterli bir nimettir. Şu halde varoluş nimetinin devamı olarak, insanların dünyevî ve uhrevî işlerinin bağlı bulunduğu enfüsî (dahilî) ve afakî (haricî) nimetler nasıl Hamdi mûcib olmaz?

Allahü teâlâ, basiret sahiblerinin, gönül gözünü açmak, onlara ibret alınacak misaller vermek için, gökleri ve yeri, bunların içlerindeki sayısız güzellikleri, akılları hayrette bırakan gariblik ve tuhaflıkları barındıran bu harika nizamı yaratmıştır.

Göklerin "e's-semâvat" şeklinde çoğul olarak vürudu, tabakalarının müteaddit!, eserlerinin ve hareketlerinin değişik olmasındandır.

Yine göklerin, yerden önce zikri, şerefinden, mekânının yüksekliğinden ve yerden önce yaratılmış olmasındandır.

"Vecea'le'z-zulümâti ve'n-nûr -: karanlıkları ve aydınlığı var etti" cümlesi "ellezî haleka" cümlesine atıftır. Çünkü karanlıklar va aydınlık yaratılmadan önce onların menşei ve mahalli yaratılmıştır.

Bu cümle de, önceki cümle ile beraber hamdin sebebini (illetini) bildiren hükme dahildir. Bu itibarla göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların, muazzam eserler ve pek büyük nimetler olmaları sebebi ile, hamdın, onların Halikına tahsisini gerektirir. Karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi de böyledir. Çünkü bunlar da, hamdin, Yaradana tahsisini gerektiren önemli ve büyük nimetlerdir.

"Karanlıklar", "e'z-zulümât" şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. Çünkü karanlığın, insanlara göre çok belli sebepleri ve yerleri vardır ve insanlar karanlığı açıkça görürler.

Karanlık, aydınlıktan önce zikredilmiştir. Çünkü eşyanın yolduğu, varlığından öncedir. Bir de, böyle olması ile, iki çift arasındaki mukabelede özelliğe riayet edilmiş olur.(Birinci çift gökler ile yerdir ve orada da çoğul olan gökler, önce zikredilmiştir.)

B- "Böyleyken o kâfirler, Rabb'larına başkalarını denk (muadil) tutuyorlar."

Bu cümle, bundan önce, hamdin ve ibâdetin Allahü teâlâ'ya tahsisini gerektiren muazzam yaratılışı ve nimetleri anlatan cümleye atıftır. Nitekim bunların geniş izahı Fatiha (1) sûresinin tefsirinde geçti.

Bu kelâm,

- kâfirlerin hâlini reddetmek,

onların muhalefetlerini ve bâtıl olduğu bedihî bulunan bir takım söz ve fiillere cür'etlerini yadırgatmak içindir.

Allahü teâlâ,

hem zâtı,

hem de daha önce tafsılatıyle anlatılan vasıf ve fiilleri itibariyle hamdin ve ibâdetlerin yegâne lâyığıdır. İşte o evsaf ve ef'âl, hamd ve ibâdetlerin yalnız O'na tahsisini gerektirir.

Oysa kâfirler,

ibâdet, şükrün en yüksek mertebesi,

şükrün başı da hamd iken,

ibâdette başkalarını Allahü teâlâ'ya denk (muadil) tutuyorlar. Düşünemiyorlar ki O'ndan başka her şey, O'nun tarafından yaradılmıştır, mahlûktur; hamdi gerektiren hiçbir yanı yoktur.

"Sümme / sonra" kelimesi, sirki bâtıl (geçersiz) ve anlamsız kılan bunca delile rağmen o yolu tutanları yadırgatmak için kullanılmıştır; yoksa nazil olan bu âyetlerin beyanından sonra demek değildir.

Bu kelâmda zamir makamında "Rabb" kelimesinin zahir olarak zikredilmesi, onların halini daha fazla teşni' ve takbih içindir.

1 ﴿