ENFÂL SÛRESİ

(Medine'de inmiştir, 75 Ayettir)

1

"Senden savaş ganimetlerinin (enfâlin) taksimini soruyorlar

(Resûlüm) de ki:

"- Savaş ganimetleri Allah'a ve Resulüne aittir. O halde Allah'tan sakının, aranızı düzeltin. Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer gerçek mü'minlerseniz."

Rivâyete göre,

Müslümanlar, Bedir savaşı ganimetlerinin taksimi konusunda ihtilafa düştüler. Bunun için Resûlüllah'a taksimin nasıl yapılacağını, taksim hakkının, Muhacirlere mi, yoksa Ensar'a mı, ya da hepsine mi ait olduğunu sordular.

Bir görüşe göre de, Bedir savaşında Müslümanların genç savaşçıları, müşrik ordusundan yetmiş kişi öldürdüler ve yetmiş kişi de esir aldılar. Sancakların yanında duran yaşlılar ve reisler de:

"- Biz size gözcülük yapan ve dayandığınız topluluk olduk" dediler.

Sa'd b. Muaz da, Resûlüllah’a: şöyle dedi:

" Vallahi, bu gençlerin talep ettiklerinden bizi alıkoyan, bunun mükâfatına rağbet etmememiz değil, düşman korkusu da değil; fakat biz, senin saflarını düşmana karşı açık bırakmak istemedik; çünkü o takdirde müşrik atlıları sana saldırabilırlerdi."

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz düşmanla bilfiil çarpışanlara, ganimet sözü vermişti İşte gençlerin, düşmandan bu kadar insan öldürmelerinde ve o kadar esir almalarında bu da etkili olmuştu. Sonra savaş sona erince, gençler, kendilerine va'dedilen ganimetleri istediler.

O zaman yaşlılar:

"- Ya Resûlallah, ganimetler az, insanlar ise çok. Eğer onlara bu ganimetleri verirsen, diğer Ashabını mahrum etmiş olursun!" dediler.

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Ancak zahir olan birinci görüştür; çünkü sual, ganimetlerin hükmüne mütedairdir yoksa diğer görüşlerde belirtildiği gibi kendilerine ganimet istemek değildir. Nitekim "De ki: savaş ganimetleri Allah'a ve Resulüne aittir" cümlesi de bunu gösterir.

Daha açık bir deyişle ganimetlerin hükmü, Allahü teâlâ'ya mahsustur.

Resûlüllah ganimetleri, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğu gibi taksim eder. Buna hiç kimse müdahale edemez.

Eğer bu sual, kendilerine ganimet verilmesini istemek anlamında olsaydı, bu cümle, o suale cevap olamazdı. Ganimetlerin hükmünün, Allah'a ve Resulüne mahsus olması, ganimetlerin mücahitlere verilmesine engel de değildir. Aksine onun gerçekleşmesini sağlar. Çünkü onların o ganimetleri istemeleri, Allahü teâlâ'nın izniyle Resülullah'ın va'di gereğidir; yoksa mezkûr ihtisası (Allah ile Resulüne mahsus olmasını) haleldar eden bir hüküm gereğince değildir.

Bu cümleyi,

"Ganimetler tamamen Resûlüllah'a aittir. Kim olursa olsun savaşanın bunda hakkı yoktur."

şeklindede anlamak, kesinlikle doğru değildir. Çünkü ganimete istihkak ancak savaşa katılmakla sabit olur.

Ganimet hükmünün, sonradan nazil olan başka bir delil ile sabit olduğunu iddia etmek ise, sonraki nâsîhi (neshedeni) bilmeden neshin takarrürünü kabul etmek olur.

Tabiînden Mücâhid, İkrime ve Süddî'nin:

" Önceleri ganimetler, bu âyetle yalnız Resûlüllah'a tahsis edilmişti, hiç kimsenin onda bir hakkı yoktu. Sonra,

" Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte bin Allah'a, Resulüne, onun akrabalarna, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." (Enfâl 8/41) âyetiyle nesholunmuştur" şeklindeki görüşleri ile bunu izah etmek de mümkün değildir.

Çünkü adları geçen zâtların ortak görüşüne göre, âyetteki ganimetlerden murat, kesin olarak ganimetlerin tamamıdır; yoksa ganimetten normal hissenin fazlası olan kısım anlamında değildir. Nitekim, " Bilin ki, ganimet olarak aldığımz her hangi bir şeyin..." ibaresi de, bunu açıkça ifâde eder. Kaldı ki, o takdirde de nesih olmaması icab eder. Nitekim Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem'in görüşü de budur.

Bu görüşe göre, sûrenin başında ganimet hükmünün icmâlen, Allahü teâlâ ile Resulüne ait olduğu belirtilmiş, sonra da onun verileceği kimseler ve taksimatın keyfiyeti tafsilden açıklanmıştır.

Bu hükmün, Bedir savaşında va'dedilen ganimetlerle sınırlı olduğunu, diğer ganimetlerde ise, savaşçıya va'dedilenm öylece baki kaldığını iddia etmeye ise, ganimetin hükmünü açıklayan bu makam engeldir. Üstelik, va'dedilen ganimete ilişkin suale, onun yalnız Resûlüllah'a ait olduğu şeklinde cevap vermek, Resülullah'ın yüce şanına da aykırıdır.

Rivâyet olunduğuna göre Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki:

"- Bedir savaşında benim kardeşim Umeyr öldürüldü. Ben de Saki b. As'ı öldürdüm ve kılıcını aldım; kılıcı çok beğendim. Sonra Resûlüllah'a gelip dedim ki:

"- Ya Resûlallah! Allahü teâlâ, müşriklerden yüreğimi soğuttu (intikamımı aldım). Artık bu kılıcı bana bağışla!"

Resûlüllah

"- Benim buna hakkım yok senin de buna hakkın yok. Haydi onu alınan ganimetlerin içine at!" buyurdu.

Ben de attım. O anda kardeşimin öldürülmesinden ve kısmen de o kılıcın benden alınmasından, ancak Allahü teâlâ'nın bildiği bir üzüntü yaşıyordum. Ben oradan ayrıldıktan hemen sonra Enfâl sûresi nazil oldu.

O zaman Resûlüllah bana dedi ki:

"- Ey Sa'd! Sen benden o kılıcı istemiştin; o zaman o kılıç benim değildi; ama şimdi benim oldu. Haydi git, al onu!"

Gördüğün gibi bu hâdise, o gün Peygamber in, mücahitlere ganimetlerden bir va'dde bulunmadığını gösterir. Yoksa Sa'd'in (radıyallahü anh), o kılıcı istemesi, doğrudan doğruya kendisine bağışlanması yoluyla değil, fakat Peygamber’in va'di gereği olurdu. Sa'd'in bu hareketini, aslında va'din gereği olduğu halde edebe riayet şeklinde nazik bir davranış olarak yorumlamak ise doğru değildir. Çünkü olay âyetin nüzulünden önce vaki olmuştur. Bu da böyle bir yorumun sıhhatine engeldir.

Bir de, söz konusu hadiste Peygamberimiz'in buna gerekçe olarak,

Bu, benim için olamaz; benim buna hakkım yok." buyurması da anılan yorumun sıhhatine engel başka bir sebebtir.

Çünkü Peygamberimiz in, gerçekleştirmeye hakkı olmayan bir şey imkânsızdır. Bir de, bu âyet nazil olduktan sonra Peygamberimiz'in o kılıcı kendisine vermesi ve ayrıca:

" Ama şimdi kılıç benim oldu" dedikten sonra vermesi bu yoruma ters düşer. Çünkü onun Peygamber’in olmasının dayanağı zorunlu olarak,

" ganimetler Allah'ın ve Re sülünün dür" âyetidir. Ve istenen şeyin verilmesine engel olan, ferz olan bir haktir. Bu konuda sarih delil,

" O halde Allah'tan sakının, Allah'a karşı takva üzere olun." cümlesidir.

Yani ganimetler hakkındaki karar, Allahü teâlâ'ya ve Resulüne ait olduğuna göre, siz de Allahü teâlâ'ya karşı takva üzere olun ve bu konuda, Allahü teâlâ'nın gazabını mucib olacak tartışma ve ihtilaftan sakının ya da bütün yaptıklarınızda Allahü teâlâ'ya aykırılıktan sakının; demektir. Eğer Sa'd b. Ebi Vakkas'ın (radıyallahü anh) o kılıcı istemesi, va'dedilenin kendisine verilmesi için olsaydı, bunda sakınılacak bir şey olmazdı.

" aranızı düzeltin"den maksat,

"Allahü teâlâ'nın rızık olarak size bahşettiği mallarla, yardımlasın ve birbirinizin sıkıntısını paylaşın." demektir.

Rivâyete göre Ubade b. Sâmit (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Bu âyet-i kerime biz Bedir mücahitleri hakkında nazil oldu. Biz Bedir ganimetleri konusunda ihtilafa düşüp o konuda ahlâkımız bozulunca, Allahü teâlâ da, o ganimeti etimizden aldı ve ona ihşkin bütün yetkileri Resûlüllah'a verdi. Resûlüllah da, ganimetleri Müslümanlar arasında eşit olarak taksim buyurdu. Böylece, Allahü teâlâ'ya karşı takva, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı itaat, ve Müslümanlar arasını ıslah gerçekleşmiş oldu." Tabti'nden Ata diyor ki:

"-Müslümanlar arasını ıslah şöyle oldu. Resûlüllah mücahitleri çağırdı ve:

"- Ganimetlerinizi adaletle taksim edin!" buyurdu."

Onlar da:

"- Biz onları yedik ve harcadık." dediler. Resûlüllah :

"- O halde birbirinizi razı edin (helâllesin)." buyurdu."

Allah ve Resulüne itaat etmek, Resûlüllah'ın emir ve nehiylerinı testim etmek demektir.

Bu âyette, takva ile itaat arasında ıslah emrinin zikri, bu makama göre ıslaha çok önem verildiğini ve bunun da itaat emrine dahil olduğunu göstermek içindir.

" Eğer gerçek mü'minlerseniz" ifadesi, muhatapların, emirleri acele uygulamaları için büyük bir teşvik anlamı ifâde eder.

İmandan murat, kâmil imandır. Yani kâmil mü'min iseniz... Çünkü kâmil iman, üç haslet üzerinde durur:Allahü teâlâ'nın emirlerine itaat etmek, günahlardan sakınmak, ve insanların arasını adalet ve ihsan ile düzeltmek.

2

"Gerçek mü'minler o kimselerdir ki, yanlarında Allah zikredildiği zaman kalbleri titrer; onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman imanları artar ve onlar yalnız Rabblerine tevekkül ederler."

Bu âyet, gerçek mü'minlerin o üç hasleti kazandıran üstün vasıflarını beyân ve mezkûr emirleri uygulamak için ziyadesiyle teşvik anlamını ifâde eder.

Âyetin anlamı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

İmanda kemâl ve ihlâsa erenler, ancak o kimselerdir ki, Allah (celle celâlühü) teâlâ'nın, sakınmayı gerektiren sıfatları ve fiilleri zikredilmese de, sırf adı anıldığı için, O'nun yüce şanına tazim eder ve O'nun heybetinden yürekleri titrer."

Âyette anlaülan, bir günah işlemek girişiminde bulunup da, kendisine:

"- Allah'tan kork!" denince, Allahü teâlâ'nın azabından korkarak o günahı işlemekten vazgeçen kimsedir.

Ve onlara, Allahü teâlâ'nın her hangi bir âyeti okunduğu zaman o, onların imanlarını kuvvetlendirir ve ruhî tatminlerini arttırır. Çünkü delillerin, hüccet ve burhanların güçlendirilmesi, tatminin artmasını ve inancın kuvvetlenmesini mûcib olur.

İman, artma ve eksilme kabul etmez; imanın artması, ancak iman konularının artması itibariyledir. Çünkü her bir âyet nazil olduğunda mü'min onu tasdik eder. Böylece imanı sayı olarak artmış olur fakat iman eski hâlini korur.

İmanın artması, amellerin imandan sayılması itibariyledir. Böylece amellerin artmasıyla iman da artmış olur.

En doğru olan şudur:

Tasdik, kuvvetlenmeyi kabul eder; artma olarak ifâde edilen budur. Çünkü Peygamberlerin ve keşif erbabının inancı ile ümmetin diğer fertlerinin inancı arasında apaçık fark vardır. İşte Ali'nin aşağıdaki sözünün temelinde bu hakikat yatar:

" Eğer mânâ âleminin perdesi açılmış olsaydı benîm inancımda bir artma olmazdı." ( Zâten ben onlara, gözümle görmüş gibi inanıyorum.)

Şunu unutmamak gerekir ki hakkında bir delil bulunan bir konuya ilişkin inanç ile hakkında çok delil bulunan bir konuya ilişkin inanç arasında da apaçık fark vardır.

3

"Onlar namazı dosdoğru kılar (ikame) ve kendilerini rızıklandırdığı mız şeylerden de in fak ederler ."

Bu âyet, söz konusu gerçek mü'minleri över. Bundan önce o mü'minlerin, Allah adının zikredildiği duyduklarında kalblerinin titrediği, onların kalblerinin ihlâs, samimiyet ve tevekkülle dolu olduğu zikredilmişti. Şimdi burada onların namaz va sadaka gibi bedenî amelleri zikredilmektedir.

4

"İşte bunlar gerçek müzminlerdir. Onlara Rabbları katında dereceler, mağfiret ve bol rızık vardır."

Onlar, kalbî ve bedenî amellerini, imanlarına ilâve etmekle, imanlarının hakikat olduğunu göstermişlerdir.

Onlar için Rabbları katında nice yüksek makamlar ve bir görüşe göre cennette, nice yüksek dereceler vardır ya da kendilerinden sâdır olan taksiratlar için nice bağışlanma ve süresine, adedine nihayet olmayan bir rızık vardır. Bu da, kendileri için hazırlanmış cennet nimetleri demektir.

5

"Bildiğin gibi Rabbin seni evinden hakla çıkardı. Mü'minlerden bir fırka da tamamen isteksizdi."

Onların bu isteksizliği de, ya savaştan nefret ettikleri, ya da savaşa hazırlıklı olmadıkları içindi.

Bu olay şöyle gelişmişti:

Kureyş kervanı Şam'dan geliyordu. Kervanda çok miktarda ticaret malı vardı. Kervanda, aralarında Ebû Süfyan, Amr b. As ve Amr b. Hişâm'ın da bulunduğu kırk süvari vardı. Cebrâîl bunu Resûlüllah'a bildirdi.

Resûlüllah da, bunu Müslümanlara haber verdi, Müslümanlar, kervanda çok mal bulunması ve kafiledeki insanların da az olması sebebiyle kervanla karşılaşmayı kendileri için daha yararlı görüyorlardı.

İslâm ordusu Medine'den yola çıkınca, bu haber Mekkeklere ulaşti. Bunun üzerine Ebû Cehil, Kâ'be damına çıkıp şöyle seslendi:

"- Ey Mekkekler! Çabuk olun, çabuk olun! Bütün imkânlarınızı seferber edin! Sizin kervanınız sizin mallarınızdır. Eğer Muhammed onu ele geçirirse, ondan sonra ebediyen iflah olamazsınız!"

O günlerde Abbas b. Abdulmuttalib'in kizkardesi (Atike) de bir rüya görmüş ve onu şöyle anlatmıştı:

"- Çok garip bir rüya gördüm. Gökten bir melek indi de, dağdan büyük bir kaya parçası aldı ve onu Mekke'ye fırlattı; Mekke evlerinin her birine bu kayadan bir parça isabet etti."

Abbas da, bunu halka anlattı.

Bunu duyan Ebû Cehil:

"- Onların erkeklerinin peygamberlik dâvası yetmedi de, şimdi kadınları da mı peygamberlik dâvasına kalkışıyor?"

Sonra Ebû Cehil, seferberlik (nefir) hâlinde bütün Mekke halkıyla yola çıktı. Yolda kendisine:

"- Kervan, sahil yolunu tutmuş ve kurtulmayı başarmış yarlık sen de bu insanlarla Mekke'ye geri dön!" denildiyse de:

"- Hayır, Lât'a yemin olsun ki, biz asla geri dönmeyeceğiz. Bedir'e varıp orada develer keseceğiz; şAraplar içeceğiz; cariyeler oynatıp çalgı çaldıracağız. Böylece bütün Araplar, bu sefere çıktığımızı, Muhammed'in kervana bir zarar veremediğini ve bizim, Muhammed'e şeyini ısırttığımızı duyacaklar."

Nihayet Ebû Cehil, Mekke ordusunu Bedir'e götürdü. Bedir, Arapların senede bir gün panayır için toplandıkları bir kuyu idi.

İşte o zaman Cebrâîl inip dedi ki:

"- Ya Muhammed! Allah, iki taifeden birini size va'dediyor:

-Ya kervan ya da Kureyş ordusu Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Ashabı ile istişarede bulunup buyurdu ki:

Siz ne diyorsunuz? Kureyşliler, bütün imkânlarıyla Mekke'den çıkıp gelmişler. Şimdi siz kervanı mı istersiniz, yoksa orduyu mu?.. "

Ashâb'tan kimileri:

"- Hayır, düşmanla karşılaşmaktansa kervanı isteriz" dediler.

O zaman Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yüz ifâdesi değişti; sonra yine sordu:

"- Kervan sahilden geçip gitmiş; Ebû Cehil ise, işte bize doğru geliyor?.."

Yine onlar:

"- Ya Resûlallah! Sen kervana bak, düşmanı bırak!" dediler.

Resûlüllah, buna öfkelendi. O zaman Ebû Bekir ve Ömer kalkıp güzel konuşmalar yaptılar.

Sonra Sa'd b. Ubade kalkıp dedi kı:

"- Ya Resûlallah! Sen kendi görüşüne bak; onu uygula; vallahi, sen Yemen ülkesindeki Aden'e bile gitsen, Ensar'dan hiçbir adam arkandan dönmeyecektir."

Sonra Mıkdad b. Amr (radıyallahü anh) (öl: 654) söz aldı ve şöyle dedi:

Ya Resûlallah! Allah sana neyi emrediyorsa, onu uygula; sen ne istersen biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğullarının, Mûsâ'ya dedikleri gibi, "- Sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız!" demeyiz; fakat: "- Sen ve Rabbin gidin, savaşın; şüphesiz biz de, gören bir gözümüz kaldığı müddetçe sizinle beraber savaşacağız!" deriz. Bunu duyan Resûlüllah memnuniyet ifâdesi olarak tebessüm etti.

Sonra Ensar'ı kastederek:

Ey insanlar, siz de bana fikrinizi söyleyin!" buyurdu.

Çünkü Ensar, Akabe'de Peygamberimiz'e biat ederken şu taahhütte bulunmuşlardı:

"-Ya Resûlallah! Sen bizim yurdumuza ulaşıncaya kadar biz, sana kefil değihz; ama bizim yanımıza geldiğin zaman sen bizim kefaletimizdesın; çocuklarımızı ve kadınlarımızı savunduğumuz gibi seni de savunuruz."

İşte bundan dolayı Peygamberimiz Ensar'ın, Medine'de düşman saldırısına uğramak dışında, kendisine yardım etmekle yükümlü olmadıklarını düşünmelerinden endişe ediyordu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz (ölm.627) kalkıp:

"- Ya Resûlallah! Her halde bizi kastediyorsun!" dedi.

Peygamberimiz de:

"- Evet!" buyurdu.

Sa'd b. Muaz (radıyallahü anh) o zaman şunları söyledi:

"- Ya Resûlallah! Biz sana iman ettik; seni tasdik ettik; senin getirdiğinin hak olduğuna şahitlik ettik ve senin emirlerini dinleyip itaat edeceğimize sana ahit ve misak verdik.

Ya Resûlallah! Artık sen dilediğini uygula! Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip de denize dalsan, biz de seninle beraber dalarız; bizden hiçbir adam geride kalmaz ve bizimle beraber düşmanımızla karşılaşmanı isteriz; hiç şüphesiz biz, savaşta sabırlıyız; düşmanla karşılaştığımızda sözümüze sadık kahrız. Umulur ki, Allahü teâlâ, gözlerini aydın edecek fedakârlıkları bizden sana gösterecektir. Haydi bizi Allah'ın bereketine götür!"

Sa'd (radıyallahü anh) bu sözleri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sevindirdi ve sonra:

"- Haydi Allah'ın bereketine yürüyün; müjde olsun; Allah, iki taifeden birini bana va'detü. Vallahi, sanki şimdiden o kavmin cesetlerinin yattığı yerleri görüyorum!" buyurdu.

Rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah Bedir savaşından muzaffer olarak çıkınca, kendisine:

"- Kervanın peşine düş; artik kervanın önünde hiçbir engel kalmamıştır" denildi. O zaman savaş esirleri arasında bağlı bulunan Abbas (radıyallahü anh) Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), seslenerek:

"- Olmaz!" dedi.

Peygamberimiz :

"- Niçin?" diye sorunca da:

"- Çünkü Allah, o iki taifeden birini sana va'detmişti ve sana va'dettiğini de verdi!" dedi.

6

"Hak tebeyyün ettiği (apaçık ortaya çıktığı) halde yine seninle mücadele ediyorlardı. Sanki baka baka ölüme gidiyorlardı."

"Resûlüm! Sen onlara, iki taifeden hangisine yönelirlerse, muzaffer olacaklarını bildirmek suretiyle hak ortaya çıktığı halde onlar, kervanla karşılaşmayı düşman ordusuyla karşılaşmaya tercih ettikleri için cihad konusunda seninle tartışıyor ve:

"- Biz yalnız kervan için yola çıktık; niçin bize önce söylemedin ki, iyice hazırlığımızı görelim." diyorlardı.

Fakat, aslında onlar, savaşmak istemiyorlardı. Sanki onlar, ölüm sebeplerine baka baka ve onları göre göre zorla ve şiddetle ölüme sürükleniyorlardı. Onların bu korku ve çırpınışları, yalnız sayıca az, hazırlıksız ve yaya olmalarından dolayı idi; (iman za'fiyetinden değildi). Rivâyet olunuyor ki, İslâm ordusunda yalnız iki atlı bulunuyordu.

7

"Hani Allah size iki taifeden (topluluktan) birini va'detmişti.

O, muhakkak, sizin olacaktı. Siz şevketi (şan ve şerefi) olmayanın sizin olmasını istiyordunuz. Allah da kelimeleriyle hakkı yerine getirmek (ihkak etmek) ve kâfirlerin arkasını kesmek diliyordu."

A- "Hani Allah, size iki taifeden (topluluktan) birini va'detmişti. O, muhakkak sizin olacaktı. Siz, şevketi (şan ve şerefi) olmayanın sizin olmasını istiyordunuz ."

Bu cümleler, mü'minlerin,

-hazımsızlığına,

-gevşek himmetine,

-kusurlu görüşlerine,

-korkularına ve şikâyetlerine rağmen Allahü teâlâ'nın onlara olan lûtfunu dile getirir. Başka bir deyişle

"-O vakti hatırlayın ki, Allahü teâlâ, Kureyş kervanı ile Kureyş ordusundan birini size vereceğini, onu size musahhar kılacağım ve dilediğiniz gibi onun üzerinde tasarruf edebileceğinizi va'dediyordu. Siz ise, Ebû Cehil'ın kumandası altındaki bin kişilik kuvvetli orduyu değil, kuvvetsiz olan kervanı istiyordunuz. Çünkü kervanda yalnız kırk atlı vardı ve reisleri de Ebû Süfyan'dı."

Kervanın, kuvvetsiz bir topluluk olarak ifâde edilmesi, mü'minlerin, ordu ile değil de kervanla karşılaşmak istemelerinin sebebine dikkat çekmek içindir.

B- "Allah da kelimeleriyle hakkı yerine getirmek (ihkak etmek) ve kâfirlerin arkasını kesmek diliyordu."

Hatırlayın o vakti ki Allahü teâlâ, o iki taifeden birini size va'dediyordu. Siz de o iki topluluktan güçsüz olanı istiyordunuz. Allahü teâlâ ise, bu konuda nazil olan âyetleri, size yardım etmeleri için meleklere verdiği emirleri, onlardan kimilerinin esir, kimilerinin de katledilip cesetlerinin o kuyuya atılması şeklindeki hükmü ile hakkı isbat etmek, yüceltmek ; ve kâfirlerin ardını, kökünü kesmek diliyordu. Hulâsa, siz basit şeyler istiyordunuz;

-Allahü teâlâ ise hak kelimesini yüceltmek ve dinin mertebesini yükseltmek diliyordu.

Bu iki hedef ise, birbirinden çok uzaktır.

8

"Ki hakkı yerine getirsin ve bâtılı ortadan kaldırsın.

Mücrimler hoşlanmasalar da.

Bu cümle, mü'minlerin, kuvvetsiz olan kervanı değil de, kuvvetli olan orduyu tercih etmelerinin gereğini ve düşmana karşı muzaffer kılınmalarmın hikmetini beyân eder.

Bu cümle, bir öncekinin tekrarı değildir; çünkü birincisi, iki irade arasındaki farkı göstermek içindir. Bu sonuncusu ise, bunu gerektiren hikmeti açıklar.

9

"Hani Rabbinizden Istiğase ediyor (yardım diliyor)dunuz; O da size şöyle icabet etmişti:

"- Şüphesiz ki Ben size ardı ardına bin melekle yardım edeceğim."

A- "Hani Rabbinizden istığase ediyor (yardım diliyor) dunuz; "

Bu kelâm, darda ve çaresiz kalan mü'minlerin Allahü teâlâ'dan yardım istediklerini, O'na sığındıklarını,

Allahü teâlâ'nın da onlara o zaman yardım ettiğini hatırlatır.

Mü'minler, düşmanla savaşmanın kaçınılmaz olduğunu anlayınca, Allahü teâlâ'ya şöyle yakarmaya başladılar:

"- Ey Rabbim, düşmanına karşı bize yardım eyle ! Ey yardım dileyenlere yardım bahşeden Allah'ım; bize yardım eyle!"

Rivâyete göre Ömer şöyle diyor:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere göz gezdirdi; baktı ki, bin kişiler. Ashabına göz gezdirdi; baktı ki, üç yüz on kişiler. Sonra Kıble'ye dönüp ellerini kaldırarak şöyle duâ etti:

Allah'ım, bana va'dettiğini gerçekleştir!

Allah'ım, eğer bu cemaati helâk edersen, yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmaz."

Resûlüllah, . sırtındaki ridası yere düşünceye kadar bu duasına devanı etti.

Ebû Bekir ridasını yerden kaldırıp omzuna attı ve arkasında durup şöyle dedi:

Ey Allah'ın Resulü, Rabbine olan münacatın yeter; muhakkak O, sana olan va'dini gerçekleştirecektir."  

B- "O da size şöyle icabet etmişti:

"- Şüphesiz ki Ben size ardı ardına bin melekle yardım edeceğim."

Bu meleklerden murat, başka meleklerin de tâbi oldukları reisleridir.

Burada bu icmali açıklama ile yetinilmiş, Al-i îmrân sûresinin 124-125. âyetlerinde ise bu meleklerin sayıları da belirtilmiştir.

"Mürdifîn" kelimesi, bir kırâete göre "mürdefîn" olarak da okunmaktadır. Bu takdirde anlam, "melekler, İslâm ordusunun önünde, ya da arkasında bulunuyorlardı; " olur.

"Elf / bin" kelimesi, bir kırâete göre, "âlâf / binlerce" olarak okunmuştur. Bu takdirde, buradald sayı ile Âl-i İmrân sûresinde belirtilen sayı arasında zahiren de bir uyum olur.

Meşhur olan ilk kıraet "elf/bin" ile Al-i İmrân sûresinde yukarda sözü geçen âyetlerin telifi de şöyle olur:

Buradaki bin melekten maksat,

İslâm ordusunun önünde, ya da ardında bulunan meleklerdir; yahut meleklerin reisleri ve ileri gelenleridir; yahut o meleklerden bilfiil savaşmış olanlardır.

Meleklerin bilfiil savaşa katılıp katılmadıkları konusunda değişik görüşler vardır. Bunun gerçekleştiğine delâlet eden hadisler de rivâyet edilmiştir.

10

"Allah, bunu ancak sizin için bir müjde ve kalbleriniz mutmain olsun diye yaptı. Yardım (nasr) yalnız Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah, her şeye üstün ve gaahb (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sâhib (Hakim) dir."

A- "Allah, bunu ancak sizin için bir müjde ve kalbleriniz mutmain olsun diye yaptı."

Bu beyân bize müessirin zahirî sebebler değil fakat Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. Zahirî sebepler olmasa bile zaferden ümit kesmemek gerekir.

Allahü teâlâ'nın, melekleri aşikâr indirmek suretiyle yardım etmesi, bunun zafer için bir müjde olması ve kalplerin onunla yatışması, itminana ermesi içindir.

Âyette ilâhî yardımın bu iki gayeye hasredilmesi, meleklerin, bilfiil savaşmadıklarını zımnen ifâde eder. Meleklerin yardımı, savaşan mü'minlerin kalplerini takviye etmek, -onları daha kalabalık göstermek suretiyle olmuştur. Nitekim bazı selef âlimlerinin görüşü bu yöndedir.

B- "Yardım (nasr) yalnız Allah katındandır."

Gerçek yardım, ancak Allahü teâlâ katandandır; sebeplerin ve sayıların bunda etkisi yoktur; onlar ancak ilâhî sünnetin cereyan ettiği yolda yardımcı unsurlardır.

C- "Şüphesiz ki Allah her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

Allahü teâlâ yegâne gaalibdir; hükmünde asla mağlup olmaz ve kararlarına karşı çıkılamaz. Ve O, bütün icraatlarını da hikmet ve maslahate binaen yürütür.

Bu cümle, ma-kabline gerekçe mahiyetinde olup mezkûr veçhile gerçekleşen zaferin, üstün hikmetlerin gereklerinden olduğunu bildirir.

11

"Hani sizi o zaman O'ndan bir güven (emn) olmak üzere uyku bürümüştü. O, sizi temizlemek (tathir etmek) ve şeytanın riczini (vesvese, pislik) sizden gidermek, kalblerinize rabıta (güç, kuvvet, cesaret) vermek ve ayaklarınızı tesbit etmek için üzerinize gökten su indirmişti."

Bu âyet, Allahü teâlâ'nın, Bedir savaşında Müslümanlara bahşetmiş olduğu diğer bazı nimetleri açıklar.

Onlara verilen uyku, onları gevşetmek için değil fakat içlerinde Allahü teâlâ'dan gelen bir güven duygusu meydana getirmek içindi. Allahü teâlâ, mücahitleri küçük ve büyük abdestsizlikten temizlemek, şeytanî vesvese ve kirlerden, korkulardan arındırmak, savaşta sabit kadem kılmak, onların ayaklarının kumlara batmasını önlemek ve sarsılmadan yere basmalarını sağlamak, kalplerini birbirine bağlamak suretiyle manen güçlendirmek, sabır, cesaret ve metanetle savaşmak için üzerlerine gökten su indirdi. Rivâyete göre Bedir'de Müslümanlar çıplak bir kum tepesine inmişlerdi.

Yürürken ayaklar kuma batıyordu ve su da yoktu. Uyuyunca çoğu da ihtilâm olmuştu.

Müşrikler ise, Bedirdeki suya hâkimdi. İşte bu şartlar altında şeytan, Müslümanlara temessül edip şöyle vesvese verdi:

"- Sız Muhammed'in Ashabı, hak üzere olduğunuzu iddia ediyorsunuz; oysa abdestsiz ve cünüp namaz kılıyorsunuz; çok da susamışsınız. Eğer hak üzere olsaydınız, şu adamlar, size galibiyetle su üzerinde hâkimiyet kurmazlar dı. Şimdi onlar, susuzluktan kuvvetsiz düşmenizi bekliyorlar. Susuzluk, boynunuzu bükünce, o zaman size karşı harekete geçecekler ve dilediklerini öldürecekler; dilediklerini de sürüp Mekke'ye götürecekler."

Müslümanlar, bu vesveseden büyük üzüntü duymuş ve korkuya kapılmışlardı. İşte o zaman Allahü teâlâ, yağmur yağdırdı.

Gece yağan yağmurdan oradaki dere ırmak olup taştı..

Böylece Müslümanlar, guslettiler; abdest aldılar.

Hayvanlarını suvardılar.

Savaş alanındaki, kumlar sertleşti ve yürürken ayaklar batmayacak hale geldi.

Şeytanın vesvesesi zail oldu; gönüller sevinçle doldu ve kalpler güç buldu. İşte âyetteki, " kalblerinize rabıta vermek için" ifâdesinin manâsı budur.

12

"Hani Rabbin meleklere şöyle vahyetmişti :

"- Şüphe yok ki Ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere sebat verin. Ben de o kâfirlerin kalblerine korku (e'r-ru'b) salacağım. Şimdi vurun boyunları üzerine; vurun, onların her bir parmağına."

Buradaki hitap Peygamber'e tevcih edilmiştir. Çünkü burada emredilenlere, Peygamber'den başkası muktedir olamaz.

Bu vahiy, metlûv (tilavet olunan, okunan) vahiy olarak Peygamber in lisanıyla açıklanmadan önce, bir şükür nişanesi olarak vaktini hatırlamakla emrolundukları diğer geçmiş nimetler gibi bir nimet değildir.

Meleklerin, mü'minlere sebat vermelerinin keyfiyeti hakkında ihtilaf ecülmiştir.

Bazı âlimlere göre, meleklere emrolunan,

- yalnız müjdelemek,

- sayılarını çok göstermek gibi Müslümanların azim ve sebatlarını ve savaş arzularını güçlendiren şeylerdir.

Tesbit kelimesinin mânâ va hakikatine en münasip olan izah da budur. Çünkü bu tesbit, savaş sahasında sebat etmeye ve çatışma zorluklarına göğüs germek için gayret göstermeye sevketmek demektir.

Rivâyet olunuyor ki, melekler, Müslümanların, yüzlerinden tanıdıkları adamlar seklinde yanlarına gelip diyorlardı ki:

"- Müşriklerden duydum; diyorlar ki; vallahi, Müslümanlar, bize hamle yaparlarsa, biz kesinlikle geri çekileceğiz!"

Ve melekler, iki saf arasında yürüyüp Müslümanlara:

"- Size müjde, şüphesiz Allahü teâlâ, sizin yardımcınız dır!" diyorlardı.

Diğer âlimlere göre ise, melekler, Müslümanların düşmanlarıyla bilfiil savaşmakla emrolunmuşlardır. Bu âlimlere göre:

" Ben de o kâfirlerin kalblerine korku salacağım" ifâdesi,

Şüphe yok ki ben sizinle beraberim" ifâdesinin tefsiridir.

Yine onlara göre:

"Şimdi vurun boyunları üzerine!" ifâdesi de,

"Haydi iman edenlere sebat verin!" ifâdesinin tefsiri olup sebat vermenin keyfiyetini beyân eder.

Bedir savasında bulunan Sahabe'den Ebû Davud el-Mâzinî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki:

"- Bedir savaşında Ben, kendisini vurmak için müşriklerden bir şahsın peşine düştüm; fakat benim kılıcım ona dokunmadan baktım, kafası önüme düştü."

Sehl b. Huneyf'ten (ölm.659) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "- Bedir savaşında ben bizi şöyle gördüm:

Bizden biri, kılıcıyla bir müşriki gösteriyordu ve daha kılıç ona dokunmadan kafası, bedeninden ayrılıp düşüyordu."

" boyunlarının üst kısmı"ndan murat, boğazlanma yeri ya da kafanın tepesidir.

"Benan" kelimesi, el ve ayak parmaklarının uçlarıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, el ve ayak parmaklarıdır.

Ebû'l- Heysem diyor ki:

"- Benan, mafsallardır ve her bir mafsala benane denir." İbn-i Güreye ve Dahhâk'a göre:

"- Benane, taraflar demektir. Yani bütün uzuvlara yukarıdan aşağıya kadar vurun; demektir."

Bir diğer görüşe göre ise, benan'dan murat, o topluluğun avamı, boyunların üstünden murat da büyükleridir.

Yani Kureyş ordusunun ekâbirinı de, avamını da vurun! demektir.

Âyette vurma emrinin tekrar edilmesi, bu emrin ziyadesiyle önemine işarettir.

13

"Bu, onların Allah'a ve Resulüne karşı gelmelerindendir. Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse gerçekten Allah'ın azabı (ukubeti) çok şiddetlidir."

A- "Bu, onların Allah ve Resulüne karşı gelmelerındendir."

Bu hitap, Resûlüllah içindir, yahut buna muhatap olmaya lâyık herkes içindir.

Onlara isabet eden bu cezanın sebebi, onların yenilmesi imkânsız olan Allahü teâlâ'ya karşı düşmanlıklarından dolayıdır.

B- "Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse gerçekten Allah'ın azabı (ukubeti) çok şiddetlidir."

Bu şart cümlesi, makabk için bir tekmile ve mefhûmu için bir izahtır. Ayni zamanda istidlal yoluyla sebebin tesbitıdır.

Yani o şiddeth cezanın sebebi, onların Allahü teâlâ'ya ve Resulüne karşı gelmelerindendir ve her kim, Allahü teâlâ'ya ve Resulüne karşı gelirse, onun için şiddetti bir ceza vardır.

Bir görüşe göre ise, bu ifâde onlar için dünyada kendilerine isabet eden cezadan başka ahirette de bir azab olduğunu bildirir.

Ancak bundan sonra gelen âyet, bu hususu açıkça ortaya koyduğu için bu görüşü iptal eder.

14

"İşte şimdi bu azabı tadın! Kâfirler için (âhıirette) ateş azabı da var."

Siz şimdi dünyada verilmiş olan bu azabı tadın. Ayrıca sizin için ahirette ateş azabı da var.

Yahut Allahü teâlâ, bu dünyada o azaba, ahirette de ateş azabına hükmetmiştir.

15

"Ey iman edenler! O kafirlerle topluca karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyin ."

Bu âyeti, ileride vuku bulacak Huneyn savaşında, Müslümanların, on ıkı bin kişilik pek büyük bir topluluk oldukları halde arkalarını dönüp kaçmalarını haber vermek anlamına hamletmek, uzak bir yorumdur.

Siz ey mü'minler, azlık da olsanız savaşmak üzere büyük bir kâfir topluluğu ile karşılaştiğınızda kaçmak şöyle dursun, onlara arkanızı bile dönmeyin. Değil sayıca onlara yakın, ya da eşit olduğunuz zaman sayıca az olsanız bile, onların karşısında sebatla savaşın. Âyetin anlatmak istediği budur.

16

"Kim böyle bir günde arkasını dönerse, tekrar savaşmak için geri çekilmek (taharrüf) ya da başka bir birliğe katılmak için uzaklaşmak (tahayyüz) halleri müstesna, muhakkak Allah'ın büyük bir gazabına uğrar ve onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir yerdir orası."

Tekrar savaşmak için geri çekilmek (taharrüf), ya karşısındaki düşmandan daha önemli bir düşmanla savaşmak, ya da geri çekikp tekrar saldırmak için olur. Başka bir deyişle geri çekilmek, ya düşmanı aldatmak için yenilmiş gibi görünerek onu yandaşları arasından çıkardıktan sonra tek başına, yahut da pusuda bekleyen diğer arkadaşlarıyla birlikte ona saldırmak amacıyla olur.

Rivâyete göre Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Bir müfreze, kaçmışti. Ben de o müfreze içindeydim. Nihayet müfreze Medine'ye dönünce, müfrezedekiler çok utandılar ve evlerine kapandılar.

Ben de, Resûlüllah'a :

"- Ya Resûlallah, biz kaçanlarız!" dedim. Resûlüllah buyurdu ki:

"- Hayır, siz tekrar düşmanla savaşmak üzere geri çekilensiniz. Ben sizin katıldığınız birliğinizin!."

Rivâyet olunuyor ki, Kadisiye savaşında yenilgiye uğrayan bir birlikte bulunan bir zât geri çekilmişti. Nihayet Medine'ye gelince, Ömer'in yanına gitti ve:

"- Ey Mü'minlerin Emiri, ben helâk oldum; çünkü biz, toplu halde düşmanla savaşırken ben kaçtım!" dedi. Ömer:

"- Senin katılmak için geri çekildiğin birlik benim dedi.

Rivâyete göre İbn Abbâs'da diyor ki:

"- Toplu halde düşmanla savaşırken kaçmak, en büyük günahlardan biridir. Ancak bu, düşmanın, Müslümanların iki katından fazla olmadığı hal için geçerlidir. Çünkü Allahü teâlâ, buyuruyor ki:

"Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bîldi. Eğer sizden sabırlı yüz mücahid bulunursa, onlardan iki yüz kişiye galip gelir."

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i Beyt'ine ve onunla beraber savaşta bulunanlara mahsustur.

17

"Onları siz öldürmediniz fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da (Resûlüm) sen atmadın fakat Allah attı. Ve bunu mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için yaptı. Şüphesiz Allah her şeyi kemâliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da (Resûlüm) sen atmadın fakat Allah attı."

Burada tekrar Bedir vakıasının geri kalan hüküm ve hallerine dönülüyor ve kalan kısımları açıklanıyor.

Bu cümle, mukadder bir şartın cevabıdır. Sanki şöyle deniyor: Durum böyle olduğuna göre, siz kendi kuvvet ve kudretinizle onları öldürmediniz, fakat Allahü teâlâ, size yardım etmek, sizi onlara musallat kılmak ve onların kalblerine korku salmak suretiyle gerçekte onları bizzat kendisi öldürdü.

Bir diğer görüşe göre ise, eğer siz, onları öldürmelde iftihar ediyorsanız, siz kendi kuvvet ve kudretinizle onları öldürmediniz, Ya da şunu iyice bilin ki, siz onları öldürmediniz.

Rivâyete göre. Bedir mücahidleri, muzaffer olarak ganimetlerle birlikte savaştan dönünce, övünmeye başladılar ve:

"- Ben şöyle öldürdüm; böyle esir aldım!" dediler.

İşte sarfedilen bu sözler üzerine bu âyet indi.

Rivâyet olunuyor ki Resûlüllah büyük bir kum tepesinin ardından Kureyş ordusunun, çıkıp geldiğini görünce, şöyle duâ etti:

"- Ya Rabbi! İşte Kureyş, bütün kibri ve övüncüyle geliyor.

Onlar, Senin Resulünü yalanlıyor.

Allah'ım, bana va'dettiğini Senden istiyorum!"

O anda Cebrâîl , geldi ve Peygamber e:

"- Bir avuç toprak al da düşmana at!" dedi.

Nihayet iki ordu karşılaşınca, Peygamber:

"- Bana derenin ufak taşlarından bir avuç getir!" dedi ve Ali'nin getirdiği tasları düşmana doğru:

"- Yüzleri kara olsun!" diye attı.

O anda müşrikler, gözlerini oğuşturmaya başladılar ve sonunda hezimete uğradılar. İşte Allah'ın, Resulüne hitaben söylediği,

"- Attığın zaman da (Resûlüm)sen atmadın, fakat Allah attı" sözünün anlamı da budur.

Allah, bu kelâmı ile, Resulünün eliyle yaptığı hareketin, kendi fiili olduğunu açıklıyor.

Başka bir deyişle şöyle buyuruyor:

"- Ey Resûlüm Muhammed! Bu sonucu doğuran atma hareketini, görünüşte sen yapmış olsan da, hakikatte yapan sen değildin. Öyle olsaydı onun sonucu da, beşerî fiillerin ölçüsünde olurdu. Fakat onu Allahü teâlâ, yaptı. O fiili Allah yarattı."

Ancak bu yaratma, Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerini yaratma âdeti şeklinde değil fakat mûtat dışı bir şekilde olmuştur. İşte bundan dolayıdır ki, beşerî kuvvet ve kudret dairesinin haricinde bir etki yaratmıştır.

Şu halde bu Allahü teâlâ'ya mal etmenin ve onun, Peygamber'e ait olmadığını söylemenin temel sebebi, onun sonucunun, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) fiillerinin cinsinden olmayışıdır.

B- "Ve bunu mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için yaptı."

Allahü teâlâ'nın, mü'minlere o zaferi bu şekilde, zorluklarla ve sevimsiz hallerle karşılaşmadan müyesser kılması, size güzel bîr bağışta bulunmak, size zafer ve ganimet ihsan etmek içindi.

C- "Şüphesiz Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim) dir."

Allahü teâlâ, mü'minlerin duasını ve yardım talebini işitti ve onun kabulünü mûcib olacak hâlis niyetleri ve halleri de bildi.

Bu kelâm, geçen hükmün illeti ve gerekçesi mahiyetindedir.

18

"İşte bu böyledir (Zâliküm). Allah, kâfirlerin hilesi (keydi)ni boşa çıkarır."

Bundan maksat, mü'minlere güzel ihsanda bulunmak, kâfirlerin tuzağını boşa çıkarmak, onların kötü planlarını sonuçsuz kılmaktır.

19

"(Ey müşrikler!) eğer siz fetih diliyor (istiftah ediyor)sanız; işte size fetih geldi. Ve eğer (savaştan) vaz geçerseniz bu sizin için hayırlı olur ve eğer dönerseniz Biz de döneriz. O zaman topluluğunuz çok da olsa size asla bir yarar sağlamaz. Şüphesiz Allah, mü'mınlerle beraberdir.'

A- "(Ey müşrikler!) eğer siz fetih diliyor (istiftah ediyor)sanız; işte size fetih geldi. Ve eğer (savaştan) vaz geçerseniz bu sizin için hayırlı olur ."

Bu hitap, istihza yoluyla Mekke müşrikleri içindir. Şöyle ki, onlar, Bedir savaşma çıkarken, Kabe örtülerine asılıp şöyle dediler:

"Allah'ım, Sen muzaffer eyle:iki ordudan en üstün olanı, iki fırkadan en çok hidayet üzere olanı, ve iki gruptan en şerefti olanı!"

Ey Mekke müşrikleri! Siz iki ordudan en üstün olanı için zafer istemiyor muydunuz? İşte zafer geldi. İşte en üstün ordu muzaffer oldu. Oysa siz en üstün olduğunuzu iddia ediyordunuz.

Bu izaha göre, istihza, fethin gelmesine ilişkindir.

Yahut işte size hezimet ve kahır geldi. Buna göre ise, istihza, fethin kendisindedir.

Ve eğer siz Mekke müşrikleri, içinde bulunduğunuz savaşa ve Resûlüllah'a düşmanlık yapmaya son verirseniz, bu, sizin için, kötü sonuçlarını tattığınız savaştan daha hayırlıdır. Çünkü bunda, öldürülmekten ve esir alınmaktan selamette kalmak vardır.

" Bu sizin için daha hayırlıdır" ifadesiyle, müşriklerin mevcut halinde de kısmen hayır bulunduğu anlamı onlarla istihza içindir.

B- "Ve eğer dönerseniz Biz de döneriz. O zaman topluluğunuz çok da olsa size asla bir yarar sağlamaz. Şüphesiz Allah, mü'mınlerle beraberdir."

Ey müşrikler! Siz yine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşmaya dönerseniz. Biz de, sizin gördüğünüz o fethe döneriz. Sizin topladığınız ve yardımlarına baş vurduğunuz topluluk çok da olsa o sizi asla savunamaz ve o çokluğun size hiçbir faydası olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minlerin yardımcısıdır, onlarla beraberdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetteki hitap, mü'minler içindir. Şöyle ki:

Ey mü'minler! Eğer siz zafer istiyorsanız, işte size zafer gelmiştir; eğer siz, Resülullah'ın sizi teşvik ettiği şeylere karşı gevşeklik göstermeye ve yüz çevirmeye son verirseniz, o, sizin için her şeyden daha hayırlıdır. Çünkü o, iki cihan saadetine erişmenin ana sebebidir. Ama eğer siz o halinize dönerseniz, Biz de, sizi tanımamaya ve düşmanınızı size musallat kılmaya döneriz. O zaman Allah (celle celâlühü), sizinle beraber olmayınca, sizin çokluğunuz, size hiçbir fayda vermez. Ve gerçek şudur ki, Allah, kâmil iman sahipleri ile beraberdir.

20

"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. (Kur’ân'ı) işitip dururken ondan yüzçevirmeyin."

Sakın Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) yüz çevirmeyin. Burada maksud olan Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaattir ve ondan yüz çevirmekten sakındurmaktır. Çünkü Allahü teâlâ'ya itaat, Resûlüllah'a itaatin içindedir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

" Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."

Bir görüşe göre ise, bu cihattan yüz çevirmeyin, demektir.

Başka bir görüşe göre de, Allahü teâlâ'nın (celle celâlühü) emrine yüz çevirmeyin, demektir.

"(Kur’ân'ı) işitip dururken" ibaresi bir hal cümlesi olup mutlak olarak yüzçevirmeme zorunluğunu te'kit eder. Bu da, tipin, " öyleyse siz de bunu bildiğiniz halde Allah'a eş koşmayın." âyeti kabilindendir.

Yoksa bu, "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." âyetinde olduğu gibi yasağı bu hal ile kayıtlandırmak için değildir.

Bunun açık anlamı şudur: "siz, Resule itaati ve ona muhalefetten sakınmayı belirten Kur’ân'ı dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin."

21

"İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın."

Bu cümle, geçen nehyi izah etmek ve ondan sakındırmak içindir. Çünkü onların, bu işitme veya dinlemeleri hiç işitmemiş olmak gibidir.

Yani emirlere ve yasaklara uymadan, mücerret işittik diyen o kâfirler ve münafıklar gibi olmayın. Onlar, işittiklerini veya dinlediklerini iddia ediyorlar, ama aslında dinlememişlerdir.

Çünkü dinlediklerini tasdik etmiyorlar ve onu hakkıyla anlamaya çalışmıyorlar. Bu itibarla onlar hiç işitmemiş veya dinlememiş gibidirler.

22

"Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde hareket eden canlılar (devvab) ın en kötüsü aklı bir şeye ermeyen sağırlarla dilsizlerdir."

Bu âyet de, sakın durmayı (nehyi) daha da kuvvetlendırmek ve benzetilenin (müşebbehün bihin) kötü hatini iyice açıklamayı amaçlar. Şöyle ki:

Allahü teâlâ'nın hüküm ve icraatında, yeryüzünde yürüyen çatıkların ya da hayvanların en kötüsü, şüphesiz, hakkı duymayan sağırlar ve hakkı konuşmayan dilsizlerdir.

Bu insanlara sağır ve dilsiz denilmiştir. Çünkü kulakların ve dillerin yaratılış gayesi, hakkı duymak ve hakkı konuşmaktır. Bu insanlarda da bu haslet olmayınca, o iki uzvu tamamen kaybetmiş gibi sayılırlar.

Âyette önce sağırlar, sonra da dilsizler zikredilmiştir. Çünkü sağırlık dilsizlikten önce gelir. Onların sükûtu, onu hakkıyla dinlemediklerindendir. Nasıl ki, hakkı konuşmak da, onu hakkıyla dinlemekten kaynaklanır.

Bundan sonra onların, akıl etmemek veya akıllarını kullanmamakla vasıflandırılmaları, onların kötü hallerini açık seçik tesbit etmek içindir. Çünkü bir sağır ve dilsiz aklı olduğu zaman, bazı şeyleri hem anlayabilir hem de işaretle başkasına anlatabilir ve bu şekilde istediğini elde edebilir. Fakat aklı olmadığı zaman, bunları da yapamaz. İşte bu takdirde onun hayvanlardan da kötü durumda olduğu ortaya çıkar, insanlar akıl sayesinde hayvanlardan ayrılır ve yine akıl sayesinde Allahü teâlâ'nın mahlukatının çoğundan üstün olur. Bu vasfı ortadan kalkınca değersizlerin en değersizi haline gelir.

23

"Eğer Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi. Eğer onlara işittirmiş olsaydı onlar yine yüzçevirir ve arkalarını dönerlerdi."

Eğer Allahü teâlâ, onlarda bir hayır görseydi; hakkı, aramak ve hidayete ermek için çaba harcayacaklarını bilseydi, onlara mutlaka anlayış ve tefekkür yeteneği verir, gerçeği onlara işittirirdi ve o zaman onlar da, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hak Peygamber olduğunu testim, ona itaat ve iman ederlerdi. Fakat Allahü teâlâ, onlarda bu meziyetlerden hiçbirinin bulunmadığını bildiği için onlara işittirmemiştir. Çünkü bu işittirmenin faydası olmazdı ve hikmetin dışına çıkılmış olurdu. Nitekim âyette buna işaretle,

"Eğer onlara işittirmiş olsaydı, yine yüzçevirir ve arkalarını dönerlerdi" buyurulur.

Onlar, tamamen hayırsız oldukları halde Allahü teâlâ, onlara, gerçeği anlama yeteneği vermiş olmak suretiyle hakkı işittirseydi onlar yine de işittikleri haktan yüz çevirirlerdi ve ondan hiç faydalanmazlardı.

Yahut tasdik ettikten sonra yine irtidat ederler ve hiç işitmemiş gibi olurlardı.

Bu son cümle, açıklayıcı müstakil bir cümle olarak da kabul edilebilir. Şu anlamda ki:

" Zâten onlar dönek bir kavimdir."

Bir görüşe göre ise, bu âyete konu olanlar, Resûlüllah'a şöyle demişlerdi:

"- Kusayy'ı dirilt. O gerçekten mübarek bir ulu idi. O sana şahitlik etsin de, biz de sana iman edelim.

Buna göre, eğer onlara Kusayy'in sözlerini işittirse...

Bir diğer görüşe göre, onlar, Kusayy'ın oğlu Abduddar Oğulları idiler. Onlardan sadece Mus'ab b. Umeyr (öl: 625) ile Süveyd b. Harmele Müslüman olmuşlardı.

Onlar:

"- Biz, Muhammed'in getirdiğine sağırız, dilsiziz; onu işitmeyiz ve icabet etmeyiz diyorlardı.

Allahü teâlâ, onları kahreylesin! Nihayet onların çoğu Uhud savaşında öldürüldüler. Onlar, Kureyş ordusunun sancaktarı idiler.

İbni Cüreyc'e göre, bu âyete konu olanlar, münafıklardır.

Hasen'a göre ise, bunlar Ehl-i Kitab'tır.

24

"Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'a ve Resulüne icabet edin. Ve şunu iyi bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız."

A- "Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'a ve Resulüne icabet edin."

Bu âyette nidanın tekrar edilmesi ve Müslümanların iman vasfı ile vasıflandırılmaları, bundan sonra gelecek emirlere uymaya yönelmelerini teşvik etmek ve bu emirlerde imanı gerektiren hakikatler bulunduğuna dikkat çekmek içindir.

Burada çağıran, Resûlüllah'tır çünkü Allahü teâlâ adına çağırma görevini bizzat yapan odur.

Hayat verecek şeyler de, ebedî hayatin sebebi olan dinî ilimlerdir. Nasıl ki gerçek ölümün yegâne sebebi de cehalettir.

Yahut hayat verecek olan, kalbin ab-ı hayatıdır. Nasıl ki cehalet de, kalbin ölmesini mucip olmaktadır.

Başka bir görüşe göre ise, bu cümlenin anlamı, Resûlüllah sizi kâfirlere karşı cihada çağırdığı zaman, ona icabet edin; demektir. Çünkü Müslümanlar, cihadı terk ettikleri takdirde kâfirler, onlara galebe ederek hayatlarına son vereceklerdir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:

" Ey akıl sahipleri! Kısasta sîzin için hayat vardır" buyrulur.

Rivâyete göre bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmakta olan Übeyy b. Kâ'b'ın ((radıyallahü anh) öl:643) evinin önünden geçerken kendisini çağırdı. O da, acele ile namazını bitirdikten sonra Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardı.

Peygamber sordu:

"- Bana icabetten seni alıkoyan nedir?" "- Ya Resûlallah, namazda idim." Peygamber

"- Pek iyi, bana vahyedilen, "Sizi çağırdığı zaman Allah'a ve Resulüne itaat edin" âyetinden haberin yok mu"? buyurdu."

Bu hadisin izahı konusunda değişik görüşler beyân edilmiştir:

Bir görüşe göre, namazı kesme zorunluğu, Peygamberin çağırmasına mahsustur.

Diğer bir görüşe göre ise Peygamberin çağırmasına icabet, namazı bozmaz.

Başka bir görüşe göre ise, Peygamberin çağırması, gecikmeye tahammülü olmayan önemli bir iş için idi. Diğer namaz kılanlar da, benzeri durumlarda namazlarına ara verebilirler.

B- "Ve şunu iyi bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer."

Bu ifâde, Allahü teâlâ'nın, kuluna olan son derece yakınlığını anlatır. Nitekim diğer bir âyette de:

" ve Biz insana şah damarından daha yakınız" buyurulur.

Yine bu âyet, Allahü teâlâ'nın, sahibinin bile gafil olabileceği kalbin sırlarını bildiğine dikkati çeker.

Yahut bu âyet, arzu edilen şeyi elde etmeden önce kalbi ihlaslı kılmaya ve arındırmaya teşvik anlamını ifâde eder. Çünkü arzular, kişi ile kalbi arasına girer.

Yahut bu ilâhî ifâde, Allahü teâlâ'nın kulun kalbine tamamen hâkim olduğunu bildirir. Şöyle ki, Allahü teâlâ, kulunun saadetini dilediği zaman,

-onun kötü azimlerini fesheder; niyet ve maksatlarını değiştirir; onunla küfür arasına girer; onun korkusunu güven, unutmasını hatırlamaya (nisyanını zikre) tebdil eder ve fırsatı kaçırtabilen benzeri hallerin hepsini kaldırır.

C- "Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız."

Siz kıyamet günü başkasının değil ancak Allahü teâlâ'nın huzurunda haşrolunacak veya toplanacaksınız; o zaman Allah (celle celâlühü), amellerinizin mertebelerine göre size hak ettiklerinizi verecek. O halde siz, Allahü teâlâ'nın ve O'nun Resulünün itaatine koşun ve bütün gayretlerinizle onlara icabet edin.

25

"Ve sakının o fitneden ki o, sadece sizden zulmedenlere dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki Allah şiddetle cezalandıcı (şedîdü'l-ıi'kaab)dır."

Fitne, bizzat zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz fakat ayni zamanda, aralarında bulunup işledikleri günahı onaylayan, emr-i bi'l mâruf ve nehy-i anıl- münker konusunda müdahene (dalkavukluk) yapan, hak olan söz birliğini bozan, bid'at işleyen, cihatta gevşeklik gösteren kimseleri de kapsar.

"Lâ tusıîbenne" fiili, bir kıraatte "le-tusıîbenne" seklinde de okunmuştur. Buna göre mânâ şöyle olur:

"Öyle bir fitneden sakının ki, andolsun o, özellikle içinizden zulmedenlere isabet edecektir."

"Min-küm — sizden" ibaresindekı "min" harfi, ba'zıiye değil beyânî de olabilir. Bu takdirde şöyle bir anlama dikkat çekilmiş olur:

Sizin zulmünüz, başkasının zulmünden daha çirkindir.

İste bundan dolayıdır kî, Allahü teâlâ'nın azabı, azabı mûcib hareketi bilfiil işlemeyenlere de -zulme karşı sessiz kalmalarından dolayı- isabet eder.

26

"Hatırlayın o zamanı ki siz sayıca azdınız; yeryüzünde zayıf olarak tanınıyordunuz. İnsanların sizi zorla kaçırmalarından korkuyordunuz. Öyleyken O, sizi barındırdı ve yardımı ile sizi destekledi ve sizi temiz nimetlerle rızıklandırdı ki, şükredesiniz."

Ey Muhacirler, Medîne'ye göç eden Müslümanlar! Hatırlayın o vakti ki, siz Mekke'de sayıca az idiniz; Kureyşlilerin eli altında zayıf bir durumda bulunuyordunuz; Kureyş'ilerin ya da Arap kâfirlerinin, düşmanlıkları sebebiyle, sizi kapıp kaçırmalarından korkuyordunuz.

Yahut ey bütün Araplar! Şunu da hatırlayın ki, siz yeryüzünde Farslıların ve Rumların elleri altinda zayıf ve mahkûm bulunuyordunuz; o insanların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz.

Çünkü önceleri bütün Araplar, bu iki milletin elinde zelil ve mahkûm bulunuyorlardı.

Allah,

- yurt olarak sizi Medine'de barındırdı, size, korunacağınız bir yurt verdi.

- kâfirlere karşı yardımıyla siz destekledi, ya da Ensar'ın ve meleklerin yardımlarıyla sizi teyid etti; size ganimet mallarından temiz rızık verdi ki, bu büyük nimetlere şükredesiniz.

27

"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne bile bile ihanet etmeyin. Yoksa kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursunuz."

Farzları ve sünnetleri muattal bırakmayın.

Yahut görünürde yaptıklarınızın aksini kalbinizde gizlemeyin.

Yahut ganimetlerde hiyanet etmeyin.

Rivâyete göre Peygamber Benî Kureyza Yahudîlerini kuşattı ve onları yirmi bir gün kuşatma altında tuttu. Sonunda O Yahudîler, Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Nacür Yahudileri ile yaptığı gibi bir barış anlaşması yapmasını, Şam bölgesinde bulunan Ezriât ve Eriha'daki kardeşlerinin yanma gitmelerine izin vermesini talep ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğine razı olarak kalelerinden inmelerini teklif buyurdu. Onlar, bunu kabul etmediler ve:

"-- Bize Ebû Lübâbe'yi gönder!" dediler.

Ebû Lübâbe, malları ve çoluk çocuğu onların elinde bulunduğu için, onlara öğüt veriyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu onlara gönderdi.

Onlar, Ebû Lübâbe'ye:

"- Ne diyorsun; Sa'd'in hakemliğini kabul ederek kalemizden inelim mi? "diye sordular.

Ebû Lübâbe, kendi eliyle boğazını işaret etti. Yani,

"- Bu, sizin boğazlanmanız demektir." demek istedi.

Ebû Lübâbe diyor ki:

"- Daha ayaklarım olduğu yerde iken ben, Allah'a ve Resulüne hiyanet ettiğimi anladım."

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Ebû Lübâbe, Medine'ye dönünce, kendini Mescid-i Nebevinin direklerinden birine bağladı ve:

"- Vallahi, ben ölünceye veya Allahü teâlâ, tevbemi kabul edinceye kadar hiçbir şey yemiyeceğim ve içmeyeceğim!"dedi.

Böyle yedi gün kaldıktan sonra baygın düştü. Sonra Allahü teâlâ, onun tevbesini kabul buyurdu

Âyet nazil olunca, kendisine:

"- Tevben kabul oldu; artik kendini çöz!" dediler fakat o:

"- Hayır, Vallahi, bizzat Resûlüllah, beni çözünceye kadar ben çözmeyeceğim!" dedi.

Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip onu çözdü. O zaman Ebû Lübâbe:

"- Tevbemin tamam olması için, ben, aralarında günah işlediğim kavmimin yanından hicret edeceğim ve bütün malımı da sadaka olarak bırakacağım." dedi.

Peygamberimiz :

"- Hayır! Malının üçte birini sadaka vermen yeterlidir buyurdu.

" bile bile" ibaresi,

- ya bunun hiyanet olduğunu bile bile demektir,

- ya da siz, güzeli çirkinden ayirtedebilecek bilgili kimseler olarak demektir.

28

"Ve şunu iyi bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak imtihan içindir. Şüphesiz en büyük mükâfat Allah katındadır."

Mallarınız ve çocuklarınız, günaha ve azaba düşmenize sebep olduklarından dolayı sizin için fitnedir.

Yahut mallarınız ve çocuklarınız, imtihan için Allahü teâlâ tarafından size verilmiş mihnettir.

Bu itibarla Ebû Lübâbe gibi, onların sevgisi sizi hıyanete sevketmesin. Şüphesiz Allahü teâlâ,

- rızâsını mallarına ve çocuklarına tercih eden,

- bu iki önemli konuda Allah'ın (celle celâlühü) sınırlarını gözetenler için büyük mükâfat vardır. Binaenaleyh siz de, himmet ve gayretlerinizi bu mükâfatı, kazanmak için harcayın demektir.

29

"Ey iman edenler, eğer siz Allah'tan sakınırsanız O, size bir furkan (hak ile bâtılı, iyiyi kötüyü ayırma gücü) verir. Kötülüklerinizi (seyyiatinizi) örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf (fadl) sahibidir."

Bu hitab ile iman vasfinin vurgulanması, bundan sonrasına önem verildiğini göstermek ve bundan önceki iki hitap gibi, bunlara riÂyetin imanı gerektiren hakikatlerden olduğunu bildirmek içindir.

Vurgulanan şudur:

Ey iman edenler, eğer siz bütün işlerinizde Allahü teâlâ'ya aykırılıktan sakınırsanız, O, bu sebeble, kalbinize hidayet bahşeder; siz de o hidayetle hak ile bâtılı birbirinden ayırt edersiniz.

Yahut size, hakka ve bâtıla taraftar olanları birbirinden ayıracak öyle bir zafer ihsan eder ki, onunla, mü'minleri aziz, kâfirleri zeki eder, Yahut size, şüphelerden çıkış yolunu ihsan eder.

Yahut iki cihanda korktuğunuz şeylerden size kurtuluş bahşeder.

Yahut size, şöhretinizi yayacak büyük bir şan verir.

Ve Allahü teâlâ, takvanız sayesinde sîzin kötülüklerinizi örter ve günahlarınızı bağışlar.

Bir görüşe göre ise, seyyiât, küçük, zünûb ise büyük günahlardır. (Yani küçük günahlarınızı da, büyük günahlarınızı da bağışlar, demektir.)

Bir diğer görüşe göre ise, anılan iki kelimeden murat, geçmiş günahlar ile gelecek günahlardır. Çünkü bu âyet, Bedir mücahidlerı hakkındadır. Ve Allahü teâlâ, onların geçmiş günahlarını da, gelecek günahlarını da bağışlamıştır.

Son cümle, makablinin illetini izah eder; Allahü teâlâ'nın onlara takva karşılığı olarak va'dettiklerinin, kendi lütuf ve ihsanı olduğuna, takvanın gerektirdiği nimetler olmadığına dikkat çeker.

Bu da, tıpkı bir efendinin, çalışması karşılığında kölesine bir takım nimetler va'detmesi gibidir.

30

"Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup yakalamak veya öldürmek veyahut (Mekke'den) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı.

Onlar tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısidır."

A- "Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup yakalamak veya öldürmek veyahut (Mekke'den) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı ."

Bu cümle.

"Hatırlayın o zamanı ki siz sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf olarak tanınıyordunuz." mealindeki cümleya atıftır.

Bu hitap, Peygamberimiz için ise de, burada, bütün Müslümanlara ihsan edilmiş bir nimet hatirlatılmaktadır. Şöyle ki:

Ey Resûlüm! Hatırla o zamanı ki Mekke müşrikleri seni, yakalayıp bağlamak, ya da yaralamak suretiyle etkisiz hale getirmek, yahut bir gece baskını ile kikçtan geçirmek, veyahut Mekke'den çıkarmak, sürmek için tuzak kuruyorlardı.

Mekke müşrikleri, Medîneli, Evs ve Hazreç kabilesinden bir İnsim insanların Müslüman olup Peygambere biat ettiklerini duyunca, paniğe kapıldılar ve durumunu görüşmek üzere Dâru'n-nedve'de toplandılar. 4

4. Dârü'n-nedve, toplantı evi demektir. Arap şehirlerinde cemaate ait işlerin görüşüldüğü bir nevi şehir mecüsi binası anlamına gelir. Bu isim özellikle Mekke'deki toplantı yeri için kullanılmıştır. Kabe'nin güney batısı tarafında yükselen ve tavaf terine bakan bu bina, rivâyete göre Kusay'ın ikametgâhı idi. 440 M.1 da inşa edilmişti.

Necd, Arap yarımadasının içinde, yüksek yayla bölgesidir.

Mekke müşriklerinin ileri gelenleri toplantı hâlinde iken yaşlı bir şahıs suretinde iblis (ya da ruhuna îblis girmiş yaşlı bir adam) geldi ve

"- Ben, Necid'liyim.. Sizin toplandığınızı duydum; ben de toplantıda bulunmak istedim. Siz benim görüşlerimi ve öğütlerimi yok sayamazsınız." dedi.

Toplantıda bulunan Ebû'l- Bahterî hemen söze girdi ve şunu önerdi:

"- Bana göre, Muhammed’i yakalayıp bîr evde hapsedeceksiniz; evin bütün pencerelerini kapatacaksınız; yalnız bir delik açık bırakacaksınız; bu delikten onun yiyeceklerini ve içeceklerini atacaksınız ve ölünceye kadar hapiste tutacaksınız."

Necid'li (iblis ruhlu) ihtiyar ise şunları söyledi:

"- Ne kötü bir teklif! Öyle yaparsanız, kavmi sizinle çarpışır ve onu elinizden kurtarır."

Hışam b. Amr da:

"- Muhammed'i bir deveye bindirin ve toprağınızdan çıkarın; ondan sonra yapacakları size zarar vermez" dedi

O Necid'li ihtiyar yine söze girdi:

"- Bu da, kötü bir teklifi Öyle yaparsanız, o zaman sizden başka bir kavmi ifsad edecek ve onlarla size karşı savaşacak."

Ebû Cehil ise düşüncesini şöyle belirtti:

Her batından (küçük kabileden) bir genç alın ve her birinin eline bir kılıç verin; hepsi bir darbe gibi birlikte vursunlar. Böylece Muhammed'in kanı, bütün kabileler arasında dağılmış olur. Sonuçta Benî Hâşim bütün Kureyş'e savaşamaz. Diyet istedikleri zaman da veririz."

Bu söz üzerine Necıd'li ihtiyar atıldı:İşte bu doğru!" dedi.

Böylece Ebû Cehü'in bu görüşü üzerinde anlaşmaya varıldı.

Bu sırada Cebrâîl , Peygamber'e gelip olanları haber verdi ve ona hicret emrini bildirdi.

Peygamberimiz de, Ali'ye yatağında yatmasını emretti ve kendisi Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile beraber Sevr dağındaki mağaraya çıktı.

"Onlar tuzak kurdular; Allah da onlara tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır." Resûlüm o müşrikler sana tuzak kuruyorlardı;

Allah. teâlâ tuzaklarını başlarına çaldı; ya da sana tuzak kurmaları sebebiyle onları cezalandırdı; yahut onların yaptıklarına benzer bir muamele yaptı.

Nitekim Allahü teâlâ, müşrikleri Bedir savaşına çıkarttı ve orada Müslümanları onların gözlerine az gösterdi ve böylece iki tarafın karşılaşmasını sağladı.

31

"Âyetlerimiz yüzlerine karşı okunduğunda onlar şöyle dediler:

"- İşittik (Kad semi'na); eğer istersek elbette biz de bunun gibisi (misli)ni söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil."

Bu sözü ilk söyleyen Mekke müşriklerinden mel'ûn Nadr b. Haris'tir. Başkaları da onun bu sözünü tekrarlayıp durdular. Nadr b. Haris onların reislerinden ve hâkimlerinden idi. Fakat o kadar istedikleri ve uğraştıkları halde Kur’ân'ın bir benzerini meydana getiremediler.

32

"Hani bir zamanlar da onlar şöyle demişlerdi:

"- Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur’ân) Senin katından gelmiş bir hak ise, bizim üzerimize semadan taş yağdır ya da bize acı bir azab ver!.."

Bu söz de, mel'ûn Nadr b. Haris'in sözlerindedir.

Rivâyete göre, Nadr:

"- Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil." deyince, Peygamber de:

"- Yazıklar olsun sana! Hiç şüphesiz o, Allah kelâmıdır." buyurdu. Bunun üzerine Nadr şöyle bir dilekte bulundu:

"- Ey Allah'ım! Eğer Kur’ân, Senin katından indirilmiş hak bir kitab ise, bizim onu inkârımıza ceza olarak üzerimize gökten taş yağdır, ya da ondan başka bize acı bir azap ver!"

Nadr'ın bunları söylemesinden maksadı, iztihza ve Kur’ân'ın - hâşâ!- böyle olmadığına olan kesin inancını ortaya koymak idi.

33

"Elbette Allah, sen onların içindeyken onlara azab edecek değildir. Ve eğer onlar bağışlanma diler (tevbe istiğfar eder)lerse yine de Allah, onlara azab edecek değildir."

Bu ilâhî kelâm, kâfirlerin, o çirkin sözlerine cevap ve kendilerine mühlet verilmesinin ve dualarının kabul edilmemesinin sebebini beyân niteliğindedir.

Âyetin üslûbu, bu azabın, o insanların hepsine şâmil bir azap olduğuna delâlet eder. Oysa Peygamber onların içindeyken böyle bir azab, Allahü teâlâ'nın hikmetine aykırıdır; O'nun hükmüne ve icraatına uygun değildir.

Onların mağfiret dilemesinden maksat, ya onlardan mü'min olanların mağfiret dilemesidir, ya da kendilerinin, "Allah'ım, mağfiret eyle!" demeleridir; veyahut bunun farz edilmesidir.

Yani farzedelim ki, onlar, mağfiret dileseler, azap edilmezlerdi. Nitekim,

" Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez." âyeti de bu kabildendir.

34

"Onlar (mü'minleri) Mescid-i Haram'dan men edip dururken Allah, onlara niçin azab etmeyecek? Onlar onun mütevelk (koruyucuları, hizmetli) leri de değildir. Onun mütevellileri takva sahiblerinden başkası değildir. Ama onların çokları bunu bilmezler."

Bundan önce, o kâfirlere azab edilmesine engel sebebin, kendi cihetlerinden olmadığı beyân edikilişti. Şimdi bu âyette de onların niçin azaba müstahak oldukları belirtiliyor.

Onların azab edilmelerine engel sebeb ortadan kalktıktan sonra buna ne mani olabilir? Ve onlar, mü'minleri Mescid-i Haram'dan men edip dururken nasıl cezalandırılmazlar? Ezcümle onlar, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den hicrete zorladılar ve Hudeybiyye andlaşmasının yapıldığı yıl da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minleri Mescid-i Haram'ı ziyareretten men ettiler. Oysa onlar, Mescid-i Haram'ın mütevellileri değildir. Bu da onların yaptıklarının son derece çirkin olduğunu gösterir. Onların Mescid-i Haram üzerinde tevliyete ilşkin hiçbir hakları yoktur.

Bu ilâhî kelâm, Mekke müşriklerinin,

"- Biz, Beytullah'ın mütevellileriyiz; istediğimize engel oluruz ve istediğimizi, de buraya sokarız" seklindeki sözlerini reddeder.

Mescid-i Haram'ın mütevellileri, şirkten sakınanlar, Mescid-i Haram da Allahü teâlâ'dan başkasına ibadet etmeyenlerdir.

Fakat onların çoğu, Mescid-i Haram üzerinde velayetleri olmadığını bilmez.

"Onların çoğu "sözü, onlardan bazılarının bu hakikati bildiklerine, fakat inatla bu hakkı teslim etmediklerine işarettir.

Diğer bir görüşe göre ise, onların çoğundan maksad tamamıdır. Nasıl kı kimi yerde zikredilen azdan, yok mânâsı kasdedihr.

35

"Onların Mescid-i Haram yanındaki duâ (salât)ları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde inkârınızdan dolayı tadın azabı!"

Müşriklerin, Beytullah'ın yanındaki duaları, yahut onların namaz dedikleri, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi.

Bu âyet müşriklerin, hem azaba müstahak olduklarını, hem de onların Mescid-i Haram'ın mütevellileri olamayacaklarını açıklar.

Çünkü duası ve ibadeti böyle olan kimseler, bu velayete layık değildir.

Rivâyete göre, Mekke müşrikleri, kadın erkek Kâ'be'yi çırılçıplak tavaf ediyorlardı; parmaklarını birbirine geçirip onlarla ıslık çalıyorlardı ve el çırpıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamber Kâ'be'de namaz kılmak istediği zaman onun kafasını karıştırmak için bunu yapıyorlardı ve kendilerinin de namaz kıldıklarını göstermek istiyorlardı.

Ve nihayet müşriklere şöyle hitab ediliyor:

"- Hem inanç, hem de amel olarak inkârınızdan dolayı tadın bakalım bu acı azabı!"

Bu azap, Bedir savaşında öldürülmeleri ve esarete maruz kalmalarıdır.

Bir görüşe göre ise, bu azap âhiret azabıdır.

36

"Çünkü o kâfirler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcarlar. Onu daha da harcayacaklar. Sonra o harcadıkları kendileri için hasret (iç acısı); sonra da yenilecekler. O kâfirler cehenneme sürülecekler."

Bu âyetin iniş sebebi hakkında değişik vecihler ileri sürühnüştür. Şöyleki:Bu âyet Bedir savaşında müşrik ordusunu iaşe eden on iki Kureyş zengini hakkında nazil olmuştur. Her biri günde on deve kesiyordu.

Bu âyet, Ebû Süfyan hakkında nazil olmuştur. Ebû Süfyan, Uhud savaşı sırasında müşrik ordusuna katılan Araplar dışında iki bin asker de ücretle tutmuştu ve onlar için kırk ukıye (okka) gümüş harcamışti. {Ukiye veya okka, 1283 gr.}

Bu âyet, Ebû Süfyan idaresinde Şam'dan gelen ticaret kervanının getirdiği malların sahipleri hakkında nazil olmuştur. Bedir savasında Kureyşliler yenilgiye uğrayınca, o malların sahiplerine:

"- Muhammed'le savaşmak için bu mallarınızla yardım edin! Umulur ki, ondan intikamımızı alırız!"teklifini yaptılar. Onlar da kabul ettiler.

" Allah yolu"dan maksat, Allahü teâlâ'nın dinine ve Resulüne tâbi olmaktır.

Birinci infak veya harcama, Bedir savaşı için yaptıkları harcamalar, ikinci infak da, Uhud savaşı için yapacakları harcama olabilir.

Her iki harcama Bedir savaşı için yaptıkları harcama da olabilir.

Buna göre, birincisi, harcamanın gayesini; ikincisi ise, onun akıbetini beyân etmek içindir ve o da henüz gerçekleşmemişti.

Mekke'nin müşrik zenginleri, mallarını harcadıktan sonra maksatları hasıl olmayınca da bu, onlara büyük bir pişmanlık ve üzüntü oldu. O zamana kadar savaş mağlubiyeti sıra ile olmuşsa da, nihaî olarak onlar mağlup olacaklardır.

37

"Allah, pis (habis)i temiz (tayyib)den ayırmak (temyiz ve tefrik etmek), pisi birbiri üstüne yığıp bir yerde toplayarak hepsini cehenneme sürmek için böyle yapar. İşte onlar hâsir (zarara uğrayan, dünya ve âhiret kaybeden)lerdir."

Bütün bunlar,

-Allahü teâlâ'nın, kâfiri mü'minden,

- ya da fesadı (bozuğu) salâhtan (iyiden),

-yahut müşriklerin, Peygamber'e düşmanlık uğruna harcadıklarını Müslümanların ona yardım için harcadıklarından ayırmak; murdarın bir kısmını diğer kısmı üstüne yığarak veya onların harcadıklarını kendileriyle birleştirerek, hepsini topluca cehenneme atmak içindir. İşte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Çünkü onlar mallarını da, canlarını da kaybetmişlerdir.

38

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- O kâfirler eğer vazgeçerlerse eskiden yaptıkları mağfiret edilir

. Ve eğer yeniden savaşa dönerlerse, daha öncekilere uygulanan yasa (ilâhî sünnet) onlara da uygulanacaktır."

"- Resûlüm! Ebû Süfyan ve adamlarına söyle ki, eğer sürdürmekte oldukları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlığına son verip İslâm'a girerlerse, geçmiş günahları bağışlanacaktır.

Yok eğer yine Müslümanlara karşı savaşa dönerlerse, eski Peygamberler'e karşı savaşanların ve Bedir savaşında arkadaşlarının başlarına gelenler, kesinlikle onların da baslarına gelecektir."

39

"Fitne ortadan kalkıncaya, din Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Ve eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki. Allah, onların yaptıklarını görür."

Bu ilâhî hitabın, umûmî olması, mü'minlerin savaşa teşvik edilmesi,

"Ve eğer yeniden savaşa dönerlerse, daha öncekilere uygulanan yasa (ilâhî sünnet) onlara da uygulanacaktır" buyrulması, ceza va'dinin gerçekleştirilmesi içindir.

Dinin tamamen Allahü teâlâ'nın olması, ya bâtıl dinlerin bütün mensuplarının helâk edilmesiyle, ya da öldürülmek, korkusuyla bâtıl dinlerden dönmeleri ile olur.

Eğer kâfirler, sizin onlarla savaşmanız sonunuııda küfürlerine son verirlerse, şüphesiz Allahü teâlâ, onların yaptıklarını görür ve Müslüman olmalarının mükâfatını verir.

"Bima ya'melûne basıîr" ibaresi "bima ta'melûne basıîr" şeklinde "hitab tâ"si ile de okunmuştur. Bu takdirde anlam:

"- Ey mü'minler, Allahü teâlâ, onların hidayet bulmalarına sebep olan sizin cihadınızı görüyor." olur.

Buna göre mü'minler, hem bilfiil cihattan; hem de onların Islâmiyetle şereflenmelerinden dolayı sevap kazanırlar.

40

"Eğer (imandan) yüzçevirirîerse artık bilin ki Allah, sizin mevlânız (yardınıcınız)dır. O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır."

Eğer kâfirler küfürlerinde ısrar edip imandan yüz çevirirlerse, bilin ki, Allahü teâlâ, sizin yardımcınızdır. Siz, O'na güvenin ve onların düşmanlığına aldırmayın.

Allahü teâlâ, ne güzel yardımcıdır; dostlarını yardımsız bırakmaz.

Allahü teâlâ, ne güzel yardımcıdır; kime yardım ederse o, hiçbir zaman mağlup olmaz.

41

"Şunu bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri (humusu) mutlaka Allah'ın, Resulünün, onun yakınlarının, yetimlerin ve yolda kalmışlarındır. Eğer sız Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı "Furkan Günü" kulumuza indirdiklerimize iman ediyorsanız bu böyledir. Allah her şeye kadirdir."

A- "Şunu bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri (humusu) mutlaka Allah'ın, Resulünün, onun yakınlarının, yetimlerin ve yolda kalmışlarındır ."

Kelbî'den rivâyet olunduğuna göre, bu âyet-i kerime, Bedir'de nazil olmuştur.

Muhammed el- Vakıdî diyor ki:

"- Humus'un farz kıhnması, Hicretin yirminci ayının başında, Bedir savasından bir ay üç gün sonra Şevval ayının ortasında vuku bulan Beni Kaynuka gazası sırasında olmuştur."

Bu âyetin hükmü iğne ipliğe varıncaya kadar, ganimet olarak alman her şeyi kapsar. Ancak imam (İslâm devlet reisi), önceden mücahitlere, herkesin öldüreceği düşmanın üzerindeki eşyanın kendisine verileceğini ilân etmişse, bu eşya ona verilir.

Savaş esirleri ve ganimet olarak alınan arazi hakkında ise imam muhayyerdir (dilerse mücahider arasında taksim eder; dilerse de devlete ayırır).

Ulemanın cumhûruna göre,

" Eğer mü'min iseler, Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur." âyetinde olduğu gibi bu âyette de Allahü teâlâ'nın zikri O'nu tazim içindir. Burada kastedilen, beşte birin âyette Allahü teâlâ'dan sonra zikredilenler arasında taksim edilmesidir.

"Li'r-rasûli / Resulü için" ve "li-zi'l kurba / onun yakınları için" kelimelerinde"li / için" harfinin tekrar edilmesi, ondan sonraki kelimelerde ise bunun zikredilmemesi, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yakınlarının, onun hissesine ortak olacakları vehmini ortadan kaldırmak içindir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ile yakınları arasında sıkı bir bağ olması sebebi ile böyle sanılabilirdi.

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yakınlarından murat, Benû Hâşim ile Benû Muttalib'dir. Benî Abdişems ile Benî Nevfel bunlara dahil değildir. Çünkü Osman ((radıyallahü anh) öl 656) ve Cübeyr b. Mut'im ((radıyallahü anh) öl.677)den rivâyet olunduğuna göre, bu ikisi, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demişlerdi:

"- Ya Resûlallah, Benî Hâşim senin kardeşlerindir; biz onların faziletini inkâr etmiyoruz; çünkü Allahü teâlâ, seni onlardan kılmıştır. Ancak bize söyler misin; niçin humustan Benî Muttalib'e pay veriyorsun da, bizi ondan mahrum bırakıyorsun? Oysa bizimle onların derecesi birdir." (Çünkü anılan zâtlar kardeş idiler.)

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de parmaklarını birbirine geçirerek:

"- Benû Hâşim ve Benû Muttalib câhiliyede ve İslâm döneminde bizden ayrılmadılar. Bu ikisi ayni şey (şey'-i vâhıid)dir." buyurdu.

Biz Hanefîlere göre humusun taksimi keyfiyeti şöyle idi:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde bîr hisse Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hisse onun yakınlarına, üç hisse de diğer üç sınıfa verilirdi.

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra onun hissesi kalkmıştır. Keza Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yakınlarının hissesi de kalkmıştır. Zâten onlara da ancak fakir olmalarından dolayı verilir. Şu halde onlar da, diğer fakirlerle eşit durumdadırlar.

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yakınlarının zenginlerine ise humustan bir şey verilmez.

Bu itibarla humus, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra sadece üç sınıfa (yetimlere, yoksullara, yolculara) verilir.

Nitekim Ebû Bekir'in ((radıyallahü anh) ölm. 634), icraatı ile ilgili şu rivâyet de bunun teyid eder:Ebû Bekir (radıyallahü anh), Benî Hâşim'e humustan hisse vermemiş ve onlara şöyle demiştir:

"- Sizin hakkınız:fakirlerinize humus ten pay verilmesi, bekâr hanımlarınızın evlendirilmesi, sizden hizmetçisi olmayana hizmetçi temin edilmesidir.

- Bunların dışında kalanlarınız ise, zengin yolcular gibi olup onlara sadaka malından bir şey verilmez."

Zeyd b. Ali (Zeynelâbidin) ( öl.740)den de bu görüş rivâyet edilmiş ve şöyle demiştir:

"- Humus malından saraylar yaptırmak, atlara binmek bizim hakkımız değildir."

Bir görüşe göre ise, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ganimet hissesi, kendisinden sonra veliyyü'lemre (halifeye, devlet reisine) geçer.

İmam Şafiî Muhammed b. İdrîs'e göre ganimetin humusu (beşte biri), beş hisseye taksim edilir:Bir hissesi, Resûlüllah'a ait olup onun hayatta iken harcadığı yerlere harcanır. Bunlar, Müslümanların müşterek işleri, gazilerin binekleri ile silâhları ve benzeri şeylerdir.

Diğer bir hisse de, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yakınlarıdır. Onların fakirine de, zenginine de verilir; taksimde de erkeklere iki, kadınlara bir pay tahsis edilir.

Ganimetin geri kalanı da, anılan üç sınıfa verilir.

İmam Mâlik'e (radıyallahü anh) göre, ganimet mallarının taksimi işi, imamın (devlet reisinin) içtihadına bırakılır:

İmam uygun görürse, ganimet mallarını, söz konusu sınıflar arasında taksim eder; o sınıflardan kimine verir, kimine vermez; o sınıflardan daha öncelikli ve önemli gördüğüne verir.

Tabiînden Ebû'l-Aliye, âyet-i kerimenin zahirini mestied göstererek diyor ki:

"Ganimet malından alınan humus (beşte bir), altı hisseye ayrılır.

Bu hisselerden biri, Kâ'be kapıcısına verilir.

Çünkü rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) humustan bir avuç para alıp Kâ'be işlerine ayırırdı.

Sonra geri kalan malları beş hisseye ayırırdı.

Başka bir görüşe göre ise, âyette ifâde edilen Allahü teâlâ'nın hissesi, Beytülmal içindir.

Bir başka görüşe göre ise, Allahü teâlâ'nın hissesi, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hissesine ilâve edilir.

Ganimet mallarından alman humusun hükmü budur.

Geri kalan diğer dört humus ise, ganimetleri alan mücahitler arasında taksim edilir.

İmam Ebû Hanîfe'ye (radıyallahü anh) göre, piyadelere bir hisse, süvarilere ise iki hisse verilir.

İmam Ebû Yusuf Yakub (Hazret-i 799) ile İmam Muhammed ( öl.804)e göre ise, piyadelere bir hisse, süvarilere üç hisse verilir.

Kurtubî de diyor ki:

"- Allahü teâlâ, âyette humusun (beşte birin) hükmünü beyân edip diğer dört humus hakkında bir hüküm beyân buyurma mistir. Bu, geri kalan humusların, ganimeti alan mücahitlere ait olduğuna delâlet eder."

B- "Eğer siz Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı "Furkan Günü" kulumuza indirdiklerimize iman ediyorsanız bu böyledir. Allah, her şeye kadirdir."

Eğer siz, Allahü teâlâ'ya... iman ediyorsanız, bilin ki, ganimette bir humusun hükmünü kabul ederek Allahü teâlâ'ya yaklaşmak gayreti içinde olun. O humustan umutlarınızı kesin ve geri kalan dört humusa kanaat getirin.

"V-a'lemû / şunu bikn la" hitabında bilmekten murat, onu uygulamak ve Allahü teâlâ'nın emrine itaat etmektir.

"A'bdina / kulumuz" dan murat, Resûlüllah ile mü'minlerdir. Zira o gün nazil olan bazı şeyler, bizzat mü'minlere nazil olmuştur. Nitekim ileride göreceksin.

"Yevnıe'l-furkan " Furkan Günü", Bedir günüdür.

O gün hak ile bâtıl birbirinden ayrıldığı için böyle isimlendirilmiştir.

"el-Cem'â'n / iki topluluk veya iki ordu", Bedir'de karşılaşan mü'minler-le kâfirlerin ordularıdır.

" O gün indirilenler" de, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen vahiy ile melekler ve zaferdir. Bunların indirildiğine iman etmek, humusta olduğu gibi Allahü teâlâ'ya ait olduğunu bilmenin gereklerindendir. Çünkü vahiy, bunu açıkça bildirmiştir. Ve melekler ile zafer de, Allahü teâlâ katındandır. Onlar sebebiyle hasıl olan ganimetin de, O'nun tayin buyurduğu yerlere harcanması gerekir.

Binaenaleyh Allahü teâlâ, bugün size yaptığı gibi, çoğa karşı azı ve güçlüye karşi güçsüzü muzaffer kılmaya kadirdir.

42

"Hani siz vadinin (Medine'ye taraf) aşağı yamacında idiniz; onlar da (Mekke'ye taraf) uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (sahilde) idi. Eğer siz önceden vaidleşmiş olsaydınız mîad (savaşın yer ve zamanın)da, ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah kararlaştırılan işi yapmak istiyordu. Böylece helâk olan açık bir delil ile helâk olsun; hayatta kalan da açık bir delil (beyyine) ile yaşasın. Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semi'), her şeyi hakkıyla bilen (A'lim) dir."

A- "Hani siz vadinin (Medine'ye taraf) aşağı yamacında idiniz; onlar da (Mekke'ye taraf) uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (sahilde) idi."

Siz, Bedir'de vadinin Medine yönündeki yakasında idiniz; onlar da Mekke yönündeki yakasında idiler. Kervan da, sizden aşağıda sahilde idi.

Bu kelâm, düşmanın güçlü, kervanı savunmak ve uğrunda savaşmak için hırslı, her ne bahasına olursa olsun savaşmakta azimh ve kararh olduklarını; Müslümanların ise zayıf, zahirî şartlara göre galip gelmelerinin pek uzak olduğunu belirtir.

İki ordunun karargâhlarının zikredilmesi de bundandır. Müslümanların karargâhı olan vadinin Medine yakası gevşek kumlu idi; yürürken ayaklar batıyordu ve güçlükle yürünüyordu. Vadinin öbür yakası ise böyle değildi.

B- "Eğer siz önceden vaidleşmiş olsaydınız mîad (buluşma yer ve zamanın)da ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah kararlaştırılan işi yapmak istiyordu. Böylece helâk olan açık bir delil (beyyine) ile helâk olsun; hayatta kalan da açık bir delil ile yaşasın. Çünkü Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Senıî'), her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) dir."

Eğer siz savaşmak için önceden vaidleştikten sonra kendinizin ve müşriklerin savaş imkânlarını öğrenmiş olsaydınız, onların üstünlüklerinden çekinerek, ve onlara karşı zafer kazanmaktan ümitsizliğe düşerek mutlaka verdiğiniz söze, va'dinize muhalefet ederdiniz. Fakat Allahü teâlâ, sizi onlarla vaidleşmeden karşı karşıya getirdi ki, ezelî ilminde mukarrer olan gerçekleşsin; dostlarına yardım, düşmanlarını kahretsin;

Ölenler açık bir delil ile ölsün; yaşayanlar da müşahede ettikleri açık delillerle yaşasın. Böylece haklı hiçbir hüccet ve mazereti kalmasın.

Bedir savaşı, hakkı gösteren açık delillerdendir.

Yahut, kâfir olanın küfrü ve iman edenin Ananı, apaçık delile dayansın.

Bu görüşe göre, âyetteki helâk ve hayat, mecazî olarak küfür ve imanı belirtir. Helâk olan ve yaşayandan murat da, helâk ve hayat ile karşı karşıya olanlardır. Yahut Allahü teâlâ'nın ezelî ilminde helake uğrayan ve hayata mazhar olanlardır.

Bu ilâhî kelâm, şu hakikati bildirir:Bedir savaşında Müslümanların elde ettikleri zafer, harikulade bir hâdise olup sırf Allahü teâlâ'nın lûtfu sonucudur. Binaenaleyh mü'minlerin imanı ve şükrü daha da artmak ve humusun (ganimetin beşte birinin) farz kılınmasiyla kalpleri mutmain olmalıdır.

Allahü teâlâ, kâfirlerin küfrünü ve onun cezasını, mü'minlerin imanını ve onun mükâfatını hakkıyla işitendir; hakkıyla bilendir.

Burada Allahü teâlâ'nın işitme ve bilme sıfatlarının zikredilmesi, her halde bu iki sıfatın, sözleri de, inancı da kapsaması içindir.

43

"Hani Allah, uykunda onları sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, mutlaka çekinir ve savaş konusunda çekişindiniz. Fakat Allah, sizi bundan selâmete çıkardı. Şüphe yok kı O, kalblerde olanı hakkıyla bilendir."

A- "Hani Allah, uykunda onları sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, mutlaka çekinir ve savaş konusunda çekişirdiniz."

Allahü teâlâ, sizin durumunuzu hakkıyla bildiği için uykunda onları sana az gösterdi ki, sen bunu Ashabına söyleyesin, bu suretle onların düşmana karşı sebat ve cesaretlerini artırasın. Eğer onları sana çok gösterseydi, mutlaka onlara saldırmaktan çekinir, onlarla savaş konusunda aranızda çekişir; sebat ve kararlılıkta görüş ayrılığına düşerdiniz.

"Fakat Allah, sizi bundan selâmete çıkardı. Şüphe yok ki O, kalblerde olanı hakkıyla bilir." Allahü teâlâ,

-sizi tartışmaya düşmekten kurtardı,

-birliğinizi bozmaktan, selâmete çıkardı,

-size böyle bir nimet bahşetti. Allahü teâlâ, savaşta zuhur edecek cesaret ve sabrı da, korkaklık ve sızlanmayı da elbette önceden biliyordu.

44

"Hani Allah, onlarla karşılaştığınız (onlara mülâkıî olduğunuz da) onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah kararlaştırılmış olan bir işi yerine getirecekti. Zâten bütün işler Allah'a döndürülür."

A- Hani Allah, onlarla karşılaştığınız (onlara mülâkıî olduğunuz)da onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu."

Bu hitap, bütün mücahid mü'minler içindir. Allahü teâlâ, onları Müslümanların gözünde az göstermişti. Nitekim İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) yanındaki arkadaşına soruyordu:

"- Sen de onları yetmiş kişi kadar mı görüyorsun?"

Arkadaşı da:

"- Ben onları yüz kişi kadar görüyorum!" demişti.

Bu, mü'minlere sebat, vermek ve Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasını doğrulamak içindi.

Allah (celle celâlühü), sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Nitekim Ebû Cehil şöyle diyordu:

"- Muhammed'in adamları bir deveyi yiyenler kadar!"

Allahü teâlâ, savaş başlamadan önce Müslümanları müşriklerin gözünde az göstermişti ki, müşrikler, Müslümanlara karşı cür'et bulsunlar ve onlara karşı daha fazla bir hazırlık yapmasınlar.

Savaş başladıktan sonra ise Allahü teâlâ, Müslümanları onların gözünde çok gösterdi. Hatta onlar, Müslümanları kendilerinin iki katı kadar gördüler; bu sebeble korku ve dehşete kapıldılar.

Bu da, Bedir savaşının büyük mucizelerindendir. Gözler, bazen çoğu az, azı çok görse de bu şekilde ve bu derecede yanılmaz.

Tarafların şartları eşit olduğu halde de Allahü teâlâ, gözleri bazı şeyleri görmekten engeller.

B- "Çünkü Allah, kararlaştırılmış olan bir işi yerme getirecekti. Zâten bütün işler Allah'a döndürülür."

Bu cümle, daha önce de geçmişti. Burada tekrar edilmiştir. Çünkü, gerekçesi olduğu fiil, öncekinden farklıdır; ilkinde yerine getirilen şeyden murat, düşmanla karşılaşmak idi; bu ikincisinde ise, İslâm ile Müslümanları azîz (üstün ve galib), küfür ile kâfirleri de zeki (mağlûb ve perişan) kılmaktır.

Bütün işler Allahü teâlâ'nın iradesine uygun olarak O'na döndürülür; O'nun emrini geri çevirecek hiçbir güç yoktur ve O'nun hükmünü geciktirecek bir kuvvet de mevcut değildir. Hikmet ve iyiliği sınırsız olan da yegâne O'dur.

45

"Ey iman edenler! Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı da çok zikredin ki felâha eresiniz."

Âyetin başında nida ve tenbih harflerinin zikredilmesi, kendilerinden sonra gelecek konulara pek önem verikdiğini göstermek içindir.

"el-Fietü/ topluluk", küfür ile vasıflandırılmamıştır. Çünkü mü'minlerin, ancak kâfirlerle savaştıkları bilinen bir gerçektir.

Ey iman edenler! Düşman bir topluluk ile karşılaştığınız zaman savaş alanında sebat edin ve savaş sırasında Allahü teâlâ'yı anarak O'ndan yardım, inayet dileyin ve zafer beldeyin. Umulur ki, beklediğiniz yardıma, zafere ve sevaba erişirsiniz.

Bu ilâhî kelâmın açık anlamı şudur:Hiçbir şey, kulu Allahü teâlâ'nın zikrinden alıkoymamak; Zorluk sırasında kul, bütün varlığı ile O'na yönelmeli; Kul, her halükârda Allahü teâlâ'nın lütfunun kendisiyle beraber olduğuna güvenmek.

46

"Allah'a ve Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir."

Bütün işlerde Allahü teâlâ'ya ve Resulüne itaat edin -Binaenaleyh burada mü'minlere emredilenler öncekide buna dahildir- ve Bedir ya da Uhud savaşından önce yaptığınız gibi birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da, kuvvetiniz gider.

Diğer bir görüşe göre mealde kuvvet olarak çevrilen "rîh" kelimesi, gerçekte rüzgâr demektir. Çünkü zafer, ancak Allahü teâlâ'nın gönderdiği bir rüzgâr ile gerçekleşir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadiste şöyle buyurur:

" Ben saba rüzgârı ile zafere erdirildim; Ad kavmi de batı rüzgârı ile helâk edildi."

Savaşın sıkıntılarına katlanın. Şüphesiz Allahü teâlâ, sabredenlerle beraberdir; onlara yardım eder ve korur. Allahü teâlâ'nın yardım ve inayeti onlarla beraberdir.

47

"Çalım atarak ve gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yolundan alıkoyan kimseler gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepe çevre kuşatmıştır."

Bundan önce mü'minlere o güzellikler emredilmişti. Şimdi burada birtakım çirkinlikler nehyediliyor.

" O kimseler gibi olmayın" ibaresindeki "o kimseler"den murat, Mekke müşrikleridir. Onlar, Şam'dan gelmekte olan kervanı savunmak üzere, çalım, riya ve tekebbür içinde; aynı zamanda gösterdikleri cesaret için insanlardan övgü bekleyerek Mekke'den çıkmışlardı.

Müşrik ordusu, Cuhfe'ye ulaştığında Ebû Süfyan'ın elçisi onlara geldi ve:

"- Geri dönün; kervanınız kurtuldu." dedi.

Ama onlar kahramanlık göstermeye karar verdiler. Sonunda sûre-i kerimenin başında zikredildiği gibi belalarını buldular.

İşte bu âyet-i kerimede mü'minler, Mekke müşrikleri gibi riyakâr, şımarık olmaktan nehyedîlmişler ve takva ve ihlasla emrolunmuşlardır.

Allahü teâlâ'nın sınırsız ilmi, onların bütün yaptıklarını kuşattığına göre, Allah (celle celâlühü) yaptıklarının mükâfatlarını verecektir.

48

"Hani şeytan onların yaptıklarını kendilerine güzel göstermişti de,

"- Bu gün insanlardan size galib gelecek kimse yoktur. Şüphesiz ben de size yardımcıyım!" demişti.

Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve:

"- Ben, kesinlikle sizden uzağım; çünkü ben gerçekten sizin göremediklerinizi görüyorum; zâten Allah, şiddetle cezalandırıcıdır." dedi."

A- "Hani şeytan onların yaptıklarını kendilerine güzel göstermişti de,

"- Bu gün insanlardan size galib gelecek kimse yoktur. Şüphesiz ben de size yardımcıyım !" demişti."

Bu hitap, öncekinden farklı olarak yalnız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Şöyle ki:

"Resûlüm, hatırla o zamanı ki şeytan, vesvese yoluyla o müşriklere, mü'minlere olan düşmanlıklarını ve diğer kötü işlerini güzel göstemişti de, onlara:

"- Bu gün insanlardan size gatip gelecek kimse yoktur; şüphesiz ben de sizin yardım anızım!" demiş; sayılarının ve imkânlarının çokluğundan dolayı onların mağlup edilemiyeceğini akıllarına sokmuş ve vesvesine uygun hareketlerin kendilerini koruyacak ibadetler olduğunu onlara vehmettirmişti. Hatta onlar:

"- Allah'ım! Bu iki fırkadan, en üstün dine mensup olanlarına yardım eyle!" diye duâ etmişlerdi.

B- "Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve:

"- Ben, kesinlikle sizden uzağım; çünkü ben, gerçekten sizin göremediklerinizi görüyorum. Kadar ben Allah'tan korkuyorum; zaten Allah, şiddetle cezalandırıcıdır. " dedi."

İki ordu karşılaştığında şeytan, Allahü teâlâ'nın, melekleri Müslümanların yardımına gönderdiğini görünce, ardına döndü kaçtı. Kurduğu planı bozuldu; bu plan, onların helakine sebep olacak bir tuzağa dönüştü ve:

"- Ben kesinlikle sizden uzağım; ben gerçekten sizin göremediklerinizi görüyorum; ben kadar Allah'tan korkuyorum!" diyerek onlardan ilgisini tamamen kesti; onlar için korktu ve onların durumundan umudunu kesti.

Diğer bir görüşe göre ise, Kureysliler sefere karar verince, Kinane kabilesi ile aralarındaki husumeti hatırladılar ve bu, neredeyse onları sefer kararından caydırıyordu. İşte bu sırada İblis, Süraka b. Mâlik el- Kınanı suretinde kendilerine geldi ve onlara:

"- Bu gün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur ve ben kesinlikle sizi kendi kabilem Kinane'den koruyacağım!" diyerek Kureyş ordusu ile birlikte sefere çıktı.

Sonra ordular karşılaştıklarında meleklerin indiğini görünce, ardına döndü. O sırada Haris b. Hişam, kendini Süraka b. Mâlik olarak tanıtmış olan o şahsın elinden tutuyordu. Kaçmak isteyen bu sözde Süraka'ya sordu:

"- Nereye?.. Bu halde bizi yalnız mı bırakıyorsun?"

Sözde Süraka ise:

"- Ben gerçekten sîzin göremediklerinizi görüyorum dedi ve Haris'ı göğsünden itekleyerek kaçmaya başladı.

Nihayet hezimete uğrayan müşrik ordusu Mekke'ye varınca:

"- İnsanları hezimete uğratan Süraka'dır!" dediler. Fakat gerçek Süraka:

"- Vallahi, ben, sizin hezimet haberinizi almadan sefere çıktığınızı bile bilmiyordum." sözleriyle onları şaşırttı.

Kinane kabilesi Müslüman olup hâdiseyi öğrenince de, onun şeytan (şeytan ruhlu biri) olduğunu anladılar.

Bu görüşe göre, Ben kadar Allah'tan korkuyorum!" ifâdesi,

"- Ben, meleklerden bana bir fenalık gelmesinden veya Allah'ın beni helâk etmesinden korkuyorum!" anlamında da olabilir.

Buna göre, âyette hatırlanması emredilen vakit şeytanın, kendilerine yardım va'dettiği vakit olur. Zira şeytan o zaman, daha önce görmediğini görmüştür.

Birinci görüş Hasen-ı Basrî'nindir ve İbni Bahr de bunu tercih etmiştir.

Bu cümlenin, şeytanın söylediği kelâmdan olması muhtemeldir; doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından söylenmiş istinafı (bağımsız) bir cümle olması da muhtemeldir.

49

"Hani o zaman münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar, sizin hakkınızda:

"- Bunları dinleri aldatmış!" diyorlardı.

Oysa kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki Allah her şeye üstün ve galib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim) dir. "

Kalblerinde hastalık bulunanlar konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki:Bunlar münafıklarla kalbleri iman ile itmi'nana ermemiş, içinde şüphe kalmış olanlardır.

Bunlar müşriklerdir. Bunlar Medine münafıklarıdır. Onların iki şekilde ifâde edilmesi, iki vasfın farklı olmasından dolayıdır.

İşte bunlar şöyle diyorlardı:

"- Şu mü'minleri dinleri aldatmış, bu yüzden güçlerinin yetmeyeceği bir şeye kalkışmışlar; sayıları üç yüz on küsur iken, bin kadar olan Mekke ordusu ile savaşmak üzere yola çıkmışlar!"

Allahü teâlâ da onları şöyle cevaplandırıyor:

"- Kim Allahü teâlâ'ya tevekkül ederse, bilsin ki, Allah (celle celâlühü) kesinlikle her zaman galiptir; Kendisine tevekkül edip sığınanlar az da olsalar, Allahü teâlâ, onlari zeki etmez. O, üstün hikmet sahibidir; üstün akıl sahiplerinin imkânsız gördüğü, yüksek anlayış sahiplerinin hayret ettiği harikalar yaratır."

50

"(Resûlüm) melekler, kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura:

"- Tadın ateş azabını!5" diyerek canlarını alırken onları bir görevdin!"

Bu hitap, Ya Resûlallah ya da buna muhatap olabilen herkes içindir.

Melekler, Bedir savaşında kâfirlerin canlarım alırken ve onların yüzlerine ve arkalarına, yahut onların bedenî uzuvlarına önden ve arkadan vurarak ve âhiret azabını onlara müjdeleyerek:

"-Tadın ateş azabını!" derlerken onları bir görevdin!

Bir görüşe göre de, o meleklerin ellerinde demir çubuklar vardı; onlarla her defasında vurduklarında o çubuklardan ateş çıkıyordu.

Burada şart cümlesinin cevabı mahzûftur. O kâfirlerin halini bir gözeydin; neler müşahede edecektin; demektir.

51

"İşte bu, ellerinizle yaptıklarınıza andır. Zâten Allah, kullarına asla zulmedici değildir."

Meleklerin onlara vurmaları ve azab etmeleri, işledikleri günahlar sebebiyledir. Allahü teâlâ, kulları suç işlemedikçe onlara asla zulmedici değildir.

Ehl-i Sünnet itikadına göre, Allahü teâlâ'nın, günahsız olarak da kullarına azap etmesi, zulüm sayılmadığı halde âyette böyle ifâde edilmesinin açıklaması Al-i İmrân 182. âyette geçti.

52

"Onların gidişi tıpkı firavun ailesi ile onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar da Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi; Allah da günahları yüzünden onları yakalamıştı. Şüphesiz Allah çok güçlü (kavıyy)dür; şiddetle cezalandırıcı (şedîdü'l-ıi'kaab)dır."

A- "Onları gidişi tıpkı firavun ailesi, ile onlardan öncekilerin gidişi gibidir."

Burada Mekke müşriklerinin hah, cürümleri sebebi ile helâk edildikleri bilinen firavun ve ona tâbi olanların haline benzetilerek, onların sırf kendi küfürleri sebebiyle felâkete uğradıkları belirtiliyor. Bu benzetme, onların halini ziyadesiyle takbih etmek, bunun, helâk edilen ümmetler için genel bir kural olduğuna dikkat çekmek içindir.

Yani ısrarla sürdürdükleri inkârları ve sonunda maruz kaldıkları azab itibariyle Mekke müşriklerinin hak de, çirkin hareketleri ve uğradıkları azablarla şöhret bulmuş olan firavun ve daha önceki Nûh ve Ad kavimleri gibidir.

"Onlar da Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi; Allah da günahları yüzünden onları yakalamıştı. Şüphesiz Allah, güçlüdür, şiddetle cezalandırıcıdır." Bazılarının söylediği gibi bu cümle, firavun ile ona uyanların ve benzerlerinin hallerinin değil, fakat Mekke müşriklerinin hallerinin izahıdır.

"Bi-zünûbi-him — günahları yüzünden" ifâdesi, onların küfürlerinin yanı sıra, ilâhî azabı gerektiren başka günahları olduğuna da işaret eder.

Onların günahlarından, küfürlerinden kaynaklanan günahları da kasdedilmiş olabilir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor kı:

"- Fir’avun ve ona uyanlar, Mûsa'nın (aleyhisselâm) Allahü teâlâ'nın Peygamberi olduğunu kesin olarak anladıktan sonra onu yalanladılar.

Mekke müşrikleri de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini tasdik eden bunca delil ve mucizelerle onlara geldiği halde onu yalanladılar. Allahü teâlâ da, firavun ve adamlarına tekzibin azabını indirdiği gibi, bunlara da tekziplerinin azabını indirdi.

"De'b -/ hal" kelimesi, aslında devamlılık ve itiyat anlamını ifâde eder. Onlarin maruz kaldıkları dünyevî azab ta devamlılık ve itiyat olmadığına göre azabın, onların de'bi (hak) kılınması, ya tağkb üslubuyla olup onların yaptıkları günahlar, kendilerine verilen azaba galip kılınmıştır (yani günah için kullanılan şey, azap için de kullanılmıştır), ya da o kâfirlerin, azabı gerektiren küfür ve günahlara devam etmeleri, azabın devam etmesi gibi sayılmıştır.

Son cümle, makablini, yani Allahü teâlâ'nın onları yakalamasını açıklayıcı mahiyettedir.

53

"İşte bu, şunun içindir:

Allah, bir kavme verdiği nimeti onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez. Gerçekten Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semi'), her şeyi hakkıyla bilen (Alîm)dir

Bu kelâm, makablinden bağımsız olup nazm-i kerimin ifâde ettiklerinin sebebini ve dayanağı olan ilâhî kuralı beyân eder. Şöyle ki:

Onların başlarına gelenler, kötü amelleri yüzündendir; yoksa onu gerektiren sebepler zuhur etmedikçe bu sonuç gerçekleşmez.

"Zâlike / işte bu" kelimesi de, bunu gösterir. Bu işaret, bazılarının dediği gibi azab ve intikamı ifâde etmez,

Allahü teâlâ, doğrudan doğruya, onlar bu günahları işlemeden de onlara azab etmeye kadir iken, azabın amellere terettübü daha açık bir deyişle azabın kötü amellerin sonucu olması şunun içindir:

Bir kavim, büyük veya küçük bir nimet içinde bulunduğu zamandaki hal ve hareketlerini bozuncaya, o nimete aykırı vasıllarla vasiflanmcaya kadir Allahü teâlâ ona verdiği nimeti bozmaz. Bu, O'nun yüce şanına yaraşmaz, hikmetine uygun düşmez. O kavmin nimet dönemindeki halleri, ister Allahü teâlâ'nın razı olduğu iyi haller olsun,

İster iyiye yakın haller olsun.

Nitekim Mekke halkı bi'setten önce putlara tapıyorlardı; kendilerine bahşedilmiş olan mühlet nimeti (azabın imhal edilmesi veya ertelenmesi) ile diğer dünya nimetlerinin devamını mümkün kılan bir hak sürdürüyorlardı Ama sonra Peygamber açık delillerle kendilerine gelince, eski hallerini daha kötüsü ile değiştirdiler. Çünkü onlar, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) yalanladılar; Peygambere ve ona tâbi olan mü'minlere düşmanhk beslemeye başladılar onların başına gaileler açmak için birleştiler. İşte o zaman Allahü teâlâ da, onlara olan mühlet nimetini değiştirdi ve onlara azap ve ceza gönderdi.

Son cümle de, sebeb kavramına dahildir. Müşriklerin başlarına gelenlerin sebeblerinden biri de şudur:

Allahü teâlâ, onların geçmişte, halde ve gelecekte bütün söz fiillerini hakkıyla işiten ve bilendir. Bunun içindir ki o sözlere ve fiillere uygun olan sonuçlar terettüp eder. Bu sonuçlar da, ya nimetlerin baki kılınmasıdır, ya da değiştirilmesidir.

54

"Onlar da tıpkı firavun ailesi ve onlardan öncekiler gibi Rabblerinin âyetlerini yalanladılar. Biz de günahları yüzünden onları helâk ettik. Fir’avun ile onu izleyenleri suda boğduk. Onların hepsi zâlimlerdi."

A-"Onlar da tıpkı firavun ailesi ve onlardan öncekiler gibi Rabblerinin âyetlerini yalanladılar."

Mekke müşriklerinin, Allahü teâlâ'nın mühlet nimetinin kadrini bilmemeleri ve bu nimeti bozmaları, tıpkı firavun kavmi ile onlardan öncekilerin durumuna benzemektedir. Onlar da, Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı.

B- "Biz de günahları yüzünden onları helâk ettik; "

Bu cümle, makabli gibi benzerliği izah için değil, fakat onların haline terettüp eden azabı haber vermektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu cümle, istinafı bîr cümle olup önceki istinaf cümlesi gibi geçen makablini açıklayıcı mahiyettedir. Nitekim burada, onların durumu, mezkûr kavimlerin durumuna benzetilmiştir.

Nitekim firavun kavmi ile ondan öncekile, hallerini değiştirdiler; Allahü teâlâ da, onlara verdiği nimeti değiştirdi. Şu halde,

" Onlari Rablerinin âyetlerini yalanladılar."cümlesi, onların kendi hallerini değiştirdiklerini,

" Biz de günahları yüzünden onları helâk ettik." cümlesi de, kendilerine yapılan muameleyi açıklar.

C- "Fir’avun ile onu izleyenleri suda boğduk. Onların hepsi de zâlimlerdi. "

Onların boğulması, helakin kapsamı içinde olduğu halde ayrıca ifâde edilmesi, boğulmanın korkunçluğunu bildirmek içindir.

Bu da, âyetlerde meleklerin zikredilmesinden sonra Cebrâîl’in ayrıca zikredilmesi kabilindendir.

Söz konusu fırkaların hepsi,

- firavun kavminden boğulanların,

- Kureyş müşriklerinden öldürülenlerin hepsi, küfür ve günahlarla kendilerine zulmetmişlerdi. Hepsi de, kendi nefislerini helake maruz bırakmışlardı.

Yahut onların hepsi, küfür ile tekzibi, iman ile tasdikin yerine koymak suretiyle zulmetmişlerdi. İşte başlarına gelenler, bundan, dolayı gelmişti.

55

"Allah katında, yeryüzünde hareket eden canlıların en kötüsü şüphesiz o kâfirlerdir ki iman etmezler."

Daha önce helake uğrayan kâfirlerin durumları açıklanmışn. Şimdi burada diğer kâfirlerin durumlarına ve onlara ilşkin hükümlerin tafsilatına giriliyor.

Allahü teâlâ'nın katında veya hükmünde bütün canlıların en kötüsü, şüphesiz, küfürde ısrar ve inat eden kâfirlerdir.

Söz konusu kâfirlerin insanların en kötüsü, değil de, yeryüzündeki bütün canlıların en kötüsü sayılması, onların insan nev'inden değil ancak hayvan cinsinden sayıldıklarını belirtir. Bununla beraber onlar, o hayvanlardan da kötüdür. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Onlar ancak hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar." Onlar tamamen küfre batmışlardır ve bu onların asıl tabiatlerı icabıdır. Hiçbir şey onları bu küfürden döndüremez ve vazgeçirtemez.

56

"Onlar, kendileriyle andlaşma yaptığın halde sonra her defasında and kısmayı bozan (nakzeden)lardır. Onlar, bundan hiç sakınmazlar."

Yahudîler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları her antlaşmayı bozuyorlardı. Bu, bazılarının dediği gibi, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara verdiği ahdi bozuyorlardı, demek değildir. Çünkü teşhiri mûcib çirkin hareket, iki taraflı antlaşmayı onların tek taraflı olarak bozmalarıdır.

"Fî külli merrah / her defası" ndan murat, bazılarının dediği gibi her savaşta antlaşmayı bozmak değil, her antlaşmadan sonra onu bozmak demektir. Çünkü çirkin telâkki edilen hareket budur. Antlaşma bozulmadan savaş olmaz. Savaş, uyulması gerekli bir andlaşma bulunmadığını ifâde eder.

Aksi takdirde her defasında kaydının bir anlamı olmaz. Çünkü o görüşe göre de, ahdi bozma, her savaşta değil, fakat yalnız anlaşmadan sonraki savaşta gerçekleşmiş olur.

Onlar antlaşmaları bozmayı sürdürmekte devam ettiler. Hıyanet aybından sakınmadılar ve bunun sonuçlarını da hiç düşünmediler.

Burada söz konusu olan Benî Kureyza Yahudîleridir. Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Müslümanlar aleyhinde müşriklere silah yardımı yapmıyacaklannı taahhüd etmişlerdi Fakat bu sözlerinde durmadılar. Müşriklere silâh verdiler. Yardımda bulundular. Sonra uyarıldıklarında "unuttuk" dediler ve özür dilediler. Onlarla tekrar andlaşma yapıldı. Yine andlaşmayı bozup Hendek gazasında müşriklerle ışbirliği yaptılar. Ünlü Yahudi hâkim ve reislerinden Kâ'b b. Eşref Mekke'ye giderek Müslümanlar aleyhinde müşriklerle ittifak yaptı.

57

"(Resûlüm), onları savaşta yakalarsan arkalarındaki (haleflere ibret olacak şekilde onları cezalandır ). Belki ders alırlar."

Resûlüm, sen, savaşta onlara karşı zafer kazandığın zaman onları muztar ve muztanp edecek şiddet uygula ve onları tenkil et ki, bu ağır muamele, arkadan gelenleri, haleflerini de etkilesin.

Umulur ki müşriklerin halefleri, gördüklerinden mütenebbih olurlar; antlaşmayı bozanların başına neler geldiğini görüp ibret alırlar ve ondan sonra antlaşmaları bozmaktan, geri dururlar. Yahut küfürden dönerler.

58

"Eğer (andlaşma yaptığın) bir kavmin hıyanetinden korkarsan sen de aynı şekilde andlaşmayi bozduğunu kendilerine bildir.

Çünkü Allah, hâinleri sevmez."

Ey Resûlüm! Andlaşma yaptığın bir kavmin hiyanetini, onlarda gördüğün delil ve şer emareleriyle kesin olarak tesbit edersen sen de, onlarla alâkayı kestiğini, antlaşmayı fesih ve ibtal ettiğini açıkça onlara bildir. Bu suretle onların ahdini üzerlerine at. Ahdin devam ettiği sanılırken doğrudan doğruya savaşı başlatan sen olma ki senin tarafında bir hiyanet şaibesi bulunmasın.

Diğer bir görüşe göre ise, Resûlüm, sen de ahdi üzerlerine at ki, yakın ve uzak olanlar ahdin kaldırıldığını, feshedildiğini anlamakta eşit olsunlar.

Yahut ahdin feshi konusunda sen de, onlar da eşit olmanız için ahdi onların üzerine at.

Allah'ın hâinleri sevmediği cümlesi, ahdi atma emrinin sebebini açıklar. Burada iki anlam söz konusu olabilir:

Ahdi atmakla beraber, savaşı başlatmamak gerekir.

Bu takdirde kelâmın amacı, Resûlüllah'ı hıyanet sayılan savaşı başlatmaktan sakındırmaktır.

Ahdi atmakla beraber hemen arkasından savaşı başlatmak gerekir.

Buna göre ise kelâmın amacı Peygamberi önce ahdi atmaya ve sonra da onlarla savaşmaya teşvik etmektir. Bu takdirde sanki şöyle denilmiş olur:

Resûlüm, eğer bir kavmin ahde hıyanetini kesin olarak, tesbit edersen ahdi onların üzerine at; sonra da onlarla savaş. Çünkü Allahü teâlâ, hainleri asla sevmez ve onlar da hainlerdir. Sen onların hâlinden hain olduklarını anlarsın.

59

"Kâfirler sakın öne geçtiklerini sanmasınlar . Çünkü onlar Bizi asla âciz bırakamazlar "

Kâfirler, kurtulduklarını, hiç sanmasınlar. Bu ifâdeden maksat:

Kâfirlerin kurtuluştan umutlarını kesmek, ahdi atmakla bağladıkları boş umutlara son vermektir.

Âyet şu gerçeklen vurguluyor:

- Kâfirlerin, Müslümanlara mukavemetleri, galibiyetleri, boş bir umuttan ibarettir.

Onlar kendileri bile bunu hayal edemezler.

Onların aklından geçen sadece kurtulmaktır.

Diğer bir görüşe göre ise hiç kimse, ya da kâfirlerin arkasında bulunanlar, kâfirlerin kurtulduklarını hiç sanmasınlar; demektir.

Bir kırâete göre, âyetteki "lâ yahsebenne / sanmasınlar" fiili, hitap kipi ile de okunmuştur ve bu hitap, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir.

Bu takdirde anlam şöyle olur:

Resûlüm, sen o kâfirlerin kurtulduklarını sanma. Onlar asla kurtulamazlar ve onları arkadan kovalayanları, kendilerini yakalamakta âciz bırakamazlar.

Bu kelâm, kâfirlerin, mukavemete ve direnişe muktedir olmadıklarını en belagatlı ve kuvvetli şekilde ifâde eder.

Bir görüşe göre, bu âyet, kurtulan müşrikler hakkında nazil olmuştur.

60

"Onlar için gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlı atlar hazırlayın. Böylece hem Allah'ın düşmanlarını hem de sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda infak ettiğiniz (harcadığınız) her şey size eksiksiz ödenir. Siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."

A- "Onlar için gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlı atlar hazırlayın . Böylece hem Allah'ın düşmanlarını hem de sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz."

Ey Müslümanlar, ahidleri üzerlerine atılan (andlaşmaları feshedilen) düşmanlara karşı savaşmak için, her ne olursa olsun, gücünüzün yettiği bütün savaş imkânlarını hazırlayın; ya da mutlak bir ifâdeyle bütün kâfirlere karşı savaş imkânlarını hazırlayın.

Âyetin siyakına münasip olan mânâ da budur.

"Ashâbtan Ukbe b. Amir ( öl.678) de şu hadisi rivâyet eder:

Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde iken şöyle dediğini işittim:

" Haberiniz olsun kuvvet atmaktır" ve bunu üç kez tekrar etti."

Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özellikle bunu söylemesi, diğer kuvvet ve imkânların en önemlisi olduğu içindir.

Cihad için bağlanıp beslenen atlar, kuvvetin kapsamına dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, diğer savaş bineklerinden daha önemli olduğunu belirtmek içindir. Bu da, tıpkı bazı âyetlerde meleklerin zikredilmesinden sonra Cebrâîl ve Mikâil'in adlarının anılması kabilindendir.

Burada o Allah düşmanı ve sizin düşmanınızdan maksad, Mekke kâfirleridir. Diğer bütün kâfirler de Allahü teâlâ'nın ve Müslümanların düşmanları oldukları halde özellikle Mekke kâfirlerinin zikredilmesi, onların son derece azgın ve düşmanlıkta haddi aşmalarından dolayıdır.

Mekke kâfirleri dışındaki düşmanlardan maksat, diğer kâfirlerdir.

Diğer bir görüşe göre Yahudilerdir.

Bir diğer görüşe göre münafıklardır.

Bir başka görüşe göre Fars'lardır.

Müslümanların bilmediği, Allahü teâlâ'nın bildiği düşmanlardan maksad, Müslümanların, gözleriyle görmedikleri düşmanlardır.

Yahut Müslümanların, kendilerine karşı düşmanlık beslediklerini bilmedikleri düşmanlardır. Nitekim "Allahü ya'lemü — Allah'ın bildiği", yani Allahü teâlâ'dan başkasının bilmediği, ifâdesine en münasip olan da bu ikinci mânâdır.

B- "Allah yolunda infak ettiğiniz (harcadığınız) her şey size eksiksiz ödenirce. Siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."

Cihada hazırlık için az çok harcadığınız her şeyin mükâfatı size tamamiyle verilecektir. Zâten siz hiçbir hususta haksızlığa uğratılacak değilsiniz.

Şunu açıkça ifâde etmek gerekir ki:

Kulların amelleri, zorunlu olarak mükâfatı mûcib değildir. İlâhî mükâfat, amellere terettüp etmez. Ve bunun böyle olması da haksızlık ve zulüm sayılmaz.

Ama burada haksizlik ve zulüm olarak ifâde edilmiştir. Amaç Allahü teâlâ'nın bundan münezzeh olduğunu belirtmektir.

Burada böyle bir eylem,

-Allahü teâlâ'dan sâdır olması imkânsız bir çirkinlik şeklinde tasvir,

-sevaplar da, Allahü teâlâ üzerine vâcib olarak takdim edilmiştir. Nitekim bu konu, daha önce:

"Nihayet Rabbleri onların dualarına şöyle icabet etti

"- Muhakkak ki Ben içinizden erkek veya kadın hayır işeyen hiç kimsenin amelini zayi etmem." âyetinin tefsirinde geçti.

61

"Ve eğer onlar barıştan yana olurlarsa sen de (Resûlüm) barıştan yana ol ve Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah, her şeyi kemâliyle işiten (e's- Semi'), her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm)dir."

Resûlüm, kâfirler, sizde gördükleri savaş kabiliyet ve hazırlıklarından korkuya kapılıp barışa meylederlerse, sen de barıştan yana ol; Allahü teâlâ'ya tevekkül et; onların zahiren barış isteyip de, içlerinden sana tuzak kurmalarından korkma!

Çünkü Allahü teâlâ, gerçekten her şeyi kemâliyle işitir.

O, onların kendi aralarında konuştuklarını da işitir ve her şeyi hakkıyla bilir.

O, onların niyetlerini de bilir ve onları müstahak oldukları azab ile yakalar.

Onların kurdukları tuzakları kendi boyunlarına dolandırır. Bu âyetin hükmü, Yahudilere mahsustur.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin hükmü, umumîdir; fakat kıkç (savaşı emreden) âyetiyle nesholunmuştur.

62

"(Resûlüm), eğer sana hile yapmak isterlerse şüphesiz Allah, sana yeter. Yardımlarıyla seni ve mü'minleri destekleyen O'dur."

A- "(Resûlüm), eğer sana hile yapmak isterlerse şüphesiz Allah, sana yeter."

Resûlüm, eğer o kâfirler, zahiren barışçı görünüp hakikati halde sana hile yapmak istiyorlarsa, bil ki, Allahü teâlâ, seni onların şerlerinden koruyacak ve seni onlara karşı muzaffer kılacaktır.

B- "Yardımlarıyla seni ve mü'minleri destekleyen O'dur."

Bu kelâm, Allahü teâlâ'nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için yeterli olduğunun sebebini açıklar.

Allahü teâlâ'nın, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem), daha önce belirtildiği gibi desteklemesi, gelecekte de desteğinin devam edeceğine delildir.

Katindan, Resulünü vasıtasız yardımlarıyla destekleyen O'dur.

Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Yardım, ancak, Azîz ve Hakîm Allah katındandır."

Yahut âdete aykırı olarak seni meleklerle destekleyen O'dur.

Yine seni Muhacir ve Ensar mü'minlerle destekleyen de O'dur.

63

"Onların kalblerini birbirine ısındıran (te'lif eden) da O'dur.

Sen yeryüzündeki her şeyi harcamış olsaydın yine de onların kalblerı arasını böyle ısındıramazdın. Lâkin Allah, aralarını telif etti. Çünkü O, her şeye üstün ve galib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

A- "Onların kalblerini ısındıran (te'lif eden) da O'dur."

İslâm'dan önce kabileler ve genel olarak insanlar arasında bunca öfke, kin ve intikam hırsı varken İslâm'dan sonra Allahü teâlâ'nın tevfikıiyle tek bir nefis gibi oldular. İşte bu da, Peygamberımiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) en parlak mucizelerindendir.

B- "Sen yeryüzündeki her şeyi harcamış olsaydın yine de onların kalbleri arasını böyle ısındıramazdın."

Eğer İslâm'ın bereketi ve Allahü teâlâ'nın özel inayeti olmasaydı, sen bunun için, yeryüzündeki her şeyi harcasaydın, yine bunu başaramazdın.

İslâm, bu âyette vurgulandığı gibi çok zor ve çetin bir işi başarmıştır. Zira cahiliye insanları arasında bulunan düşmanlık, son haddine varmıştı. Öyle ki, biri onların arasını bulmak için dünyadaki bütün malları harcamış olsaydı yine de başaramazdı.

C- "Lâkin Allah, aralarını te'lif etti. Çünkü O, her şeye üstün ve galib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim) dir."

Allahü teâlâ, üstün kudretiyle kalp ve kalıp olarak o insanların arasını buldu.

Allah'ın (celle celâlühü) kudreti sonsuzdur.

O'nun irade ettiği hiçbir şey O'na zor gelmez.

O, her şeyin nasıl musahhar kılınacağını bilir.

Bir görüşe göre, bu âyet, Evs İle Hazrec kabileleri, hakkındadır.

Cahiliyye devrinde bu iki kabile arasında sınırsız bir düşmanlık vardı ve aralarında süregelen savaşlarda çok büyük kayıplar vermişlerdi; kuvvetlen, nüfusları çok azalmıştı. Allahü teâlâ, İslâm sayesinde bütün bunları unutturdu ve onların arasını buldu. Nihayet onlar yan yana saf tuttular; bir yaydan ok attılar ve Ensar oldular.

64

"Ey Nebî, sana ve mü'minlerden sana tabî olanlara Allah yeter ."

Burada da, Allahü teâlâ'nın Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlere kâfi olduğu özel bir madde olarak açıklanıyor.

Bu cümlenin başında nida ve tenbih harflerinin bulunması, anlamına çok önem verildiğine dikkat çekmek içkidir.

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) "Nebî / Peygamber" unvanıyla zikredilmesi, hükmün gerekçesinin bu unvan olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Bu âyet-i kerime, Bedir savaşından önce sahrada naâzil olmuştur.

Bir görüşe göre de, İslâm'ın ilk zamanlarında otuz üç erkek ve altı kadın Müslüman olmuştu. Bundan sonra da Ömer (radıyallahü anh) Müslüman oldu. İste bunun üzerine bu âyet nazil oldu. İşte bundan dolayıdır kî, İbn Abbâs (radıyallahü anh):

"- Bu âyet, Ömer'in (radıyallahü anh) islâmıyeti kabulü hakkında nazil olmuştur." demiştir.

65

"Ey Nebî, mü'minleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa onlardan iki yüz kişiye gaîib gelir. Ve eğer sizden (sabreden) yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galib gelir. Çünkü onlar anlayışsız bir topluluktur."

A- "Ey Nebî, mü'minleri savaşa teşvik et."

Bundan önce Allahü teâlâ'nın yardım ve desteğinin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minler için yeterli olduğunu beyân edilmişti. Şimdi, Resûlüllah'a nusret ve yardımın zahirî sebepleri açıklanıyor.

Burada da hitabın, nida ve tenbih harfiyle yapılması, emredilen hususun önemini bildirmek içindir.

Resûlüm, mü'minleri ziyadesiyle savaşa, teşvik et, özendir!

Teşvik unsurlarının en büyüğü hiç şüphesiz Allahü teâlâ'nınn onlara olan nusret va'dini ve onlara yeterli olduğunu hatırlatmaktır.

B- "Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa onlardan iki yüz kişiye galib gelir."

Bundan önce Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) mü'minleri savaşa teşvik etmesi emredilmişti. Şimdi burada, Allahü teâlâ'nın mü'minlerden belli bir topluluğun, on misli düşmana galebe çalacaklarına ilişkin büyük müjde ifâde ediliyor.

C- "Ve eğer sizden (sabreden) yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galib gelir."

Bu cümle mü'minleri ziyadesiyle mutmain kılmak için ilâve bir açıklamadır. Burada her iki halde de oran aynı olup sonucun değişmeyeceği açıklanmaktadır.

Ç- "Çünkü onlar anlayışsız bir topluluktur."

Kâfirler, Allahü teâlâ ile âhiret günü hakkında cahil bir kavimdir; onlar, mü'minlerin yaptığı gibi, Allahü teâlâ'nın emrine uyarak, O'nun kelâmını yüceltmek için rızâsını talep ederek ve O'ndan karşılık bekleyerek savaşmazlar.

Fakat onlar, cahiliyye hamiyeti için, şeytanın izlerine uymak ve azgınlıkla düşmanlık yapmak için savaşırlar. Bundan dolayı da onların müstahak oldukları ancak kahır ve perişanlıktir.

Bazıları ise şu açıklamayı getirirler:

Allahü teâlâ'ya inanmayanlar, âhiret hayatına da inanmazlar. Onlara göre saadet, ancak dünya hayatındadır. Bunun için de onlar, hayatlarını esirgerler ve savaşlara girerek ve tehlikeli yerlere yönelerek hayatlarını ölüme maruz bırakmak istemezler. Onlar, savaştan kaçarlar ve sonuçta mağlub olurlar.

Ama gerçek saadetin bu fâni âlemde değil ancak ebedî hayatta olduğuna inananlar, bu dünya hayatına aldırmazlar; ona bir değer vermezler; bunun için de büyük bir yüreklilik ve sağlam bir azimle cihada yönelirler. İşte bundan dolayı bunlardan tek bir kişi, karşı taraftan bir çok kişiye bedel olur.

Bu izah da doğrudur; ama makama münasip değildir.

66

"Şimdi Allah, sizdeki za'fı bildi de (yükünüzü) hafifletti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa onlardan iki yüz kişiye galib gelir. Ve eğer sizden sabreden bin kişi olursa Allah'ın izniyle onlardan iki bin kişiye galib getir. Allah, sabredenlerle beraberdir."

Bundan önceki âyette ifâde edilen va'd, bir kişinin on kişiye mukavemet etmesini ve onlara karşı sebat göstermesini zımnen vacib kılmakta idi.

İbni Cüreyc'ten rivâyet edildiğine göre, önceleri bir mü'minin, on kâfirden kaçmaması ve onlara karşı direnmesi zorunlu idi. Nitekim Resûlüllah Hamza'yi (radıyallahü anh) otuz süvari ile bir seriyyeye göndermiş ve onlar, Ebû Cehil kumandasındaki üç yüz süvariyi hezimete uğratmışlardı.

Ancak bu yükümlülük, Müslümanlara ağır geldi ve bir süre sonra bundan şikâyet başladı. İşte o zaman bu hüküm nesholundu ve bir kişinin iki kişiye mukavemet etmesi şeklinde hafifletildi.

Diğer bir görüşe göre ise, Müslümanlar sayıca az iken, bir Müslümanın, on kâfire mukavemet göstermesi yükümlülüğü vardı. Sonra Müslümanların sayısı çoğalınca, tahfif hükmü indi.

Buradaki zaaftan murat, bedenî zaaftır.

Bir görüşe göre ise, basiret zaafıdır.

Savaş taktikleri ve becerisi itibariyle Müslümanların durumu değişikti (bazıları çok üstün savaşçılardı; bazıları ise başarı gösteremiyordu). Yoksa bu zaaf, bazılarının dediği gibi dinî zafiyet değildir.

"Allahü teâlâ'nın onların bu zafiyetlerini bilmesi"nden murat, bilfiil ortaya çıkan zafiyetleridir. Yoksa Allahü teâlâ'nın bunu mutlak olarak bilmesi değildir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) bu mutlak bilgisi, zâten ezelden sabittir.

"Allahü teâlâ'nın izni", yani O'nun kolaylaştırması veya teysir etmesi kaydı, bundan önce zikredilen yirmi Müslümanın, iki yüz kâfire; yüz Müslümanm, iki yüz kâfire ve bin Müslümanm iki bin kâfire galip gelmeleri için de geçerlidir.

Sabretme kaydı bütün gatibiyetler için geçerlidir.

Son cümle, makabli için açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. Bu beraberlikten murat, Allahü teâlâ'nın yardım ve desteğidir.

67

"Hiçbir Peygambere yeryüzünde küfrün gücünü kırıncaya (ishan edinceye)kadar esirleri olması yaraşmaz. Siz dünya malını arzu ediyorsunuz. Allah ise âhıireti diliyor. Allah her şeye üstün ve gaüb (A'zîz) hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir."

A- "Hiçbir Peygambere yeryüzünde küfrün gücünü kırmcaya (ishan edinceye)kadar esirleri olması yaraşmaz."

Hiçbir Peygambere, yeryüzünde küfrü zelil edinceye,

küfrün taraftarlarını azaltıncaya, düşmanları kahredinceye, İslâm'ı aziz kılıncaya kadar esirleri olması yaraşmaz.

B- "Siz dünya malı arzu ediyorsunuz. Allah ise âhıireti diliyor. Allah her şeye üstün ve galib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm) dir."

Siz, kâfirleri esir edip onlardan fidye almak istiyorsunuz; oysa Allahü teâlâ, sizin için âhiret sevabı istiyor. O'nun katinda dünya ve dünyalıkların âhiret mükâfatları kadar değerleri yoktur.

Yahut Allahü teâlâ, âhirette yüksek bir hayata erişmenizin sebebini sizden istiyor ki o da, dini aziz kılmanız ve düşmanları kahretmenizdir.

Allahü teâlâ, dostlarını düşmanlarına galip kılacaktır ve O, her duruma uygun olanı gayet iyi bilir. İşte bundan dolayıdır ki, müşrikler güçlü iken Allahü teâlâ, küfrü çökertmeyi emretmiş ve fidye almayı yasaklamıştır. Ama durum değişip galibiyet mü'minlere geçince de,

" (Savaşta kâfirlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun); hattâ (sonunda onların gücünü kırdığınızda onları esir alın); (sonra da onları ya karşılıksız, ya da fidye île salıverin)." âyetinde belirtildiği gibi, Allahü teâlâ, Peygamberimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) iki şey arasında muhayyer bırakmıştır.

Rivâyet olunuyor ki, Bedir savaşında Peygamberimiz'e yetmiş esir getirildi. Abbas ( öl.653)ve Âkıil b. Ebî Tâlib öl.664) de esirler arasında bulunuyorlardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) esirler hakkında Ashâb ile istişarede bulundu.

Ebû Bekir

"- Ya Resûlallah, bunlar senin kavmin ve âilendir; bunların hayatını bağışla; umulurki, Allahü teâlâ, onlara tevbe nasip eder. Ve onlardan fidye al; o fidyelerle Ashabını güçlendirirsin" dedi.

Ömer

"- Bunların boyunlarını vurdur; onların boyunlarını vuralım; zira bunlar, küfrün öncüleridir. Zâten Allahü teâlâ, seni fidyeden müstağni kılmıştır.

Emret:

-Ali Akîl'in boynunu vursun;

-Hamza da, Abbas'ın boynunu vursun;

-ben de filan akrabamın boynunu vurayım!

Biz, bunların boyunlarını vurmakyiz!" dedi. Peygamberimiz ât:

"- Şüphesiz Allahü teâlâ, bazı insanların kalblerini öyle yumuşatır İri, onlara sütten bile daha yumuşak olur ve bazı insanların kalblerini de öyle katılaştırır ki onlar taştan bile daha sert olur.

"- Ya Eba Bekir! Senin halin İbrâhîm Peygamberinkine benzer. O, şöyle demişti:

- Bana uyanlar, bendendir; bana isyan edenler ise, ya Rabbi Sen, Gafur ve Rahîm'sin!"

"- Ya Ömer! Senin halin de Nûh Peygamberinkine benzer. O da demişti ki:

-Ya Rabbi, yeryüzünde kâfirlerden hiçbir yuva sahibi bırakma!" buyurdu.

Sonuçta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashabı muhayyer bıraktı; onlar da esirlerden fidye aldılar, işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Sonra Ömer (radıyallahü anh), Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) ağladıklarını gördü ve:

"- Ya Resûlallah! Bunun sebebini bana da anlat; eğer ağlanacak bir şeyse, ben de ağlayacağım; yok eğer değilse, o zaman sizin hatırınız için ağlamaya çalışacağım" dedi.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Arkadaşlarının esirler için fidye almalarından dolayı ağlıyorum; onların azaba uğramaları bana gösterildi; baktım ki azaba şu yakınmadaki ağaçtan bile daha yakın bulunuyorlar" dedi.

Rivâyete göre o zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer bundan dolayı gökten bir azap inmiş olsaydı, Ömer ve Sa'd b. Muaz'dan başka hiç kimse kurtulamazdı."

Sa'd b. Muaz (radıyallahü anh) da, esirlerin ancak fidye karşılığı serbest bırakılmasını doğru bulmamışti.

68

"Eğer Allah'tan bir yazı sebketmiş olmasaydı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu ."

Eğer Allahü teâlâ tarafından önceden Levh-ı Mahfuz'da, müctehide ictihadindaki hatasından, Bedir mücahidlerine işledikleri günahlardan, açıkça inzar ve nehyedilmeyen bir kavme yaptıklarından dolayı azab edilmeyeceği yazılmış olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bîr azap dokunurdu.

Aldıkları fidyenin sonradan kendilerine helâl kılınması ilâhî azabın dokunmasına engel bir hal değildir. Çünkü sonradan gelen helâl hükmü, geçmişteki haram hükmünü ortadan kaldırmaz. Nasıl ki şarapta olduğu gibi, sonraki haram hükmü, geçmişteki mubah hükmünü ortadan kaldırmaz.

Burada ifâde edilen modern hukukun "Kanunsuz suç olmaz" prensibidir.

69

"Artık ganimet olarak aldığınız şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin. Allah'tan sakının Şüphesiz ki Allah, bağışlaması bol (Gafûr)dur, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Rivâyete göre mücahidler, önce ganimet mallarından almak istemediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Yani ganimet malları size helâl kılındı; artık aldığınız ganimetlerden yeyin.

Ancak en zahir olan görüşe göre, bu cümle, makamdan anlaşılan mukadder (gizli) bir cümleye atıftır. Şöyle kı:

Fidyeyi bırakın; elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve temiz olarak yiyin.

Siz, Allahü teâlâ'ya aykırılıklardan sakındığınız takdirde fidye almak konusunda size izin gelmeden önce fidyeyi mubah sayıp almanızı bağışlar ve sizi merhamet eder.

70

"Ey Nebî, elinizdeki esirlere de ki:

"- Allah, kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse sizden alman fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Resûlüm, elinizde bulunan o Bedir esirlerine de ki; Allahü teâlâ, sizin kalblerinizde ihlaslı iman ve doğru niyet olduğunu bilirse, sizden alman o fidyeden daha hayırlısını size verir.

Rivâyete, göre bu âyet-i kerime, Abbas (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur.

Resûlüllah Bedir savaşında esir düşen amcası Abbas'tan (radıyallahü anh), kardeşlerinin oğulları Akil b. Ebi Tâlib ile Nevfel b. Haris'in fidyelerini de ödemesini istedi. Bunun üzerine Abbas Ya Muhammed! Beni, Kureyş'ten dilenecek duruma düşürdün; benim bir şeyim kalmadı." dedi.

O zaman Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Pek iyi, sen Mekke'den çıkacağın zaman, hanımın Ummü'l- Fadl'e verip de, ona,

Ben bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum; eğer başıma bir iş gelirse, işte bunlar, senin ve oğullarım Abdullah, Ubeydullah ve Fadl'in olsun!" dediğin altınlar ne oldu?" diye sordu.

Abbas

"- Sen bunu nereden biliyorsun?" dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "- Rabbim bana bildirdi!" buyurdu. Abbas :

"- Şimdi ben, senin doğru olduğuna, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve senin de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederim. Vallahi, Allah'tan başka kimse bunu bilmiyordu. Ben o alünları gece karanlığında ona teskm etmiştim. Ben şimdiye kadar senin hakkında şüphe içinde idim. Şimdi sen bunu bana haber verince artık hiç şüphem kalmadı" dedi.

Sonra Abbas (radıyallahü anh) şunları söyledi:

"- Allahü teâlâ, benim verdiğim fidye yerine gerçekten daha hayırlısını verdi. Şu anda benim yirmi kölem var ve onların en az değerlisi, yirmi bin yapar. Yine Allahü teâlâ bana Zemzem'in idaresini verdi. Ben onu, Mekkelilerin bütün mallarına değişmem. Ve Rabbimden de mağfiret umuyorum."

Âyetin, son cümlesi, mağfiret va'deder.

71

"Eğer onlar sana hıyanet etmek isterlerse (üzülme)! Çünkü onlar daha önce Allah'a hıyanet etmişlerdi de Allah onlara karşı sana kudret vermişti. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hükümlerinde hikmet sahibidir ."

Bu kelâm, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli için,

- ona mükâfat,

- kâfirlere azab va'dederek doğrudan Allahü teâlâ tarafından söylenmiştir. Yani :

-Ev Resûlüm, eğer o esirler, İslâm üzere sana yaptıkları biati bozarlarsa, üzülme' Çünkü daha önce küfürleri ve Allahü teâlâ'nın her akıl sahibinden aldığı misakı bozmakla O'na da hıyanet etmişlerdi de, Allah (celle celâlühü), seni onlara karsı muktedir kılmıştı. Nitekim Bedir savaşında bunu gördün. Eğer onlar hıyanetlerini tekrarlarlarsa, bil ki, senin Rabbin, yine seni onlara karşı üstün çıkaracaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, burada hıyanetten maksat, esirlerin mahkûm oldukları fidyeyi vermemeleridir. Ancak bu görüş, isabetten uzaktır.

Allahü teâlâ, onların niyetlerini ve müstahak oldukları azabı gayet iyi bilir ve yaptığı bütün işleri de üstün hikmetinin gereği olarak yapar.

72

"Gerçekten onlar (Mekkeliler) iman ve hicret ettiler; mallan ve canları ile Allah yolunda savaştılar ve onlar (Medineliler) da onları barındırdılar ve yardımda bulundular; işte onlar biribirlerinin velîleri (dostları) dir. İman etmekle beraber hicret etmeyenlere gelince; onlar hicret edinceye kadar sizin onlara karşı velayetten dolayı bir hakkınız yoktur.

İman etmekle beraber hicret etmeyenlere gelince; onlar hicret edinceye kadar sizin onlara karşı velayetten dolayı bir hakkınız yoktur.

Eğer onlar dinde sizden yardım isterlerse artık onlara yardım etmeniz gerekir. Meğer ki (bu yardım) sizinle aralarında andlaşma bulunan bir topluluk aleyhinde olmaya. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla gören (Basıîr)dir."

A- "Gerçekten onlar iman ve hicret ettiler; malları ve canları ile Allah yolunda savaştılar ve onlar da onları barındırdılar ve yardımda bulundular; işte onlar birbirlerinin velileri (dostları)dir."

-inanan,

-Allah’ın ve Resulünün sevgisi uğruna yurtlarından hicret eden,

-malları ve canları ile Allah yolunda cihada koşan Muhacirler;

-Muhacirleri evlerinde barındıran,

-malını o yolda infak eden,

-ihtiyaçlarına rağmen onları kendi nefislerine tercih eden,

-düşmanlara karşı onlara yardımda bulunan Ensar var ya, işte onlar birbirlerinin velîleri, mirasçılarıdır.

Önceleri Muhacirler ile Ensar, hicret ve yardım sebebi ile birbirlerine vâris oluyorlardı; akrabalar vâris olmuyorlardı. Sonra bu hüküm aşağıdaki âyetlerle nesholundu:

" Allah'ın Kitabına göre akrabalar (rahim sahibleri) birbirlerine vâris olmağa daha evlâdır." Akrabalar (rahim sahibleri), Allah'ın Kitabına göre miras için, birbirlerine diğer mü'minlerden ve Muhacirlerden daha evlâdır."

Diğer bir görüşe göre ise, Muhacirler ve Ensar, birbirlerinin yardımcıları ve müzahirleridir, demektir. Ancak iman etmekle beraber hicret etmeyenlerin velayetleri,

" Hicret edinceye kadar size onların velÂyetinden hiçbir şey yoktur" ifadesiyle reddedildikten sonra

" Eğer onlar dinde sizden yardım isterlerse, artik yardım etmeniz gerekir" denilmesi, bu görüşün sıhhatine engeldir.

Malî cihadın, nefsî cihattan önce zikredilmesi, şunun için olmalıdır:

Malî cihad, daha çok olmakta ve ihtiyacı daha çok karşılamaktadır. Nitekim malî cihad olmadan nefsî cihad tasavvur olunamaz.

B- "İman etmekle beraber hicret etmeyenlere gelince; onlar hicret edinceye kadar sizin onlara karşı velayetten dolayı bir hakkınız yoktur.

Eğer onlar dinde sizden yardım isterlerse artik onlara yardım etmeniz gerekir. Meğer ki (bu yardım), sizinle aralarında andlaşma bulunan bir topluluk aleyhinde olmaya."

İman ettikleri halde henüz hicret etmemiş mü'minlere gelince; onlar, sizin en yakın akrabalarınızdan olsalar bile, hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir şey düşmez. Ama eğer onlar, din uğrunda müşriklere karşı sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz size vâcibtir. Fakat eğer bu yardım, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme karşı olursa, onlara yardım ederek bu antlaşmayı bozmak caiz değildir.

C- "Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla gören (Basıîr)dir."

O halde siz, Allahü teâlâ'nın emrine muhalefet etmeyin ki, O'nun azabı size dokunmasın.

73

"Kâfirler de birbirlerinin velîleri (dostları)dir. Eğer siz birbiriniz bu yardımı yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur."

Kâfirler de, mirasta, yahut yardımda birbirlerinin velileridirler.

Kâfirlerle Müslümanlar arasında miras olmadığı gibi din uğruna yardımlaşma da yoktur ve kâfirler, akraba, bile olsalar, bu konularda uzak durmak ve ilişki kurmamak gerekir.

Eğer siz müslümanlar aranızda dostane ilişkiler kurmazsanız, mirasta ve diğer haklarda birbirinize sırt çevirirseniz ve kâfirlerle aranızdaki bağları koparmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne olur; iman zafiyeti ve küfür ortaya çıkar ve yine iki cihanda da büyük bir fesat olur.

74

"îman ve hicret eden ve Allah yolunda savaşan ya ve (muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya; işte onlar gerçek mü'minlerdir Bağışlanma (mağfiret) ve bol rızık onlar içindir."

Bu âyet açıkça görüldüğü gibi Muhacir ve Ensarı över ve onların büyük bir mükâfata mazhar olacaklarına şahadet eder. Mağfiret ve bol rızık bu va'din ifadesidir.

Kerim bir rızık, başa kakması ve minneti olmayan bir rızık demektir.

Bu itibarla bu âyet, Önceki âyetin (72.) tekrarı değildir; çünkü Önceki âyetin siyakı, Muhacirler ile Ensar arasında yardımlaşmanın vâcib olduğunu ifade etmek içindir.

75

"Sonradan iman ve hicret eden ve sizinle cihada katılanlar var ya onlar da sizdendir. Akrabalar (rahım sahibleri), Allah'ın Kitabına göre birbirlerine daha evlâdır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm) dir."

A- "Sonradan iman ve hicret eden ve sizinle cihada katılanlar var ya onlar da sizdendir."

Ey Muhacirler ve Ensar!

O kimseler ki, Mekke'den Medine'ye sizin hicretinizden sonra iman ve hicret ettiler, bazı gazalarda sizinle beraber cihad ettiler, işte onlar da sizin camianızdandır.

Bu Müslümanlar, Kur’ân'da şöyle anlatılır:

"Bunların arkasından gelenler şöyle derler:

Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla..." Allahü teâlâ, bu son Müslümanları da ilk Müslümanlar zümresine ilhak buyurmuştur. Bu, onlar için ilâhî bir lutuftur ve iman ile hicrete teşvik içindir.

Bu âyette hitap, değiştirilerek onlara tevcih edilmesi de, onların şerefini ve yüksek mevkilerini açıkça göstermektedir.

B- "Akrabalar (rahim sahibleri) Allah'ın Kitabına göre birbirlerine daha evlâdır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Allahü teâlâ'nın hükmünde, yahut Levh-ı Mahfûz'da, yahut Kur’ân'da, yakın akrabalar, birbirlerine vâris olmağa yabancılardan önceliklidir.

Bu âyet zevi'l- erham akrabanın (uzak akrabanın) da mirasta hak sahibi olduklarına delil sayılmıştır.

Ezcümle Allahü teâlâ, veraseti önce dinî akrabalığa sonra nesebi akrabalığa bağlamaktaki üstün hikmeti gayet iyi bilir.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim, Enfâl ve Tevbe sûrelerini okursa, kıyamet gününde o, onun şefaatçîsidir, ve onun nifaktan berî olduğunun şahididir ve ona erkek ve kadın münafıkların her adedine karşılık on sevap verilir; Arş ve Arş'ı yüklenmiş olan melekler, hayati boyunca onun için istiğfar ederler.

Allahü teâlâ, en iyi bilir.

204

"Kur’ân okunduğu zaman onu hemen dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız."

Kur’ân okunduğu zaman, onu hemen tahkik ve kabul kulağı ile dinleyin; tazim ile dinlemek için kıraati sırasında susun; umulur ki, ondan yararlanırsınız.

Âyet-i kerimenin zahirî, namazda olsun, namazın haricinde olsun, Kur’ân okunurken onu dinlemenin farz olduğunu gösterir.

Bir görüşe göre de, Kur’ân nazil olduğunda Resûlüllah, "onu size okurken onu dinleyin!" demektir.

Bir de, rivâyete göre, önceleri Müslümanlar, namazda konuşuyorlardı; sonra bu âyet ile, susup imamın kıraetini dinlemeleri kendilerine emredildi.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimiz, farz namazlarda Kur’ân okurken Ashabı da arkasında okuyorlardı, iste bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Namazın haricinde okunan Kur’ân'a gelince, susup onu dinlemek, âlimlerin cumhûruna göre müstahaktır.

Bu âyet-i kerime,

- ya Peygamberimiz’e söylenmesi emir buyurulanlara dahildir,

- ya da doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından söylenen bağımsız bir kelâmdır.

205

"Rabb'ini içinden yalvararak ve korkarak sessizce sabah akşam zikret ve gaafillerden olma."

Bu emir, bütün zikirleri kapsar. Zira gizli zikir, ihlâsta daha etkili ve kabule daha yakındır ve sessiz kelâm, güzel tefekkür için daha uygundur.

206

"Şüphe yok ki, Rabbinin katında olanlar., O'na ibadette büyüklük taslamazlar; O'nu tenzih ve yalnız O'na secde ederler."

(Bu âyet secde âyetidir. Okunduğunda tilâvet secdesi yapılmalıdır)

Rabbinin katında olanlardan murat meleklerdir. Onların Allahü teâlâ katında olmaları, O'unu rahmetine ve lütfuna yakın bulunmalandır. Çünkü melekler, bütün himmetlerini ibadete harcarlar. İşte onlar, Allahü teâlâ'ya karşı ne ibadetten yana ne de başka bir suretle büyüklük taslamazlar; aksine emrolundukları gibi ibadetleri eda ederler. Cenab-ı Kibriya'ya layık olmayan her şeyden O'nı tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler; kulluk ve zilletlerini O'na tahsis ederler; başkasını O'na ortak koşmazlar.

Bu kelâm, diğer mükellefler için bir tarizdir. İşte bundan dolayıdır kı, bu âyetin kıraetinde tilavet secdesi meşru kılınmiştır.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Âdem oğlu secde âyetini okuyup secde ettiği zaman, şeytan ondan uzaklaşıp ağlamaya başlar ve şöyle, der (İza karae-bnü âdeme's-secdetc fesecede, iı'tezele'ş-şeytanü yebkî yekuul):

"- Vay benim halime (Ya veylehu)! Bu adama secde emredildi (Ümira-bnü âdeme bi's-sücûdi); o da secde etti (fe-secede); bundan dolayı cennet onun oldu (fe-lehü'l-cennetü). Bana secde emredildi (Ve ümirtü bi's-sücûdi); ben ise isyan ettim (fe-eseyte); ondan dolayı da cehennem benim oldu (fe-liye'n-nâr)!"19

Yine rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). şöyle buyurmuştur:

"Her kim, A'raf sûresini okursa, Allahü teâlâ, kıyamet gününde onunla iblis arasında bir engel meydana getirir ve kıyamet günü Âdem (aleyhisselâm) ona şefaatçi olur."

0 ﴿