A'RÂF SÛRESİ

 ("Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor." cümlesiyle başlayan 163. âyetten,

"Bir zamanlar o dağı İsrâiloğullarının üzerine bir gölge gibi kaldırmıştık" cümlesiyle başlayan 171. âyete kadar olmak üzere 8 âyeti dışında diğerleri Mekke'de nazil olmuştur. 206 âyettir.)

Rahman ve Rahim Allah'ın İsmiyle...

1

"Elif- Lâm-Mîm- Sâd."

Bu harfler, ya tadadîdir, ya da bu sûrenin adıdır.

Birincisine göre terkibte (irab'ta) yeri yoktur.

İkincisine göre ise, bu; Elif - Lâm - Mîm - Sâd süresidir, demektir.

2

"(Resûlüm) bu, sana indirilen bir Kitab'tır. O halde bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın. Onunla uyarman ve mü'minlere öğüt vermek için..."

Kitabı indirenin (failin) kim olduğunun bildirilmemesi,

- bunun hem bir azamet üslûbu olması,

- hem de failin sarahaten belirtilmesine gerek olmamasındandır. İnzal kaynağının mektum tutulmasının sırrı budur. Nitekim,

"Ey Resûlüm, Rabbinden sana indirileni tebliğ et!" âyetiyle benzerlerinde de bu üslup, aynı sebepten dolayı kullanılmıştır.

Kalbinde ondan bir şüphe olmasın. Nitekim diğer bir âyette de mealen şöyle buyurulur:

"(Resûlüm) eğer sana indirdiğimizden şüphe içindeysen..."

Ancak burada şüphe, sıkıntı olarak ifâde edilmiştir. Çünkü kesin bilgiye sahib olan kimsenin kalbi huzur ve inşirah içindedir. Şüphe içinde olan kimsenin kalbinde de sıkıntı vardır.

Bu beyan, Peygamber'i şüpheden tamamıyla tenzih etmek içindir.

Bu âyette olduğu gibi, nehiy zımnında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e sıkıntı nisbet edilmesi,

- Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)in heyacanina heyecan katmak,

- onun irşad aşkını alevlendirmek,

- şüpheden ziyadesiyle sakındırmak içindir.

Görüldüğü gibi şüphe öyle bir serdir ki, bunun, kendisinden sâdır olması mümkün olmayan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bile bundan nehyedilmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyette " sıkıntı" gerçek manada kullanılmıştır.

Demek istenen şudur:

" Resûlüm! Seni yalanlarlar korkusuyla,

- kalbinde Kur’ân'ın tebliğinden dolayı bir sıkıntı duymayasın;

- tebliği hakkıyla yapmakta kusur etmeyesin.

Zira Peygamberimiz ilk başta, kavminin kendisini yalanlamasından ve kendisinden yüzçevirmesinden korkuyor, bundan dolayı sıkılıyor ve gönül rahatlığı ile tebliğ vazifesini edâ edemiyordu. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, kendisine güven bahşetti ve onlara aldırmamasını emir buyurdu.

3

"Rabb'inizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun ve ondan başka velilere (dostlara) uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz."

A- "Rabb'inizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun."

Burada hitab, bütün mükelleflere yöneltiliyor ve onlara bir uyarı ve öğüt olmak üzere Peygamberimiz in emrine uymaları emrediliyor.

Bundan önceki âyette, Kur’ân'ın, insanlara uyarı ve öğüt olmak üzere indirildiği belirtildiği halde bu âyette Peygamber'in şahsında bütün insanlara indirilmiş olduğunun açıklanması, Peygamber'e uymanın zorunlu olduğunu tekid içindir.

" indirilen" kelimesine, kavli (sözlü) ve fiilî sünnetleri de kapsayacak şekilde çok geniş bir mana yüklemek, isabetten uzaktır. Evet, hükmü, delâleten onları da kapsar fakat ibare yoluyla bu mana mümkün değildir.

B- "Ve ondan başka velîlere uymayın."

Allah Teal'nın indirdiği Kur'ân'a uymak O'na uymak demektir. O emirden sonra Allahü teâlâ'dan başkasına uymama emri zikredilmiştir.

Sizi hakka hidayet eden, Kur’ân'ı size indiren Rabbinizden başkasına; cinlerden ve insanlardan edindiğiniz bir takım dostlara uymayın. Onların, sizi haktan saptırmak, bid'at ve yanlış fikirlere sevketmek için, size telkin ettikleri bâtıl vesvese ve iğvâları kabul etmeyin.

C- "Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz."

Öğüt tutmanız, yahut öğüt tuttuğunuz zaman ne kadar az! Siz, bu öğütten etkilenmiyor, gereğince hareket etmiyor, Allahü teâlâ'nın dinini bırakıp başkasına uyuyorsunuz.

Burada azlıktan mutad, yokluk da olabilir. Nitekim,

"O yüzden çok az iman ederler" âyetinde de azlık, yokluk manasındadır.

Bu kelâm, muhatabların halini takbih içindir.

Bir kıra ete göre, "tezekkür "fiili, gaaib kipi ile de okunur.

Bu takdirde mana:

" Ne kadar da az öğüt tutuyorlar." olur.

Bu kırâete göre, onlar emirlere ve nehiylere aykırı davranışları sebebiyle doğrudan doğruya hitaba layık görülmediklerinden fakat kötü halleri, ibret amacıyla başkalarına anlatmayı gerektirdiğinden bu yolda bir üslûb tercih edilmiştir.

4

"Nice karye (kasaba veya şehir)ler helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut onlar öğle uykusunda iken geliverdi."

Bu âyette, kâfirler, Allahü teâlâ'nın dinine uymaktan yüz çeviren ve Allah'tan başka dostlarının dinine uymakta ısrar eden eski ümmetlerin başlarına gelenler anlatılarak inzar ediliyor.

Helâk etmekten murat, helaki irade buyurmaktır. Nitekim,

"...namaza kalktığınız zaman..." âyet-i kerimesi de bu kabildendir.

Bu iki uyku hali azaba tahsis edilmiştir, çünkü kötü bir şeyin gaflet anında inivermesi, daha fecidir ve onun, dinleyenlere anlatılması, güven ve rahat imkânlarına aldanmamaları için daha caydırıcı olur.

İlâhî azaba uğratılanların hepsinin, böyle vasıflandırılmaları, azaba uğradıkları zamanki emniyet ve gafletlerini bildirmek içindir.

5

"Azabımız onlara geldiği zaman,

"- Biz gerçekten zâlimlerdik" demekten başka bir yakarışları olmadı."

Azabımız onlara geldiği ve onlar azabımızı gördükleri zaman onların, duaları ve istianeleri, sadece:

"- Biz, gerçekten zalimlerdik!" demeleri ve içinde bulundukları zulmü itiraf etmeleridir.

Bunu, kurtulmak umuduyla pişmanlıklarını dile getirmek için söylerler. Ancak artık kurtuluş zamanı değildir.

6

"Kendilerine Peygamber gönderilenlere de soracağız; Peygamberler (mürselîn)e de soracağız."

Bundan önce o kâfirlerin dünyevî azabı söz konusu edilmişü. Şimdi burada onların uhrevî azabı beyan ediliyor.

Ancak burada bütün mükelleflerin ilk halleri dile getiriliyor. Çünkü bu, durumun vehametini anlatmak için daha etkilidir.

Şöyle buyruluyor: Biz, bütün ümmetlere,

"- Size gönderilmiş olan Peygamberlere ne cevap verdiniz? diye mutlak ve muhakkak soracağız ve gönderilen peygamberlere de, kendilerine ne cevap verildiğini soracağız."

Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Allah bütün Resulleri bir araya topladığı gün onlara sorar:

"- Size ne cevap verildi?"

Onlar da şöyle derler:

"- Bizim hiçbir bilgimiz yok; şüphesiz bütün gayb (gizlilikleri bilen Sensin Sen)."

Burada sormaktan murat, Allahü teâlâ'nın, kâfirleri takbih etmesi ve azarlamasıdır.

"Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah hepsini bilir)."

âyetiyle nefyedilen sorma ise, bilgi edinme amacına yönelik bir sormadır.

Yahut birincisi, hesap durağındaki, ikincisi ise, azab durağındaki sormadır.

(Yani azab yerine gelindiğinde artık kendilerine bir şey sorulmayacaktır).

7

"Elbette onlara, olanları bilgi ile (bi-ıi'lmin) anlatacağız. Biz onlardan gaaib (gaafîl) değiliz."

A- "Elbette onlara, olanları bilgi ile (bi-ıi'lmin) anlatacağız."

Kıyamet günü peygamberlerin:

"- Bizim hiçbir bilgimiz yok; şüphesiz bütün gayb (gizlilik) leri bilen Sensin Sen." diyecekleri gün Biz, hem kendilerine, hem de kendilerine gönderilmiş olan Peygamberlere, dünyada yaptıklarını tam bir bilgi ile anlatacağız.

B- "Biz, onlardan gaaib (gaafîl) değiliz."

Biz, hiçbir zaman onlardan gaaib değiliz ki, onların amellerinden ve hallerinden bir şey Bize gizli kalsın.

Bu cümle, makabli için bir zeyl mahiyetinde olup onu açıklar.

8

"O gün tartı (el-vezn) haktır. Kimin tartısı ağır gelirse, işte onlar kurtuluş (felâh)a erenlerin ta kendileridir."

A- "O gün tartı haktır."

Soruların sorulacağı ve cevabların verileceği kıyamet günü amellerin âdil ve eşit tartısı, ağır ile hafifin, iyi ile kötünün hakça ayırımı vardır.

Tartının keyfiyeti hakkında ihtilaf edilmiştir. Alimlerin cumhûruna göre, adaleti izhar etmek ve mazeretleri kesmek için, halkın gözü önünde amel sahifeleri, dili ve iki kefesi olan bir terazi ile tartılacaktır. Nasıl ki,

- herkesin ameli kendisine sorulacak ve organları işledikleri günahları bir bir anlatacak;

- Peygamberler, melekler ve sahiciler de onların aleyhinde şahadette bulunacaklardır.

Herkesin günahları, amel defterlerinde de tesbit edilmiş olacak ve hesap yerinde onlar, günahlarını amel defterlerinden de okuyacaklardır. Nitekim şu rivâyet de bunu teyid eder:

Kıyamet günü kişi, Mizan'a (Teraziye) getirilir; sonra onun için gözün görebildiği kadar doksan dokuz sicil açılır; sonra onun, iki şahadet kelimesinin yazılı olduğu bir pusulası çıkar ve bütün siciller, Terazinin bir kefesine konur; o pusula da diğer kefesine konur; sonunda o siciller hafif gelir ve o pusula ağır basar.

Diğer bir rivâyete göre ise, tartılacak olanlar şahıslardır. Nitekim rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Andolsun ki kıyamet günü iri yapılı şişman adam getirilir ve Allah katında bu adamın bir sivrisinek kanadı kadar ağırlığı olmaz."

Bir diğer rivâyete göre ise, kıyamet günündeki tartı, eşit ve âdil hüküm demektir. Tabiînden Mücâhid, Süleyman b. İbrâhîm el- A'nıeş ve Dahhâk da böyle demişlerdir.

Müteahhirîn (sonraki) âlimlerin bir çoğu da bu görüşü tercih etmişlerdir. Zira vezn (tartı) kelimesinin, lügat ve örf olarak, kinaye yoluyla bu manada kullanılması yaygındır. Bu görüşü savunanlara göre:

Terazi, eşyanın miktarlarını anlamak için baş vurulan bir araçtır; kulların amellerinin miktarlarını terazi ile göstermek ise mümkün değildir. Çünkü ameller, yok olmuş araz (manevî) varlıklardır ve baki olduklarını kabul etsek de, tartı kabul etmeyen nesnelerdir.

Başka bir görüşe göre ise, bu âlemde araz olarak olarak tezahür eden ameller, âhiret âleminde kendisine uygun güzellik ve çirkinlikte madde suretinde gözükürler. Hatta hatalar ve günahlar orada cisim şeklini alacak ve ateş suretinde de tezahür edeceklerdir. Nitekim,

"Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri kuşataçaktır."

" Haksızlık ederek yetimlerin mallarını yiyenler var ya; hiç şüphesiz onlar karınlarını ateşle dolduruyorlar." gibi âyetler ve Peygamberimiz in, altın ve gümüşten mamul kapları içecek kabı olarak kullananlar hakkında buyurduğu,

"Onlar ancak, karınlarında cehennem ateşini fokurdatırlar."

hadisi de, bu manaya hamledilmiştir.

Bu görüş, hakikatten uzak değildir. Nitekim malûm olduğu üzere ilim, misal âleminde süt suretinde tezahür eder. Nitekim hazarât-ı hamse (İlâhî kudretin beş tecelligâhı) hakkında bilgi sahibi olanlar bunu gayet iyi bilirler.

İbn Abbâs tan rivâyet olunduğuna göre, kıyamet günü,

-salih ameller, güzel suretler;

-kötü ameller de çirkin suretler şeklinde getirilir ve öylece Teraziye konulurlar.

Kıyamet günü bütün gerçekler ortaya çıkar ve her şeyin gerçeği, güzellik ve çirkinlik gibi öz vasıfları ile tezahür eder ve bütün eşvâ, dünyada kendilefiyle göründükleri iğreti suretlerinden sıyrılır. Neticede onları gören hiç kimse için, onların dünyadakilerin aynı olduklarında ve âhiret âleminde bu sıfatları gerektiren hakiki suretlerinde göründüklerinde en ufak bir şüphe kalmaz ve onun aksi akla bile gelmez. Allahü teâlâ, cümle âlimlerden iyi bilir.

B- "Kimin tartısı ağır gelirse, işte onlar kurtuluş (felâh)a erenlerin ta kendileridir."

Burada tartıya terettüb eden hükümler açıklanıyor.

"Mevazin" kelimesi,

- ya mizanın (terazinin),

- ya da mevzunun (teraziye vurulan şeyin) çoğuludur.

İkinci manaya göre, tartısı, miktarı olan sevaplar söz konusudur. Zira bunun ikisinden birinin ağır gelmesi, diğerinin de ağır gelmesini gerektirir.

Kimlerin, sevaplarının tartısı, amellerinin miktarı ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Hasen-ı Basrî diyor ki:

" Günahların konulduğu terazinin hakkı, hafif gelmekdir."

9

"Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğrayanların ta kendileridir."

Kimlerin,

- iyi amelleri hafif,

- kötü amelleri ağır gelirse; işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden, onları yalanladıklarından dolayı, yaratılıştaki sağlam fıtratı zayi etmişlerdir.

10

"Andolsun ki yeryüzünde sizi yerleştirdik ve orada size yaşama imkânları sağladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz."

A- "Andolsun ki yeryüzünde sizi yerleştirdik ve orada size yaşama imkânları sağladık"

Yüce Allah Mekke halkına,

- kendilerine gönderdiği Kur’ân'a uymalarını enir, başkasına uymalarını nehy ettikten;

- başkasına uymanın akıbeti, dünyada helake ve âhirette de ebedî azaba mahkûmiyet olduğunu açıkladıktan sonra; şimdi burada kendilerine bahşedilmiş olan çeşitli nimetleri hatırlatıyor. Bu, emir ve yasaklara uymayı teşvik içindir.

Demek istenen şudur:

- Yeryüzünde size mekân ve istikrar ile mülkiyet verdik;

- sizi orada tasarrufa ehil ve muktedir kıldık;

- size hayatî ihtiyaçlarınızı karşılayacak her türlü imkân ve vasıtaları sağladık.

B- "Ne kadar az şükrediyorsunuz."

Size verdiğimiz bunca nimete ne kadar da az şükrediyorsunuz!

Bu cümle, muhatabların kötü hallerini yüzlerine vuruyor ve onları bundan sakındırıyor.

11

"Andolsun ki Biz sizi yarattık, sonra suret (biçim)lendirdik.

Sonra meleklere:

"- Âdem'e secde edin!" dedik. Hepsi hemen secde ettiler; İblis müstesna. O, secde edenlerden olmadı."

A- "Andolsun ki Biz sizi yarattık, sonra suret (biçim)lendirdik."

Bu âyet, Âdem'e ve onun zürriyetine bahşedilen ve hepsinin şükrünü mûcib pek büyük bir nimeti hatırlatır.

Bu nimetin, yeryüzüne yerleştirilme ve hayatî ihtiyaçları karşılama nimetinden sonra zikredilmesi,

- ya önceki nimetin, muhatablara intikalinin doğrudan doğruya, bu ikincisinin ise dolaylı olduğu içindir;

- ya da her biri ayrı nimetler olup başlı başına şükrü gerektirdiği içindir.

Zira gerçekleşme (vaki olma) sırasını gözetmek, hepsinin tek bir nimet olduğu ihtimalini akla getirebilir. Nitekim Âdem (aleyhisselâm) kıssasında geçti.

Her iki âyetin ilk cümlesinin başında (Velekad / andolsun ki...) yemin bulunması, bu cümlelerin içeriğine çok önem verildiğini göstermek içindir.

Burada "halk ve tasvîr" den murat, Âdem'in yaratılması ve sûretlendirilmesi kesin olmakla beraber bunların muhatablara nisbet edilmesi, Âdem'in yaratılmasında ve sûretlendirılmesinde onların da payı olduğuna işaret ederek, minnetin hakkını vermek ve onlara şükür vâcib olduğunu vurgulamak içindir. Çünkü söz konusu halk ve tasvir ve meleklerin Âdem'e secde etmesi sırf ona mahsus şeylerden değildir; fakat bu aynı zamnada bütün zürriyetine de şâmil ve sâridir. Çünkü onun bütün zürriyetı de onun nevi ve şekli üzere yaratılmıştır. Bu itibarla Allah'ın ilk halk ve tasviri, onlara da taalluk etmiştir. Yani :

"- Biz, babanız Âdem'i önce suret ve şekli verilmemiş bir çamurdan yarattık. Sonra en güzel ve mükemmel biçimde onu sûretlendirdik; ona verdiğimiz özellikler hepinize sirayet etti."

B- "Sonra meleklere:

"- Âdem'e secde edin!" dedik."

Bu âyet, secde emrinin,

- Âdem'in yaratılması (halk)ndan,

- şekillendirilmes (tesviyes)inden,

- ve ruh üfürülmesi (nefhi)nden sonra olduğu hususunda tam bir sarahati hâvidir. Bu secde emri,

"Onu tesviye ve ona ruhumdan nefhettiğim (üfürdüğüm) zaman, siz hemen ona secde edin!"

âyetinde zikredüdiği gibi şarta muallak değil, fakat kesin bir emirdir.

Bakara, İsrâ, Kehf ve Tâ- Hâ sûrelerinde geçen:

"Bir zaman meleklere. Âdem'e secde edin! demiştik." âyetlerinde geçen secde emrinden murad da budur.

Bu cümledeki " sonra" kelimesi, bu secde emrinin, Âdem'e tasvir ve tesviyeden sonra verildiğini gösterir. Ancak burada iki hâdise arasında cereyan eden bir şeye değinilmemektedir. Esasen Bakara sûresinde beyan ettik ki, bu,

"Bir zaman Rabbin meleklere:

"- Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti" âyetlerinde zikredilen muhavereden sonra ortaya çıkan Ademin üstünlüğüdür. Bu da, secde emrinin bağlandığı suret verilme ve ruh üfürülme şartlarına dahildir. Muhtemeldir ki, Allahü teâlâ, meleklere "ft’iî veya kesin emrin tavakkuf ettiği herkese hitaben icmali olarak şöyle buyurmuş olmalıdır:

"- Şüphesiz Ben, çamurdan bir insan yaratacağım ve onu yeryüzünde halife kılacağım. Şimdi Ben, ona şekil verip ona ruhumdan üfleyince ve sizin tarafınızdan onun üstünlüğü amlaşılınca, siz onun için secde edin."

Sonra Allah onu yarattı, sonra ona şekil verdi ve Kendi ruhundan ona üfledi. Onlar da o zaman o sözleri söylediler.

Yahut Allahü teâlâ, mezkûr şartlar tahakkuk ettikten sonra onlara hilâfet haberini verdi ve ruhun üflenmesinden sonra meâlen:

"- Şüphesiz Ben, şunu yeryüzünde halife kılacağım" buyurdu.

O zaman onlar da Âdem hakkında o sözleri sarfettiler.

Allahü teâlâ da, eşyanın isimlerini (dilleri) kendisine öğretmek suretiyle onu güçlendirdi. Onlar da, Âdem'de üstünlük gördüler. İşte o zaman da kesin (şartsız) secde emri vârid oldu. Bunun böyle cereyan etmesi, emredilen şeyin önemini göstermek ve secdenin vaktini bildirmek içindir.

İşte söz konusu bu olayların bir kısmi bazı âyetlerde; bir kısmı diğer bazı âyetlerde yer almıştır.

C- "Hepsi hemen secde ettiler; iblis müstesna."

Bu ilâhî emirden sonra melekler hiç gecikmeksizin hemen secde ettiler; ancak iblis müstesna.

Burada iblis, meleklerden istisna edilmiş, çünkü o, önceleri binlerce melek arasında bulunuyordu ve meleklerin sıfatlarını taşıyordu. İşte bundan dolayı o da meleklerden sayıldı ve onlardan biri gibi istisna edildi.

Ya da meleklerin, doğup çoğalan ve cin ismi verilen özel bir cinsi vardır.

Ç- "O, secde edenlerden olmadı."

İblis, hiçbir zaman Âdem'e secde edenlerden olmamıştır.

Bu cümle, istisnadan anlaşılan secde etmeyişin keyfiyetini açıklar. Çünkü hemen secde etmemek, düşünmek için de olabilir ve secde sonradan gerçekleşebilir. İşte bu kelâmla anlaşılıyor ki, iblis, hiçbir zaman Âdem'e secde etmemiştir.

İblis'in istisnası, mutassıl (aynı cinsten olan)ların istisnası kabilinden değil de, munkatı' (ayrı cinsten olan)larm istisnası kabilinden olabilir.

12

"Allah buyurdu:

"- Emrolunduğun halde secde etmekten seni men eden nedir?

(İblis) cevab verdi:

"- Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

A- "Allah buyurdu:

"- Emrolun duğun halde secde etmekten seni men eden nedir?"

Bazı İslâm âlimlerine göre, bu âyet mutlak (kayıtsız) emir, vücûb (zorunluluk) ve âciliyet ifâde eder.

Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"Ey iblis sen neden secde edenlerle beraber olmadın?".

Başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Allah buyurdu:

- Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?"

Bu olay hikâye edilirken böyle değişik ibarelerin kullanılmasından anlaşıldığına göre mel'ûıı iblis, bir günah içinde üç hatâ işlemiştir. Şöyle ki:

1 - Emre muhalefet etmek,

2- Cemaatten ayrılmak ve Allahü teâlâ'ya çok yakın melekler sınıfı içinde olmaktan kaçınmak,

3- Büyüklük taslayıp Âdem'i tahkir etmek.

İblis, o zaman bunların her biri için kınanmıştır; ancak her hikâye edilişte, başka biri zikredilmiştir.

Her yerde hepsinin zikredilmemesi, kınanması için her birinin yeterli ve onun yaptığının bâtıl olduğunu göstermek içindir.

İblis'in kınanması hikâyesi, Bakara, İsrâ, Kehf, Tâ-Hâ sûrelerinde hiç zikredilmemiştir.

B- "(iblis) cevab verdi:

"- Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

İblis, "Beni Âdem'e secde etmekten alıkoyan şudur" gibi bir sözle bu suale uygun cevap vermektense secde etmekten kaçınmasını mûcib bir üstünlük iddia ve şunu ifâdeye cüret etmiştir:

Bir kimsenin kendinden aşağı birine secde etmesi doğru bir davranış değildir. O halde bunun emredilmesi nasıl doğru olabilir? Nitekim iblis, başka bir âyette bu hususta şöyle, der:

"Benim, kuru bir çamurdan, şekil verilmiş balçıktan yarattığın bir insana secde etmem doğru olmaz dedi." Şu halde tekebbür binasını ilk kuran, aklî, güzel ve çirkin sözlerle ilk konuşan mahlûk İblis'tir.

İblis'in "Beni ateşten yarattın; onu ise çamurdan yarattın" sözleri, iddia ettiği üstünlüğün gerekçesidir. Ancak mel'ûn, büyük bir hataya düşmüştür. Çünkü üstünlüğü madde ve

unsur cihetine tahsis ve Allahü teâlâ'dan yana olan üstünlükten gaflet etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ ona sorar:

"- Ey İblis, İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?"

Daha açık bir deyişle çok itina gösterdiğim., bilâvasıta, doğrudan doğruya yaratuğım Âdem'e secde etmekten seni men eden nedir?

İblis, şekil cihetinden olan üstünlükten de gaafildir. Nitekim,

"... Ve ona ruhumdan üflediğim..." sözleriyle buna dikkat çekilmiştir.

İblis, gaye cihetinden olan faziletten de gaafıldir; işin temel direği de budur.

Âdem'in yeryüzünde halife olmasını sağlayan konularda meleklerden daha bilgili olduğu ve onda bulunan bir takım özelliklerin onlarda bulunmadığı ortaya çıktıktan sonra meleklerin Âdem'e secde etmeleri emrolundu.

Bu âyet,

- bir maddenin yoktan ve defaten var edilebildiğine;

- bir maddenin daha üstün veya daha aşağı bir maddeye dönüstürülebildiğine,

- şeytanların da mevcud cisimler olduğuna delildir.

Her halde insanın çamura, şeytanların da ateşe izafe edilmesi, çoğunluk itibariyledir.

13

"(Allah) buyurdu (Kale):

"- Öyleyse in oradan. Çünkü orada tekebbür etmen (büyüklük taslaman) senin haddin değildir. Haydi çık! Çünkü sen gerçekten aşağılıklardansın."

Bu ilâhî emir,

- lânetli iblisin emre muhalefetinin,

- bu muhalefeti bâtıl şeylerle gerekçelendirmesinin,

- ve bunda ısrar etmesinin sonucudur. Bu, "cennetten in!" demektir.

İbn Abbâs diyor ki:

"Onlar o zaman Aden cennetinde bulunuyorlardı; Cennet'ül Huld'de (ebedîlik cennetinde) değil."

Diğer bir görüşe göre ise bu, "azız melekler zümresinden in! "demektir. Çünkü onların zümresinden çıkmak da bir iniştir; hem de nasıl bir iniş! Zaten Hıcr suresinin 34. âyetinde buradaki " inme" fiili yerine "çıkma" fiili kullanılmıştır.

Başka bir görüşe göre ise, buradaki inişten murat, gökten iniştir. Ancak bu görüşü, iblisin, Âdem'e verdiği vesvesenin bu kovmadan sonra olması reddeder. Budan dolayı bu inişin, kesin olarak, mezkûr iki manadan birine hamlediîmesi lazımdır:

Birinci manaya göre İblisin vesvesesi, cennet kapısından seslenmekle olmuştur. Nitekim Hasen-ı Basrî'den de böyle rivâyet olunmuştur.

"Orada yani cennette veya melekler zümresinde büyüklük taslamak senin haddin değildir" mealindeki cümle, iniş emrinin gerekçesidir. Çünkü orada büyüklük taslamanın doğru olmaması, mezkûr emre gerçek bir gerekçe oluşturur. Zira orası itaatkârların mekânıdır.

Bu âyet-i kerime, başka yerde tekebbürün caiz olduğuna delâlet etmez.

Bu âyet,

- tekebbürün cennet, ehline yakışmadığına,

- ve Allahü teâlâ'nın, iblisi sırf isyanından dolayı değil fakat ayni zamanda tekebbüründen dolayı kovduğuna dikkatleri çeker.

Âyetteki "Çık!" emri de, inme emrinin tekidi olup aynı gerekçeye dayanır.

"Çünkü sen gerçekten aşağılıklardansın!" cümlesi, " Çık!" emrinin gerekçesi olup bunun sebebinin tekebbür olduğunu bildirir.

Yani,

"- Sen, büyüklük tasladığın için Allah ve O'nun dosdarı katında gerçekten zelil ve değersiz bir varlıksın!"

Rivâyet olunduğuna göre Ömer şöyle demiştir:

"Bir kimse Allah için tevazu gösterirse, Allah da, onun şânını yüceltir."

Yine Ömer der ki:

"Moralini yüksek tut; Allah sana güç verir. Büyüklük taslayıp haddini aşan kimseyi de Allah tutup yerlere fırlatır."

14

"(İblis de şöyle) dedi:

"- Onların ba'sed (öldükten sonra dirilti)leceği güne kadar beni ertele!"

Lânetli iblis dedi ki:

"- Ya Rabbi, benim canımı alma! Âdem ile zürriyeti, öldükten sonra mükâfat ve ceza için tekrar diril ölecekleri kıyamet gününe kadar, yani ikinci nefhaya (Sur'a üflemeye) kadar bana süre ver!"

Onun bundan maksadı, Ademoğullarını azdırmak için fırsat bulmak, onlardan intikam almak ve ölümden kurtulmaktı. Çünkü ikinci dirilişten sonra ölmek yoktur.

15

"(Allah) buyurdu:

"- Gerçekten sen ertelenen (kendisine süre verilen)lerdensin."

Bu ilâhî kelâm açıkça şunu ifâde eder:

- iblis'e ezelden takdir edilmiş mühlet haber verilmiştir;

- yoksa duası kabul edilerek kendisine özel mahiyette bir mühlet verilmemiştir.

- Süre verilmesi dileği, ölümünün ertelenmesi (tehir edilmesi) talebidir.

Çünkü ölümün tehiri ile süre verilmesi gerçekleşmektedir. Yoksa bazılarının dediği gibi iblis'in bu talebi, azabının tehir edilmesi değildir.

Allahü teâlâ da, iblis'e şöyle buyuruyor:

"- Şüphesiz sen, tekvini (yaratma ile ilgili) hikmetimin gereği olarak, ezelde ecellerini, (her şeyin yok olacağı vakte, ikinci dirilmeye kadar değil) " birinci nefha" ya kadar tehir ettiklerimdensin."

Bu âyette, ne vakte kadar mühlet verildiği icaz için zikredilmemiştir. Fakat Hicr ile Sâd sûrelerinde bu konuda sarahati havı âyetler vardır. Şöyle ki:

"(İblis şöyle) dedi:

- Rabbim, ba'sedi (yeniden dirilti)lecekleri güne kadar beni ertele!"

"(Allah şöyle) buyurdu:

- Haydi sen ertelenenlerdensin; "

"Bilinen vaktin gününe kadar."

İblis'e mühlet verilmesinde, kullar için imtihan ve sevaba teşvik vardır.

16

"(İblis de şöyle) dedi:

"- Beni azdırdığın için, yemin ederim ki ben de elbette onları (saptırma amacı ile) senin doğru yoluna oturacağım."

Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

"(iblis de)dedi ki:

- Senin izzet ve mutlak kudretine yemin ederim ki, onların kepsini muhakkak azdıracağım."

İblis, Allahü teâlâ'nın iğva (azdırma)sı üzerine yemin ediyor. Çünkü Allah'ın azdırması da, O'nun kudretinin eserlerinden ve mutlak hükümranlığının hükümlerindendir. Bu itibarla her ikisiyle de yemin etmenin sonuçları aynıdır. Her halde iblis, her ikisiyle de yemin etmiştir. Böylece kimi âyetlerde bir yemini, kimi âyetlerde de diğer yemini hikâye edilmiştir.

Özetle iblis:

"- Ya Rabbi, diyor; Senin azdırma kudretine yemin ederim ki, yol kesicilerin, yollara oturdukları gibi, ben de Âdem ile zürriyetini azdırmak için. Senin cennete ulaştıran dosdoğru yoluna, İslâm'ın yoluna oturacağım."

17

"Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükreder (şâkir) bulmayacaksın."

Düşmanların bir saldırı sırasında yaptıkları gibi dört yönden onlara sokulacağım.

İblis, mümkün olan her yönden sokulup insanları azdırma ve saptırma azmini, düşmanın dört yandan saldırmasına benzetmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, yukarı ve aşağı yönler zikredilmemiştir.

Rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir:

"- Önlerinden, âhiret;

- arkalarından, dünya;

- sağlarından ve sollarından da iyilik ve kötülük cihetlerinden demektir."

Diğer bir görüşe göre ise, "- önlerinden, bildikleri veya sakınabildikleri;

- arkalarından, bilmedikleri veya sakınamadıkları;

- sağlarından ve sollarından da bilmeleri ve sakınmaları mümkün iken, uyanık ve ihtiyatlı davranmadıkları için sakınmadıkları veya sakınmaları müyesser olmayan cihetler demektir."

İblis'ın:

"Sen onların çoğunu şükreder, yani itaat edenlerden bulmayacaksın!" demesi, kendi tahminidir. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulur:

"Andolsun ki iblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı."

İblis, şer kaynaklarının çeşitli olduğunu, hayır kaynaklarının ise tek olduğunu gördüğü için bu tahminde bulunmuştur.

Bir görüşe göre ise, bunu meleklerden duymuştu.

18

"(Allah da şöyle) buyurdu:

- Çık oradan! Yenilmiş ve kovulmuş olarak... Onlardan kim sana uyarsa andolsun ki cehennemi sizlerden dolduracağım."

Bunun anlamı şunlar olabilir:

- Ya cenneten çık;

- Ya gökten çık;

- Ya da meleklerin arasından çık!

19

"Ey Âdem, sen ve zevcen cennette oturun (sakin olun). Ve dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Sonra zâlimlerden olursunuz.

Bu âyetin başında nida harfinin yer alması, emeredilen şeyin yerine getirilmesine pek önem verildiğine dikkat çekmek içindir.

Hitabın Âdem'e tahsisi,

- vahiy telâkkisinde ve emrin ifasında Âdem’in asıl olduğunu bildirmek içindir.

"- Dilediğiniz yerden (cennetin dilediğiniz yerinden) yiyin" hitabının her ikisine de tevcih edilmesi ise, teşrifi ikisine de teşmil etmek ve ikisinin de eşit olarak emre muhatab olduklarını bildirmek içindir. Nitekim Havva validemiz, cennetin yasaklanmış meyvesinden yemede Âdem'e örnek olmuştur. Fakat cennete yerleşmede öyle değildir; kendisi Âdem'e tâbidir.

Bir de

"- Fakat şu ağaca yaklaşmayın" yasağı, sarahaten yemelerine bağlanmıştır.

20

"Şeytan ise o ikisine vesvese verdi; ayıp (çirkin) yerlerini kendilerine göstermek için. Dedi ki:

"- Rabbinizin size bu ağaçtan yemenizi yasaklaması iki melek olmayasınız ve orada sürekli kalmayasınız diyedir."

A- "Şeytan ise o ikisine vesvese verdi; ayıp (çirkin) yerlerini kendilerine göstermek için."

Şeytan, her ikisine vesvese verdi yahut onlara sürekli ve gizli bir takım sözler söyledi.

Vesvese, aslında gizli ses demektir. Şeytanın onlara nasıl vesvese verdiği Bakara sûresinde geçti.

Edeb veya avret yerlerinin " ayıp, çirkin" kelimesiyle ifâdesi, halvette (kimsenin bulunmadığı yerde) ve eşinin yanında bile gereksiz olarak açık saçık oturmanın, çirkin ve müstehcen olduğuna delâlet eder.

Âdem ile Havva daha önce hem kendilerinin hem de birbirlerinin avret yerlerini görmüyorlardı.

B- "Dedi ki:

"- Rabbinizin size bu ağaçtan yemenizi yasaklaması iki melek olmayasınız ve orada sürekli kalmayasınız diyedir."

"- Rabbinizin size bu yasağı koyması, sırf sizin iki melek olmanızı veya ölümsüz olmanızı, yahut cennette temelli kalmanızı istemediği içindir."

Bu âyet, meleklerin insanlardan üstün olduğuna delâlet etmez. Zira malûm olduğu üzere varlıkların hakikatleri (özleri) değişmez. Âdem ile Havva'nın arzuları,

- meleklerin fıtrî kemalâtının,

- yeme, içme ihtiyacı olmaması gibi bazı vasıflarının kendilerinde de bulunması idi. Bu ise, meleklerin üstünlüğü manasına delâlet etmekten uzaktır.

21

"Ve onlara yemin etti

"- Şüphesiz ki ben sizlere öğüt veren (nâsih)lerdenim!"

Diğer bir görüşe göre Âdem ile Havva İblis'e, öğütlerini kabul edeceklerine dair yemin ettiler.

Bir diğer kavle göre ise, Âdem ile Havva, İblis'e:

"- Sen gerçekten öğüt verenlerden olduğuna yemin eder misin?" dediler ve iblis de, onlara yemin etti.

22

"Böylece şeytan, ikisini de aldattı ve aşağılattı. Onlar ağacın meyvesini tattıklarında ayıp (çirkin) yerleri kendilerine görünüverdi.

Cennet yaprakları ile örtünmeye çalıştılar. (O zaman) Rabbleri, onlara şöyle dedi:

"- Ben bu ağacı size yasaklamamış mıydım ve şeytan size apaçık bir düşmandır; dememiş miydim?"

A- "Böylece şeytan, ikisini de aldattı ve aşağılattı."

Şeytan, onları yeminle aldattı. Oysa Âdem ile Havva, hiç kimsenin, yalan yere Allahü teâlâ'ya yemin etmeyeceğini sanıyorlardı.

Yahut şeytan, aldattığı Âdem ile Havva'yı o ağaçtan yemek mertebesine indirdi.

Bu ifâde, şeytanın Âdem ile Havva'yı yüksek bir dereceden aşağı indirdiğine delâlet eder.

B- "Onlar ağacın meyvesini tattıklarında ayıp (çirkin) yerleri kendilerine görünüverdi."

Âdem ile Hana, o ağacın meyvesini yemeye başlayıp da meyvenin tadını alınca, hatanın cezası ve uğursuzluğu hemen onları çarptı ve o anda örtüleri üzerlerinden düştü ve avret yerleri kendilerine açılıverdi.

Müfessirler bu ağacın, buğday başağı veya üzüm ağacı veya başka bir ağaç olduğunu ileri sürmüşlerdir.

C- "Cennet yaprakları ile örtünmeye çalıştılar."

Bir görüşe göre, bu yapraklar, incir yaprakları idi.

Ç- "(O zaman) Rabbleri, onlara şöyle seslendi (nida etti):

"- Ben, bu ağacı size yasaklamamış mıydım ve "şeytan size apaçık bir düşmandır" dememiş miydim?"

Bu kelâmın,

-ilk cümlesi, ilâhî emre muhalefetlerinden,

-ikinci cümlesi de, düşmanın sözüne aldanmalarından dolayı onları ayıplamak ve kınamak manasını tazammun eder.

Bir görüşe göre, bu cümleler, mutlak (kayıtsız) nehyin, haram ifâde ettiğine delildir.

Rivâyete göe Allah, Âdem'e sordu:

- Benim sana bahşettiğim cennet ağaçlarında, bu yasak ağaca ihtiyaç bırakmayacak bir bolluk yok muydu? " Âdem

"- Elbette vardı; fakat izzet, celâl ve kudretine yemin ederim ki, Senin yarattıklarından hiç birinin, yalan yere Sana yemin edeceğini sanmıyordum!" cevabını verdi.

Allahü teâlâ da:

"- İzzetim hakkı için seni mutlak ve muhakkak yeryüzüne indireceğim; bundan sonra sen ancak zahmet ve meşakkatle yaşayabileceksin" buyurdu.

Âdem, böylece cennetten indirildi ve kendisine demircilik sanatı ve ziraat işi öğretildi. Âdem de, çift sürdü; ürünleri suladı, biçti, dövdü, rüzgârda savurup ayıkladı; hamur yaptı ve ekmek pişirdi.

23

"(Onlar da) şöyle yalvardılar:

"- Ey Rabbimiz (Rabbena)! Bizler kendimize yazık (zulm) ettik. Ve eğer Sen bizi bağışlamaz (mağfiret) ve bize rahmet etmezsen, biz muhakkak ki hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğrayanlardan oluruz."

Âdem ile Havva şöyle yakardılar:

"- Ey Rabbimiz! Biz günah işlemekle ve cennetten çıkarılmamıza sebeb olmakla kendi nefsimize zulmettik, zarar verdik. Eğer günahımızı bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen, biz hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz."

Bu âyet, küçük günahların da bağışlanmadığı takdirde, azab sebebi olacağına delâlet eder.

Mutezileye göre ise, büyük günahlardan sakınıldığı takdirde küçük günahlar sebebiyle azab edilmez.

İşte bundan dolayıdır ki, Mutezile, Âdem ile Havva'nın bu sözlerini, Mukarrabîn (Allah'a pek yakın olanlar zümresi) âdetlerine hamletmişlerdir ki, bu zümre, küçük günahları büyük ve büyük sevapları da küçük sayarlar.

24

"(Allah şöyle) buyurdu:

"- Birbirinize düşman olarak oradan inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar istikrar ve geçinecek öteberi var."

A- "(Allah şöyle) buyurdu:

" Birbirinize düşman olarak oradan inin."

Bu hitab, Âdem ile Havva ve zürriyetleri içindir.

Yahut hem ikisi hem de iblis içindir.

Bu görüşe göre, daha önce iblis'e bu emir verilmiş iken, burada Âdem ve Havva ile beraber olduğu halde tekrar edilmesi, onların birlikteliklerinin ebedî olduğunun bilinmesi içindir.

Yahut Allahü teâlâ'nın onlara ayrı ayrı söyledikleri burada haber verilmektedir. Nitekim,

"- Ey Resuller, temiz olan şeylerden yiyin ve sâlih ameller işleyin âyet de bu kabildendir.

Başka âyetlerdeki zikri ile yerinilerek burada Âdem ile Havva'nın tevbelerinin kabul edildiği belirtilmemiştir.

B- "Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar istikrar ve geçinecek öteberi var."

Ömürlerinizin bitimine değin sizin için istikrar, yahut istikrar yeri vardır.

25

"(Allah şöyle) buyurdu:

"- Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız."

Bu âyetin başında da " Allah buyurdu" cümlesinin tekrar edilmesi:

-ya mâba'dinin (sonraki kelâmın), maakabli ile birlikte (muttasıl) olmadığını bildirmek;

-ya da mâba'dinin mefhûmuna fazla önem verildiğini göstermek içindir. Yani,

"- İndiğiniz dünyada yaşayıp öleceksiniz; kıyamet günü mükâfat ve ceza görmek üzere yine oradan çıkarılacaksınız."

Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Sizi o arz (toprak)dan yarattık; sizi yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız."

26

"Ey Âdemoğullan! Size ayıp (çirkin) yerlerinizi örtecek ve süslenecek elbise indirdik. Fakat takva (Allah'a karşı sorumluluk) elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünür (veya öğüt alır)sınız."

A- "Ey Ademoğullar! Size ayıp (çirkin) yerlerinizi örtecek ve süslenecek elbise indirdik."

Bu hitab, bütün insanlar içindir.

"- Ey âdemoğullan! Size semavî tedbirler ve semadan (gökten) nazil olan sebeplerle size, ebeveyninizin yapraklarla örtmek zorunda kaldıkları ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenecek elbiseler indirmiş veya yaratmıştır."

Burada indirmek, yaratmak anlamındadır. Nitekim,

"- ...Sizin için en'âmdan sekiz eş indirdi."

"...Biz demiri de indirdik." âyetlerinde de indirmek fiili, yaratmak anlamında kullanılmıştır.

Rivâyete göre cahiliye Arapları, Beytullah'ı çırılçıplak tavaf ediyorlardı ve:

" - Biz, Kabe'yi, içinde Allah'a isyan ettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz!" diyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu rivâyete göre, bu kıssanın zikredilmesi veya insanın avret yerlerinin açılması,

- şeytanın insana yaptığı ilk kötülük olduğunu,

- ve şeytanın, onların ebeveynini azdırdığı gibi kendilerini de azdırabileceğini bildirmek içindir.

B- "Fakat takva (Allah'a karşı sorumluluk) elbisesi daha hayırlıdır."

Allahü teâlâ korkusu, bir görüşe göre ise iman,

bir diğer görüşe göre ise güzel alâmetlet (vasıflar), başka bir görüşe göre ise savaş elbisesi daha hayırlıdır.

C- "İşte bunlar Allah'ın âyetlerindendir."

İnsanların, edeb yerlerini örtmeleri için elbiselerin yaratılması, Allahü teâlâ'nın lütfunun büyüklüğünü ve rahmetinin genişliğini gösteren âyetlerindendir.

Ç- "Umulur ki düşünür (veya öğüt alır)ler."

Umulur ki insanlar Allahü teâlâ'nın bu büyük nimetini takdir ederler, yahut öğüt alırlar da, çirkinliklerden sakınırlar.

27

"Ey Âdemoğullan! Şeytan ana babanızı ayıp (çirkin) yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de bir fitneye (belâya) düşürmesin. Çünkü o da, kabilesi de sizin onları göremiyeceğiniz yerden görürler. Biz, gerçekten şeytanları iman etmeyenlerin dostları yaptık."

A- "Ey Âdemoğullan! Şeytan ana babanızı ayıp (çirkin) yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de bir fitneye (belâya) düşürmesin."

Burada da Ademoğullarına seslenişin tekrar edilmesi, bu seslenişle söylenen kelâmın anlamına büyük bir önem verildiğini zımnen bildirmek içindir.

Yani şeytan, ebeveyniniz Âdem ile Havva'yı cennetten çıkardığı gibi, sizin de cennete girmenizi engellemesin.

Yahut ebeveyninize fitneye düşürdüğü gibi, sizi de bir belâya sürüklemesin.

B- "Çünkü o da, kabilesi de sizin onları göremiyeceğiniz yerden görürler."

Şeytan ile askerleri ve onun zürriyeti, sizin onları göremeyeceğiniz yerden görürler.

Şeytanların, onları göremeyeceğimiz yerden bizi görüyor olmaları,

- bizim onları hiç göremeyeceğimiz,

- veya onları görebileceğimiz bir şekle bürünmelerinin imkânsız olduğu anlamına gelmez.

C- "Biz, gerçekten şeytanları iman etmeyenlerin dostları yaptık."

Biz,

- iman etmeyenlerle şeytanlar arasında meydana getirdiğimiz ilişkilerle,

- şeytanları onları azdırmalarına imkân vermekle,

- şeytanların onlara güzel gösterdikleri kötü işlerle,

şeytanları inanmayanların dostları veya kendilerine musallat edilmiş arkadaşları kıldık.

Bu cümle, mezkûr nehyin gerekçesidir ve sakındırmadan sonra onun tekididir.

28

"Onlar bir hayasızlık işledikleri zaman şöyle derler: "- Babalarımızı bu yolda bulduk; Allah da onu bize emretti!"

(Resûlüm) de ki:

"- Allah, hiçbir zaman hayasızlık emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?"

A- "Onlar bir hayasızlık (fahişe) işledikleri zaman şöyle derler:

"- Babalarımızı bu yolda bulduk; Allah da onu bize emretti."

Müşrikler, putlara tapmak, Kâ'be'yi çırçıplak olarak tavaf etmek gibi çirkin hareketlerde bulundukları zaman, kendilerini men etmeye çalışanlara cevaben iki gerekçe söylerlerdi:

Bunlardan birincisi, atalarını taklid, ikincisi de Allahü teâlâ'ya iftira etmektir. Birinciyi önce zikretmeleri de, atalarının bunu Allahü teâlâ'nın emri olarak yaptıklarını bildirmek içindir.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah hiçbir zaman hayasızlık emretmez."

Allahü teâlâ'nın âdeti, güzel işleri emr ve hoşnutluk duyulan hasletleri teşvik etmektir.

" hayasızlık, çirkinlik" den murat, sağlam tabiatın nefret ettiği ve müstakim aklin noksan bulduğu şeylerdir. Bununla beraber bu âyet-i kerime, çirkinliğin, dünyada ayıplanması ve âhirette de ceza gerektirmesi itibariyle aklı olduğuna (herkes tarafından akıl ile bikndiğine) delâlet etmez.

Bir diğer görüşe göre ise, müşriklerin sözleri, önceki kelâma terettüb eden iki suale cevaptır. Sanki,

"- Niçin o işi yaptınız?" suali sorulmuş, onlar da,

"- Biz atalarımızı bu yolda bulduk" demişlerdir. Bunun üzerine,

"Atalarınız niçin onu yapmışlar?" diye sorulmuş, onlar da, "- Allah, bize onu emretti" cevabını vermişlerdir.

Her iki manaya göre de, bu âyet, aksine delil olduğu zaman taklidin caiz olmadığına delildir; ancak taklidin mutlak olarak caiz olmadığına delil teşkil etmez.

C- "Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?"

Bu istifham, onların hareketlerini inkâr ve takbih etmektir.

Müşrikler, söyledikleri o sözün Allahü teâlâ'dan sâdır olmadığını elbette biliyorlardı. Allahü teâlâ'dan sâdır olduğu bilinmeyen bir şeyin O'na isnadı tabiatiyle yasaktır fakat O'ndan sâdır olmadığı bilinen bir şeyin O'na isnadı son derece ağır bir suçtur.

29

"(Resûlüm) de ki:

"- Rabbim bana adaleti emretti. Her mescidde yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız O'na hâlis kılarak duâ edin. Sizi ilk yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Rabbim bana adaleti emretti."

Bundan önce Allahü teâlâ'nın emri olduğu iddia edilen yasaklar reddedildikten sonra burada, Allahü teâlâ'nın asıl emrettiği şey açıklanıyor.

"adalet", ifrat ve tefritten uzaklıktır, her şeyin orta halidir.

B- "Her mescidde yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız O'na hâlis kılarak duâ edin."

Her namaz vaktinde, her namaz mekânında, namaz vakti girdiğinde bulunduğunuz her mâbedde namazı kendi mabedinize dönünceye kadar tehir etmeden hemen orada- başkasına değil, yalnız Allahü teâlâ'ya yönelin. Yüzünüzü Kıble tarafına dönün ve ibadeti Allahü teâlâ'ya hâs kılın, sadece O'na ibadet edin.

C- "Sizi ilk yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

Bidayette Allahü teâlâ'nın sizi yarattığı gibi sonunda yine O'na döneceksiniz; o zaman amellerinizin karşılığını O verecektir.

Burada iadenin yaratmaya benzetilmesi, onun da mümkün olduğunu ve ilâhî kudret dahilinde bulunduğunu açıklamak içindir.

Diğer bir tefsir görüşüne göre ise, yani Allahü teâlâ, başlangıçta sızı topraktan yarattığı gibi yine toprağa döneceksiniz.

Bir diğer görüşe göre sonunda yine yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak O'na döneceksiniz.

Başka bir tefsir görüşüne göre, ilkin sizi mü'min ve kâfir olarak iki grup kıldığı gibi, yine öyle iade edecek.

30

"O, insanlardan bir kısmını hidayete erdirdi; bir kısmına da dalâlet hak oldu. Çünkü onlar şeytanları Allah'tan başka dostlar edindiler ve kendilerinin hidayet (doğru yol) üzere olduklarını sanıyorlar."

Allahü teâlâ, insanlardan bir kısmını imana muvaffak kıldı, hidayete erdirdi; bir kısımına da hikmetine mebni ilâhî iradeye bağlı olarak dalâlet hak oldu. Çünkü onlar, gerçekten Allahü teâlâ'yı bırakıp şeytanları dost edindiler. İşte onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebi ve dalâletlerinin izahı budur. Hakikat bu iken onlar, hidayete erdiklerini sanıyorlar.

Bu âyet-i kerime,

-hatâ eden veya yanılan ile,

-bilerek küfürde İsrar eden ve inatla kâfir kalanların zemme istihkak noktasında eşit olduklarına delâlet eder. İkisi arasında fark gözetenler, yanılan kâfiri, tefekkürde kusur etmiş sayarlar.

31

"Ey Âdemoğullan! Her mescide gidişte güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez."

A- "Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişte güzel elbiselerinizi giyin."

Her tavafta, her namazda avret yerlerinizi örtecek elbiselerinizi giyin. Kişinin, en güzel elbiselerini namaz için giymesi sünnettir. Bu âyet, namazda setr-i avretin (avret yerlerini örtmenin) zorunlu olduğuna delildir.

B- "Yiyin, için fakat israf etmeyin."

Helâl olan yiyeceklerden yiyin ve içeceklerden için;

- helâli haram sayarak,

- helâl ile yetinmeyip harama geçerek,

- yemekte ifrata kaçarak ve aç gözlülük ederek israfta bulunmayın.

Rivâyete göre, Benî Âmir kabilesi, hacc günlerinde hayâtın idamesi için gerekli olan asgari miktardan fazla yemek yemiyorlardı. Onlar akılları sıra bu şekilde hacci tazim ediyorlardı. Onları gören Müslümanlar da aynı şeye heves edince, bu âyet-i kerime nazil oldu.

İbn Abbâs da şöyle demiştir:

"- İsraf ve kibir, seni yanıltmadığı müddetçe istediğini ye ve istediğini giy"

Ali b. Hüseyin b. Vakıd da diyor ki:

"- Allahü teâlâ tıbbı yarım âyette toplamıştır: Yeyin, için; fakat israf etmeyin."

C- "Çünkü Allah, israf edenleri sevmez."

Allahü teâlâ, israf edenlerin bu hareketlerini sevmez.

32

"(Resûlüm) de ki:

"- Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tayyibatı (güzel ve temiz rızıkları) kim haram kılmış?"

(Resûlüm) de ki:

"- Onlar dünya hayâtında iman edenler içindir; kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri vetayyibatı (güzel ve temiz rızıkları) kim haram kılmış?"

Resûlüm de ki:

- Allahü teâlâ'nın, kulları için, bitkilerden pamuk ve keten, hayvanlardan ipek ve yün kumaşlar, madenlerden demir zırhlar ve benzeri meydana getirdiği libas ve süs eşyalarını, lezzetli yiyecek ve içecekleri kim haram kıldı?

Bu âyet-i kerime yiyeceklerde, elbiselerde ve süs çeşitlerinde asıl olanın mübahhğına delâlet eder.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Onlar, dünya hayâtında iman edenler içindir; kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur."

Bunlar, dünya hayâtında da asıl olarak, iman edenler içindir; kâfirler ise tâbiiyet suretiyle (mü'minler vasıtasıyla) bunlara ortak olmuşlardır. Kıyamet gününde ise, bunlar özellikle iman edenler içindir; kâfirler hiçbir şekilde onlara ortak olmayacaklardır.

C- "İşte bilen bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz."

Âyetlerimizin kapsadığı derin manaları bak nasıl açıklıyoruz.

33

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Rabbim, ancak açık ve gizli hayasızlıkları, her türlü günahı, haksız olarak haddi aşmayı, hakkında hiçbir hüccet indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı söylemenizi haram kıldı."

Resûlüm de ki:

- Rabbim, ancak pek çirkin olan günahların açığını da, gizlisini de;

- bir görüşe göre, zinayı, her türlü günahı,

-

Diğer bir görüşe göre içkiyi, özellikle haksız olarak yapılan zulmü, kibri, hakkında hiçbir hüccet indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allahü teâlâ'nın sıfatlarını inkârı ve O'na iftirada bulunmayı, bilmediğiniz şeyleri O'na karşı söylemeyi size haram kılmıştır.

Bu âyet, müşriklere gazab ifâde eder ve bir de, hakkında kesin delil bulunmayana uymanın haram olduğuna dikkat çeker. "Allah, onu bize emretti." demeleri gibi.

34

"Her ümmetin bir eceli vardır. Bunun için ecelleri gelince ne bir an te'hir, ne de bir an takdim edebilirler."

Helake uğrayacak bir ümmetin helakinin gerçekleşmesi için belirli bir zaman vardır. O vakit geldiğinde ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler.

Te'hir ve takdim fillerinde (taleb ifâde eden) istif al kipin kullanılmış olması, onların bunu istedikleri halde bunu gerçekleş örmekten âciz ve mahrum olduklarını belirtmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada ecellerinin gelmesinden maksat, helâkları için belirlenmiş saatin içinde bulunduğu günün gelmesi gibi biraz ileri alınması mümkün olacak şekilde ecellerinin yaklaşmasıdır. Ancak hakikat bu değildir.

Burada önce ecellerinin tehirinin mümkün olmadığı zikredilmiştir. Çünkü burada maksûd olan, onların azabtan kurtulamayacaklarını beyan etmektir.

"Hiçbir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir ve ne de onu geciktirebilir."

âyetinde bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü bu âyette kastedilen, zahiren hakları olduğu halde helâklarının tehirinin beyanıdır. Nitekim,

"-Onları bırak, yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. Fakat yakında bilecekler!"

âyeti bunu haber verir. Bu itibarla Hicr sûresinde en mühim olan, ecelin öne alınmasının mümkün olmadığını beyan etmektir.

35

"Ey Âdemoğulları! Size içinizden âyetlerimi yüzünüze karşı anlatan Resuller geldiğinde kim ittika ve kendini ıslâh ederse onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır."

Bunda bütün insanlara hitab ediliyor ki bu anlatılanlara veya hikâye edilenlere fazla önem verildiğini göstermek içindir.

Bu âyet-i kerîme Peygamberler gönderilmesinin, aklen zorunlu değil fakat caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü âyette şart manası vardır. "Eğer Resullerim gelirlerse...", ifâdesi gelmeyebilir de, demektir.

Âyetin daha açık anlamı şudur:

"- Size kendi cinsinizden Resuller gelerek benim hükümlerimi anlattıkları zaman kim, tekzibten sakınır ve amellerini sâlih kılarsa, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."

36

"Âyetlerimizi tekzib eden ve büyüklük taslayanlara gelince; işte onlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır."

Bundan önceki âyette takvanın zikredilmesi, mücerret âyetleri yalanlamamak değil, fakat yalanlamaktan sakınma kasdının da olmasını gerektirir.

37

"Allah'a karşı yalan uyduran (iftira) veya O'nun âyetlerini tekzib edenden daha zâlim kim olabilir? İşte onlara Kitab'taki nasibleri ulaşır. Nihayet elçi (melek)lerimiz gelip onların canlarını alırken derler ki:

"- Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarınız hani nerede?"

Şöyle derler:

"- Onlar bizden kaybolup gittiler." Böylece kâfir olduklarına şahadet ederler.

A- "Allah'a karşı yalan uyduran (iftira) veya O'nun âyetlerini tekzib edenden daha zâlim kim olabilir?"

Allahü teâlâ'nın söylemediğini O'na izafe edenden, ya da O'nun söylediklerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?

B- "İşte onlara Kitab'taki nasibleri ulaşır."

Onlar için yazılmış olan rızıkları ve ömürleri kendilerine ulaşır.

Diğer bir görüşe göre burada Kitab, Levh-i Mahfuz'dur. Orada yazılmış olanlar, kendilerine muhakkak ulaşacaktır.

Bir görüşe göre de, onların azabtan nasibleri, yüzlerinin kara ve gözlerinin kör olmasıdır. Bunlar behemahal kendilerine ulaşır.

İbn Abbâs da diyor ki:

"- Allahü teâlâ'ya iftira edenler için, yüzlerinin kara olması yazılmıştır. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

"Kıyamet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün."

C- "Nihayet elçi (meleklerimiz gelip onların canlarını alırken derler ki):

"- Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarınız hani nerede?"

Şöyle derler:

"- Onlar bizden kaybolup gittiler."

Böylece kâfir olduklarına şahadet ederler."

Ölüm meleği ve yardımcıları, canlarını almak üzere gelinceye kadar onlar, Kitab'ta kendileri için yazılı hayâttan nasiblerini alırlar. O zaman melekler, şöyle elerler:

"- Allah'tan başka taptığınız tanrılar nerede? "

Onlar da şöyle cevap verirler:

"- O sahte tanrılar, bizden kaypolup gittiler. Biz onlarm nerede olduklarını bilmiyoruz."

Ve böylece onlar kendilerinin dünyada gerçekten kâfir olduklarına, ibadete lâyık olmayan şeylere taptıklarına şahadet etmiş olurlar. Çünkü onlar o bâtıl tanrıların kaypolup gittiklerini bizzat müşahede ederler.

Her halde burada, meleklerin geldiği ve müşriklerin canlarını aldığı andan ceza vaktinin bitimine kadar uzayan geniş zaman kasdedilmektedir ya da yeniden dirilmenin ve cezanın son derece sür'atle gerçekleşeceği belirtilmektedir.

Sanki her iki olay da, canların alındığı vakit vuku bulacaktır. Nitekim Peygamberimiz'ın:

"Ölen bir kimsenin kıyameti kopmuştur." hadisi de bunu bildirir.

Yoksa bu sual ve cevap ile onlara terettüp eden ateşe girme ve cehennem ehli arasında cereyan eden lânetleşmenin ikinci dirilişten sonra olacağı kesindir.

38

"Allah da şöyle buyurur:

"- Haydi siz de sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları arasında ateşe girin!"

Cehenneme giren her ümmet kız kardeş (yoldaş, dindaş)ine lâ'net eder. Nihayet hepsi orada toplandığında sonrakiler öncekiler için şöyle derler:

"- Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar. Bu yüzden onlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!"

Allah da şöyle buyurur:

"- Herkes için bir kat daha fazla azab vardır, fakat siz bilmezsiniz."

İzzet ve celâl sahibi Allah, kıyamet gününde bizzat, ya da melek vasıtasıyla şöyle buyurur:

"- Sizden önce gelip geçmiş kâfir cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin! "

Önceki ve sonraki ümmetlerden her biri ateşe girdikçe, kendisine uymakla dalâlete düştüğü yandaşına lanet eder. Nihayet hepsi sıra ile ateşte toplanınca,

- ya ateşe girme sırasına göre sonrakiler,

- ya da mertebece sonrakiler, yani tâbi olanlar, öncekiler için Allahü teâlâ'ya şöyle niyaz ederler:

"- Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar; onlar bize bu yolu gösterdiler; biz de onlara uyduk. Bu yüzden onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver! Çünkü onlar hem kendileri dalâlete düştüler, hem de başkalarını dalâlete düşürdüler."

Allahü teâlâ da:

"Herkes için bir kat daha fazla azab vardır:

- Önderler için, hem kendilerini, hem de başkalarını dalâlete düşürdüklerinden,

- Tâbîler için de, küfürlerinden ve taklitlerinden dolayı bir azab vardır. Fakat siz, sizin için olan azabı da, diğerleri için olan azabı da bilmezsiniz."

39

"Öncekiler de sonrakilere derler ki:

"- Sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur. O halde kazandıklarınıza karşılık tadın azabı."

Muhataplar, Allahü teâlâ'nın verdiği cevabı duyunca:

"- Sizin bize üstünlüğünüz bulunmadığı subuta erdi; dalâlette ve azaba istihkakda eşit olduğumuz ortaya çıktı. Haydi, siz de, önderlerin söylediklerini yaptıklarınız yüzünden bu katmerli azabı tadın!" diyeceklerdir.

40

"Ayetlerimizi tekzib eden ve büyüklük taslayanlara gelince; göklerin kapıları onlar için açılmaz ve onlar deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler. İşte mücrim (suçlu)leri Biz, böyle cezalandırırız."

Onlar bunca vuzuhuna rağmen bizim âyetlerimizi yalanladılar ve inanarak gereğince amel edecekleri yerde büyüklük tasladılar, kibirlendiler. İşte bu sebeble mü'minlerin aksine, onlara gök kapıları açılmayacak; duaları ve amelleri kabul edilmiyecek, yahut ruhları göklere yükselmeyecek ve deve, iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremeyeceklerdir.

Devenin iğne deliğinden geçmesi şartı bir imkânsızlığın ifadesidir. Bu gerçekleşmedikçe onların cennete girmesi de mümkün değildir.

"Cemel" kelimesi "cemi" olarak da okunmuştur ki bu kalın urgan, yahut gemi halatı demektir.

41

"Orada onlar için ateşten yatak, üstlerine de örtüler vardır. İşte zâlimleri Biz, böyle cezalandırırız."

Müşriklerin önceki âyette mücrimler, burada zâlimler olarak vasıflandırılmaları Allah'ın âyetlerini yalanlamalarındandır.

Onların işledikleri cürüm hem cennete girmekten mahrumiyeti hem de ateşle azaba uğramayı mûcib oluyor. Bu da onların yaptıklarının, cürümlerin ve zulümlerin en büyüğü olduğunu gösterir.

42

"İman eden ve sâlih amel işleyenler -ki Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir görev yüklemeyiz- işte onlar cennet ashabıdır. Onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır."

Bizim âyetlerimize ve inanılması gerekli her şeye iman edip de sâlih amel işleyenler -ki, hiç kimseye gücünün üstünde bir şeyi teklif etmeyiz- işte onlar cennet yaranıdırlar.

Burada, hiç kimseye gücünün üstünde bir şeyin teklif edilmeyeceğinin belirtilmesi,

- ebedî âhiret nimetlerine kavuşmanın kolaylığını beyan,

- ve o nimetleri kazanmayı mûcib işleri yapmaya teşvik içindir.

43

"Orada onların göğüslerinde kin (ğıll)den ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar.

Ve onlar şöyle derler:

"- Hamdolsun Allah'a ki bizi buraya hidayet etti (erdirdi). Eğer Allah, bize hidayet etmeseydi biz hidayete eremezdik. Andolsun ki Rabbimizin Resulleri bize hakkı getirdiler."

Onlara söyle nida edilir:

"- Yaptıklarınıza karşılık vâris olduğunuz cennet bu!"

A- "Orada onların göğüslerinde kin (ğıll)den ne varsa hepsini çıkarıp atarız."

Onların kalplerinden kin sebeblerini çıkarıp atarız yahut onların kalblerini kinden temizleriz ki cennet ehli arasında sevgiden başka bir şey kalmasın.

"çıkarmak, atmak" fiilinin mazi (geçmiş) kipi ile kullanılması, bunun muhakkak ve kesin olarak gerçekleşeceğini bildirmek içindir.

Rivâyete göre Alı şöyle demiştir:

"- Dilerim Allahü teâlâ'dan ki ben, Osman, Talha ve Zübeyir onlardan olalım, "

B- "Onların altlarından ırmaklar akar. Ve onlar şöyle derler:

"- Hamdolsun Allah'a ki bizi buraya hidayet etti. Eğer Allah, bize hidayet etmeseydi biz hidayete eremezdik. Andolsun ki Rabbimizin Resulleri bize hakkı getirdiler."

Bu kelâm, cennet ehlinin sonsuz lezzet ve sevincini belirtir. Onlar şöyle diyeceklerdir:

"- Hamdolsun Allahü teâlâ'a ki, bizi bu mükâfatları mûcib amellere muvaffak eyledi. Eğer O, bizi bunlara muvaffak eylemeseydi, biz, bu yüksek gayeye ulaşamazdık.

Onların yeminle teyid ettikleri sözleri de Peygamberlerin getirdiklerine iman etmiş olmalarından dolayı duydukları iftihar ve sevinci ifâde etmektedir.

C- "Onlara şöyle nida edilir:

Yaptıklarınıza karşılık vâris olduğunuz cennet işte bu."

Melekler onlara,

"- Dünyada yapmış olduğunuz sakh ameller sebebiyle, yahut onların karşılığında size verilen cennet işte budur" diye sesleneceklerdir.

44

"Cennet ashabı, cehennem ashabına şöyle nida ederler:

"- Biz Rabbimizm bize va'dettiğini hak (gerçek) bulduk; siz de Rabbinizin size va'dettiğini hak buldunuz mu?"

Onlar da:

"- Evet!" derler.

O zaman aralarından bir müezzin şöyle seslenir:

"- Allah'ın lâ'neti zâlimler üzerine olsun!"

Cennet ehli, kendi halleri ile ferahlanmak ve cehennem ehlini üzmek için bu sözleri söyleyecekler yoksa sadece kendi hallerini haber vermek ve muhatapların halini öğrenmek için değil. Onlar şöyle diyecekler:

"- Biz, Rabbimizin bize va'dettiğini gerçek bulduk; bu büyük nimetlere eriştik; siz de Rabbinizin size va'dettiğini gerçek buldunuz mu?"

Onlar da:

"- Evet! Biz de bize va'dedilen azabı gerçek bulduk" diyecekler.

O zaman iki fırka arasında bir müezzin yani sûr sahibi.

"- Allahü teâlâ'nın laneti zâlimlerin üzerine olsun!" diye bağıracaktır.

45

"Onlar (zâlimler) Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve onu eğriltmek isterler. Onlar âhıireti de inkâr edenlerdir."

Zâlimler,

- insanları Allahü teâlâ'nın yolundan engelleyen,

- O'nun yolunda eğrilik arayan ve onu eğriltmek isteyen,

- ve ahirete iman etmeyenlerdir.

46

"İki taraf arasında bir perde ve A'raf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan rical (adamlar) vardır. Bunlar cennet ashabına şöyle nida ederler:

Selâm size!"

Bunlar henüz cennete girmemiş fakat girmeyi uman kimselerdir."

Cennet ehli ile cehennem ehli arasında, yahut cennet ile cehennem arasında bir sûr vardır. Bu cennet ile cehennemin tesirlerinin (özelliklerinin) öbür tarafa geçmesini engeller. Cennet ile cehennem arasında bulunan bu sûrun üstünde de, tevhid ehli oldukları halde amelde kusur etmiş bir takım insanlar bulunur ki bunlar Allahü teâlâ'nın kendi haklarında vereceği hükmü beklerler.

Diğer bir görüşe göre ise,

- Peygamberler, şehider, sâlih zâtlar ve mü'min âlimler, yahut insan suretinde melekler cennetin yüksek derecelerinde otururlar,

- onlar, hem cennet ehlini hem de cehennem ehlini yüzlerindekı alâmetlerden tanırlar.

A'raf üzerindekiler, cennet ehlini gördüklerinde onlara duâ ederler yahut kötülüklerden kurtulduklarını haber vermek üzere "Selâm size!" derler.

47

"Gözleri cehennem ashabından yana çevrilince şöyle yakarirlar:

"- Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler güruhuyla beraber kılma!"

A'raf üzerindekiler hakkında "gözlerinin o tarafa çevrildiği" ifâdesinin kullanılmamış olması, onların cennet ehline isteyerek ve ya kendi arzuları ile baktıklarını bildirir. Onların cehennem ehline bakmaları ise kendi arzuları ile değildir. Onların gözleri cehennem ehline çevrilince gördüklerinden Allahü teâlâ'ya sığınarak:

"- Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler güruhuyla beraber ateşe koyma!" derler. Cehennem ehlinin,

- içinde bulundukları kötü hal ile değil de,

- zulümle vasıflandırılmaları, onlar için azabı gerektiren sebebin sadece kötü hal değil ayni zamanda zulüm olduğunu gösterir.

48

"A'raf ashabı, sîmalarıyla tanıdıkları ricale şöyle nida ederler:

"- Ne çokluğunuz, ne de büyüklük taslamanız size hiçbir yarar sağlamadı."

A'raf ricali, kâfirlerin elebaşılarından, simalarından tanıdıkları kimseleri cehennem ehli arasında gördükleri zaman onlara derler ki:

"- Sizin ne yandaşlarınızın ne de mallarınızın çokluğu ve ne de büyüklük taslamanız, kibriniz hiçbir fayda sağlamamıştır."

49

"Şunlar mıydı Allah'ın kendilerini rahmetine nail kılmayacağına yemin ettikleriniz?

(- Ey cennet ashabı!) haydi girin cennete; size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız."

A- "Şunlar mıydı Allah'ın kendilerini rahmetine nail kılmayacağına yemin ettikleriniz?"

Burada işaret edilenler, kâfirlerin dünyada hakir gördükleri ve cennete girmeyeceklerine açıkça yemin ettikleri zayıf mü'minlerdir. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulur:

"Daha önce sizin için bir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?"

B- "(Ey Cennet ashabı!) haydi girin cennete; size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız."

Burada hitap değiştirilmiş, mü'minlere tevcih edilmiştir. Yani,

"- Ey mü'minler! Siz onlara rağmen girin cennete; bundan sonra artık sizin için bir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz."

Yahut A'raf yaranı, her iki tarafın hallerini de müşahede ettikten ve onlara söyleyeceklerini söyledikten sonra kendilerine:

"- Allahü teâlâ'nın lütfuyla girin cennete!" denilecektir.

En zahir olan görüşe göre, burada a'raf yaranından maksat, iyi amellerde kusur etmiş olan mü'minler değildir. Çünkü bu sözler ve ilâhî marifet, henüz durumu (cennetlik mi, cehennemlik mi olduğu) belli olmayan kimselere yaraşmaz.

Diğer bir görüşe göre ise, a'raf yaranı, cehennem ehlini ayıplarken onların cennete giremeyeceklerine yemin ettiler. Çünkü cehennem ehli, a'raf ehlinin cennete girmeyeceklerine yemin etmişlerdi. İşte o zaman Allahü teâlâ, ya da melekler, bu sözlerini reddetmek üzere onlara:

"- Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bu cennet ehli mi?" diyecektir.

50

"Ateş ashabı da cennet ashabına şöyle nida ederler:

"- Bize biraz su akıtın ve Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize de verin!"

Cennet ashabı da şöyle derler:

"- Şüphesiz ki Allah, ikisini de kâfirlere haram kılmıştır."

A- "Ateş ashabı da cennet ashabına şöyle nida ederler:

"- Bize biraz su akıtın ve Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize de verin."

Cennet ve cehennem ehli yerlerine yerleştikten sonra cehennem ehli, cennet ehline:

"- Suyunuzdan, ya da diğer içeceklerden bize de akıtın yahut Allah'ın size rızık olarak size bahşettiği yiyeceklerden bize de verin!" diye seslenirler.

Bu ifâde, cennetin cehennemden yüksek olduğuna delâlet eder.

B- "(Cennet ashabı da şöyle) derler:

"- Şüphesiz ki Allah, ikisini de kâfirlere haram kıldı."

Cennet ashabı da onların bu isteklerine karşı şöyle derler:

"- Allahü teâlâ bu cennet nimetlerini kâfirlere tamamen haranı kılmıştır; bu itibarla bu nimetlerden size bir şey vermemiz asla mümkün değildir."

51

"Onlar dinlerini eğlence ve oyun edindiler ve dünya hayâtı kendilerini aldattı. Biz de bu gün onları unutuyoruz; onların bu güne kavuşmayı unuttukları gibi. Onlar âyetlerimizi inkâr ediyorlardı."

Kâfirler Bahire, Sâibe gibi hayvanları haram saymak ve Beytullah'ın (Kâ'be'nin) etrafında el çırpmak gibi hareketlerle dinlerini eğlence ve oyun edinmişlerdi ve dünya hayâtı, geçici cazibeleri ile onları aldatmıştı. Onlar, kıyamet gününü unutmuşlardı; akıllarına bile getirmiyor, hiçbir hazırlık yapmıyor ve Allahü teâlâ'nın âyetlerini sürekli inkâr ediyorlardı. Biz de şimdi onlara karşı onların yaptıklarını yapıyoruz. Onları cehenneme terk ediyoruz.

52

"Andolsun ki Biz onlara ilme müstenit ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitab getirdik; o, inanan bir topluluk için hidayet ve rahmettir."

Andolsun ki, Biz onlara öyle bir Kitab getirdik ki, değer bilen, mü'min bir topluluk için ilim ve hikmetle her şeyi orada açıkladık.

53

"Onlar ille onun te'vilini mi bekliyorlar? Onun te'vili geldiği gün daha önce onu unutanlar şöyle derler:

"- Kadar Rabbimizin Resulleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki biz şefaat etsinler ya da dünyaya döndürülmemiz mümkün mü ki yaptığımız amellerden başkasını işleyelim?"

Onlar kendilerine gerçekten yazık etmişler ve uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir.

A- "Onlar ille onun te'vilini mi bekliyorlar."

Kâfirler, Kitab'a iman etmemekle onun haber verdiği mükâfat ve ceza va'dlerinin gerçekleşmesinden başka bir şey beklemiyorlar.

B- "Onun te'vili geldiği gün daha önce onu unutanlar şöyle derler:

"- Kadar Rabbimizin Resulleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler ya da dünyaya döndürülmemiz mümkün mü ki yaptığımız amellerden başkasını işleyelim?"

Kıyamet günü gelince, daha önce onu unutmuş olanlar derler ki:

"- Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirmişler. Bundan sonra bizim için şefaatçiler var mı ki bize şefaat ve ilâhî azabı bizden def etsinler veya dünyaya geri döndürülmemiz mümkün mü ki, daha önce dünyada yapmış olduğumuz işlerden başkasını yapalım?"

C- "Onlar kendilerine gerçekten yazık etmişlerdir ve uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir."

Onlar, ömür sermayelerini küfür ve günahlarda harcamak suretiyle kendilerine yazık etmişlerdir ve kıyamet gününde kendilerine şefaatçi olacaklarına inandıkları ilâhları da yok olup gitmiştir.

54

"Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra Arş'a istiva etti. O, geceyi aralıksız onu izleyen gündüze bürür. Güneş, Ay ve yıldızlar O'nun emrine musahhardır. Dikkat edin; halk da, emir de O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne mübarek (yüce)dir."

A- "Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı."

Bundan önce kâfirlerin akıbetleri açıklanmıştı. Şimdi burada kâinatın yaratılışının başlangıcı anlatılıyor.

Sizi yaratan, Allah bütün ulvî (yukarı) ve süfli (aşağı) cisimleri altı günde, altı vakitte veya altı güne eşit bir zamanda yarattı.

İnsan örfüne göre gün, Güneşin doğuşundan batışına kadar geçen bir zamandır. Oysa yaradılış sırasında henüz gün yoktu.

Allahü teâlâ'nın, eşyayı defaten, bir anda yaratmaya muktedir bulunduğu halde tedricî olarak meydana getirmesi, bu yaratmanın ihtiyarî olduğuna delilidir. Bu durum akıl gözüyle bakanlar için ibret vericidir. İnsanlar da işlerini teenni ile yapmalıdır.

B- "Sonra Arş'a istiva etti."

Allahü teâlâ'nın emri Arş'a hâkim oldu.

Bazı Hanefî ulemasına göre, Arş üzerine istiva, Allahü teâlâ'nın keyfiyeti bilinmeyen bir sıfatıdır. Allahü teâlâ, bir yerde durmak (istikrar) veya bir mekân edınnıekden münezzeh olarak, kasdettiği veçhile Arş üzerine istiva etmiştir.

Arş, bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden veya hükümdar tahtına benzetildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Bütün işler ve tedbirler oradan nazil olur.

Diğer bir görüşe göre ise, Arş üzerine istiva, bütün kâinat üzerinde hâkimiyet tesis etmek anlamındadır.

C- "O, geceyi aralıksız onu izleyen gündüze bürür. Güneş, Ay ve yıldızlar onun emrine musahhardır. Dikkat edin, halk da, emir de O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne mübarek (yüce)dir."

Bütün bu gök cisimlerini, hükmüne ve tasarrufuna müsahhar kılan ve o şekilde yaratan Allahü teâlâ'dır. Şunu iyi bilin ki halk ve emir yalnız O'nundur. Hepsinin mucidi ve mutlak mutasarrıfı O'dur. Allahü teâlâ bir tek ilâh olarak ne kadar yücedir ve yegâne Rab olarak ne kadar büyüktür.

Allahü teâlâ, elbette herkesden daha iyi bilir; bu âyet-ı kerimenin tesbit ettiği gerçek şudur:

Kâfirler, bir takım bâtıl tanrılar edinmişlerdi. Oysa Rab olmaya layık bir tek varlık vardır. O da, ancak Allahü teâlâ'dır. Halk ve emir münhasıran ve yalnız O'nundur. Allahü teâlâ, varlık âlemini son derece mükemmel bir tertib ve hikmetli bir tedbir üzere yaratmış;

- önce gökleri var etmiş,

- sonra onları Güneş, Ay ve yıldızlarla süslemiştir.

Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe onun emri (işi)ni vahyetti." Allahü teâlâ,

- süflî (aşağı) cisimlere de yönelmiş,

- türlü şekil ve biçimlere değişmeye kabiliyetli bir cisim yaratmış, sonra da onu, eserleri ve fiilleri birbirlerinden farklı nevilere taksim etmiştir.

İşte, (Resûlüm) de ki:

"- Yeri iki günde yaratanı siz mi inkâr edeceksiniz..." âyeti bu hakikate işaret eder.

Demek oluyor ki Allahü teâlâ, aşağı âlemdeki varlıkları iki günde yaratmış, sonra üç unsurun türlerini meydana getirmiştir:

Önce maddelerini terkib etmiş, sonra da onlara suret vermiştir. Nitekim,

"Yeri iki günde yarattı" cümlesinden sonra da şöyle buyurmuştur:

"O, yer üzerinde sabit dağlar yerleştirdi, orada bereketler yarattı ve orada bulunanların rızıklarını dört günde takdir etti."

Yani Allah bunları ilk iki günde yaratmıştır. Çünkü Secde süresindeki tafsilattan böyle anlaşılmaktadır. Sonra mülk âlemi tamamlanınca, Allahü teâlâ onun tedbirine yöneldi. Nitekim tahtına oturan hükümdar da böyle yapar. İşte bundan sonra Allahü teâlâ, gezegenleri hareket ettirmek, yıldızları yürütmek, gece ile gündüzleri dürüp katlamak suretiyle göklerden yere kadar kâinatı yönetmeye başladı.

Bundan sonra Allahü teâlâ, mezkûr izahın fezlekesi ve neticesi olmak üzere:

"Dikkat edin, halk da emir de O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne mübarek (yüce) dir." buyurdu. Bundan sonra da kullarına, hâlisane Kendisine yakarmalarını emretti.

55

"Rabb'inize tazarru ile gizlice duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez."

Şânının büyüklüğünü anladığınız Rabbiniz e, yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Çünkü gizlilik, İhlasın delilidir.

Rabb'iniz, her işte kendilerine emredilmiş olan sınırı aşanların duasını kabul etmez. Binaenaleyh duada haddi aşma da, öncelikle buna dahildir.

Duâ eden kimse, kendisine uygun olmayan bir şeyi istememek gerekir. Mesela, Peygamberlerin mertebesini ve göklere yükselmeyi istemek gibi.

Diğer bir görüşe göre ise, duada haddi aşmak, bağırmak ve çok söz söylemektir.

Rivâyete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İleride bir kavim gelecektir; onlar duada haddi aşacaklardır. Kişiye duâ olarak şu yeterlidir:

Allah'ım, Ben Senden cennet ve cennete yaklaştıran sözleri ve amelleri niyaz ederim. Ve ben, cehennemden ve cehenneme yaklaştıran sözlerden ve amellerden Sana sığınırım."

Peygamberimiz bundan sonra da bu âyetin "Allah, haddi aşanları sevmez" mealindeki cümlesini okumuştur."

56

"Islâh edildikten sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Korku ve umutla O'na duâ edin. Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyilik eden (Muhsin) lere yakındır."

Peygamberlerin gönderilmesi ve ilâhî hükümlerin uygulanmasıyla yeryüzü ıslah edildikten sonra,

- küfür ve günahlarla onu fesada vermeyin;

- amellerinizin kusurlu olmasından dolayı korkarak ve ilâhî rahmetin genişliğini, lütuf ve ihsanının bolluğunu düşünerek ve rahmetini umarak Allahü teâlâ'ya yakarın!

Şüphesiz Allahü teâlâ'nın rahmeti ihsan ehline pek yakındır ve duadaki ihsan da, duanın korku ile ümit taşımasıdır.

57

"Rahmetinin önünde müjdeci (mübeşşir) olarak rüzgârları gönderen O'dur. Rüzgârlar ağır bulutları yüklenince Biz de onu ölü bir beldeye gönderir suyu oraya indiririz ve onunla her çeşit semere (ürün) çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız ki düşünesiniz (tezekkür edesiniz) diye."

A- "Rahmetinin önünde müjdeci (mübeşşir) olarak rüzgârları gönderen O'dur."

Allahü teâlâ, rahmetinden, yağmurdan önce rüzgârları bir müjde olarak gönderir.

- Doğu rüzgârları (Saba), bulutları koparır;

- kuzey rüzgârları bulutları toplar;

- güney rüzgârları bulutlardan yağmur indirir;

- batı rüzgârları da bulutları dağıtır.

B- "Rüzgârlar ağır bulutları yüklenince Biz de onu ölü bir beldeye gönderir suyu oraya indiririz ve onunla her çeşit semere (ürün) çıkarırız."

Nihayet rüzgârlar, su ile dolu ağır bulutları yüklenince, Biz de, onu, ölü, kurumuş bir memleketi sulamak ve ihya etmek için oraya sevkeder ve suyu oraya indiririz. Böylece oradan türlü türlü ürünler çıkarırız.

C- "işte ölüleri de böyle çıkaracağız. Umulur ki düşünür (tezekkür eder)sünüz."

Biz, toprakta canlı bir kuvvet yaratıp oradan çeşitli bitkiler ve ürünler çıkardığımız gibi bedenleri de kuvvet ve duyularını geliştirdikten sonra ruhları iade ile mezarlarından çıkaracak ve mahşere göndereceğiz.

Umulur ki, bundan öğüt alır, ona muktedir olan kuvvetin, buna da muktedir olduğunu anlarsınız.

58

"Güzel beldenin bitkileri Rabbinin izniyle (temiz ve bol)çıkar. Kötü olanda ise ancak faydasız bitki çıkar. İşte Biz şükreden bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz."

Toprağı kıymetli, verimli olan beldenin ürünü, Allahü teâlâ'nın iradesi ve kolaylaştırması ile bol, güzel ve çok faydalı çıkar. Tuzlu ve taşlık topraktan ise ancak faydasız az bitki çıkar.

Allahü teâlâ'nın nimetlerine şükredip onların değerini bilen ve ibret alıp düşünen bir topluluk için âyetlerimizi böyle tekrar tekrar açıklıyoruz...

Bu ilâhî kelam, temsilî olarak şu hakikati anlatır:

Allahü teâlâ,

- Peygamberleri ve şeriatleri göndermiştir.

- Bu şeriatler, mükelleflerin kalbleri için hayât suyudur.

- Mükellefler de iki kısma ayrılmaktadır:

- Bir kısmı, bu hayât suyunun nurlarından faydalanır;

- diğer kısmı da, onun yararlarından mahrum kalır.

Bundan sonra, eski ümmetlerin kıssalarını anlatan âyetlerin zikredilmesi de, bu hakikati tesbit ve izah eder.

59

"Andolsun ki Nuh'u kavmine Peygamber olarak gönderdik.

O şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk (ibadet) edin; sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Gerçekten ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum."

A- "Andolsun ki Nuh'u kavmine Peygamber olarak gönderdik."

Nuh Lemek'in oğlu, o da Metûşelh'in oğlu, o da Ahnûh'un oğludur. Ahnûh, İdris Peygamber’dir.

İbn Abbâs diyor ki:

"Nûh kırk yaşında iken peygamber olarak kavmine gönderildi. Dokuz yüz elk sene de kavmi içinde kalıp onları hak dine davet etti. Tûfan'dan sonra da iki yüz elli sene yaşadı. Şu halde onun ömrü bin iki yüz kırk senedir."

Mukatil de diyor ki:

"Nuh yüz yaşında iken kavmine peygamber olarak gönderildi."

Bir diğer görüşe göre ise, iki yüz elk yaşında İken kendisine peygamberlik geldi. Kavmi arasında da dokuz yüz elli sene kalıp onları hak dine davet etti. Tûfan'dan sonra da iki yüz elk sene yaşadı. Şu halde Nuh'un ömrü bin dört yüz elli senedir."

B- "O, şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk (ibadet) edin; sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Gerçekten ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum."

Nuh kavmini hak dine davet ederken, dedi ki:

"- Ey kavmim! Yalnız Allahü teâlâ'ya ibadet edin. -Burada "yalnız" kaydının zikredilmemesi, gerçek ibadetin ancak bu olduğunu zımnen bildirmek içindir. - Sizin için vücutta (varlıkta), ya da âlemde O'ndan başka ibadete lâyık başka bir tanrı yoktur. Kadar, eğer emrolunduğunuz gibi O'na ibadet etmezseniz, ben, kıyamet gününün, ya da tufan gününün azabının üzerinize çökmesinden korkuyorum."

60

"Kavminin ileri gelenleri de dediler ki:

"- Şüphesiz biz seni apaçık bir dalâlet (sapıklık) içinde görüyoruz."

Bu cümle, Nuh'un sözlerinin hikâye edilmesinden çıkan gizli bir sualin cevabıdır. Sanki,

"-Nuh'un nasihatine karşın onlar ne dediler?" suali sorulmuş da ona cevap olarak o sözler sarfedilmiştir.

"Mele´" kelimesi, " doldurmak" kökündendir. Bir kavmin reisleri ve eşrafı, mahfillerin baş taraflarını cisimleri, celâl ve heybetleri gözleri doldurdukları için mele' olarak vasıflandırılmışlardır.

61

"Nûh da şöyle dedi:

"- Ey kavmim, ben dalâlette değilim fakat ben âlemlerin Rabbinin Resulüyüm."

Nuh'un, "Ey kavmim!" diye onlara hitab etmesi, onların kalblerinı hakka yöneltmek içindir.

Nuh bu sözleri ile, kâfirlerin iddialarını red ve sapıklığı kendi nefsinden nefyetmek suretiyle hakkı ortaya koyuyor.

Onların, apaçık bir sapıklık içinde olduğunu iddia etmelerine mukabil, Nuh kendisinin hidÂyetin en yüksek mertebesinde olduğunu açıklıyor. Çünkü âlemlerin Rabbinin elçiliği, hidÂyetin en yüksek mertebesinde bulunmayı gerektirir.

62

"Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ve size nasihat ediyorum.

Allah tarafından ben sizin bilmediklerinizi biliyorum.

A- "Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ve size nasihat ediyorum."

Risâlet kelimesinin çoğul olarak zikredilmesi,

- ya vakitlerinin değişik,

- ya manalarının çeşitli olması itibariyledir;

- ya da bundan maksat, kendisine ve kendisinden önceki peygamberlere gönderilen vahiylerdir.

Bundan önce "âlemlerin Rabbi" buyrulmak suretiyle rubûbiyetin umumî olduğu belirtilmiş iken burada "Rabbimin" şeklinde rubûbiyetin hususîleştirilmesi, hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, onun Rabbi olması, tebliğ emrini yerine getirmesini mûcibtir.

"...ve size nasihat ediyorum" cümlesi ise, rısâleti edâ etmenin keyfiyetini açıklar.

Bu cümlede "sizin için" kelimesinin kullanılması, verilen öğüdün, sırf onların yararına olduğuna delâlet eder.

Geniş zaman kipinin kullanılması da,

- Nuh'un onlara sürekli öğüt verdiğine,

- bu hizmeti her zaman yaptığına delâlet eder. Nitekim,

"Rabbi innî dea'vtü kavmi leyi en ve neharâ / Rabbim, gerçekten ben, kavmimi gece gündüz hakka davet ettim." âyeti de bu hakikati bildirir.

B- "Allah tarafından ben sizin bilmediklerinizi biliyorum."

Bu cümle, Nuh'un risaletini açıklar. Yani,

"- Ben, Allahü teâlâ'dan bana gelen vahiyle, gelecekle ilgili olarak sizin bilmediklerinizi biliyorum."

Yahut,

"- Ben, Allahü teâlâ'nın yüce şânını, kahir kudretini, düşmanlarını çetin bir şekilde yakaladığını ve mücrim kavimleri azaba uğrattığını, bu konularda sizin bilmediklerinizi biliyorum.

Rivâyet olunuyor ki, Nuh'un kavmi, kendilerinden önce ilâhî azaba uğratılmış hiçbir kavmi duymamışlardı. Bundan dolayı da gaflet içinde, emin olarak yaşıyorlardı ve Nuh'un vahiy yoluyla bildiklerini hiç bilmiyorlardı.

63

"Yoksa sakınmanız ve merhamet olunmanız ümidiyle içinizden sizi uyaracak (inzar edecek) bir recül (adam) ile size Rabbinizden bir zikir gelmesine şaştınız mı?"

Bu kelâm, o kâfirlerin,

" Şüphesiz, biz seni apaçık bir dalâlet içinde görüyoruz";

" Biz seni ancak bizim gibi bir insan görüyoruz...";

" Ve eğer Allah dileseydi elbette melekler indirirdi"; âyetlerinde zikredlip de burada zikredilmeyen sözlerine cevap ve rettir.

Yoksa siz, küfür ve günahların akıibetinden sakınmanızı ve ona bağlı olarak ilâhî rahmete ermenizi sağlamak ümidiyle, sizden biri ve onun diliyle Rabbinizden size bir öğüt gelmesine şaştınız mı?

Nitekim,

"Bize peygamberlerin vasıtasıyla va'dettiklerini de ikram et.. ." âyeti, bütün ilâhî vahiylerin peygamberlerin diliyle olduğunu bildirir.

Siz ise bu konuda,

"Ve eğer Allah dileseydi elbette melekler indirirdi" gibi sözler söylüyorsunuz.

Burada "umulur ki..." kelimesinin kullanılması,

- istenen şeyin pek değerli olduğuna,

- takvanın mutlaka ilâhî rahmeti gerektirmediğine,

- fakat rahmetin Allahü teâlâ'nın lütfuna bağlı bulunduğuna,

- takva sahibinin, takvasına güvenip Allahü teâlâ'nın azabından emin olamayacağına dikkat çekmek içindir.

64

"Öyleyken onlar onu tekzib ettiler. Bizde onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi tekzib edenleri de suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler."

A-" Öyleyken onlar onu tekzib ettiler."

Kavmi, Nuh'un nübüvvetini, Allahü teâlâ tarafından ona nazil olup da insanlara tebliğ ettiği ve içindekilerle uyardığı vahyi tekzib ettiler ve uzun müddet bu tutumlarını sürdürdüler. Nuh'un daveti, onların firarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı. Nitekim,

"Rabbim! Ben kavmimi gece gündüz imana davet ettim";

"... fakat benim davetim ancak firarlarını arttırdı." âyetleri bu hakikati anlaür. Zira tufandan kurtarmak ve onda boğmak hâdiseleri, mücerret tekzibten sonra değil, fakat bu ısrarlarından ve inatlarından sonra gerçekleşmiştir.

B- "Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi tekzib edenleri de suda boğduk"

Sürekli yapılan davetlerin sonuçsuz kalması üzerine Biz de, Nuh'u ve onunla beraber gemide bulunan mü'minleri kurtardık ve âyetlerimizi yalanlamayı sürdürenleri de suda boğduk.

Suda boğulanlar, yalnız Nuh'a cevap veren kavmin ileri gelenleri değil fakat yalanlamakta ısrar edenlerin hepsidir.

Kurtarılan mü'minler de, bir görüşe göre, kırk erkek ve kırk kadın idi.

Diğer bir görüşe göre ise, yalnız dokuz kişi idi: Nuh'un üç oğlu ve kendisine iman etmiş altı kişi.

Âyette, kurtarmanın boğulmadan önce zikredilmesi,

- kurtarmayı hemen haber vermek,

- ilâhî rahmetin gaz ab tan önce geldiğini bildirmek içindir.

C- "Çünkü onlar kör bir kavim idiler."

Onların kalbleri kör idi; basiretleri yoktu. İbn Abbâs diyor ki:

"Onların kalbleri, tevhid, Peygamberlik ve âhiret marifetinden kör idi."

65

"Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. O da şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk (ibadet) edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?"

A- "Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik."

Ad kavmine de nesebten kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik.

Hûd Abdullah'ın, o Rebah'ın, o Halûd'un, o Az'ın, o Üs'un, o İrem'in, o Sâm'ın, o da Nuh'un oğludur.

Diğer bir görüşe göre de, Hûd Şâlah'ın, o Erfahşed'in, o Sâm'ın, o Nuh'un, o da Ad'ın babasının amcasının oğludur.

Hûd kendi kavmine Peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü kavmi, onun sözlerini daha iyi anlayacak, doğruluk ve güvenirliğini daha iyi bilecek durumdaydı.

B- "O da şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk (ibadet) edin. Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?"

Hûd, onlara dedi ki:

"- Yalnız Allahü teâlâ'ya ibadet edin; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın; çünkü sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur.

O halde:

- niçin düşünmüyor,

- gaflet içinde yaşıyor,

- sakınmıyor, takva sahibi olmuyor,

- anlamıyor veya anlamak istemiyorsunuz?

Hûd suresinin 51. âyetinde de şöyle buyrulur:

"O halde niçin aklınızı kullanmıyorsunuz?"

Her halde Hûd bunların her ikisiyle de hitab etmiştir. Kur’ân'da başka başka yerlerde yalnız birinin zikriyle yetinilmiştir. Nitekim Hûd sûresinin 50. âyetinde zikredilen,

" Siz ancak müfterilersiniz" cümlesi burada yoktur. Kıssanın, burada zikredilen veya zikredilmeyen kısımları ve özellikle ayrı ayrı vakitlerde cereyan eden konuşmalar hakkında da buna kıyas en aynı şey söylenebilir. Allahü teâlâ, cümleden daha iyi bilir.

66

"Kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar dediler ki:

"- Şüphesiz biz seni sefahat (akılsızlık, beyinsizlik) içinde görüyoruz ve senin gerçekten yalancılardan olduğunu zannediyoruz."

Bu âyette, kavmin ileri gelenleri (mele')nden bir kısmı küfür ile tavsif edilmiştir. Çünkü Nuh kavminin ileri takımının hepsi kâfir değillerdi. Mersed b. Sa'd gibi Hûd'a iman eden, fakat imanını gizleyenler de vardı.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar sırf zemm için küfür ile tavsif edilmişlerdir.

Hûd kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar dediler ki:

"- Gerçekten biz seni tam bir akıl zafiyeti içinde görüyoruz. Çünkü sen atalarının dinini terk ettin ve Peygamberlik dâvasında gerçekten biz senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz."

Onlar, tamamen taklitçi oldukları ve sağlıklı düşünemedikleri için bunları söylemişlerdi.

67

"Hûd da şöyle dedi:

"- Ey kavmim, bende bir sefahat yok fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş olan bir Resûlüm."

Buradaki zirain, evvelce kullanılan ve 75 cm. gelen uzunluk ölçüsü ile bir ilgisi yoktur.

Hûd kavminin ileri gelen kâfirlerine, kalblerini kazanmak için yumuşak bir üslûbla dedi ki:

"- Ey kavmim! Bende her hangi bir akıl eksikliği, zayıflığı, hattâ onun şaibesi bile yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir Resûlüm."

Hûd'un bu sözleri, onun rüşt, ihtiyat, doğruluk ve güvenirlikte en üst derecede olduğunu gösterir. Çünkü âlemlerin Rabbi tarafından Peygamber olarak gönderilmek kesinlikle bunu gerektirk.

68

"Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için emîn bir nasihatçiyim."

Ben size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum ve ben sizin için, emin bir öğütçüyüm ve insanlar arasında da güvenikr bir öğütçü olarak bilinmekteyim.

69

"Yoksa Rabbinizden sizi uyarmak için içinizden bir recül (adam) ile size bir zikir (uyarı, ihtar, nasihat) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O, sizi Nûh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan ziyâde kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa (felâha) eresiniz."

A- "Yoksa Rabbinizde sizi uyarmak için İçinizden bir recil (adam) ile size bir zikir (uyarı, ihtar, nasihat) gelmesine şaştınız mı?"

Daha önce Nuh ile ilgili verilen izahat, bunun için de geçerlidir. Kısaca denmek istenen şudur:

"- Yoksa sizi uyarmak ve işlemekte olduğunuz küfür ve günahların akıbetinden sizi sakındırmak için, sizden birinin dili ile Rabbinizden bir uyarı veya öğüt gelmesine şaştınız mı? Bunun için mi bana beyinsizlik ve yalan isnad ediyorsunuz?"

Adları geçen bu Peygamberlerin, kâfirlere, son derece halım, vakarlı, şefkatli, merhametli bir tavır ve ifâde ile cevap vermeleri onlardaki ahlâk ve fazıiletin üstünlüğüne delâlet eder.

B- "Düşünün ki O, sizi Nûh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan ziyâde kıldı."

Bu ilâhî kelâmda da, nasihat, emanet ve uyarı hükümleri beyan ve tafsil ediliyor. Şöyle ki:

"- Hatırlayın o zamanı, Allah, Nûh kavminden sonra sizi onların sakin oldukları yerlere yerleştirdi, sizi yeryüzüne halifeler, hükümdarlar kıldı." Nitekim Şeddad b. Ad, yeryüzünün mamur kısmına, Akc kumsalından Umman ormanına kadar olan memleketlere hükmetmiştir.

"- Ve yaratılışta, boy ve güç bakımından sizi onlardan üstün kıldı." O zaman onlar kadar yapılı insanlar yoktu. Kelbî ve Süddî diyorlar ki:

"- Onların uzun boylu olanlarının boyu yüz zira; Kısa boylu olanların boyu da altmış zira idi."

C- "O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa (felâha) eresiniz."

Allah'ın size bahşettiği nimetleri hatırlayın ki bu, sizi dertlerden kurtulmaya ve muradınıza ermeye götüren bir şükre vesile olsun.

70

"Şöyle dediler:

"- Sen bize bir tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi geldin? Haydi, bizi tehdid (vaıî'd) edip durduğun o azabı getir. Eğer sâdık (özü ve sözü doğru)lardan isen..."

A- "Şöyle dediler:

"- Sen bize bir tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi geldin."

Hûd'un bunca öğütlerine cevap olarak onlar dediler ki:

"- Sen bize, atalarımızın taptıkları tanrıları bırakalım da, ibadetlerimizi bir tek Allah'a tahsis edelim diye mi geldin?"

Hûd kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar,

- taklide boğuldukları,

- atalarının ve kendilerinin alıştıkları şeyleri pek sevdikleri için,

- ibadetleri yalnız Allahü teâlâ'ya tahsise,

- putlara tapmaktan vazgeçmeye yanaşmadılar ve Allah tarafından gelen zikri red ve inkârı yeğlediler.

Hûd'un gelmesinden maksad,

- ya onun mabedinden veya meskeninden gelmesi,

- ya alay anlamında gökten gelmesi,

- ya da mecazî anlamda tebliğdeki teşebbüs ve azmidir.

B- "Haydi, bizi tehdid (vaıî'd) edip durduğun o azabı getir. Eğer sâdık (özü, sözü doğru)lardan isen..."

Eğer azabın ineceğine dair verdiğin haber doğru ise, haydi, bize va'dettiğin azabı getir.

71

"Hûd da dedi ki:

Rabbinizden üzerinize rics (azab) ve gaz ab vaakıi' oldu. Allah'ın haklarında hiçbir delil (sultan) indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimler uğruna benimle mücadele mi ediyorsunuz? O halde bekleyin; ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

A- "Hûd da dedi ki:

"- Rabbinizden üzerinize rics (azab) ve gazab vaakıi' oldu."

Hûd dedi ki:

"- Rabbiniz tarafından üzerinize büyük bir azab ve büyük gazab hak ve vâcib oldu ya da sizin bu ısrarınızla indi.

"Allah'ın emri geldi." âyetinde olduğu gibi, burada da gerçekleşeceği kesin bir olay gerçekleşmiş gibi ifâde edilmiştir.

B- "Allahin haklarında hiçbir delil (sultan) indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimler uğruna benimle mücadele mi ediyorsunuz ?"

"- Siz,

- haklarında Allahü teâlâ'nın hiçbir delil indirmediği, " sizin ve atalarınızın tanrı olarak kabul ettiğiniz,

- ve bir takım isimlerle isimlendirdiğiniz,

-fakat içi boş, gerçek müsemmâsı bulunmayan bir takım şeyler hakkında benimle tartışıyormusunuz?

Çünkü mâbudiyete lâyık olan, ancak her şeyi yaratandır. O'ndan başkası değildir. Ve eğer o putlar, ibadete layık olsalardı, muhakkak Allahü teâlâ'nın emri ile olurdu. Bu da,

- ya bir âyet indirmekle,

- ya da bir hüccet yaratmakla olurdu.

Oysa bunların her ikisi de mümkün değildir. O halde onların mensubu bulundukları dinin bâtıl olduğu kesin olarak sabittir.

C- "O halde bekleyin (Fe-ntazıirû); ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

Siz,

"Haydi, bizi tehdid (vaıî'd)edip durduğun azabı getir!" sözleriyle istediğiniz azabı bekleyin; ben de sizinle beraber, uğrayacağınız azabı bekleyenlerdenim.

72

"Nihayet onu ve onunla beraber bulunanları tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayanların arkasını kesdik. Onlar iman etmiyorlardı."

Hûd'un kâfir olan kavmi, onun bunca çağrısına kulak vermeyince, Biz de, Hûd'u ve hak dinde onunla beraber olanları tara fimiz dan bir rahmetle kurtardık. Ayetlermıizi yalanlayanların da kökünü kestik; onları son ferdine kadar yok ettik. Çünkü onlar:

- iman etmiyorlar,

- küfür ve yalanlamalarında ısrar ediyorlardı. Bu âyet-i kerime,

- helakin sebebinin küfür ve tekzib,

-kurtuluşun sebebinin de, Allahü teâlâ'ya iman ve O'nun âyetlerini tasdik olduğuna dikkat çeker.

Ad kavminin kıssası şöyledir:

Ad, Yemen'in Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavim idi. Bunlar, Umman'dan Hadremût'e kadar geniş bir toprak parçasını egemenlikleri altına almışlardı. Ad kavmi, Sadâ, Samûd ve Heba adlarını verdikleri putlara tapıyorlardı. Sonra Allahü teâlâ, onlara Hûd'u Peygamber olarak gönderdi. Hûd asalet ve şeref bakımından da onların en hayırlılarmdan ve en faziletlilerinden idi. Kavmi ise, onu yalanladılar; azgınlıklarını ve zorbalıklarını daha ileri götürdüler. Allahü teâlâ, üç sene yağmuru onlardan kesti. Sonunda çok sıkıtiya düştüler. O zamanlar, hem Müslümanlar hem de müşrikler, kendilerine bir musibet indiği zaman, bu musibetin kaldırılması için Beytullah el-Haram'ın (Kâ'be'nin) yanında duâ ederlerdi.

O zamanlar Mekke halkı, Amalik milletinden idiler. Amalikler, Amlîk'in neslinden geliyorlardı. Amlîk, Lâvez'in oğlu, o Sâm'ın, o da Nuh'un oğludur. Reisleri duâ için Mekke'ye gitmek üzere içlerinden yetmiş temsilci hazırladı. Bu heyet içinde Kil b. Anz ve İslâm'ını gizleyen Mersed b. Sa'd de vardı. Bu heyet Mekke'ye varınca, Amalîk'ın reisi Muaviye b. Bekir'in evine indi. Bu konak, Mekke'nin dışında ve Harem sınırları haricinde bulunuyordu. Muaviye b. Bekir, onları ağırladı, izzet-ikramda bulundu. Zaten bunlar, Muaviye b. Bekir'in dayıları ve hısımları idiler. Böylece bunlar, Muaviye b. Bekir'in yanında bir ay kaldılar. İçki içiyor ve Muaviye'nin iki cariyesinin söylediği şarkıları dinliyorlardı. Nihayet Muaviye, onların eğlenceye dalarak oraya gelmekteki amacı unuttuklarını görünce, kaygılandı. Onlar o hallerini sürdürüyorlardı. Muaviye, sonunda bunu şarkıcı cariyelerine anlattı. Cariyeler efendilerine şöyle yol gösterdiler:

"- Sen meramını bir şiirle anlat; biz de o şiiri kendilerine okuyalım. Onlar şiiri kimin söylediğini bilmezler."

Muaviye şu şiiri söyledi:

Ey Kıyl! Sana yazıklar olsun! Kalk da, Allah'a duâ et;

Umulur ki, Allah, yağmur yüklü bir buluttan bize su indirir de, bu su Ad toğrağını sular; çünkü gerçekten Ad kavmi, artık konuşamaz oldular."

{Şiirde geçen Kıyl, kafile reisinin adıdır. }

Cariyeler, bu şiiri okuyunca, Kıyl, arkadaşlarına dedi ki:

"- Sizin kavminiz, başlarına gelen musibetten dolayı Allah'ın inÂyetini bekliyorlar; siz ise onlara duâ etmekte geciktiniz. Haydi kalkın; Harem'e girin ve kavminiz için yağmur duasında bulunun! "

O zaman mü'min olup imanını gizleyen Mersed b. Sa'd de onlara:

"- Vallahi, sizin duanızla yağmur yağmaz; ama eğer siz, Allahü teâlâ yolunda Peygamberinize itaat ederseniz, size yağmur yağar" dedi ve müslümanlığını açıkladı. Onlar da mihmandarları Muaviye'ye dediler ki:

"- Sen, Mersed'i alıkoy; o, bizimle gelmesin; çünkü o, Hûd'un dinine tâbi olmuş ve bizim dinimizi terk etmiştir."

Sonra da gelip Mekke'ye girdiler. Kıyl:

"- Allah'ım! Önceleri verdiğin gibi, yine Ad kavmine su ver!" diye duâ etti.

Allahü teâlâ da, üç bulut gönderdi: Beyaz, kızıl, kara. Sonra gökten bir münâdi Kiyl'e seslenerek: "- Ey Kıyl! Haydi, kendin ve kavmin için birini seç!" dedi. Kıyl:

"- Ben kara bulutu seçtim; çünkü onun suyu hepsinden mutlaka fazladır." cevabını verdi. Bunun üzerine el-Muğis denilen vadi cihetinden kara bir bulut zuhur etti. Onu görenler sevindiler ve:

"-Bu beliren bulut, bize yağmur yağdıracak; dediler."

Fakat o buluttan kendilerine kısır ve çetin bir rüzgâr esmeye başladı ve sonunda onların hepsini helâk etti. Hûd ve onunla beraber olan mü'minler ise kurtuldular. Bu felâketten sonra Hûd ile beraberindeki mü'minler, Mekke'ye gelip yerleştiler ve ölünceye kadar orada Allahü teâlâ'ya ibadet ettiler.

73

"Semûd'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. O, şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk edin; sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden bir beyyine (açık bir mucize) geldi. İşte bu, Allah'ın dişi devesi sizin için bir âyet (mucize)dir. Artık onu serbest bırakın; Allah'ın arzında dilediği gibi otlasın ve ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi elim (acı) bir azab yakalayiverir."

A- "Semûd'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."

Semûd, bir Arap kabilesidır; büyük dedeleri Semûd'un adını almışlardır. Semûd, Abir'in; o, İrem'in; o da Sâm'ın; o da Nuh'un oğludur.

Diğer bir görüşe göre ise, Semûd, semd, kökünden gelir. Semd, az su anlamındadır. Semûd kavminin suyu az olduğu için bu ismi almışlardır.

Semûd kavminin yurdu, Hicaz ile Şam arasında Hicir denilen yerden Vâdilkura'ya kadar uzanan bölgedir.

Salih'in onlara kardeşliği de, tıpkı Hûd'un Ad'a olan kardeşliği gibi din kardeşliği değil fakat neseb kardeşliğidir.

Sâlih, Ubeyd'in oğludur; o Esefin; o Mâsih'in; o Ubeyd'in; o Hâzer'in; o da Semûd'un oğludur.

B- "O, şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk edin; sizin için O'ndan başka ilâh yoktur."

Bu kelâmın benzeri daha önce de geçti. Oradaki izahat, bunun için de geçerlidir.

C- "Size Rabbinizden bir beyyine (açık bir mucize) geldi."

Size Rabbinizden, Peygamberliğimi kanıtlayan apaçık bir mucize gelmiştir. Bu mucizeden murat, o dişi devedir.

Sâlih bu sözü, kavmini tevhide çağırdıktan sonraki ilk hitabı değildir. O, bu sözü, onlara öğütler verip Allahü teâlâ'nın bahşettiği nimetleri hatırlattıktan, onlar da onun bu sözlerini yalanladıktan sonra söylemiş olmalıdır.

Nitekim Hûd suresinde şöyle buyurulur:

"Semûd'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. O, şöyle dedi:

Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. O, sizi arz (toprak)dan yarattı ve sizi orada yaşattı. O halde O'ndan mağfiret dileyin; sonra da O'na tevbe edin. Şüphe yok ki Rabbim, kullarına çok yakındır; dualarını kabul eder."

Rivâyete göre Ad kavmi helâk edildikten sonra Semûd, onların ülkesini imar ve ihya ettiler. Yeryüzünde onlara halefi oldular; çoğaldılar ve uzun bir yaşam sürdüler. Hatta o kadar uzun yaşıyorlardı ki, bir şahsın yaptığı muhkem mesken, daha o şahıs hayâtta iken yıkılıyordu. İşte bundan dolayı onlar da, dağlarda kayalardan evler oymaya başladılar. Büyük bir refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Sonunda onlar, Allahü teâlâ'ya isyan ettiler ve yeryüzünde fesad çıkardılar. Putlara tapmaya başladılar. Allahü teâlâ da, onlara Sâlih'i Peygamber olarak gönderdi. Onlar bir Arap kavmi idiler. Salih de, neseb olarak onların eşrafından idi. Kendisine Peygamberlik gelince, onları Allahü teâlâ yoluna davet etti. Fakat onlardan pek azı ona tâbi oldular. Sâlih onları sakındırmaya ve uyarmaya devam etti. Kavmi de, kendisinden bir mucize istediler. Salih sordu:

"- Nasıl bir mucize istiyorsunuz?"

Dediler ki:

"- Senenin şu belli gününde bizimle beraber sen de bayram yerine çıkacaksın. Sen kendi Tanrına, biz de kendi tanrımıza duâ edeceğiz. Eğer bizim duamız kabul olursa, sen bize uyarsın; yok eğer senin duan kabul olursa, biz sana uyarız."

"- Pekiyi!" dedi.

Sonra o gün gelince Sâlih de onlarla beraber bayram yerine çıktı. Onlar putlarına yalvarıp yakardılar fakat duaları kubul edilmedi. Onların reisi Cendu' b. Amr, dağın bir tarafında tek olarak bulunan ve el-Kâsibe adı verilen bir kayayı göstererek dedi ki:

"- Şu kayadan bizim için cins, karnı geniş ve kusursuz bir dişi deve çıkar. Bunu yaparsan, seni tasdik eder ve davetine uyarız."

O zaman Sâlih suâl sordu:

"- Eğer bunu yaparsam, siz mutlak ve muhakkak bana iman ve beni tasdik edecek misiniz?"

Onlar da:

"- Evet!" cevabını verdiler.

Sâlih, namaz kıldı ve Rabbine duâ etti. O anda o kaya, doğum yapan hayvan gibi bir hal aldı ve aynen istedikleri gibi karnı geniş, kusursuz, on aylık bir dişi deve ortaya çıktı. Bu devenin de hâmile okluğunu Allahü teâlâ'dan başka kimse bilmiyordu. Bu sırada kavmin ileri gelenleri de dikkatle bakıyorlardı. Sonra bu dişi deve, kendi büyüklüğünde bir erkek yavru doğurdu. Bunun üzerine onların reisi Cundu' ve kavminden bir topluluk iman ettiler; fakat diğerleri insanların iman etmelerini engellediler.

O dişi deve yavrusu ile beraber yaşadı; ağaçların yapraklarını yiyor ve su içiyordu. Bu deve, gün aşırı su içmek üzere kuyunun başına geliyor ve geldiğinde basını kuyuya sokup kuyunun bütün suyunu içiyordu; sonra da sağılmak için ayaklarını açıyordu. Onlar da, kaplarını dolduruncaya kadar ondan süt sağıyorlardı. Bu sütten hem içiyorlar, hem de süt: ürünleri imal ediyorlardı. Sıcak bastığı zaman deve vadinin sırtlarına çıkıyordu. Kavmin hayvanları da ondan ürküp vadi yatağına iniyorlardı. Soğuk bastığı zaman da deve, vadi yatağına iniyordu ve kavmin koyunları ondan kaçıp vadinin sırtlarına çıkıyorlardı. Bu durum, onlara ağır geldi. Çok sayıda koyunları olan Anîze Ummü Ganem ile Sadefe bint el-Muhtar adlarında iki kadın, koyunları, deveden mutazarrır oldukları için onu boğazlamaları için insanları tahrik ve teşvik ettiler. Sonunda deveyi boğazladılar ve etini bölüşüp yediler. Devenin erkek yavrusu ise, kaçıp Kare dağına çıktı ve üç kez böğürdü. Sâlih devenin kesilmesinden sonra onlara:

"- Yavrusuna yetişin; umulur ki, onun sebebiyle azap sizden kalkar" demişti. Ama onlar, yavruya yetişemediler. Yavru üç kez böğürdükten sonra kaya yarıldı ve hayvan içine girdi. O zaman Sâlih, onlara:

"- Yarın sabah kalktığınızda yüzünüz sapsarı; yarından, sonra kıpkırmızı ve ertesi gün de kapkara olacak. Ondan sonraki sabah ise size azab inecektir."

Sâlih'in kavmi, onun söylediği alâmetleri görünce, kendisini öldürmek istediler; fakat Allahü teâlâ, onu kurtardı ve Sâlih, Filistin toprağına geldi. Nihayet dördüncü gün kuşluk vakti gelince, sabır ağacının suyu ile kokulandılar ve den kefenlere Püründüler. Derken gökten korkunç bir ses geldi ve yerden de büyük bir sarsma başladı. O anda hepsinin ödleri patladı. Böylece helâk oldular.

Ç- "İşte bu Allah'ın dişi devesi sizin için bir âyet (mucize)dir. Artık onu serbest bırakın; Allah'ın arzında dilediği gibi otlasın."

Bu cümlede dişi devenin Allahü teâlâ'ya izafe edilmesi,

- onu yüceltmek,

- malûm sebepler ve mutat vasıtalar olmadan Allahü teâlâ'dan geldiğini vurgulamak içindir.

İşte bundan dolayı onun varlığı bir mucizedir ve mucize olmak itibariyle dokunulmazlığı vardır.

Deve Allahü teâlâ'nın devesidir, toprak da Allahü teâlâ'nın toprağıdır. O halde onu rahat bırakın. Yüce Rabbinin toprağında dilediği gibi yayılsın. Sizin buna engel olmaya hakkınız yoktur.

Devenin su içmesine değinilmemesi,

- ya otlama zikri ile yetinildiğı,

-ya da bu ifâde, su içmeyi de kapsadığı içindir. Nitekim aşağıdaki âyette bu husus şöyle ifâde edilir:

" Sâlih şöyle dedi:

"- İşte bu dişi bir deve. Onun su içme hakkı var. Belli bir günde su içme hakkı da sizin."

D- "Ve ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi elîm (acı) bir azab yakalayiverir."

Burada deveye kötülükle dokunma nehyedilmiştir. Yani,

"- Allahü teâlâ'nın mucizesine ikram olarak, onu rahatsiz edecek hiçbir harekette bulunmayın, onu kovmayın, onu ürkütmeyin; yoksa sizi elem verici bir azap yakalar."

Rivâyete göre Resûlüllah, Tebûk seferinde Sâlih kavminin yurdu Hicir'den geçerken, Ashabına şöyle buyurdu:

"- Hiç biriniz bu şehre girmesin ve onun suyundan içmesin. Siz, azaba uğratılmış insanların mekânlarına girmeyin; ancak onlara isabet etmiş azabın bir benzerinin size de isabet etmesinden korkup ağlayarak girmeniz müstesna. .."

Yine Resûlüllah Ali'ye hitaben:

"- Ey Ali! Eskilerin en şakisi (bedbahtı) kimdir? diye sordu.

O da:

"- Allah ve Resulü herkesten daha iyi bilir" dedi. Resûlüllah :

"- Salih'in devesini boğazlayandır. Pekiyi, bundan sonraki insanların en sakisi kimdir?" diye sordu.

Ali de:

"- Allah ve Resulü, herkesten daha iyi bilir." dedi.

Resûlüllah da:

"- Seni öldürendir!" buyurdu.

74

"Düşünün ki O, sizi Ad kavminden sonra halifeler yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saray (kasr)lar yapıyorsunuz ve dağları oyup evler ediniyorsunuz. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde müfsidler olarak karışıklık çıkarmayın."

A- "Düşünün ki O, sizi Ad kavminden sonra halifeler yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzliklerinde saray (kasr)lar yapıyorsunuz ve dağları oyup evler ediniyorsunuz."

Düşünün ki, Allah, sizden önce bu topraklarda yaşamış olan Ad kavminden sonra sizi yeryüzünün halifeleri, yahut Ad kavminin halefleri kıldı ve yeryüzünde Hicaz ile Şam arasında bulunan Hicir topraklarında size barınaklar ve meskenler verdi. Siz bu toprakların düzlüklerinde yüksek saraylar ya da bu topraklardan ürettiğiniz kerpiç ve tuğlalarla binalar yapıyorsunuz ve dağlarda kayaları oyup evler ediniyorsunuz.

Diğer bir görüşe göre ise, o topraklarda yaşayan Semûd kavmi, yazın düzlüklerde ve kışın da dağlarda yaşıyorlardı.

B- "O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde müfsidler olarak karışıklık çıkarmayın."

Allahü teâlâ'nın size bahşettiği nimetleri, anın ve yeryüzünde bozguncular olarak azgınlık etmeyin. Çünkü Yüce Allah'ın nimetlerinin hakkı, onlara şükredilmesi ve şükürden gaafil olunmamasıdır.

75

"Onun kavminden büyüklük taslayan (tekebbür eden) ileri gelenler zayıf gördükleri (müstadz'a'f) mü'minlere şöyle dediler:

"- Siz Salih'in gerçekten Allah tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?"

Onlar da şöyle cevap verdiler:

"- Biz, gerçekten onunla gönderilmiş olana inanıyoruz."

A- "Onun kavminden büyüklük taslayan (tekebbür eden) ileri gelenler zayıf gördükleri (müstadz'a'f) mü'minlere şöyle dediler:

"- Siz Sâlih'in gerçekten Allah tarfından gönderildiğini biliyor musunuz

Sâlih'in tüm kavminden büyüklük taslayan azgınlar, kendilerince zayıf ve rezil olarak gördükleri mü'minlere alay yoluyla bunu sormuşlardı.

B- "Onlar da şöyle cevap verdiler:

"- Biz, gerçekten onunla gönderilmiş olana inanıyoruz."

Mü'minlerin, onların sualine uygun bir cevap vermemeleri, meselâ,

"- Evet!",

yahut,

"- Sâlih'in Allahü teâlâ tarafından gönderildiğini biliyoruz." gibi bir cevap vermemeleri, - hakkı ortaya koymak, sürekli ve sabit olan imanlarını hemen açıklamak ve bunun açık bir gerçek olduğuna, dikkat çekmek içindir.

76

"Büyüklük taslayanlar da şöyle dediler:

"- Biz sizin inandığınızı inkâr edenleriz."

Bu âyette de, "büyüklük taslayanlar" ifâdesinin tekrar edilmesi, onların bu sözleri azgınlıkla söylediklerini bildirmek içindir.

Onların, mü'minlerin kelâmına muvafık olarak,

"- Gerçekten biz, Sâlih ile gönderileni inkâr edenleriz!"

dememiş olmaları, ifâdede muhalefetlerini göstermek ve onların söylemlerini reddetmek içindir.

77

"Sonunda o deveyi boğazladılar ve Rabblarının emrinden çıktılar ve şöyle dediler:

"- Ey Sâlih, haydi bizi tehdid edip durduğun o azabı bize getir! Eğer iddia ettiğin gibi Peygamberler (mürselîn) den isen..."

Deveyi bilfiil boğazlayanlar onlardan ancak bir kısmı olduğu halde bu finin hepsine isnat edilmesi,

- ya bu işle hepsinin ilgisi olmasından,

- ya da bu cinayet hepsinin rızasıyla işlendiğindendir.

Bu ifâde, olayın ne kadar korkunç ve dehşet verici olduğunu vurgular. Öyle ki, bunun kötü sonucu, hepsine isabet etmiştir.

Hulâsa,  Salih'in âsi kavmi, onun kendilerine tebliğ ettiği emirlere ve yasaklara uymadılar ve akıllarınca Salih'i âciz bırakmak ve susturmak için:

"- Ey Sâlih! Sen eğer gerçekten Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak Peygamberlerden isen, bize va'dedip durduğun azabı haydi getir!" dediler.

78

"Derken kendilerini o sarsıntı yakalayıverdi; yurtlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar."

Bu deprem, o söyledikleri sözlerden hemen sonra olmadı. Daha önce tafsilatı geçtiği gibi üç günde azabın alametleri belirdikten sonra oldu. Yani aşamalı olarak gelen ilâhî azab deprem olarak bilfiil gerçekleşti, onlar, memleket veya meskenlerinde hareketsiz kaldılar.

"Câsim", diz üstü çöküp kalan demektir. Mecazî olarak hareketsiz kalmak anlamında kullanılır. Bundan maksat, mutat ölümde olduğu gibi, kemdilerine azab inenlerin hareketsiz ve cansız kaldıklarını ifâde etmektir. Allahım, biz, gazabına ve azabına uğramaktan Sana sığınırız!

79

"Salih de onlardan yüzçevirdive şöyle dedi:

"- Ey kavmim, andolsun ki ben Rabbimin risâletini size tebliğ ve size nasihat ettim. Fakat siz nasihat eden (nâsih)leri sevmiyorsunuz."

Sâlih kavminin başına gelenleri gördükten sonra onlardan yüz çevirip iman etmediklerinden dolayı pek kederli ve üzgün olarak onlara şöyle dedi:

"- Ey kavmim! Ben Rabbimin risâletini teşvik ve uyarılarla size tebliğ ettim ve bunun için çok çaba harcadım. Fakat siz onları benden kabul etmediniz; siz, size öğüt verenlere karşı sürekli buğz ve düşmanlık beslediniz!"

Salih'in, helâk olmuş kavminin ölülerine hitabı, tıpkı Resûlüllah'ın Bedir savaşında cesetleri oradaki bir kuyuya atılan müşrikler (ehl-i kalîb)e hitabı kabilindendir. Nitekim Resûlüllah onlara şöyle hitab etmiştir:

"-Şüphesiz biz, Rabbimizin bize va'dettiğini hak (gerçekleşmiş) olarak bulduk; siz de Rabbinizin size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu?"

Diğer bir görüşe göre ise, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavminden yüz çevirmesi, henüz azap onlara inmeden önce alâmetlerini gördüğü zaman olmuştur. Sâlih onların ısrarlı tutumlarını reddetmek üzere o zaman kendilerinden yüz çevirmişti.

Rivâyete göre, onların o dişi deveyi kesmeleri, çarşamba günü olmuştu. İlâhî azap ise, cumartesi günü onlara inmişti.

Yine rivâyete göre Sâlih, yüz on müslümania birlikte ağlayarak kavminin yurdundan çıktı. Sonra dönüp baktığında dumanların yükseldiğini gördü. O zaman onların helâk olduklarını anladı. Sâlih'in helâk olan kavmi bin beş hane idi.

Bir rivâyete göre de, Sâlih, onların helâk olmasından sonra yanındaki mü'rninlerlc birlikte geri dönüp onların yurduna yerleşti.

80

"Lût'u da Peygamber olarak gönderdik. O zaman kavmine şöyle dedi:

"- Sizden önce âlemlerde hiç kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı mı yapıyorsunuz?"

Lût, Hâran'ın oğludur; o Târah'ın; o da İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kardeşinin oğludur.

Lût önceleri amcası İbrâhîm ile beraber Irak'ın Bâbil bölgesinde yaşıyorlardı. Sonra İbrâhîm Şam bölgesine hicret edip Fikstin'e yerleşti; kardeşinin oğlu Lût'u da Ürdün'e yerleştirdi. Ürdün, Şam bölgesi içinde bir ülkedir. Sonra Allahü teâlâ, Lût'u Sedûm halkına Peygamber olarak gönderdi. Sedûm, Hımış bölgesinde yer alan bir şehirdir.

Bu kelâmdaki istifham, kınama ve azarlama yoluyla inkâr ve ret içindir. Yani,

"- Siz, sizden önceki âlemlerde hiç kimsenin yapmadığı o son derece çirkin ve kötü fiili mi yapıyorsunuz?"

"Sizden önce âlemlerde hiç kimsenin yapmadığı" ifâdesi, inkârı tekid etmek ve kınama ile azarlamayı ağırlaştırmak içindir. Çünkü çirkin bir fiili işlemek çirkindir; onu icad etmek ise, ondan da daha çirkindir.

Bu âyette de, Allahü teâlâ, önce, onların yaptıkları hayasızlığı inkâr buyurmuş; sonra da onları, bu çirkin fiili ilk yapanlar olarak kınamıştır.

Amr b. Dinar diyor ki:

"- Lût kavminden önce bir erkek, diğer bir erkekle cinsel ilişkide bulunmamıştı."

Muhammed b. İshak diyor ki:

"- Lût kavminin, dünyada benzeri bulunmayan meyve bahçeleri ve mamur şehirleri vardı. Sonra başka insanlar, onların yurtlarına gelip kendilerini rahatsız etmeye başladılar. Bu arada iblis, bir ihtiyar suretinde görünüp kendilerine:

"- Yurdunuza gelen insanlara şu çirkin fiili yaparsanız, onlardan kurtulursunuz." dedi.

Fakat yine de onlar, bunu yapmadılar. Ancak gelenler vazgeçmeyip onları rahatsız etmekte ısrar edince, onlar da, gelenlerden parlak oğlanları yakalayıp onlarla bu çirkin fiili gerçekleştirdiler. Böylece bu şeni âdet, onların içine yerleşmiş oldu."

Hasen diyor ki:

"- Onlar, bu çirkin fiili yalnız gariblerle (kimsesiz yabancılarla) yapıyorlardı."

Kelbî de diyor ki:

"- Kendisiyle ilk sapık ilişki yapılan kişi habis iblis'tir. Şöyle ki, İblis, yakışıklı bir genç sûre ün de onlara görünüp onları kendine davet etti. Sonra onlar bu çirkin fiile alıştılar."

81

"Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Muhakkak siz haddi aşan bir kavimsiniz."

A- "Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz."

Bu cümlede iki tekit harfinin (inne ve lâm-ı mezîd) zikredilmesi, ziyadesiyle kınamak ve azarlamak (teşdid-i tevbîh) içindir. Bir de, bu çirkin fiil, daha önce hiç kimseden sâdır olmadığı için kuvvetli bir tekit ile ifâde edilmiştir.

Bu kelâmda oğlanlar, tüysüz gençler ve benzerleri gibi kelimeler değil de, erkekler (e'r-ricâl) kelimesinin zikredilmesi, kınamayı ağırlaştırmak içindir.

Şehvet kaydının zikredilmesinde, bu fiili işleyenleri yalnız hayvani duygularla vasıflandırmak ve şu gerçeğe dikkat çekmek anlamı vardır:

Akıllı insan için cinsel ilişkinin amacı, çocuk yetiştirmek ve nesli idame olmalıdır; şehvetini tatmin etmek değil.

Şehvet kaydinin zikredilmesinden maksat, bu çirin ve kötü fiili arzu etmelerinden dolayı onları azarlamak da olabilir. Nitekim " kadınlar yerine, kadınları bırakıp da" denilmesi de, bu manayı belirtir. Nitekim,

"O kadınlar sizin için daha temizdir." âyeti de bu gerçeği ifâde eder.

B- " Muhakkak siz haddi aşan bir kavimsiniz."

Bu kelâmın anlamı,

-ya onlar için bir zemdir;

-ya da bu çirkin fiili işlemekte sizin bir özrünüz yoktur; hayır, sizin âdetiniz taşkınlık ve azgınlıktır; demektir.

82

"Kavminin cevabı:

"- Onu karyeniz (kasaba veya şehriniz)den çıkarın; çünkü onlar temizlikte çok titiz davranan insanlarmış!" dan başka bir şey olmadı."

Kavminin büyüklük taslayan, emir ve nehiy yetkisini haiz olup sorunları çözmeye kalkışan kimseleri, Lût’a hitab etmekten yüz ve şunu söylediler:

"- Lût'u ve kendisiyle beraber olan mü'minleri şehrinizden çıkarın!"

Bu ilâhî kelâm, Lût ile kavmi arasında cereyan eden muhaverenin sonunda bu şeni sözlerden başka bir şey çıkmadığını ifâde eder.

Onların, mü'minleri çok temiz olmakla vasıflandırmaları, onlarla eğlenmek ve kendilerinin içinde bulunduğu pislikle iftihar etmek anlamındadır. Nitekim habislerin ve fâsıkların âdeti hep böyledir.

83

"Artık Biz de onu ve ehli (ailesi)ni kurtardık. Karısı müstesna. O, yere geçenlerden oldu."

Bu olanlardan sonra Biz de onu ve mü'min olan aile ferderini kurtardık; karısı hariç. Çünkü o, içinde küfür gizliyordu; bundan dolayı o, helake uğrayanlardan oldu.

84

"Üzerlerine bir de yağmur yağdırdık. Mücrimlerin sonu bak nasıl oldu!"

Bir görüşe göre, Lût'un memleketi el-Mü'tefıkeh, beş şehirden oluşuyordu,

Diğer bir görüşe göre ise, Lût'un kavmi, Şam ile Medine arasında yaşayan dört bin kişilik bir topluluk idi. Sonunda Allahü teâlâ, onların üzerine kükürt ve ateş yağdırdı.

Başka bir görüşe göre yurtlarında oturanlar yerin dibine batırıldılar; seferlerde bulunan ve yurtlarından kaçanlar üzerine de taşlar yağdırıldı.

Bir başka görüşe göre ise, önce onların üzerine azap yağdırıldı; sonra da yerin dibine geçirildiler.

Rivâyet olunuyor ki, Lût'un karısı, dönüp bakınca, ona da bir taş isabet etti ve öldü.

Son cümle tefekkür ve görme ehliyeti olan herkes içidir. Maksad, onların yaptıkları işlerden sakındırmaktır.

85

"Medyen'e de kardeşleri Şua'yb'ı gönderdik. O, şöyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk edin! Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden bir beyyine (açık bir mucize) geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun. İnsanların eşyasını eksiltmeyin. Islâh edildikten sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer inanıyorsanız..."

A- "Medyen'e de kardeşleri Şua'yb'ı gönderdik."

Şuayb'ın kavmi, İbrâhîm'in oğlu Medyen evlâdındandır. Şuayb Mikâil'in oğludur; o, Yeşcer'in; o da Medyen'in oğludur.

Diğer bir görüşe göre ise, Şuayb, Sevib'in oğlu ve Sevib de, Medyen'in oğludur.

Bir diğer görüşe göre ise, Şuayb, Yesrûn'un oğludur; Yesrûn da, Medyen'in oğludur.

Şuayb, dâvasını kavmine çok güzel anlattığı için kendisine "Hatîbü'l Enbiyâ" (peygamberlerin hatibi) da denir.

Şuayb'in kavmi, küfürlerinin yanı sıra ölçekleri ve terazileri eksik tutuyorlardı.

B- "O, söyle dedi:

"- Ey kavmim, Allah'a kulluk edin! Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Size Rabbinizden bir beyyine (açık bir mucize) geldi."

Peygamberlerin mucizelerinin ekseriyeti Kur’ân'da zikredilmediği gibi Şuayb'ın mucizeleri de belirtilmemiştir. Ancak rivâyete göre onun bir çok mucizelerinden bahsedikr. Şöyle ki:

Mûsâ, Mısır'dan kaçtıktan sonra Medyen'e Şuayb'ın yanına gelir. Şuayb, Mûsâ'yı koyunlarım gütmek üzere çoban tutar.

Şuayb, koyunlardan doğacak yavrularından arkalarının siyah, önlerinin beyaz (veya aksi) olanları Mûsa'ya vermeyi va'deder. Bundan sonra bütün koyunlar yalnız o renkte yavrular doğurur.

Âdem'den miras kalan mucizevî asâ, yedi kere onun eline düşer. Bütün bunlar, Mûsa'ya peygamberlik gelmeden önce gerçekleşmiştir. (Binaenaleyh, bunlar Hazret-i Mûsa'nın değil, fakat Hazret-i Şuayb'ın mucizeleridir.)

Bir görüşe göre ise, beyyine (mûcize)den maksad, Şuayb'ın gelmesidir. Nitekim,

"- Dedi ki:

- Ey kavmim, söyleyin bakayım! Eğer ben, Rabbimden bir beyyine (apaçık bir delil) üzerinde isem..." âyetinde beyyine, apaçık hüccet ve parlak delil anlamındadır. Şuayb, bu âyette, Allahü teâlâ'nın kendisine bahşettiği peygamberlik ve hikmeti, böyle ifâde etmiştir.

C- "Ölçüyü ve tartıyı tam tutun."

Ölçü ve tartı âletini tam tutun!

Ç- "İnsanların eşyasını eksiltmeyin."

"- insanların ölçü ve tartı ile satın aldıkları eşyayı, her ne olursa olsun ve her ne miktarda olursa olsun, eksik vermeyin!"

Çünkü onlar, kıymetli veya kıymetsiz; az veya çok mal eksik veriyorlardı.

Bir başka görüşe göre ise, Şuayb kavminden bu emre muhatap olanlar, bac vergisini (mallara giriş vergisini) alanlardı ve bunlar her şeyden vergi alıyorlardı.

D- "Islâh edildikten sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer inanıyorsanız ..."

Peygamberler ve onların yolundan gidenler, şeriatleri icra ederek yeryüzünün düzenini ve sakinlerini ıslah ettikten sonra, siz küfür ve zulümle yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer bu sözümü tasdik eder de, bu emirleri ve yasakları yerine getirirseniz, sizin insanlığınız için, kazanç ve ticaretiniz için daha hayırlıdır.

86

"Tehdid etmek, inananları Allah yolundan alıkoymak ve O'nun yolunda eğrilik aramak için her yolun başında oturmayın. Hatırlayın ki siz az idiniz de O, sizi çoğalttı. Müfsidlerin sonu nasıl oldu bir bakın!"

A- "Tehdid etmek, inananları Allah yolundan alıkoymak ve O'nun yolunda eğrilik aramak için her yolun başına oturmayın."

Hak yol, her ne kadar tek ise de, bilgileri, sınırları ve hükümleri şubelere ayrılmaktadır.

Şuayb'ın iman etmeyen kavmi, birinin, onun getirdiği dinin icablarından bir şeyi uyguladığını gördükleri zaman onu engelliyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar yolların gözetleme noktalarında oturuyorlardı ve Şuayb'ın yanına gitmek isteyenlere:

"- O, bir yalancıdır; sizi dininizden döndürmesin!" diyorlar ve ona iman edenleri tehdid ediyorlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar, yolları kesiyorlardı.

"- Allahü teâlâ'ya iman edenleri tehdid etmek, O'nun yolundan alıkoymak, yahut Allahü teâlâ'ya imandan alıkoymak ve bu hak yol, eğrilik şaibesinden pek uzak olduğu halde, insanların kafasında şüphe uyandırmak, ya da onu insanlara eğri olarak göstermek suretiyle Allahü teâlâ'nın yolunda eğrilik aramak için şeytan gibi dinin yollarının başında oturmayın."

B- "Hatırlayın ki siz az idiniz de O, sizi çoğalttı. Müfsidlerın sonu nasıl oldu bir bakın."

Hatırlayın o zamanı ki önceleri siz az idiniz; sonra Allahü teâlâ, sizin neslinize ve soyunuza bereket verdi. Nûh'un kavmi ile ondan sonra gelen Ad ve Semûd gibi geçmiş ümmetlerin sonu nice olmuştur; onlara bakıp ibret alın.

87

"Eğer içinizden bir taife (belli bir grup) benimle gönderilene iman eder, bir taife de iman etmez ise Allah, aramaızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır."

A- "Eğer içinizden bir taife (belli bir grup) benimle gönderilene iman eder, bir taife derman etmez ise Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin."

Eğer sizin içinizden bir fırka, benimle gönderilen şeriatlere ve hükümlere iman eder de, diğer bir fırka da iman etmezse, artık Allahü teâlâ, bâtıl ehline karşı hak sahiplerini muzaffer kılıncaya kadar bekleyin. Şu halde bu âyet-i kerime, mü'minler için zafer va'di, kâfirler için ise ceza tehdididir.

B- "O, hükmedenlerin en hayırlısıdır."

Allahü teâlâ'nın hükmünü bozacak olmadığı gibi ve O'nun hükmünde haksızlık da yoktur.

88

"Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler şöyle dediler:

"- Ey Şuayb, ya seni mutlaka yanında bulunan iman edenlerle birlikte karye (kasaba veya şehri)mizden çıkarırız ya da bizim dinimize dönersiniz!"

O da dedi ki:

"- İstemesek de mi?"

A- "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler şöyle dediler:

"- Ey Şua'yb, ya seni mutlaka yanında bulunan iman edenlerle birlikte karye (kasaba vaya şehrimizden çıkarırız ya da bizim dinimize dönersiniz)!"

Şuayb'ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, onun öğütlerini dinledikten sonra karşı gelmekle kalmadılar ve azgınlıkta o derece ileri gittiler ki, Şuayb ile ona uyan mü'minlerden kendi bâtıl dinlerine uymalarını istediler. Aksi takdirde kendilerini cezalandıracaklarını söylemek suretiyle onlari icbara cür'et ve bu beyanlarını yeminle teyid ettiler.

Bu kelâmda, ülkeden çıkarma fiilinin önce Şuayb'a ve ikinci olarak atıf yoluyla mü'minlere nisbet edilmesi, çıkarma işinde asıl hedeflerinin Şuayb olduğuna, dikkat çekmek içindir.

Onlar, Şuayb'a iki seçenek tanımakla beraber asıl maksatları Şuayb ile mü'minlerin, kendi dinlerine dönmeleridir. Yurtlarındandan çıkarmanın zikredilmesi ise, sırf onları dinlerine dönmeye icbar içindir. Bu:

"- Siz, bizim dinimize dönmezseniz, sizi aramızda barındırmayız" demektir.

Önceleri kendi dinlerinde olanlar, Şuayb'a iman etmiş olanlardir. Şuayb ise, hiçbir zaman onların bâtıl dininde olmamıştır. Böyle iken Şuayb hakkında da dinlerine dönme ifâdesinin kullanılması, cemaati, (kendisine iman eden mü'minleri) ferde galip kılmak kabilindendir.

B- "O da dedi ki:

"- İstemesek de mi?"

Şuayb bu soruyu, -onların bâtıl sözlerini red - ve yalan yeminlerini tekzib için söylemiştir. Başka bir deyişle buradaki istifham inkâr içindir. Fakat bu istifham gerçek de olabilir.

Burada istememekten maksat, mü'minlerin, ülkelerinden sürülme tehdidine maruz kaldıktan sonraki haldir. Nitekim bu sürgün hali o kadar zor bir olaydır ki,

" Eğer Biz gerçekten onlara, "Kendinizi öldürün!", yahut "Yurtlarınızdan çıkın!" diye emretmiş olsaydık, onlardan pek azı müstesna bunu yapmazlardı." Âyetinde görüldüğü gibi öldürülme ile beraber zikredilmiştir. Çünkü o kâfirler, mü'minlerin sürgün tehdidi karşısında bâtıla dönmemelerini uzak görüyor ve sürgün korkusuyla dönmeyi tercih edeceklerini umuyorlardı.

89

"Eğer biz sizin dininize dönersek o takdirde Allah bizi ondan (küfürden) kurtardıktan sonra Allah'a yalan isnad (iftira) etmiş oluruz. Bizim ona (küfre) dönmemiz asla olamaz. Rabbimizin dilemesi müstesna. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik.

- Ey Rabbimiz, Sen bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet (fethet)! Çünkü Sen hükmeden (fâtih)lerin en hayırlısısın."

A- "Eğer biz sizin dininize dönersek o takdirde Allah bizi ondan (küfürden) kurtardıktan sonra Allah'a yalan isnad (iftira) etmiş oluruz."

Allahü teâlâ, bizi sizin şirki içeren dininizden kurtardıktan sonra yine ona dönersek, Allahü teâlâ'ya karşı gerçekten tarifi imkânsız bir iftirada bulunmuş oluruz. Zira o takdirde O'na ortak koşmuş oluruz. Oysa hiçbir varlık, O'nun emsali, benzeri olamaz. Ve yine o takdirde,

- bizim üzerinde bulunduğumuz İslâm'ın bâtıl,

- sizin üzerinde bulunduğunuz küfrün hak olduğunu kabul etmiş oluruz ki, hangi iftira bundan daha büyük olabilir?

B- "Bizim ona (küfre) dönmemiz asla olamaz. Rabb'imizin dilemesi müstesna."

Hiçbir halde bizim sizin o bâtıl dininize dönmemiz söz konusu olamaz; ancak Allahü teâlâ'nın bizim o dine dönmemizi dilemesi müstesna. Ve Allahü teâlâ'nın bunu dilemesi de mümkün değildir. Nitekim bundan sonra gelen "Rabbena — Rabbimiz" ifâdesi de bu gerçeği bildirir. Çünkü Allahü teâlâ'nın onların Rabbi (terbiye edicisi) olduğunun belirtilmesi, onların haktan bâtıla dönmelerini dilemesinin imkânsızlığını ortaya koyar. Keza, daha önce geçen,

"- Allah bizi ondan kurtardıktan sonra..." ifâdesi de, bu hakikati bildirir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, o mü'minleri bâtıldan kurtarması, onların tekrar o dine dönmelerini dilemeyeceğinin kesin delillerinden biridir.

Diğer bir görüşe göre bu, ancak Allahü teâlâ'nın bizim perişanlığımızı dilemesi hariç, demektir.

Bir görüşe göre de bu âyet-i kerime, küfrün de Allahü teâlâ'nın dilemesi olduğuna delildir.

Mezkûr görüşlerden hangisi olursa olsun, bundan maksat, Allahü teâlâ'nın dilemesine bağlı olarak, Şuayb ile etrafındaki mü'minlerin, küfre dönmelerinin imkân dahilinde olduğu ve gerçekleşme tehlikesi bulunduğu demek değildir. Aksine, bunun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu beyan etmektir. Yani, bunun açık anlamı şudur:

"- Bizim sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir; ancak Rabbimiz Allahü teâlâ'nın dilemesi müstesna ki O'nun bunu dilemesi zaten mümkün değildir."

Zikredilen bütün bu deliller, Allahü teâlâ'nın bunu dilemeyeceğini gösterir.

C- "Rabb'imizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik."

Şu halde Allahü teâlâ'nın ezelî ve ebedî, sınırsız ilmi,

- olmuş ve olacak her şeyi,

- kullarının bütün hallerini, azim, irade ve niyetlerini,

- her kula lâyık olan şeyin ne olduğunu kuşatmıştır.

Bu itibarla O, bizi küfürden kurtardıktan sonra tekrar bizim küfre dönmemizi dilemesi imkânsızdır. Üstelik biz, sadece O'na sarılmışız.

İşte, " Biz Allah'a tevekkül ettik." cümlesi de, bunu ifâde eder. Yani, bizi, üzerinde bulunduğumuz iman üzere bizi sabit kılması, bizi şirkten tamamen kurtarmak suretiyle bize olan nimetini tamamlaması hususunda sadece Allahü teâlâ'ya tevekkül etmiş bulunuyoruz.

Ç- "- Ey Rabbimiz, Sen bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet! Çünkü sen hükmeden (fâtih)lerin en hayırlısısın."

Bu cümleler, Şuayb'ın (aleyhisselâm), kâfirlerin, azgınlık ve inatta son derece aşırı gittiklerini anladıktan sonra onlara hitab etmekten vazgeçtiğini ve Allahü teâlâ'ya yöneldiğini, kendisi ile onlar arasında, her fırkanın haline uygun olan şeyle hükmetmesi için duâ ettiğini belirtir. Yani,

- bizim ile kavmimiz arasında hakkaniyetle hükmeyle;

-yahut bizin dâvamızın ne olduğunu ortaya çıkar ki, bizimle onlar arasındaki fark iyice anlaşılmış ve hak üzere olanla bâtıl üzere olan birbirinden ayrılmış olsun.

Her iki manaya göre de son cümle, makabknin muhtevası için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir.

90

"Onun kavminden kâfir olan ileri gelenler dediler ki:

"- Eğer sizler Şua'yb'a uyarsanız o takdirde mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursunuz."

Bu grup,

- ekâbir takımından ayrı,

- mertebece onlardan aşağı,

- ekâbir ile avam halk arasında aracılık yapan,

- ekâbirin emirlerini onlara ulaştıran bir sınıf olmakdır. Fakat ikisinin aynı sınıf olması da mümkündür.

Bu ikinci görüşe göre, burada küfürle vasıflandırılmalan, bu sözlerinin küfür olmasından dolayıdır. Nasıl ki, daha önceki sözleri, büyüklük taslamalarından kaynaklanıyordu. Yani küfürde ısrarlı olan eşraf; Şuayb ile beraberindeki mü'minleri imanlarında kararlı gördüler ve insanların onların pHanımlarına düşmelerinden korkmaya başladılar. İşte onları Şuayb'a iman etmekten alıkoymak ve onları imandan nefret ettirmek için yeminle tekid ederek dediler ki:

"- Andolsun ki, eğer siz Şuayb'a uyar ve atalarınızın dinini terk ile onun dinine girerseniz, o takdirde hiç şüpheniz olmasın ki, dinde hüsrana uğrarsınız. Çünkü hidayet karşılığında dalâleti satın almış olursunuz.

Yahut dünyada hüsrana uğrarsınız; çünkü cimrilik edip ölçek ve teraziyi eksik tutmakla elde ettiklerinizi kaybedersiniz."

91

"Nihayet onları şiddetli bir sarsıntı (e'r-recfe) yakalayıverdi. Yurdlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar."

Onları deprem yakalayıverdi, şehirlerinde, oldukları yerde çöküp kaldılar. Ankebût sûresinin 37. âyetinde de şöyle buyrulur:

"Onu (Şua'y'b'ı) tekzib ettiler. Derken onları şiddetli bir sarsıntı (e'r-recfe) yakalayıverdi. Yurdlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar."

Hûd sûresinin 94. âyetinde de onların akıbeti şöyle dile getirilir:

" Azab emrimiz gelince, Şua'yb'ı ve ve beraberindeki iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise korkunç bir gürültü (e's-sayha) yakalayıverdi; yurdlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar."

Bu korkunç ses, Cebrâîl’in sesi olmalıdır. Her halde bu ses, o depremin öncüsü idi. Böylece onların helaki, bir âyette yakın ve başka bir âyette de uzak sebebe isnad edilmiştir.

92

"Şua'yb'ı tekzib edenler sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Şua'yb'ı tekzib edenler, hüsrana uğrayanların ta kendileri oldular."

Bu âyet, onların,

" Ey Şuayb, ya seni mutlaka yanında bulunan iman edenlerle birlikte karye (kasaba veya şehrimizden çıkarırız ya da bizim dinimize dönersiniz!") âyetinde geçen sözlerinin uğursuzluğunu ve onun karşılığında cezalandırıldıklarını açıklar.

Şuayb'ı yalanlayanların kökü bir anda kazınır. Onlar, şehir veya kasabalarında hiç yaşamamış gibi olurlar. Onlar tam anlamıyla dinî ve dünyevî hüsrana, maddî ve manevî kayba uğrayanların ta kendileri olurlar.

93

"Artık Şua'yb, onlardan yüzçevirdi ve şöyle dedi:

"- Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin risâletlerini tebliğ ve size nasihat ettim. Kâfir bir kavme nasıl acırım?"

A- "Artık Şua'yb, onlardan yüzçevirdi ve şöyle dedi :

"- Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin risâletlerini tebliğ ve size nasihat ettim."

Şuayb, kâfir olan kavmi helake uğradıktan sonra üzüntü ve teessüf ile bu sözlerini söylemiştir.

B- "Kâfir bir kavme nasıl acırım?"

Şuayb nefsini kınamak üzere bunu söylemiştir. Yani küfürde bu kadar ısrarlı olan bir kavme nasıl bu kadar üzülürüm? Oysa onlar üzülmeye değmez. Çünkü küfürleri sebebiyle kendilerine inen azaba müstahak olmuşlardır.

Yahut Şuayb bu sözü, fazla üzülmediğine bir özür beyanı olarak söylemiştir. Yani ben size çok tebliğ ve uyarılarda bulundum; olanca imkânlarımla size öğüt verdim ve şefkat gösterdim; fakat yine de siz beni tasdik etmediniz. Artık ben size nasıl acırım?

94

"Peygamber gönderdiğimiz hiçbir karye (kasaba veya şehir) yoktur ki onun ehlini (halkını) tazarru etsinler (yalvarıp yakarsınlar) diye yoksulluk ve darlıkla yakalamış olmayalım."

Bundan önce bazı ümmetlerin halleri tafsilen beyan edildikten sonra bu âyette de, diğer ümmetlerin halleri icmalen açıklanıyor.

Yani Biz, hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek,

-o yalanlandı;

-Biz de kibir ve azamet abasını omuzlarından indirsinler ve inkârlarından vazgeçerek yalvarıp yakarsınlar (tazarru etsinler) diye o memleket halkını mutlaka yoksulluk ve hastalık gibi sıkıntılara uğrattık.

Ancak musibetlere duçar olmak Peygamber göndermenin değil, ora halkının Peygamberlere karşı büyüklük ve üstünlük taslamalarının, inkâr ve isyanlarının sonucudur. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"(Resûlüm) andolsun ki, senden önce de ümmetlere Peygamberler gönderdik. Yalvarıp yakarsınlar diye onları darlık ve sıkıntılara uğrattık."

95

"Sonra bu kötülüğün yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve:

"- Atalarımıza da böyle sıkıntılar ve sevinçler dokunmuştu!" dediler. Ondan sonra Biz de onlar hiç farkında değilken kendilerini ansızın yakalayıverdik."

A- "Sonra bu kötülüğün yerine iyilik getirdik."

Söz konusu fiillerinden dolayı kendilerine isabet eden belâ ve mihnetleri kaldırdık ve onların yerine refah ve bolluk verdik. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

"Belki inkârlarından dönerler diye onları iyilikler ve kötülüklerle sınadık."

B- "Nihayet çoğaldılar ve:

"- Atalarımıza da böyle sıkıntılar ve sevinçler dokunmuştu." dediler."

Ondan sonra sayıları da, imkânları da çoğaldı, nimetler onları şımarttı. Fakat bolluğun da, sıkıntının da Allahü teâlâ katından gelen bir imtihan olduğunu kavriyamadılar ve şöyle dediler:

"- Biz, bu sıkıntıları ve sevinçleri yaşadığımız gibi, atalarımız da bunları yaşamışlardı. Bu çeşitli hayât, zamanın cilveleridir, insanlar, üzüntüleri ve sevinçleri münavebe ile yaşarlar. Bunların gerektirici sebepleri olmadığı gibi, sonuçları da yoktur."

Sevincin, sıkıntıdan sonra zikredilmesi, her halde sıkıntıdan sonra mutlaka sevinç geleceğini, bundan dolayı ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini zımnen bildirmek içindir.

C- "Ondan sonra Biz de, onlar hiç farkında değilken kendilerini ansızın (bağteten)yakalayıverdik."

Biz de gaflet halinde iken, ansızın onları dehşet verici bir şekilde yakaladık. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

" Nihayet kendilerine verilen şeylerden ferahlandıklarında ansızın (bağteten) onları yakalayiverdik. İşte o zaman bütün ümidlerini kaybettiler."

Onların ansızın yakalanmalarından maksat, Ad ve Lût kavmi gibi bir anda helâk edilmeleri değil, fakat Semûd kavminde olduğu gibi yakalama île helâk arasında geçen belli bir zamanı ve helâk şeklini kapsayan bir anlamdır.

96

"Eğer o memleketler halkı, inanıp sakınsa (takva sahibi olsa)lardı elbet Biz de onların üstüne gökten ve yerden bir çok bereket kapıları açardık. Fakat onlar hakkı tekzib ettiler; Biz de kazandıkları şeyler yüzünden onları yakalayıverdik."

A- "Eğer o memleketler halkı, inanıp sakmsala (takva sahibi olsa)lardı elbet Biz de onların üstüne gökten ve yerden bir çok bereket kapıları açardık."

Eğer o helâk edilen memleketler halkı,

- Peygamberlerine vahyedilen hakikatlere iman edip yaşadıkları üzücü ve sevindirici hallerden ibret alsalardı,

- küfür ve günahlardan sakınsalardı,

- kötülükleri işlemekte ısrar etmeselerdi,

- Allahü teâlâ'nın sınama vesilesi kıldığı olayları zamanın cilveleri olarak değerlendirmeselerdi,

- İbn Abbâs'a göre, Allahü teâlâ'ya ortak koşmaktan sakınsalardı,

Allah da onları, gökten ve yerden kendilerine isabet eden çeşitli azablar yerme her yandan çeşitli hayırlara müyesser kılardı.

Diğer bir görüşe göre ise, gök ve yer bereketinden maksat, yağmur ve nebatlardır.

"Fakat onlar hakkı tekzib ettiler; Biz de, kazandıkları şeyler yüzünden onları yakalayiverdik."

Fakat onlar iman etmediler ve aykırı hareketlerden sakınmadılar. Bunun üzerine Biz de, onların işledikleri çeşitli küfürlerden, günahlardan ve ezcümle "bunları bizim atalarımız da yaşamışlardı" seklindeki sözlerinden dolayı onları yakalayıverdik.

Bu yakalama, "onları ansızın yakaladık" cümlesiyle ifâde edilen yakalamadır; yoksa bazı müfessirlerin dedikleri gibi, kıtlık ve yokluk değildir; çünkü bunlar, kötülük yerine iyilik verilmesi ile zaten kaldırılmıştır.

97

"Acaba o karye (kasaba ve şehir)ler halkı azabımızın geceleyin uykuda iken gelivermesinden güvende mi idiler?"

O memleketlerin halkı, uyku zamanlarında, azabımızın kendilerine ansızın gelmesinden emin mi olmuşlardı?

Burada yapılan uyarının esası, her toplumun, gelebilecek azabtan emin olmasıdır; yoksa bütün ümmetlerin emin olması değildir. Çünkü küfür ehlinden her topluma kendilerine mahsus bir azab isabet etmiştir; o azab başkasına gelmemiştir. Nitekim izahı gelecektir.

Bu istifham, vaki olmuş bir şeyin İnkârı ve çirkin sayılması içindir; yoksa Ebû Şâme Abdurrahman el- Dımaşkî ile başkalarının dedikleri gibi vukuu inkâr ve nefyetmek için değildir. Çünkü,

" Allah'ın melerinden kimse güvende olamaz; husrana (maddî ve manevî kayba) uğrayan bir kavim (topluluk) müstesna." âyeti de buna delildir.

98

"Ya da o karye halkı kuşluk (duhâ) vakti eğlenirlerken azabımızın gelmesinden güvende mi idiler?"

Bu âyet de, kınamayı ağırlaştırmak için inkârdan sonra ikinci bir inkârdır. Yani onlar aşırı gafletlerinden dolayı eğlenirlerken, yahut onlar, oyunlar gibi kendilerine hiç faydası olmayan işlerle meşgul iken azabın gelivermesinden güvende mi idiler?

99

"Yoksa onlar Allah'ın mekri (tuzağı)nden güvende mi idiler? Allah'ın mekrinden kimse güvende olamaz; hüsrana (maddî ve manevî kayba) uğrayan bir kavim (topluluk) müstesna."

Bu âyet de fazla izah için inkârın tekrarıdır. Bundan maksat, Allahü teâlâ'nın azabının iki vakitte gelmesidir.

İnsanlar nefislerini hüsrana uğrattıklarından Allahü teâlâ'nın, yarattığı fıtratı ve âyetleri tefekkürden hâsıl olan gerçeği görme yeteneğini kaybetmişlerdir.

100

"Önceki ehli (halkı)nden sonra arza vâris olanlara şu gerçek belli olmadı mı ki eğer Biz dileseydik günah (zenb)ları sebebiyle onları musiîbetlere uğratırdık. Ve Biz onların kalblerini mühürleriz de artık onlar duymazlar."

A- "Önceki ehli (halkı)nden sonra arza vâris olanlara şu gerçek belli olmadı mı ki eğer Biz dileseydik günah (zenb)ları sebebiyle onları musıîbetlere uğratırdık."

Kendilerinden önce helâk edilen ümmetlere halef ve onların memleketlerine vâris olanlara, yani Mekke halkı ile etrafındaki yerlerin sakinlerine hâla belli olmadı mı ki, eğer Biz dileseydik, kendilerinden önceki ümmetlere yaptığımız gibi, onları da günahlarının cezasına çarptırırdık.

B- "Ve Biz onların kalblerini mühürleriz de artık onlar duymazlar."

Artık onlar, hidayete eremezler, yahut hidayetten, ya da tefekkür ve tahkikten gafil kalırlar. Biz de onların kalplerini mühürleriz de, onlar, helâk edilen eski ümmetlerin hallerini tefekkür ve tahkik edip içinden hidayet ganimetini elde etmek şöyle dursun, artık haberlerini bile duymazlar.

101

"(Resûlüm), işte o karye (kasaba veya şehir)lerin haberlerinden bazılarını sana anlatıyoruz. Andolsun ki onlara Peygamberleri beyyine (apaçık mucize, delil) ler getirmişlerdi. Fakat önceden tekzib ettiklerine elbette inanacak değillerdi. Allah, o kâfirlerin kalblerini böyle mühürledi."

A- "(Resûlüm), işte o karye (kasaba veya şehir)lerin haberlerinden bazılarını sana anlatıyoruz. Andolsun kı onlara Peygamberleri beyyine (apaçık mucize, delil) ler getirmişlerdi."

Bu âyet bundan önce zikredilen kıssanın fezlekesi gibi olup mezkûr ümmetlere peygamberler açık mucizelerle geldikten sonra onların, azgınlıklarında ısrar etmelerinin sonucunu haber veriyor.

Resûlüm, helâk edilen o ümmetlerin ibret alınacak haberlerinden ancak bir kısmını sana anlatıyoruz; hepsi bundan ibaret değildir.

Kelâmın başında memleketler zikr ve haberler o memleketlere izafe edilmiştir. Oysa anlatılan, o memleketlerin halkının haberleridir ve maksat da, o halicin hallerini beyan etmektir."Andolsun ki onlara Peygamberleri beyyineler getirmişlerdi" cümlesi de bunu bildirir. Bununla beraber, kelâmın başında memleketlerin zikredilmesinin sebebi şudur:

O kavimlerin, depremle bir anda yurdlarıyla beraber yok edilmeleri ve mekânlarının bomboş kalması elbette korkunç bir hâdisedir.

Peygamberlerin, beyyine (mûcize)ler getirmeleri, her peygamberin, tek bir mucize değil fakat hikmetin gerektirdiği kadar ve şekilde bir çok mucize getirmesi anlamındadır.

Bu, onların azgınlık ve inatlarının pek aşırı olduğunu da gösterir. Yani, o helâk edilen ümmetlerin her birine bir peygamber gönderilmiş ve onların her birine imanı gerektiren çeşitli mucizeler verilmiştir.

B- "Fakat önceden tekzib ettiklerine elbette inanacak değillerdi."

Bu cümle, o kâfirlerin, daha önceki inkârlarını sürdürdüklerim beyan eder. Onların bu imansızlık halinin, Peygamberlerin, apaçık mucizelerle kendilerine gelmelerine bağlanması şunun içindir:

Her hangi bir fiili, onu ortadan kaldıracak sebep hâsıl olduktan sonra sürdürmek, her ne kadar hakikatte o fiile devam etmek ise de, vasıf itibarıyla yeni bir fiil ve iştir.

O kavimlerden hiçbirine daha önce yalanladıkları hakikatlere iman etmek küfür ve sapıldıktan vazgeçmek müyesser olmadı.

İman ve tekzib konusu hakikatler usûlden veya fürûdan her Resulün getirdiği şer'î hükümlerdir.

Şu halde:

1- Önce tekzib ettiklerinden murat, onların, Peygamberlerin gelişinden itibaren devam eden küfürleridir.

2- Sonraki küfürlerinden murat ise, Peygamberlerin gelişinden önceki tekzibleridir.

Peygamberlerin gelişinden itibaren onların inkâr ettikleri hakikatler, bütün Peygamberlerin ittifak ve ümmetlerini öncelikle davet ettikleri şeriatin (tevhid gibi) temel ilkeleri olmalıdır. Bunların zamanla ve değişen şartlar karşısında değişmeleri mümkün değildir.

Peygamberlerin gelişinden önceki tekziblerinin manası da şudur:

Cahiliye devrindeki putperestler gibi, onlar da, kendilerine Peygamber gelmeden önce tevhid kelimesini hiç duymamışlardı. Onlar, tevhid inancını, yalnız önceki ümmetlerin bakayasından duyuyor ve inkâr ediyorlardı. Kendilerine Peygamber geldikten sonra da, hiç Peygamber gönderilmemiş gibi eski hallerine devam ediyorlardı.

Tekzib ve inkârın, dinin esaslarına tahsis edilmesi, nassın delaletiyle mütebakisinin de anlaşılmasından dolayıdır. Onlar, bütün Peygamberlerin ittifak ettikleri dinin esaslarına iman etmediklerine göre, bazı Peygamberlerin getirdikleri özel hükümlere de iman etmemişlerdi.

Eski tekziblerinden maksad Peygamberlerin davetinden sonra gerçekleşen tekzibtir. Nitekim,

"Biz bir Peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz." âyeti de bu hakikati bildirir.

Peygamberlerin gelişinden önceki küfürlerinin zikredilmesi ise, onların küfür ve tekziblerinin köklü olduğunu beyan etmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, daha önce yalanlayanlar, onların selefleridir. Yani babaların yalanladıklarına evlâd, iman edecek değildir. Ancak bu manada zorlama olduğu açıktır.

Bir diğer görüşe göre ise, kastedilen mana şöyledir:

Biz onları helâk ettikten sonra kendilerini diriltip mükellefiyet yurdu olan dünyaya geri göndersek de, onlar daha önce yalanladıklarına yine iman edecek değillerdir. Tıpkı,

"Dünyaya geri döndürülmüş olsalardı yine nelıyedildikleri şeye döneceklerdi. Şüphesiz ki onlar yine yalancılardır."

B- "işte Allah, o kâfirlerin kalblerini böyle mühürledi."

Allahü teâlâ, mezkûr kâfirlerle diğer kâfirlerin kalblerini böyle mühürler; ondan sonra âyetler ve uyarılar artık o kalblere tesir etmez.

Bu kelâm, herkes için büyük bir uyarıdır.

102

"Onların çoğunda ahde vefa bulmadık. Ve şüphesiz onların çoğunu fâsık (yoldan çıkmış)lar olarak bulduk."

A- "Onların çoğunda ahde vefa bulmadık."

Söz konusu ümmetlerden çoğu ahid (kesin söz) vermiyorlardı; diğerleri ise verdikleri ahdi bozuyorlardı. Çünkü onlar, yoksulluk ve sıkıntıya uğradıklarında:

" Andolsun ki, eğer Sen bizi bundan kurtarırsan, muhakkak ki, şükredenlerden olacağız!" diyerek Allahü teâlâ'ya verdikleri ahdi, bozmuşlardır.

Şu halde bu keyfiyetin, onların çoğuna tahsis edilmesi, bazılarının, ahidlerine vefa gösterdikleri için değil, fakat bazılarının ahidde de bulunmadıkları ve vefa da göstermedikleri içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada ahidden murat, Allahü teâlâ'nın, delilleri yaratmak ve hüccetleri indirmek suretiyle onlardan aldığı iman ve takva ahdidir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu ahiddenen murat,

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" âyetinde belirtilen hitab ile, ruhlardan alman ahiddir. (Allahü teâlâ, ruhları yarattıktan sonra onlara bu şekilde hitap ederek kendilerinden ahid almıştır.)

Bu görüşe göre, onların çoğundan murat, hepsidir.

Başka bir görüşe göre ise, âyetteki "onların" zamiri, insanlara râcidir ve bu cümle, bir itiraz cümlesidir (ara cümlesidir).

B- "Ve şüphesiz onların, çoğunu fâsık (yoldan çıkmış)lar olarak bulduk."

O ümmetlerin çoğunu itaatten çıkmış, ahidlerinı bozmuş kimseler olarak bulduk.

Bir görüşe göre burada, birinci "vecede-bulmak" fiilii, bilmek anlamındadır.

103

"Onlardan sonra âyet (mucize, delil)lerimizle Mûsa'yı firavuna ve onun kavminin ileri gelenler (mele')ine gönderdik (ba'settik).

Onlar da haksızlık (zulm)ettiler. Sonra bak nasıl oldu o müfsidlerm â'kıibeti!"

A- "Onlardan sonra âyet (mucize, delil)lerimizle Mûsâ'vı firavuna ve onun kavminin ileri gelenler (mele')ıne gönderdik."

Söz konusu Peygamberlerin vak'aları bittikten yahut hikâye edilen ümmetlerin helakinden sonra...

"Sonra" anlamına gelen "sunime" kelimesi ile beraber " onların ardından" ifâdesinin de kullanılması, Mûsa'nın ba'sedilmesinin de, Peygamberlerin birbiri ardından gönderiknesi şeklindeki ilâhî sünnete uygunluğunu gösterir.

Mûsa'ya dokuz ayrı mucize verilmişti. Şöyle ki:

1- Asa (el-a'sâ),

2- Beyaz el (el-yedü'l-beydzâ'),

3- Kurak yıllar (ve's-sünûn),

4- Ürünlerde kıtlık (naksu'l-semerat),

5- Tufan (e't-Tûfan),

6- Çekirge (el-cerad),

7- Haşerat (el-kummel),

8- Kurbağa (e'd-dafadiı'),

9- Kan (e'd-dem).

Aşağıda bunların tafsilatı gelecektir.

Fir’avun, Mısır'a hükümdar olan kralların genel unvanıdır. Nasıl ki, Kisra, Fars hükümdarlarının ve Kaysar da, Roma hükümdarlarının genel unvanıdır.

Mûsa'nın firavununun adı Kabus ve diğer bir rivâyete göre de Velid b. Mus'ab b. Reyyan'dır.

Âyette özellikle firavun ile kavminin ilen gelenlerinin zikredilmiş olması işlerin idaresinde asıl olmalarından, emir ve yasaklarda halkın kendilerine bağlı olmasından dolayıdır.

B- "Onlar da haksızlık (zulm)ettiler (Fe-zalemû biha). Sonra bak nasıl oldu o müfsidlerin âkıibeti!"

Onlar, âyet veya mucizeleri inkâr ettiler. Burada zulüm, inkâr yerinde kullanılmıştır. Çünkü ikisi de aynı vadidendir. Ya da burada zulüm fiiline, inkâr veya tekzib manası da yüklenmiştir. Yani mucizeleri inkâr veya tekzib ile zulmettiler. Yahut mucizeler apaçık ve onlara iman edilmek gerekli iken onlar inkâr ettiler.

Diğer bir görüşe göre o mucizeler sebebi ile, kendi nefislerine zulmettiler; nefislerini ebedî azaba maruz bıraktılar.

Yahut da, insanları, o mucizelere iman etmekten alıkoydular.

Onlar azab ile karşılaşıncaya kadar küfürlerini sürdürdüler. Nitekim bunun böyle olduğu, "Sonra bak, nasıl oldu o müfsidlerin âkıibeti!" ifâdesinden de anlaşılır.

Şu halde onların mucizelere zulmetmeleri, o korkunç akıbeti gerektirdiği gibi, o zulmün hikâye edilmesi de, onlar üzerinde hakkıyla tefekkürü gerektirir.

104

"Mûsâ şöyle dedi:

"- Ey firavun, şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin Resulüyüm."

Bu âyet, bundan önce icmalen zikredilen mucizeleri izhar keyfiyeti ile bozguncuların akıbetini tafsilen anlatmaya giriştir.

Mûsa firavun'a dedi ki:

"- Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamberim."

105

"Allah'a karşı haktan başka bir söz söylememek benim için bir görevdir. Rabbinizden size beyyine (delil, mucize, âyet)ler getirdim. Artık İsrail oğullarını benimle bırak."

A- "Allah'a karşı haktan başka bir söz söylememek benim için bir görevdir."

Bu cümle, Mûsa'yı nübüvvet iddiasında tekzib etmelerine bir cevap mahiyetindedir. Yani,

"- Benim için hakkı söylemekten başka bir seçenek yoktur. Bana yaraşan ancak hakkı söylemektir. Yahut ben haktan başka bir şey söylemem."

B- "Rabb'inizden size beyyme (delil, mucize, âyet)ler getirdim."

Bu cümle, Mûsa'nın, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğuna ve hak söz neyse onu söylemek zorunda bulunduğuna dair bir açıklamadır.

Mûsa'nın bu sözü ile hemen sonra gelen firavun'un cevabı,

" Fir’avun dedi ki:

"- Sizin Rabbiniz kimdir, ey Mûsa!" ve

"-Fir’avun dedi ki:

"- Alemlerin Rabbi nedir?"

âyetlerinden de anlaşıldığı gibi muhaverenin sonunda söylenmiştir. Fakat burada icaz gereği cereyan eden konuşmaların bir kısmı zikredilmemıştir.

C- "Artık Isrâiloğullarını benimle bırak."

Artık Isrâiloğullarını benimle gönder, onları serbest bırak; onlar da atalarının vatanı mukaddes topraklara dönsünler.

Çünkü Yakub'un torunlarının dönemi bittikten sonra firavunlar, İsrâiloğullarını köleleştirdiler ve en ağır işlerde çalıştırmaya başladılar. Nihayet Allahü teâlâ, onları Mûsâ ile kurtardı.

Yûsuf’un Mısır'a girdiği gün ile Mûsa'nın Peygamber olarak Mısır'a girdiği gün arasında dört yüz senelik bir zaman geçmişti.

106

"Fir’avun da dedi ki:

"- Eğer bir âyet getirdiysen; o halde sâdık (özü, sözü doğru)lardan isen onu göster."

Fir’avun, Mûsa'ya dedi ki:

"- Eğer iddia etüğin gibi, Rabbin katından bir mucize getirdiysen, haydi onu göster. Böylece Peygamberliğin ısbat edilmiş olsun. Çünkü senin dürüst tanınan insanlardan olman, mutlaka o mucizeyi göstermenle mümkündür."

107

"Bunun üzerine mûsâ, asasını yere attı; o, hemen korkunç bir ejderha oluverdi."

Mûsa'nın yere attığı asa, gerçek bir ejderha oluverdi.

Rivâyete göre Mûsâ, asasını yere atınca, uzun, kıllı, ağzı açık, büyük bir ejderha oluverdi. İnsanlar izdiham hâlinde, birbirini ezerek kaçmaya başladılar.

Fir’avun, yüksek, sesle bağırarak:

Ey Mûsâ! Seni peygamber olarak, gönderen Rab'in aşkına., şunu tut; ben de sana iman edeceğim ve Isrâiloğullarını seninle beraber göndereceğim!" diye yalvarmaya başladı. Mûsa da, onu tuttu ve o, eskisi gibi yine asa oldu.

108

"Elini koynundan çekip çıkardı; o, bakanlar için bembeyaz kesilmişti."

Mûsâ elini koynundan veya koltuğunun altından çekip çıkardı; o da, hemen harikulade bir nûr olarak bembeyaz göründü ve insanlar etrafına toplanıp hayretle bakmaya başladılar.

Rivâyete göre Mûsâ, fazlaca esmer (şedîde'l-edime) bir insandı. Fir’avun'a elini gösterip sordu:

"- Bu nedir?"

Fir’avun:

"- Senin elindir" dedi.

Sonra Mûsâ elini koynuna soktu. O sırada Mûsa'nın sırtında yünden bîr hırka bulunuyordu. Mûsâ elini koynundan çıkarınca, bembeyaz bir nûr kesildi. Oyle ki ışınları, güneş ışınlarını bastırıyordu.

Bir görüşe göre, Mûsa'nın eli, aslında tabiî olarak beyaz değildi; bakanlara öyle göründü.

109

"Kavminden ileti gelenler firavuna dediler ki:

"- Bu gerçekten bilgin bir sihirbaz.!"

Kavmin eşrafından bir şûra (heyet) dediler ki,

"- Bu, hiç şüphesiz çok bilgili ve usta bir sihirbaz!"

Onlar firavunun sözünü tasdik ve izah için bunu söylemişlerdi. Çünkü Şuarâ sûresinde bu söz aynen firavuna nisbet edilir.

110

"O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Buna ne buyurursunuz."

O, sizi Mısır toprağından çıkarmak istiyor.

Fir’avun da, bunu söyleyen şûraya dedi ki:

"- Durum sizin dediğiniz gibi ise, Mûsâ hakkında ne yapmamı tavsiye edersiniz?"

Diğer bir görüşe göre ise, bu sözü, kavmin ilerî gelenleri halka söylemişlerdi.

111

"(İleri gelenler) dediler ki:

"- Onu kardeşiyle beraber alıkoy ve şehirlere toplayıcı (hâşir)lar gönder."

112

"Bütün bilgin sihirbazları sana getirsinler."

Zahir olan birinci görüşe göre "Buna ne buyurursunuz?" sözü firavuna aittir ve fıravun'un istişare ettiği ileri gelenlere hitaben söylenmiştir.

İkinci görüşe göre ise "Buna ne buyurursunuz?" sözü ileri gelenlerin halka hitaben sordukları bir sorudur.

Fakat istişarenin, halkın vazifesi olmaması ve cevab tan açıkça anlaşıldığı gibi doğrudan firavuna hitab edilmesi bu ikinci görüşün sıhhatine engeldir.

Bir görüşe göre, bu şehirler (medâin), yukarı Mısır şehirlerdir. Sihirbazların reisleri ve ustaları, yukarı Mısır şehirlerinin kenarlarında ikamet ediyorlardı.

Ibni Abbas'tan rivâyet olunduğuna göre, bu sihirbazlar, yetmiş kişi idi. Bunlar, Musul bölgesinde Yunus'un şehri’nin ovasında mecûsîden sihir öğrenmişlerdi.

Ancak bu görüş şöyle reddedilimiştir:

Mecusîlik, Zeradeşt (Zerdüşt) ile ortaya çıkmıştır. Zeradeşt ise, Mûsa'dan sonra gelmiştir.

113

"Bütün sihirbazlar firavuna geldiler ve şöyle dediler:

"- Biz gaalib geldiğimiz takdirde bize bir mükâfat var değil mi?"

Burada sarahatle belirtilmemekle beraber Şuara 53. âyetinde ifâde edildiği gibi:

"Fir’avun da şehirlere haşirler (toplayıcılar) gönderdi."

Onlar marifetiyle sihirbazları topladı.

114

"Evet, siz o takdirde mukarrabîn (yakınlar)den olacaksınız."dedi.

Burada mahzuf olan bir unsur vardır. Şöyle ki:

"- Elbette sizin için bir mükâfat var ve ayni zamanda siz mukarrabînden olacaksınız!"

Bu da rağbette mübalağayı ifâde eder.

115

"(Sihirbazlar) dediler ki:

"- Yâ Mûsâ, önce sen mi atacaksın, yoksa biz mi atalım?"

Sihirbazlar önce atıp atmamakta Mûsa'yı muhayyer bıraktılar, Böylece takdim ve tehirde ihtilâf çıkmadı.

116

"Siz atın!" dedi Mûsâ.

Vaktaki sihirbazlar (âlet ve vasıtalarını) attılar, insanların gözlerini büyülediler, büyük bir sihir gösterdiler."

Kalın ipler, uzun sopalar, canlı, hareketli yılanlarmış gibi birbiri üzerine vadiyi doldurdular.

117

"Biz de Mûsa'ya,

"- Asanı yere at!" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, asa, onların uydurdukları şeyleri yutuyor."

İlka ile inkılâb gerçekleşti. Yani Mûsâ asasını yere atar atmaz anı bir değişimle asa ejderhaya dönüştü. Sihirbazların uydurdukları ne varsa hepsini yuttu. Allahü teâlâ, sonsuz ve sınırsız kudretiyle hepsini yok etti. Ve asa önce nasıl ve ne idiyse o hale döndü. Bunun üzerine sihirbazlar:

"- Eğer bu bir sihir olsaydı iplerimiz ve sopalarımız mutlaka artakalırdı" dediler.

118

"Böylece hak sabit oldu; onların yaptıklarının bâtıl olduğu ortaya çıktı."

Hak, subuta erdi ve onların öteden ben yapageldıklerı şeylerin butlanı zâhir oldu.

119

"Orada onlar yenildiler, küçük düştüler."

Orada firavun ve kavmi yenildiler, mağlûb oldular; o mecliste aşağılandılar, sersemlemiş, şaşırmış (mebhût) ve kahra uğramış (makhûr) olarak şehre döndüler..

120

"Sihirbazlar ise secdeye kapandılar."

Sihirbazlar, firavunun huzurunda bulunduklarını hiç düşünmeden hakkı gördüler ve secdeye kapanmak gereğini, duydular.

121

"Şöyle dediler:

"- Biz âlemlerin Rabbi ne iman ettik!"

122

"Mûsâ ile Harun'un Rabbine."

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre sihirbazların Mûsa'ya tâbi olmasıyla İsrâiloğullarından yüzlerce insan iman etti.

123

"Fir’avun şöyle dedi:

"- Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha? Bu sizin yaptığınız, hiç şüphesiz halici oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzak (melcr)tır Ama yakında anlarsınız."

A- "Fir’avun şöyle dedi:

"- Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha?"

Fir’avun bu sözleri münkir olarak sihirbazları tevbihen, onları kınamak ve azarlamak için söylemişti. Bu bir tevbihî istifhamdır. Aynen " bize bir ecir (mükâfat, ödül)var değil mi" ibaresinde olduğu gibi istifham hemzesi hazfedilmiştir.

" size izin vermeden önce" ifâdesi aynen Kehl sûresinin 109. âyetinde yer alan "Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce muhakkak denizler tükenirdi." cümlesi gibidir.

B- "Bu sizin yaptığınız, hiç şüphesiz halkı oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır."

Fir’avuna göre sihirbazların böyle birdenbire iman etmeleri, mucizenin zuhuru ile onun delil kuvvetinden doğan halin iktizası bir davranış değildi. Rivâyet edildiğine göre Mûsâ sihibazların reisine sordu:

"- Bana söyler misin ben galib gelmeseydim yine bana iman ve benim getirdiğimin hak olduğuna şehadet eder miydin?"

O,

"- Vallahi dedi; ben yine sana iman ederdim."

Fir’avun bu ikisinin konuşmalarını duydu ve o sözleri söyledi:

"- Siz muhakkak daha önce asıl halkı (kıbtıîleri) yurdundan çıkarmak için şehirde (Mısır'da) anlaşmışsınız."

C- "Ama yakında anlarsınız."

"- Şu yaptıklarınızın sonucunu yakında göreceksiniz!"

Bu cümle icmal yoluyla bir tehdidi ifâde eder ki tafsili hemen sonraki âyette gelecektir.

124

"Ben de elbette sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama (min hilâfin) kestireceğim sonra da topunuzu sallandıracağım!"

Bu beyan firavunun sihirbazlara ne yapacağını açıklamasıdır. O, emsaline yaptığı gibi sihirbazların kol ve bacaklarını zıt yanlardan kestirdikten sonra onları asacağını söylüyor.

125

"Sihirbazlar da dediler ki:

"- O takdirde biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz."

Bu bir istinaf cümlesi olup,

Sihirbazlar firavunun tehdidini duyunca ne dediler; bu tehdidden etkilendiler mi?" sorusunun cevabıdır.

Onlar:

"- O takdirde biz Rabbimize döneceğiz." diyerek imanlarında sâbıt kadem olduklarını açıkladılar.

126

"- Sen ancak Rabbimizin âyetleri bize gelince onlara iman ettiğimiz için bizden intikam alıyorsun.

"- Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak vefat ettir!"

A- "Sen ancak Rabbimizin âyetleri bize gelince onlara iman ettiğimiz için bizden intikam alıyorsun."

Sihirbazların yaptıkları cezalandırılacak değil aksine hayırlı, isabetli, öğünülecek, ödüllendirilecek bir davranıştı. Onlar da Allah'a sığındılar ve şöyle duâ ettiler:

B- "Ey Rabbimiz, üzerimiz sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak vefat ettir!"

Kendilerini Allah'a teslim eden bu samimî inanç sahibi insanlar:

"- Rabbimiz üzerimize bizi bütün günahlardan yıkayacak ve arındıracak bir sabır yağdır. Ve bizleri Müslümanlar olarak vefat ettir!" diye yalvarıp yakardılar.

127

"Fir’avun’un kavminden ileri gelenler de şöyle dediler:

"- Mûsâ ve kavmini yeryüzünde fesad çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?"

Fir’avun da:

"- Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını da sağ bırakacağız. Biz onlar üzerinde kahredici bir güce sahibiz" dedi."

A- "Fir’avun’un kavminden ileri gelenler şöyle dediler:

"- Mûsâ ve kavmini yeryüzünde fesad çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?"

İleri gelenler firavunu tahrik eder şekilde:

"- Mûsâ ile Isrâiloğullarını Mısır'da halk arasında bozgunculuk çıkarsınlar (tağyiri'n-nâs) ve sana mutabaat (tâbi olmak, hâkimiyetini tanımak)tan vazgeçsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" dediler.

"seni terk etsinler" fiili "fesad, bozgunculuk çıkarsınlar" fiiline atıftır.

"Seni ve ilâhlarını terk etsinler"den murad seni ve senin ma'bûd olarak tanıdığın şeyleri terk etmek demektir.

Mısırlılar yıldızlara tapıyorlardı; ayrıca bir takım putlar (esnam)ı da vardı. Ama o her şeyden önemlisi kendisine tapılmasını istiyor ve:

" Sizin en yüce Rabbiniz benim!" diyordu.

B- "Fir’avun da:

"- Onların oğullarım öldüreceğiz; kızlarını ise sağ bırakacağız. Biz onlar üzerinde kahredici bir güce sahibiz." dedi."

Fir’avun, kavminin seçkinlerine,

"- Onlar üzerindeki kahr ve galebemizin bilinmesi için bundan önce yaptığımız gibi yapacağız. Bizim onlara karşı durumumuz asla değişmez. Onlar bizim ellerimiz altında makhûr ve mahkûmdur" dedi.

128

"Mûsâ ise kavmine şöyle dedi:

"- Allah'tan yardım dileyin (istiâ'ne) ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır; O, kullarından dilediğini ona vâris kılar. Akıibei; müttekıîlerindir."

A- "Mûsâ ise kavmine şöyle dedi:

"- Allah'tan yardım dileyin ve sabredin."

Mûsâ firavunun sözlerini duyunca kavmini teselli ve bâtıl sözlere (ekaavil—i bâtılaya)karşı sabır tavsiye etti. Hüsn-ü âkıibetin, mutlu sonun kendilerine ait olacağını söyledi.

B-"Şüphesız ki yeryüzü Allah'ındır; O, kullarından dilediğini ona vâris kılar. A'kıibet müttekıîlenndir."

Cins olark arz üzerindeki herhangi bir yer veya konu ile ilşkisi itibariyle Mısır toprakları Allah'a aittir.

"- Allahü teâlâ'dan yardım dileyin, takva sahibi insanlar olarak sabredin!"

129

"Mûsa'nın kavmi de dediler ki:

"- Sen gelmeden önce de, sen geldikten sonra da işkence edildik." Mûsâ da:

"- Umulur ki Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve sizi yeryüzünde halefler kılar ve sizin nasıl işler yaptığınıza bakar" dedi.

A- "Mûsa'nın kavmi de dediler ki:

"- Sen gelmeden önce de, sen geldikten sonra da işkence edildik."

Isrâiloğulları Mûsa'ya şunları söylediler:

"- Bizler firavun tarafından sen risalede gelmeden önce de ezâ edildik, işkenceye maruz kaldık."

Nitekim Mûsâ, doğmadan önce firavun onların oğullarını öldürüyordu. Şimdi de o, risalede gelince yine onların oğullarını öldüreceğim ve bunun yanında başka kötülükler yapacağını söylüyordu.

B- "Mûsâ da:

"- Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve sizi yeryüzünde halefler kılar ve sizin nasıl işler yaptığınıza bakar."

"- Umulur ki Allah, size yaptıkları sebebiyle onu helâk eder ve yeryüzüne, Mısır arazisi üzerine sizi, halefler kılar ve sizin iyi mi yoksa kötü mü işler yaptığınıza bakar. Sizden zuhur edecek amellere göre onun karşılığını verir."

Bu beyanda tesliyenin te'kidi ve emrin tahkiki vardır.

Rivâyete göre Dâvud zamanında Mısır fethedildiği zaman A'raf sûresinin 137. âyetinde belirtildiği üzere o söz yerine geldi:

"Ezilen (ıstid'af edilen, zayıf ve güçsüz sayılan) bir kavmi de Biz arzın doğularına ve batılarına vâris kıldık."

130

"Andolsun ki Biz, firavun sülâlesini ibret alsınlar diye senelerce kıtlık ve ürün azlığına uğrattık. Tâ ki düşünsünler."

Bu âyetle helakin nasıl başladığı ve ne suretle geliştiği anlatılmaya girişilyor. Allahü teâlâ onlara süre vermiyor, onları imhal etmiyor. Artık onlar bundan böyle bolluk ve refah yüzü görmüyor; birbiri peşinden halden hale uğruyor.

Sene bilindiği gibi yıl demektir. Senenin türlü çoğullukları vardır: Ref hakinde sinûn; nasb ve cerr hâlinde de sinin kelimeleridir.

Sinîn / seneler, e's-sinîne / kuraldık ve kıtlık seneleri anlamında kullanılır. Şu aşağıdaki hadis-i şerif,

"Allahümme-c'a'lha a'leyhim sinîne ke-sînî yûsüfe" ve "sinînen ke-sinîni yûsüfe" şeklinde iki lügat üzere vârid olmuştur. Kureyş müşrikleri için Resûlüllah tarafından ifâde buyrulan bu sözün manası:

"Allah'ım onlar üzerine, Yûsuf'un kıtlık seneleri gibi kıtlık senesi ver." demektir.

Açıkça anlaşıldığı gibi Allahü teâlâ firavun kavmini birdenbire helâk etmemiş, kıtlıkla ve semerelerde azlıkla uyarmak ve düşündürmek istemiştir. Nitekim Fussıılet sûresinin 51. âyetinde:

" Biz insana nimet verdiğimiz zaman yüzçevirir ve yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman derin dualara dalar." buyrulur.

131

"Artık onlara bir iyilik (hasene) ulaştığı zaman,

"- Bu bizimdir" derler.

Kendilerine bir kötülük (seyyie) dokunduğunda da bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."

Dikkat edin, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır; fakat onların çoğu bunu bilmezler."

A- "Artık onlara bir iyilik (hasene) ulaştığı zaman,

"- Bu, bizimdir" derler."

Onlara bir iyilik dokunduğunda bu bizim hakkımızdır, bize aittir derlerdi.

B- "Kendilerine bir kötülük (seyyie) dokunduğunda da bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."

Onlara bir kötülük, kıtlık sıkıntı dokunduğunda da teşe'üm ederler ve bunu kalblerinin kasveti, cehaletleri ve akılsızlıkları sebebiyle Mûsâ (aleyhisselâm) ve beraberinde bulunanların uğursuzluğuna yorarlardı.

C- "Dikkat edin, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır; fakat onların çoğu bilmezler."

Oysa bütün musibetler Allah katındandır. Fakat çokları bunu bilmezler.

132

"Ve yine şöyle dediler:

"- Bizi büyülemek (teshıir) için nasıl bir âyet (mucize) getirirsen getir, biz sana iman edecek değiliz."

Onlar bir büyücü saydıkları Mûsa'ya

"- Bizi büyülemek için nasıl bir mucize getirirsen getir sana inanmayız!" demek suretiyle küfür ve inatta kararlılıklarını açıklamış oldular.

"Nasıl bir âyet getirirsen getir" ifâdesi Nisa sûresinin 78. âyetindeki " her nerede olursanız olun" ifâdesi gibi te'kıdı mutazanımındır.

Zuhruf sûresinin 41. âyetindeki" Biz seni alıp götürdükten (vefat ettirdikten)sonra" ibaresi de ayni mahiyettedir.

"Bizi büyülemek için nasıl bir âyet" ifâdesindeki "min âyetin "ile, Fâtır sûresinin, " Allah'ın insanlar için açtığı rahmeti tutup kısacak (imsak edecek) yoktur. O'nun tutup kıstığını ise açıp salacak yoktur."

2. âyetindeki "min rahmetin" ayni mahiyettedir.

133

"Biz de onların üzerine su baskını, çekirge, kımıl, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavım oldular."

A- "Biz de onların üzerine su baskını, çekirge, kımıl, kurbağa ve kan gönderdik."

"e't-Tufan — tufan", su baskını, taşkın veya şiddetli yağmur ve sel şeklinde tezahür eden ve insanları kendi mekânlarında yakalayıp boğan bir âfettir.

Tufandan muradın,

- çiçek hastalığı salgını (el-cüderi),

- veya ölümcül geniş ve yaygın başka bir hastalık (el-mevetan),

- yahut veba (tâû'n) olabileceği de söylenmiştir.

" Çekirge ve kımıl",

- ekinleri ve bütün yeşil bitkileri yiyen çekirge,

- hayvan ve insanlara yapışan ve onların kanlarını emen kene veya sakırga,

- süt halindeki dolgun başaklara musallat olan ve onların içlerini boşaltan süne gibi bir nevi has erat demektir.

" Kurbağa ve kan"a gelince; bunlar bildiğimiz kurbağa ve kandır.

Rivâyete göre sekiz gün (semaniyete eyyam) geceli gündüzlü şiddetli bir yağmur yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, su evlerine girmiş, köprücük kemiklerine kadar su içinde kalmışlar, fakat onların evlerinin arasında buluna İsrâiloğullarına ait evlere bir katre su girmemiş, feyezan bu haliyle yedi gün boyunca devam etmiş. Mûsa'ya gelip demişler ki:

"- Bizim için Rabbine duâ et; bizi bundan kurtarsın, biz de sana iman edekm!"

O da duâ etmiş . Sular çekilmiş, felâket onlardan uzaklaşmış. Bundan sonra bitkiler topraktan adeta fışkırmış, daha önce hiç görülmemiş bir bereket zuhur etmiş. Fakat onlar yine de iman etmemişler. Allah da üzerlerine çekirge sürüleri göndermiş. Onlar bütün ziraat ürünlerini, bahçelerdeki meyveleri yemişler. Çatılarına kadar evlerine girmiş, elbiselerini kemirmişler. Yine Mûsa'ya sığınmışlar. O, sahraya çıkmış ve asası ile doğu ve batı yönlerine işaret etmiş. Çekirgeler her yandan çekilmiş. Fakat yine iman etmemişler. Bu defa Allahü teâlâ onlara kımılı musallat etmiş. Bunlar da, çekirgelerden arta kalanı yemiş, hattâ insanların elbiseleri ve cildleri arasına kadar girmiş ve kanlarını emmişler. Mûsa'ya üçüncü defa gelip yalanmışlar. O, yine duâ etmiş. Bu belâdan da kurtulmuşlar. Fakat inanmak şöyle dursun Mûsa'ya

"- Artık bizim için senin bir sihirbaz olduğun tahakkuk etti!" demişler.

Sonra da Allah üzerlerine kurbağaları göndermiş. Hiç bir yaygı, sergi ve yiyecekleri yokmuş ki açtıklarında altından veya içinden kurbağa çıkmasın. Dördüncü defa Mûsa'ya yalvarıp yakarmışlar. O da kendilerinden sağlam söz (ahid) alarak duâ etmiş. Allah, bu belâdan da onları kurtarmış.

Ancak onlar sözlerini tutmamış, ahidlerini bozmuşlar; Allah'da üzerlerine kan felâketi göndermiş; içecekleri ve kullanacakları sular hep kan kesmiş.

Bir rivâyete göre Allah onlara burun kanaması derdi göndermiş.

" Ayatın mufassalâtin - Mufassal âyetler olarak" ifâdesi her âyetin ayrı ayrı mufassal bir delil olarak gönderildiğini belirtir.

Rivâyet olunduğuna göre Mûsâ sihirbazlara galebesinden sonra Mısır'da on sene kalmış ve bu müddet içinde bu mucizeleri göstermiş.

B- "Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular."

Bütün bu olanlara rağmen onlar yine de kibirlendiler, büyüklük tasladılar., iman etmediler ve günahkâr oldular.

Bu cümle daha önceki âyetlerin mazmununu açıklayan bir mutarıza cümlesidir.

134

"Azab (e'r-ricz) üzerlerine çökünce dediler ki:

"- Ey Mûsâ! Rabbinin sana olan ahdi hürmetine, O'na duâ et.

Eğer bizden bu azabı kaldırırsan andolsun ki sana kesinlikle iman edeceğiz ve Isrâiloğullarını mutlaka seninle beraber göndereceğiz."

A- "Azab (e'r-ricz) üzerlerine çökünce dediler ki:

"- Ey Mûsâ! Rabbinin sana olan ahdi hürmetine, O'na duâ et."

Buradaki "e'r-ricz" kelimesi "azab" veya çoğul olarak "azablar" anlamındadır.

Onlar azaba maruz kaldıkları her defa Mûsa'ya müracaatla:

"-Ey Mûsâ, Rabbinin sana olan ahdi hürmetine O'na duâ (niyaz) et!" diyorlardı.

Rabb'inin Mûsa'ya olan ahdinden murad Allahü teâlâ ile Mûsâ arasındaki risalet ve nübüvvet münasebetidir. Onlar bu sözle şunu demek istiyorlardı:

"-Yâ Mûsâ, sen Rabbine duâ et; O, seni Peygamber olarak gönderdiğine göre seni reddetmez, duana icabet eder; isteğini kabul ve is'af eder."

B- "Eğer bizden bu azabı kaldırırsan andolsun ki, sana kesinlikle iman edeceğiz ve İsrâiloğullarını mutlaka seninle beraber göndereceğiz!"

Onlar "le-mü'minenne" derken bu isteklerini yeminle teyid ve te'ldd ediyorlar ve:

"- Allah'ın sana olan ahdi ile yemin ederiz ki ..." demek istiyorlardı.

135

"Biz de varacakları bir vakte kadar onlardan azabı kaldırdığımızda hemen yeminlerini bozuverdiler."

Belli bir zaman veya süre için üzerlerinden azabı kaldırdığımızda onlar hemen ahidlerıni bozdular. Yeni bir azabın kendilerini yakalayabileceğini hiç düşünmediler.

136

"Biz de, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gaafıl kaldıkları için kendilerinden intikam aldık, onları denizde boğduk."

Biz de isyan ve cürümleri sebebiyle onlardan intikam almayı irade ettik. Kendilerini denizde boğduk. Çünkü onlar âyetlerimizi yalanlıyor ve onlardan gaafil bulunuyorlardı.

137

"Ezilen o mü'min kavmi de, bereketli kıldığımız toprakların doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâiloğullarına verdiği söz gerçekleşti. Fir’avun ve kavminin yaptıklarını ve yücelttiklerini de yerle bir ettik."

A- "Ezilen o mü'min kavmi de, bereketli kıldığımız toprakların doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık."

İsrâiloğulları firavun ve Amalıkadan sonra Allah'ın lûtfu ve inâyetiyle firavun ve kavminin gark olduğu yerin doğusunda ve batısında kalan toprakların büyük bir kısmı üzerinde tasarrufa muktedir olmuşlardır.

B- "Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâiloğullarına verdiği, söz gerçekleşti, "

Resûlüm, böylece Rabbinin İsrâiloğullarına verdiği söz (va'd) firavunun ve kavminin ezâ ve cefalarına karşı sabırları sebebiyle gerçekleşti, tamam oldu. Nitekim Kasas sûresinin 5. ve 6. âyetlerinde de şöyle buyrulur:

" Ve Biz irade ettik ki orada ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önderler yapalım ve kendilerini vârisler kılalım."

" Ve onlara orada kuvvet ve üstünlük verelim de firavuna ve Hâman'a ve onların ordularına korktukları şeyi gösterelim."

C- "Fir’avun ve kavminin yaptıklarını ve yücelttiklerini de yerle bir ettik."

Fir’avun’un ve Hâman'ın yaptıkları yüksek binaları, köşkleri ve diğer şeyleri yerle bir ettik.

138

"Biz, İsrâiloğullarına denizi geçirdik. Onlar putlara tapan bir kavme rastladılar.

"- Ey Mûsâ dediler; onların ilâhları gibi bize de bir ilâh yap!" Mûsâ da:

"- Hiç şüphesiz siz cahil bir kavimsiniz." dedi.

A- "Biz İsrâiloğullarına denizi geçirdik."

Şimdi burada İsrâiloğullarının firavunun hâkimiyetinden kurtulduktan sonra Allah'a karşı verdikleri sözü nasıl nakzettikleri, oysa onların şükrü gerektiren Allah'ın ne büyük nimetlerine mazhar oldukları anlatılıyor ve aynı zamanda bir yandan Resûlüllah tesliye edilirken diğer yandan da mü'minler nefis muhasebesinden ve davranış murakabesinden gaafil olmamaları için ikaz ediliyor.

"Câveze" kelimesi lügatte mesafe kat'etmek, geçmek anlamına gelir. Cavezna fiili, "onlar için denizi kat'ettik" manasına teşdıd ile "cevvezna "şeklinde de okunmuştur.

Rivâyete göre Allahü teâlâ aşûra günü Mûsâ (aleyhisselâm) ile kavmini denizden geçirdi; firavun ile maiyetini de helâk etti.

B- "Onlar putlara tapan bir kavme rastladılar."

Denizden geçtikten sonra İsrâıloğulları yürüyüp giderlerken putlara tapan bir kavme rastladılar.

Rivâyete göre bunlar "Lahm" kabilesine mensub insanlardı.

Başka bir rivâyete göre de Mûsa'nın (aleyhisselâm) mukatele ile emrolunduğu Ken'ânîlerden bir topluluktu.

Ibn-ı Cüreyc'e göre onların putları bir inek (bakar) veya bir buzağı (el ı'cl) temsili idi.

İsrâıloğulları bu kavmi görünce:

C- "Ey Mûsâ dediler; onların ilâhları gibi bize de bir ilâh yap!"

İsrâıloğulları o kavimde müşahede ettikleri gibi,

"- Ey Mûsâ bize de bir ilâh yap; biz de ona tapalım!" dediler.

Ç- "Mûsâ da:

"- Hiç şüphesiz sız cahil bir kavimsiniz"dedi."

Burada Mûsâ’ın kavminin bu isteği karşısında duyduğu hayret ve şaşkınlık (taaccüb) vardır. Çünkü isrâıloğulları bizzat müşahede ettikleri ve yaşadıkları bunca büyük mucizelerden sonra böyle bir talepte bulunmuşlar-dır. Mûsâ da onları mutlak cehaletle tavsif etmiştir.

139

"Şu gördüklerinizin içinde bulunduğu din yok olup gidecektir ve onların bütün yaptıkları bâtıldır."

"- Şu gördüğünüz insanların taptıkları bu temsiller tedemmür ve tekessüre, helake ve paramparça olmaya mahkûmdur. Onların içinde bulundukları bu din bâtıldır, Allah elbette onu yıkacak ve ortadan kaldıracaktır. O, tamamen (bilkülliye) muzmahil (yok.) olacaktır. Onların ibadet olarak yaptıkları da mahz-ı küfrdür."

Furkan sûresinin 23. âyetinde de bu hususta şöyle buymlur:

" Biz onların amel olarak yaptıkları her işin önüne geçdik, onu (hiçbir değeri olmayan) zerreler haline getirdik."

140

"Mûsâ şöyle dedi:

"- O, sizi âlemlere üstün kılmış (tafdıil etmiş) iken ben Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım?"

Burada ibadetin yalnız Allahü teâlâ'ya tahsisi gerektiği beyan edildikten sonra onların istedikleri şeye ibadetin kesinlikle bâtıl olduğu bildiriliyor ve bu gerçek bir inkârı istifham ile vurgulanıyor. Bu inkârı istifham hem hayret ve ibret (ta'cib), hem de kınama (tevbih) ihtiva ediyor.

Ve Mûsâ (aleyhisselâm) şöyle diyor:

"- Allahü teâlâ, sizi bütün âlemlere üstün kılmış ve sizi, sizden başkasına asla vermediği bir nimetle nimetlendirmiştı. Böyle olduğu halde siz O'ndan başka bir ilâh mı arıyor; O'nun yarattığı bir şeyi O'na ortak koşmaya mı kalkıyorsunuz?"

141

"Hani Biz, sizi firavun ve sülâlesinden kurtarmıştık; onlar size azabın en kötüsü ile azab ediyor, oğullarınızı öldürüyor ve kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden gelen bir büyük belâ (sınama) vardı."

A-"Hani Biz, sizi firavun ve sülâlesinden kurtarmıştık."

Fir’avun’un tasallutundan kurtarılmış olmak, Allahü teâlâ'nın Isrâiloğulları üzerindeki nimetlerinden birinin hatırlatılması, tezkir edilmesidır.

" Enceyııa" kelimesi "tenciye"den "necceyna-küm" şeklinde okunduğu gibi "enca-küm" şeklinde de okunmuştur. Burada açık anlam şudur:

"- Hatırlayın o vakti ki bir zamanlar Biz sizi firavun ve sülâlesinin ellerinden kurtarmıştık (tahlis etmiştik). Güçlü kuvvetli ve sağlam bir durumda iken onları bilkülliye helâk etmiştik."

B- "Onlar, size azabın en kötüsü ile azab ediyor, oğullarınızı öldürüyor ve kızlarınızı sağ bırakıyorlardı."

Bu açıklayıcı ve tefsir edici bir cümledir.

C- "Bunda sizin için Rabbinizden gelen bir büyük belâ (sınama) vardır."

Inca (kurtarma)da ya da su-i azabda Rabbiniz katından gelen bir büyük belâ (sınama), ni'met veya mihnet vardır. Nimet de nikmet (azab) de O'nun emri cümlesindendir. O'nun kudretinin sonu yoktur.

142

"Ve Biz Mûsa'ya otuz gece va'dettik ve ona bir on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin mîkaatı kırk gece olarak tamamlandı.

Mûsâ kardeşi Harun'a şöyle dedi:

"- Kavmimin içinde bana halef ol, ıslah et ve salan müfsidlerm yoluna uyma."

A- "Ve Biz Mûsa'ya otuz gece va'dettik."

Rivâyet olunduğuna göre Mûsâ Mısır'da iken Isrâiloğullarına, Allah onların düşmanlarını helâk ederse kendilerine bir Kitab getireceğini va'detmiş. Fir’avun helâk olunca Mûsâ da o va'dolunan Kitabı Allahü teâlâ'dan istemiş. Allahü teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emretmiş. O ay da Zilka'de imiş.

Rivâyet olunduğuna göre Allahü teâlâ, Mûsa'ya şunu vahyetmış:

"- Şimdi, şunu bilmeni isterim ki Benim katımda oruçlunun ağız kokusu misk kokusundan daha güzeldir."

Ve Allahü teâlâ Mûsa'ya, otuz günlük oruç üzerine Zi'l-hıicce ayından bir on gün daha ziyâdeyi emretti.

B- "Ve ona bir on gece daha ekledık."

Rivâyet olunduğuna göre Allahü teâlâ Mûsa'ya otuz gün oruç tutmayı ve o süre içinde Allah'a yakınlaştırıcı daha başka iyi işler yapmayı emretti. Sonra ona Tevrat indirildi ve son on gün içinde de Allahü teâlâ Mûsâ ile konuştu.

C- "Böylece Rabbinin mîkaatı kırk gece olarak tamamlandı."

Bu konuda Bakara sûresinin 51. âyetinde daha fazla tafsilât vardır. Süre kırk gece olarak tamamlanınca,

Ç- "Mûsâ kardeşi Harun'a şöyle dedi:

"- Kavmimin içinde bana halef ol, ıslah et ve sakın müfsidlerin yoluna uyma."

143

"Mûsâ mîkaatı miza gelince Rabbi onunla konuştu.

Mûsâ:

"- Rabbim dedi, bana kendini göster; sana bakayım!" Rabb'i de şöyle buyurdu:

"- Sen, Beni asla göremezsin fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durursa sen de Beni görebilirsin!"

Rabb'i dağa tecelli edince onu paramparça etti. Mûsâ da bayılıp yere düştü. Mûsâ kendine gelince şöyle dedi:

"- Seni Sübhansın; Sana tevbe ederim ve ben mü'minlerin ilkiyim."

A- "Mûsâ mîkaatımıza gelince Rabbi onunla konuştu.

Mûsâ:

"- Rabbim dedi, bana kendini göster; sana bakayım!"

Allahü teâlâ, meleklere konuştuğu gibi Mûsa'ya da vasıtasız olarak konuştu.

Rivâyete göre Mûsâ Allahü teâlâ'nın kelâmını her taraftan duyuyordu.

Bu, Allahü teâlâ'nın kelâmını duymanın, mahlûkatın kelâmını duymak cinsinden olmadığına dikkat çekmek içindir.

Münacaat sırasında Mûsâ, Rabbine tazarru ederek dedi ki:

"- Zatını bana göster; Seni görmek imkânını bana lütfet yahut bana tecelli et ki Sana bakabileyim ve Sem görebileyim!"

Bu âyet-i kerime, Allahü teâlâ'yı kısmen görmenin mümkün olduğuna delildir. Çünkü Peygamberler, imkânsız olan şeyi istemezler. Özellikle Allahü teâlâ'nın yüce şânı hakkında cehaletten ilen gelen bir talebin peygamberlerden sâdır olması asla mümkün değildir. İşte bundan dolayıdır ki, Allahü teâlâ, bu talebi,

"- Sen Beni asla göremezsin (Len teranî)" kavli ile reddetmiş;

"- Ben asla görülemem ya da "Ben, Kendimi sana asla göstermem yahut "Sen, Bana bakamazsın; " buyurmamıştır.

Allahü teâlâ'nın, Mûsa'nın isteğim bu şekilde reddetmesi, onun Kendisini görmeye istidadı olmadığına dikkat çekmek içindir. Çünkü Allahü teâlâ'yı görmek, bakanın özel bir istidadı olmasına bağlıdır ve o da, henüz Mûsa'da mevcut değildi.

Mûsa'nın bu isteğini,

"-Ey Mûsâ, Bize Allah'ı apaçık göster!" diyen kavmini susturmayı amaçladığını söylemek yanlış olur. Çünkü eğer Allahü teâlâ'yı görmek imkânsız olsaydı, Mûsa'nın kavminin bu talebini onların cehaletine hamledip şüpheleri gidermesi lazımdı. Nitelam onlar,

"- Bize bir tanrı (put) yap!" dediklerinde Mûsâ böyle yapmıştı. Ve Mûsa'nın, onların yoluna uymaması (onlar gibi Allahü teâlâ'yı görmek isteğinde bulunmaması) gerekirdi. Nitekim münacata giderken kardeşi Harun'a,

"- Müfsidlerin yoluna uyma!" demişti.

Mûsa'nın isteğine Allahü teâlâ'nın verdiği cevabı delil göstererek bunun imkânsız olduğunu söylemek daha büyük bir hatadır. Çünkü âyette ifâde edildiği üzere Mûsa'nın O'nu görememesi, görmenin imkânsız olduğuna, kimsenin O'nu ebediyen görmeyeceğine delâlet etmez.

B- "Rabb'i de şöyle buyurdu:

"- Sen, Beni asla göremezsin fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durursa sen de Beni görebilirsin!"

Bu cümlede Allahü teâlâ'yı görmenin, o dağın yerinde durması şartına bağlanması da, O'nu görmenin mümkün olduğuna delildir. Çünkü mümküne muallak olan da mümkündür.

Bu dağ, bir görüşe göre Ürdün dağıdır.

C- "Rabb'i dağa tecelk edince onu paramparça etti."

Allahü teâlâ'nın azamet ve kudreti o dağa tecelk edince; bir görüşe göre de, o dağa hayât ve görme vasfı verilip Allahü teâlâ'nın cemahni görünce, parçalanarak dümdüz oldu.

Ç- "Mûsâ da bayılıp yare düştü. Mûsâ kendine gelince şöyle dedi:

"- Sen Sübhansin, Sana tevbe ederim ve ben mü'minlerin ilkiyim."

Mûsâ, tecelknin heybetinden baygın yere düştü. Nihayet ayılınca, güdüklerini tazim için dedi ki:

"- Sen Sübhansin; Senin iznin olmadan Senden bir şey istemekten teeddüb ederim; izinsiz olarak bunu istemek cüretini gösterdiğim için de tevbe ederim; ben. Senin azametine ve celâline iman edenlerin de ilkiyim!"

Diğer bir görüşe göre ise,

"- Ben, Senin dünyada görülmeyeceğine iman edenlerin de ilkiyim!"

Başka bir görüşe göre ise,

"- Ben, izinsiz olarak Senden bir şey istemenin caiz olmadığına iman edenlerin de ilkiyim!"

144

"Allah da şöyle buyurdu:

"- Ey Mûsâ, gerçekten Ben sana verdiğim risâlet ve kelâmımla insanlar üzerine seni seçtim. Şimdi sen, sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol!"

Bu âyet, Allahü teâlâ tarafından görme isteği kabul edilmeyen Mûsa'yı tesliye eder. Sanki şöyle der:

"- Ey Mûsa! Ben, sana Beni görme imkânı tanımamakla beraber âlemlerde hiç kimseye vermediğim nimetleri lütfettim. Sen de o nimetleri ganimet olarak bil ve onların şükrünü edaya devam et."

Buradaki insanlardan murat, Mûsa'nın çağdaşı insanlardır. Hârûn, Peygamber olmakla beraber Mûsa'ya uymakla memur idi. Allahü teâlâ'nın kelâmına mazhar olmamıştı ve ayrı bir şerıati de yoktu.

" Risalât — risâletler", Tevrat'ın bölümleridir.

Allahü teâlâ'nın kelâmından maksat da, vasıtasız olarak Mûsâ ile konuşmasıdır.

Özetle Allahü teâlâ şöyle buyurmuş oluyor:

"- Ey Mûsa! Ben sana indirdiğim Tevrat ile ve doğrudan doğruya seninle konuşmak suretiyle seni çağdaşın bütün insanlardan üstün kıldım. Artık sana verdiğim nübüvvet şerefi ile hikmeti al; sana lütfettiğim nimetlere şükredici ol!"

Bir rivâyete göre, Mûsa'nın Allahü teâlâ'yı görme talebi arefe günü olmuş ve Tevrat da Kurban bayramının birinci günü indirilmiştir.

145

"Ve Biz onun için levhalarda her şeyi yazdık; nasihat (mev'ııza) ve her şeyin tafsilâtı. Artık onu kuvvetle tut; kavmine de emret, onu güzelce tutsunlar. Yakında o fâsıklar yurdunu size göstereceğim."

A- "Ve Biz onun için levhalarda her şeyi yazdık, nasihat ve her şeyin tafsilâtı ."

Biz, Tevrat levhalarında hem dinî öğütleri hem de dinî hükümlerin açıklamasını yazdık. Bu levhaların sayısına ve maddesine ilişkin çeşitli görüşler ilen sürülmüştür. Şöyle ki:

Bir görüşe göre on,

Bir görüşe göre yedi,

Bir görüşe göre iki levha idi.

Cebrâîl’in getirdiği levhalar,

- bazılarına göre zümrütten;

- bazılarına göre yeşil zebercetten;

- bazılarına göre kızıl yakuttan idi.

Başka bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ, Mûsa'ya, o levhaları, kendi kudretiyle yumuşattığı sert kayadan kesmesini emir buyurmuştu. Mûsâ da onları elleriyle kesmiş ve parmaklarıyla yarmıştı.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, Tevrat, ağaçtan levhalar, üzerine yazılı olarak gökten indirilmişti ve uzunlukları on zira (arşın) idi.

Mukatil'e göre, o levhaların başında şu yazılı idi:

"-Şüphesiz ki Ben, Rahman ve Rahîm Allah'ım...

- Bana hiçbir şeyi ortak koşmayın;

- Ve yol kesmeyin;

- Ve zina etmeyin;

- Ve anaya babaya itaatsizlik yapmayın!"

B- "Artık onu kuvvede tut; kavmine de emret, onu güzelce tutsunlar."

Levhaları,

- veya verdiğimiz her şeyi,

- veya nübüvvet görevini,

- veyahut Tevrat'ı kuvvetle ve azimle al!

Kavmine de, af ve sabrı, onun en güzel olanlarını almalarını emret!

Bu emir, kısas almak ve zafer kazanmak yerine onlardan daha güzel olan affı ve sabrı tercihi teşvik eder. Tıpkı,

"Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun!" buyrulduğu gibi.

Yahut,

"- Kavmine de onun vâciblerini (zorunlu olanlarını) emret!" demektir.

Bu görüşe göre, vâcibler, mubahlardan daha güzel olduğu için, "onun en güzelim almalarını emret" ifâdesi kullanılmıştır.

Bir görüşe göre ise, " onları almalarını emret" demektir ve "en güzel" vasfı da, onların ayrılmazıdır.

Ebû Ali Kutrub el-Mutezılî diyor ki:

"- Kavmine de onun en güzelini almalarını emret." İfâdesi, " Allah'ı zikretmek elbette en büyük şeydir." âyeti kabilindendir. Zaten onun hepsi güzeldir."

Bir görüşe göre de, bu kelâm, iki veya daha fazla manayı kapsayan bir kelimeyi, hakka ve doğruya en yakın olan manaya hamletmek kabilindendir.

C- "Yakında o fâsıklar yurdunu size göstereceğim."

Bu cümlede hitab, kendilerine verilen emirleri ciddiyetle yerine getirmeleri için Mûsa'nın kavmine tevcih edilmiştir.

1 - Bu cümle, ceza va'di ve korkutma anlamında olabilir:

Bu takdirde fasıklann yurdundan maksat, Mısır toprağı ile Ad ve Semûd gibi kavimlerin topraklarıdır. Çünkü o şehirlerin ahalisi boşalmış ve evlerin duvarları çatıları üzerine çökmüştür. İşte insanlar ayni felâketin kendi başlarına da gelmemesi için, ibret almak ve kötülüklerden sakmmakdır.

2- Bu cümle, mükâfat va'di ve teşvik anlamında da olabilir:

Bu takdirde, fasıklann yurdundan murat, ya özellikle Mısır toprağıdır, ya da onunla beraber Şam'daki Cebabire ve Amalîka kavimlerinin topraklarıdır. Zira o topraklar da, o zamanın İsrâiloğullarına takdir ve va'dedilmiş topraklardı. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

"-Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin."

Fasıklann yurdunu Mûsa'nın kavmine göstermek, onları o topraklara vâris kılmak, onları o topraklara sokmak anlamındadır. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

" Ezilmekte (istidz'af edilmekte) olan o mü'min kavmi de, bereketk kıldığımız toprakların doğu taraflarına da, bati taraflarına da mirasçı kıldık."

146

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden uzak tutacağım. Onlar hangi âyeti (mucizeyi) görseler iman etmezler. Doğru yolu (sebîle'r-rüşd) görseler de o yolu tutmazlar. Bu, onların şüphesiz âyetlerimizi tekzib etmelerinden ve onlardan gaa fil olmalarındandır."

A- "Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden uzak tutacağım."

Bu kelâm, onları, âyetler üzerinde düşünmekten gafleti mucib büyüklük taslamaktan sakındırmak içindir.

Ayetlerden maksat,

-Tevrat levhalarında yazılı öğütlerle hükümlerdir,

- yahut bunlarla beraber, gösterilmesi va'dedilen âyetlerle beraber bütün kâinat âyetleridir.

Kibirlenenlerin bu âyetlerden uzak tutulması, kalblerinin mühürlenmesi anlamındadır. Öyle ki, onlar, içinde bulundukları kibir ve zorbalıkta ısrar etmeleri sebebiyle artık bu âyetler üzerinde düşünerek onlardan ibret almaz olmuşlardır. Nitekim bir âyette de şöyle buyrulur:

" Onlar yoldan sapınca, Allah da kalblerini saptırdı."

"Yeryüzünde haksız ve mesnedsizce kendilerini büyük sayanların,

- kendilerini imtiyaz sahibi ve üstün görenlerin,

- vahyettiğimiz âyetlerle kâinat âyetleri üzerinde düşünmeyenlerin,

- ve onlardan gerekli dersi çıkarmayanların kalblerini mühürleyeceğiz.

-Siz de onların yolundan giderseniz onlar gibi olursunuz."

Bir diğer görüşe göre:

"- Yeryüzünde haksız olarak böbürlenenler, ne kadar Bizim âyetlerimizi ibtale çalışsalar da, onları, âyetlerimizi ibtal etmekten alıkoyacağız. Nitekim firavun, gördüğü mucizeleri ne kadar ibtale çalıştıysa da, Allahü teâlâ, yine de hakkı izhar etti ve bâtılı geçersiz kıldı."

Bu görüşe göre, fasıklar yurdundan maksad, yeryüzünde fısk ve kıbirleriyle meşhur olan cebabkenin ve Amalika kavminin toprakları olmakdır.

Onun gösterilmesinden murad da onların, Şam toprağına iskân edilmeleridir. Nitekim,

"Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin!" âyet-i kerimesi bunu anlatır.

Ve "Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden uzak tutacağım." cümlesi, gizli bîr sualin cevabı mahiyetindedir.

Bu sual, onların Şam toprağına duhûlü va'dinden doğar.

Mûsâ, beraberindeki İsrâıloğulları ile Tîh çölünü geçtikten sonra Eriha'ya yürüdü. Öncülerin başında Yûşâ b. Nün vardı. Nihayet Eriha'yı fethettiler ve Şam toprağına yerleştiler ve bölgenin doğu taraflarına da, batı taraflarına da mâlik oldular.

B- "Onlar hangi âyeti görseler iman etmezler."

Ayetten murat,

- ya indirilen âyetlerdir; buna göre âyetleri görmekten maksad, dinlemek suretiyle müşahede etmektir.

- ya da onları ve mucizeleri kapsayan genel bir manadır.

Buna göre âyetleri görmekten maksad, dinlemeyi de, görmeyi de kapsayan mutlak müşahededir.

Yani onlar, bütün âyetleri, mucizeleri dinleseler ve görseler de, hiç birine iman etmezler; her birini inkâr ederler, çünkü onlar, âyetleri olduğu gibi gerçek veçheleri ile görmezler.

C- "Doğru yolu (sebîle'r-rüşd) görseler de o yolu tutmazlar."

Onlar, hakka asla yönelmezler ve hak yolundan gitmezler; çünkü şeytanlık onların ruhunu istila etmiş, tabiatlerı sapıklık ve bâtıl mührünü yemiştir.

Ç- "Bu, onların şüphesiz âyetlerimizi tekzib etmelerinden ve onlardan gaafil olmalarındandır."

Onlar azgınlık yolunu görünce, onu kendileri için sürekli yol edinirler ve ondan hiç ayrılmazlar; çünkü o yol, kendi bâtıl arzularına uygundur ve şehvetlerini (gayrı meşru isteklerini) tatmin eder.

D- "Bu, onların şüphesiz âyetlerimizi tekzib etmelerinden ve onlardan gaafil olmalarındandır."

Onların bu kibirleri.,

- hiçbir âyete iman etmemeleri,

- rüşd (hidayet) yolundan yüz çevirmeleri,

- azgınlığa yönelmeleri, âyetlerimizi yalan saymalarından, onlar üzerinde hiç tefekkür etmemelerinden ileri gelmekteydi. Eğer bu tekzib ve gafletleri olmasaydı, o bâtılları işlemezlerdi.

147

"Ayetlerimizi ve âh liret likaaını tekzib edenlerin bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlara verilen karşılık, yaptıklarından başkası mı olacaktır?"

A- "Ayetlerimizi ve âhiret lıkaamı tekzib edenlerin bütün amelleri boşa gitmiştir."

O kimseler ki,

-âyetlerimizi ve âhiret yurduna veya Allahü teâlâ'nın, âhirette va'dettıkderine kavuşmayı yalan saymışlardır; işte onların,

-sıla-ı rahim,

-mazlûme yardım gibi iyi amelleri de boşa gitmiştir.

B- "Onlara verilen karşılık, yaptıklarından başkası mı olacaktır."

Onlar ancak İşledikleri küfür ve günahların cezalarını çekerler.

148

"Mûsa'nın kavmi, onun gidişinden sonra süs (zînet) eşyalarından bir buzağı heykeli yaparak onu ilâh edindiler; o böğürüyordu.

Onlar onun konuşamadığını ve onlara bir yol gösteremediğini görmediler mi? Onlar, onu ilâh edinmekle zâlimler oldular."

A- "Mûsa'nın kavmi, onun gidişinden sonra süs (zînet) eşyalarından bir buzağı heykeli yaparak onu ilâh edindiler; o, böğürüyordu."

O zinet eşyası, aslında Kıbt halkının malı iken, İsrâiloğullarına izafe edilmesi, asgari bir münasebet içindir. Zira İsrâiloğulları,

- onları denizde boğulmalarından önce onlardan iğreti olarak almışlar,

- ya da boğulmadan sonra İsrâiloğulları onların zinet eşyasına malık olmuşlardı. Buna göre bu mülkiyet, İsrâıloğullarının Kıbtîlerin zinet eşyasını ganimet olarak almaları sebebiyle gerçekleşmiştir.

Kıbtîlerin zinet eşyasını, İsrâiloğullarına emanet olarak bıraktıkları görüşüne,

" Fakat biz, o kavmin zinet eşyasından bir takım ağırüklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık..." âyeti müsait değildir.

Buzağı cesedi,

- buzağı etine ve kanına sahip bir beden,

- ya da altından yapılmış ruhsuz buzağı heykeli demektir.

Rivâyete göre, Sâmirî adındaki şahıs, bu toprağı, Cebrâîl’in atının bastığı yerden aldı, toprağı heykelin ağzına atınca, heykel hayât buldu.

Sâmir'nin bu toprağı deniz yarıldığmda, denizin tabanından veya Mûsâ, Tûr'a giderken onun ayak izinden aldığını söyleyenler de vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, Sâmirî, bu heykeli büyük bir ustalıkla yaptı; içine hava girince ses çıkarıyordu. Ancak Tâ-Ha süresindeki âyete en münasip olan, ilk görüştür.

Buzağı heykelini yapan Sâmirî olduğu halde "buzağı edinme", onlara nisbet edikiliştir; çünkü Sâmirî de, onlardan bindir.

Yahut onlar da buna rıza gösterdikleri için kendileri de bunu yapmış sayılmıştır.

Yahut da buzağı edinmekten maksat, onun heykekni bilfiil yapmak değil, fakat o heykek tanrı edinmektir.

B- "Onlar onun konuşamadığını ve onlara bir yol gösteremediğini görmediler mi?"

Bu cümle, buzağı heykekni tanrı edinme cürmünü işlemelerinden ötürü onları azarlamak, takbih etmek, akılca zayıf veya beyinsiz olduklarını beyan anlamını taşır. Yani o buzağı heykekni tanrı edinenler görmediler mi ki, onda tanrılık vasıflarından hiçbir şey yoktur. Nitekim kendileriyle konuşamıyor ve hiçbir şekilde onlara bir yol da gösteremiyordu. Şu halde onu nasıl tanrı edindiler?

C- "Onlar, onu ilâh edinmekle zâlimler oldular."

Onlar eşyayı yerk yerine koymayan (hakkı teskm etmeyen) kimselerdir. (Daha önce de beyan edildiği gibi, zâlim, eşyayı yerli yerine değil, başka yerlere koyan kimsedir.) Bu itibarla onların bu cürmü, işledikleri ilk cürüm değildir.

Burada da "Onu tanrı edindiler" ifâdesinin tekrar edilmesi, teşnı' ve takbihi tekrarlamak ve ondan sonra gelen cümlenin ona terettübünü sağlamak içindir.

149

"Başları elleri arasına düşünce o zaman gerçekten sapıttıklarını gördüler. Şöyle dediler:

"- Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi mağfiret etmezse biz muhakkak hâsir (maddî ve manevî kaybedenlerden oluruz)."

Onlar, buzağıyı tanrı edinmekle, gözleriyle görmüş gibi kesinlikle, sapmış olduklarını anladılar ve o zaman dediler ki:

"- Vallahi, eğer Rabbimiz, bize acımaz ve günahlarımızı bağışlamazsa, hiç şüphesiz hüsrana uğramışlardan olacağız."

Onların nedametleri, hakikati görmelerinden sonra olduğu halde önce nedametlerinin zikredilmiş olması, pişmanlıklarının sür'atle gerçekleştiğini bildirmek içindir.

Yine, tahliyenin, tehliyeden (süslemeden) önce olması gerekirken, rahmetin mağfiretten (bağışlamadan) önce zikredilmesi,

- ya asıl maksûd olanı önce belirtmek içindir,

-ya da rahmetten maksat, onlar hakkında mutlak hayır iradesidir ve bu da, günahlarına keffaret olan tevbenin indirilmesinin başlangıcıdır.

İsrailoğullarının pişmanlığı, hakikati görmeleri ve bahse konu sözleri, Tâ-Hâ sûresinin ilgili âyetlerinde ifâde edildiği gibi, her ne kadar Mûsa'nın Tûr'dan dönmesinden sonra gerçekleşmişse de, burada önce onların zikredilmiş olması onların söz ve fiillerinin bir arada ortaya konulması içindir.

150

"Mûsâ, öfkeli ve üzgün kavmine dönünce onlara şöyle dedi: "- Benden sonra bana ne kötü bir halef oldunuz! Rabbinizin emriyle mi acele ettiniz?"

Elindeki levhaları yere bıraktı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti.

Hârun:

"- Ey Anamın oğlu dedi, bu kavim beni zayıf buldu ve az kaldı beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları sevindirme ve beni o zâlimler kavmi ile bir tutma."

A- "Mûsâ, öfkeli ve üzgün kavmine dönünce onlara şöyle dedi:

"- Benden sonra bana ne kötü bir halef oldunuz."

Şimdi burada da Mûsa'nın Tûr'dan dönüşünden sonra cereyan edenler olaylar söz konusu ediliyor.

Mûsâ dönüşünde onlara diyor ki:

"- Ben gittikten sonra benim gıyabımda ne kötü işler yapmışsınız! Siz, tevhidi, gördükten, ibadetleri yalnız Allah'a hâlis kılmak ve O'na koşulmak istenen büün ortakları şerikleri reddetmek konusundaki telkinlerimi dinledikten sonra bunları mı yaptınız?"

Yahut:

"- Benden sonra ne kötü bir halef edinmişsiniz ki, sizi buna sevketmiş ve apaçık gördüğünüz hakikatlerden sizi alıkoymuş! Siz, daha önce de bana:

"- Onların tanrısı gibi bizim için de bir tanrı yap!" demiştiniz. Oysa haleflerin, seleflerin yolundan gitmesi gerekmez mi?"

Bu iki görüşe göre de hitab, buzağı putuna tapan Sâmirî ve taraftarlarıdır.

Yahut:

"- Sız bana ne kötü bir halef oldunuz ve benim sizden aldığım ahdi gözetmediniz! Buzağıya tapanlara engel olmadınız."

Bu görüşe göre ise, hitab, Hârûn ile yanındaki mü'minler içindir. Nitekim

"Mâsâ döndüğünde dedi ki:

"- Ey Hârûn, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit sem ne engelledi de, "

"Bana tabî olmadın; emrime isyan mı ettin?" mealindeki âyetler bunu teyid eder.

Burada haleften, her iki manayı da kapsayacak şekilde geniş bir mana kasdedılmiş olduğunu anlamak da caizdir.

B- "Rabb'inizin emriyle mi acele ettiniz?"

Elindeki levhaları yere bıraktı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."

"- Rabbinizin emrini eksik mı bıraktınız yahut Rabbinizin bana tayın buyurduğu kırk günlük sürede acele ettiniz de, benim öldüğümü mü varsaydınız ve eski ümmetlerin Peygamberlerinden sonra dinlerim değiştirdikleri gibi bu dini değiştirdiniz?"

Ve Mûsâ dinî hamiyetinden dolayı duyduğu aşırı öfke ve kızgınlıkla elindeki Tevrat levhalarını yere attı.

Rivâyet olunuyor ki, Tevrat, yedi levhada yazılı yedi bölümden oluşuyordu. Mûsâ yere atınca levhalar kırıldı. Bunun sonucunda da Tevrat'ın yedi bölümünden altısı geri alındı. Bu bölümlerde her şeyin izahı vardı. Geride ise yalnız yedide bir kaldı ki, bunda öğütler ve hükümler yazılı idi.

Mûsâ, buzağı heykeline tapanlara engel olma konusunda kusurlu davrandığını düşünerek öfke ve kızgınlıkla kardeşi Harun'un başını saçından tutup kendine doğru çekti.

Hârûn Mûsa'dan üç yaş büyük ve çok halim, (yumuşak huylu) bir zât idi. Bundan dolayı İsrailoğulları onu daha çok seviyorlardı.

C- "Hârûn:

"- Ey anamın oğlu dedi; bu kavim beni zayıf buldu ve az kalsın beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları sevindirme ve beni o zâlimler kavmi ile bir tutma."

Hârûn, Mûsa'nın ana-baba bir öz kardeşi iken,

"- Ey anamın oğlu!"

diye hitab etmesi ana hakkının daha büyük olmasındandır. Bir de, onların anneleri mü’mine idi ve Mûsâ için büyük korkular ve sıkıntılar yaşamıştı.

Hârûn (aleyhisselâm) hakkındaki olumsuz düşünceyi değiştirmek için kardeşi Mûsa'ya şöyle dedi:

"- Ben onlara engel olmak için elimden geleni yaptım; fakat onlar bana galıb geldiler; beni zayıf düşürdüler ve az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana, düşmanların sevinmesine sebep olacak bir şey yapma ve beni de zâlimlerden sayarak beni muahaze etme;

yahut beni de onlar gibi kusurlu sayma;

yahut ben, bu zalim kavimden ve onların zulmünden uzak olduğum halde benim de onlardan biri olduğuma inanma!"

151

"O zaman Mûsâ şöyle dedi:

"- Rabbim beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetine idhal et. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin."

Mûsâ da şöyle dedi:

"- Ey Rabbim, kardeşimin bir günahı olmadığı halde ona yaptığımdan dolayı beni ve eğer bir kusuru olmuşsa kardeşimi bağışla. Geçmiş hatalarımızı da affet. Bize daha başka nimetler de bahşederek rahmetine ıdhal et! Sen, merhamedilerin en merhametlisism. Bizi, hem dünyada, hem de âhirette rahmetine mazhar kıl!"

152

"Şüphesiz buzağıyı ilâh edinenlere Rabblerinden bir gazab ve dünya hayâtında bir zillet erişecektir. Ve müfterileri Biz böyle cezalandırırız."

Sâmirî gibi kalblerine buzağı sevgisi yerleşen ve buzağıyı ilâh edinmekte ısrar edenler var ya; işte onlara âhirette Rabblerinden mutlaka büyük bir gazab erişecek ve bu gazab, çeşitli azabları beraberinde getirecektir. Çünkü onların cürmü, cürümlerin en büyüğüdür ve suçların en çirkindir.

Dünya hayâtında da onlar için zillet vardır. Şöyle ki:

1- Gurbet zilleti,

2- Onları ve çocuklarını kapsayan meskenet zilleti,

3- Sâmirî'ye mahsus " Bana yaklaşmayın!" belâsı.

Rivâyete göre, Sâmkî'nin soyundan gelenler bu gün hâlâ o sözü söyler ve bir başkası, onlardan birine dokunduğu zaman, hepsi aynı anda sıtmaya yakalanmış gibi titrerlermiş.

O isrâiloğullarına erişen zillet, geçmişte gerçekleştiği halde burada, " onlara erişecektir" şeklinde gelecek kipinin kullanılması, haleflerin halını seleflere teşmil etmek kabilindendir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu İsraıloğullarından murat, tevbe edenleridir ve gazabtan murat da nefislerini öldürme emridir.

Gelecek kipinin kullanılması da şöyle izah edilmiştir:

Bu ifâde, kavminin fitneye düşüp buzağıyı tanrı edindikleri zaman Allahü teâlâ'nın, Mûsa'ya onlara gazab ve zillet erişeceğini haber verdiğinin hikâyesidir. Buna göre onların fiilleri, ilâhî gazabtan önce gerçekleşmiştir.

Ancak malûmun olduğu üzere âyetin siyak ve sibakı bu manaya açıkça manidir. Nitekim,

"Ve müfterileri Biz böyle cezalandırırız" ifâdesi de, bunun aksını çağrıştırır.

Zira söz konusu görüşe göre onlar, tevbe etmiş ve şehid olmuş kimselerdir. O halde bundan sonra da onları iftira ile vasıflandırmak nasıl mümkün olabilir?

Bir de, Allahü teâlâ, iftira edenleri, zahiren kahır, bâtınen lütuf ve rahmet olan bir ceza ile cezalandırmaz.

Bir diğer görüşe göre ise, bu âyete konu olan İsrailoğullanndan maksad, onların, Resûlüllah ile çağdaş olan çocuklarıdır. Zira ataların fiillerinden dolayı çocukların ayıplanması meşhur ve örfen sabittir. Nitekim,

"Ve iz kateküm nefsen / Hatırlayın o zamanı ki (Hani) siz bir adam öldürmüştünüz...", " Hatırlayın o zamanı ki (Hani) şöyle demiştiniz: Ey Mûsâ..." âyetleri de bu kabildendir.

Bu görüşe göre, âyette zikredilen gazabtan murad, uhrevî gazabtır ve zilletten murad da öldürülmek, yurtlarından sürülüp çıkarılmak ve nihayet cızveve mahkûm edilmektir.

Başka bir görüşe göre,

- Buzağıyı ilâh edinen" lerden murad, gerçekten, bunu yapmış olanlardır,

- Onlara erişecektir" den murat da, onların halefleridir.

Ancak bu şekilde onların haleflerinin hallerinin, buzağıyı tanrı edinmiş olanların halleriyle birlikte zikredilmiş olduğunu söylemek, ağaç ile kabuklarını birbirinden ayırmak gibi bir şeydir.

153

"Günah işledikten sonra tevbe ve bunun arkasından iman edenlere gelince; onlar için Rabbin elbette bundan sonra da bağışlayıcı ve merhamet edicidir."

O kimseler ki,

- kötülük işledikten sonra ardından o kötülü ten tevbe ettiler,

- gerçek, hâlis bir iman ile inanarak o imanın gereği bir takım sâlih ameller işlediler ve birinci taife gibi yaptıkları kötülüklerde ısrar etmediler,

- işte o iman ile beraber o tevbeden sonra Rabbin, onların günahları ne kadar büyük ve çok olursa olsun, onları bağışlar ve onlara dünyevî ve uhrevî rahmetinden pek çok ihsan ve lûtufda bulunur.

154

"Mûsa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onlardaki yazılarda Rabblerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı."

A- "Mûsa'nın öfkesi geçince levhaları aldı."

Mûsa'nın kavminin, hatalarında ısrar edenlerle yaptıklarından tevbe edenler olmak üzere ikiye ayrıldıkları belirtıldıkten ve bu iki grubun akıbetlerine icmalen işaret edildikten sonra burada hikâyeye devam ediliyor.

Harun'un özür beyan ve kavminin de tevbe etmesi üzerine Mûsa'nın öfkesi dinince o yere attığı levhaları tekrar eline aldı.

Bu vakıadan da sarahaten anlaşılıyor ki, kavminin hikâye edilen pişmanlığı ve onun sonuçları, Mûsa'nın Tûr'dan gelmesinden sonra olmuştur.

B- "Onlardaki yazılarda Rabblerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı."

-O levhalardaki yazılarda, yahut,

-o kırılan levhalarda, onların larılmasıyla neshedilen bölümlerde yalnız Rablerinden korkanlar için hidayet, yani hakkın beyanı ve halkı hayra ve iyiliğe irşad rahmeti vardı.

155

"Mikaatımız için Mûsâ kavminden yetmiş erkek seçti. Onları şiddetli bir sarsıntı yakalayınca Mûsâ şöyle dedi:

"- Rabbim eğer Sen dilemiş olsaydın onları ve beni bundan önce de helâk ederdin. Bizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından dolayı şimdi, bizi, hepimizi helâk mi edeceksin? O, Senin bir fitnen (sınaman)den başka bir şey değildir. Sen onunla dilediğini idlâl, dilediğine hidayet edersin. Sen, bizim velîmizsin; artık bizi bağışla, bize acı; Sen, bağışlayanların en hayırlısısın."

A- "Mikaatımız için Mûsâ kavminden yetmiş erkek seçti."

Şimdi tevbe isteği ve tevbenin gerçekleşme keyfiyetinin beyanına başlanıyor.

Mûsâ, o cürümler işlendikten sonra belirlenen vakit için kavminden yetmiş kişi seçti. Bazı müfessırlerın dedikleri gibi, daha önce söz konusu edilen kelâmın mikatı (Tevratı almak) için bunları seçmedi.

Tabiînden Süddî diyor ki:

"Allahü teâlâ, Mûsa'ya İsrâiloğullarından bazı kimselerle buzağıya tapmalarından dolayı Kendisinden özür dilemelerini emir buyurdu ve bunun için onlara bir vakit tayin etti. Bunun üzerine Mûsâ kavminden yetmiş kişi seçti."

Muhammed b. Ishak da şöyle diyor:

"Mûsâ, Allahü teâlâ'dan, yaptıklarından dolayı hem kendileri, hem de kavimlerinden gende kalanlar adına tevdie etmek için onlardan yetmiş kışı seçti."

Ulemadan bir çokları da şunları söylüyorlar:

"Mûsâ İsrâiloğullarının her sıbtından (oymağından) altı kişi seçti. Sonuçta yetmiş iki kişi oldu. Mûsâ:

" - İki kişi gelmesin!" dedi.

Bu sebeble aralarında tartışma çıktı. O zaman Mûsâ:

"- Bakın dedi; geride kalan, benimle gelenin sevabını alır!"

Bunun üzerine Kâleb ve Yûşâ adlarındaki zâtlar oturdular ve Mûsâ, diğerleri ile birlikte yola çıktı ve özellikle yanındakilere oruç tutmalarını, bedenlerini ve elbiselerini iyice temizlemelerini emretti. Katile Tûr-ı Sina'ya yöneldi. Nihayet dağa yaklaştıklarında bir bulut, dağı kapladı. Mûsâ, onlarla birlikte bulutla kaplı bölgeye girdi ve hepsi secdeye kapandılar. İşte o zaman Allahü teâlâ'nın Mûsâ, ile konuştuğunu duydular. O, ona emirler ve nehiyler veriyordu. İşte tevbe olarak kendi nefislerini öldürme emrini de bu sırada vermiş oldu.

B- "Onları şiddetii bir sarsıntı yakalayınca Mûsâ şöyle dedi:

"- Rabbim, eğer Sen dilemiş olsaydın onları ve beni daha önce de helâk ederdin. Bizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından dolayı şimdi bizi, hepimizi helâk mi edeceksin?"

Bu şiddetli sarsıntı, onları Allahü teâlâ'yi açıkça görmek istemeleri yüzünden yakaladı. Çünkü rivâyete göre kendilerini bürümüş olan sis veya bulut (el-ğamam) açılınca, Mûsâ'ya gelip dediler ki:

"-Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz!"

Bu sebeble onları şiddetli bir sarsıntı veya yıldırım yahut deprem yakaladı ve sonuçta hepsi cansız yere düştüler.

Her halde onlar,

"Sana asla iman etmeyeceğiz!" derken,

"- Biz, Allahü teâlâ'yi görmedikçe, kendi kendimizi öldürmemizi emreden sesin, O'nun sesi olduğunu tasdik etmeyeceğiz!" demek istemişlerdi.

Başka bir deyişle onlar fâsıd (geçersiz) bir kıyas ile, Allahü teâlâ'yi görmeyi, O'nun kelâmını duymaya kıyaslamışlardı.

İşte Mûsâ (aleyhisselâm) o korkunç hak görünce şöyle yakardı:

"- Ey Rabbimiz! Eğer Sen dilemiş olsaydın, daha önce buzağıya tapmakta ısrar ettikleri zaman onları, Seni görmek istediğimde de beni helâk ederdin."

Onun bu sözlerden maksadı, gelecekteki affı mûcib olması için geçmişteki affı yâdetmektir. Çünkü suçu itiraf etmek ve nimete şükretmek, hazır nimeti bağlar ve fazlasını da celbeder. Başka bir ifâdeyle bu,

"- Eğer biz helake müstahak isek ve buna engel yalnız Senin dilememen ise, Sen bize lütfedip eski cürümlerimizi bağışladığına göre, bu cürmümüzü de bağışlayabilirsin." demektir.

Bu kelâmı temenniye hamletmek,

"Bizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından dolayı şimdi bizi, hepimizi helâk mi edeceksin?" cümlesi engeldir. Bunun anlamı şudur:

"- Senin yüce şânının tafsilatını bilmeyen ve kaygan zeminlerde sebat gösteremeyen birtakım beyinsizlerin işledikleri suçlar yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?"

C- "O, Senin bir fitnen (smaman)den başka bir şey değildir. Sen, onunla dilediğini idlâl, dilediğine hidayet edersin."

Bu kelam, makabk için bir izahtır ve onların yanlışlarının kaynağım beyan etmek suretiyle özür dilemek anlamındadır. Yani,

"- Beyinsizlerin içine düştükleri fitne ve onun sebebi yüzünden bizi helâk mi edeceksin? Onların söyledikleri ancak Senin verdiğin mihnet ve imtihandır. Çünkü Sen, benimle konuşurken kelâmını onlara duyurdun da, o yüzden fitneye düştüler ve bulundukları yerde sebat göstermeyip fâsid kıyas ile onun yukarısına göz diktiler."

Bu fitnenin hükmü de şudur:

"- Sen, bu sebeble kimin dalâletini dilemiş isen onu saptırırsın ve artık o, hidayet bulmaz fakat hakka hidÂyetini dilediğin kimseyi de hidayete erdirirsin. Böylece o da, bu gibi hâdiseler karşısında sarsılmaz; aksine imanı daha da kuvvet bulur."

Ç- "Sen, bizim velîmizsin; artık bizi bağışla, bize acı; Sen bağışlayanların en hayırlısısın"

"- Bizim dünyevî ve uhrevî işlerimizin mütevelksi, bizim yardımcımız ve koruyucumuz ancak Sensin; o halde günahlarınızı bağışla ve dünyevî ve uhrevî rahmetinin eserlerini bize lütfeyle! Çünkü bağışlama ve merhamet veli olan kimsenin şanındandır."

Diğer bir görüşe göre ise, Mûsa'nın (aleyhisselâm),

"O, Senin fitnen (sınaman)den başka bir şey değildir" sözleri, büyük bir cür'ettir (cür'eten azıîmeten). Bunun için o, Allahü teâlâ'dan bağışlanma diledi.

Bu kelâm mâkablindeki duâ için bir izah mahiyetindedir. Burada mağfiretin zikri, bu makamda daha önemli olmasındandır.

156

"Bize hem bu dünyada hem âhıirette iyilik (hasene) yaz. Biz Sana döndük."

Allah da şöyle buyurdu:

"- Ben dilediğimi azabıma duçar ederim. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da takva sahibi olanlara, zekâtını verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım."

A- "Bize hem bu dünyada hem âhıirette iyilik (hasene) yaz. Biz Sana döndük."

"- Bize hem bu dünyada nimet, afiyet, güzel haslet; hem de âhirette güzel mükâfat ve cennet yaz! Şüphesiz biz Sana döndük ve tevbe ettik. Sana dönüp tevbe etmek de, kesin va'din gereği duanın kabulünü mûcibtir."

Hülâsa,

"- Biz, işlediğimiz büyük günahtan ve burada bizden sâdır olan Seni görmek isteğimizden vazgeçtik. Tevbe ettik ve özür dilemek için Sana geldik; artık tevbelerımızi kabul et, lütuf ve ihsanından yoksun kılma!"

Rivâyete göre, o şiddetli sarsıntı onları yakalayınca, hepsi öldü. Bunun üzerine Mûsâ Allahü teâlâ'ya yalvarıp yakarmaya başladı. Sonunda Allahü teâlâ, hepsini hayâta döndürdü.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sarsıntı ile hepsi sarsıldılar; az kalsın mafsalları ayrılıyordu ve helake çok yaklaştılar. Bu durum karşısında Mûsâ korkuya kapılıp ağlamaya başladı. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, bu belâyı onlardan kaldırdı.

B- "Allah da şöyle buyurdu:

"- Ben dilediğimi azabıma duçar ederim. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır."

Allahü teâlâ, buzağıya tapanların tevbesini, onların nefislerini öldürmeleri olarak tayin buyurunca, Mûsâ duasında zımnen bunun hafifletilmesini ve kolaylaştırılmasını diledi. Nitekim duasında,

" Bize bu dünyada iyilik yaz!" yani,

"- Meşakkat ve şiddetten uzak haslet yaz!" demişti.

Çünkü onların, kendilerinü öldürmelerinin ne kadar ağır bir azap olduğu açıktır. Buna cevab olarak Allahü teâlâ da buyurdu ki:

"- Ben kime azab etmek dilersem, onu azabıma uğratırım. Başkası buna müdahale edemez. Ve onlar da, Benim azab etmek istediğim kimselerdir. İşte bundan dolayıdır ki, onların tevbesini, dünyevi bir azab şeklinde tayin ettim.

Rahmetim ise, dünyada mü'mini de, kâfiri de, hattâ mükellef olsun veya olmasın, her şeyi kapsar ve dünyevî azap zımnında kavmine de rahmetimden bir nasib vardır."

Allahü teâlâ'nın dilemesi, rahmeti için de geçerlidir. Onun sarahatle ifâde edilmemesi, bunun gayet açık olduğunu bildirmek içindir.

C- "Onu da takva sahibi olanlara, zekâtlarını verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım."

"O rahmeti,

- küfür ve günahlardan baştan ya da onlara bulaştıktan sonra sakınanlara,

- zekâtı verenlere,

- ve hiçbir şeyi ihlâl etmeksizin âyetlerimize bütünüyle sürekli olarak inananlara tahsis edeceğim."

Bu kelâmda Mûsa'nın kavmine tariz vardır. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- O rahmeti senin kavmine yazmadım; çünkü onlar, küfür ve günahlardan sakınanlardan değildir. Bundan dolayı dünyevî azabı içerse de, onlar için takdir edilmiş rahmet yeterlidir. Yine zekâtı ağır bir yükümlülük sayarak vermedikleri için onlara büyük ve özel rahmeti de yazmadım."

Namaz, diğer bütün ibadetlerden önemli olduğu halde burada yer verilmemesi takvanın zikriyle yeünilmesmden dolayıdır. Çünkü takva, bütün vâcib fiillerden ve sonuna kadar günahların terkinden ibarettir. Zekâtın zikredilmesi ise, anılan tarizden dolayıdır.

"Ayetlerimize iman edenler" ifâdesinde de Mûsa'nın kavmine tariz vardır. Çünkü onlar, Mûsa'nın o zamana kadar getirdiği büyük mucizeleri de, bulutların onları gölgelendirmesi, gökten kudret helvası ve bıldırcın kuşlarının indirilmesi gibi ondan sonra getireceği mucizeleri de inkâr ettiler.

157

"Onlar yanlarındaki Tevrat ve İncilde (vasıflarını) yazılı buldukları o Resul ve ümmî Nebiye uyarlar. O, onlara iyiliği emir ve kötülüğü nehyeder. Onlara güzel ve temiz şeyleri (tayyibâtı) helâl; pis ve kötü şeyleri (habâisı) de haram kılar. Sırtlarmdaki ağır yükü indirir, üzerlerindeki bağları söküp atar. Artık o Peygambere inananlar, ona saygı gösterenler, ona vardım edenler ve onunla indirilmiş olan nura (Kur’ân'a) uyanlar var ya; işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

A- "Onlar yanlarındaki Tevrat ve İncilde (vasıflarını) yazılı buldukları o Resul ve ümmî Nebîye uyarlar."

Benim o geniş rahmetime erenler, kendisine özel bir Kitab vahyettiğimız o Resui'e, mucize sahibi o ümmî Peygambere tabî olurlar.

Bir görüşe göre, Resul unvanı, Allahü teâlâ'ya; Nebî veya Peygamber unvanı ise, ümmete nisbetledir.

Ümmî kelimesine muhtelif manalar verilmiştir. Şöyle ki:

1. Ümmî, Anaya ya da Arab ümmetine mensub kimse demektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"Biz, hesap, kitab (yazı) bilmeyen bir ümmetiz." buyurmuştur.

2. Umnaî, annesinden doğduğu gibi saf ve temiz kimse anlamını ifâde eder.

3. Ümmî, "Ümmü'l Kuraya, Şehirlerin Anası Mekke'ye" aidiyet anlamına gelir.

4. Ümmî, okuma ve yazmada mümarese (deneyim) sahibi olmayan, bununla beraber geçmiş ve geleceğin (evvel ve âhıirin) bütün bilgilerini nefsinde toplamış bulunan Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfat veya ismidir.

Son Peygamber Hazret-i Muhammed'in adını ve vasıflarını, Yahudiler Tevrat'ta; Hıristiyanlar da İncil'de açık ve kesin olarak bulurlar ve o hakikatleri hakkıyla inceleyenler, o vasıfların Hazret-i Muhammed'e ait olduğunda asla şüphe etmezler.

O zaman incil henüz inmediği halde zikredilmesi, burada bahsi geçen Peygamberimiz ile Kur’ân-ı Kerimin, o zaman henüz gönderilmeden önce zikredilmiş olmaları kabilindendir.

B- "O, onlara iyiliği emr ve kötülüğü nehyeder. Onlara güzel ve temiz şeyleri (tayyibâtı) helâl, pis ve kötü şeyleri (habâisı) de haram kılar a'leyhımü'l-habâıse). Sırtlarmdaki ağır yükü indirir, üzerlerindeki bağları söküp atar."

Zeccâc, tefsirinde diyor ki.:

"Bu kelâm, daha önce yazılacağı icmalen va'dedilen rahmetin bazı hükümlerini zımnen açıklar. Çünkü burada belirtilen:

- iyiliği emir,

- kötülükten men'etmek;

- temiz şeyleri helâl,

- pis şeyleri haram kılmak;

- ağır mükellefiyetleri kaldırmak, hepsi bu geniş rahmetin eserleridir." Bir rahmet Peygamberi olan Resûlüllah,

- İsrâiloğullarına iyiliği emreder ve kütülükten nehyeder;

- geçmişteki zulümlerinin karşılığı olarak kendilerine haram kılınmış olan temiz şeyleri helâl; kan, domuz eti, riba (faiz) ve rüşvet gibi pis şeyleri de haram kılar.

- Kendi kendini öldürme (katl-i nefs)suretiyle tevbe,

- diyet meşru kılınmadan, amden veya hataen adam öldürmede kısas,

- suç işleyen uzvun kesilmesi (kat'ü'l-a'za),

-deride ve elbisedeki necaset yerinin kesilmesı,

- ganimetlerin yakılması (ve ihrakıi'l-ğanâim)

- cumartesi günü çaksma yasağı (tahrımü's-sebt) gibi ağır mükellefiyetleri hafifletir.

Tabiînden Ata diyor ki:

" Eski İsrâiloğulları namaza kalktıkları zaman kilim türünden çullar giyiyorlardı ve ellerini zincirle boyunlarına bağlıyorlardı. Bazıları da boyunun altındaki kemiği delip zincirin bir ucunu oraya, diğer ucunu da bir direğe bağlayıp kendilerini ibadete habsediyorlardı."

C- "Artık o Peygambere inananlar, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla indirilmiş olan nura (Kur'ân'a) uyanlar var ya; işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

Bundan önce Peygamberimiz’in üstün vasıfları belirtilmiş, onun iyiliği emr, kütülükten nehyetmek, temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılmak suretiyle onları irsad ettiğine işaret edilmişti. Sun di burada da Peygamberimiz'e uymanın keyfiyeti öğretilmekte ve ona uyanların yüksek bir mertebe kazanacakları ve her iki cihanda da geniş bir rahmete mazhar olacakları bildiriliyor.

Onun nübüvvetine inanarak, emir ve yasaklarına saygı gösterenler, onu düşmanlarına karşı savunmak ve desteklemek suretiyle ona yardım edenler, ona indirilmiş olan Kur'ân'a ve onun sünneti ile sabit emir ve yasaklara uyanlar var ya; işte onlar, arzularına kavuşanların, kederlerden kurtulanların ta kendileridir. Onlar başka ümmetler değildir. Bu başka ümmetlere Mûsa'nındı kavmi de öncelikle dahildir; nitekim onlar da, tevbelerındekı korkunç meşakkatten kurtulamamışlardır.

158

"(Resûlüm) de ki:

"- Ey insanlar, ben sizin hepiniz için gönderilmiş Allah'ın Resulüyüm. O Allah ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur. Can veren de, can alan da O'dur. O halde Allah'a ve Resulüne iman edin. Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eden o Peygambere uyun ki hidayete eresiniz."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ey insanlar, ben sizin hepiniz için gönderilmiş Allah'ın Resulüyüm. O Allah ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O'ndan başka İlâh yoktur. Can veren de, can alan da O'dur."

Bundan önce her iki ilâhî Kitapta yazılı bulunan Resûlüllah'ın üstün vasıfları anlatılmış, her iki Kitab ehlinden ona uyanların şeref bulacakları ve iki cihan saadetine erecekleri beyan edilmişti.. Şimdi bu âyette de o saadetin sadece onlara değil fakat ona uyan herkese şamil olduğu vuzuha kavuşturuluyor. Çünkü Peygamberimiz'in elçiliğinın, bütün insanlar ve cinler için olduğu vurgulanıyor. Bilindiği gibi diğer peygamberlerin elçiliği yalnız kendi kavimlerine mahsustur.

Mûsa'nın dokuz mucize ile firavun ve onun devlet erkânına gönderilmesi, sırf,

- âlemlerin Rabbi Allah'a ibadet etmeleri,

- firavunun tanrı olduğu iddiasından vazgeçmeleri,

-Israiloğullarının esaretten ve baskıdan kurtulmuş olarak Mûsâ ile beraber gönderilmesi içindi.

Tevrat'ın hükümleri ile amel etmek İsrâiloğullarına mahsustur.

" O'ndan başka İlâh yoktur." ifâdesi, makabli için bir açıklama mahiyetindedir. Çünkü gerçek ilâh ancak kâinatın hükümranlığı kendisine ait olandır; başkası değil.

"Can veren de, can alan da O'dur." ifâdesi de, Allahü teâlâ'nın ulûhıyyetini ziyadesiyle açıklamak içindir.

B- "O halde Allah ve Resulüne iman edin. Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eden o Peygambere uyun ki hidayete eresiniz."

Burada Peygamber’den gıyabî ifâde şekliyle Resul unvanı ile söz edilmesi, emrine uyulması gerekliliğini mübalağa ile (kuvvetle) ifâde etmek içindir.

Resulün, ümmî Peygamber olarak vasıflandırılması, medh ü sena etmek,

- durumunu etraflıca açıklamak,

- her iki ilâhî Kitab'ta yazılı son Peygamberin kendisi olduğunu tesbit etmek içindir.

"O, Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eder" ifâdesi,

" O, Allahü teâlâ tarafından kendisine ve diğer Peygamberlere indirilmiş olan Kitablara ve vahiylere iman eder" demektir ki bu beyan her iki Kitab ehlini, kendilerine verilen emirlere uymaya teşvik içindir.

Yine, bu âyette, Allahü teâlâ'ya olan imanının sarahatle zikredilmesi, Allahü teâlâ'ya olan imanın, O'nun sözlerine olan imandan ayrılamayacağına ve onsuz gerçekleşemiyeceğine dikkat çekmek içindir.

" kelimeler" bir kırâete göre "kelime" olarak okunmuştur. Bu kırâete göre kelimeden maksad,

- ya kelimenin cinsi,

- ya da Kur’ân'dır.

Buna göre, Peygamber e, başka bir cihetten değil fakat kendisine Kur’ân nazil olduğu için iman edilmelidir.

Yahut kelimeden murat, İsa'dır Buna göre İsa'ya iman etmeyenin imanı geçersiz olur.

Bu âyette, hidayete ermek.

- Allah'a ve Resulüne iman,

- ve din işlerine ilişkin bütün emir ve yasaklarda Resûlüllah'a uymaya mütevakkıftır. Şu halde:

Resûlüllah'ı tasdik edip de onun şerıatinin hükümlerini kabul etmek suretiyle ona uymayan kimse, hidayetten uzaktır ve o dalâlet içindedir.

159

"Mûsa'nın kavminden bir topluluk vardır ki onlar hak ile hidayet eder ve adaleti yerine getirirler."

Bu âyet,

- rahmet,

- takva,

- ve âyetlere imanın, yalnız Resûlüllâh'ın ümmetine mahsus;

- Mûsa'nın eski kavminin de her türlü hayırdan mahrum olduğu fikrini reddeder.

Eski Benî İsrail'in hepsi de, kötü halli değildir; fakat bunlardan öyleleri vardır ki, onlar insanları hakka ve hakikate hidayet eder ve aralarında adaleti yerine getirirler.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyete konu olanlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e iman eden Yahudîlerdir. Ancak o Yahudilerin daha önce anlatılmış olmaları, bu görüşün isabetine engeldir.

Bir diğer görüşe göre ise, Isrâiloğulları, azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidip nihayet Peygamberleri öldürmeye teşebbüs edince, onlardan bir oymak (sıbt), bunların yaptıkları ile ilgileri olmadığım ilân ettiler ve Allahü teâlâ'dan özür dileyip kendilerini bu azgınlardan ayırmasını niyaz ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ'nın inâyetiyle, toprağın altında onlara bir tünel açıldı ve onlar, bir buçuk sene bu tünelde yürüyüp nihayet Çin'in ötesindeki topraklarda yeryüzüne çıktılar, işte onlar bu gün de, o topraklarda hanîf (hakka yönelmiş) ve Müslüman olarak yaşıyor ve bizim Kıblemize yöneliyorlar. Ve Peygamberimiz’den rivâyet olunduğuna göre, Cebrâîl , İsrâ gecesi Peygamberimiz'i oraya da götürmüş ve Peygamberimiz de onlarla konuşmuş. O zaman Cebrâîl , onlara:

"- Siz kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz?" diye sormuş.

Onlar da:

"- Hayır! "demişler. Cebrâîl :

"- Bu, Ümmî Peygamber Muhammed'dir!" demiş.

Onlar da, Peygamberimiz'e iman etmişler ve demişler ki:

"- Ya Resûlallah! Mûsâ, sizden kim, Ahmed'e yetişirse, benden ona selâm söylesin!" diye tavsiye etmiş.

Bunun üzerine Peygamberimiz de, Mûsa'nın selâmını almış, sonra da onlara Kur’ân sûrelerinden Mekke'de inmiş on sûreyi okumuş.

O zaman namaz ve zekâttan başka farz yokmuş. Peygamberimiz, onlara bulundukları yerde kalmalarını emir buyurmuş. Onlar o zamana kadar cumartesi tatili yapıyorlarmış. Peygamberimiz cuma günü tatil yapmalarını ve cumartesiyi artık terk etmelerini söylemiş.

Ancak bu görüşe göre, Mûsa'nındı kavminden bazıları onun getirdiği şer'î hükümlerin hepsine iman ettikleri halde hidayeti yalnız bunlara tahsis etmek uzak bir tevcih olur.

160

"Ve Biz, onları ayrı ayrı topluluklar halinde on iki sıbta ayırdık. Kavmi çölde istiska ettiği (kendisinden su istediği) zaman Mûsa'ya,

"- Asanı taşa vur!" diye vahyettik.

O anda, taştan on iki göz kaynayıp fışkırdı. Her sıbt (oymak, topluluk) su içeceği yeri bildi. Biz, bulutu onlara gölgelik yaptık ve üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın indirdik.

Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temiz ve güzel olanlarından yiyin!" dedik. Onlar Bize zulmetmediler fakat kendi nefislerine zulmettiler."

A- "Ve Biz, onları ayrı ayrı topluluklar halinde on iki sıbta ayırdık. Kavmi çölde istiska ettiği (kendisinden su istediği) zaman Mûsa'ya,

"- Asanı taşa vur!" diye vahyettik.

O anda, taştan on iki göz kaynayıp fış kırdı. Her sıbt (oymak, topluluk) su içeceği yeri bildi."

Mûsa'nın kavmi, kötü hareketlerinin cezası olarak Tîh çölüne düşüp orada şıddetk susuzluğa maruz kalınca, Mûsa'dan su istemişlerdi. Mûsâ da, onlar için Allahü teâlâ'ya duâ etti. O da Mûsa'ya

"- Asanı taşa vur!" diye vahyetti.

Açıkça anlaşıldığı gibi bu ilâhî emir, Mûsa'nın niyazı olmadan sadece onların su istemesi ile gerçekleşmemiştir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur:

" Mûsâ, çölde kavmi için istiska etmişti (su istemişti)."

Mûsa'nın, asasını vurduğu taş ile ilgili izahat, Bakara sûresinin tefsirinde geçti.

B- "Biz, bulutu onlara gölgelik yaptık ve üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın indirdik.

"- Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temiz ve güzel olanlarından yiyin!" dedik.

Onlar, Bize zulmetmediler fakat kendi nefislerine zulmettiler."

Rivâyet olunduğuna göre, kudret helvası, onlara şafaktan güneş doğuncaya kadar kar gibi yağıyordu; her şahıs için bir sa' (yaklaşık 3 kilo) düşüyordu. Güney rüzgârları da, onlara bıldırcın kuşları getiriyordu. Böylece her şahıs ihtiyacı kadar bıldırcın kesiyordu.

161

"Hani onlara şöyle denmişti:

"- Bu karye (kasaba veya şehir)de oturun; dilediğiniz yerden yiyin. "Hıtta!" deyin; kapıdan secde ederek girin. Biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlerin mükâfatını artıracağız."

Bu kasaba veya şehir Beytü'l-Makdis (Beytü'l-Mukaddes) veya Kudüs'dür.

Diğer bir görüşe göre ise, Eriha'dır. Bu şehirlerde Amalika denen ve Ad kavminin devamı olan güçlü insanlar (el-cebbârîn) oturuyorlardı. Reisleri b. Anak idi.

" Bu şehirde oturun!" ifâdesındeki maksad Bakara sûresinde " girin!" emrinde olduğu gibi, sükna ve ikamettir. Bundan dolayı burada " yiyin" zikriyle yetinilmiş "bol bol" kelimesi zikredilmişdir.

Yani, bunun anlamı şudur:

"- Şu Kudüs veya Eriha şehrine girin, orada yerleşin ve oturun. Etrafındaki nimetlerden dilediğiniz gibi yiyin; kimse size rakip omıasın."

İşte bu şekilde sürekli yemek, ancak bol bol ve sınırsız olabilir.

"- Ve şehrin kapısından girerken, Allahü teâlâ, sizi Tîh çölünden kurtardığı için O'na şükür olarak secde edin!"

Bakara süresindeki " girin!" emrinin, " hıttah (bağışlanmak istiyoruz) deyin!" emrinden önce zikredilmiş olması, bu tertibe halel getirmez. Çünkü emredilen husus, bu iki fiili birleştirmektir; ikisi arasındaki sıra önemli değildir.

Eğer anılan şehir Eriha ise, rivâyete göre onlar, Eriha'ya girmişlerdi. Mûsâ, İsrâiloğullarmdan hayâtta kalanları veya onların çocukları ile Eriha'ya yürümüş ve orayı fethetmişti. Nitekim Mâide sûresinde geçti.

Ama eğer bu şehirden murat Beytü'l-Makdis ise, İsrâıloğulları, Mûsa'nın sağlığında Kudüs'e giremediler. Bu takdirde kapıdan murat, ona yönelerek namaz kıldıkları Kubbe Kapısı (el-Babü'l-Kubbe)dır.

162

"Fakat onlardan zulmedenler, o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu zulme karsı semadan üzerlerine azab yağdırdık."

A- "Fakat onlardan zulmedenler, o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler."

İsrâiloğullarrı, emrolunduklan tevbe ve istiğfar sözünü değiştirdiler ve onun yerine hiç hayrı olmayan bir söz koydular.

Rivâyet olunuyor ki, İsrailoğulları, kıçları üstünde sürünerek kapıdan içeri girdiler ve "bağışlanmak istiyoruz" yerine, " buğday" dediler.

Bir görüşe göre de, onlar, Allahü teâlâ'nın emrini hafife alarak ve Mûsâ ile alay ederek, Nabtî diliyle, kızıl buğday anlamında, "hatten şemkasen" dediler.

B- "Biz de yaptıkları bu zulme karşı semadan üzerlerine azab yağdırdık."

Onların öteden beri, yapageldikleri zulümlerinden dolayı onları cezalandırdık; sadece o sözü değiştirmelerinden dolayı değil.

Bu iğrenç azabtan murat, taun hastalığıdır. Rivâyet olunuyor ki, bir saat içinde İsrailoğullarından yirmi dört bin insan öldü.

163

"(Resûlüm), bir de onlardan deniz kenarında bulunan bir karyenin (kasaba veya şehir) haberlerini sor. Hani onlar, cumartesi (sebt) günü yasağına riayet etmiyorlardı. Cumartesi günü balıklar akın akın geliyor, sair günler geliniyorlardı. Böylece Biz, onları yoldan çıkmış olmaları sebebiyle sınıyorduk."

A- "(Resûlüm), bir de onlardan deniz kenarında bulunan bir karyenin (kasaba veya şehir) haberlerini sor."

"- Resûlüm sen, çağdaşın Yahudilere, kendilerine serzeniş olmak, onların küfrünü ve Allahü teâlâ'nın sınırlarını aştıklarını açıklamak üzere bir de şunu sor! "

Soru, ancak din kitapları ile çok meşgul olan Yahudilerin bilebildikleri cinstendi. Oysa Peygamber onların bildikleri her şeyi biliyordu. Söz konusu bu bilgiler vahiy suretiyle Peygamber'e iletiliyordu.

Deniz kıyısındaki bu yerleşim merkezi, Medyen ile Tûr dağı arasında bulunan Eyle kasabasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kasaba Medyen'dir.

Son bir kavle göre ise, Taberiye'dir.

B- "Hani onlar, cumartesi (sebt) günü yasağına riayet etmiyorlardı."

Adı geçen kasaba halkı, cumartesi günü avlanmakla, Allahü teâlâ'nın koyduğu yasağı çiğniyorlardı. Oysa cumartesi günü ibadetten başka şeylerle meşgul olmaları yasaklanmıştı.

C- "Cumartesi günü balıklar alan akın geliyor, sair günler geliniyorlardı."

Balıkların onlara İzafe edilmesi, "hıîtanühûm/balıkları" (hût / balık, çoğulu: hıîtan) buyrulmasi, o balıkların kendilerine hâs balıklar olduğunu bildirmek içindir. Çünkü bu balıklarda, aynı cinsten diğer balıklarda bulunmayan hârika özellikler vardı.

Yahut bundan maksat, o bölgede bulunan balıklardır. Onların bazı cumartesi günleri gelip diğer bazı günler gelmemeleri, insanların cumartesi günleri ibadetle meşgul olmaları sebebiyle kendilerine dokunmadıklarını itiyat olarak bilmelerindendi.

Böylece onlar cumartesi günleri ibadetle meşgul olduklar zaman, balıklar suyun üstünde açıkça sahilin yakınma kadar geliyorlardı. Ama cumartesi gününün kudsiyetini gözetmedikleri zaman da, avlanmak korkusuyla geliniyorlardı.

Ç- "Böylece Biz onları yoldan çıkmış olmaları sebebiyle sınıyorduk."

İşte Biz, onları, fısklan sebebiyle sınıyorduk ki düşmanlıklarını ortaya çıkaranın ve onları muahaze edelim.

164

"Hani onlardan bir topluluk şöyle demişti:

"- Allah'ın şiddetli bir azab ile helâk veya azab edeceği bir kavme niçin nasihat verir durursunuz?"

Onlar da dediler ki:

"- Rabbinize ma'zeret beyan edekm; bir de belki sakınırlar diye..."

Bu âyet, onların düşmanlıktakı ısrarlı tutum ve davranışlarını, öğüt ve uyarılarla bundan vazgeçmediklerini açıklar.

Onlardan, öğüt vermek için kolay ve zor bütün yolları deneyen sâlih bir grup, faydası ve etkisi olur umuduyla diğer öğütçülere:

"- Allahü teâlâ'nın tamamiyle helâk edeceği ve yeryüzünü kendilerinden temizliyeceği yahut köklerini kazımadan çetin bir azab ile cezalandıracağı bir kavme ne diye öğüt verir durursunuz?" demişlerdi.

Bir görüşe göre de bu beyan:

"- Fısklarına ve azgınlıklarına son vermedikleri için, Allahü teâlâ'nın dünyada perişan ya da âhirette azab edeceği bir kavme ne diye öğüt verir durursunuz?" demektir.

Burada tereddüt (ya helâk, yahut çetin azap), ikisinden birinin mutlaka olacağı anlamındadır.

Bunu söylemeleri,

- öğüdün onlara fayda vermeyeceğini iyice anlatmak,

- yahut o kavme korku salmak,

- veyahut öğüdün hikmet ve faydasını sormak içindir.

Her halde bunu, öğütten yararlanmalarını teşvik İçin kavmin huzurunda söylemişlerdir. Zira onlara helâk ve azabın kesin olarak gerçekleşeceğim ifâde etmek, onların kalbine korku ve endişe vermek demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, bunlardan murat, helâk olan fırkadan belli bir topluluktur. Onlar öğütçülerini red ve alaya almak için bu karşılığı vermişlerdir. Ancak bu görüş isâbetli değildir. Nitekim gelecek kelâmdan bunu anlayacaksın.

165

"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık; zulmedenleri de yoldan çıkmış olma (fisk)ları sebebiyle şiddetli bir azaba uğrattık."

Onlar, sakillerinin, kendilerine verdikleri öğütleri, terk ve onlardan tamamen yüz çevirince, Biz de, kötülükten men'eden o öğütçü iki fırkayı kurtardık ve haddi aşmak ve emre muhalefetle zulmedenleri de, fıskları, itaatten çıkmaları, yani zulüm ve düşmanlıkta ısrar etmeleri sebebiyle çetin bir azab ile yakaladık.

166

"Onlar kendilerine nehyedilen şeylerden vazgeçmeyince Biz de onlara:

"- Aşağılık maymunlar olun!" dedik."

Muhtemeldir ki, Allahü teâlâ, onlara çetin bir azab verdi fakat onları tamamen yok etmedi. Nihayet onlar, vazgeçmeyip azgınlıklarını daha da arttırınca, onları mesnetti (maymunlara çevirdi).

Onlar, temerrüt ve tekebbür gösterip kendilerine yasak edilen fiilleri terk etmeyince, Biz de onlara:

Aşağılık, zelil ve insanlardan uzak maymunlar olun!" dedik.

Burada emirden murat, sözlü emir değil, yaratmak anlamındaki emirdir. Burada meshın (maymun suretine dönmenin), onların yasaklandıkları işlere son vermemekte ısrar etmelerine bağlanması, azabın asıl sebebi, emir ve nehiylere muhalefetleri ve Allahü teâlâ'ya karşı gelmeleridir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki çetin azabtan murat da, meshtir; ikinci cümle de, birincinin izahıdır.

Rivâyet olunuyor ki, Yahudiler, önce bizim gibi cuma gününü ibadete ayırmakla emrolundular; fakat onlar cuma gününü bırakıp cumartesi gününü seçtiler. İşte,

" Hakkında ihtilâf ettikleri cumartesi günü onlara farz kılındı" âyetinden kastedilen de budur. İşte Yahudiler, bu şekilde cumartesi ibadeti ile imtihan olundular ve o gün avlanmak kendilerine haram kılındı; o güne saygı duymaları emrolundu. Bu yüzden de cumartesi günleri balıklar, sanki dar bir nehir geçidinden geçiyorlarmış gibi su yüzünü kaplayacak şekilde onların sahillerine geliyorlardı; diğer günlerde ise uğramiyorlardı. Uzunca bir süre böyle devam ettikten sonra bir gün iblis (belki de İblis huylu bir insan) çıka geldi ve onlara:

"- Size yalnız cumartesi günü avlanmak yasak edilmiştir. Siz de denizde, girilmesi kolay, çıkılması zor havuzlar çevirin!" dedi.

Onlar da böyle yaptılar. Böylece onlar, cumartesi günleri balıkları o havuzlara sevkediyorlardi; balıklar oraya girince bir daha çıkamıyor ve onlar da Pazar günü balıkları yakalıyorlardı. Onlardan bir adam, bir balık yakaladı ve onun kuyruğunu bir urganla sahildeki bir kuru ağaca bağladı; sonra Pazar günü de onu kızarttı. Komşusu da balık kokusunu alınca, gidip tandırına baktı ve pişen balığı gördü. Bunun üzerine ona: "Mutlaka Allahü teâlâ yalanda sana bir ceza verecektir" dedi. Fakat adama bir azab gelmeyince, ondan sonraki cumartesi günü bu defa iki balık yakaladı. Başkaları da, onlara âcil bir azap gelmediğini görünce, onlar da cumartesi günleri balık tutup yemeye ve tuzlayıp satmaya başladılar. O şehrin nüfusu yetmiş bin idi. Bunlar üç gruba ayrıldılar:

Bir grup, yasağı gözetmeye devam ettiler.

Bir grup, öğüt vermekten usandılar ve öğüt verenlere:

"- Niçin Allahü teâlâ'nın helâk edeceği, yahut çetin bir azaba uğratacağı kavme öğüt verir durursunuz?" dediler.

Bir grup da, işledikleri suçu sürdürdüler. Bunun üzerine Müslümanlar, onlara:

"- Biz artık sizinle bir arada oturmayacağız!" dediler ve sonra şehri bir duvarla ikiye böldüler. Şehrin Müslümanlar için ayrı, yasağı çiğneyenler için ayrı bir kapısı oldu. Davud da, onlara lanet okudu. Bir gün yasağı gözetenler, meclislerinde toplanınca baktılar ki, mütecaviz gruptan hiç kimse evinden dışarı çıkmadı. Müslümanlar:

"- Her halde bunlara bir hal oldu!" dediler.

Gidip bakınca bir de ne görsünler; hepsi maymun olmuşlar! Kapılarını açıp yanlarına girince, maymunlar, insan akrabalarını tanıdılar; insanlar ise, onları tanımadılar. Maymunlar, akrabalarının yanına gelip onların elbiselerim kokluyorlardı ve ağlıyorlardı. Akrabaları da, onlara:

"- Biz sizi nehyetmedik mi?" diyorlardı.

Maymunlar da, başları ile işaret ederek:

"- Evet!" diyorlardı. Üç gün sonra da hepsi öldüler.

Diğer bir görüşe göre ise, maymuna dönüşenler, onların gençleri idi. Yaslıları ise, domuz suretine girdiler.

Tabiî âlimlerinden Mücâhid'e göre ise, onların bedenleri değil, kalpleri masholundu.

Hasen-ı Basrî diyor ki:

"- Vallahi, onlar, dünyadaki insanların yediği yemeklerin en vahimini, dünyadaki rezilliğin en ağırını, âhiretteki azabın da en uzun olanım yediler.

Allah'a yemin ederim ki, hiçbir kavmin yakalayıp yediği balık, Allahü teâlâ katında Müslüman bir adamı öldürmekten daha büyük cinayet değildir. Fakat Allahü teâlâ, bir vade tayin buyurmuştur ve o vade (kıyamet) daha belak ve daha acıdır."

167

"(Resûlüm), hani Rabbin şunu ilân etmişti:

"- Kıyamete kadar onlara en kötü azabı (sûe'l-azâb) yapacak birini mutlaka gönderecektir."

A-" (Resûlüm), hani Rabbin şunu ilân etmişti:

"- Kıyamete kadar onlara en kötü azabı (sûe'l-azâb) yapacak birini mutlaka gönderecektir."

"Ey Resûlüm! Hanı Rabbin, Yahudilere, zeki bir topluluk olarak cizyeye (baş vergisine) mahkûm olmak gibi en kötü azabı kendilerine uygulayacak birini kıyamete kadar musallat kılmayı nefsi üzerine vâcib kılmıştı."

Nitekim Allahü teâlâ, (celle celâlühü) Süleyman'dan (aleyhisselâm) sonra onların üzerine Buhtenassari gönderdi o da onların ülkesini tahrip etti; savaşçılarını öldürdü; kadınlarını ve çocuklarını esir aldı ve kalanlarını da cizyeye mahkûm etti. İşte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye kadar Yahudiler, Mecûsî hükümdarlara cizye vermeye devam ettiler. Yahudiler, Peygamber ile yaptıkları bütün andlaşmaları bozduktan sonra Peygamber de gerekli dersleri verdi ve onlara cizye koydu. Yahudiler, (islam hükümranlığı devam ettiği sürece) hep cizyeye mahkûm kalacaklardır.

B- "Şüphesiz Rabbin sür'atle cezalandırıcıdır ve şüphesiz O, çok bağışlayan (Gafûr)dır, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Allahü teâlâ, dünyada onların cezasını verecektir. Tevbe ve iman edenler için ise, Allahü teâlâ, şüphesiz çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

168

"Onları yeryüzünde bir çok ümmet (topluluk)lere ayırdık. İçlerinden bir kısmı sâlih kimselerdir. Bir kısmı da bunlardan başkadır. Onları da belki hakka dönerler diye bazen iyilik (hasenat), bazen de kötülük (seyyiat) ile sınadık."

Biz, İsrâiloğullarını yeryüzünde dağıtıp her fırkasını ayrı bir ülkeye gönderdik; Öyle ki, dünyanın her tararında Isrâıloğullarından bir topluluk vardır. Bunu, gelecek nesillerinin de dünyada bir hakim gücü olmaması için yaptık. İsrâiloğullandan iyi olanlar da vardır ki, onlar, Medine'de iman edenler ve onların yolundan gidenlerdir. Onlardan kâfirler ve fasıklar da vardır. Belki içinde bulundukları küfür ve günahlardan dönerler diye onları nimet ve zahmetlerle denedik.

169

"Nihayet onların ardından halefleri geldi; onlar Kitab (Tevrat)a vâris oldular. Onlar bu edna dünyanın menfaatlerini alıyor ve şöyle diyorlar:

Bizler mağfiret edileceğiz!"

Onlara onun gibi bir menfaat gelse onu da alırlar. Pekiyi, Kitab'ta Allah hakkında haktan başka bir şey söylemıyeceklerine dair onlardan mîsak (kesin söz) alınmamış mıydı? Ve onlar Kitabin içerdiğini okumamışlar mıydı? Ahıret yurdu, takva ehli için daha hayırlıdır. Akledemiyor musunuz?"

O Yahudilerin ardından Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın asrında birtakım kötü insanlar, Tevrat'ı seleflerinden devralarak ona vâris oldular. Bu Yahudiler, Tevrat'ı okuyup onda yazılı olan hakikatlere vâkıf oldukları halde haksız hükümler vermek ve ilâhî kelâmı tahrif etmek karşılığında dünya malını alırlar ve:

Allahü teâlâ, bundan dolayı bizi muahaze etmez; biz bağışlanacağız, mağfiret edileceğiz!" derler.

Onlar bir yandan bağışlanmayı umarken, öte yandan günahlarında ısrar ediyorlar. Günahlarından tevbe etmiyorlar ve benzeri bir günah fırsatı önlerine çıkınca onu da kaçırmıyorlar.

Tevrat'ta, Allahü teâlâ hakkında, hak ve hakikatten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden söz alındığı halde tevbesiz olarak kesinlikle bağışlanacaklarını söylemeleri Allahü teâlâ'ya iftiradır ve Tevrat'taki sözlerini bozmaktır. Ahiret yurdu, bunların yaptıkları fenalıklardan sakınanlar için daha hayırlıdır. Yine de akıl edip bu hakikati anlamaz mısınız? Artık ebedî nimetleri, ilâhî azaba sebep olan değersiz dünya malına değişmeyin.

170

"Onlar ki Kitab'a sarılırlar, namazı da dosdoğru kılarlar. Şüphesiz Biz, ıslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz."

O kimseler ki, din işlerinde ilâhî Kitab'a sımsıkı sarılırlar...

Mücâhid diyor ki:

"- Bunlar, Abdullah b. Selam ile onun arkadaşları gibi Ehl-i Kitab'tan olup,

- gerçek bir imanla Mûsa'nın getirdiği Tevrat'a sımsıkı sarılanlar,

- onu tahrif etmeyenler,

- onun hakikatlerini gizlemeyenler,

- ve onu yemlik olarak kullanmayanlardır." Tabiînden Ata ise diyor ki:

" Bunlar, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetidir."

. Bu âyette, bütün ibadetler arasından namazın zikredilmesi, en üstün ibadet olmasından dolayıdır.

171

"Hani bir zamanlar o dağı gerçekten bir gölgelikmiş gibi İsrâıloğulları üzerine kaldırmıştık da, üstlerine düşecek sanmışlardı.

(Onlara şöyle demiştik:)

"- Size verdiğimizi kuvvetle alın ve içindeki (emir ve nehiy)leri hatırlayın. Tâ ki takvaya eresiniz."

Hatırlayın o zamanı ki, Tûr dağını yerinden söküp gerçekten bir gölgelikmiş gibi İsrâiloğulları üzerine kaldırmıştık ve onlar onun üstlerine düşeceğine inanmışlardı. Çünkü dağ, havada durmaz ve onlar, dağın, üstlerine düşmesi ile tehdit ediliyorlardı. İsrâiloğulları, Tevrat'ın hükümlerini ağırlığını ileri sürerek kabul etmiyorlardı. Allahü teâlâ da Tûr dağını onların üzerine kaldırdı ve onlara:

Eğer Tevrat'ın içindeki hükümleri kabul ederseniz ne âlâ, yoksa dağ, kesinlikle üstünüze düşecektir. Öyleyse size verdiğimiz Tevrat'ı ciddiyet ve azimetle alın; onun hükümlerinin güçlüklerine katlanın; hükümlerini uygulayın ve onları unutulmuş gibi terk etmeyin ki, bu şekilde kötü işlerden ve rezil ahlaktan sakınmış, takva sahibi insanlar zümresine dahil olasınız."

172

"(Resûlüm), hani Rabbin Ademoğullanndan, onların arkalarından zürriyetlerini almış ve kendilerini şahit tutarak:

"- Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu.

Onlar da:

"- Evet, Rabbimizsin; şahidiz!" demişlerdi. Bu, kıyamet günü:

"- Biz bundan gaafıldik!" dememeniz içindir."

A- "(Resûlüm), hani Rabbin Ademoğullanndan, onların arkalarından zürriyetlerini almış ve kendilerini şahit tutarak:

"- Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu."

Daha önce Yahudilerden alınan Tûr mîsakından bahsedilmişti. Şimdi burada da bütün insanlardan alınan genel mîsak dile getiriliyor.

Bu mîsak, Âdemoğullan, annelerinin rahmine yerleştirilmeden önce henüz babalarının sulbünde iken alınmıştır.

Bazıları, "zürriyetleri"nden murat, onların çocuklarıdır. Yahudilerin selefleri, Ademoğullarma; Resûlüllah'a çağdaş Yahudiler de bu zürriyetlere dahildir; demişlerdir.

Ancak bu doğru bir tevcih değildir. Burada Âdemoğullan ve zürriyetlerı kavramı bütün insanlara şamil iken, bunu selef ve halef Yahudilere tahsis etmek, Kur’ân'ın azamet ve mükemmeliyetine halel getirir.

Allahü teâlâ'nın onları kendilerine şahit tutması,

- ulûhiyyetini ve birliğini.,

- tapılacak başka ilâh bulunmadığını,

- ve diğer hükümleri onlara ikrar ettirmek içindir.

"- Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demek,

"- Ben sizin bütün işlerinizin yegâne ve mutlak maliki ve murebbisi değil miyim?" demektir. Bu itibarla mâbudiyet hakkı da buna dahildir ve bu, mâbudiyetin yalnız O'na tahsisini gerektirir.

B- "Onlar da:

"- Evet, Rabbimizsin, şahidiz" demişlerdi."

Onlar da:

"- Evet, biz nefsimize şahadet ederiz ki, Sen gerçekten yegâne Rabbimiz ve İlâhımızsın; Senden başka Rabbimiz yoktur." demişlerdi.

Nitekim hadis-i şerifte de böyle varıd olmuştur.

Bu kelâm, Allahü teâlâ'nın, fıtratı itibariyle insanı tevlıîd ve İslama götüren âfakıî ve enfusî delilleri anlamaya istıdadk yarattığının ifadesidir.

Nitekim Peygamber:

" Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar." buyurmuştur.

Yukardaki temsilin izahı şöyledir:

Allahü teâlâ, önce kullarına kendisini tanıma imkânları behşetmiş sonra da onlara ulûhiyyetini tanıma mükellefiyeti yüklemiştir. Allahü teâlâ, varlığını kabul ve teslim etmeleri için kullarına akıl ve basiret gibi içde (enfüsî); diğer eşya gibi dişda (afakıî) deliller vermiştir, insanlar da bu deliller karşısında Allah'ın varlığını, birliğini ve O'nun münhasır ulûhiyyetini kabul ve ikrar etmişlerdir.

Yoksa hakikat-i halde Yüce Rabbimizin, Ademoğullarının sırtlarından zirrıyet çıkarması, şahit tutması, sual sorması, cevap alması yoktur. Bu,

" Sonra (Allah) duman hâlinde olan göğe yöneldi de ona ve arza:

"- İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi." âyeti kabilindendir.

C- "Bu kıyamet günü:

"- Biz bundan gaafildiki"dememeniz içindir."

Burada hitab Rasûlullah'ın muasırı Yahudilere yöneltilmiştir. Amaç, onları daha ağır bir şekilde ilzam etmektir.

Yahut hitab, hem bu Yahudilere, hem de tağlib yoluyla eski Yahudîleredir. Ancak bu hitab, hikâye edilen kelâma dahil değildir.

Demek istenen şudur:

"- Ey kâfirler! Biz bunları kıyamet günü akıbetiniz belli olunca "Biz gerçekten tek Tanrının varlığından ve onun koyduğu hükümlerden habersizdik; biz bu konuda uyarılmadık." demeyesiniz diye yaptık."

Çünkü yukarıda zikredildiği gibi, insanlar hakkı anlamaya ve bilfiil yerine getirmeye muktedir olarak yaratılmışlardır. Bunun aksini ileri sürmek mümkün değildir. Hiç kimse, insanların sağlam bir fıtrat üzere yaratılmış olduğunu inkâr edemez.

173

"Yahut,

"- Daha önce atalarımız ortak koşmuşlardı. Fakat biz onlardan sonra gelen bir zürriyetiz. Şimdi mübtil (bâtıl yolda yürüyenlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk mi edeceksin?)" dememeniz içindir.

Buradaki "ev — yahut" kelimesi, iki şıkkı birleştirmek anlamında değil, fakat ikisinden birinin mevcudiyeti anlamındadır.

Bu âyet-i kerîmenin açık anlamı şudur:

- Allahü teâlâ'ya ortak koşmayı icat eden, bu yolu açan, bizden önceki atalarımızdır.

- Biz, onlardan sonra gelen bir nesikz.

- Biz, doğru yolu bulamadık ve buna delil bulmaya muktedir de olamadık.

- Asıl mücrim olanlar atalarımızdır.

- Biz tedbirden ve kendi görüşümüzle hareket etmekten âciziz.

- Şimdi atalarımızın işlediği bir suçtan dolayı bizi helâk mi edeceksin?

İşte onların zikredilen yetenekleri (hakkı anlama imkânları), bu mazeret kapısını da kapar. Çünkü deliller ve delillerden faydalanma kudreti var iken, takhd etmek asla câız değildir.

Allahü teâlâ ile kulları arasında geçen bu kez mukavelenin, gerçek manası yukarda izah edilmiştir. Nitelam İbn Abbâs bu konuda şöyle diyor:

"- Allahü teâlâ, Âdem'i yaratınca onun sırtını meshetti de, kıyamet gününe kadar yaratacağı bütün ruhları ondan çıkardı; sonra da:

"- Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu.

Onlar da:

"- Elebette Rabbimizsin!" dediler. İşte o zaman:

"- Kıyamet gününe kadar olacak her şey yazıldı ve kalem kurudu" diye nida edildi."

Rivâyete göre Ömer şöyle demiştir:

"-Ben, Resûlüllah'tan dinledim. Kendisine bu âyetin manası sorulduğunda şöyle buyurdu:

Allahü teâlâ, Âdem'i yarattı; sonra onun sırtını sağ eliyle meshetti ondan bir zürriyet ortaya çıkardı. Sonra buyurdu ki:

"- Ben şunları cennet için yarattım; onlar cennet ehlinin işledikleri amelleri işleyeceklerdir."

Sonra yine onun sırtını meshetti; ondan bir grup zürriyet daha çıkardı. Onlar için de buyurdu ki:

"- Şunları da cehennem için yarattım; onlar da cehennem ehlinin işledikleri amelleri işleyeceklerdir."

Bunun manası,

"Allahü teâlâ, o zürriyetlerin hepsini bizzat Âdem'in sırtından çıkardı" demek değildir; fakat "Âdem'in sırtından sulbî çocuklarını çıkardı ve onların sırtından da onların sulbî çocuklarını çıkardı; silsilenin sonuna kadar böyle yaptı "demektir. Ancak zürriyetlerin asıl çıktığı yer, Âdem'in sırtı olduğundan hepsi Âdem'e nisbet edilmiştir.

Âyet-i kerimenin siyakı,

- Resûlullalı'ın çağdaşı kâfirlere karşı hüccet ikame etmek,

-Allahü teâlâ'ya ortak koşmak suçunu ataların üzerina atmak suretiyle sorumluluktan kurtukoıanın mümkün okmadığını açıkça ortaya koymaktır.

Bu sebebledir ki Âdem'in sulbî çocukları babalarının sırtına nisbet edilmiştir.

Ömer'in rivâyetinde misakın beyan edilmemesi, onun gerçekleştiğine de gerçekleşmediğine de delâlet etmez.

174

"İşte âyetleri böyle tafsil ediyoruz. Belki dönerler."

Belki bâtılda ısrardan ve atalarını taklitten dönerler diye âyetleri böyle açıklıyoruz.

Yahut teşviklere ve caydırıcı unsurlara vâkıf olsunlar ve bâtılda ısrardan ve atalarını taklitten dönsünler diye âyetleri böyle açıklıyoruz.

175

"(Resûlüm), onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberlerini oku! O, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan da onu peşine taktı ve o da azgınlardan oldu."

A- (Resûlüm), onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberlerini oku!"

"- Resûlüm, Yahudilere kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberlerini de oku!"

Bu zât, Isrâiloğullarınin âlimlerinden biri idi.

Bir görüşe göre Kenanîlerden Bel'anı b. Bâûrâ, yahut Belam b. Bâir idi. Kendisine Allahü teâlâ'nın bazı Kitablarmın lalını (gizli anlamı) verilmişti.

Ümeyye b. Ebî Salt (öl: 630), Benî Sakıif reis ve hatiblerindendir. Rivâyete göre, tevhidi savunan, putları reddeden ve Hanefıyye diye isimlendirdiği din hakkında şiirler yazan biriydi.

Diğer bir görüşe göre ise bu zât, Ümeyye b. Ebi el-Salt idi' 17. Bu zât mukaddes Kitablan okumuştu. O zaman, Allahü teâlâ'nın bir Peygamber göndereceğini biliyordu ve bu Peygamberin, kendisi olmasını umuyor ve diliyordu. Fakat Allahü teâlâ, Peygamberimiz’i gönderince, onu kıskanıp inkâr etti.

Ancak birinci görüş, Yahudilerin, kendi adamları yüzünden kınanmaları makamına daha uygundur.

B- "O, onlardan sıyrılıp çıktı."

Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimse de o âyetlerimizden sıyrılıp çıktı. O, onları bir daha aklına getirmedi, onlardan tamamen ayrıldı, onları inkâr etti ve arkasına attı.

C- "Şeytan da onu peşine taktı ve o da azgınlardan oldu."

Nihayet o, şeytana tabî ve arkadaş ve önceleri hidayete ermiş iken, sonra sapık ve azgınlardan oldu.

Bir kırâete göre "fe-etbea-hü" fiili, iftial babından "fe'ttebeadıü" şeklinde okunmuştur. Buna göre anlam şeytan ona uymuştu, olur. Bu da, onun şeytandan bile daha azgın olduğuna İşaret eder.

Yahut birinci kırâete göre, şeytan, onu kendi peşine takmıştı.

Rivâyet olunuyor ki Bel'am'ın kavmi, Mûsa'ya beddua etmesini talep etmişler. O ise:

"- Yanında melekler bulunan bir kimseye ben nasıl beddua ederim?" demiş. Ve Belam, o yaptığını yapıncaya kadar İsrailoğulları içinde kalmış. Bu yüzden de onlar Tîh çölünde mahsur kalmışlar. Ancak Tîh çölünün,

- Mûsâ için rahat ve mutluluk,

- İsrailoğulları için azap yeri olması,

-Mâide sûresinde geçtiği gibi, Tîh çölünde kalmaları için, Mûsa'nın duacı olması, bu görüşün sıhhatine engeldir.

176

"Eğer Biz dileseydik onu âyetlerle yükseltirdik fakat o, dünyaya saplanıp kaldı, hevâ ve hevesinin peşine takıldı. Onun durumu köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da... İşte âyetlerimizi tekzib edenler topluluğunun hak böyledir. (Resûlüm) sen kıssayı anlat; belki düşünürler."

A- "Eğer Biz dileseydik onu âyetlerle yükseltirdik fakat o, dünyaya saplanıp kaldı, hevâ ve hevesinin peşine takıldı."

Bu kelâm, Bel'am'ın, Allahü teâlâ'nın âyetlerinden sıyrılmasının ve azgınlık uçurumlarına yuvarlanmasının asıl sebebini açıklar. Şöyle ki:

"Eğer Biz dilemiş olsaydık, Bel'ami, o âyetleri bilen ve icablarını yerine getiren kutlu insanlar derecesine yükseltirdik."

Ancak bu ifâde, onun hiç dahli olmaksızın sırf dilememizle yapardık, demek değildir. Çünkü böyle bir şey, mükâfat ve cezaları, kulların ihtiyarî fiilleri üzerine tesis eden şer'î hikmete ters düşer. Bu, ancak yükseltilme sebebi olan amel işlemekle, ihtiyarî iradeyi o amellerin tahsiline harcamakla gerçekleşir. Nitekim "âyetlerimiz" ifâdesi de, bunu bildirir. Yani o âyetler sebebi ile, onların gereklerini yerine getirmekle olur, demektir. Çünkü onun ihtiyarı, her ne kadar yükseltilmenin yegâne müessiri değilse de, her ikisi de Allahü teâlâ'nın yaratması ile oluyorsa da, ilâhî âdete göre, Allahü teâlâ'nın onları yaratması da onlara bağlıdır. Nitekim

" Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı, hevâ ve hevesinin peşine takıldı."

İfadesi, buna işaret eder. Oysa, yere saplanmak da, ihtiyarını o yönde kullandığı için yine ancak Allahü teâlâ'nın yaratması ile gerçekleşir. Sanki şöyle denilmiştir:

" Eğer Biz, onun, sebebine tevessül ederek yükseltilmesini dileseydik, mutlaka onu, o âyetlerle yükseltirdik. Fakat Biz bunu dilemedik. Çünkü o, aksi yöndeki sebeblere baş vurdu. Böylece her iki makamdan birinde zikredilen, diğerinde onun gizli olduğunu zımnen bildirmek üzere terkedilmiştir. Nitekim,

"Eğer Allah sana bir zarar dokun durursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur." âyeti de bu kabildendir.

Bu âyette zikredilen iki özel ifâdeden her birinin kendi makamına tahsis edilmesi (diğerinde zikredilmemesi), şu gerçeği bildirmek içindir:

Kullara iyilik bahşetmek, Allahü teâlâ'nın bizzat muradıdır ve bu, O'nun sadece bir lütfiıdur; kulun fiilinin hakikatte bunda dahli yoktur.

Nasıl öyle olmasın ki, kulun bütün fiilleri ve o fiillerin başlangıç unsurları, Allahü teâlâ'nın nimetlerinden ve lütuflarındandır. Onun aksinin kula isabet etmesi ise, kötülük iradesini cezanın sebebi yönünde kullanması ile olmaktadır; yoksa bizzat Sübhanî irade ile değildir. Nitekim bu âyette,

-hayrın yanında iradenin,

-zararın yanında dokunmanın zikredilmesinin sebebi de budur; denilmiştir.

Nitekim,

" Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur." âyetiyle benzerleri bu kabildendir.

Kur’ân üslûbunda hayrın Allahü teâlâ'ya, şerrin ise başkasına isnat edilmesinin sırrı da budur.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki dünyadan maksat, sefalettir. Şöyle ki:

" Fakat o, alçak dünyayı yüce mertebelere tercih etti."

Yahut,

Aşağılık şeyleri (sefaleti) yüksekliğe ve yüceliğe tercih etti ve o yüce âyetlerden yüzçevirip kötü arzularına uydu. Sonuçta düştükçe düştü ve esfel-i sâfiline (aşağıların aşağısına) yuvarlandı."

B- "Onun durumu köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da ..."

Hayvanların en aşağılığı ve alçağı köpek olduğu için bu benzetme yapılmış ve onun hali köpeğin haline benzetilmiştir.

Onun kötülük hali, köpeğin en rezil haline benzer. Köpek gerek yorgunluk gerek rahatlık halinde devamlı solur. Sanki şöyle buyrulmuştur:

Artık o, aşağılık ve alçaldıkta daha ötesi olmayan bir hale düştü.

"Lehs — solumak", şiddetli nefes almak için dili çıkarmaktır.

Köpeği şiddetle kovmak suretiyle kendisine heyecan versen de, onu kendi haline bıraksan da o sürekli sıkıntıdadır ve o yüzden hep solur. Çünkü solumak, köpeklerde tabiî bir haldir; Onlar, sıcak havayı dışarı atmayı ve taze havayı almayı kolayca gerçekleştiremiyorlar. Çünkü köpeklerin kalplerinde zafiyet ve inkıta vardır. Diğer hayvanlar ise böyle değildir; onların şiddetii nefes almaya ihtiyaçları yoktur ve kalplerinde sıkıntı ve sıkışma ancak yorgunluk hâlinde olur.

Hulâsa,  bu âyet-i kerimede, Bel'am'ın, Allah'ın âyetlerinden sıyrılmasından sonra maruz kaldığı kötü hal, kalp çarpıntısı, sürekli rahatsızlık, ıztırap ve hiçbir halde huzur bulamamak, köpeğin bu haline benzetilmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, Bel'am, Mûsa'ya beddua edince, dili ağzından çıktı ve göğsünü üstüne sarktı ve ölünceye kadar soludu.

C- "İşte âyetlerimizi tekzib edenler topluluğunun hak böyledir."

Bunlar Yahudîlerdir. Çünkü:

- Peygamberimiz in vasıflarına, mucizelerine,

- Kur’ân'ıle muhtevasına ihşkin bilgiler onlara ulaştı.

-Onlar Tevrat'ta yazılı olan bu bilgileri tasdik ettiler ve insanlara o Peygamberin geleceğinin yakın olduğunu müjdelediler.

Öyle ki onlar, düşmanlarına karşı zafer kazanmak için onun gelmesini bekliyorlardı. Nihayet o Peygamber, kendilerine gelince, onu inkâr ettiler ve Tevrat'ın hükmünden sıyrıldılar.

Ç- "(Resûlüm) sen kıssayı anlat; belki düşünürler."

"- Ey Resûlüm, artık sana vahvolunduğu gibi bu kıssaya onlara anlat! Olur ki, düşünürler. İçinde bulundukları küfür ve dalâletten sakınırlar; bu hakiketleri vahiy yoluyla öğrendiğini anlar ve senin hakkında kesin bir kanaate varırlar."

177

"Ayetlerimizi tekzib ve kendilerine zulmedenlerin hali ne kötüdür!"

Bundan önce hakkı tekzib edenlerin hali, köpeğin haline teşbih edilmişti: Şimdi burada da,

- hakkı yalanlayanların,

yahut,

-Allahü teâlâ'nın âyetlerinden sıyrılanların halinin son derece çirkin olduğu dile getiriliyor.

Yani bu kavim, Allahü teâlâ'nın âyetlerinin hak olduğuna dair hüccet varken ve onlar da bunu biliyorken, Allahü teâlâ'nın âyetlerini tekzib ile kendi nefislerine zulmetmeyi birleştirdiler.

Yahut onlar, Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlamakla, yalnız kendi nefislerine zulmettiler. Çünkü bunun vebak, yalnız onlara aittir.

İki manadan hangisi olursa olsun, "zulmeden" ifâdesi, işaret: ediyor ki, onların, Allahü teâlâ'nın âyetlerini inkâr etmeleri, zımnen onlara zulmetmektir.

178

"Allah, kimi hidayete erdirirse artık o, doğru yolu bulmuştur; kimi de dalâlete düşünmüşse işte onlar hâsir (maddî ve manevî kaybedenlerin ta kendileridir)."

Bundan önce Allahü teâlâ, âyetlerinden sıyrılanın kıssasını o sapkınlara anlatmayı, onu misal göstermeyi Peygamberimiz’e emir buyurdu ki, onun hâlinden ibret alsınlar; içinde bulundukları dalâlet saplantısını terk etsinler ve hakka hidayet bulsunlar. Bu kelâmı ile de Allahü teâlâ, şu hakikati belirtiyor:

Hidayet ve dalâlet, Allah'tandır. Öğütler ve uyarılar ancak birer vasıtadır. Bu vasıtaların diğer fiilleri gibi yaratmanın (halkın), zahiren onlara bağlı olduğunu ve kulun, iradesini o yönde kullandığını gösteren zahirî sebepler olmak dışında bir etkisi yoktur. Şu halde burada hidayetten murat, hidayeti mûcib olabilecek sebeplerdir. Ancak bu sebepler, kesinlilde matlûba ulaştırmaz fakat matluba giden yolu gösteren kâmil birer unsur olabilirler. Hulâsa,  hidayete ulaştırmak, bu sebeplerin samlıdandır. Nitekim,

" O, müttekıîler için bir hidayettir." âyetinin tefsirinde geçti.

Burada murat, hidayeti Allahü teâlâ'ya hasretmektir. Nitekim kelâmın hasr manasını ifâde eder tarza olması da, bunu gösterir. Şu halde mana şöyledir:

Allahü teâlâ,

-kimde hidayet yaratırsa, o kimse hidayete erer; başkası değil.

-kimde hidayet yaratmazsa, veya iradesini o yönde kullandığı için kimde dalâlet yaratırsa, işte o haktan sapmış olur; hüsrana uğrayanlar da onlardır; başkası değil.

"hidayete eren kimse" kelimesinin tekil olması, hidayet yolunun bir, dalâlet yollarının ise çok olduğunu bildirmek içindir.

179

"Andolsun ki Biz, cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, onunla anlamazlar. Onların gözlen vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar. İşte onlar gaafil (hiçbir şeyden habersizlerin ta kendileridir)."

A- "Andolsun ki Biz, cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık."

Âyette önce cinler zikredilmiştir. Çünkü onlar, burada sözkonusu olan sıfatlarda daha derin (aşırı); sayıca daha çok ve yaratılışça daha eskidir.

Burada cinlerden murat, bedbahtlıklarına ezelî kelâm ile hükmedilmiş olanlardır. Ancak bu bedbahtlık, onlar tarafından gerektırici bir durum olmadan sırf cebre müstenid değildir. Fakat Allahü teâlâ onların,

- hiçbir zaman iradelerini hak yönde kullanmayacaklarını,

- bâtılda ısrar edeceklerini,

- hiçbir âyet ve uyarının kendilerini bundan çevirmeyeceğini elbette biliyordu.

Bu itibarla o cinler, bu amaç için yaratılmışlardır. Nasıl ki bütün cinler ve insanlar, fıtraten ibadete tam istidatlı olarak yaratılmışlardır.

"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" âyet-i kerimesi de bu hakikati bildirir.

B- "Onların kalbleri vardır, onunla anlamazlar. Onların gözleri vardır onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler."

Onların kalbleri, diğer kalblerdeki kemali kaybetmiştir. Ancak bu hal, hakikatte fıtrat icabı değil, fakat kalblerini, hakkı anlama yönünde kullanmaktan kaçınmaları sebebiyledir. Bu vasıflandırma, onların kalblerınin son derece katı olduğunu ifâde eder. Çünkü onların kalbleri, hiçbir halde hakkı anlamadığı için sanki daha baştan hakkı anlamaya kabiliyetsizmiş gibi yaratılmıştır. Gözleri ve kulakları için de aynı şey söylenebilir. .

Mefulun zikredîlmemesi (kalpleri ile neyi anlamadıklarının belirtilmemesi), tamim (genelleştirme) içindir. Yani onların Öyle kalbleri vardır ki, anlaşılabilen şeylerden hiçbir şeyi anlamazlar. Böylece bu genel manaya, makama uygun olan hak ile hakkın delilleri de dahil olmaktadır. Umûmî mana yerine hak ve delilleri zikredilmiş olsa, onların halleri tam olarak yansıtılmış olmazdı.

Nefyedilen görme ve işitmeden murat, cinlerin ve insanların vazifesi olduğu üzere, gerçek akıl sahiplerine mahsus idrâktir. Yoksa hayvanlar gibi bir varlığın karaltısını ve sesini hissetmek değildir.

Yani onlar görülebilen şeylerden hiçbirini görmezler. Hakka delâlet eden kâinat delilleri de buna dahildir. Ve işitilebilen şeylerden hiçbirim işitmezler. Böylece nazil olan âyetler de buna dahildir.

Onlara önce bu üç duyu organının isbat edilmesi, sonra da bu duyu organlarının şuursuzlukla vasıflandırılması onların cehalet ve azgınlığının ne kadar derin olduğunu gösterir.

C- "İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar."

Söz konusu bu kâfirler, anılan vasıfları taşımaları itibariyle,

- şuursuzlukta,

ya da,

-şuurlarının yalnız dünya hayâtının esbabına dönük olmasında dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da aşağıdırlar.

Çünkü hayvanlar, kendileri için faydalı ve zararlı olan şeyleri idrâk edeler. Hayvanlar, kendileri için ebedî bir hayât olmadığı halda olanca güçleriyle faydalıları celbetmek, zararlılardan da uzak durmak için gayret ederler. O kâfirler ise böyle değildir. Nitekim onlar, faydalılar ile zararlılar arasında ayrım yapmazlar. Hatta bunun aksini yaparak ebedî nimetleri terk eder ve ebedî azaba yönelirler.

Diğer bir görüşe göre, o kâfirler, dört ayaklı hayvanlardan daha da aşağıdır. Çünkü hayvanlar, sahiplerini tanırlar; onları anarlar ve onlara itaat ederler. O kâfirler ise, Rablerini tanımazlar; O'nu anmazlar ve O'na itaat etmezler.

Bir hadiste şöyle buyurulur:

"Her şey, Âdem oğlundan Allah'a daha itaatlidir."

Ç- "İşte onlar gaafil (hiçbir şeyden habersizlerin ta kendileridir)."

Hayvanlar gibi, hattâ onlardan bile daha aşağı olan kâfirler, derin bir gaflet içindedirler ve gafiller olarak tavsif edilmeye layıktırlar. Çünkü onlar, Allahü teâlâ'nın şanını ve yaratılmışların mahiyetini bilmiyorlar. Bundan dolayı da O'na ortak koşuyorlar. Oysa hiçbir şey O'nun misli olamaz; O, her şeyi kemaliyle işiten ve her şeyi hakkıyla gören tek varlıktır. Müşrikler, tutuyor Allahü teâlâ'nın en değersiz yaratılmışlarından olan putları O'na ortak koşuyorlar.

180

"Bütün güzel isimlet Allah'ındır. Artık onlarla O'na duâ edin ve O'nun isimleri hakkında ılhad edenleri bırakın. Onlar yaptıklarının karşılığını yalanda çekecekler."

Kâfirlerin gafletleri ve kendileri için büyük felaket olan sapkınlıkları beyan edildikten sonra burada, Allahü teâlâ'nın zikri ile O'nun zikrinin keyfiyetine halel getiren şeyler dile getiriliyor ve bundan gafil olan kimselere karşı yapılacak muamele hakkında mü'minlerin dikkati çekiliyor.

Allah'ın isimleri,

- manaların en güzelini,

- en şereflisini, en yücesini ifâde ederler.

0 halde Allahü teâlâ'ya duâ ederken O'nu o isimlerle anın ve O'nun isimlen hakkında aykırılık taşıyan şeyleri terk edin.

1- Allahü teâlâ'nın isimlerine ayları davranmak,

- ya O'nun hakkında nasla sabit olmayan ismıleri kullanmakla olur,

- ya da basit bir manayı vehmettiren isimleri kullanmakla olur. Meselâ, çöl sakinlerinin,

"Ey keremlerin Babası!", "Ey Beyaz Yüzlü!", "Ey Cömert!" demeleri gibi.

Terkten murat, ondan sakınmaktır. Allah'ın isimlerinden murat da, onların kendi iddialarına göre Allahü teâlâ'nın isimleri olarak kullandıkları isimlerdir; yoksa Allahü teâlâ'nın gerçek isimleri değildir.

2-Yahut Allahü teâlâ'nın isimleri hakkında aykırı davranmak, O'nun bazı isimlerini kullanmamaktır. Nitekim onlar,

"- Rahman da nedir? Biz Yemâme Rahmanı'ndan başkasını bilmiyoruz!" demişlerdi. O isimleri bırakmak da onları başkası hakkında kullanmaktan sakınmaktır.

İsimlerden murat da, Allahü teâlâ'nın gerçek isimleridir. Yani Allahü teâlâ'nın bütün isimlerini O'nun hakkında kullanın ve bazı isimlerini ayırmaktan sakının.

3 - Yahut da Allahü teâlâ'nın isimleri hakkında aykırı davranmak,

- ya o isimleri O'dan başkası hakkında kullanmakla olur ki müşrikler, putlarına ilâh ismini veriyorlardı;

- Ya da Allahü teâlâ'nın bazı isimlerinden putların isimlerini türetmekle olur ki müşrikler, "el-Lât"ı, Allah'tan ve el-Uzzâ'yı de el-Aziz'den türetmişlerdi.

Buna göre, isimlerden murat, ikinci vecihte olduğu gibi Allahü teâlâ'nın gerçek isimleridir. Buna göre, âyetteki bırakmaktan murat, ondan sakınmak değildir. Çünkü mü’minlerden şirk sâdır olması düşünülemez ki, onun terk edilmesi onlara emredilsin.

Bu takdirde ondan murat, onlardan yüz çevirmek, onların yaptıklarına aldırmamak ve yakında başlarına gelecek azabı beklemektir.

Sanki,

"-Niçin onların şirkine aldırmayacağız ve onları cezalandırmayacağız?" denilmiş de, bunun cevabında:

"- Çünkü şüphesiz yakında onlara azap inecek ve yüreğiniz soğuyacaktır!" denilmiştir.

İlk iki veçhe göre ise mana şöyledir: Siz onların şirkinden ictinab edin ki, onların basma gelenler, sizin başınıza gelmesin; zira onların şirki ermin azabı onlara inecektir.

181

"Bizim yarattıklarımızdan öyle bir ümmet var ki onlar hakka hidayet ederler ve onunla adaleti gerçekleştirirler."

Bu kelâm ıcmalen, insanlarla cinlerden dalâlet ve şirk vasfı taşıyanlar dışında kalanların halini bildirir.

Yahut onlar,

- insanlara hak kelimesi ile hidayet eder, doğru yolu gösterirler;

- aralarında hak ile hükmederler;

- ve hükümlerinde asla haksızlık etmezler.

Rivâyete göre Peygamber, bu âyeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:

" Bu âyet, sizin hakkınızdır. Sizden önce de bunun benzeri verilmişti."

"Mûsa'nın kavminden bir topluluk vardır ki onlar hak ile hidayet eder ve adaleti yerine getirirler."

Yine rivâyet olunduğuna göre Peygamber şöyle buyurmuştur:

"İsa, nazil oluncaya kadar benim ümmetimden her zaman hak üzere bir zümre olacaktır."

Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın kıyamet emri gelinceye kadar benim ümmetimden hak üzere bir zümre her zaman olacaktır."

Bir diğer rivâyet göre ise, Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın kıyamet emri gelinceye kadar benim ümmetimden Allah'ın emrim uygulayan bir zümre her zaman olacaktır; onlara yardım etmeyenler ve muhalefet edenler, kendilerine zarar veremeyeceklerdir. Onlar, hep galip olacaklardır."

Bu âyet, icmâm sıhhatine açıkça delâlet eder.

Âyette o zümrenin, insanlara hidayet etmekle vasiflandırılmaları ile yetinilmesi, onların zaten hidayet üzere olduklarını bildirir.

182

"Âyetlerimizi tekzib edenlere gelince; Biz onları bilmedikleri bir yerden tedricen (helake yaklaştıracağız)."

Bu âyet, hidayet edenlerin, hidayet ettikleri ve adaleti gerçekleştirdikleri hakkı tesbit ve korkutma suretiyle insanları hidayete sevkeder.

"Âyetlerimizi yalanlayanlar var ya; onları yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlar ise, bunu bilmeyecek; aksine bunun, Allahü teâlâ'dan kendileri için bir lütuf ve yakınlaştırma olduğunu zannedeceklerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar, kendilerine yapılmak isteneni bilmezler, demektir.

Hulâsa,  onlar, azgınlık ve isyana tamamen battıkları halde Allahü teâlâ, onlara sürekli nimetler bahşeder. Onlar da, bunun, Allahü teâlâ'dan kendileri için bir lütuf olduğunu sanırlar; böylece onların şımarıklığı ve azgınlığı daha da artar. Ancak bundan amaç, onların nimet derecelerinde değil, fakat isyan derecelerinde yükselmeleridir ki, sonunda azap kelimesi (hükmü), feci ve şeni haliyle gerçekleşsin.

183

"Onlara mühlet de veririm. Şüphesiz benim keyd (düzen)im çok çetindir."

Şüphesiz benim düzenim güçlüdür; hiçbir kuvvet ve hile ile engellenemez.

Bu ilâhî düzenden murat:

- Ya istidrâc (yavaş yavaş helake yaklaştırılmak)tır; bu takdirde, onun sonuçları mühlet verme ve ansızın şiddetle yakaiayıştır. Buna keyd (düzen) denilmiştir; çünkü zahirî lütuftur; içyüzü (bâtını) ise kalırdır;

- Ya da o yakalayışın kendisidir; bu halde ona keyd (düzen) denilmesi, ön hazırlıkları böyle olduğu içindir.

184

"Onlar arkadaşlarında cinnetten eser olmadığını hiç düşünmezler mi? O, apaçık bir nezîr (uyarıcı) den başka değildir."

Bu âyet, Peygamberimiz'e ve ona indirilen âyetlere iman etmeyenlerin düşüncesiz tutumlarını red ve takbih eder.

Onlar arkadaşları Mulıammed'de cinnetten eser oknadığını hiç düşünmezler mi? Gerçekten düşünselerdi, onun sâdık ve nübüvvetinin hak olduğunu idrâk ve sonuçta hem ona hemde ona indirilen âyetlere iman ederlerdi.

Bir görüşe göre de, " Hiç düşünmediler mı?" ibaresiyle soru cümlesi bitiyor. Bundan sonra inkâr, taaccüp ve iskât yoluyla:

"Arkadaşlarındaki delilik nedir?",

yahut,

"- Arkadaşlarında delilikten eser yoktur." diye yeni bir cümle başlıyor. Allah Resulünün sahib olarak ifâde edilmesi,

- Peygamberimiz’in onlarla uzun bir zaman arkadaşlık etmesinden,

- onun onların söylediklerinden uzak olmasındandır. Bu da inkârı pekiştirir.

Peygamberimiz’de deliliğin sübutu imkânsız iken, bunun reddine ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü akıl ve âdet dışı sözler söylemek,

- ya delilerden;

- ya da ilâhî inayete mazhar, gayb işlerinden haberdar kimselerden sâdır olur. Ve Peygamberimiz de delilikten eser olmadığına göre, onun ilâhî inayete mazhar bulunduğu kesinleşir.

Rivâyete göre Peygamber, bir gece Safa tepesine çıktı ve oymak oymak Kureyş'i çağırmaya başladı; onları Allahü teâlâ'nın azabından sakındırdı. Kureyş'ten bir zât da,

"- Sizin arkadaşınız, gerçekten delidir; geceden sabaha kadar bağırıp çağırıyor!" dedi.

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu rivâyete göre:

- onda delilik bulunmadığının sarahatle belirtilmesi, onların çirkin iddialarını reddetmek;

- Peygamberimiz’in arkadaş olarak ifâdesi de onların sözüne teşbih içindir. (Onlar, Peygamberimizi arkadaş olarak ifâde ettikleri için âyette de arkadaş olarak ifâde edilmiştir.)

" O, apaçık bir nezîr'den başka değildir." cümlesi makablinin mefhûmunu ve Peygamberimiz’in gerçek hâlini açıklar. Bu cümle,

" Bu, bir beşer değil. Bu, ancak kerîm bir melektir." âyetinin ifâdesi kabilindendır.

Yani Hazret-i Muhammed, onlara sonsuz şefkatini göstermek ve mazeretlerini tamamen ortadan kaldırmak için, çok uyaran bir peygamberden başkası değildir.

185

"Onlar göklerin ve yerin melekutuna (mülkiyet ve tasarrufuna) ve Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmazlar mı? Artık bu sözden sonra neye inanacaklar?"

A- "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna (mülkiyet ve tasarrufuna) ve Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmazlar mı?"

Bundan önce o kâfirlerin, Peygamber’in yüce şanını düşünmedikleri belirtilmişti. Şimdi burada da, nazil olan âyetlerin sıhhatine şahit âfakıî (haricî) ve enfusî (dahik) kevnî âyetleri düşünmemeleri takbih ediliyor.

Onları göklerin ve yerin delalet ettiği büyük hükümranlığa ve sonsuz kudrete tefekkür gözüyle bakmadılar mı?

Burada dikkatlerin göklere ve yere çekilmesi o büyük hükümranlığm onlarda açıkça belli olmasındandır.

Yine onlar, Allahü teâlâ'nın yarattığı herhangi bir şeye bakmazlar mı?

Allahü teâlâ'nın muazzam hükümranlığma delâlet noktasında bütün yaratıklar müşterek olduğu için bu tamim (umûmîleştirme) yapılmıştır.

Diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

"Her şeyin mülkiyet ve tasarrufu kudret elinde olan Allah'ın şânı ne yücedir."

Âyette göklerden ve yerden sonra her şeyin zikredilmesi, bu delâletin sadece büyük yaratıklarda değil küçük yaratıklarda da mevcut olduğunu ifâde eder.

Hulâsa,  onlar, göklere ve yere veher ikisinde yaratılmış olan büyük, küçük bütün mahrukata bakmazlar mı ki;

- Allahü teâlâ'nın vahdaniyet ilmini,

- o âyetlerin ifâde ettikleri diğer şanları görmezler ve onlara iman etmezler.

Her iki nevî âyetin delâlet ettiği gerçek birdir. Çünkü kâinatta bulunan büyük küçük her varlık, Mecîd (ihsanı bol, yüceler yücesi) Yaradan'a parlak bir delil ve tevhid âlemine giden açık bir yoldur.

Yine onlar, kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? Onlar belki de yalanda öleceklerdir. O halde onlara ne oluyor ki, yalanladıkları Kur’ân âyetlerinin şahitleri olan kâinat âyetlerini düşünmek için acele etmiyorlar?

Ecel kelimesinin kıyamet anlamında olması da caizdir. Buna göre ecelin onların zamirine izafe edilmesi, kıyameti inkâr etmeleri ve onu tartışma konusu yapmaları münasebetiyledir.

B- "Artık bu sözden sonra neye inanacaklar?"

Onlar,

- âyetlerimi yalanladılar,

- tasdiki gerektiren Peygamber’in ve kâinatın hallerini tefekkür etmediler.

Peygamber’in yanında bunca kuvvetli delil varken, onu yalanladıktan sonra artık hangi söze inanacaklar!?

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar, beyanın zirvesinde bulunan Kur’ân'a inanmadıktan sonra artık hangi söze inanacaklar!?

Bir diğer görüşe göre ise, bu kelâm, onların, zikredilen âyetleri düşünmeyi ihmal etmelerine terettüb eden bir inkâr ve iskâttır. Sanki şöyle denilmiştir:

"- Belki, de onların ecek yaklaşmıştır. O halde fırsat kaçmadan niçin Kur’ân'a imanda acele etmiyorlar ve hak ortaya çıktıktan sonra daha ne bekliyorlar ve bundan daha haklı hangi söze inanmak istiyorlar?"

Başka görüşe göre ise, mana şöyledir:

"- Ecelleri geldikten sonra artık hangi söze inanacaklar?"

Bir başka görüşe göre ise, mana şöyledir:

"- Resûlüllah insanların en kadar iken, onun sözünden sonra artık hangi söze inanacaklar?"

186

"Allah, kimi dalâlete düşürürse artık ona hidayet edecek yoktur. Ve O, onları kendi tuğyan (taşkınlık)ları içinde bocalar bırakır."

Bu âyet, makabli için bir izah olup o kâfirlerin, kalplerinin mühürlendiğini bildirir. Allahü teâlâ kimi şaşırtırsa, kimse onu hidayete erdiremez. Ve onları azgınlıkları içinde bocalar ve şaşkın bırakır.

187

"(Resûlüm) senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar.

De ki:

"- Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onu vakti gelince ortaya çıkaracak olan ancak O'dur. O, göklerde de, yerde de ağırdır. O, size bağteten (ansızın, hiç beklemediğiniz bir anda) gelecektir. Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi senden soruyorlar.

(Resûlüm) de ki:

"- Onun ikni Allah katındadır. Fakat insanlardan çokları bilmezler."

A- "(Resûlüm) senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar."

Bu âyet, kâfirlerin bazı sapıldık ve azgınlıklarının hükümlerini bildirir.

"Saâ't" kelimesinin kıyamet anlamında kullanılması,

- ya ansızın vuku bulmasından,

- ya da o gün hesapların sür'atle görülmesinden,

- yahut da pek uzun bîr zaman olduğu halde Allahü teâlâ katında bir saat kadar olmasından dolayıdır.

Bir görüşe göre, Yahudilerden bir topluluk dediler ki:

"- Ya Muhammed, eğer sen peygamber isen, kıyametin ne zaman kopacağını bize haber ver! Biz kıyametin ne zaman kopacağını kesinlikle biliyoruz."

Yahudiler, bu bilginin yalnız Allahü teâlâ katında olduğunu bildikleri halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) i imtihan için soruyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu soranlar, Kureyş'lilerdi.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır."

Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilginin Allahü teâlâ katında olmasının manası şudur:

Allahü teâlâ, bu bilgiyi yalnız Kendine ayırmıştır; onu mukarrebîn (Allah'a yalan melekler) ve Peygamberler de dahil, hiç kimseye bildirmemiştir.

C- "Onu vakti gelince ortaya çıkaracak olan ancak O'dur."

Bu cümle, kıyamete kadar bu ilmin yalnız Allah katında kalacağını beyan eder. Teşriî hikmet bunu gerektirir. Çünkü kıyamet vaktinin gizli tutulması, itaate daha teşvik edici ve günahlardan daha fazla caydırıcıdır. Nitekim insanın ne zaman öleceğini bilmemesi de, böyledir.

Ç- "O, göklerde de, yerde de ağırdır. O, size ancak bağteten (ansızın, hiç beklemediğiniz bir arıda) gelecektir."

1. Kıyamet, gök ehli olan meleklere için de, yer ehli olan insanlar ve cinler için de ağırdır. Kıyametin gizli ve akıl üstü olması hepsini meşgul etmiştir.

2.

Diğer bir görüşe göre ise, kıyamet het şey ve herkes için ağırdır. Bunların hepsi de kıyametin çetin ve korkunç hallerinden çekinip korkar.

3.

Bir diğer görüşe göre ise, kıyamet onlara ağır gelmiştir; çünkü onlardan hiçbir varlık kıyametin dehşetine dayanamaz.

Ancak bu manalardan birincisi, ma-kabline ve mâba'dine en münasip olanıdır. Çünkü ondan hemen sonra, " o, size ancak ansızın gelir" denilmektedir. Şu halde kıyametin ağırlığı, gizliliğınde olmalıdır. Kıyamet, ancak ansızın ve insanlar gaflet hâlinde iken gelecektir. Nitekim Peygamber şöyle buyurur:

"Kimi, havuzunu onarırken; kimi, koyunlarını sularken, kımı çarşıda mallarını pazarlarken ve kimi, terazisiyle mal tartarken kıyamet aniden kopacaktır."

D- "Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi senden soruyorlar."

Bundan önce, bu suali Resûlüllah'a tevcih etmenin hatâ olduğu beyan edilmişti. Şimdi burada da,

- sanki Resûlüllah biliyormuş,

- ya da sanki bilmek, peygamberliğin gereklerindenmiş gibi bunu sormalarının hatâ olduğu belirtiliyor.

"Hafiyy" kelimesi, şefkat anlamındaki "hafavet" kökündendir. Kureyş'liler, Peygamber’e demişlerdi ki:

"- Seninle bizim aramızda akrabalık var; onun hatırı için kıyametin ne zaman kopacağını bize söyle!" Buna göre, mana şöyle olur:

"- Sanki sen, onlarla olan akrabalığmdan dolayı şefkat gösterip kıyametin vaktim yalnız onlara söyleyecek ve başkasıdan gizliyecekmişsin gibi sana soruyorlar."

Bir diğer görüşe göre ise, "hafiyy" kelimesi, sevinmek anlamındadır. Yani,

"- sanki sen bu suale seviniyormuşsun gibi sana soruyorlar; oysa sen bu suali sevmezsin; çünkü bu, Allahü teâlâ'nın, ilmini Kendisine ayırdığı gayb haremine taarruzdur."

E- "(Resûlüm) de ki :

"- Onun ilmi Allah katındadır. Fakat insanlardan çokları bilmezler."

Burada Resûlüllah'a ilk cevabı tekrar etmesinin söylenmesi, hükmü tekit, izah ve burhanı (istidlak) yoldan hükmün illetini bildirmek içindir.

Burada Zat (Allah) isminin zikredilmesi,

- İlim sıfatının da dahil olduğu bütün kemal sıfatların bu isimde mündemiç olduğu,

- "Fakat insanlardan çokları bilmezler" cümlesiyle de onların cehaletine tariz yapıldığı içindir.

Yani insanların çoğu, kıyamet ilminin Allahü teâlâ'ya mahsus olduğunu bilmezler. Bu yüzden,

- bazıları, bu hakikatlerden hiçbir şey anlamazlar ve bunları inkâr ederler;

-bazıları da, kıyametin mutlaka kopacağını bilirler ve senin, onun vaktini bildiğin, iddia ederler;

- bazıları da, kıyamet vaktini bilmenin, peygamberliğin gereklerinden olduğunu sanırlar ve bu suali, senin nübüvvetini tenkide vesile yaparlar.

Onlardan istisna edilenler, gerçek hak bilen mü'minlerdir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) i imtihan için bunu soran Yahudiler de, cahillere dahildir. Çünkü onlar da, bildikleri ile amel etmezler.

188

"(Resûlüm) de ki:

"- Ben Allah'ın dilediğinden başka nefsim için ne bir menfaat celbine ne de bir zararı önlemeye muktedir değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok hayır işlerdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için nezk (uyarıcı) ve beşîr (müjdeleyıci)den başka değilim."

A- "(Resûlüm) de kı :

"- Ben Allah'ın dilediğinden başka nefsim için ne bir menfaat celbine ne de bir zararı önlemeye muktedir değilim."

Daha önce bütün yaratılmışların kıyamet vaktini bilmekteki aczi ifâde edilmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in de onun vaktim bildiği iddiaları çürütülmüştü. Şimdi burada da Peygamberimiz’in de onun vaktini bilmediği sarahatle bildiriliyor.

"De ki" emrinin tekrar edilmesi, cevabın son derece önemli olduğunu belirtmek ve birincisinden tamamen ayrı ve bağımsız olduğuna dikkat çekmek içindir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in kendi nefsine fayda ve zarar vermekten âciz olmasının belirtilmesi, burhanı (istidlak) yoldan, kıyamet vaktini bilmekten âciz olduğunu isbat içindir.

B- "Eğer gaybı bilseydim daha çok hayır işlerdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı."

Eğer ben, gavbı ve ezcümle hâdiselerin sebep ve sonuçlarını kesin olarak bilseydim, insanların ihtiyarî fiillerine bağlı olan hayırların sebeplerini hazırlamak ve engellerini ortadan kaldırmak suretiyle o hayırları çok yapardım ve sebeplerinden sakınmak ve manilerine karşı müdafaa etmek suretiyle kendisinden uzak durmak mümkün olan kötülükler bana hiç dokunmazdı. Yoksa bu kötülükten maksat, bütün kötülükler demek değildir; çünkü bazı kötülüklerden uzak durnak mümkün değildir.

C- "Ben inanan bir kavım için nezir (uyarıcı) ve beşîr (müjdeleyıcı) den başka değilim."

Ben ancak uyarmak ve müjdelemek için peygamber olarak gönderilmiş bir kulum. Benim haiz olduğum bilgiler, bunlarla ilgili olan dinî ve dünyevî bilgilerdir; yoksa şer'î hükümlerle arasında hiç alaka bulunmayan gayba vâkıf olmak benim işim değildir. Ve kıyamet hakkında uyarı ile ilgili hususları,

- onun mutlaka geleceğini,

- gelmesinin yakın olduğunu açıkladım.

Onun vaktini tayin etmek ise, vazifem olan uyarının gereği değildir; çünkü daha önce izah edildiği gibi, kıyamet vaktinin mübhem kalması, günahlar için daha çok caydırıcıdır.

Âyette uyarıcının müjdeciden önce zikredilmesi, bu makamın uyarı makamı olmasından dolayıdır.

" inanan bir kavim için" kaydı,

-ya her ikisi (uyarıcı ile müjdeleyici) içindir; çünkü inananlar, müjdeden faydalandıkları gibi uyandan da faydalanırlar;

-ya da yalnız yalnız müjdeleyici içindir. Uyarı ise, küfür üzere kalanlar içindir.

"- Ben, ne zaman olursa olsun, iman eden bir kavım için müjdeleyiciyim."

Şu halde bu kelâm, imanı gerçekleştirmek hususunda kâfirler için büyük bir teşviktir ve küfür ile azgınlıkta ısrar edenler için de büyük bir sakındırmadır.

189

"Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da sükûnet bulması için eşini meydana getiren O'dur. O, onu kucaklayınca eşi hafif bir yük yüklendi. Sonra bir süre geçti. Ne zaman ki ağırlaşti, Rabbleri Allah'a şöyle duâ ettiler:

"- Eğer Sen bize saklı bir çocuk verirsen, elbette biz de şükredenlerden oluruz!"

A- "Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da sükûnet bulması için eşini meydana getiren O'dur."

Burada bir tek nefisten murat, Âdem'dir

Bu cümle, bu sûrenin başında icmali olarak temas edilen, Âdem'in şahsında insanların yaratılışı ve tasvirleri için bir çeşit açıklamadır.

Havva'nın Âdem'in (aleyhisselâm) nefsinden yaratılması, iki manaya gelebilmektedir . Şöyle ki:

1-Havva'nın Âdem'in cinsinden yaratılması demektir.

" Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı..." âyeti de, bu hakikati ifâde eder.

2-Havva'nın Âdem'in bedeninden yaratılması demektir. Rivâyete göre Allahü teâlâ, Havva'yı Âdem'in eğe kemiklerinin birinden yarattı.

Ancak birinci mana, daha münasiptir; çünkü gelecek sonucu doğuran cüz'iyet değil, fakat cinsiyettir (aynı cisten olmasıdır).

Âdem'in eşi Havva ile sükûnet bulması, izdivacı sağlıklı kılacak ünsiyet ve huzur bulması demektir.

B- "O, onu kucaklayınca eşi hafif bir yük yüklendi."

Havva, gebeliğin ilk aşamasında hafif bir yük yüklendi. Zira henüz nutfe, ya da kan pıhtısı, yahut bir çiğnemlik et, daha sonraki aşamalara göre çok daha hafiftir. Hamlin hafifliğinin zikredilmesi, önce yoktan var etmek, sonra güçsüze güç vermek şeklinde Allahü teâlâ'nın aşamak yaratmasındaki nimetine işaret içindir.

C- "Sonra bir süre geçti. Ne zaman ki ağırlaştı, Rabbleri Allah'a şöyle duâ ettiler:

Eğer sen bize sâlih bir çocuk verirsen, elbet biz de şükredenlerden oluruz."

Yani bir süre o hafif yükle eskisi gibi yaşadı; kolaylıkla kalktı, oturdu; işlerini gördü.

Bu mana, "merret" fiilinin, İbn Abbâs (radıyallahü anh) kıraetinde olduğu gibi şeddeli başka bir ifâdeyle iki" r" ile olmasına göredir.

Diğer bir kırâete göre ise anılan fiil, şeddesiz, yani tek" r" iledir. Buna göre anılan fiil, gidip gelmek anlamındadır. Yani bir müddet o hafif yükle gidip geldi, dolaştı, demektir.

Yahut o şeddesiz fiil, zannetmek anlamındadır. Yani hamile kaldığını zannetti ve ondan şüphelendi, demektir.

Baz âlimlere göre mana şöyledir:

Havva vakdemizin hamileliği pek hafif geçti; diğer bazı hamilelerin çektiği sıkıntı ve eziyeti çekmedi ve onların hissettikleri ağırlığı hissetmedi. Hamlini süre eksikliği ve düşük olmadan normal doğum zamanına kadar onu taşıdı.

Ancak âyetteki "ne zaman ki ağırlaştı" ifâdesi, bu görüşü reddeder. Çünkü bunun manası, "çocuk, karnında büyüdüğü için ağırlaşınca..." demektir.

Âdem ile Havva o zamana kadar akşık olmadıkları ve sonucunu da bilmedikleri bu durumla karşılaşınca, Allahü teâlâ'ya, kendilerine kusursuz bir çocuk vermesini niyaz ettiler ve karşılığmda şükür va'dederek şöyle dediler:

"- Eğer Sen bize kendi cinsimizden kusursuz bir çocuk veririsen, andolsun ki, biz ve bizim neslimizden gelecek zürriyetimiz, hiç şüphesiz Senin nimetlerine ve ezcümle bu nimetine her zaman şükredenler oluruz."

Bu cevap, mezkûr şarta bağlanmış, çünkü Âdem ile Havva biliyorlardı ki, dualarını bağladıkları husus, diğer insanlar için de bir örnektir ve gerek zât, gerekse sıfat olarak onun bir ölçüdür; onun mevcudiyeti, diğerlerinin mevcudiyetini ve İyiliği, diğerlerinin iyiliğini gerektirir. Bu itibarla o yük hakkındaki duaları, zımnen bütün zürriyeteri için duadır ve o duayı gerektirir. Sanki Âdem ile Havva

"-Ya Rab! Eğer bize ve zürriyetimize kusursuz evlat bahşedersen..." diye etmişlerdir.

"Rabbleri Allah'a" buyrulması, onların,

"-Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik..." âyetinde olduğu gibi, dualarına "Ey Rabbimiz!" diye başlamış olmalarındandır.

190

"Fakat Allah, onlara sâlih bir çocuk verince, her ikisi de Allah'ın kendilerine verdiği çocuk konusunda O'na ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."

A- "Fakat Allah, onlara sâlih bir çocuk verince, her ikisi de Allah'ın kendilerine verdiği çocuk konusunda O'na ortaklar koştular."

Allahü teâlâ, Âdem ile Havva'ya çocuk; çocuklarına da çocuk... verince, onlar tuttular O'na birtakım ortaklar koştular. Nitekim ana baba olarak çocuklarına " Menafin Kulu" ve " Uzzâ'nın Kulu" gibi isimler verdiler.

Müşriklerin, ibadette Allahü teâlâ'ya ortak koşmaları, daha ağır ve öncelikli iken, kınama makamında onların çocuklarına verdikleri isimler sebebiyle şirk koşmalarının üzerinde durulmuştur. Çünkü burada nazm-ı kerimin siyakı, kusursuz çocuk nimeti karşılığında şükür vecibesinin ihlâl edildiğini vurgulamaktır. Ve onların, çocuk nimeti karşısında ilk küfür ve nankörlük, çocuğa o neviden isim vermektir.

Eğer denilse ki, burada muzaf, mahzuf olup muzafun ileyh onun yerme kaim olmuştur. Nitekim,

"Hatırlayın o zamanı ki sizi Fir’avun’un adamlarından (âl-i firavun) kurtarmıştık." âyette böyledir.

Zira "âl-i firavun"dan kurtarılmak, hakikatte o Yahudilerin selefleri ile ilgili ise de, minnet makamının hakkının tam olarak verilmesi için, bu nimet, haleflere de teşmil ve kurtarma nimeti onlara da nisbet edilmiştik. Keza,

"(Resûlüm onlara) de ki:

- Eğer siz gerçekten mü'minler idiyseniz bundan önce Allah'ın Peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" âyeti de bu nevidendir.

İşte bu âyette de öldürme, hakikatte atalarının cinayeti olduğu halde, kınama ve iskât makamının hakkını vermek için, onların da atalarının cinÂyetine rıza göstermeleri sebebiyle bu cinayet kendilerine isnat edilmiştir.

Hiç şüphe yok ki, Âdem ile Havva, Allahü teâlâ'ya ortak koşmaktan münezzehtir fakat bu şirkin sureta onlara isnadının sebebi nedir?

Buna cevaben deriz kı, bunun sebebi, Âdem ile Havva Sinm evlâ (en üstün) olanı terk etmeleridir. Çünkü Âdem ile Havva, evlatlarının hallerini bilmeden onları da kendi nefislerine dahil;

- kendi şükürleri zımnında onların da şükürlerini iltizam ve buna yemin etmişlerdi. İşte Allahü teâlâ, bu kelâm ile:

- onların çocuklarının şükrü ihlâl etmelerim, kendileri yeminle va'dettıkleri şükrü ihlal etmiş,

- onların çocuklarının yeminlerini bozmalarını, kendileri yeminlerini bizzat bozmuş gibi sayıldığını belirtmiş oluyor.

Ayrıca bu kelâm, şirk koşanların cinÂyetinin ikiye katlandığını zımnen bildirmiş oluyor. Çünkü evlatların şirk koşmaları, Âdem ile Havva'yı da, yemim bozmuş ve yemine muhalefet etmiş durumuna düşürüyor.

Böylece şirk koşanlar, hem Allahü teâlâ'ya, hem de Âdem ve Havva'ya karşı cinayet işlemiş oluyorlar.

B- "Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."

Bu kelâm, taaccüp manasını da içeren bir tenzih olup Allahü teâlâ'nın,

- şirkten alıkoyan,

- tevhide ileten kudretinin hükümlerinden,

- ve nimetinin eserlerinden çıkan sonucu ifâde eder. Onların ortak koşmakta olduklarından murat,

-ya mezkûr isimlendirmeleridir,

-ya da bunun da öncekide dahil olduğu mutlak şirktir.

Bir görüşe göre de,

-"Sizi bir tek nefisten yaratan" hitabı Kureyş'ilerden Kusayy'ın evladı içindir ve bu ifâdedeki, nefisten murat da, Kusayy'ın kendisidir.

Çünkü onlar, Kusayy'dan yaratılmışlardır. Kusayy'ın eşi de, kendi cinsinden Kureyş'li bir Arap idi. Bu Karı-koca, Allahü teâlâ'dan kusursuz bir çocuk niyaz etmişlerdi. Allahü teâlâ ise, onlara dört oğlan verdi. Onlar da, çocuklarına:

- Menafin kulu,

- Güneşin kulu,

- Yurdun kulu isimlerini vermişlerdi.

Buna göre, "Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir" cümlesindeki "onları" zamki, Kusayy ile eşini ve onların yolundan giden nesillerini ifâde eder.

Bir görüşe göre de, Havva validemiz, hâmile kalınca, İblis, bir adam suretinde geldi ve ona dedi ki:

"- Senin karnında ne olduğunu acaba biliyor musun? Belki de o bir hayvandır, ya da bir köpektir, ya da bir domuzdur. O nereden çıkacak acaba biliyor musun? "

Havva bu sözlerden kokuya kapıldı ve bunu Âdem'e anlattı. Öylece ikisi de endişe duymaya başladılar. Sonra iblis, tekrar Havva'ya geldi ve dedi ki:

"- Benim Allahü teâlâ katında yüksek mertebem vardır. Bunun için eğer ben, onu senin gibi bir yaratık kılması ve onun doğumunu kolaylaştırması için Allahü teâlâ'ya duâ edersem, onun adını " Haris'ın kulu" koyar mısın?"

İblis'in, melekler arasındaki adı Haris idi. Havva anamız da, İblis'in teklifini kabul etti. Nihayet Havva, çocuğunu doğurunca, adını Abdu'l- Haris koydu.

Ancak bu görüş, hiç itimada şayan değildir. Çünkü Âdem isimler ve varlıklar ilminde en büyük âlim idi. Bu itibarla Âdem'in iblis'i ve onun adını bilmemesi ve bu tehlikeli işte ona uyması, imkânsıza yakıtı bir şeydir.

Allahü teâlâ, halûkatı herkesten iyi bilir.

191

"Hiçbir şeyi yaratamayan, kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar."

Bu âyet,

- onların Allahü teâlâ'ya ortak koştukları şeylerin ölümlü olduklarını beyan suretiyle bütün müşrikleri kınamak, mutlak olarak onların ortak koşmalarını kınamak,

- ve Allahü teâlâ hakkındaki inançlarının yanlışlığını belirtmek anlamını içerir. Yani onlar, hiçbir şeyi yaratmaya muktedir olmayan varlıkları mı Allahü teâlâ'ya ortak koşuyorlar? Oysa mâbûd, kendisine tapanın mutlaka yaratıcısı olmakdır.

192

"O koştukları ortaklar, ne onlara, ne de kendilerine yardım edebilirler."

O putlar, bir menfaati celb veya bir zararı defetme konusunda kendilerine tapanlara yardımcı olamadıkları gibi, bizzat kendilerine de yardım edemezler.

193

"Eğer siz onları hidayete (doğru yola) çağırsanız, size tâbi olmazlar. Onları çağırsanız da, sükût etseniz de sizin için birdir."

Burada onların kınanmasına ve susturulmasına ziyadesiyle önem verildiği için âyetin hitabı doğrudan müşriklere müteveccihtir. Şöyle ki:

"- Ey müşrikler! Eğer siz, dileklerinizi gerçekleştirmek veya kötülüklerden sakınmak amacıyla size yol göstermeleri için onlara duâ ederseniz onlar size cevap veremezler; sizin muradınız ve talebiniz de hâsıl olmaz; onları çağırsanız da, çağırmasanız da birdir. Onların halinde bir değişiklik olmaz. Onlar hep cansız varlıklar olarak kalırlar. Sizin halinizde de bir değişiklik olmaz."

Bir görüşe göre ise, âyetin hitabı doğrudan Müslümanlara müteveccihtir. Şöyle ki:

"- Yani ey Müslümanlar! Siz, müşrikleri hidayete, İslâm'a çağırırsanız onlar size uymazlar."

Ancak nazm-i kerimin siyak ve sibakı bu görüşe müsait değildir. Kaldı ki, böyle olmuş olsa, "sizin için birdir" ifâdesi yerine, "onlar için birdir" ifâdesinin kullanılması gerekirdi. Nitekim,

" Şüphesiz o küfredenleri inzar etsen de etmesen de onlar için birdir. Onlar iman etmezler." âyeti de böyledir. Zira çağırıp çağırmamanın bir olması, çağıranlara göre değil, fakat müşriklere göredir. Çünkü çağıranlar, çağırma sevabını kazanmış olurlar.

194

"Allah'tan başka duâ ettikleriniz, sizin gibi kullardır. Eğer (iddianızda) sâdıklarsanız, haydi onları çağırın da size cevap versinler."

Ey müşrikler! Allahü teâlâ'dan başka sizin taptıklarınız ve tanrı diye adlandırdığınız putlar, sizin gibi kullardır. Fakat her cihetten değil, Allahü teâlâ'nın mülkü, emirlerina amade ve fayda ile zarar sağlamaktan âciz olmak cihetlerinden sizin gibidirler.

Putlar, bu konuda kendilerine tapanlara benzetilmişlerdir. Çünkü putlara tapanlar, kendi aczlerini itiraf ediyolardı ve pudarın, bunlara muktedir olduklarım iddia ediyorlardı.

Son cümle, onları susturmak üzere makablinin mefhûmunun hakikatini açıklar. Şöyle ki:

"- Eğer o putların, sizin âciz olduğunuz şeylere muktedir oldukları iddiasında sâdıklarsanız, bir menfaat celbi, ya da bir zararın defi için haydi, onları çağırın!"

195

"Onların yürüyecek ayakları mı, yoksa tutacak elleri mi, yoksa görecek gözleri mi, yoksa işitecek kulakları mı var?

(Resûlüm) de ki:

"- Haydi ortaklarınızı çağırın; sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın!"

A- "Onların yürüyecek ayakları mı, yoksa tutacak elleri mi, yoksa görecek gözleri mi, yoksa işitecek kulaklarımı var?"

Bu, birinci İskâttan sonra ikinci bir iskâttır ve onların aczini ortaya koyan icâbetsizkleri tekid eder. Özellikle onların, ulûhiyyet vasfı ile hiç ilgileri bulunmadığını gösterir. Çünkü cisim olan şekillerden emre icabet ancak,

- o cismin hayatiyeti, ’

- hareket ettirici kuvveti,

- idrâk gücü olduğu tadırde tasavvur olunabilir.

Bunlardan hiçbirine sahip olmayan bir varlık ise, bütün fiillerden yoksundur. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- O putların, icabeti gerçekleştirecek bu vasıtaları var mı ki, onların size icabeti mümkün olsun!"

Bunlardan her birinin tek başına olmaması bile icabetin imkânsızlığını göstermek için yeterli iken, inkâr ve redd, bu dört uzuvdan her birine ayrı ayrı tevcih edilmek suretiyle tekıd tekrar edilmiştir.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Haydi ortaklarınızı çağırın; sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın."

Bundan önce müşriklerin Allahü teâlâ'ya koştukları ortakların, hiçbir şeye muktedir olmadıkları beyan edilmişti. Şimdi burada, Resûlüllah'ın, onlara karşı,

- hüccet (deki) göstermesi,

- onları tekrar susturması emrediliyor. Resûlüm, müşriklere de ki:

"- Allahü teâlâ'ya ortak koştuklarınızı, çağırın, Bana karşı onlardan yardım isteyin; sonra hepiniz, siz ve ortak koştuklarınız bana tuzak kurunuz; onların muktedir oldukları tuzak ve hilelerin bütün unsurlarına da sonuna kadar baş vurun ve tuzağın hazırlıklarını tamamladıktan sonra da Bana hiç mühlet vermeyin; çünkü ben, size hiç mı hiç aldırmıyorum."

196

"Şüphesiz ki benim velîm, Kitab'ı indiren Allah'tır. Ve bütün sâlih kullara velîlik eden O'dur.

Bu âyet, kelâmın siyakından açıkça anlaşılan aldırmazlığm sebebini bildirir.

Allahü teâlâ'nın, Kitab'ı indirmekle vasıflandırılması, velÂyetin deliline ve aldırmazlığın diğer bir sebebine işaret etmek içindir. Sanki şöyle buyrulmuştur:

"- Ben size de, sîzin ortak koştuklarınıza da aldırmam; çünkü benim yegâne velim, o Kitab'ı indiren Allahü teâlâ'dır. O Kitab, O'nun benim velim ve yardımcım olduğunu ve sizin koştuğunuz ortakların, size yardım etmek şöyle dursun, kendi nefislerine bile yardım edemediklerini açıkça ifâde ediyor."

Sâlih kullarına velilik yapmak, onlara yardım etmek ve onları inÂyetinden yoksun bırakmamak, Allahü teâlâ'nın âdetidir.

197

"Allah'tan başka taptıklarınızın ne size yardıma güçleri yeter, ne de kendilerine yardım edebilirler."

- Sizın Allahü teâlâ'dan başka taptıklarınız,

- bana karşı yardım almak için çağırdıklarınız,

size hiçbir şekilde yardıma güçleri yetmez ve ayrıca kendi nefislerine de vardım edemezler.

198

"Ve eğer onları hidayete çağırırsanız, işitmezler. Sen, onları sana bakıyorlarmış gibi görürsün, oysa onlar görmezler."

Putları yardıma çağırsanız, size yardım etmek şöyle dursun, sizin sesiniz; bile işitmezler. Onları doğru yola, hidayete çağırsanız yine işitmezler.

Bu ifâde ile sebep tamam olur. Tekrar söz konusu değildir.

O putlara baktığın zaman, sanki onlar da sana bakıyorlarmış gibi görürsün. Çünkü o putlara kıymetk taşlardan parlayan gözler yapmışlardır. Oysa hakikatte onlar hiçbir şey göremezler.

" Sen görürsün" ifâdesindeki "sen" zamiri, müşriklerin yerim tuttuğu halde tekil olarak vârid olmuştur. Çünkü zamir, hepsinin birden değil, fakat teker teker onların yerini tutar. Bu, onların hepsinin putları ayni anda görmediklerini fakat her birinin ayrı ayrı zamanlarda gördüklerini belirtir.

Bir görüşe göre de, anılan zamir, Resûlüllah içindir ve "onları" zamiri de putları, yahut müşrikleri ifâde eder.

Bu görüşe göre bu cümle, ilk görüşün aksine sebebin devamı değildir. Yani,

"- Ey Resûlüm! Sen, müşrikleri sana bakar görürsün; oysa onlar, seni gerçek halinle göremiyorlar." demektir.

Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre,

" ifâdesindeki hitap, mü'minler içindir. Buna göre sebep, bundan önceki cümlede bitmiş olur. Yani,

"- Ey mü'minler! Siz, müşrikleri İslama çağırırsanız, size bakmazlar." Demek olur. Buna göre, hitap, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Bunun anlamı şudur:

"- Sen onları sana bakar görürsün; oysa onlar, seni hakkıyla göremiyorlar!"

Böylelikle onların Peygamberimiz'deki nübüvvet ve ve risalet delillerim, göremedikleri, oysa bunların bakanlar için gizli değil apaçık ortada olduğu belirtilmiş olur.

199

"(Resûlüm sen yine de) affet. İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir."

Bundan önce müşriklerin yanlış ve çirkin hareketlen sayılmıştı. Şimdi bu âyette, Peygamber'e mekârim-i ahlakın (şeref ve izzet kazandıran ahlâkın) ilkeleri bildiriliyor ve cahillerden yüzçevirmesı emrediliyor. Yani ;

"- Ey Resûlüm! İnsanların fiillerinin kolaylarını al ve onlara zor geleni yükleme,

- ya da suçluları affet;

- veya onların verdikleri sadakaları al."

Bu görüşe göre, bu emir, zekâtın farz kılınmasından önceki döneme aittir. Bir başka yoruma göre:

"- Ey Resûlüm! Fiillerin güzelini, iyisini emret; çünkü bu fiiller, insanlardan olumsuz tepki görmeden kabule daha şayandır. Ve cahillerden de yüz çevir; onlarla tartışma ve onlara karşılık verme."

Rivâyet olunuyor ki, bu âyet-i kerîme nazil olunca, Resûlüllah Cebrâîl’e bunun manasını sordu. Cebrâil de:

"- Ben de bilmiyorum; gidip soracağım" dedi.

Sonra Cebrâîl geri döndü ve dedi ki: "- Ya Muhammed, Rabbin, sana şunları emrediyor:

- Seninle ilgiyi kesenle sen ilgi kuracaksın;

- Seni mahrum edene sen ihsan edeceksin;

- Sana zulmedeni sen affedeceksin. Rivâyet olunduğuna göre Cafer el- Sâdık'da diyor ki:

"Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîme ile Resulünemekârim-i ahlakı emir buyurmuştur."

200

"Ve eğer şeytandan sana bir dürtü erişirse, hemen Allah'a sığın.

Şüphesiz ki O, her şeyi kemaliyle işiten (Semi')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Rivâyete göre bundan önceki âyet-i kerime nazil olunca, Peygamber:

"- Ya Rabbi! Öfke varken ben bunu nasıl yapabilirim?" dedi.

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bunun açık anlamı şudur:

"- Sana şeytandan bir vesvese veya bir kışkırtma geldiği zaman, derhal onun şerrinden Allahü teâlâ'ya sığın; çünkü O, her şeyi ve ezcümle senin sözlü sığınmanı işitir. Sözlü olmasa da kalbi ilticanı bilir. Binaenaleyh O, seni şeytanın şerrinden korur."

Şeytanın dürtüşünden, mecaz yoluyla öfkelenme hak de maksud olabilir.

Nitekim Ebubekir el- Sıddîk'

"- Şüphesiz zaman zaman karşıma çıkan bir şeytanım var!" sözünde bu mana kastedilir.

Bu görüşe göre, âyetin ifâde tarzında, öfkeye uymaktan daha çok tenfir ve sakındırma vardır.

Allahü teâlâ'ya sığınma emri, bu hakti korkunçluğunu gösterir ve bunun zararından ancak Allahü teâlâ'nın ismetinin harimine sığınmakla kurtuknanm mümkün olabileceği belirtilmiş olur.

Bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ bilendir, yani senin için hayırlı olanı bilendir ve seni ona sevkedendir.

Yahut sana ezâ verenlerin sözlerini işitendir ve onun yaptıklarını bilendir. Binaenaleyh onların cezasını verecektir.

201

"İttikaa edenler (takva sahibi olanlar, Allah'a karşı gereği gibi sorumluluk duyanlar) kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğunda tezekkür eder (düşünür)ler. Ve işte o zaman gerçeği görürler."

Bu âyet, Allahü teâlâ'ya sığınmanın, takva ehlinin yolu olduğunu, onu ancak azgınların ihlâl ettiğini beyan suretiyle makabilini açıklar. Şöyle ki:

Nefislerini zararlı şeylerden koruyan kimseler, kendilerine şeytandan ufak bir vesvese dokunduğunda muhakkak, Allahü teâlâ'ya sığınmayı ve O'na tevekkül etmeyi düşünürler ve işte o zaman hatalarını ve şeytanın tuzaklarını görürler de, onlardan sakınırlar ve şeytanın vesvesesine uymazlar.

202

"Kardeşleri de azgınlıkta onlardan yardım alırlar. Sonra da onlardan el çekmezler."

Azgınlığa batmış olan ve nefislerini zararlardan korumayanlar azgınlıkta şeytanlardan yardım alırlar ve destek görürler; sonra da şeytanlar, onları tamamen haktan döndürünceye kadar onlardan el çekmezler.

Âyete şu mana da verilebilir:

Şeytanların kardeşleri, azgınlıkta kendileri gibi şeytanlara yardım ederler; azgınlıktan vazgeçmezler.

Âyet, şu manaya da müsaittir:

Cahillerin kardeşleri olan şeytanlar, azgınlıkta onlara yardım ederler; sonra da onlardan el çekmezler.

203

"Onlara bir âyet getirmediğin zaman, "- Onu da sen toparlayıverseydin ya!" derler.

(Resûlüm) de ki:

"- Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım."

Bu Kur’ân, ancak Rabbinizden gelen basiretlerdir; inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir."

A- "Onlara bir âyet getirmediğin zaman, Onu da sen toparlayiverseydin ya!" derler."

Vahiy geciktiğinde onlara, Kur’ân'dan bir âyet, ya da onların istediği bir mucize getirmediğin zaman, "- onu kendinden uyduruverseydin ya!" derler. Onlar bu sözleriyle diğer âyetlerin de uydurma olduğunu zımnen ifâde etmiş olurlar.

Bu ifâde:

Onu da Rabbinden isteyip getirseydin ya!" anlamına da gelebilir.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım."

Bu Kur’ân, ancak Rabbinizden gelen basiretlerdir; "

Resûlüm, sen onların bâtıl iddialarını reddetmek için de ki:

"- Ben ancak bana vahyolunana uyarım; benim bunda hiç dahlım yoktur; ben, bana vahyolunana uymaktan başka bir şey yapmam. Bu Kur’ân, inanan bir kavim için, kalplerin basiretleri gibidir; kalpler bununla hakkı görür ve doğruyu idrâk eder."

Bir görüşe göre de Kur’ân'ın basiretler olması, apaçık belgeler ve parlak deliller demektir.

C- "İnanan bir kavim için hidayet ve rahmettir."

Kur’ân'ın kalpler için basiretler olması, bütün insanlar içindir ve bütün insanların aleyhinde hüccettir.

Kur’ân'ın hidayet ve rahmet olması ise yalnız mü'minler içindir. Çünkü Kur’ân'ın nurlarından faydalananlar ve hayırlarını ganimet gibi toplayanlar, yalnız mü'minlerdir.

204

 "Kur'an okunduğu zaman onu hemen dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız."

Kur'ân okunduğu zaman, onu hemen tahkik ve kabul kulağı ile dinleyin; tazim ile dinlemek için kıraati sırasında susun ki, ondan yararlanasınız.

Âyet-i kerimenin zahirî, namazda olsun, namazın haricinde olsun, Kur'ân okunurken onu dinlemenin farz olduğunu gösterir.

Bir görüşe göre de, Kur'ân nazil olduğunda Resûlullah, “onu size okurken onu dinleyin!” demektir.

Bir rivayete göre, önceleri Müslümanlar, namazda konuşuyorlardı; sonra bu âyet ile, susup imamın kırâetini dinlemeleri kendilerine emredildi.

İbni Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Peygamberimiz, farz namazlarda Kur'an okurken Ashabı da arkasında okuyorlardı, iste bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Namazın haricinde okunan Kur'ân'a gelince, susup onu dinlemek, âlimlerin cumhuruna göre müstahaktır.

Bu âyet-i kerime,

- ya Peygamberimize söylenmesi emir buyurulanlara dahildir,

- ya da doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından söylenen bağımsız bir kelâmdır.

205

 "Rabb'ini içinden yalvararak ve korkarak sessizce sabah akşam zikret ve gaafillerden olma."

Bu emir, bütün zikirleri kapsar. Zira gizli zikir, ihlâsta daha etkili ve kabule daha yakındır ve sessiz kelâm, güzel tefekkür için daha uygundur.

206

 "Şüphe yok ki, Rabbinin katında olanlar, O'na ibadette büyüklük taslamazlar; O'nu tenzih ve yalnız O'na secde ederler."

0 ﴿