TEVBE SÛRESİ

130 âyettir. Medine'de inmiştir.

Bu sûrenin başka isimleri de vardır. Şöyle ki:

1- Tevbeden söz edildiği için "et-Tevbe" ;

2- Nifak ve münafıklıktan uzaklaştırdığı için "el-Mukaşkışe";

3- Münafıkların halini araştırdığı için "el-Behûs";

4- Münafıkların halini ortaya çıkardığı için "el-Munakkıire";

5- Münafıkların gizli hallerini ortaya çıkardığı için "el-Mub’asire";

6- Münafıkların sırlarını yaydığı için "el-Müsîre";

7- Münafıkların hallerini su yüzüne çıkardığı için "el-Hâfire";

8- Münafıkları perişan ettiği için "el-Muhziye";

9- Münafıkları rezil- rüsvay ettiği için "el-Fâdıha";

10- Münafıkları cezalandırdığı için "el-Münekkile";

11- Münafıkları dağıtüğı için "el-Müşerride";

12- Münafıkları çökerttiği için "el-Müdemdime" ve "Azab" Sûresi de denir.

Bu sûrenin bu isimlerle şöhret bulması, onun Enfâl (8) sûresinin devamı değil de müstakil bir sûre olduğunu gösterir.

Sûrenin nüzulünde başında Besmelenin terkedilmiş olmasının hikmeti, Süfyan b. Uyeyne'den rivâyet olunduğu gibi, emniyeti kaldırmak amacıyla nazil olmasıdır. Emniyeti ortadan kaldırma makamı, emniyetin bakı olduğunu bildiren Besmelenin başta zikredilmesine mânidir. Çünkü Besmelede, Allahü teâlâ'nın ism-i celili, rahmet vasfı ile beraber zikredilir.

Yoksa sûrenin başında Besmelenin zikredilmemiş olması, İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) geldiği söylenen bir rivâyette betirtildiği gibi, müstakil bir sûre olup olmamasından dolayı değildir.

Yine, bu konuda Sahabe (radıyallahü anh) arasında vaki olan ihtilâfı gözetmek için de değildir. Kaldı ki, sûrenin başında Besmelenin, bu sebepten dolayı yazılmamiş olduğunu söylemek, kadîm Hanefî âlimlerinden geldiği söylenen bir rivâyette belirtildiği gibi, Besmelenin, Kur’ân'dan olmadığı, sırf sûreler arasında fasıla olmak amacı ile yazıldığı, Besmelenin, Mushaflarda yazılıp yazılmamasının kaynağının, tevkifi (şâriin nassi ile) değil, fakat Kur’ân'ı ilk toplayanların görüşü olduğu anlamına gelir.

Oysa, sahih olan rivâyete göre:Hanefî mezhebinde Besmele, Kur’ân'dan müstakil bir âyet olup sûreler arasında fasıla olmak ve teberrük (bereket dilemek) için nazil olmuştur.

Sûrelerin başlarına yazılıp yazılmamasında kimsenin görüşünün bir dahlı yoktur.

Bu konuda ancak vahye ve tevkife uyulmuştur.

Ve bu sûrenin nüzulünde başında Besmele olmadığı noktasında da şüphe yoktur.

Zâten Besmele olmuş olsaydı, bu sûrenin bağımsız olduğu konusunda şüphe ve ihtilaf olmazdı. Şu halde bu sûrenin başında Besmelenin bulunmaması, ya anılan Enfâl Sûresi ile beraber tek bir sûre olmasından dolayıdır, ya da zikrettiğimiz sebepten dolayıdır.

Birincisine imkân yoktur; öyle olmuş olsaydı, Peygamber îfü, mutlaka bunu beyân ederdi. Çünkü bu konuda ziyadesiyle beyâna ihtiyaç vardır.

Bu sûrenin âyetlerinin adedce çok ve iki suûrcnin nüzulü arasında geçen zamanın aralığınm uzun okması, bunun müstakil bir sûre olduğunu teyid eder niteliktedir.

Şu halde Peygamber ikisinin tek bir sûre olduğunu beyân etmediğine göre, ikinci ihtimal kesinleşmiş olur.

Çünkü beyân gerektiren yerde beyân olmaması, öyle olmadığı anlamına g; elir.

1

"(Ey Müslümanlar bu) kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere Allah ve Resulünden bir ihtardır."

Müslümanlar, Allahü teâlâ'nın izniyle ve Resûlüllah'ın onayı ile, Mekkeli müşrikler ve diğerleriyle muahede, yani yeminli ittifak yapmışlardı.

Sonra o müşriklerden Benî Damre ile Benî Kinane dışında diğerleri ahidleri bozdular verdikleri sözlerde durmacklar.

İşte bunun üzerine Müslümanlara da, antlaşmayı feshetmeleri ve arada bir antlaşma kalmadığını onlara bildirmeleri emredildi ve o müşriklere dört ay süre verildi ki, istedikleri yere gitsinler.

Bu ihtar, Müslümanlara da şamil, gereğini yapmaları Müslümanlara da vâcib olduğu halde; onun Allahü teâlâ'ya ve Resulüne nisbet edilmesi; muahede, Allahü teâlâ'nın izniyle ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ittifakıyla gerçekleştiği halde, yalnız Müslümanlara bağlanması, ihtarın, kesin ve zorunlu olduğunu bildirmek içindir.

Çünkü bu ihtar, geçmiş antlaşmadan doğan emniyet (eman) hükmünün sona erdiğinive o kâfirlere saldırının serbest olduğunu ilân etmekten ibarettir.

Bu, Allahü teâlâ cihetine bağlı bir hükümdür. Çünkü bu da, ilâhî bir hikmete ve sebebe mebni olup onun sonuçları yalnız o hikmet ve sebebe terettüb eder.

Bu ihtarın gereğinin yapılması vâcibtir. Bu emre uymak zorunludur.

Muahede, diğer şer'î akidler gibi, âldd taraflarının kabulü ile tekevvün eder, O, Allahü teâlâ'dan sâdır olmuş değildir. Allahü teâlâ'dan sâdır olan, onun iznidir. O muahedeyi meydana getiren ve gereğini yapan ise ancak Müslümanlardır.

Ve ihtar, ahid iznine değil, fakat ahdin kendisine taalluk etmektedir. İşte bundan dolayı ikisinden (ihtar ile ahidden) her biri, o konuda asıl olana nisbet edilmiştir.

Ayrıca, ihtarın, Allahü teâlâ'ya nisbet edilmesi, onun şanını tenzih, tazim ve korkunçluğunu ifâde; kâfirlerin zeki, değersiz, perişan ve zavallı olduklarını tescil eder.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in birinci nisbete dahil edilmesi (Allah ve Resulünden bir ihtardır) ve ikinci nisbetten çıkarılması (kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz), her iki yerde de Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şanını tazim ve kadrini yüceltmek içindir.

2

"(Ey müşrikler), dört ay daha yeryüzünde gezip dolaşın (seyyahat edin). Ve şunu bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Şüphesiz ki Allah, kâfirleri mutlaka hezimete uğratacaktır."

A- "(Ey müşrikler), dört ay daha yeryüzünde gezip dolaşın. Ve şunu bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz."

"el- Ardz / yeryüzü"nden maksat, dünyanın bütün ülkeleridir.

" yeryüzünde gezip dolaşın" dan murat ise:seyahati serbest kılmak, onlara savaş için hazırlık yapmak, ailelerinin ve mallarının savunmasını sağlamak, kaçacak yer bulmak gibi hususlarda onları kendi hallerine bırakmaktır.

Yoksa onları seyahatle mükellef kılmak değildir. Demek istenen şudur:

Bu, sizinle savaşmayı zorunlu kılan bir ihtardır.

Bundan böyle, yeryüzünde dört ay süreyle güven içinde dolaşın.

Sayı ve imkânlarınızı çoğaltmak için elinizden geleni yapın.

Dilediğiniz her kapıya baş vurun.

Ve şunu kesinlikle bilin ki, siz nereye giderseniz gidin ve hangi çareye baş vurursanız vurun, Allahü teâlâ'yı âciz bırakacak değilsiniz.

Kaçmakla ve savunma önlemleri almakla kurtulamazsınız.

B- "Şüphesiz kı Allah, kâfirleri mutlaka hezimete uğratacaktır."

Allahü teâlâ, kâfirleri;

-dünyada öldürülmek veya esir alınmak,

-âhirette de ilâhî azaba uğratmak suretiyle zelil ve perişan edecektir.

Bu kelâmda zahir ismin, zamir yerinde kullanılması (onları değil de kâfirleri denmesi), onların şirk ile vasıflandırılmaları, sonra küfür ile zemmedilmeleri ve hezimete uğratılmalarının sebebinin küfürleri olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Bu kâfirlerden maksat, bütün kâfirler de olabilir. Bu takdirde de muhatap kâfirler de öncelikle bunlara dahildir.

Âyetteki dört aydan murat, savaşın yasak olduğu haram aylarıdır.

Bir görüşe göre, bu aylar, Şevval, Zi'lka'de, Zi'lhicce ve Muharrem aylarıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Zi'lhicce ayının yirmi günü ile Muharrem, Safer ve Rebiu'levvel ayları ile Rebiu'lâhir ayının da on günüdür.

Bunlara Haram aylar denmiştir; çünkü bu aylarda savaşmaları yasak idi.

Yahut Zi'lhicce ile Muharrem aylarındaki hürmetin, diğer aylar için de tağlib yoluyla kullanılmasından dolayıdır.

Bir diğer görüşe göre, Haram ayları, Zi'lka'de ayının on gününden itibaren Rebiu'levvel ayının on gününe kadardır.

Zira o sene Hacc, cahiliyye Araplarının yaptıkları ertelemeden dolayı o vakte rastlamıştı. Ertesi sene ise Hacc, Zi'lhicce ayına tesadüf etmişti.

İşte Peygamberin :

" Şüphesiz ki, zaman Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günkü şekline dönmüştür." 9 hadisinin anlamı da budur.

{Hacc ayını ertlemenin izahı bu sûrenin 36. âyetinin tefsirinde gelecektin}

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hicret'in dokuzuncu senesinde Hacc mevsiminde Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) Hacc emiri tayin buyurdu.

Sonra bu sûreyi hacılara okumak üzere Ali'yi (radıyallahü anh) el-Adbâ adındaki devesinin sırtında arkadan gönderdi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e;

"- Ya Resûlallah! Bu sûreyi Ebû Bekir'e göndersen olmaz mı?" diye soruldu.

O:

"- Benim yerime bu vazifeyi ancak benim ailemden biri eda edebilir" buyurdu.

Çünkü Arapların âdetine göre, bîr kabile adına muahede yapmak ve bozmak isini ancak o kabileden olan biri gerçekleştirebilirdi.

Nihayet Ali (radıyallahü anh), hacc kafilesine yaklaşınca, Ebû Bekir (radıyallahü anh), devenin sesini duydu ve hemen olduğu yerde durup:

"- Bu, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinin sesidir!" dedi.

Ali (radıyallahü anh) yanına gelince sordu:

"- Emir olarak mı, memur olarak mı geldin?"

"- Memur olarak geldim." dedi

Sonra birlikte yola devam ettiler. Nihayet Terviye. (Arefe gününden önceki) günü Ebû Bekir (radıyallahü anh) bir hutba okudu ve hacılara Hacc menâsikînı (ibadetlerini) anlattı.

Bayramın birinci günü de Ali (radıyallahü anh) Akabe Cemresi (büyük şeytan taşlama yeri) yanında ayağa kalktı ve hacılara hitaben:

"- Ey insanlar, Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından size gönderilmiş elçiyim!" dedi. Onlar da:

"- Bize ne getirdin?" diye sordular.

Ali (radıyallahü anh), bu sûreden otuz veya kırk âyet okudu. Sonra dedi ki:

"Bana dört şey emredildi:

-Bu seneden sonra Beytullah'a hiçbir müşrik yaklaşmayacaklar.

-Hiç kimse, Beytullah'ı çıplak olarak tavaf etmeyecektir.

-Mü'min olmayan hiç kimse cennete girmeyecektir.

-Andlaşmak herkesin andlaşma süresi tamamlanacaktır." 10

10 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hicretin 9. yılında Tebük seferinden dönüşte haccetmek istemişti. Fakat müşıiklerin de hacca katılacaklarını, Beyti çırılçıplak tavaf edeceklerini düşündü. Gitmekten vazgeçti. Ebû Bekr'i (radıyallahü anh) hac emirı olarak görevlendirdi. Ebû Bekir (radıyallahü anh) hac yoluna çıkınca Berâe sûresinin baş tarafı nâzil oldu. Onu tebliğ etmek üzere Ali'yi (radıyallahü anh) gönderdi. Ali (radıyallahü anh) Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Adbâ ismindeki devesine binerek Arc denen yerde Ebû Bekr'e (radıyallahü anh) yetişti.

Olayı anlatan Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Ali (radıyallahü anh) bana Mina'daki evleri dolaşarak Berâe sûresini okumamı emretti. Bağırıyordum, Hatta sesim kısıldı." Sordular:

- Neyi ilân ediyordun?"

"- Dört şeyi; cennete mü'minlerden başka kimsenin giremiyeceğini, Bu seneden sonra hiçbîr müşrikin haccedemiyeceğini, Beyt-i Şerifı çıplak bir kımsenin tavaf edemiyeceğini,

Ahdi olanlara dört ay süre verildiğini ve bundan sonra ahid tanınmayacağını ilân ediyordum.

Müşrikler Berâe sûresini ilân ettiğimi işitince Ali'ye (radıyallahü anh),

"- Dört ay sonra göreceksimz ki anıcan oğlu ıle aramızda vurup yaralamadan başka bir ahid olmayacaktır" dediler. Fakat bu müddet içinde bir çok insanlar İslâm'a rağbet ederek kimi istekli kimi isteksız onu kabul ettiler." (Sahih-i Müslim, Kitabü'l-Hacc, Beyt-i Şerifı Müşrikler Haccetmesin, Çıplak Olan Tavafta Bulunmasın ve Hacc-ı Ekber Gününü Beyan Bâbı)

Zeyd b. Üseyd (radıyallahü anh) de şunları rivâyet ediyor: "Ali'ye (radıyallahü anh) sordum:

-Hangi şey ile Mekke'ye gönderildin (Seeltü aliyye bi-eyyi şey'in bııiste)? Dedı ki (Kale):

- Dört şey ile (bi-erbaa'):

Cennete ancak Müslüman olan nefis girecektir. (Lâ yedhulü'l-cennete illâ nefsün müslimetün).

Çıplak, Beytullâh'ı tavaf etmeyecektir (velâ yetûfu bi'l-beyti u'ryanü),

Bu yıldan soııra Müslümaıılarla müşrikler bir araya gelmeyeceklerdır (velâ yectemıu'l-müslimûne ve'l-müşrikûne ba'de â'mihim hâza).

Her kim ki onunla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında ahd (andlaşma) vardır, onun ahdi, müddetine kadar câridir ve müddeti olmayanların müddeti dört aydır (ve men kâne beynehu ve beyne'n-nebiyyü (sallallahü aleyhi ve sellem) a'hdün fe-a'hduhu ilâ müddetihi ve men lâ müddete lehu fe-erbea'tü eşhurun)." (Sünen-i Tirmizî, Hacc Babları, Çıplak Tavaf Etmenin Kerahati Babı).

3

"Hacc-ı Ekber günü Allah ve Resulünden insanlara bu bir ilândır:Allah ve Resulü müşriklerden tamamen bendir. Eğer hemen tevbe ederseniz bu, sizin için hayırlı olur. Ve eğer yüz çevirirseniz, şunu bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. (Resûlüm), o kafirleri can yakıcı bir azab ile müjdele!"

A- "Hacc-ı ekber günü Allah ve Resulünden insanlara bu bir ilândır :

Allah ve Resulü müşriklerden tamamen beridir."

"e'n- Nas / insanlar" dan murat, bütün insanlardır. Çünkü ihtar, sadece antlaşmayı bozanlara veya herhangi bir kavme mahsus ve münhasır değil, fakat bütün kâfirlere ve mü'minlere şamildir.

Hacc-ı Ekber, bayram günüdür. Çünkü bayram günü hac tamamlanmış olur ve haccın en büyük ibadetleri de o gün ifa edilir. İlân da, o gün olmuştur. Ayrıca, rivâyete göre Peygamber Veda Haccinde bayramın birinci günü Cemrelerin yanında durup:

"Bu gün lıacc-i ekber günüdür." 11 buyurmuştur.

11 Kurban bayramı günü hacc-ı ekber günüdür (Yevmü'n-nahri yevmü'l-hacci'l-ekber) denilmiştir (Sahih-i Müslim, Kitabü'l-Hacc, Hacc-ı Ekber Gününü Beyan Babı).

Diğer bir görüşe göre ise, Hacc-i Ekber günü, arefe günüdür; çünkü Peygamberimiz

" Hacc, arefe'dir." buyurmuştur. 12

12 Abdurrahman b. Ya'mer (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Arafat'ta iken, Necd halkından bazı kimseler ona haccın mahiyetini sordular. Resûl-i Ekrem'den aldığı emir üzerine bir münadi şöyle nida etti:

Hacc Arafattır. Her kim Müzdelife gecesi fecrin doğuşundan önce gelirse hacca yetişmiş olur. Ve diğer.."

(Sünen-i Tirmizî, Hacc Babları, Müzdelife'de İmama yetişen Hacca yetişmiş olur babı)

Hacc, Ekber (büyük) vasfıyla vasıflandırılmıştır. Çünkü umre'ye hacc-i asğar (küçük hacc) denir.

Yahut hacctan murat, o gün ifa edilen hacc menâsikidir (ibadetleridir). Zira o gün ifa edilen Hacc menâsiki, diğerlerinden daha büyüktür.

Yahut Müslümanlar ile müşrikler o haccta bir araya gelmişlerdi.

Yahut Müslümanların azizliği ve müşriklerin zelilliği o Hacc'da ortaya çıkmıştı.

Burada müşriklerden murat, kendileriyle antlaşma yapılıp da antlaşmalarını bozan müşriklerdir.

B- "Eğer hemen tevbe ederseniz bu, sizin için hayırlı olur. Ve eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz "

Tehdidi ağırlaştırmak için, burada doğrudan doğruya onlara hitap edilmiştir:

Ey antlaşmayı bozan müşrikler! Artık bu ihtardan sonra eğer şirkten ve hiyanetten tevbe ederseniz, bu tevbe, her iki cihanda da sizin için daha hayırlıdır. Ama tevbeden, ya da İslâm'dan veya ahde vefadan yüz çevirmeye devam ederseniz, biliniz ki, siz, Allahü teâlâ'yı asla âciz bırakacak değilsiniz; O'nun önüne geçemezsiniz ve O'ndan kurtulamazsınız.

C- "(Resûlüm), o kâfirleri can yakıcı bir azab ile müjdele."

Burada hitap, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmiştir. Çünkü elem verici azabı müjdelemek, istihza yoluyla da olsa (çünkü müjdeleme, aslında hayır için kullanılır), ancak ilâhî sırlara vâkıf olana yaraşır.

4

"Ancak kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklerden (size olan yükümlülüklerinde) hiçbir eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize başkasına herhangi bir yardımda bulunmayanlar müstesna. Onların ahidlerıni müddetlerinin sonuna kadar tamamlayın. Şüphesiz ki Allah, sakınan (müttakıî) lan sever. "

A- "Ancak kendileriyle andlaşma yaptiğiniz müşriklerden (size olan yükümlülüklerinde) hiçbir eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize başkasına herhangi bir yardımda bulunmayanlar müstesna. Onların ahidlerıni müddetlerinin sonuna kadar tamamlayın."

Antlaşmayı bozanlara dört aydan fazla mühlet vermeyin. Fakat sizin kendileriyle andlaşma yaptıklarınızdan:andlaşmalarını bozmayanlar, andlaşma şartlarına tamamen riayet edenler, sizden kimseyi öldürmemiş, size zarar vermemiş, aleyhinizde hiçbir düşmana yardım etmemiş olanlarla savaşmak için acele etmeyin.

Onların antlaşma süresini tamamlayın.

Antlaşmayı bozanlara tanınan süre sonunda onlara karşı da ansızın savaş başlatmayın; antlaşmayı bozanlara yaptığınız muameleyi onlara yapmayın, .

Nitekim Benî Bekir kabiles, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de bulunmadığı bir sırada Benî Huzaa kabilesine saldırmış ve Kureyşliler de, Benî Bekir kabilesine silah yardımı yapmışlardı.

Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Benî Kînâne'nin bir kolunun antlaşma süresinden dokuz ay kalmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların antlaşma süresini tamamladı."

B- "Şüphesiz ki Allah, sakınanları sever."

Bu kelâm, ilâhî buyruğa uyma zaruretinin sebebini açıklar.

Andlaşma hukukunu gözetmek takvadandır. Karşı taraf müşrik bile olsa, ahde vefa etmelidir. Ahde vefa edenle etmeyen hiçbir zaman bir değildir.

5

"Haram aylar (eşhurü'l-hurum) çıktıktan sonra neredebulursanız o müşrikleri öldürün, yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerine oturup bekleyin. Ancak eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir."

A- "Haram aylar (eşhurü'l-hurum) çıktıktan sonra nerede bulursanız o müşrikleri öldürün, yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerine oturup beldeyin."

Bu, antlaşmayı bozan müşrikler için ziyadesiyle lütuf olan bir hükümdür. Çünkü haram aylar, antlaşmayı bozmuş olan müşriklere Müslümanlardan bir fenalık gelmesine engel bir süredir. Onlarla yapılacak savaş, haram aylarının bitmesi şartına bağlanmıştır.

1- Haram aylardan murat,

-ya yukarıda belirtilen yalnız o dört aydır,

-ya da o aylarla beraber,

" Onların ahidlerini müddetlerinin sonuna kadar tamamlayın."kelâmından anlaşıldığı gibi, antlaşmalarını bozmamış olanların müddetlerinden arta kalandır.

Birinci görüşe göre,

" Haram aylar çıktıktan sonra nerede bulursanız o müşrikleri öldürün!"

kelâmmdaki müşriklerden murad, özellikle andlaşmalarmı bozmuş olanlardır. Buna göre, andlaşmalarmı bozmamış olan müşriklerle savaşmak, nassın ibaresinin delâletinden anlaşılmaz.

İkinci görüşe göre ise, onlarla savaşmak, nassın ibaresinden anlaşikr. Ancak eğer haram ayların çıkması ve ona bağlanmış olan savaş, bir defa değil peyderpey olacaksa, o takdirde anılan mânânın, âyetin nassından da anlaşılması mümkündür. Sanki şöyle denilmiş olur:Her topluluğun süresi sona erdiğinde, siz onları bulduğunuz yerde öldürün.

Haram ayları, her sene zamanları değişen malûm aylara hamletmeye ise, âyet-i kerimenin nazmi müsait değildir.

"Bu âyet, her sene yerleri değişen malûm haram aylarda savaş yasağının hâlen baki olduğunu gerektirir. Çünkü ondan sonra nazil olan âyetlerde bunu nesheden bir âyet yoktur." iddiası, tamamen geçersizdir. Ancak bunun geçersizliği, vehmedildiği gibi, " Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" âyetleriyle nesholunduğu için değildir. Çünkü bu izah, bilmeden tahmin yürütmekten ibarettir.

2- Eğer bu âyetten maksad, Enfâl (8) süresindeki 39. âyet ise, bilinsin ki, Enfâl (8) sûresi, Bedir Savaşından hemen sonra nazil olmuştur.

(Daha açık bir ifâdeyle savaş, bilfiil gerçekleştikten sonra savaş emri gelmiş olamaz.)

Ve Enfâl (8)sûresinde söz konusu 39. âyetten önceki, " (Resûlüm) de ki: O kâfirler eğer vazgeçerlerse eskiden yaptıkları mağfiret edilir." âyetinde de Ebû Süfyan ile adamlarının kastedildiği bir gerçektir.

Ebû Süfyan ise, Hicretin sekizinci yılında Mekke fethinde Ramazan ayının ortalarında Müslüman olmuş; Tevbe sûresi ise, Hicretin dokuzuncu yılında Şevval ayında inmiştir.

3- Eğer bu âyetten maksad Bakara (2) sûresinin 193. âyeti ise bilinmelidir ki, o da, Mekke fethinden önce nazil olmuştur.

Nitekim Bakara (2) sûresinde bu âyetten önceki" O kâfirleri nerede bulursanız öldürün, onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi siz de onları oradan çıkarın." âyeti de bu gerçeği bildirir. Ve bu, Mekke'nin fethi günü gerçekleşmiştir. Şu halde bundan sonra nazil olan Tevbe (9) süresindeki bu âyet, nasıl ondan önce nazil olmuş olan bu âyetle neshedilmiş olabilir?

4- Evet, haram aylarında savaşın yasak olduğunu bildiren bu âyetin hükmü nehsolunmuştur ve onun nesholunduğuna delil olarak da, bu konudaki icmâ yeterlidir. İcmâın mesnedinin bize nakledilmesi de lâzım değildir. Ayrıca Peygamberin haram aylarından olan Muharrem ayının yirmisinde Taifi kuşattığı da, sahih rivâyetlerle sabittir.

" onları bulduğunuz yerde..." genellemesinden maksat, İster o yer harem bölgesinde olsun, ister harem dışında, hıll bölgelerinde olsun, demektir.

{Harem bölgesinin sınırlarından Mekke'ye en yakın olanı Ten'im denilen yer olup Mekke'ye 6 km. uzaklıktadır. En uzağı ise, Ci'rane olup Mekke'ye 16 km. uzaklıktadır.}

" onları yakalayın" dan murat, onları esir alın, demektir.

" Onları hasredin" den murat da onları esir alın, bağlayın ya da onların ülkeler arasında dolaşmalarını engelleyin demektir

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Bu, Mescid-ı Haram'a girmelerine engel olmaktır."

" her gözetleme yerinde oturup bekleyin" den murad yolculuk sırasında geçtikleri her geçit ve güzergâhta oturup onları beklemek demektir. Yani oralarda onları gözetleyin ve bekleyin ki, o yollardan geçmesinler.

İşte bu tefsirlerden de anlaşılıyor kı, âyetteki hasretmekten, bilmen muhasara mânâsı çıkarmak muhtemel değildir.

B- "Ancak eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Eğer o kâfirler, öldürülme, esir alırıma ve engellenmeden sonra şirkten tevbe ederek iman ederler ve imanlarını tasdik zımnında, namazı dosdoğru kılar, zekâü da verirlerse, artık onları kendi hallerine bırakın.

Burada bütün islamî ibadetlerden yalnız namaz ve zekâtın belirtilmesi bu iki ibadetin bedenî ve malî ibadetlerin başı olmasıdır.

Allahü teâlâ, onların geçmiş küfür ve hiyanetlerinı bağışlar ve onları iman ve itaat hali üzerinde sabit kılar.

Bu kelâm, onların yollarını serbest bırakmanın sebebini izah mahiyetindedir.

6

"Ve eğer müşriklerden biri senden eman (himaye) diler (isticar eder) se ona eman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu güven duyacağı yere kadar ulaştır. Çünkü bunlar gerçekten bilgisiz bir topluluktur."

A- "Ve eğer müşriklerden biri senden eman (himaye) diler (isticar eder) se ona eman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin."

Bundan önce küfürden tevbe edenlerle, küfürde ısrar edenlerin hükümleri beyân edilmişti. Şimdi burada da, tevbenin ilk aşamasına, yani Allahü teâlâ'nın kelâmını dinleyip dinin şiarlarına vâkıf olmak isteyenlerin hükmü beyân edilmektedir.

Andlaşmalı olup da andlaşmalarını bozan ve kendilerine dört aylık süre tanınan müşriklerin süresi sona erdikten sonra onlardan biri, senden eman dilerse, sen de ona eman ver. Tâ ki, Allahü teâlâ'nın kelâmını dinlesin, onun üzerinde tefekkür etsin ve davet edildiği dinin hakikatlerine muttali olsun.

İlâhî kelâmı anlamak için dinlemekten başka bir şeye ihtiyaç yoktur.

Müşriklerden eman isteyenlere eman verilmesinin, Allah kelâmını dinleme amacına bağlanması, emanın sebeb ve gayesinin bu anlamda dinî olmasını gerektirir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e müşrikin mutlaka dinî bir amaç için gelmesinin şart olmadığı iddia edilerek Ali'ye (radıyallahü anh) dayanan bir rivâyet delil gösterilemez.

Şöyle kı:

Rivâyet olunduğuna göre, müşfiklerden bir adam Ali'ye (radıyallahü anh) gelmiş ve kendisine:

"- Bize verilen süre sona erdikten sonra bizden biri, Allahü teâlâ'nın kelâmını dinlemek veya başka bir iş için (ev li-hâceti) Muhammed'e gelse, öldürürlür mü?" diye sormuş.

Ali (radıyallahü anh):

"- Hayır, öldürülmez; çünkü Allahü teâlâ:

"Ve eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, sen de ona eman ver!" buyuruyor; demiş."

Burada Aliye (radıyallahü anh) sual tevcih eden müşrikin sözündeki "hacet / başka biliş" ten murat, dinî bir iştir. Yoksa dinî veya dünyevî bir iş demek değildir.

Nitekim "bir iş için Muhammed'e gelse" ifâdesi de, bunu gösterir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e dinî işler için gelirlerdi.

B- "Sonra onu güven duyacağı yere kadar ulaştır. Çünkü bunlar gerçekten bilgisiz bir topluluktur."

O müşrik, Allahü teâlâ'nın kelâmını dinledikten sonra eğer îman etmezse, onu güven içinde yaşayacağı kavminin yurduna ve özel meskenine ulaştır.

Müşriklerden isteyene eman vermek ve sonra onu güvenli yere ulaştırmak, onların islâm'ın ne olduğunu bilmez bir kavim olmalarındandır.

O halde onlara aman verilmelidir ki, hakkı ve hakikati anlasınlar da hiçbir mazeretleri kalmasın.

7

"Müşriklerin Allah katında ve Resulünün yanında nasıl bir ahdi olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle andlaşma yaptıklarınız müstesna. Onlar size karşı doğru ve dürüst oldukça siz de onlara karşı doğru ve dürüst olun. Şüphesiz Allah, sakınan (müttakıî)ları sever."

A- "Müşriklerin Allah katında ve Resulünün yanında nasıl bir ahdi olabi-kr?"

Bu kelâm da, daha önce geçen beraet (ihtar) ile ona terettüb eden hükümlerin hakikatini ve hikmetini açıklar.

Bu âyetteki müşriklerden maksat, andlaşmalarmı bozan müşriklerdir. Çünkü anılan beraet (ihtar) onlar hakkındadır.

Andlaşmalarmı bozan müşrikler için, Allahü teâlâ katında ve Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde, hukukunun ve süresinin korunması gerekli bir andlaşma olamaz.

Bazı kimselerin dediği gibi bunun âhiret azabından emin kılacak bir antlaşma anlamında olması da mümkün değildir. Çünkü söz konusu antlaşmalar Allahü teâlâ katında ve Resulü nezdinde geçerli ise de, âhiret azabından kurtuluş konusunda müessir değildir.

B- "Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle andlaşma yaptıklarınız müstesna."

Âyetin inkâr anlamındaki istifhamından çıkan olumsuz hükümden (andlasmaların geçersizliği hükmünden) ilk akla gelen, bunun, bütün andlaşmaklara şâmil olmasıdır. İşte bundan dolayı bu istisnaya ihtiyaç duyulmuştur.

Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle andlaşma yapılanlardan murat, daha önce 4. âyette istisna edilenlerdir ki, onlar andlaşmalarmı ihlâl etmeyenlerdir. Onların bu şekilde ifâde edilmesi, bu antlaşma sahiplerinin iyice anlaşılması ve bu antlaşmanın sağlamlığını bildirmek içindir.

C- "Onlar size karşı doğru ve dürüst oldukça siz de onlara karşı doğru ve dürüst olun."

Müşriklere karşı dürüst davranma hükmü, antlaşma süresinin sona ermesiyle sona erer. Çünkü Müslümanların dürüst davranmaları, onların dürüst davranmaları ile sınırlandırılmıştır ve onların dürüst davranmaları da antlaşmanın hukukunu gözetmekten ibarettir. Antlaşma süresi sona erdikten sonra ise, ne antlaşma kalır, ne de onun hukukunu gözetmek. Bu itibarla bu istisna da, daha önce 4. âyette geçen,

" Onların ahidlerini müddetlerinin sonuna kadar tamamlayın."

kelâmındaki emrin kendisidir. Şu kadar ki, orada da muteber olan bir ka-vit, burada sarih olarak zikredilmiştir. Çünkü orada da emredilen tamamlama, onların antlaşma şartlarının bekasına bağlıdır.

Ç- "Şüphesiz Allah, sakınanları sever."

Bu kelam, dürüst davranma emrinin sebebini ve daha önce geçtiği gibi, antlaşma şartlarına bağlı kalmanın, takvanın hükümlerinden olduğunu açıklar.

8

"Onlarla nasıl bir andlaşma olabilir ki eğer onlar galib gelselerdi hakkınızda ne bir zimmet ne de bir yemin gözetirlerdi. Onlar ağızları ile sizi hoşnud ediyorlar. Oysa kalbleri ağızlarından çıkanı inkâr ediyor. Onların çoğu basıklardır."

A- "Onlarla nasıl bir andlaşma olabilir ki eğer onlar galib gelselerdi hakkınızda ne bir zimmet ne de bir yemin gözetirlerdi?"

Bu cümle, daha önce ifâde edildiği gibi, müşriklerin, Allahü teâlâ katında ve Resulü nezdinde, hukuku gözetilecek bir antlaşmaları olamayacağının bir çeşit tekrarı mahiyetindedir.

Bazılarının, "Bu kelâm, o müşriklerin, antlaşmalarına bağlı kalmalarının mümkün olmadığını ifâde eder" şeklindeki izahları da, aynı anlama gelir. Bu tekrar tekit ve bunu gerektiren sebeplerin izahına ön hazırlık içindir.

Eğer onlar size galib gelselerdi, ne akrabalık, ne yemin, ne söz, ne de ihlâlinden dolayı ayiplanacakları bir hak gözetirlerdi.

Hulâsa,  taraflardan biri için andlaşma hukukuna riÂyetin zorunlu olması, diğer tarafın da ona riayet etmesi şartina bağlıdır. Şu halde müşrikler, antlaşma şartlarına riayet etmeyince, siz Müslümanlar onlara nasıl riayet edeceksiniz?

Diğer bir görüşe göre ise, "el-Illü" kelimesi, Allahü teâlâ'nın isimlerindendir.

O takdirde anlam şöyle olur:Onlar nasıl Allahü teâlâ'nın hakkına riayet ederler?

Bir diğer görüşe göre ise "el-illü" kelimesi, civar demektir.

Bu takdirde anlam sonucu itibariyle antlaşma demek olur. Çünkü insanlar, tokalaşıp antlastıkları zaman, bunu civara duyurmak için seslerini yükseltirlerdi

B- "Onlar ağızları ile sizi hoşnud ediyorlar. Oysa kalbleri ağızlarından çıkanı inkâr ediyor."

Bu kelâmda müşriklerin, açık veya gizli, gerçek halleri istisna yoluyla açıklanıyor; yenildikleri zaman da antlaşmaya kalben bağlı olmadıkları, göstermeye çalıştıkları bağlılığın riyadan ibaret bulunduğu belirtiliyor. Onlar, ahıdlerine bağlı ve davranışlarında samimi olduklarını zahiren göstermeye çalışıyorlar;

Size iman ve itaat va'dediyorlar; Bunu yalan yeminlerle te'kid ediyorlar; Yalanları ortaya çıkınca da, yalan mazeretler uyduruyorlar.

"Onlar ağızlarıyla sizi hoşnut ediyorlar." buyrulması, onların sözlerinin mücerret ağızlarından çıkan lâfızlardan ibaret olup kalblerinde bunu doğrulayan bir niyet olmadığını belirtir.

C- "Onların çoğu fâsıklardır."

Onların çoğu, itaatten çıkmış kimselerdir. Bitindiği gibi antlaşma hukukuna riayet, itaat kabilindendir. Onlar temerrüd gösteriyorlar. Onları bundan alıkoyacak insanlık ve inançları da yoktur. Hatta bazıları hıyanetten ve onun doğuracağı kötü sonuçlardan kaçınmaya ve bunu gizlemeye de çalışmıyorlar.

9

"Az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında Allah'ın âyetlerini sattılar ve insanları Allah yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür."

"Allah'ın âyetleri" nden murat, antlaşmalara bağlı kalmayı ve her hususta dürüst olmayı emreden âyetlerdir.

Yahut, bütün âyetlerdir ve zikredilen âyetler de öncelikle buna dahildir.

Demek istenen şudur.

"Onlar, âyetlerin içerdiği emirleri bir kenara bıraktılar ve önemsiz dünyalıkları, arzu ve şehvetleri tercih ettiler."

Yahut onlar, Ebû Süfyan'ın, bedevi Araplara verdiği yiyecekleri tercih ettiler, yegâne hak din olan İslâm'dan saptılar.

Yahut başkalarını da bundan alıkoydular.

Yahut onlar, insanları Allahü teâlâ'nın Beytü'l-Haram'mın yolundan alıkoydular. Nitekim o müşrikler, hacıları ve umrecileri Kâ'be'den men' ediyorlardı.

10

"Onlar bir mü'min hakkında ne bir yemin, ne de bir zimmet gözetirler. Ve işte onlar haddi aşanlardır."

Bu kelâm, müşriklerin, mutlak olarak, mü'minlerin andlaşmalarma riayet etmediklerini teşhir eder. Binaealeyh tekrar sayılmaz.

Diğer bîr görüşe göre ise, bu âyet, Yahudîler, ya da bedevî Araplar ve onların durumunda olanlar hakkındadır.

Bir görüşe göre de, bu âyet "Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!" cümlesini açıklar.

Yahut zemmedilen şeye işarettir.

Ancak bu tarz izah, zemmin yalnız bu işlere mahsus olduğunu, başka kötü işleri kapsamadığını bildirir ki isâbetli olmaz.

O sayılan kötü sıfatları taşıyanlar, zulüm ve şerrin son haddine varmış olan kimselerin ta kendileridir.

11

"Ve eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar (ikame eder) ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Anlayan bir topluluk için âyetlerimizi tafsil ediyoruz."

A- "Ve eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar (ikame eder) ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir."

Kâfirlerin, kötü işlerinin teşhiri ve azarlanmaları onları bu fenalıklardan uzaklaştırmak ve yaptıklarından pişman olmalarını sağlamalıdır.

Eğer onlar, küfür ve günahlardan tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, bunları ifâya azmederlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Sizin lehinizde ve aleyhinizde olan haklar, onlar için de geçerli olur. Bundan dolayı siz, onlara karşı kardeş muamelesi yapın.

Bu kelâm, onların kalbini kazanıp celp etmek için son derce manidardır.

Burada şart cümlesi Eğer tevbe ederlerse..." daha önce 5. âyette geçen şart cümlesiyle aynıdır. Fakat her ikisinin cevapları farklıdır.

Birincisinde şart cümlesi, "öldürün, yakalayın, hapsedin, v.s.." emrinden sonra sevkedildiği için cevabı da bunun aksine bir emir olmuştur.

Buradaki şart cümlesi ise onlara düşmanlık etmek ve benzeri hükümlerden sonra sevkedildiği için cevabı da, elbette bunun aksine bir hüküm olarak tezahür eder.

B- "Anlayan bir topluluk için âyetlerimizi tafsil ediyoruz."

Yani Biz, âyetleri ve bunların içerdikleri hükümleri, bilen ya da bilgi sahibi olan bir kavim için böyle tafsilatla açıklıyoruz.

Bu kelâm, âyetlerde münderiç bulunan hükümleri iyice düşünüp onları uygulamaya teşviktir.

12

"Eğer verdikleri söz (ahd)den sonra yeminlerini bozar (nakzeder) larsa ve dininize dil uzatır (ta'neder)larsa küfrün önderleriyle savaşın (mukatele edin). Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur ki küfürlerine son verirler."

A- "Eğer verdikleri söz (ahd)den sonra yeminlerini bozar (nekseder)larsa ve dininize dil uzatır (taneder)larsa küfrün önderleriyle savaşın."

Bu cümle, Eğer tevbe ederlerse" cümlesine atıftır.

Eğer onlar tevbe etmez, aksine, yeminlerini bozar, içlerindeki şerri açığa vurur,

" Eğer onlar size galip gelselerdi..." Âyetinde belirtildiği gibi, düşmanlıklarını kuvveden fiile çıkarır, ahidlerini bozmuş olmakta sebat gösterir - yoksa bazılarının dediği gibi, imandan sonra dinden dönerlerse, demek değil-, ve dininizi açıktan tekzib ve hükümlerini takbih ederlerse, o zaman küfrün önderlerine karşı savaşın.

" küfrün imamları, önderleri" ifâdesinin kullanılması, onların bu halleri ile, küfre önderlik ettiklerini ve kendilerine karşı savaş ve rilip öldürülmeye lâyık olduklarını bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, küfrün imamlarından murat, onların reisleri ve ulularıdır. Özellikle bunun zikredilmesi, ya onların öldürülmesinin önemini, ya hayatlarının bağışlanmamasını, ya da kâfirlerin tamamiyle yok edilmesini ifâde içindir.

Çünkü reislerin öldürülmesi, genellikle diğerlerinin öldürülmesinden sonra olur.

B- "Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur ki küfürlerine son verirler."

Gerçekte onların yeminleri yoktur. Çünkü onlar, dilleriyle yemin etseler de, yeminlerine riayet etmezler ve yeminlerini bozmakta bir salanca görmezler.

Bu kelamda, nefîy (olumsuzluk), yeminle kuvvetlendirilen andlaşmaya değil, fakat yemine bağlanmıştır. Çünkü andlaşmalarda esas olan, yemindir.

Bu cümle, geçen şart cümlesinin içerdiği mânânın illet ve sebebidir. Buna göre mânâ şöyle olur:Eğer andlaşmadan sonra onlar yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa o zaman küfrün önderlerine karşı savaşın. Fakat bu hıyanet onlardan her zaman beklenir. Çünkü hakikatte onların yeminleri yoktur. Bu sebeble onu bozmaları da söz konusu değildir.

Bu cümle, emredilen savaşın sürdürülmesinin illet ve gerekçesidir. Buna göre de mânâ şöyle olur:Onlar iman edinceye kadar, onlarla savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur ki, onlarla başka bir antlaşma yapılsın.

"Eyman / yeminler" kelimesi, bîr kırâete göre "imân" olarak da okunmuştur. Bu takdirde:

Ya iman kelimesi mastar olup eman vermek anlamındadır; şayet böyleyse mânâ şöyle olur:Onlar, yeminlerini bozduktan ve dininize dil uzattıktan sonra artık ebediyen onlara eman vermek imkânı olmaz.

Ya iman kelimesi, İslâm anlamındadır; eğer böyleyse bu cümle, zikredilen şart cümlesinin illeti olmak itibariyle anlam şöyle olur:

Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlarsa ve dininize dil uzatırlarsa, o zaman küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların İslâm'ı yoktur ki, yeminlerini bozmaktan ve dininize dil uzatmaktan geri dursunlar.

Son cümle, " küfrün önderlerine karsı savaşın!"cümlesiyle bağlantılıdır. Sizin bu savaştaki amacınız, onların, içinde bulundukları küfre ve işledikleri büyük günahlara son vermek olmakdır. Yoksa onlara eziyet vermek değil.

13

"Yeminlerini bozan (nakzeden), Resulü yurdundan çıkarmaya karar veren ve size ilk saldırıya geçen bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. Eğer gerçekten mü'minlerseniz."

A- "Yeminlerini bozan (nekseden), Resulü yurdundan çıkarmaya karar veren ve size ilk saldırıya geçen bir kavme karşı savaşmayacak mısınız?"

Mekke müşrikleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile muahede yaptıkları zaman,

-Müslümanların aleyhinde kimseye yardım etmeyeceklerine yemin ettikleri halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarında andlaşma bulunan Huzaa kabilesine karşı Benî Bekir kabilesine yardım etmiş;

-Darunnedve'de Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den çıkarmaya karar vermişlerdi. Nitekim daha önce Enfâl 8/30. âyetin tefsirinde geçti.

Bu izaha göre âyet, Mekke müşriklerinin eski cinayetlerini teşhir etmiş olur.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları antlaşmayı bozan ve onu Medine'den çıkarmaya çalışan Yahudi'lerdir.

Ve Müslümanlara karşı ilk önce düşmanlık ve savaş başlatanlar onlardır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), önce onlara ilâhî menşeli olduğu apaçık anlaşılan Kitabı getirdi ve onlara meydan okudu. Onlar ise, ona hüccet ile karşılık vermekten âciz kaldılar ve savaşa baş vurdular.

Yahut Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ile aralarında antlaşma bulunan Huzaa kabilesine karşı savaşı başlattılar. Çünkü Huzaa'ya karşı Benî Bekr'e yardım etmeleri onlarla beraber savaşmaları anlamına gelir.

B- "Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. Eğer gerçekten mü'minlerseniz."

Allahü teâlâ,

- önce müşriklerle savaşmaktan geri kalmamaları için mü'minleri uyarıyor ve onları savaşa teşvik;

- sonra mü'minleri, savaşa rağbet göstermelerini gerektiren vasıflarla tavsif;

- daha sonra da kötü sıfatları taşıyanların, kendileriyle savaşılmaya,

- bunda kusurlu davrananların uyarılmaya layık olduklarını ifâde ediyor ve soruyor:

- Onlardan size bir fenalık gelmesinden mi korkuyorsunuz?

Eğer siz gerçek mü'minlerseniz, Allahü teâlâ, emrine muhalefetten korkmak için daha layıktır. Çünkü imanın hakikati, yalnız Allah'tan korkmak ve başkasına aldırmamaktır.

Bu ilâhî kelâmın, mü'minlere ağır bir sorumluluk yüklediği bedihîdir.

14

"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azab etsin, onları hezimete uğratsın ve onlara karşı sizi muzaffer kılsın ve mü'minler topluluğunun göğüslerine şifa versin."

Bundan önce savaştan geri durmamak konusunda yapılan uyarıdan sonra bu âyet de savaş emrini yineler, mü'minlere zafer, düşmanlara hezimet va'deder ve mü'minlerin kalblerini şüphe, tereddüt ve korku yerine güven ve cesaretle doldurur.

Ey mü'miler! O müşriklere karşı savaşın ki, Allahü teâlâ, sizin ellerinizle onları, öldürülmek veya esir olmak suretiyle cezalandırsın, perişan eylesin ve sonuçta hepinizi onlara karşı galip ve muzaffer kılsın ve savaşta bilfiil bulunmayan Huzaa kabilesinin kalbine de şifa versin.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Âyette işaret edilen mü'min kavim, Yemen ile Sebe' ülkelerinden Mekke'ye gelerek Müslüman olan bazı aşiretlerdir. Bunlar, Mekke'nin müşrik halkından çok eziyet görmüş ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şikâyette bulunmuşlardı.

Resûlüllah da onları:

"- Size müjdeler olsun! Feraha kavuşmanız yakındır." sözleriyle sevindirmişti"

15

"Ve mü'minlerin kalblerindeki kini (gayzı) gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

A- "Ve mü'minlerin kalblerindeki kini gidersin."

Müşriklerin baslarına gelecek belâ ve felaketlerle mü'minlerin kalplerindekı öfkeyi gidersin.

Nitekim Allahü teâlâ, mü'minlere va'dettiklerinı en güzel şekliyle gerçekleştirdi Peygamberimiz in bunları önceden haber vermiş olması, aşikâr bir mucizedir.

B- "Allah, dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir."

Makablinden bağımsız bu cümle hikmet sahibi Allahü teâlâ'nın iradesi gereği bazı Mekkeklerin ilerde gerçekleşecek tevbelerinin kabul edileceğini haber vermiş ve bu da gerçekleşmiştir. Nitekim bazı Mekkeliler Müslüman oldular ve İslâmı en güzel biçimde yaşadılar.

"Yetübu / tevbesini kabul eder" fiili, diğer bir kırâete göre, "yetübe" şeklinde de okunmuştur. Buna göre bu cümle, makabknin devamıdır. Çünkü savaş, müşriklerin gücünü dağıtma ve azimlerini kırma sebebi, olduğu gibi, kendi durumlarını değerlendirerek gurur, kibir ve günahlarından tevbe etmelerinin sebebi de olabilir. Ancak sebep olma şekli değişik olduğu için, bu cümlede makablinden farklı bir üslup kullanılmıştır. Allahü teâlâ, daha iyi bilir.

Allahü teâlâ'ya hiçbir şey gizli kalmaz ve O, içinde hikmet ve insanların maslahati bulunmayan hiçbir şey yapmaz.

16

"Allah, içinizden cihad edenleri; Allah'tan, Resulünden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan (kendi halinize) bırakılacağınızı mı sandınız ? Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır ."

Bu kelâm, başka bir uyarı içerir. Şöyle ki:Siz kendi halinize bırakılacağınızı, cihad ile emrolunmayacağınızı ve sizi arıdıracak şeyle sınanmıyacağınızı mı sandınız?

Bu âyetteki hitap,

-ya savaşmak kendilerine ağır gelen mü'minler,

-ya da münafıklar içindir.

Demek istenen, şudur:Sız, içinizden hâlis mücahidlerin; Allahü teâlâ'dan, Resulünden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenlerin ortaya çıkarılmadan kenck halinize bırakılacağınızı mı sandınız?

17

"Müşrikler kendi inkârlarına şahadet edip dururken onların Allah'ın mescidlerini imar etmeleri (söz konusu) olamaz. İşte onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte sürekli (muhalleden) kalacaklardır."

A- "Müşrikler kendi inkârlarına şahadet edip dururken onların Allah'ın mescidlerini imar etmeleri (söz konusu) olamaz."

Buradaki olumsuzluk mânâsı,

" Onlar oraya ancak korkarak girebilirler." âyetin delili olumsuzluk kabilinden bir cevazla değil fakat vukuun gerçekleşmesiyle ilgilidir.

Allahü teâlâ'ya ortak koşanlar, Beytullah'ın etrafına putları dikmek ve onlara tapmak suretiyle şirki nasıl yaşadıklarını apaçık gösterirken, Mescid-i Haram'i imar etmeleri söz konusu olamaz. Onlar, ağızlarıyla, "- Biz, kâfiriz!" demeseler bile onların bu davranışları, küfürlerine sarahatle şahadet eder.

Nitekim Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) de böyle rivâyet olunmuştur.

Hulâsa,  onlar, Allahü teâlâ'dan başkasına tapmak gibi Beytullah'ın imarına münâfı ve onu anlamsız kılan davranışlar sergilerken, Beytullah'ın imarı dedikleri şeyler, Beytullah'ın imarı olmaz.

Burada Mescıd-i Haram kasdedildiği halde çoğul kipi ile "mesacid / mescidler" buyrulması Mescid-i Haram'ın, bütün mescidlerın kıblesi ve imamı olmasından dolayıdır. Bu itibarla Mescid-i Haram'i imar eden, bütün mescidleri imar etmiş sayılır. Yahut Mescid-i Haramin cihetlerinden her biri, müstakil bir mescit sayılır. Diğer mescitler ise böyle değildir. Çünkü diğer mescitlerde değişik cihetlerde Kıble değişmez.

Bir kırâete göre "mesâcid" yerine tekil olarak "mescid" şeklinde okunmuş olması da bu izahı destekler.

Bîr diğer görüşe göre ise onlar, bütün mescidlerın başı olan Mescid-i Haram şöyle dursun, hiçbir mescidi imar etmezler.

Ancak onların, diğer mescidleri imar etmek gayretinin olmaması ve böyle bir şeyi iftihar vesilesi de yapmamaları, bu son görüşün sıhhatine engeldir.

Bir de, bu son görüş, nefyîn (olumsuzluk mânâsının), vücıid (geçekleşme) anlamında değil, fakat cevaz ve liyakat anlamında olmasına metinidir. (Oysa yukarıda belirtildiği gibi, âyette murat olan, bunun aksidir.)

Bir başka görüşe göre de onlar, iki zıddı bir araya getiremezler:Allahü teâlâ'nın Beytinin imarı, Allahü teâlâ'dan başkasına tapmamak.

Ancak bu görüş de, gerçek meramı yansıtmaz. Çünkü iki zıddın bir araya getirilememesi, ancak yalnız birinin olmamasını gerektirir; fakat asıl maksudun, imarın olmamasını gerektirmez.

Rivâyete göre Muhacir ve Ensar, Bedir savaşı esirlerinin şirklerini yüzlerine vurup onları utandırmaya başladılar.

Ali (radıyallahü anh) de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e karşı savaşmasından ve akrabalık bağlarını koparmasından dolayı Abbas (radıyallahü anh)a serzenişte bulundu ve bu arada ona ağır sözler söyledi.

Abbas (radıyallahü anh) :

"- Siz, hep kötülüklerimizi söylüyor; ama iyiliklerimizi ketmediyorsunuz!" dedi.

Ali (radıyallahü anh)

"- Sizin iyilikleriniz de mi var? " Abbas ve diğerleri:

-Evet, dediler, iyiliklerimiz de var:

-Biz, Mescid-i Harami imar ettik;

-Kabe'nin hizmetini, hicabetini yaptık;

-Hacıları İska ettik, su dağıttık;

Esirlerin esaret bağlarını çözdük, fekkettik." İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.

B- "İşte onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte sürekli (muhalleden) kalacklardır."

Yaşadıkları küfürle beraber, Mescid-i Haram'ı imar etmenin ve benzeri hayır işleri yapmanın hiçbir değeri yoktur. Onların amelleri küfürleri sebebiyle boşa gitmiş ve rüzgârda savrulmuş toz olmuştur. Onlar, küfür ve günahlarından dolayı ateşte sürekli olarak kalacaklardır.

18

"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhıiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların hidayete erenlerden oldukları umulur."

Bu âyette, "mesacid / mescitler" kelimesinin çoğul kipiyle zikrine itişkın bundan önce verilen izahat, aynen geçerlidir. Şu farkla ki, burada "mescitler" elen murad bütün mescidler olup Mescid-i Haramı da bunlara dahil etmek, makamın gereğine ters düşmez. Çünkü bu cümle müsbetdir. Bundan önceki cümle ise menfidir. Müsbet hal, menfi hal gibi değildir.

Bu âyette de, "mesâcid" kelimesi, bir kırâete göre, tekil olarak "mescid" seklinde okunmuştur.

Burada murad olan mânâ imarı gerçekleştirme vasfını, mü'minlere tahsis etmektir. Yani Allahü teâlâ'nın varlığına, birliğine, vahiyde yer aldığı haliyle âhiret gününün ebedîliğine, mükâfat ve mücazatina îman eden; dinde tarif edildiği gibi namazı dosdoğru kılan ve zekâtı da veren; Allahü teâlâ'dan başkasından korkmayan, O'nun emir ve yasaklarının gereklerini yerine getiren, yaşadığı dinî hayat sebebiyle hiç kimsenin kınamasından ve ayıplamasından etkilenmeyen ve hiçbir zâlimden korkmayan kimse ancak Allahü teâlâ'nın mescitlerini imar edebilir.

Bu itibarla savaş ve benzeri şeylerden korkmamak da buna dahildir.

İnsanın tabiatinde bulunan bazı korku verici şeylerden korkmak, bu kabilden değildir.

Bir görüşe göre ise müşrikler, putlardan korkuyor ve onlardan hayır umuyorlardı. İşte bu âyette kasdolunan, o korkunun kaldırılmasıdır.

Peygamberin nübüvvetine iman etmek de, zorunlu olarak bu âyetin muhtevasına dahildir.

Bir görüşe göre ise, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) iman, özellikle Allahü teâlâ'ya olan imana dahildir. Çünkü şahadetin iki kelimesinin bir parçası, hepsinin adı olarak kullanılır.

Hulâsa,  Allahü teâlâ'nın mescidlerini ancak bu ilmî ve amelî kemâlâtı nefsinde toplamış olan insanlar imar eder.

Mescitleri imar etmekten murat, gereken yerlerini onarmak, süpürmek, temizlemek, sergilerle tezyin etmek, kandillerle aydınlatmak, içinde devamlı ibadet, zikir, iknî tedrisat ve benzeri şeyler yapmak ve onu, dünya kelâmı gibi amacı dışındaki şeylerden uzak tutmak gibi hallerin hepsini kapsayan genel bir mânâdır.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

" Mescitte dünya kelâmı konuşmak, hasenatı yiyip bitirir; tıpkı hayvanların kuru otu yiyip bitirdikleri gibi."

Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda diyor ki: "Allahü teâlâ şöyle buyurur:

Arzımda Benim evlerim mescicilerdir.

Oralarda Beni ziyaret edenler de, mescidleri imar edenlerdir.

Ne mutlu o kula ki, kendi evinde temizlenir (abdest alır) da, sonra Benî evimde ziyaret eder.

Artik ziyaretçiye ikramda bulunmak ziyaret edilen üzerine hak olur."

Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"- Kim, mescitle ülfet ederse (ona dost olursa), Allahü teâlâ da ona ülfet eder.

Yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"- Bir adamın mescidlere gitmeyi âdet haline getirdiğini görürseniz, onun imanına şâhidlik ediniz."

Enes b. Mâlik'de (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"Bir kimse bir mescidde bir kandil yakarsa, o kandil o mescidi aydınlattığı sürece, melekler hatta Arş'ı taşıyan büyük melekler, onun için istiğfar ederler."14

İşte bu güzel vasıfları taşıyanların arzularına nâihyetleri umulabilir.

Burada önemli bir nokta vardır: Yüksek vasıflı mü'minlerin mazhar olacakları bu sonucun umulabilir bir sonuç olarak ifâde edilmiş olması, hidayet üzere olduklarını zanneden kâfirleri kınamak ve onların bütün ümitlerini yok etmek içindir. Çünkü mü'minlerde bunca kemâlât (kâmil vasıflar) var iken, onların akıbetleri "a'sâ / umulur, muhtemeldir" ifâdeleri arasında dönüyorsa, kâfirlerin halleri nasıl olabilir?

Ancak bu beyân, mü'minler için lütuf olmakla beraber korkuyu, ümide tecih etmeye teşvik demektir.

19

"Siz hacılara su dağıtma (şikayet) ve mescid-i Haram'ı imar etme işini Allah'a ve âhıiret gününe inanma ve Allah yolunda mücahede etme ile bir mi tutuyor sunuz? Bunlar Allah katında bir değildir. Allah, zâlimler topluluğuna hidayet etmez."

A- "Siz hacılara su dağıtma (şikayet) ve Mescid-i Haram'ı imar etme işini Allah'a ve âhıiret gününe inanma ve Allah yolunda mücahede etme ile bir mi tutuyor sunuz? Bunlar Allah katında bir değildir."

Hacılara su verme (şikayet) ve Mescid-i Haram'ı imar etmek (imaret) kelimeleri mastardır. Bu itibarla iki taraftan birinde bir muzaf takdiri gerekir.

İfade edikmek istenen şudur:

"Fazilet ve derece yüksekliği bakımından siz, hacılara su verenleri, Mescid-i Haram'ı imar edenleri; Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe iman ederek Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz?"

Yahut onların imanı ile bunların imanını bir mi tutuyorsunuz?

Her iki tefsire göre bu âyetin hitabı:

Ya müşrikler içindir- ki yapılan teşbihe göre ilk akla gelen budur- ;

- Ya da şikayet ve imareti ve benzeri hizmetleri, hicret ve cihad gibi islâm'ın emirlerine tercih eden bazı mü'minler içindir (Gerçekten bazı mü'minler bu hizmetleri verebilmek için Mekke'de kalmışlardı).

Bu makama münasib olan mânâ bu sonuncusudur. Çünkü bir yandan iddia reddedikrken, diğer yandan inanarak hicret ve cihad eden mü'minlerin Allah katındaki yüksek dereceleri dile getirilmiştir.

Hulâsa,  şikayet ve imaret aslında sevaplı hayır işlerinden ise de; bunları yapanlar inanıp cihad edenlere benzemekten uzaktır; ya da bu hizmetler, iman ile beraber cihada benzemekten uzaktır.

İşte " Bunlar Allah katında bir değildir." cümlesinin mânâsı budur. Taşıdıkları vasıflar bakımından birinci grup, ikinci gruba eşit olamaz.

"Allah, zâlimler topluluğuna hidayet etmez ."

Bu cümle kâfirlerin, Allah'a ortak koşmak ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlık etmek, hakkı hak olarak tanımamak, tercihe şayan olanla olmayanı ayıramamak suretiyle doğru yolu bulamadıklarını ve nihayet, dalâlete ve zulmeder duruma düştüklerini ve söz konusu iki grubun Allah katında eşit olaınıyacaklarını apaçık belirtir.

20

"İman ve hicret edenler ve Allah yolunda malları ve canları ile savaşanlar var ya işte onlar Allah katında derece itibariyle daha büyüktürler. Kurtuluşa erenler de iste onlardır."

Bu âyet-i kerîmede görüldüğü gibi mü'minlerin fazilet dereceleri beyân ediliyor.

İmandan hemen sonra hicretin ilâvesi ve cihadın her iki nevinin sarahatle zikredilmesi bunların zorunlu olduklarını bildirmek içindir.

Mü'minler âyet-i kerîmede açıklanan bu güzel vasıfları itibariyle şikayet ve imaret de dahil bu vasıfları taşımayan diğer kemâlât sahiplerinin hepsinden mertebe ve faziletçe daha yüksektir. Büyük kurtuluşa erenler de onlardır. Sanki diğerlerinin kurtuluşu bu büyük kurtuluşun yanında hiç mesabesindedir.

İkinci (bundan önce 19. âyetteki hitabın bazı mü'minlere yönelik olduğu) görüşe göre bu âyet, mü'minlerden şikayet ve imareti, hicrete ve cihada tercih eden bazı mü'minler için bir kınama (tevbih)dır.

Rivâyete göre Ali (radıyallahü anh) Müslüman olan amcası Abbas'a (radıyallahü anh) sordu: "- Ey amca, sen niçin hicret ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) iltihak etmedin?" Abbas (radıyallahü anh):

"- Benim yaptığım hicretten daha üstün değil miydi? Ben Beytullâh'ı haccedenlere su veriyordum; Mescid-i Haram'i imar ediyordum." dedi.

Sonra bu âyet-i kerîme nazil olunca Abbas (radıyallahü anh) şu endişesini izhar etti.

"- Sanırım, artik şikayet hizmeti bizden alınıyor!"

Bunun üzerine Resûlüllah :

"- Siz şikayete devanı edin; onda sizin için şühesiz hayır vardır." buyurdu.

Numan b. Beşir ( öl. 685)elen rivâyet olunduğuna göre:

"- Bir gün ben, Mescidde, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) minberinin yanındaydım.

O sırada biri:

"- Ben hacılara su verdikten sonra başka bir amel işlemesem de aldırmam!"

Diğer biri:

"- Ben Mescid-i Haram'i imar ettikten sonra ..." Bir başkası:

"- Allah yolunda cihad, sizin söylediklerinizden daha üstündür." dedi.

O gün de cuma idi.

Orada hazır bulunan Ömer (radıyallahü anh):

"- Resûlüllah'ın minberinin yanında sesinizi yükseltmeyin. Namazı kıldıktan sonra anlaşmazlığa düştüğünüz konularda Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) fetva isteyin" diyerek onları susturdu.

Tam o sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid'den içeri girdi, işte o anda:

"Siz, hacılara su veren ve Mescid-i Haram'i imar eden mü'minleri, fazılei ve mertebece Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe iman ve O'nun yolunda cihaa edenlerle bir mi tutuyorsunuz?

Yahut siz, bu iki hizmeti, iman ve cihad ile bir mi tutuyorsunuz?" mânâsmdaki âyet-i kerime nazil oldu.

Bu son görüşe göre, "Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez" cümlesinden murat, Allahü teâlâ, bunların yerini değiştirmekle haksizlik eden topluluğu tercihe şayan olanı anlama imkânı vermez; demektir. Yoksa bu hidayet, mutlak ve genel hidayet olmadığı gibi zulüm de genel zulüm değildir."

"Kurtuluşa erenler de onlardır" cümlesinde ifâde edilen "hasr" da ikinci grubun derecesine göredir.

Allahü teâlâ cümleden iyi bilir.

21

"Rabb'leri onları katından bir rahmet, hoşnudluk ve cennetlerle müjdeler. Orada tükenmez nimetler onlar içindir."

22

"Onlar orada ebedî (mahalleden) kalacaklardır. Şüphesiz büyük mükâfat, yalnız Allah katindadır."

"Hâlidîn" kelimesi, süresiz kalmak mânâsını içerdiği halde ayrıca "ebeden" kelimesinin kullanılması kasdedilen mânâyı ziyadesiyle tebarüz ettirmek içindir. Çünkü "hâlidîn" kelimesi bazı hallerde "uzun kalmak" mânâsına da gelir.

23

"Ey iman edenler, babalarınız ve kardeşleriniz imana karşı küfürden hoşlanıyorlarsa onları dostlar edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."

A- "Ey iman edenler, babalarınız ve kardeşleriniz imana karşı küfürden hoşlanıyorlarsa onları dostlar edinmeyin."

Bu âyet Aluhacirler hakkında nazil olmuştur. Onlar kendilerine hicret emredilince dediler ki:

"- Biz hicret edecek olursak, babalarımız, kerdeşlerimiz ve aşiretimiz ile olan bağlarımızı kesmiş oluruz. Ticaretiniz elimizden gider; mallarımız helâk ve yurtlarımız harab olur ve biz her şeyimizi kaybederiz. "

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine hicret ettiler. Onlar, Medine'ye hicret ettikten sonra yanlarına oğulları veya babaları veya kardeşleri veyahut diğer akrabaları geliyorlardı; ama onlar, bu akrabalarına aldırmıyorlardı. Onları konuk etmiyorlardı ve onlara infakta bulunmuyorlardı. Sonra bu konuda kendilerine ruhsat verildi.

Diğer bir rivâyete göre ise, bu âyet, İslâmdan irtidat edip (dönüp) de Mekkeklere katılanlar hakkında nazil olmuştur; âyet, onları dost edinmeyi yasaklamıştı.

Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Sizden biri, kendisine en uzak insanı Allah için sevmedikçe ve kendisine en yakın insana da Allah için buğzetmedikçe imanı tatmış olmaz."

Daha açık bir deyişle:

"- Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ve onda İsrar ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin."

Görüldüğü gibi onları dost edinme yasağı küfrü imana tercih ve bunda ısrar etmeleri şartına bağlanmıştır. Çünkü bu duruma gelmeden önce onları dost edinmek, belki dinin güzelliklerini idrâk etmelerine ve Müslüman olmalarına sebep olabilecektir.

B- "Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."

Bu şartlar altında onları dost edinen kimse, dostluğu yerinde kullanmamak suretiyle büyük bir zulüm işlemiş olur.

24

"(Resûlüm) de ki:

"- Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler sizin için Allah'tan ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsiklar topluluğuna hidayet etmez."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler sizin için Allah'tan ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise artik Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin."

Bu âyette, Peygambere ve mü'minlere sebat vermesi, mü'min olmayan babaların ve kardeşlerin dostluğuna son vermeleri için mü'minlerin azimlerini güçlendirmesi, mü'minlerin, bu durumdaki yakınlarından; onların oğullarından ve eşlerinden uzak durmaları, islâm'ın cevaz vermediği dünya şatafatına ve zinetine ilgi duymamaları için kınama ve korkutma yoku telkinlerde bulunması emrediliyor.

Bundan önceki âyette oğullar ve eşler zikredilmemiştir. Çünkü cari âdete göre, oğullar ve eşler hakkında dostluk kullanılmaz; sevgi ve muhabbet ifâdesi kullanılır.

"İktiraf', iktisab anlamındadır. "İktisab ettiğiniz mallar" ifâdesi, onların kazananlarca pek değerli olduğuna işaret eder. Çünkü bu mallar emekle elde edilmiştir.

Kes ada uğramasından korktukları ticaret, kâr için satın aldıkları ve hac günlerinde Mekke'de bulunmadıkları takdirde revaç vaktinin geçmesinden endişe ettikleri mallardır.

Hoşlandıkları meskenler, içlerinde yasamak istedikleri evler ve bahçelerdir.

Dünyalıkların bu şekilde vasıflandırılması ve onların dünya zinetlerini sevmelerinden dolayı kınanması, dünya nimetlerine karşı duydukları sevgi ve rağbeti tamamen unutmaya çalışmaları için değil fakat bunlara olan sevginin,

Allah'ın ve Resulünün sevgisine tercih edilmemesi içindir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:

" Ey insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?" Burada kınanan sevgi, kişinin hür iradesiyle izlediği, ihtiyar ettiği, bağlılık ve tutkunluk duyduğu sevgidir; yoksa beşerin uzak kalamadığı fıtrî sevgi değildir.

Allah yolunda yapılan cihadın, Allahü teâlâ'nın ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi ile bir arada zikredilmesi, onun sanının yüceliğine, cihadı sevmenin vücûbuna, cihad sevgisinin, Allah ve Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisinden kaynaklandığına işaret etmek içindir. Çünkü cihad, Allahü teâlâ ile Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlarıyla- onlara olan düşmanlıklarından dolayı- savaşmaktır. Bu itibarla Allahü teâlâ ile Resulünü seven kimsenin, onları sevmeyenlerle savaşması vâcibtır.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet, olunduğuna göre,

" Allah'ın emri gelinceye kadar" cümlesinde geçen emir, Mekke'nin fethidir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu emir, acilen veya sonra gelecek bir ilâhî azabtir.

B- "Allah, fâsık (yoldan çıkmış)lar topluluğuna hidayet etmez."

Allahü teâlâ, müşriklerle dostluklar kurmak suretiyle ıtaatden çıkanları, yahut bunların da öncelikle dahil olduğu bütün fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez; onları hayırlı sonuçlara ulaştırmaz.

Bu âyet-i kerime, ağır bir tehdid içerir. Şöyle ki:

Ancak Rabbin lûtfu, imdadına yetişen bahtiyar kullar, O'nun azabından selâmet bulabilir. Zâten yegâne yardım mercii Allahü teâlâ'dır.

25

"Andolsun ki Allah, bir çok yerde size yardım etti. Huneyn gününde de.. Hani sayıca çokluğunuz size gurur vermişti fakat hiçbir yarar sağlamamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız."

A- "Andolsun ki Allah, bir çok yerde size yardım etti. Huneyn gününde de."

Bu hitap, yalnız mü'minler içindir.

"el- Mevttin" kökünden gelen "mevatıin", savaş yerleri ve aşamaları demektir ki bunlardan murat, Bedir savaşı, Benî Nadir ve Hudeybiye vak'aları ile, Hayber ve Mekke'nin fethidir.

Huneyn savaşının özellikle zikredilmesi, herhalde bu savaşın ilk aşamasında Müslümanların sebattaki zayıflığına işaret içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, "mevttin" kelimesinden kasdedilen vakittir.

Nitekim "Maktel-i Hüseyn" tamlamasından da Hüseyn'in (radıyallahü anh) katledildiği vakit kastedilir.

B- "Hani sayıca çokluğunuz size gurur vermişti. Fakat hiçbir yarar sağlamamişü. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız."

Huneyn, Mekke ile Taif arasında bir vadidir. On iki bin kişilik İslâm ordusu ile Havazin ve Sakîf kabileleri savaşçılarından ve diğer Araplardan oluşan dört bin kişilik müşrik ordusu bu vadide karşılaşmışlardı. Ordular karşı karşıya gelince, Erısardan Seleme b. Selâme (radıyallahü anh):

"-- Biz bugün sayıca azlıktan dolayı yenilmeyiz!"

Bu söz, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hoşuna gitmedi.

Nihayet şiddetli bir savaş başladı. Müşrikler hezimete uğradı ve yanlannda getirdikleri çoluk çocuklarını bırakıp kaçtılar. Müslümanlar da, ganimetlere çullandılar. O zaman müşrikler, birbirlerine:

"- Ey çoluk çocuğunun kötü koruyucuları! Rezaletinizi hatırlayın!" diye seslendiler.

Bunun üzerine kaçan müşrikler geri döndüler. İşte o zaman Müslümanlar, gururlarını ifâde eden sözlerinin cezasını gördüler; savaş alanından geri çekildiler.

İşte bu cümleler bu olayı dile getirir. Şöyle ki:

"- O gün sayıca çokluğunuz işe yaramadı ve yeryüzü bütün genişhğıne rağmen size dar geldi. Duyduğunuz şiddeth korku sebebiyle kaçıp kurtulacağınız, cesaret bulacağınız ve sebat edeceğiniz bir yer de bulamadınız; sonra arkanızı dönüp kaçtınız."

Rivâyete göre, kaçanlardan Mekke'ye kadar gidenler oldu.

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında yalnız amcası Abbas (radıyallahü anh) ile amcasının oğlu Ebû Süfyan b. Haris (radıyallahü anh) kaldı. Abbas (radıyallahü anh) Peygamberin katırının dizgininden, Ebû Süfyan b. Haris (radıyallahü anh) de katırın üzengisinden tutuyorlardı.

Resûlüllah ayaklarıyla katırı mahmuzlayarak müşriklerin üstüne sürmeye çalışıyor ve bu arada:

"- Ben peygamberim, yalan yok; ben Abdulmuttalib'in oğluyum!" diyordu.

Rivâyete göre Peygamber Huneyn savaşında kâfirlere hamle yapınca, onlar kaçıyordu. Kâfirler hamle yapınca Peygamber onların karşısında dimdik duruyordu. Bu olay bir çok defa tekerrür etti.

Abbas (radıyallahü anh) diyor ki:

"Huneyn savaşında müşriklere doğru koşmasını diye ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) katırını engellemeye çalışiyordum."

Resûlüllah'ın cesaret ve kahramanlığı konusunda bu tek başına yeterli bir kanıttır. Onun bu cesaretinin sebebi, Azız ve Hakîm Allah'ın (celle celâlühü) desteğine mazhar olmasıdır,

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), o hengâmede yanında bulunan amcasına:

"- İnsanları çağır!" dedi.

Abbas (radıyallahü anh) gür sesiyle Ensar'ın oymaklarını teker teker sayarak onlara seslendi. Sonra:

"- Ey şecere ashabı (Hudeybiye'de bir ağaç gölgesi altında Peygamber'e biyat edenler)!

"- Ey Bakara sûresi ashabı !" diye seslendi.

Onun sesini duyanlar, hep birlikte geri dönüp:

"Lebbeyke, lebbeyke (Emrin baş üstüne, emrin baş üstüne)!.." diye karşılık verdiler.

İşte bundan sonra gelen âyet, mücahidlerin bu halini anlatır.

26

"Sonra Allah, Resulü ile mü'minler üzerine sekinetini indirdi.

Ayrıca sizin asla göremediğiniz ordular gönderdi de küfredenleri azaba uğrattı, işte bu kâfirlerin cezasıdır."

A- "Sonra Allah, Resulü ile mü'minler üzerine sekinetini indirdi."

Allahü teâlâ, Resulüne, yakın bir zaferin müjdecisi olarak sükûnet ve itminan veren rahmetini bahşetti. Mutlak sükûnet, bundan önce de Resûlüllah İğfc da mevcut idi.

Allahü teâlâ, ayni zamanda hezimete uğrayan mü'minlerin kalplerine de sekinetini indirdi.

Diğer bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ, sekinetini, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında sebat gösterenlere indirdi

Yahut Allahü teâlâ, sekinetini bütün mü'minlere indirdi. En uygun olan da budur.

Burada Müslümanların iman vasfıyla zikredilmiş olmaları (mü'minlere denilmesi), Allahü teâlâ'nın yardım indirmesindeki illet ve sebebin iman olduğunu bildirmek içindir.

B- "Ayrıca sizin asla göremediğiniz ordular gönderdi de küfredenleri azaba uğrattı."

Allahü teâlâ, sizin birbirinizi gördüğünüz gibi, gözlerinizle göremediğiniz bir takım kuvvetler indirdi. Bunlar, alacalı beyaz atlara binmiş melekler idi. O sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Müslümanların savaşına nazar buyurdu ve:

"- İşte fırın kızıştı! " dedi ve bir avuç toprak alıp müşriklere doğru savurdu:

"- Yüzleri kahrolsun!" buyurdu.

O anda gözlerine toz dokmayan hiçbir fert kalmadı.

Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Kabe'nin Rabbine andolsun ki hezimete uğradılar!" buyurdu.

O gün imdada gelen meleklerin sayısı konusunda ihtilâf edilmiştir:

Bir görüşe göre, bunların sayısı beş bindi.

Diğer bir görüşe göre, sekiz bindi.

Bir diğer görüşe göre, onaltı bindi.

Meleklerin savaştığı konusunda da ihtilâf edilmiştir:

Bir görüşe göre, bu melekler bilfiil savaşmışlardır.

Diğer bir görüşe göre ise, melekler, yalnız Bedir'de bilfiil savaşmışlardır. Bu savaşta inmeleri: mü'minlerin kalblerine güzel fikirler ilham etmek, cesaret ve metanet vermek; müşriklerin kalplerine de korku salmak içindi. Said b. el-Müseyyeb şunları söylüyor:

Huneyn savaşında müşriklerin safında bulunan bir adam bana dedi ki:

"- Biz, müslümanları geri çekilmek zorunda bıraktık; onları geriye doğru sürmeye başladık. Nihayet biz, boz katırın sırtındaki zâtın yanına varınca, beyaz yüzlü bazı adamlar bizi karşıladılar ve:

"- Kahrolası yüzler, geri dönün!" dediler.

Biz de geri dönmek zorunda kaldık. İşte bundan sonra onlar, omuzlarımıza bindiler."

Hunevn savaşı sonunda Allahü teâlâ, kâfirleri, ölüm, esaret ve sürgünle cezalandırdı.

C- "İşte bu kâfirlerin cezasıdır."

Onlara yapılan bu muamele, kâfirler için sadece dünyada verilen bir ceza idi.

27

"Sonra Allah, bu olanların arkasından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Allahü teâlâ, hikmeti gereği, dilediğinin tevbesini kabul eder ve onu İslâm'a muvaffak kılar. Allahü teâlâ, Gafûr'dur. İslâm'a ısındırdığı kimselerin geçmiş küfür ve günahlarını da bağışlar. Ve Allah (celle celâlühü) Rahîm'dir, lütuf ve ihsanı boldur.

Rivâyete göre kâfirlerden bazıları, Resûlüllah'a 4/fe gelerek Islâmiyetı kabul, ona biat ettiler ve dediler ki:

"- Ya Resûlallah! Sen insanların en hayırlısı ve en iyilik severisin. Ve malûmun olduğu üzere bu savaşta bizim kadınlarımız ve çocuklarımız esir edildi ve mallarımız bizden alındı."

Bir kavle göre, o gün bu savaşta altı bin esir, develer ve sayısız koyun ganimet olarak alınmıştı.

Peygamber de onlara dedi ki:

"- Gerçekten sizin gördüğünüz vasıflar bende vardır. Sözün en hayırlısı, en doğru olanıdır. Şimdi siz ya çocuklarınızı (zürriyetinizi) ve kadınlarınızı ya da mallarınızı tercih edin!"

Onlar da:

Biz çoluk çocuğumuzu hiçbir şeye değişmeyiz." dediler.

O zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mücahıdlere seslenerek buyurdu ki:

"- Bakınız, bu adamlar, bize gelip Müslüman oldular. Biz de onları züniyetleri ile malları arasında seçim yapmakta muhayyer bıraktık. Onlar da, kadınlarını ve çocuklarını hiçbir şeye değişmeyeceklerini söylediler. Şimdi, elinde esir bulunanlar, eğer gönül hoşluğu ile esirleri sahiplerine vermek isterlerse, ne âlâ! Bunu yapmayanlar, o esirleri bize borç olarak versinler; elimize bir şey geçince biz de kendilerine veririz."

Mücâhidler:

"- Biz razı olduk; onları teslim ediyoruz." dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Biz gerçek kararınızı bilemiyoruz; belki içinizde buna razı olmayanlar da var. Onun için siz, kararınızı önce çavuşlarınıza bildirin; sonra onlar bize bildirsinler!" buyurdu.

Sonra çavuşlar, mücahidlerin gönül hoşluğuyla buna razı olduklarını Resûlüllah'a bildirdiler."

28

"Ey iman edenler, gerçekten de o müşrikler necis (pis)tirîer. Artık bu yıllarındn sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Ve eğer yoksulluktan korkarsanız bilin ki Allah, sizi dilerse fadlından zenginleştirir. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi. (Hakim) dır."

A- "Ey iman edenler, gerçekten de o müşrikler necis (pislik)tir."

Müşrikler, mübalağa için necasetle vasıflandırılmışlardır. Sanki necasetin kendisi olmuşlardır. Yahut müşrikler, içlerindeki habasetten dolayı necasettir. Yahut necaset gibi sayılan şirkleri sebebiyle böyle vasıflandırılmışlardır. Yahut müşrikler, temizlenmedikleri, gusül etmedikleri ve necasetlerden sakınmadıkları için her zaman necis sayılırlar.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre:

"- Müşriklerin bedenleri de, köpeklerin ve domuzların bedenleri gibi necistir."

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre:

"- Bir kimse, bir müşrikle tokalaşırsa, abdestini tazelemelidir."

Fakat Fıkıh mezheplerinin müctehidleri, bu iki görüşün aksini savunurlar.

B- "Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."

Bu hüküm, müşriklerin necis olmalarının sonucudur.

Onların, Alescid-i Haram'a yaklaşmalarının yasaklanması mübalağa yahut Harem bölgesine girmelerini menetmek içindir.

Bu görüş, Tabiînden Ata'nın görüşüdür.

Bir görüşe göre, âyette kastedilen, mutlak olarak Mescid-i Haram'a girmelerinin yasaklanmasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise yasaktan murat, hacc ve umre yapmalarını men'etmektir. İmam Ebû Hanife'nin (radıyallahü anh) mezhebi de budur. Nitekim âyetteki, "bu yıllarından sonra" ifâdesi de, bu görüşü teyid eder. Çünkü yasağı bu kayda bağlamak da delalet eder ki, yasaklanan şey, senenin vakitlerinden belli bir vakte mahsustur.

Başka bir deyişle:

Müşrikler, bu yılkı hacclarından sonra artık hacc ve umre yapmasınlar.

O yıl, Hicretin dokuzuncu yık idi. O yıl Ebû Bekir (radıyallahü anh), Peygamber tarafından hacc emiri tayin edilmişti.

Ali'nin (radıyallahü anh) o haccta halka seslenerek:

Bu yıkmızdan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecektir!"diye ilân ve uyarıda bulunması da buna delâlet eder.

İmam Ebû Hanîfe'ye (radıyallahü anh) göre, müşriklerin, Harem bölgesine, Mescıd-ı Haram'a ve diğer mescidlere girmelerine mani olunmak lâzımdır.

İmam Şafiî’ye göre ise, müşriklerin, yalnız Mescid-i Haram'a girmelerine mani olunur.

İmam Mâlik’e göre ise, müşriklerin bütün mescidlere girmelerine mani olunur.

Hanefîlere göre, âyette, müşriklerin, Mescid-i Haram'a yaklaşmalarının nehyedilmesi, Müslümanların, onlara bu imkânı vermemeleri anlamındadır.

Başka bir görüşe göre ise, âyette maksûd olan:

- müşriklerin, Mescid-i Haram'a mütevellilik yapmalarına,

- işlerine bakmalarına mani olmak,

- ve bu görevleri onların ellerinden almaktır.

C- "Ve eğer yoksulluktan korkarsanız bilin ki Allah, sizi dilerse fadlından zenginleştirir. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (hâkim)dir."

Eğer siz, müşrikleri haçtan men'etmekle, onların size sağladıkları fayda ve kazançları kaybetmekten korkarsanız, Allahü teâlâ, hikmetinin gereği olarak dilerse, sizi lûtfuyla zenginleştirir.

Nitekim Allahü teâlâ, onlara bol yağmur verdi ve böylece onların ürünlerini ve rızıklarını bollaştırdı ve Tebale ile Cerş sakinleri de Müslüman oldular ve bunlar Mekke'ye gıda ve diğer ihtiyaç maddeleri taşıdılar. Sonuçta kesada uğramaktan korktukları Mekke ticareti, daha sürekli hale geldi. Sonra Allahü teâlâ, başka ülkelerin fethini müyesser kılarak onlara ganimetler kazandırdı ve başka ülkelerden de insanların oraya yönelmelerini sağladı.

"İnşallah/Allah dilerse" kaydının zikredilmesi, umutların her şeyden kesilip yalnız Allahü teâlâ'ya bağlanması içindir.

Bir de, Allahü teâlâ'nın zengin etmesi, bütün fertler, haller ve vakitler için yeknesak değildir. Allahü teâlâ, sizin yaptıklarınızı, işlerinizi, amellerinizi de hakkıyla bilir; verdiklerinde ve vermediklerinde de mutlaka bir hikmet vardır.

29

"Kendilerine Kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve âhıiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."

Bu âyette belirtilen vasıflar, bu vasıfları taşıyanlarla savaşmanın gerekçesini oluşturmakla beraber bu vasıflarından dolayı onların müşrikler zümresine dahil olduklarını beyân eder. Çünkü Yahudîler (Uzeyr, Allah'ın oğludur, dedikleri için), tensiye (Tanrının iki olduğu) inancına, Hıristiyanlar da, (Baba, oğul ve ruhü'l-kuds dedikleri için)teslis (Tanrının üç olduğu) inancına sahip bulunuyorlar. Bu itibarla Yahudîler ile Hıristiyanlar, Allah'a (celle celâlühü) ve âhiret gününe iman etmiş olmaktan uzaktırlar. Onların, âhiret hakkındaki bilgileri, bilgi sayılacak vasıfta değildir. Bunun için o bilgi üzerine kurulan iman da, ahiret imanı sayılmaz.

Yahudî ve Hıristiyanların, Allahü teâlâ ile Resulünün haram kıldıkları şeyleri haram saymamaları, haram olduğu okunan vahiy (vahy-i metlû -Kur’ân âyetleri) veya hadisler (vahy-i gayr-i metlû- Peygamberin söz ve hareketleri) ile sabit olan şeyleri haram tanımamaları demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "Resûluhu / Resulü "nden murat, onların bağlı olduklarını iddia ettikleri Resûl'dür. Daha açık bir deyişle onlar, nesh edilmiş olan dinlerinin aslına inanç olarak da, amel (uygulama) olarak da muhalefet ediyorlar.

Ve onlar, hak dini, bütün dinleri nesh etmiş (hükümlerini ortadan kaldırmış) olan İslâm dinini, din edinmiyorlar.

" Kendilerine Kitab verilmiş olanlar", Tevrat verilen Yahudilerle, İncil verilen Hıristiyanlardır. Onların, cizye vermeleri, cizye ödemeyi kabul etmeleri; cizyeyi kendi elleriyle vermeleri, itaat ederek, boyun bükerek (tezellül ile) ödemeleri; başkasının eliyle değil, fakat bizzat kendi elleriyle teslim etmeleri demektir.

İşte bundan dolayıdır ki, cizyede vekâlet caiz değildir.

Yahut cizyeyi zengin olanların vermeleri demektir. Bundan dolayıdır ki, âciz fakire cizye vacib değildir.

Yahut onların üzerindeki kaahir bir el sebebiyle âciz ve zelil olarak vermeleri demektir.

Yahut kendilerine bağışlanan nimet karşılığında cizye vermeleri demektir. Çünkü verdikleri cizye karşılığında canlarının bağışlanması kendileri için pek büyük bir nimettir.

Yahut cizyeyi elden nakid olarak teslim etmeleri demektir.

Savaşın amacı, yalnız cizyeyi vermeleri değil fakat onu kabul etmek zilletine katlanmalarıdır. Nitekim âyetteki "sağıir / zelil, küçülmüş, haktir olarak, boyun eğerek" ifâdesi de, bunu işaret eder. Şöyle ki:

Mükellef, cizyeyi bizzat getirmelidir; Süvari değil, yaya gelmelidir; Cizyeyi ayakta teslim etmelidir.

Cizyeyi teslim alan onu oturduğu yerde teslim alır.

Mükellefin yakasından tutularak: "- Haydi cizyeni öde!" denir.

Mükellef cizyeyi kendiliğinden ödemekteyse de bu muamele yine uygulanır.

îmanı Ebû Hanîfe'ye göre, cizye, mutlak olarak bütün Ehl-i Kitab ile Arap olmayan müşriklerden alınır; Arap müşriklerinden alınmaz.

İmam Ebû Yusuf a göre ise, Arap olmayanların Ehl-i Kitabından da, müşriklerinden de cizye alınmaz.

İmam Şafiî'ye göre ise, cizye, Arap olsun, olmasın, Ehl-i Kitab'tan alı-nir; mutlak olarak (hangi milletten olursa olsun) putperestlerden alınmaz.

İmam Mâlik ile İmam Abdurrahman el-Evzâî'ye göre ise, cizye, bütün kâfirlerden alınır.

Mecûsîlere (Zerdüştilere) gelince, Sahabîler (radıyallahü anh) onlardan cizye alınması konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mecûsîler hakkında:

"- Onlara da Ehl-i Kitab muamelesini yapın" buyurmuştur.

Ali'den rivâyet olunduğuna göre:

"- Mecûsîlerin, okudukları bir Kitabı vardı. Bir gün sabahleyin kalktıklarında baktılar ki, Kitabları gece ortadan kaldırılmış."

Sahabîlerin üzerinde birleştikleri bir görüşe göre, Mecûsîlerin kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenmek haramdır.

Çünkü Peygamber yukarda mezkûr hadisin sonunda şöyle buyurmuştur:

"- Ancak kızlarını nikâh etmeyin ve kestikleri hayvanların etlerini yemeyin!"

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, cizye sene başında mükelleften tahsil edilir. Cizye ödeme mecburiyeti, mükellefin ölmesi veya Müslüman olmasıyla ortadan kalkar. Cizyenin miktarı, çalışan fakir için on iki dirhem, orta halli için yirmi dört dirhem, iyi halli için de kırk sekiz dirhemdir. Çalışmaktan âciz olan fakir, çok yaşlı, sakat, çocuk ve kadın cizye mükellefi değildir.

İmam Şâfiıî'ye göre ise, cizye alma vakti, sene sonudur. Ve zengin olsun veya fakir olsun, bir işi olsun veya olmasın, herkesten bir dinar alınır.

30

"Yahudiler, "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da, "Mesîh, Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızları ile söyledikleridir. Daha önceki kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah, onlari kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar."

A- "Yahudiler, "Üzeyr, Allah'ın oğludur" dediler ."

Makablinden bağımsız olan bu kelâm, daha önce belirtilen Ehl-i Kitab iki fırkanın, Allah'a (celle celâlühü) iman etmedikleri ve bundan dolayı da müşrikler zümresine dahil oldukları konusunu açıklar.

Bir görüşe göre Üzeyr'in (aleyhisselâm) Allah'ın (celle celâlühü) oğlu olduğunu söyleyenler, kadîm Yahudilerdi. Sonra bu görüş inkitaa uğradı. İşte Allahü teâlâ, bunu kadîm Yahudilerden hikâye ediyor.

Yahudiler bunu inkâr ederlerse de buna itibar edilmez.

Diğer bir görüşe göre ise bu, Medine'deki bazı Yahudilerin inancı idi.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"Aralarında Selam b. Miskem, Numan b. Ev fa, Şâs b. Kays ve Mâlik b. El-Sayf adlarındaki Yahudilerin bulundukları bazı insanlar, Resûlüllah'a S; gelip Üzeyr'in (radıyallahü anh) Allah'ın (celle celâlühü) oğlu olduğunu söylediler."

Bir başka görüşe göre ise, bunu, Finhas b. Azûrâ adındaki Yahudi söylemişti.

" Gerçekten Allah fakir, biz zenginiz." sözünü de söyleyen bu şahıstır.

Yahudilerin, bu sözü söylemelerinin sebebi şudur:

Yahudiler, Mûsa'dan sonra gelen Peygamberlerden bazılarını katlettiler. Allahü teâlâ da, Tevrat'ı onlardan çekip aldı ve onu kalplerinden sildi.

Bir zamanlar henüz delikanlı çağında olan Uzeyr seyahate çıkmıştı. Cebrâîl (aleyhisselâm), ona:

"- Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

Uzeyr (aleyhisselâm):

"-İlim tahsiline gidiyorum" dedi.

İşte bu cevap üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) ona Tevrat'ı ezberletti.

Uzeyr de, kavmine Tevrat'ı ezbere yazdırdı ve bir harfini bile eksik bırakmadı. Yahudiler de bu fevkalâdelik karşısında:

Uzeyr, henüz bir delikanlı. Allah, Tevrat'ın tamamını onun kalbinde toplamış. O, olsa olsa Allah'ın oğludur" dediler.

İmam Kelbî diyor ki:

"- Bâbil Kralı Buhtunnassar 17 Yahudilerin âlimlerim öldürdüğü zaman, Uzeyr henüz küçük bir çocuktu. Buhtunnassar da, küçüktür diye Uzeyr'i öldürmedi. Nihayet İsrâiloğulları, Beyt-ül Makdis'e döndüklerinde İçlerinde Tevrat'ı bilen hiç kimse kalmamıştı. İşte o zaman Allahü teâlâ, bir mucize olarak İsrâiloğullarına Tevrat'ı yeniden öğretmesi için yüz sene ölü olarak bıraktığı Uzeyr'i gönderdi."

17 Bu eserin 2. cildinin 686. sayfasındaki 28 no.lu dipnota bakınız.

Rivâyete göre, Uzeyr (radıyallahü anh), yeniden hayat bulunca, bir melek ona bir kap su getirip içirdi. İşte o anda Tevrat, onun kalbinde şekillendi. Sonra Uzeyr (aleyhisselâm), kavmine gelip onlara:

Ben, Uzeyr'im!" dedi.

Kavmi ise, onu yalanladılar ve kendisine:

"- Eğer iddia ettiğin gibi sen Uzeyr isen, haydi, Tevrat'ı bize yazdır!" dediler.

Uzeyr'de (aleyhisselâm) Tevrat'ı onlara yazdırdı. O zaman dediler ki:

"- Allahü teâlâ, bir adamın kalbine Tevrat'ı yerleştirmişse, mutlaka O'nun oğlu olduğu içindir."

Oysa Allahü teâlâ, bundan son derece münezzehtir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"- Yahudiler, Tevrat'ı zayi ettiler ve hak ile amel etmemeye başladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, Tevrat'ı onlara unutturdu; onu kalplerinden sildi ve Tabut'u da içlerinden alıp kaldırdı. O zaman Uzeyr Allahü teâlâ'ya yalvarıp yakarmaya başladı. Sonunda Tevrat kalbine nakşedilmiş olarak ona döndü.

Uzeyr yine kavmini Tevrat ile uyarmaya başladı. Sonra Tabut indi. Onlar, Uzeyr'in Tevrat'ı ile Tabût'taki Tevrat'ı karşılaştırdılar; aynı olduğunu gördüler. İşte o zaman o sözü söylediler."

B- "Hıristiyanlar da, "Mesih, Allah'ın oğludur" dediler."

Bu da yine bazı Hıristiyanların sözüdür. Onlar da, babasız çocuk olamayacağını düşünürek bunu söylemişlerdi.

Yahut ilâh olmayanın, Mesih'in yaptığı gibi, körü ve alacalıyı iyileştıremeyeceğini ve ölülere hayat veremeyeceğini düşünerek bunu söylemişlerdi.

C- "Bu, onların ağızları ile söyledikleridir."

Bu kelâm ya mezkûr sözün onlara nisbetini pekiştirmek ve bunun mecazî olmadığını; Ya da bunun, delilsiz, tahkiksiz, mücerret bir laftan ibaret olduğunu belirtmek içindir.

Ç- "Daha önceki kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar."

Onların bu sözleri, " melekler, Allah'ın kızlarıdır" ya da " Lât ve Uzzâ, Allah'ın kızlarıdır" diyen müşriklerin sözlerine benziyor.

Yoksa bazılarının dediği gibi, âyetin anlamı "onların sözleri de atalarının sözlerine benziyor" şeklinde değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, Hıristiyanların, "Mesîh, Allah'ın oğludur" demeleri Yahudilerin, "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demelerine benziyor. Çünkü Yahudîler, Hıristiyanlardan önce bunu söylemişlerdi.

Ancak bu da gördüğün gibi isabetli değildir; çünkü o takdirde, "Bu, onların ağızlarıyla söyledikleridir" cümlesiyle yapılan redd ve iptalin, Hıristiyanların sözlerine mahsus olması gerekir.

D- "Allah onlar kahretsin; nasıl da haktan çevriliyorlar."

Bu, onların hepsi için helake uğrama duâsıdır. Ya da onların sözlerinin çirkinliğinden doğan bi taaccüb ifadesidir.

Onlar nasıl da haktan bâtıla çeviriliyorlar! Oysa bunun için geçerli hiçbir sebep yoktur.

31

"Onlar bilgin (habr, hıibr)lerini, rahiblerini ve Meryem oğlu İsa Mesih'i Allah'tan başka rabblar edindiler. Oysa bir tek ilâhtan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların eş koştukları şeylerden münezzehdir."

A- "Onlar bilgin (habr, hıibr)lerini, rahiblerini ve Meryem oğlu İsâ Mesih'i Allah'tan başka rabblar edindiler."

Bu da, onların inkârları için ilâve bir açıklamadır.

Gerek Yahudîler, gerekse Hıristiyanlar, din adamlarını Allahü teâlâ'dan başka tanrılar edindiler; Allahü teâlâ'nın helâl kıldığı şeyleri haram saymakta ve haram kıldığı şeyleri de helâl saymakta onlara İtaat ettiler. Yahut onlar, âlimlerine secde ettiler ve benzeri hareketlerde bulundular. Bu da, tıpkı şeytana uymanın, ona tapmak olarak vasıflandırılması kabilindendir. Nitekim, " Babacığım, şeytana tapma!" ve" Hayır; onlar cinlere tapıyorlardı." buyurulur.

Adiyy b. Hâtem diyor ki:

"- Ben henüz Hıristiyanların bir fırkası olan Rekûsiyye'den iken bir gün Resûlüllah'a vardım; boynumda da altın bir haç vardı. O sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Berâe sûresini okuyordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana:

"- Ya Adiyy! Şu putu boynundan çıkarıp at!" buyurdu.

Sonra yine okumaya devam etti. Nihayet:

" Bilgin (habr, hibr)lerini ve rahiplerini Allah'tan başka rabblar edindiler" âyetim okuyunca, ben:

"- Ya Resûlallah! Onlar, hahamlarına ve rahiblerine hiç tapmadılar ki." dedim.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:

" Pek iyi, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri onlar haram saydığında siz de haram kabul etmiyor muydunuz ve Allah'ın haram kıldığı şeyleri onlar helâl saydığında siz de helâl kabul etmiyor muydunuz?"

Ben:

"- Evet, öyle (Bek)." dedim. Resûlüllah :

"- İşte bu onlara ibadet etmek demektir: bu yurdu."

Rebî diyor ki:

"- Ebû'l- Akye'ye dedim ki:

"- İsrailoğullarinda bu rubûbiyet (tanrı edinme) meselesi ne idi? " O şöyle cevap verdi:

İsrâiloğulları, bazen Allah'ın Kitabında hahamların sözlerinin aksini gördükleri halde, yine hahamların sözlerini alıyor ve Allah'ın Kitabının hükmünü bırakıyorlardı."

Hıristiyanlar, İsa'nın (aleyhisselâm), Allah'ın oğlu olduğunu söylediler ve sonra onu mâbûd, rab edindiler.

Allah (celle celâlühü) ise bundan münezzehtir.

Rab edinmenin yalnız İsa'ya tahsisi Yahudilerin, Uzeyr'i rab edinmediklerine işarettir.

İsa'nın annesi Meryem'e nisbet edilmesi, onun annesi tarafından beslenip büyütüldüğüne delâlet eder. Bu da onun ilâh olamıyacağını gösterir.

B- "Oysa bir tek ilâhtan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı."

Oysa onlar, Kitablarmda ancak şanı yüce bir tek Tanrıya, Allahü teâlâ'ya ibadet etmek, yalnız O'nun emirlerine uymakla emrolunniuşlardı. Başkasının emirlerine uymak, Allahü teâlâ'nın ibadetine halel getirir. Bütün semavî Kitablar, bu noktada ittifak haklidedir. Nitekim İsâ Mesîh (aleyhisselâm) de der ki:

"- Allahü teâlâ, Kendisine ortak koşan kimseye cenneti haram kılmıştır."

Resûlüllah'a ve Allah'ın itaatini emir buyurduğu kimselere itaat, hakikatte Allahü teâlâ'ya itaattir.

Yahut kâfirlerin rab edindikleri İsâ Mesîh, hahamlar ve rahipler de, tevhid ile, Allah'tan başka ilâh tanımamakla emrolunmuşlardır. Şu halde onlar da, alelade kullardır. Onların rab olarak kabulü mümkün değildir.

C- "O'ndan başka İlâh yoktur."

Bu cümle, bundan önceki cümlede geçen ilâh'nin (İlâh'ın) ikinci sıfatıdır. Yahut bağımsız bir cümle olup tevhidi açıklar.

Ç- "O, onların eş koştukları şeylerden münezzehdir."

Allahü teâlâ, onların ibadet ve taatte O'na ortak koştukları şeylerden yücedir, münezzehtir.

32

"Onlar ağızları ile Allah'ın nurunu söndürmek (itfa etmek) istiyorlar. Allah da buna razı olmuyor. Kâfirler hoşlanmasa da O, nurunu tamamlamak diliyor."

A- "Onlar ağızları ile Allah'ın nurunu söndürmek (itfa etmek) istiyorlar."

Allahü teâlâ'nın nurundan maksat, ya O'nun vahdaniyetine (birliğine), ortaklardan ve evlâttan münezzeh olduğuna delâlet eden apaçık bir hüccettir, ya da bunu ifâde eden Kur’ân-ı Azîm'dir. Ehl-i Kitab iki fırka olarak, Kur’ân'ı, onun ifâde ettiği tevhidi, içerdiği helâl ve haram hükümlerini red ve tekzip etmek istiyorlar; ve bunu delilsiz, mesnedsiz, sadece ağızlarından çıkan bâtıl, geçersiz sözlerle yapmaya çahşıyorlar.

Diğer bir görüşe göre ise Allah'ın (celle celâlühü) nurundan murat, Hazret-i Mu ham-med'in nübüvvetidir.

Kâfirlerin hali, ufukları saran muazzam bir nuru, üfürükle söndürmeye kalkışan bir zavallının hareketine benzetilmiştir.

B- "Allah da buna razı olmuyor. Kâfirler hoşlanmasa da O, nurunu tamamlamak diliyor."

Allahü teâlâ ise, kâfirlerin hoşuna gitmese de mutlaka: tevhidi yüceltmek, İslâm dinini aziz kılmak, bütün dinlerin üzerine çıkarmak ve nurunu tamamlamak istiyor.

33

"O, müşrikler hoşlanmasa da Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi ki o dini bütün dinlerin üzerine çıkarsın."

Allahü teâlâ, hikmetinin gereği olarak, diğer bütün dinlerin hükümlerini neshetmek (hükümsüz kılmak) suretiyle hak din olan İslâm'ı, yahut takva ehli için bir hidayet rehberi olan Kur’ân'ı vahyetmek sûretivle Resulünü diğer bütün dinlerin mensuplarından üstün kılmak dilemiştir.

Bu cümle, geçen cümlenin bir açıklaması mahiyetindedir.

Onların gururdan sonra burada bir de şirk ile vasıflandırılmaları, Allahü teâlâ'yi inkârlarına bir de Resulünü inkârı ilâve ettiklerini göstermek içindir.

34

"Ey iman edenler, o bilgin (habr, hibr)lerden ve rahiblerden çokları insanların mallarını bâtıl sebeblerle yer ve insanları Allah yolundan men ederler. Bir de altın ve gümüş biriktiren ve Allah yolunda infak etmeyenleri, (Resûlüm) sen can yakıcı bir azab ile müjdele!"

A- "Ey iman edenler, o bilgin (habr, hibr)lerden ve rahiblerden çokları insanların mallarını bâtıl sebeblerle yer ve insanları Allah yolundan men ederler "

Bundan önce, emirlerde ve yasaklarda hahamlara ve rahiplere itaat edip bütün hareketlerinde onlara uyarak kendilerini rablar edinenlerin kötü halleri beyân edilmişti. Şimdi burada, insanları iğva eden hahamların ve rahiplerin halleri açıklanıyor ve şöyle buyruluyor:

Ey iman edenler! Şüphesiz hahamların ve rahiplerin birçoğu hükümleri, değiştirmek, hafifletmek ve müsamaha etmek için, insanlardan rüşvet alırlar.

Almak yerine "ekele / yemek" fiilinin kullanılması, malları almaktan amacın, yemek olduğu içindir. Bir de, onları kınamak ve dinleyenleri onlardan nefret ettirmek, söz konusudur.

B- "Bir de altın ve gümüş biriktiren ve Allah yolunda infak etmeyenleri, (Resûlüm) sen can yakıcı bir azab ile müjdele."

Altın ve gümüşleri biriktirip saklama, ister toprağa gömmek ve gizlemek yoluyla olsun, ister başka şekilde olsun birdir.

Bu kimselerden murat:Ya hahamların ve rahiplerin birçoğudur; bu takdirde yukarıda zikredildiği gibi, haksız işler için rüşvet almakla vasıflandırılan haham ve rahiblerin ihtiras ve cimrilikleri anlatılmış olur.

Ya da altın ve gümüş biriktiren ve hayır yolunda infak etmeyen Müslümanlardır.

" Onu Allah yolunda infak etmezler." ifadesine en münasip olan mânâ da budur.

Buna göre, o Müslümanların, rüşvetçi Ehl-i Kitab'tan hemen sonra zikredilmesi, veballerinin ağırlığını belirtmek ve elem verici bir azab ile müjdelenmeye müstahak olduklarını bildirmek içindir.

Bu ikinci görüşe göre, Allahü teâlâ yolunda infaktan murat, zekâttır.

Nitekim rivâyet olunuyor ki, bu âyet-i kerime nazil olunca Müslümanlara pek ağır geldi. Ömer (radıyallahü anh), keyfiyeti Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) arz etti.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Allahü teâlâ'nın zekâtı size farz kılması, ancak geri kalan mallarınızı temizlemek içindir" buyurdu.

Bir de, Resûlüllah âfr şöyle dedi:

"- Zekâtı verilen bir mal, kenz (biriktirilen, saklanan mal) değildir."

Çünkü azab va'di, Allahü teâlâ'nın emrettiği halde infak edilmeyen mal hakkındadır.

Peygamberin :

"- Sarıyı (altını)veya beyazı (gümüşü) geride bırakanlar, onlarla dağlanacaktır."

hadisi ile benzerlerinde kasdedilen, hakkı eda edilmeyen altin ve gümüştür.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"- Altın ve gümüş sahibi olup da onların hakkını ödemeyen bir kimsenin, kıyamet günü kızgın levhalar haline getirilen bu mallarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanacaktir."

35

"O gün onlar (altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak.

Onlara:

"- İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Haydi biriktirdiklerinizin azabını tadın!" denecek.

A- "O gün onlar (altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak."

İnfak konusu, altın ve gümüş iken, onların burada ikil (tesniye) zamiri ile değil de çoğul (cemi) zamiri île ifâde edilmesi, maksadın, çok miktarda dinar (altin para) ile dirhem (gümüş para) olmasından dolayıdır. 18

18 O dönemde Arapların kullandığı altın paraya dinar, gümüş paraya da dirhem deniyordu. Dinar, Bizans'tan, dirhem de İran'dan geliyordu. Bu paraların ağırlığı ve büyüklüğü farklı idi. Bundan dolayı o devir Mekke halkı paraları sayı ile değil fakat tartı ile kullanıyorlardı. Dinarın ağırlığı bir mıskal idi. Gümüş dirhem de - âlimlerin ittifakı ile - bir miskalin 7/10 ağırlığında idi.

İslâm dünyasında ilk olarak 2.97 gramlık resmî dirhemi basan Halife Hazret-i Ömer'dir. Bu gün bilinen en eski İslâm dinarı da M.695 de Bizans tarzında, Emevî hükümdarı Abdülmelik'in tasviri ile basılmış olan dinardır. Daha sonra bir dinar 4.25 gram olarak basılmıştır. Bu ağırlık Romalıların Konstantin sistemindeki Sokdus'a eşittir. Araplarda buna takabüî eden ölçü de bir miskaldir. Emevîlerin yalnız Şam ve Kahire'de ve 718 yılından itibaren de Kurtuba'da altın sikke darbettikleri bilinmektedir. Abbasîler devrinde darbhane M.763 de Bağdad'a naklolunmuştur. Halife Me'mun zamanında altın sikke darbı, merkeze özgü olmaktan çıkmış ve 827 yılından itibaren eyaletlerde de altın sikke darbolunmaya başlanmıştır.

Ali (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Dört bin dirheme kadar olan paralar, kişinin ailesinin nafakasıdır; onun yukarısı kenzdir (biriktirikp saklanan servettir)."

Diğer bir görüşe göre ise, " onları infak etmezler" ifâdesindeki "ha" zamiri, malların ve kenzlerin (biriktirilip saklanan paraların) yerini tutar. Çünkü bu hüküm umûmîdir. Altın ve gümüşün özellikle zikredilmesi bunların servetin kıstasları olmasındandır.

Biriktirilen ve zekâtı verilmeyen mallar, kıyamet gününde, cehennem ateşinde kızdırılarak onları ellerinde bulunduranların alınlarına, böğürlerine ve sirdarına yapıştırılacaktır. Çünkü insanların, o malları biriktirmeleri, ya zenginlikle itibar kazanmak, ya da lezzetli yemekler yemek ve güzel elbiseler giymek içindir.

Ancak şöyle de düşünülebilir:Onlar, yardım isteyen muhtaçlardan yüz çeviriyor, yanlarını ve sırtlarını dönüyorlardı ya da bunlar, insan bedeninin en şerefli kısımlarıdır.

Çünkü bu kısımlar, bedenin başlıca uzuvlarını beyin, kalp ve ciğeri içerir. Söz konusu kısımlar, dört cihetin asılları, insan bedeninin ön ve arka tarafları ve iki yanlarıdır.

B- "Onlara:

"İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Haydi birktirdiklerinizin azabını tadın!" denecek."

Onlara şöyle denecek:

"- Kendi nefsiniz, menfaatiniz için biriktirdiğiniz, fakat sonuçta azab sebebi olan işte bu!. Haydi, onun azabını tadın!"

36

"Gökleri ve yeri yarattığı gün Allah'ın Kitabında yazdığı gibi Allah katında ayların sayısı on ikidir. Onlardan dördü haram aylardır. İşte bu, dosdoğru dindir. Artık o aylarda kendinize zulmetmeyin. Müşrikler nasıl size karşı topyekûn (kâffeten) savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın (mukatele edin). Ve şunu bilin ki Allah, müttakıîlerle beraberdir."

A- "Gökleri ve yeri yarattığı gün Allah'ın Kitabında yazdığı gibi Allah katinda ayların sayısı on ikidir:."

Ayların sayısı,

Allahü teâlâ'nın hükmünde,

Levh-ı Mahfuz'da,

Allah'ın teshilinde,

Allah'ın gökleri, yeri, cisimleri, hareketleri ve zamanı yarattığı günden bu yana on ikidir. Bu, zamanla değişmeyen sabit bir sayıdır.

B- "Onlardan dördü haram aylardır."

Bu on iki aydan dördü, zilk'ade, zilhicce, muharrem ve receb haram aylardır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) veda hutbesinde şöyle buyurmuştur:

"- Dikkat edin! Zaman, Allahü teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı gündeki haline dönmüştür. Bir yıl, on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylarıdır. Üçü birbirini izler. Bunlar, zü'l-Ka'de, zü'l Hıicce ve muharrem aylarıdır. Dördüncü ay da, Mudar kabilesinin (herkesten çok saygı gösterdiği) receb ayıdır ki, cemazilâhir ayı ile şaban ayı arasındadır. " Böylece o gün bütün aylar asıl yerlerine döndüler. Hac da, evvelce olduğu gibi zilhicce ayına döndü. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in veda haccı da, Zilhicce ayında gerçekleşti. Oysa Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) hac emiri olduğu sene yapılan hac zilhicceden önce zilka'de ayında yapılmıştı.

C- "İşte bu, dosdoğru dindir."

Adları geçen bu dört ayın haram (hürmetli) aylar olarak kabul edilmesi, İbrâhîm ile İsmail'in mirası dosdoğru dinin icaplarındandır. Araplar da, onların mirası olan bu dine bağlanmışlardır. Onlar, önceleri bu hürmetli ayları tazim ve bu aylarda savaştan nefret ediyorlardı. Hatta Öyle ki, bu aylarda babasının veya kardeşinin katiliyle karşılaşan kimse bile, ona saldırmazdı ve özellikle Receb ayına da "sağır Receb", "mızrak ve ok başlıklarının çıkarıldığı Receb' diyorlardı. Sonra haram ayların yerlerini değiştirme veya erteleme işini ihdas ettiler.

Ç- "Artik o aylarda kendinize zulmetmeyin. Müşrikler nasıl size karşı topyekûn (kâffeten) savaşıyorlarsa sız de onlara karşı topyekûn savaşın."

Haram ayların hürmetini ihlâl etmek ve o aylarda haram kılınmış olan şeyleri işlemekle nefsinize zulmetmeyin.

Âlimlerin cumhûruna göre, bu aylardaki savaşın haram olma hükmü nesholunmustur ve artik söz konusu zulüm, o aylar içinde günah işlemekten ibarettir. Çünkü bu aylarda günah işlemek, Harem bölgesinde günah işlemek gibi vebâk ağırdır.

Tabiînden Ata'ya göre, bu hüküm, nesholunmamıştır ve karşı taraftan savaş başlatılmadan şimdi de Harem bölgesinde ve haram aylarda insanların savaşması caiz değildir.

Ancak Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), Şevval ve Zilka'de aylarında Taif'i kuşatması ve Huneyn'de Hevazin ile savaşması, birinci görüşü (hükmün mensûh olduğu görüşünü) teyid eder niteliktedir.

D- "Ve şunu bilin ki Allah, müttakıîlerle beraberdir."

Yaptığınız savaşlarda Allahü teâlâ'nın nusreti ve yardımı sizinle beraberdir.

Onların Takva sahipleri olarak ifâde edilmeleri, kendilerini takva vasfıyla medhetmek, takvaya erişmemiş olanları da buna teşvik etmek ve ilâhî nusretin ana sebebinin de takva olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu ifâde, onların takvaları sebebiyle kendilerine nusret müjdesi ve taahhüdüdür.

37

"Nesi' (haram aylardan birinin hürmetini başka bir aya nakletmek), küfürde ileri gitmektir. Kâfirler onunla saptırılmıştır. Onu bir yıl helâl bir yıl haram sayarlar ki Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını tuttursunlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış olurlar. Onların kötü amelleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez."

A- "Nesi' (haram aylardan birinin hürmetini başka bir aya nakletmek), küfürde ileri gitmektir. Kâfirler onunla saptırılmıştır."

Câhiliye Arapları, savaşta iken bir haram ayı gelince, onu helâl ve onun yerine başka bîr ayı haram sayıyorlardı. Nihayet onlar bu ayların özelliklerini tamamen terk ettiler ve sadece sayıya itibar eder oldular. Bazen de istedikleri zamanı bulmak için ayların sayısını artirır, seneyi on üç veya on dört aya çıkarır ve buna göre senenin dört ayını haram sayarlardı. İşte bu sebeble, Kitab ve Sünnette ayların sayısı sarahatle belirtilmiştir.

Haram aylardan bir ayın hürmetini başka bir aya nakletmek veya ertelemek, küfürde ziyadesiyle ileri gitmek demektir. Çünkü bu, Allahü teâlâ'nın haram kıldığını helâl ve helâl kıldığını da haram saymaktır. Bu itibarla bu iş, onların küfrüne ilâve bir küfür ve onların dalâletine ilâve bir dalalet olmuştur.

B- "Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını tuttursunlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış olurlar."

Câhiliye Arapları, bazı seneler bir sonraki ayı helâl ve onun yerme haram olmayan başka bir ayı haram sayıyorlardı ve başka bir sene de aynı ayı eski haliyle haram olarak muhafaza ediyorlardı.

Kelbî diyor ki:

"Bu ayların yerini değiştirme işini ilk kez yapan, Kinane kabilesinden Nuaym b. Salebe adında biriydi. İnsanlar, haçta bayramın dördüncü günü evlerine dönmeye hazırlanırken bu adam ayağa kalkıp bir konuşma yapar ve şöyle derdi:

"- Benim verdiğim hükme karşı gelinmez; ben eleştirilmem ve bana muhalif cevap da verilmez!"

Müşrikler de:

"- Lebbeyk (emrin baş üstüne)!" diyerek onu tasvib ederlerdi. Sonra müşrikler, baskın yapacakları ayı ertelemesini isterlerdi. Nuaym b. Salebe de: "- Bu sene safer ayı haramdır!" derdi.

Nuaym, bunu ilân edince, müşrikler, yaylarını çözerler, mızrak başları ile süngü demirlerini yerlerinden çıkarırlardı.

Ama eğer bunun aksine,

"- Bu ay helâldir" derse, yaylarını bağlarlar; mızrakları ile süngü demirlerini yerleştirirler ve baskınlara başlarlardı."

Diğer bir görüşe göre ise, bunu ihdas eden kişi, Kinane kabilesinden Cûnade b. Avf adında bir adamdı. Adı geçen, câhiliye devrinde sözü dinlenen bir kimse idi. O, hac mevsiminde bir devenin sırtında ayağa kalkar ve olanca sesiyle şöyle bağırırdı:

"- Şu muhakkak ki, tanrınız, muharrem ayını sizin için helal kıldı; siz de artik onu helal bilin!"

Sonra ertesi sene de yine öylece ayağa kalkar:

"- Şüphesiz tanrınız, muharrem ayını size haram kıldı; artık siz de onu haram sayın! "elerdi

Bir diğer görüşe göre ise, bunu ihdas eden, Kinane kabilesinden Kalemmes adında biriydi.

İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre:

"Haram aylarını erteleme âdetini ilk ihdas eden, Ömer b. Kum'a b. Handif adındaki şahıstır."

C- "Onların kötü amelleri kendilerine güzel gösterilmiştir."

Onların kötü işleri, tabiatları için iştah çekici ve nefisleri için sevimli gösterikniştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allahü teâlâ, onları ilâhî inayetten yoksun bıraktı; nihayet onlar çirkin işlerini güzel sandılar; bu yüzden de o çirkin işlerine devam ettiler.

Ç- "Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez."

Allahü teâlâ, elbette kâfirler topluluğunu, matlubuna ulaştırmaz. Ancak doğru yoldan yürüyenleri amacına ulaştırır. Ama onlar kendi seçimleriyle doğru yoldan çıkmışlar; böylece dalâlet çöllerinde kaybolmuşlardır.

38

"Ey îman edenler, size ne oldu ki, Allah yolunda seferber olun!" denildiği zaman olduğunuz yere çöküp kaldınız. Yoksa dünya hayatını âhıirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının yararı âhııretin yanında pek azdır."

A- "Ey iman edenler, size ne oldu ki,

"- Allah yolunda seferber olun!"

denildiği zaman olduğunuz yere çöküp kaldınız."

Bundan önce mü'minlerin bazı çirkin halleri beyân edilmişti. Şimdi burada onlar cihada teşvik ediliyor ve dikkatleri bu noktaya çekiliyor.

Bu istifham, inkâr ve serzeniş içindir. Şöyle deniyor:

"- Ey mü'minler! Size ne oluyor ki, Resûlüllah size,

" Hep birlikte Allah yolunda gazaya çıkın!" dediği zaman, dünyanın geçici şehvetlerine saplanıp kaldınız ve sîze ebedî rahatlığı kazandıracak gazanın meşakkat ve zorluklarından nefret ettiniz? "

Nitekim diğer bir âyette de mealen şöyle buyurulur:

" Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı, heva ve hevesinin peşine takıldı." Yahut size ne oluyor ki, gazaya çıkmıyor, yurtlarınızda, evlerinizde kalmayı yeğliyorsunuz?Söz konusu gaza, Tâif dönüşünden sonra Hicret'in onuncu yılında vuku bulan Tebük seferidir. Bu seferin ilânı, bir kıtlık yılına, çok sıcak bir mevsime, Medine bahçelerindeki meyvelerinin olgunlaştığı, ağaçların gölgelerinde oturmanın tatklaştığı günlere rastlamıştı.

Üstelik yol çok uzun ve düşman çok kalabalıktı.

İşte sefere çıkmak, bunun için Müslümanlara zor geliyordu.

Bir görüşe göre, Resûlüllah Tebük seferi dışında hiçbir seferde gideceği yeri belli etmemiş, sefer yapılacak yeri gizlemiştir.

Tebük seferinde ise mücahidler hazırlıklarını ona göre yapsınlar diye, hedefi belirlemişti.

B- "Yoksa dünya hayatını âhıirete tercih mi ediyor sunuz? Fakat dünya hayatının yararı âhıiretin yanında pek azdır."

Yoksa siz, dünya hayatının aldatıcı zevklerini âhirete ve onun ebedî nimetlerine tercih ini ediyorsunuz? Oysa dünya hayatı, onun lezzet ve faydaları âhıretin yanında çok önemsizdir ve itibara şayan değildir.

39

"Eğer topluca seferber olmazsanız O, sizi can yakıcı bir azab ile cezalandırır ve sizi başka bir kavimle değiştirir. Ve siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye kaadirdir."

A- "Eğer topluca seferber olmazsanız O, sizi can yakıcı bir azab ile cezalandırır ve sizi başka bir kavimle değiştirir."

Eğer siz Müslümanlar, çağrıldığınız sefere katılmazsanız, Allah (celle celâlühü), sizi kıtlık veya benzeri korkunç bir felâketle helâk eder ve sonra yerinize başka bir kavim getirir.

Müslümanların yerine gelecek kavmin, onlardan başka olmakla vasıflandırılması, ceza va'dini te'kid ve tehdidi ağırlaştırmak içindir. Çünkü bu tavsif, onların yerine, geçecek kavmin, vasıf olarak da, zât olarak da, onlardan ayrı olacağına delâlet eder ki, bu onların tamamen yok edilmesi demektir.

Hulâsa,  eğer siz bu sefere çikmazsanız, Allahü teâlâ,

- sizi tamamen yok eder,

- yerinize, Yemen veya Fars halkı gibi sizinle akrabalığı olmayan fakat âhireti dünyaya tercih eden, itaatkâr bir kavim getirir.

Bu ifâde, bu sebeble inecek ilâhî gazabın pek şiddetli olacağına işarettir.

B- "Ve siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kaadirdir "

Sizin sefere çıkmakta ağır davranmanız, Allahü teâlâ'nın, dinine olan nusretıni, desteğini asla etkilemez. Çünkü O, her şeyden müstağnidir.

Diğer bir görüşe göre ise, "Hu / O'na" zamiri, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) râcidir. Yani siz, savaşa katılmamakla Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) zarar veremezsiniz; zira Allah (celle celâlühü), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ismet (koruma) ve yardım va'detmiştir ve O'nun va'di de mutlaka gerçekleşir.

Binaenaleyh Allahü teâlâ, sizi helâk edip yerinize başka bir kavmi getirmeye kaadirdir.

40

"Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah, ona yardım eder. Kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman o, sadece iki kişiden biri idi. İkisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına şöyle diyordu:

"- Mahzun olma, şüphesiz Allah, bizimle beraberdir!"

Allah, onun üzerine sekînetini indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla teyid etti. Kâfirlerin kelimesini alçaktı. Allah'ın kelimesi ise zâten yücedir. Allah, her şeye üstün ve galib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

A- "Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah, ona yardım eder."

Eğer siz, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım etmezseniz, daha zor durumlarda ona yardım etmiş olan Allah (celle celâlühü) yine ona yardım edecektir.

Yahut siz, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım etmeseniz de, zâten ona nusret vâcib olmuştur. Böyle zamanlarda Allah (celle celâlühü) ona hep yardım etmiştir.

B- "Kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman o, sadece iki kişiden biri idi."

Mekke müşrikleri, Resûlüllah'ı Mekke'den çıkarmaya karar verdikleri zaman, Allahü teâlâ da ona Mekke'den çıkma izni vermiş; o da Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile beraber Mekke'den çıkmıştı.

"Sâniye’sneyni" kelâmını "ikinin ikincisi" şeklinde tefsir etmek ve bunu da, hadislerde belirtildiği gibi, bu yolculukta Ebû Bekir el-Sıddîk'ın (radıyallahü anh), Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde yürümesi, mağaraya ondan önce girmesi, etrafı süpürüp temizlemesi ve yere örtü sermesi ile izah etmek, gereksiz bir zorlamadır.

C- "İkisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına şöyle diyordu:

"- Mahzun olma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir!"

Bu mağara, Sevr dağının doruğundadır. Sevr dağı da Mekke'nin sağında ve bir saat mesafededir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu mağarada üç gün kaldılar.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mağarada, arkadaşı Ebû Bekir'e (radıyallahü anh):

"- Mahzun olma, Allahü teâlâ, yardımı ve muhafazası ile bizimle beraberdir " diyordu.

Bu beraberlikten murat, daimî bir velayettir ki, onun sahibi etrafında üzüntü şâibesi olmaz.

Rivâyet olunuyor ki, müşrikler, mağaranın üstüne çıktıkları zaman Ebû Bekir Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için endişe etmeye başladı ve:

"- Bugün bizi bulurlarsa, Allah'ın dini gider!" dedi.

İşte o zaman Resûlüllah "- Üçüncüsü Allah olan o iki kişiyi sen ne sanıyorsun?" buyurdu.

Bir rivâyete göre de, o ikisi mağaraya girdikleri zaman Allahü teâlâ iki güvercin gönderdi. Güvercinler, mağaranın ağzında yumurtladılar. Bir de örümcek gönderdi; o da mağaranın ağzına ağını ördü. Müşrikler, mağaranın yanına geldikleri zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Allah'ım, gözlerini görmez eyle!" diye duâ etti.

Bunun üzerine müşrikler, mağaranın etrafında dolaşmağa başladılar; fakat mağaranın içine bakmayı hiç akıl edemediler. Çünkü Allah (celle celâlühü), onların gözlerini Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) görmez kılmıştı.

Bu âyet-i kerime, Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) mertebesinin ne kadar yüksek ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile olan sohbetinin ne kadar eski olduğunu ifâde eder. İşte bundan dolayıdır ki, İslâm âlimleri:

"- Bir kimse, Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) sahabîliğini inkâr ederse, kâfir olur. Çünkü Allahü teâlâ'nın kelâmını inkâr etmiş olur." derler.

Ç- "Allah, onun üzerine sekinetini indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla teyid etti. Kâfirlerin kelimesini alçalttı."

Müşriklerin, mağaranın etrafında dolaşükları o tehlikeli durumda Allahü teâlâ, Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine huzur ve güvenini, sekinetini indirdi.

Bu sekînetten murat,

- ya Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) o sırada hiç korkuya kapılmamış olmasıdır;

- ya da sekînet Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) üzerine indirilmiştir. Çünkü endişe eden o olmuştur.

Peygamber (radıyallahü anh) ise, hiç endişe etmemiş ve itminan içinde bulunmuştur.

Gözükmeyen ordular, Bedir, Ahzâb ve Huneyn savaşlarında da inen meleklerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu askerler, Peygamberimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) mağarada korumak için inen meleklerdir.

Ancak askerlerin, muhatabları tarafından görünmez oluşları, bu ikinci görüşe engeldir. Bundan başka, "Kâfirlerin kelimesini alçaktı." cümlesi de, ikinci görüşün sıhhatine manidir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, şirki, yahut küfre çağrıyı aşağı kılması sadece Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) kurtarmakla değil ancak kâfirleri öldürme, esir alma ve benzeri hareketlerle gerçekleşebilir.

D- "Allah'ın kelimesi ise zâten yücedir. Allah her şeye üstün ve galib (A'zîz)dir, hükümlerine hikmet sahibi (Hakîm) dir."

Tevhid kelimesi, yahut İslâm'ın çağrısı, zâten yücedir; ona hiçbir şey yaklaşamaz.

Bu cümlede, üslubun, önceki cümleden farklı olması, onun yüce şanının ve halinin hiç değişmeyeceğini, diğer sözlerin ise böyle olmadığını ifâde etmek içindir.

Allahü teâlâ'nın kudreti, hiçbir güce mağlup olmaz; O, bütün hükümlerinde ve tedbirlerinde yüksek hikmet sahibidir.

41

"Hafif ve ağır olarak seferber olun ve Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla savaşın (cihad edin). Bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.."

A- "Hafif veya ağır olarak seferber olun "

Daha Önce, sefer veya savaşa çıkış (seferberlik veya nefir-i âm) için uyarı yapılmıştı. Böyle iken âyetin bu emre tahsisi, bu son derece önemli işi hafife almayı red ve inkâr içindir.

Bu cümlenin anlamı şudur:

İmkânlar elverdiği ölçüde, ezcümle darlıkta-bollukta, sağlıkta-hastalıkta, zenginlikte-fakirlikte, aile fertlerinin sayısının azlığında-çokluğunda ve diğer bütün hallerde vüs'atiniz nisbetinde savaşlara hep birden katılın, gerekli katkıyı sağlayın.

" hafif ve ağır olarak" ifâdesi aşağıda gösterildiği gibi her hali kapsayan mütekabil zıt kavramlar şeklinde tefsir edilmiştir. Şöyle ki:

aile efradının azlığı (kılleti) hafif, çokluğu (kesreti) ağır, silâhlardan bir kısmı hafif, bir kısmı ağır, süvari hafif, yaya ağır, gene hafif, yaşlı ağır, zayıf hafif, şişman ağır, sağlam hafif, hastalıklı ağır.

Ancak burada bazı mazeretleri göz önünde tutma gerekhliği de vardır.

Rivâyete göre gözleri görmeyen Abdullah b. Ummi Mektûm (radıyallahü anh) Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) sordu:

"- Ben de savaşa katılmak zorunda mıyım?"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da:

"- Evet!.." dedi.

Fakat daha sonra,

" Âmâya haraç (darlık, güçlük, günah) yoktur." âyeti nazil olunca bu yükümlülük kalktı.

İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre:

"Bu hüküm,

" Zayıflara, hastalara ve infak edecek bir şey bulamayanlara günah yoktur" âyeti ile nesholunmuştur."

B- "Ve Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla savaşın (cihad edin)."

Bu ilâhî kelâm, mümkünse hem mal, hem de can ile, ikisi ile birden mümkün değilse yalnız mal veya can ile cihad etmenin vâcib (dinen zorunlu) olduğunu ifâde eder.

Hulâsa, hem canı, hem de malı ile cıhad etmeye muktedir olan kimse, her ikisiyle cıhad etmek zorundadır; canı ile değil, yalnız malı ile cihada muktedir olan kimse malı ile, malı olmayan kimse de canı ile cihad etmelidir. İslâm âlimlerinin ekseriyeti bu görüştedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, yalnız, canı ve malı ile cihada muktedir olan kimseye cihadın vacib olduğunu bildirir.

C- "Bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz."

Eğer hayrı biliyorsanız, cihad sizin için, rahattan, refah ve bolluk içinde mal ve çocuk zevkiyle yaşamaktan daha iyidir.

Allahü teâlâ'nın ihbarında doğruluktan başka bir ihtimal yoktur. O halde O'nun emirlerinı yerine getirmeye çalışın.

42

"Eğer yakın bir dünyalık ve orta bir yolculuk olsaydı, onlar elbette senin peşinden geleceklerdi. Fakat o meşakkatli yol onlara uzak geldi. Onlar:

"- Gücümüz yetseydi, mutlaka sizinle sefere çıkardık!" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Kendilerini helâk ediyorlar. Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarını biliyor."

A- "Eğer yakın bir dünyalık ve orta bir yolculuk onlar elbette senin peşinden geleceklerdi."

Resûlüm, eğer kolay ve yakın zamanda elde edilecek bir ganimet ve orta bir yolculuk olsaydı, o münafıklar, ganimete sahip olmak hırsıyla mutlaka sana uyarlar veya seni takib ederlerdi.

Münafıkların, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber sefere çıkmalarının bu iki şarta bağlanması, seferin orta bir yolculuk olması hâlinde de onların sefere katılımının gerçekleşmiyeceğine delâlet eder.

B- "Fakat o meşakkatli yol onlara uzak geldi."

Ancak meşakkatle kat'edilebilen o yolculuk, kendilerine uzak geldi.

C- "Onlar:

"- Gücümüz yetseydi, mutlaka sizinle sefere çıkardık!" diye Allah'a yemin edeceklerdir."

Resûlüm, bu sefere katılmayanlar, sen seferden dönünce özür beyân edecek ve:

"- Eğer imkânlarımız ve sağlığımız el verseydi, mutlaka sizinle beraber bu sefere çıkardık!" diye Allahü teâlâ'ya yemin edeceklerdir.

Bu âyet-i kerime, onların böyle yemin edeceklerini önceden haber vermekle mucize kabilindendir.

Ç- "Onlar, kendilerini helâk ediyorlar."

Çünkü yalan yemin, nefsi helâk etmektir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz liv bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Yalan yemin, ülkeleri harab eder."

Yahut onlar:

"- Billahi, gücümüz yetseydi, mutlaka nefsimizi helâk ederek sizinle çıkardık!" diye yemin edeceklerdir.

D- "Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarını biliyor."

Allahü teâlâ, onların, muktedir olmadıkları iddiasında yalancı olduklarını, onların bu sefere çıkmaya muktedir oldukları halde mazeretsiz çıkmadıklarını biliyor.

43

"Allah, seni affetsin. Ama doğru söyleyenler senin için apaçık belli olmadan ve sen yalancıların kimler olduğunu bilmeden niçin onlara izin verdin?"

A- "Allah seni affetsin."

Açıkça anlaşıldığı gibi Allahü teâlâ, seferden geri kalanların, güçlerinin yetmediği mazeretiyle izin istediklerinde Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara izin vermesini affetti. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yeminlerine, ahitlerine itimat etmişti.

B- "Ama doğru söyleyenler senin için apaçık belli olmadan ve sen yalancıların kimler olduğunu bilmeden niçin onlara izin verdin ?"

"- Münafıklar, sefere katılmamak için mazeretlerini beyân ettiklerinde Resûlüm, hangi sebeple onlara izin verdin?"

Bu cümle, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in verdiği kararların, zorunlu ve doğru olduğunu gösteren kuvvetti sebeplere dayanması gerektiğini ifâde eder.

Münafıkların, yeminle teyid ederek söyledikleri mazeretlerin gerçekliği ortaya çıkmadan izin verilmesi doğru görülmemiştir. Daha açık bir ifâdeyle:

"- Resûlüm, sen, onların malî veya bedenî güçleri olmadığı yolundaki beyânlarının gerçekliği apaçık ortaya çıkmadan ve sen yalancıların kimler olduğunu bilmeden, niçin onlara izin verdin, niçin izin vermekte acele ettin niçin teenni ile davranıp gerçeğin ortaya çıkmasını beklemedin, niçin biraz bekleyip gerçekler belli olduktan sonra her iki gruba lâyık oldukları muameleyi yapmadın?"

İşte bu, hata'yı değil, evlâ ve efdal olanı beyân etmektir.

Tabiînden Katadc ile Amr b. Meymûn diyorlar ki:

"- iki şey vardır ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'tan (celle celâlühü) emir almadan onları yapmıştır:

Tebük seferine çıkmamak için münafıklara izin vermek,

Bedir savaşı esirlerinden fidye almak.

İşte Allahü teâlâ, bu sebeblerle ona serzenişte bulunmuştur." Süfyan b. Uyeyne de diyor ki:

"- Allahü teâlâ'nın, Peygamberimiz hakkındaki lütfuna bak ki, af konusunu zikretmeden kelâma affın zikriyle başlamıştır."

Bu âyetin, kinaye yoluyla cinayet (suç) ifâde ettiğini ve: "- Hata ettin, kötü yaptın!"

anlamında olduğunu iddia eden bazı tefsirciler, kesinlikle yanılmış ve edeb dışı davranmışlardır. Bunların izahları ne kadar kötüdür!

Pekiyi, haydi kinaye olsun:

Bu kinayenin, sarih suçlama ifâdesine tercih edilmesi, hitabta lütuf ve serzenişte tahfif değil midir?

Af, suçtan çok hatayı gerektiren bir olgu değil midir?

Öyle ise, bu hata, takbihi haklı kılacak kadar çirkin ve ağır mıdır? değildir.

Açık bir gerçektir ki, o münafıkların Tebük seferine çıkmalarında din için bir gerekirlik veya Müslümanlar için bir yarar yoktu. Kaldı ki onlar,

" Eğer onlar sizin içinizde sefere çıkmış olsalardı, bozgunculuktan başka bîr katkıları olmazdı.

âyetinde belirtildiği gibi fitne ve fesat unsuru olacaklardı.

"Fakat Allah onların kıpırdanmalarını istemedi de onları seferden alıkoydu. .." mealindeki âyette de belirtildiği gibi, Allahü teâlâ, onların bu sefere çıkmalarını hoş görmedi

Ancak Peygamberimiz .(sallallahü aleyhi ve sellem) için evlâ olan onların yalanları ortaya çıkıncaya ve kendileri şahitler huzurunda rezil-rüsvay oluncaya kadar izni geciktirmekti. Tâ ki, o münafıklar,

- güven ve refah içinde yaşama imkânı bulamasınlar,

- Peygamberimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) aldattıklarını sanarak sevinmesinler,

- âsûde bir hayat, yaşamasınlar,

- gözlerinin yaşlarını dindirmesinler,

- güven ve itminan içinde değil, fakat gerçek yüzlerinin açığa çıkması korkusuyla yaşasınlar. Nitekim de öyle oldu. 21

21 Son devrin en büyük âlimi merhum Ömer Nasuhi Bilmen, Ebussuud Tefsirini, Zemahşerî ve Kaazî Beyzâvî tefsirinden üstün gördüğünü beyan ederken, iki misal vermişti. Bu misallerin bir tanesi bu Âyetin Zemahşerî ve Beyzavî'nin aksine Ebussuud tarafından büyük bir nezahatle tefsir edilmiş olmasıdır. Her üç tefsirin nefis bir kıyaslaması olan bu kısmı aşağıya alıyoruz.

Ebussuûd Tefsirinden iki numune:

1. Numune: Malûmdur ki, Tebûk Gazvesi esnasında Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimize, bazı kimseler, bi'l-mürâcaa bir takım ma'zcretler dermeyân ederek gazaya iştirakten istisna edilmelerini dilemişler, Nebiyy-i Efham Efendimiz de buna müsâade buyurmuştu. Bu hâdise üzerine: (......) âyet-i kerîmesi nazil oldu.

Resûl-i Ekrem'in bu müsâadeleri olsa olsa "Terk-i evlâ" kabilinden bir şey idi, eğer müsâade verilmeyip de bunların inkişâf-ı ahvâline intizâr olunmuş olsaydı daha muvafık olurdu. Böyle terk-i evlâ kabilinden olan bir şey ise hatâdan ma'dud, muâtebeyi mûcib bir hareket sayılamaz.

Maahâzâ bu müsâadenin bir içtihada müstenid olması da melhuzdur. Ciddî veya vahi ma'zaretler, dermeyân ederek cihâda iştirakten kaçınan kimselerin mevcudiyeti, İslâm ordusunun kuvvetini artıramaz, bil'âkis maneviyatını za'fa düşürebilir de. Bu halde bunların orduda bulunmalarından ise bulunmamaları daha münâsip görülmüş olabilirdi. Bu bir içtihad neticesidir. Böyle bir içtihad, isabete karin olmasa da muâtebeyi müstelzim olmaz, bil'âkis sahibi hakkında -bezî-i meehudda bulunmuş olduğu için- sevaba vesile olur.

Halbuki Zemahşeri, tefsirinde bu hususlardan zühul etmiş, Resûl-i Ekrem hakkında

Kur’ân-ı Hakîm'in işaret ettiği âdâb-ı hıtabdan, nezâhati beyandan gaflet göstermiş (......) Nazm-ı Şerifini: "Hatâ ettin, ne fena yaptın" tarzında tevcih etmiştir ki, böyle bir ifâde Zemahşerî gibi bir allâme için büyük bir nakisa teşkil etmektedir. Bunun içindir ki, İmam Sübkî gibi müteverri alimler, Keşşafı tedristen imtina etmişlerdi.

Bu böyle iken Kaazî Beyzâvî de Zemahşerî'ye tâbi' olmuş, onun tarz-ı tefsirini almış o da böyle bir edebi nakisa irtikâb etmiştir.

Muhaşşiî Şihâb diyor ki: "Kaazi için lâzım idi ki, bu misilli yerlerde Zemahşerî'ye mütâbcat etmesin."

Evet.. Kaazi, bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken diyor ki: (......) Nazm-ı Şerifi, Hazret-i Peygamber'imizin hususundaki hatâsından kinayedir. Çünkü afıv, hatânın revâdifindendir. (......) Kavl-i münifi de kinaye tarikiyle iş'âr ve kendisinden dolayı muâtebe olunan hatâyı beyandır. Ma'nâ şöyledir: "Senden istizan ettikleri ve bir takım yalanlar ile teallül gösterdikleri zaman onlara oturmaları, cihaddan tehalüf etmeleri için neden izin verdin. Tevekkuf etmeli değil mi idin?.. Tâ ki doğru yere i'tizarda bulunanlar sence tebeyyün etmiş, yalancıları da bilmiş olaydın."

Hâsılı Kaazi, bu âyet-i kerimenin tefsirinde kendisi gibi mütefekkir edip bir müfessirden beklenilen hakimane tetkikatı ifâ, nezâhct-i beyânı mauhâfaza edememiştir.

Şimdi bir kere de Ebussuûd tefsirine bakalım: Koca fâzıl, ne kadar nezih'ül beyandır. Diyor ki:

"Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz cihâda iştirak etmemek üzere istihzanda bulunanların istitâatları bulunmamasına dâir dermeyân ettikleri maazeretlere mebni kendilerine izin vermiş, hakikat-i hâlin incilâ ve inkişâfına değin teennide bulunmamıştır. Bu ise evlâ ve efdâli terkten başka değildi. İşte: (......) Nazm-ı şerifi Resul-ü Ekrem'den südûr eden bu terk-i evlânın afv-ı İlahiye mazhar olduğunu sarahaten göstermektedir. (......) Nazm-ı kerimi de afıv ile işaret olunan terk-i evlâyı mübeyyindir. "Onlar bir takım teallüllerde bulundukları zaman tahallüflerinc ne için hemen izin verdin" ma'nâsını müfıddir. Maahâza bu Hitâb-ı İlahi, nübüvvet umurunun kavî esbaba menut olmasının maslahata muvafık olacağına ve mütehalliflerin maa'l-ycmin serdettikleri özürlerin vahi olduklarına, sıdk-ı zahir olmayan özürlerin izin için sebep olmağa gayrı lâyık bulunduğuna işareti de mutazammındır.

(......) Nazm-ı münifme gelince: Bu da evlâyı beyândan ve Resul-i Ekrem'i afda!ve evlâ olan umura tergibden ibarettir."

Ebussuûd merhum, ayet-i kerimenin nükât ve mezâyâsı hakkında daha bir çok mütâleât dermeyân ettikten sonra diyor ki:

"Bu ayet-i celilede Hitâb-ı İlâhinin beşâret-i afv ile başlayıp da itâb-ı mühim bir şey ile başlamaması Resûlüllah'a murââtı, hüsn-i mükâlemeyi, lutf-u müracaatı mutazammındır. Netekim akıl ve zekâ ashabına hafi değildir."

Muhterem müfessir daha sonra "Süfyan b. Uyeyne'nin Zemahşeri aleyhine dermeyân ettiği pek müdakkıkane bir mütâlâayı nakl ile âyet-i celilenin tefsirine nihayet veriyor.

Şakayık-ı Nu'mâniyyc sahibi Taşköprülü-zade Ebü'l Hayr Isamü'd Din Efendi, Ebussuûd Efendinin bu âyet-i kerime tefsirinde şân-ı Nübüvvete ihtirâm-ı mutazammm olarak dermeyân ettiği beliğ nükâta muttali olunca şu kıt'asiyle senâkârâne duygularını izhâr etmiştir:

(......)

(Meali: Bütün faziletleri hâiz olan hakikatleri aydınlatmayı deruhte etmiş bulunan bir zata canım feda, Bir zâta ki Cibril-i Emin, tab'ı nisanım teyid etmiş de o sayede esrardan nice belirsiz şeyleri aydınlatmış ve Nebiyy-i Ekrem'in kadr u şerefini kemâl-i edeple müdâfaaya çalışmıştır. Artık Peygamber-i Zişân'a kıyamet günü korkudan emin bir halde mülâki olacaktır. Ey muhterem zât! Seninle bu nezih millet-i Islamiyye tenevvür etti. Artık şüphe yok ki, sen, yedi seyyare yıdızı arasında sekizinci oldun.)

*Büyük Tefsir Tarihi - Tabakatü'l Müfesskin, Ömer Nasuhi Bilmen, cilt: 2, sayfa: 658-664, 1974, İstanbul.

44

"Allah'a ve âhıiret gününe iman, malları ve canları ile mücahede edenler zâten senden izin iste (isti'zan et)mezler. Allah, müttakıîleri hakkıyla bilendir."

A- "Allah'a ve âhıiret gününe iman, malları ve canları ile mücahede edenler zâten senden izin istemezler."

Bu cümle, münafıkların izin istemelerinin, onların gerçek hallerine karine sayılması ve onlara izin verilmemesi gerektiğine dikkat çeker.

Burada anlam şudur:

"- Malları ve canlarıyla cihaddan geri kalmak için senden (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istemek, mü'minlerin âdeti değildir. Hâlis mü'minler, geri kalmak şöyle dursun, izin almadan cihada koşarlar."

Şu halde münafıklar, cihaddan geri kalmak için senden İzin istediklerinde bu, onların isteklerine teenni ile yaklaşmaya işaret ve hatta nifaklarına delil sayılmalıydı.

Bir kavle göre, izne ilişkin konu mahzûftur. Eğer bu, cihaddan geri kalmak idiyse; mü'minler, cihadı sevmediklerinden dolayı ondan geri kalmak için senden izin istemezler. Bu takdirde nefıy (olumsuzluk), sevmeme kaydına yöneliktir ve bu kayıtla mü'min, münafıktan ayrılır. Bu kayıt, her ne kadar gizli ve başlangıçta bilinmiyorsa da, münafıkların genel halleri bilindiği için, zahir ve belli bir husus olarak kabul edilmiştir.

Bir diğer görüşe göre, izin konusu cihaddır. Bu takdirde anlam:

"- Mü'minler, cihadı sevmedikleri için senden cihad izni istemezler." demek olur. Ancak cihad için izin istemek, cihadı sevmemekten ileri gelebilir mi?

Kişinin sevmediği bir işi yapmak için izin istemesi, halin icablarına pek uygun değildir. Böyle olduğu kabul edilse bile zahire göre, sevmediği için izin istemekle sevdiği için izin istemeyi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer tefrik edilebileceği ileri sürülüyorsa, mü'minler hakkında nefyedilen şey, münafıklar için ısbat edilmekdır. Ve açık bir hakikattir kı, münafıklar, cihad için değil fakat cihaddan geri kalmak için izin istemişlerdi.

B- "Allah, müttakıîleri hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Bu cümle, mücahıdlerin, takva sahibleri zümresine dahil olduğuna şahadet ve onlara büyük mükâfat va'detmekle beraber önceki cümlenin de anlamına önemli bir açıklama getirir. Sanki,

"Allahü teâlâ, mücahidlerın, takva sahibi olduğunu gayet iyi bilir" denir.

Yine bu kelâm, mücahidlerin cihadlarının sebebinin, takva olduğunu da belirtmiş bulunur.

45

"Ancak (Resûlüm) senden izin isteyenler Allah'a ve âhıiret gününe iman etmeyenler, kalbleri şüphe ve tereddüt içinde bocalayanlardır."

Bir önceki âyetin birinci tefsirine göre, izin isteme, cihaddan geri kalmak için; ikinci tefsire göre ise, cihadı sevmediği içindir.

Gerek bundan önceki, gerekse bu âyette, imanın, yalnız Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe tahsis edilmesi, canı ve mal feda edilerek yapılan cihadın sebebinin, Allah'a ve âhiret gününe iman olduğunu bildirmek içindir. Çünkü ancak bu suretle mü'minin, fanı dünya hayatini ve geçici zevkleri, ebedî hayata ve sonsuz nimetlere değişmesi mümkündür.

46

"Eğer onlara bu sefere çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların kıpırdamalarını istemedi de onları seferden alıkoydu ve onlara:

"- Oturanlarla beraber oturun!" denildi."

A- "Eğer savaşa çıkmak isteselerdi, elbette sefer için bir hazırlık yaparlardı."

Onların bazıları, mazeret beyân ederken,

"- Biz de bu sefere çıkmak isterdik; fakat bunun için hazırlığımız yok ve artık hareket zamanı da çok yaklaştı; bu kısa zaman içinde hazırlık yapmamız da mümkün değil!" demişlerdi. İşte onların bu sözlerini yalanlamak için,

"- Eğer onlar bu sefere gerçekten çıkmak isteselerdi, elbette eşya, binek, silah vs. gibi sefer için gerekli olanları zamanında hazırlarlardı." buyruluyor,

B- "Fakat Allah, onların kıpırdamalarını istemedi de, onları seferden alıkoydu onlara:

"- Oturanlarla beraber oturun!" denildi."

47

"Eğer onlar sizin içinizde sefere çıkmış olsalardı, kafa karıştırmak (fesat)tan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka aranızda fitne ve fesad çıkarmak için uğraşacaklardı. İçinizde onları dinleyecekler de vardı. Allah, zâlimleri hakkıyla bilir."

Müslümanlar arasında münafıkların fitne çıkarmak için söyledikleri sözlere inanacak, aldanabilecek insanlar da vardı. Bu bakımdan onların ordu içinde bulunmamaları daha faydalı olmuştu.

48

"Andolsun ki onlar bundan önce de fitne çıkarmak istediler ve sana karşı bir takım işler çevirdiler. Nihayet hak geldi ve onlar istemese de Allah'ın emri tezahür etti."

Rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah Tebük seferine çıktığında "Seniyyetü'l-veda´" denilen tepede ordugâhını kurduğunda, münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy b. Selül de adamları ile gelip o tepenin altındaki "Zîcüdde" denilen mevkie kondu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yola koyulunca Abdullah b. Übeyy adamları ile geri döndü.

49

"Onlardan öylesi var ki:

"- Bana izin ver, beni fitneye düşürme!" der.

Haberiniz olsun, onlar zâten fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepe çevre kuşatmıştır."

Onlar o söz ve davranışlarıyla:

"- Sen bana izin versen de, vermesen de, ben bu sefere ka tüm ayacağım. İyisi mi sen bana izin ver de sana muhalefet etmekle günaha girmiş olmayayım."

Yahut:

"- Beni helake atma; çünkü eğer ben seninle beraber bu sefere çıkarsanı, benim malım ve çoluk çocuğum helâk olur; zira onlara bakan kimse yoktur" demek istiyorlardı.

Bir rivâyete göre ise, Cedd b. Kays adındaki şahıs şöyle demişti:

"- Ensar hepsi bilir ki, ben kadınlara düşkünüm. Onun için Rum kızlarıyla beni günaha sokma; fakat malımla sana yardım ederim; beni bırak!"

Onlar, bu seferden geri kalmaya azmetmekle, bu amaçla izin istemekle, yalan mazeretlerle evlerinde oturmakla, zâten fitnenin büyüğüne düşmüşlerdi.

Bir kıraette, "se-ka-ta / düşmek" fiili, tekil kipiyle okunur. Bu takdirde anlam şöyle olur:

"Haberiniz olsun o, zâten fitneye düşmüştür."

Cümlenin başında " Haberiniz olsun" tenbihinin zikredilmesi, onların güya fitneden kurtulmaya çalışırken gerçekten fitneye düştüklerini belirtir. Çünkü onların iddiasına göre, fitneye düşmek, yalnız, izinsiz olarak sefere katılmamaktır.

"Fitneye düşmek" ifâdesinin kullanılması, bu fitnenin, helâk edici bir uçuruma benzetildiğıni gösterir ki bu da, onların "esteki sâfılıne/ aşağıların aşağısına" yuvarlanmaları demektir.

Cehennemim kâfirleri cepe çevre kuşatmış olduğu yolundaki ifâde kâfirler için bir ceza va'di olup tenbihin kapsamı içindedir.

Kıyamet günü cehennem, onları her taraftan kuşatacaklar yahut şimdiden onları kuşatmıştır.

Bu, olacağı kesin bir şeyi, olmuş gibi ifâde etmek ya da bir şeyin sebeplerini onun yerine koymak kabilindendir. Çünkü cehennemin onları kuşatmasının sebepleri olan küfürler, günahlar, kötü ahlâk ve onların kaçmaya çalıştıkları fakat içine düştükleri fitne, şimdi onları her yandan kuşatmıştır.

Bir diğer görüşe göre ise, ameller ve kötü ahlâk şeklinde görünen cehennem sebeplen, cehennemin ta kendisidir. Fakat cehennem, bu dünyada ger çek sekinde ortaya çıkmaz; ancak ahirette gerçek sekliyle görünür.

Bu kelâmdaki kâfirlerden murat, ya münafıklardır; buna göre, onların zamir ile değil, zahir olarak ifâde edilmesi, onların küfürlerini tescil etmek içindir; ya da bütün kâfirlerdir; münafıklar da bunlara dahildir.

50

"(Resûlüm), eğer sana bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Eğer sana bir kötülük dokunursa:

"- iyi ki biz tedbirimizi önceden almışız!" derler ve sevine sevine dönüp giderler."

"- Resûlüm! Bazı savaşlarda senin zafer kazanmak ve ganimet elde etmek gibi bir nimete nail olman onları çok üzer; çünkü onlar, sana kıskançlık duyar ve düşmanlık beslerler. Bazı savaşlarda da başına bir sıkıntı ve musibet gelince, o zaman yaptıklarına sevinerek ve kendi fikirlerini överek şöyle derler:

"-İyi ki, biz, musibet gelmeden önce tam zamanında tedbirimizi almışız!"

Bu tedbirden kastettikleri, Müslümanlardan ayrılmak, savaşa gitmeyip evlerinde oturmak ve benzeri sözlü ve fiilî küfür ve nifak işleridir.

"İyi ki, biz önceden tedbirimizi almışız" cümlesindeki " önceden" kaydı, o tedbirlerin Müslümanların başına bir musibet geldikten sonra değil, fakat güçlü oldukları zaman alındığı için kendilerince takdir edilmektedir.

İşte bu münafıklar, Müslümanlar, bir başarısızlığa uğradığı zaman, hem kendi yaptıklarına, hem de Müslümanların başına gelenlere sevinerek konuşma meclisinden dağılıp aileleri nezdine dönerler.

Yahut sevinerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den yüz çevirirler.

51

"(Resûlüm) de ki:

"- Bize Allah'ın yazdığından başkası dokunmaz. O, bizim mevlâmızdır. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."

A- "(Resûlüm) de ki. (Kul):

"- Bize Allah'ın yazdığından başkası dokunmaz."

"Resûlüm, sevinçlerini üzerine bina ettikleri inançlarının bâtıl olduğunu beyân etmek üzere onlara de ki:

Bize Allahü teâlâ'nın dünyevî ve uhrevî işlerimiz için tesbit ettiği zafer ya da ebedî nimetleri kazandıran şahadetten başkası erişmez."

B- "O, bizim mevlâmızdır."

Bizim yardımcımız ve işlerimizin mütevellisi ancak Allahü teâlâ'dır.

C- "Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."

Tevekkül, âdete göre gerekli olan zahirî sebeplere baş vurduktan sonra da olsa, işi Allahü teâlâ'ya havale etmek ve O'nun yaptığına rızâ göstermektir.

Bu cümle, eğer söylenmesi emredilen kelâma dahil ise, zamir makamında Allahü teâlâ'nın ism-i celilinin zahir olarak zikredilmesi, teberrük ve lezzet izhar etmek içindir; yok eğer, Allahü teâlâ'nın, mü'minlere tevekkülü emreden, doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından sevkedilmiş bir kelâmı ise, zâten mânâ açıktır.

52

"(Resûlüm) de ki:

"- Siz bizim için iki güzellikten birinden başkasını mı gözlüyorsu-nuz? Biz de Allah'ın sizi, katından veya bizim ellerimizle bir azaba uğratmasını gözlüyoruz. Artık siz gözleyin; biz de sizinle beraber gözlemekteyiz."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Siz bizim için iki iyilikten birinden başkasını mı gözlüyorsunuz?"

Bu âyette de "Kul / de ki" emrinin tekrar edilmesi, bundan önceki kelâmın, söylenmesi emredilene dahil olmayıp doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından sevkedilmiş olması takdirine göre, birinci emrin (deki) hükmünün bu fasıla (Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler) ile inkitaa uğradığı içindir.

Birinci tefsire göre burada "de ki" emrinin tekrarı, emrin son derece önemli olduğunu göstermek ve bunun, birinciden farklı olduğunu siyakta da bildirmek içindir.

Bu kelâmda ifâde edilen iki iyilik, zafer ile şahadettir.

Bu cümle, birinci cevapta mübhem olarak geçenin bir nevi beyânı ve gerçek durumun izahı mahiyetindedir. Zira bu cümle, onların Müslümanlar için zarar telâkki ettikleri şahadetin, menfaat olarak saydıkları zafer ve ganimetten daha faydalı olduğunu bildirir.

B- "Biz de Allah'ın sizi, katından veya bizim ellerimizle bir azaba uğratmasını gözlüyoruz. Artık siz gözleyin; biz de sizinle beraber gözlemekteyiz."

Biz de sizin için, iki kötü akıbetten birini bekliyoruz: Allahü teâlâ, ya Kendi katından size bir azab gönderecek; ya da bizim ellerimizle sizi azaba uğratacak. Böylece kâfirler olarak öldürüleceksiniz.

Artık siz, bizim akıbetimizi bekleyin; şüphesiz biz de sizin akıbetinizi beklemekteyiz.

Nihayet biz de, siz de beklediklerimizle karşılaştığımız zaman., siz, bizi sevindirecek şeyden başka bir şeyi göremezsiniz ve biz de, sizi üzecek şeyden başka bir şeyi göremeyiz.

53

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- ister gönüllü, ister gönülsüz infak edin; sizden hiçbir şey kabul edilmiyecektir. Çünkü siz fâsıklar topluluğusunuz."

Resûlüm, onlara de ki:

"- Allahü teâlâ yolunda mallarınızı ister gönüllü ister de gönülsüz olarak harcayın, sizden asla kabul edilmeyecektir."

Bu âyet,

" (Resûlüm), onlar için istiğfar etsen de etmesen de birdir" âyeti kabüinden olup ihbar anlamında emirdir.

Emir üslubunda olması, adem-i kabulde her ikisinin de eşit olduğunu kuvvetlice ifâde etmek içindir.

Bu âyet, Cedd b. Kays'ın:

"- Beni sefere götürme de, malımla sana yardım edeyim!" sözüne cevaptır.

... Onların in faklarının kabul edilmemesi, mallarının alınmayacağı anlamına olduğu gibi, ondan dolayı sevap almayacakları anlamına da olabilir.

Sizin nifakınızın kabul edilmemesinin sebebi, azgın ve serkeş bir güruh olmanızdandır.

54

"Yaptıkları infakın kabul edilmesine engel olan şudur :Onlar Allah ve Resulünü inkâr ederler, namaza ancak üşenerek gelirler ve istemiye istemiye infak ederler."

Münafıkların harcamalarının kabul edilmemesi, onların küfürleri, namazı, ancak ağır bir yük gibi üşenerek kılmaları, istemeye istemeye vermeleridir.

Çünkü onlar, namaz ve İnfaktan dolayı sevap beklemezler ve onların terkinden dolayı da azaptan korkmazlar.

55

"(Resûlüm), onların çocukları ve malları sende gıbta uyandırmasın. Çünkü Allah, onları, bunlarla dünya hayatında azaba uğratmayı ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diliyor."

Resûlüm., artık o muamelenin kendilerine de yapılmasından korkuyorlar; bunun için de takıyye olarak Müslüman olduklarını açıklıyorlar ve bunu yalan yeminlerle de teyide çalışiyorlar.

56

"Onlar, gerçekten sizden olduklarına Allah'a yemin de ederler. Oysa sizden değildirler. Fakat onlar, korkudan ödleri patlayan bir topluluktur."

57

"Eğer onlar sığınacak bir yer, yahut barınacak mağaralar veyahut girecek bir tünel bulsalar, oraya doğru koşarlardı."

Bu âyetler münafıkların, Müslümanlardan olmadığını, böyle görünmeye çalışmalarının mecburî bir takıyyeden ileri geldiğini açıklar. Öyle ki onlar bir dağ başı yahut bir kale yahut bir ada veyahut bir tünel gibi sığınacak muhkem bir mekân, bulsalardı, mutlaka koşarak oraya yönelirlerdi.

Bu ifâde, münafıkların son derece inatçı ve azgın olduklarını belirtir.

58

"(Resûlüm), onlardan kimileri de sadakaların dağıtımı konusunda seni çekiştirirler. Ama eğer ondan kendilerine verilmişse razı olurlar. Eğer ondan verilmemişse o zaman hemen kızarlar."

"- Resûlüm, münafıklardan kimileri de, sadakaların dağıtımı konusunda seni gizlice ayıplıyorlar. Fakat onların bu ayıplamaları tamamen haksızdır ve sırf onların dünyalık hırsından kaynaklanmaktadır. Nitekim sadakalardan kendilerine istedikleri miktar verilirse, o taksimata razı olurlar ve onu överler; onlara o miktar verilmezse, o zaman da hemen kızıverirler."

Bir görüşe göre, bu âyet, münâfik Ebû Cevvaz hakkında nazil olmuştur.

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) sadaka taksimi konusunda adı geçen şöyle demişti:

"- Adamınıza (Resûlüllah'a) balan; sadakalarınızı koyun çobanlarına dağıtıyor ve adalet uyguladığını iddia ediyor."

Diğer bir görüşe göre bu âyet, Havaric reisi İbni Zi'l- Hu vay sır namı ile bilinen Hurkus b. Züheyr el-Temimî hakkınd nazil olmuştur. Şöyle ki:

Resûlüllah -âs. Huneyn savaşının ganimetlerini taksim ederken, Mekkelilerin kalblerini kazanmak için onlara bol ganimet dağıttı. Bunun üzerine adı geçen:

"-Ya Resûlallah! Adaletli davran!" dedi.

O zaman Peygamber :

"- Sana yazıklar olsun! Ben de adalet uygulamazsam, kim uygular?" buyurdu.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ganimet verdiği bu kimseler, müellefe-i kulûb, kalbleri İslâm'a ısmdırılanlar, yeni Müslüman olanlar idi.

Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir.

59

"Eğer onlar, Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup da şöyle deselerdi:

"- Allah bize yeter; Allah fadlından yakında bize de verir, Resulü de. Biz gerçekten Allah'a rağbet edenleriz."

Eğer onlar, Resülullah'ın sadakalardan kendilerine verdiği az da olsa, gönül hoşluğu ile razı olsalardı ve:

"- Allah'ın bize olan lûtfu yeter; bundan sonra da Allah (celle celâlühü) ve Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) lütfeder, umduğumuz kadar bize de verirler. Biz ancak Allah'ın (celle celâlühü) lütfuna talibiz" deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.

Sadakaları dağıtan Resûlüllah olduğu halde Allah'ın da zikredilmesi, hem tazim, hem de Resülullah'ın icraatının Allah'ın emriyle olduğuna dikkat çekmek içindir.

60

"Sadakalar (zekât); fakirler, yoksullar, sadaka toplamakla görevli memurlar, kalbleri İslâm'a ısındırılacak olanlar, köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar içindir.

Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah, her şeyi hakkıyla biien (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)dir.

A- "Sadakalar (zekât); fakirler (el-fukara), yoksullar (el-mesâkin), sadaka toplamakla görevli memurlar (el-â'milîn), kalbleri İslâm'a ısndırılacak olanlar (müellefetü'l-kulûb), köleler (e'r- rikaab), borçlular (el-ğârimîn), Allah yolundakiler (fi sebîli-llâh), yolda kalmışlar (ibni's-sebîl) içindir."

Burada, sadakaların aid olduğu sınıflar beyân edilmek suretiyle, Resûlüllah'ın yaptığı taksimatın hakkaniyeti tesbit ve haksız söylenen sözler reddediliyor. Onların fasit iddialara dayanan boş umutları da söndürülüyor. Çünkü onların bu sadakalarda hakları olmadığı belirtiliyor.

Nevileri muhtelif olan sadakalar, bu sekiz sınıfa mahsusutur. Bunlardan başkasına verilemez. O halde sadakalarla alâkası olmayanlara ne oluyor da, dedikodu ediyorlar? Onların sadakalar ve taksimatçisi hakkında böyle konuşmaya hakları yoktur.

Fakir, biraz malı olan;

Miskin, hiç malı olmayan kimsedir.

İmam Ebû Hanîfe'den rivâyet edilen budur. Fakir ve miskinin tarifi hakkında bunun aksi de söylenmiştir. Her iki görüşün de delilleri vardır.

A'miller veya sadaka malı toplamakla görevli memurlar, isminden de anlaşıldığı gibi bu amaçla ülkenin değişik yerlerine gönderilen ve kendilerine belli bir miktar ödenen kimselerdir.

Müellefetü'l kulûb ya da gönülleri İslâm'a ısındırılanların da sınıfları vardır. Şöyle ki:

a- Bir sınıf, Resûlüllah'ın gönüllerini kazanmak amacıyla sadakalardan pay verdiği Arap eşrafıdır.

b- Bir sınıf, Uyeyne b. Hısın, Akra b. Habis ve Abbas b. Mirdas gibi. Müslüman olmakla beraber niyetleri henüz zayıf olan kimselerdir.

c- Bir sınıf, kendilerine sadakalardan pay verildiği takdirde benzerlerinin de Müslüman olması umulan kimselerdir.

d- Nihayet bir sınıf da kâfirlere ve zekât vermeyenlere karşı savaşmaları için gönülleri kazanılmak istenenlerdir.

İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların kalblerini islâm'a ısındırmak için kendilerine sadakalardan pay vermiştir.

Her halde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) birinci sınıfa kendi halis malı olan humusun humusunden (kendisine ayrılan beşte birin beşte birinden) verirdi.

Sonraları bütün bu sınıfların payları icmâ ile saakıt olmuştur. Çünkü bundan maksat, Müslümanların nüfusunu çoğaltmaktı. Ama Allah (celle celâlühü) İslâm'ı gaalip ve kelimesini hâkim kılınca, buna gerek kalmadı.

Rekabe (çoğulu: rikaab), köle demektir. Sadakaların harcandığı yerlerden biri de, kölelerin âzâd edilmesi veya hürriyetlerine kavuşturuknasıdır. Kendileriyle mükâtebe (belli bir ücret karşılığında âzâd edilme) akdi yapılmış olan kölelere, borçlarını ödemeleri için sadaka mallarından yardım edilirdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sadaka kölelerin âzâd edilmesi için değil fakat esirlerin fidyelerinin ödenmesine ilişkin olandır.

Başka bir görüşe göre ise bu, sadaka mallarıyla köle satın alıp âzâd etmek amacına yöneliktir.

Garım (çoğulu: ğârımîn) borçlu demektir. Bunlar, günah olmayan şeyleri karşılamak maksadıyla kendi nefisleri için borçlanan fakat borçlarından fazla nisaba mâlik olmayan kimselerdir.

İmam Şafiî'ye göre iki kabile arasındaki fitneyi söndürüp aralarını bulmak için borçlanmış kimseler de- zengin bile osalar- bu sınıfa dahildir.

Fî sebîli-llâh, Allah yolunda cihad ve ibadet edenler, fakır gaziler (mücahıdler) ve mallarıyla irtibatları kesilmiş olan hacılardır.

İbni's-sebîl, yol oğlu veya yolda kalmış olan da, mallarıyla irtibatı kesilmiş olan yolcudur.

İşte zekâtın verildiği sınıflar bunlardır. Zekât mükellefi, zekâtını bunların hepsine verebildiği gibi, bunlardan yalnız bir sınıfa da verebilir.

Ömer, İbn Abbâs ve Huzeyfe'den (radıyallahü anh) rivâyet olunan görüş budur.

İmam Şafiî'ye (radıyallahü anh) göre ise, anılan sınıflardan ancak, üçüne verilirse caiz olur.

B- "Allah tarafından böyle farz kilidi. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

Sadakalar, Allah tarafından bütün bunlar için farz kılınmıştır. Allah (celle celâlühü), insanların bütün hallerini ve istihkak mertebelerini hakkıyla bilir ve O, hakları sahiplerine vermek dahil, hikmetinin gereği olan güzel şeyleri yapar.

61

"İçlerinde öyleleri var ki Nebî'yi incitirler ve şöyle derler: "- O, her sözü dinleyen bir kulaktır!"

(Resûlüm) de ki:

"- O, sizin için bir hayır kulağıdır. O, Allah'a inanır, mü'minlere de inanır ve sizden iman edenler için bir rahmettir."

A- "İçlerinde öyleleri var ki Nebî'yi incitirler ve şöyle derler:

"- O, her sözü dinleyen bir kulaktır!"

Bu âyet, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında yakışıksız şeyler söyleyen bir grup münafık hakkında nazil olmuştur. Münafıklardan kimileri şöyle söylemişlerdi:

"- Bunu yapmayın: zira korkarız ki bu sözleriniz ona ulaşır da, o da bizim hakkımızdan gelir!

Münafıklardan Celasun b. Süveyd de demişti ki:

"-Biz istediğimizi söyleriz; sonra ona gider söylediklerimizi inkâr ve bunun için yemin de ederiz; o da söylediklerimize inanır. Çünkü Muhammed, hep dinleyen bir kulaktır."

İşte âyetteki "O, her şeyi dinleyen bir kulaktır!" ifadesinin mânâsı budur. Yani o,

-düşünmeden,

-kabule şayan olanla olmayanı birbirinden ayırmadan söylenen her sözü dinleyen biridir.

Münâfıkların, bu sözü söylemelerinin sebebi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hoşgörüsü ve âlicenaplığından dolayı, onların yaptıkları kötülükleri yüzlerine vurmaması ve onların iç yüzlerini açıklamaması idi.

İşte bundan dolayı onlar, bunu Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in saflığına yormuşlar ve o sözleri sarfetmişlerdi.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"-O, sizin için bir hayır kulağıdır. O, Allah’a inanır, mü’minlere de inanır ve sizden iman edenler için bir rahmettir."

Evet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem),

-dinleyen bir kulaktır,

-ama dinlenmesi ve kabulü gerekli hayır ve hak için bir kulaktır, başka şeyler için değil.

O, Allah’ı (celle celâlühü) tasdik eder. Çünkü bunun kesin delilleri vardır. Ve bu, bütün âlemler için hayır olduğu gibi, muhataplar için de hayırdır.

O, mü’minleri de tasdik eder. Çünkü o, onların ihlâsını bilir.

O, zâhiren iman edenler için de bir rahmettir. Çünkü o, onların bu imanlarını da kabul eder. Ama bu, onların nifakını tasdik demek değildir. Fakat onlara karşı hoşgörü ve merhamet göstermektir.

İşte o, bütün bunlardan dolayı münâfıkların sırlarını açığa vurmaz.

C- "Allah’ın Resûlünü incitenler var ya; can yakıcı azab işte onlar içindir."

Bu, ceza va’di olara, doğruda doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından sevkedilen, makablinden bağımsız bir cümledir.

O kimseler ki, kendilerine nakledilen bu sözlerle Resûlüllah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) incitirler, işte cür’et ettikleri bu sözler sebebiyle, elem verici bir azaba uğrayacaklardır.

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) risalet unvanıyla ism-i celile izafe edilerek "Resûlüllah" şeklinde zikredilmesi,

-hem tâzim

-hem de Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyetin sonucu itibâriyle Allah’a (celle celâlühü) eziyet ve ilâhî gazabı mûcib olduğuna dikkat çekmek içindir.

62

"Siz râzı olasınız diye, sizin için Allah’a yemin ederler, Allah ve Resûlünü râzı etmeleri elbette daha doğrudur. Eğer bunlar gerçekten mü’minler ise..."

Bu hitap, özellikle mü’minler içindir. Münafıklar, mü’minlerin aleyhinde konuşuyorlardı; sonra da gelip özür diliyorlardı ve özürlerinin mü’minlerce kabul edilmesi ve onlardan hoşnut olmaları için, Resûlüllah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) üzen o sözleri söylemediklerine dair yemin de ediyorlardı.

Münafıkların cihaddan geri kalmaları, bu özre dahil değildir.

Münafıkların özür dilemekten asıl amaçları,

- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) razı etmek olduğu,

- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da özürlerini kabul ettiği halde,

amacın mü'minleri hoşnud etmek şeklinde gösterilmesi, şu gerçeği vurgulamak içindir:

Onların beyân ettikleri özürler, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) rızâsına vesile olmaktan uzaktır.

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) onları yalanlamaması ise, yaptıklarına razı olduğu için değil, fakat onlara hoşgörü göstermek ve kusurlarını örtmek içindir. Nitekim,

"Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğru (ehak)dur. Eğer bunlar gerçekten mü'minler ise..."

cümleleri buna işaret eder. Allahu ile Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) rızâsı ancak, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat etmek, ve ona hem yüzüne karşı hem gıyabında saygı göstermekle gerçekleşir.

Münafıkların ettikleri yalan yeminler ise, bilgileri ancak hakkın apaçık gelişine ve bâtılın yok oluşuna münhasır bulunan mü'minleri hoşnut edebilir.

63

"Onlar kim, Allah ve Resulüne hile ve hud'a yapmaya kalkışırsa onun yerinin sürekli olarak kalacağı cehennem ateşi olduğunu bilmezler mi? İşte büyük rezillik budur."

Bu istiflıam, o münafıkların, akıbetini bildikleri halde o büyük cürme yönelmelerinden dolayı kendileri için bir tevbih (kınama) mahiyetindedir.

Onlar, Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) dinledikleri çeşitli büyük hâdiselerden ve uyanlardan hiç idrak etmediler mi ki kim Allah'a (celle celâlühü) ve Resûlü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı getirse sonu iyi değildir?

Onların nifakları sonucu maruz kalacakları azap, aynı zamanda kendileri için büyük bir rüsvaylıktır; zira şahitlerin huzurunda rezil rüsva olacaklardır.

Bu son cümle, makabli için bir zeyl mahiyetindedir.

64

"Münafıklar kalblerinde olanları kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekinirler. (Resûlüm) de ki:

"- Siz alay (istihza) edin! Allah, hiç şüphesiz o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır."

A- "Münafıklar kalblerinde olanları kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekinirler."

Münafıklar, kendi aralarında izhar ettikleri küfür ve nifak şöyle dursun, kalplerinde olan gizli sırları bile kendilerine haber verecek bir sûrenin mü'minlere indirilmesinden çekinirler.

Münafıkların kalblerinde gizlediklerinin kendilerine bildirilmesinden maksad şu iki anlamda olabilir:

Bu konuda inecek âyetler, onların gizledikleri sırlarını insanlar arasında yayacak; kendileri de, insanlar arasında yayılmış olan bu sırları başkalarının ağzından dinleyeceklerdir. Böylece sanki o âyetler, kendi sırlarını kendilerine haber vermiş olacaktır.

Bu konuda inecek sûre, onların sırlarını ziyadesiyle kapsayacak, sanki bu sûre, onların kendilerinin bile bilmediği gizli hallerini ve çirkinliklerini teşhir edecektir.

Başka bir görüşe göre ise, "tünebbiü-hüm" fiilinin "hüm" zamiri, mü'minlerin yerini tutar. Bu takdirde anlara:

"Onlar, münafıklar, kalblerinde olanı mü'minlere haber verecek., sır perdelerini kaldıracak bir sûrenin mü'minlere indirilmesinden çekinirler." şektinde olur.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Sız alay (istihza edin)! Allah, hiç şüphesiz o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır."

Ebû Müslim diyor ki:

"- Münafıkların çekinmeleri istihza yoluyla idi. Nitekim onlar, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir öğüdünü ve bunun vahiy olduğunu dinledikleri zaman, onu yalanlıyor ve kendisiyle alay ediyorlardı. İste ondan dolayı böyle denilmiştir."

Bu ilâhî emir tehdit içindir. Anlamı şöyle ifâde edilebilir: "Siz, alay etmeye devam edin; ama Allah (celle celâlühü), çekindiğiniz o sûreyi indirecektir; kalplerinizdeki sırları ortaya dökecektir; insanların huzurunda sizi rezil- rüsvay edecektir.

Buradaki tekit (inne), onların inkârını reddetmek içindir. Onların bu çekinmeleri, hakikat yoluyla değil fakat alay yoluyladır.

65

"Ve eğer kendilerine sorarsan muhakkak şöyle diyeceklerdir: "- Biz laflıyor, eğleniyorduk!"

(Resûlüm) de ki:

"- Allah ile, O'nun âyetleri ve Resulü ile mi eğleniyor sunuz?"

A- "Ve eğer kendilerine sorarsan muhakkak şöyle diyeceklerdir:

"- Biz laflıyor, eğleniyorduk!"

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferinde yol alırken önünde münafıklardan bir grup süvari bulunuyordu ve bunlar, Kur’ân ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay ederek:

"- Şu adama bakın! Şam kalelerini ve saraylarını fethetmek istiyor. Heyhat, nerede!" diyorlardı.

Burada adı geçen Ebû Müslim, Mutezile mektebine mensub bir müfessırdır. Asıl adı Muhammed b. Ali b. Mehrized b. Bahr'dır. "Câmiü't-Te'vîl Ve Muhkemi t-Tenzîl" adk on dört ciltlik bir Tefsiri vardır. 1065 yılında vefat etmiştir.

O anda Allah (celle celâlühü), Resulünü onların söylediklerine mutalli kıldı.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de hemen:

"- Su süvari grubunu durdurun!" diye emir verdi. Sonra onların yanına gidip kendilerine:

"- Siz aranızda şunları, şunları konuştunuz!" buyurdu.

Onlar ise dediler ki:

"- Ey Allah'ın Peygamberi ! Vallahi, biz, ne senin hakkında, ne de senin Ashabın hakkında bir şey konuşmadık; fakat biz, yolu kısaltmak, kolay yol almak için kervancıların yaptıkları gibi lafa dalmış eğleniyorduk . "

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah ile, O'nun âyetleri ve Resulü ile mi eğleniyor sunuz?"

Resûlüm! Sen onların özürlerine aldırmayarak, cinayetlerini teşhir ederek, onları istihzalarını itiraf etmiş gibi kabul ederek, kendilerini hatalarından ötürü tevbih ederek de ki:

66

"İtizar (özür beyân) etmeyin. Siz imanınızdan sonra küfre saptınız. İçinizden bir kısmını affetmiş olsak bile bir kısmını azaba uğratacağız. Çünkü onlar mücrimlerdir."

"- Siz hiç özür beyân etmeyin. Bunun yalan olduğu malûm ve bâtıl olduğu açıktır. Siz imanınızı açıkladıktan sonra Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) incitmek ve eleştirmekle küfrünüzü açığa vurdunuz. Biz, tevbelerinden, ihlaslarından veya eza ve istihzadan sakınmalarından dolayı sizden bir topluluğu bağişlasak bile, sizden diğer bir güruhu, tevbe etmeyip cürümlerinde ısrar etmelerinden veya eza ve istihzaya bilfiil bulaşmış olmalarından dolayı azap edeceğiz."

Muhammed b. İshak diyor ki:

"Bağışlanan bir tek kişidir. O da, Yahya b. Humeyr el Eşceî'dir. Bu âyet nazil olunca, bu zât, nifakından tevbe etti ve dedi ki:

"- Allah'ım! Tüyleri ürperten ve gönülleri parçalayan bu âyet, hep benim kulağımda çınlıyor.

Allah'ım! Benim ölümümü, Senin yolunda gerçekleştır!

Öyle bir ölüm olsun ki, hiç kimse, ben onun cenazesini yıkadım; onu kefenledim; onu defnettim! diyemcsin! "

Sonra bu zât Yemame savaşında şehit oldu ve ondan başka herkesin şehit düştüğü yer bilindi."

67

"Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirlerindendir. Onlar münkeri (kötülüğü) emreder, ma'rûfu (iyiliği) nehyederler. Ellerini sıkarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Gerçekten münafıklar fâsık (yoldan çikmış)ların ta kendileridir."

A- "Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir."

Burada kadınların da zikredilmesi, onların daha fazla küfür ve nifaka battıklarını bildirmek içindir.

Onların birbirlerinden oknası, nifakta ve imandan uzaklıkta birbirlerine benzemeleridir. Tıpkı bir tek şeyin parçaları gibi.

Diğer bir görüşe göre ise, bundan maksad, mü'min olmadıklarını, Müslümanlardan olduklarına dair ettikleri yeminlerde yalanlancı olduklarını bildirmek içindir. Nitekim, " Oysa onlar sizden değildir." buyrulur.

B- "Onlar münkeri (kötülüğü) emreder, ma'rûfu (iyiliği) nehyederler. Ellerini sıkarlar."

Münafıklar, küfür ve günahları emrederler ve iman ile itaatten alıkoyarlar ve ellerini hayır işlerinden ve Allaha yolunda harcamaktan çekerler.

C- "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu."

Münafiklar, Allah'ı (celle celâlühü) anmakta gaflet ettiler. Allah (celle celâlühü) da, onları rahmetinden ve lûtfundan mahrum bırakıp kendilerini perişan eyledi.

Bu cümlede Allah (celle celâlühü) hakkında "nesiye / unuttu" fiilinin kullanılması, teşbih sanatı içindir. (Yani onlar hakkında unutma ifâdesi kullanılınca, ifâde benzerliği olsun diye Allahü teâlâ hakkında da aynı şey kullanılmıştır.)

Ç- "Gerçekten münafıklar fâsık (yoldan çıkmış) ların ta kendileridir."

Münafıklar, temerrüt, itaatten çıkma, her hayırdan sıyrılma gibi vasıfların hepsine sâhib bulunuyorlar.

68

"Allah, münafık erkeklerle münafık kadınlara ve kâfirlere içinde sürekli kalacakları cehennem ateşi va'detti. O, onlara yeter. Ve Allah, onlara lâ'net etti. Sürekli azab onlar içindir."

Allah (celle celâlühü) küfrünü gizleyen münafıklara ve küfrünü açığa vuran kâfirlere bu azabı va'detmiştir.

"O, onlara yeter" ifâdesi, bu ebedî cehennem azabının ne kadar büyük olduğuna delildir,

Allah'ın (celle celâlühü) onlara lanet etmesi, onları rahmetinden uzaklaştırması ve kendilerini perişan etmesi demektir.

Sürekli azab, ya cehennem azabından başka bir azaptır; ya da dünyada kendilerinden ayrılmayan, yakalarını hiç bırakmayan bir azabtır ki, her zaman maruz bulundukları nifak belasıdır. Onlar, sırlarının açığa çıkmasından, rezil-rüsvay olmaktan ve kendilerine bir azabın inmesinden bir an bile emin olamazlar.

69

"Sizden öncekiler gibisiniz. (Ancak) onlar sizden kuvvetçe daha zorlu (eşed), mal ve evlâdca daha çok (ekser) idiler. Nasibleri kadar faydalandılar. Siz de nasibleriniz kadar faydalandınız . Sizden öncekilerin nasibleri kadar faydalandıkları gibi. Onların dahp gittikleri gibi siz de dalıp gittiniz. İşte onların amelleri dünya ve âhıiret boşa gitmiştir. Dünya ve âhıirette kayba uğrayan (hâsir)lar işte onlardır."

Burada eski kâfirlerin, geçici arzular ve değersiz nazlardan faydalanmak ve bundan dolayı gerçek akıibet ve lezzetleri görememekle zemmedilmeleri, muhatapların da, onlara benzedikleri ve onların yolundan gittikleri içindir. Bu bakımdan onlar da zemme müstahaktır.

Bu kötü vasıfları taşıyan eski kâfirlerle münafıkların, imanda beraber olmaları halinde yaptıkları iyi ameller, dünyada da, ahirette de, tamamen zayi olmuş, boşa gitmiştir. Onların hiçbir olumlu getirişi yoktur. Çünkü,

" Kim, yalnız dünya hayatını ve zinetini istiyor idiyse, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğraülmazlar." âyetinde belirtildiği üzere onların amellerine terettüb eden sağlık ve refah gibi şeyler, mükâfat ve lütuf olarak değil, fakat istdirac (onları tedricî olarak azaba yaklaştırmak, azaplarını daha artürmak) içindir.

Yani İyi amelleri dünayada da, ahirette de boşa gidenler, her iki cihanda da tam manâsıyla hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Onların bütün sermayeleri, kendi zararlarına olan işlerde tükenmiştir ve kendilerine hiçbir fayda sağlamamıştır.

70

"Onlara kendilerinden önceki Nûh kavminin, Âd'ın, Semûd'un, İbrâhîm kavminin, Medyen ashabının ve mü'tefikâtın haberleri gelmedi mi? Onların hepsine de Peygamberleri beyyine (mucize)lerle gelmişlerdi, Allah, onlara zulmeder değildi fakat onlar kendilerine zulmettiler."

A- "Onlara kendilerinden önceki Nûh kavminin, Âd'ın, Semûd'un, İbrâhîm kavminin, Medyen ashabının ve mü'tefikâtın haberleri gelmedi mi?"

Münafıklara bu kavimlerin başlarına gelen büyük hâdiselerin haberleri ulaşmadı mı?

Medyen halkı, Şuayb'ın (aleyhisselâm) kavmidir.

Mü'tefıkât, altı üstüne gelmiş şehirler demektir. Bunlar, Lût kavminin oturduğu şehirlerdir.

Başka bir görüşe göre altüst olmuş şehirler, bu Peygamberleri yalanlayanların şehirleridir ve bu şehirlerin altüst olmaları da hallerinin hayırdan şerre dönmesidir.

B- "Onların hepsine de Peygamberleri beyyine (mûcize)lerle gelmişlerdi. Allah, onlara zulmeder değildi fakat onlar kendilerine zulmettiler."

Söz konusu kavimlerin Peygamberleri onlara mucizeler getirmişlerdi. Onlar ise, Peygamberlerini yalanladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, kendilerini helâk etti. Binaenaleyh Allah (celle celâlühü) onlara zulmeder olmadı.

Burada Allah'ın (celle celâlühü) onlara zulmetmediğini ifâde edilmesi, Cenab-ı Kibriya'yı zulümden tamamen tenzih etmek içindir.

Allah'ın (celle celâlühü) onlara zulmetmiş olması asla düşünülemez; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

" zulmetti" fiilinin hem geçmiş, hem de gelecek kipi ile kullanılmış olması, onların zulümlerinin sürekli olduğunu göstermek içindir. Nitekim onlar durmadan küfür ve tekzib ile, kendi nefislerini ilâhî azaba maruz kılıyorlardı. Bu konu ile ilgili geniş izahat Yûnus: 44. âyetin tefsirinde gelecektir.

71

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır

. Çünkü onlar ma'rûf (iyilik) ile emreder münker (kötülük)den nehyederler. Namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah onlara merhamet edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (îlakîm)dir."

Bundan önce kâfirlerin, dünyada ve âhirette durumlarının kötülüğü beyân edilmişti. Şimdi burada mü'minlerin hallerinin her iki cihanda güzelliği anlatılıyor.

Mü'minler, dinî akrabalık yoluyla birbirlerinin velileridir. Bu da, aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlar.

Mü'minler, her türlü iyiliği emreder ve her türlü serden de alıkoyarlar; kâfirlerin, Allah'ı (celle celâlühü) unutmalarına karşı, her zaman Allah'ı (celle celâlühü) anarlar; kâfirlerin cimrilik yapmalarına karşı zekâtlarını verirler; kâfirlerin itaatsizliklerine karşı, Allah'a (celle celâlühü) ve Resulü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat ederler.

İste o mü'min erkek ve kadınları Allah (celle celâlühü) destekler, muzaffer kılar ve : erlerine rahmetini yağdırır.

Âyetin son cümlesi ilâhî va'din sebebi mahiyetindedir. Çünkü. Allah (celle celâlühü) dostlarını galib getirmeye, düşmanlarını da kahretmeye muktedirdir. O, bütün hükümlerini hikmet temek üzerine bina eder. Bu ilâhî hikmet de, hakları müstahaklarına, yani nimeti itaat ehline ve cezayı da günah ehline ulaştırmayı gerektirir.

Bu, mü'minler için sarahaten mükâfat, münafıklar için de zımnen ceza va'didir. Tıpkı,

" Allah da onları unuttu." kelâmında olduğu gibi.

72

"Allah, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara altlarından ırmaklar akan cennetler va'detti. Onlar orada sürekli olarak kalacaklardır. Ayni zamanda Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detti. Allah'ın rızâsı (hoşnudluğu) ise hepsinden büyüktür. İşte o, en büyük kurtuluştur."

A- "Allah, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara altlarından ırmaklar akan cennetler va'detti. Onlar orada sürekli olarak kalacaklardır. Aynı zamanda Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detti."

Allah (celle celâlühü), burada mü'minler hakkında dünyevî rahmetinin memelerini açıklıyor.

Allahü teâlâ, mü'minlere, fazilet mertebelerindeki keyfiyet ve kemiyet farklılıkları bakı kalmak üzere, içinde temelli kalacakları altından ırmaklar akan cennetler va'detti. Mü'minlerin hepsi mutlaka buna nail olacaklardır.

Mü'minlerden has ve kâmil olanlara da, cennetlerin en güzeli ve üstünü olan Adn cennetinde güzel meskenler vardır.

Hadiste zikredildiğine göre, Adn cennetinin bu sarayları inciden, zebercetten ve kırmızı yakuttandır.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Adn cenneti öyle bir yurttur ki, onun benzerini hiçbir göz görmemiş ve hiçbir insan kalbi tasavvur etmemiştir. Oraya ancak üç sınıf girer:

Peygamberler, siddiykler, şehidler.

Allahü teâlâ, bu cennete,

"- Ne mutlu sana girene!" der.

İbni Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"- Cennette bir çeşit saray var ki, ona Adn denir. Etrafında burçlar, bahçeler ve çimenlikler vardır. Beş bin kapısı; her kapısında da beş bin huri vardır. Oraya ancak Peygamberler, sıddıykler ve şehîdler girer."

İbn-i Mes’ûd'dan rivâyet olunduğuna göre:

"- Adn, cennetin ortası ve göbeğidir."

Bu görüşe göre Adn, özel isimdir.

Bir görüşe göre ise, Adn kelimesinden lügat mânâsı kastedilmektedir ki, bir yerde ikamet ve ebedî kalmak demektir.

Bu görüşe göre, bunun ayrıca zikredilmesi, cenneti dağişik vasıflarıyla anlatmak içindir.

Cennet, önce insanlarca bilinen en şerefli bir mekân veya altindan ırmaklar akan bahçeler; sonra keder ve şaibelerden tamamen uzak, nefislerin çektiği, gözlerin bakmaktan usanmadığı, her nimeti sunan bir mekân; daha sonra yüceler yücesi bir mekânın civarında, fânilik ve değişiklikten uzak bir ikamet ve sebat yurdu olarak tavsif edilmiştir.

Amaç, insanların ona meyletmelerini sağlamaktır.

B- "Allah'ın rızâsı (hoşnudluğu) ise hepsinden büyüktür."

Allah'ın az bir rızâsı, hepsinden büyüktür. Çünkü her türlü hayır ve saadete ermek, her çeşit şeref ve ululuğa nail olmak, ilâhî rızâya bağlıdır.

İlâhî rızâ pek aziz olduğu halde va'dler menzumesine dahil edilmemiştir. Çünkü ilâhî rızâ, her va'din zımnında vardır ve her iki cihanda devam eder.

Rivâyete göre, Allahü teâlâ, cennet ehline:

"- Hel radzıî-tüm / Razı oldunuz mu?" diye soracak.

Onlar da:

"Biz nasıl razı olmayahm ki, mahlûkatından hiç kimseye vermediğini bize verdin?" diyecekler.

O zaman Allah (celle celâlühü):

"Ben, size bundan daha üstününü vereceğim!" buyuracak.

Onlar da soracaklar:

"Ya Rabbi! Bundan daha üstün ne olabilir?"

Allah (celle celâlühü) :

"Ben size rızâmı helâl kılıyorum (bahşediyorum); artık ebediyen size gazab etmeyeceğim!" 23 buyuracak.

23 Bu hadis Ebû Said Hudrî'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir (Sahih-i Müslim Tercemesi Ve Şerhi: Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1980, Kıtâbu 1-Cenne, Cilt:! 1, Sayfa: 236, Hadis No: 9 Sünen-ı Tirmizî Tercemesi: Osman Zeki Mollamehmedoğlu, Yunus Emre Yayınlan, İstanbul, Cennetin Sıfatı Babları, Cilt: 4, Sayfa: 327, Hadis No: 2680)

C- "işte o, en büyük kurtuluştur."

İnsanların saadet saydıkları dünyevî zevkler değil, gerçek saadet ancak budur. Dünyevî zevkler, sona ermeye ve değişmeye mahkûmdur, üzüntü ve kederlerle karışıktır. Onlar değerce âhiretin en küçük nimetine göre sivrisinek kanadı kadar bile değildir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"- Eğer Allah katinda dünyanın sivrisinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, Allah, kâfire dünyadan bir yudum su içirmezdi"

Şâir ne güzel söylemiş:

"Vallahi, eğer bütün bu dünya bize kalsaydı, Onun nimetleri de son derece mebzul olsaydı,

Yine de dünya için zillete düşmek hür bir insana yaraşmazdı. Kaldı ki dünya, yarın yok olup gidecek bir metadır."

73

"Ey Nebî, kâfirlerle ve münafıklarla savaş! Onlara karşı sert ve haşin ol. Onların me'vaları (sığınacak yerleri) cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir."

"Ey Peygamber!

Açıktan küfrünü ilân edenlere karşı kılıçla, münafıklara karşı da hüccet ve had cezalarını uygulamakla cihad et.

Onlara müsamaha gösterme; merhamet etme! Tabiînden Ata diyor ki:

"Bu âyet, bu konularda her türlü affı ve müsamahayı neshetmiş, ortadan kaldırmıştır."

74

"(Resûlüm), onlar o sözleri söylemediklerine yemin ederler.

Andolsun ki onlar o küfür kelimesini söylediler ve İslâm'ı kabulden sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye teşebbüs ettiler. Oysa intikam almaları için Allah ve Resulünün fadlından kendilerini zenginleştir (iğna et)mesinden başka bir sebeb yoktu. Eğer tevbe ederlerse bu, kendileri için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse Allah, onları hem dünyada hem âhirette can yakıcı bir azab ile cezalandıracaktır. Onlar için yeryüzünde ne bir veli ne de bir yardımcı yoktur."

A- "(Resûlüm) onlar, o sözleri söylemediklerine yemin ederler."

Rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük gazasında iki ay seferde kaldı. Bu sırada Kur’ân âyetleri iniyor ve sefere katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Ordu içinde bulunan münafıklar da bunları işitiyorlardı. İşte o münafıklardan Cülâs b. Süveyd:

"- Eğer Muhammed'în, bu sefere katılmamış olan ulularımız ve eşrafımız için söyledikleri doğru ise, o takdirde biz, eşeklerden de daha kötüyüz!" dedi.

Ensar'dan Amir b. Kays de, Culâs'a şöyle mukabele etti:

"- Evet (Ecel), vallahi, Muhammed hiç şüphesiz doğrudur ve sen, eşekten daha kötüsün!"

Bu olup bitenler, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşınca, Cülâs, huzura getirildi Ama o, bunu söylemediğine dair Allah'a (celle celâlühü) yemin etti.

Amir b. Kays el-Ensârî (radıyallahü anh) de ehni kaldırıp şöyle duâ etti:

"- Allah'ım! Kuluna ve Peygamberine, doğru söyleyenin tasdikini ve yalan söyleyenin tekzibini bildiren âyet indir!"

İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu sözleri yalnız Cülâs adındaki münafık söylediği halde fiilin çoğul kipi ile vârid olması onun yanındaki diğer münafıkların da, buna rızâ gösterdikleri, onların da zımnen o sözleri söylemiş gibi kabul edildikleri içindir.

B- "Andolsun ki onlar o küfür kelimesini, söylediler ve İslâm'ı kabulden sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye teşebbüs ettiler."

Küfür kelimesinden maksat, onların yukarıda anlatılan sözleridir.

Teşebbüs ettikleri şey de, Resûlüllah için tasarladıkları suikasttır. Şöyle ki:

Münafıklardan onbeşi, gece vakti Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) dağ geçidinden geçerken, bineğinden yuvarlamayı tasarlamışlardı.

Ammar b. Yasir Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bineğinin yularından çekiyor ve Huzeyfe b. el-Yemanî (radıyallahü anh) de, hayvanı arkadan sürüyordu, işte bu sırada Huzeyfe (radıyallahü anh), karanlıkta ayak sesleri ve silah şakırtıları işitti. Geri dönüp baktığında yüzlerini örtmüş bir grup insan gördü.

Huzeyfe:

"- Ey Allah'ın düşmanları! Ben şimdi size gösterirkn!" diye haykırdı. Adamlar kaçtılar.

Diğer bir görüşe göre onlar, Cülâs'a karşılık veren Amir'i öldürmeyi tasarlayan münafıklardı.

Bir diğer rivâyete göre ise, bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) razı olmadığı halde, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ü kral (melik) yapmak isteyen münafıklardı.

C- "Oysa intikam almaları için Allah ve Resulünün fadlından kendilerini zenginleştir (iğna et)mesinden başka bir sebeb yoktu."

Münafıklar, Allah (celle celâlühü) ve Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) lûtuflarından kendilerini zenginleştirdiği için inkâr cihetine sapmışlardı. Şöyle ki:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye ilk geldiği zamanlarda münafıklar, mali sıkıntı içinde bulunuyorlardı. Ata binemiyor, koyun sağamiyorlardı. Sonra ganimetlerle servet sahibi oldular. Bir de, Cülâsm bir kölesi öldürülmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun diyeti olarak, kendisine oniki bin dirhem verilmesini emretti ve Culâs, bu para ile zengin oldu. (Hulâsa,  onların yaptıkları, aynı zamanda bu nimete de nankörlüktür.)

Ç- "Eğer tevbe ederlerse bu kendileri için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse Allah, onları hem dünyada hem âhıirette can yakıcı bir azab ile cezalandıracaktır. Onlar için yeryüzünde ne bir velî ne de bir yardımcı yoktur."

Münafıklar, içinde bulundukları küfür ve nifaktan tevbe ederlerse, her iki cihanda da kendileri için daha hayırlı olur. Ama bu hâdiseden sonra yine dinden veya tevbeden yüz çevirmeye devam ederlerse, Allah (celle celâlühü) onları, dünyada, öldürülmek, esir alınmak, malları yağmalanmak gibi çeşitli cezalara; âhirette de cehennem azabına çarptıracaktır.

Ve bunca genişliğine ve sakinlerinin çokluğuna rağmen yeryüzünde onlari, şefaat veya müdafaa ile azab tan kurtaracak ne bîr dost ne de bir yardımcı bulacaklardır.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuyunca Cülâs:

"- Ya Resûlallah! Allah (celle celâlühü) bana tevbeyi emrediyor. Vallahi, ben o sözleri söylemiştim ve âmir doğru idi." dedi.

Böylece Cülâs tevbe etti ve tevbesi güzel ve samimî oldu.

75

"İçlerinden kimileri Allah'a şöyle ahdetmişlerdi:

"- Eğer O, bize fadlından verirse elbette biz de tasadduk eder ve sakillerden oluruz."

Kimileri:

"- Eğer Allah lütuf ve kereminden bizi zengin ederse, andolsun ki, zekât ve sadaka vereceğiz ve sakillerden olacağız!" diye yemin etmişlerdi.

İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre:

"Sâlihlerden olmaktan maksat, haccetmektir." Bir kavle göre, bu âyet, Sa'lebe b. Hâüb hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:

Adı geçen bir gün huzura gelerek:

"- Ya Resûlallah! Dua et de Allah bana mal versin!" diye ricada bulundu.

Resûlüllah :

"- Ey Sa'lebe! Hakkını eda edeceğin az bir mal, hakkını veremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurdu.

Sa'lebe ise, isteğinde ısrar etti:

"- Ya Resûlallah! Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah bana mal verirse, ben hiç şüphesiz her hak sahibinin hakkını eda edeceğim!"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da duâ etti.

Sa'lebe, biraz koyun edindi. Koyunları, haşarat gibi çoğalmaya başladı. O kadar ki Medine çevresi, sürülerine dar geldi. Sa'lebe de uzak bir vadiye indi. Cemaate ve cuma namazlarına gelemez oldu.

Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu sordu.

"- Malı o kadar çoğaldı ki, bir vadiye sığamaz oldu!" dediler. "- Sa'lebe'ye yazık oldu!" buyurdu.

Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), zekâtları almak için etrafa iki memur gönderdi, insanlar onları güzelce karşılayıp zekâtlarını takdim ettiler.

Zekât memurları, Sa'lebe'ye de geldiler ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât miktarlarının yazılı olduğu mektubunu ona okudular ve zekâtını taleb ettiler.

Sa'lebe ise, onlara:

"- Benden istenilen zekât, gayr-i müslimlerden istenen cizyenin kızkardeşdir. Siz şimdi gidin; ben sonra kararımı vereceğim!" dedi. 24

76

"Vaktaki Allah, onlara fadlından verdi, fakat onlar cimrilik (bahillik) ettiler ve yüzçevirdiler ve arkalarını dönüp gittiler ."

İşte bu âyet-i kerime, Sa'lebe'nin o halini anlatır. Yani Allahü teâlâ, lutfundan Sa'lebe ve benzerlerine mal verince, o maldan Allah'ın hakkını vermediler ve O'na itaatden yüz çevirdiler.

Nihayet o iki memur, geri döndüklerinde daha onlar, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir şey anlatmadan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kere:

"- Yazık oldu Sa'lebe'ye!" buyurdu.

İşte o aman bu âyet-i kerime nazil oldu. Sonra Sa'lebe, zekâtını getirdi. Fakat Resûlüllah :

"- Allah, senin zekâtını kabul etmemi kesin olarak yasakladı!" buyurdu.

Bunun üzerine Sa'lebe, başına toprak saçmaya başladı.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona:

"- Bu senin amelindir; sana verdiğim emre uymadın!" buyurdu.

Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, Sa'lebe, zekâtını Ebû Bekir'e (radıyallahü anh) getirdi; fakat o da kabul etmedi. Sonra hilafeti sırasında Ömer'e (radıyallahü anh) getirdi; o da kabul etmedi.. Sa'lebe, Osman'ın (radıyallahü anh) hilafeti döneminde öldü.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, Sa'lebe, Sehl b. el-Hârıs, Cedd b. Kays ve Mu'tab b. Kuşeyr hakkında nazil olmuştur.

Fakat meşhur olan birinci görüştür.

Onlar, dönek bir topluluktu; bedenleriyle dönerken kalpleriyle de yüz çevirmişlerdi.

77

"Nihayet, Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için O da bu yaptıklarını kalblerinde Kendisine mülâkıî olacakları (huzuruna çıkacakları) güne kadar sürecek bir nifaka çevirdi. "

Onlar, tasadduk etmek, sakillerden olmak gibi Allah'a verdikleri, sözlerden döndükleri, va'dlerinde hulfetükleri, ve yalan söyledikleri için; Allah (celle celâlühü) da onların bu fiillerinin sonucu olarak, ölecekleri güne, ya da amellerinin karşılığını alacakları kıyamet gününe kadar kalblerinc derin bir nifak soktu.

78

"Onlar bilmezler mi ki Allah, onların sırlarını ve neler fısıldadıklarını elbette bilir ve şüphesiz Allah, bütün gaybları bilendir."

Münafıklar, Allah'a (celle celâlühü) söz veya ahid verenler, Allah'ın (celle celâlühü), onların, içlerinde gizlediklerini, fısıldaşarak yaptıkları tenkideri, zekâtı cizye olarak nitelediklerini, ve diğer hayırsız konuşmalarını bildiğini bilmiyorlar mı?

Hiç şüphe yok ki Allah (celle celâlühü) gaybları çok iyi bilir. O, Allâmü'l-Guyûb'dur. O'na hiçbir şey gizli kalmaz.

O halde onlar, bu büyük suçlara nasıl cür'et edebiliyorlar?

79

"Mü'minlerden isteyerek sadaka verenleri ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanları ayıplayanlar ve onlarla alay edenler var ya Allah, işte onlarla alay eder (alaylarının cezasını verir) ve can yakıcı azab onlar içindir."

Rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah insanları sadaka vermeye teşvik buyurdu. Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh), kırk okka, bir diğer rivâyete göre ise, dört bin dirhem altın getirdi ve:

"- Benim sekiz bin dirhemim var; dört binini Rabbime ödünç verdim; dört binini de ailem için tuttum." dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona duâ etti:

"- Senin verdiklerine de, tuttuklarına da Allah bereket versin!"

Allahü teâlâ da, onun malına o kadar bereket verdi ki, vefat ettiğinde mirasından kendisine, sekizde birin dörtte bir hissesi düşen dördüncü hanımı Tümazır'a (radıyallahü anha) sulh yoluyla seksen bin dirhem verildi.

Sahabîlerden Asım b. Adiyy (radıyallahü anh) yüz vask26, Ebû Akil en-Ensarî (radıyallahü anh) de, bir sa' kuru hurma getirdi ve:

"- Dün gece iki sa' hurma karşılığında kuyudan su çektim; bunun bir sa'ını aileme bıraktım; bir sa'ını da getirdim." dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onu sadaka mallarının üzerine dökmesini emir buyurdu.

Nisa sûresinin 12. âyetinde belirtildiği üzere ölen bir erkeğin çocukları ile karısı içtima ettiğinde, eşin mirastaki payı 1/8 dır. Adurrahman b. Avf'ın (radıyallahü anh) dört karısı olduğuna göre, her birinin mirastaki payı 1/8 in 1/4 üdür. Başka bir deyişle 32 payın 4 payıdır. Adı geçene sulhan seksen bin dirhem verildiğine göre payına asıl düşenin daha fazla olduğuı anlaşılıyor.

Vask, bir deve yüküdür. Tartı olarak altmış sa'dır.

İşte bunları gören münafıklar, onları ayıpladılar ve dediler ki:

Abdurrahman ile Asım, ancak riya için bu mallarını verdiler. Allah ile Resulünün, Ebû Akîl'in sa'ma ihtiyaçları yoktur. O, sadakalardan faydalandırılması için bu şekilde kendini hatırlatmak istedi."

İşte bu âyet böyle nazil oldu.

Allah'ın (celle celâlühü) onlarla istihza veya alay etmesi, onların alaylarının cezasını vermesi demektir. Bu ifâdenin kullanılması onların fiili ile Allah (celle celâlühü) ın fiili arasında şeklî bir benzerlik kurulması içindir.

80

"(Resûlüm) onlar için istiğfar etsen de etmesen de birdir. Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de Allah onları asla mağfiret etmez. İşte bu, onların Allah'ı ve Resulünü inkâr etmelerindendir. Allah, fâsık (yoldan çıkmış)lar topluluğuna hidayet etmez."

A- "(Resûlüm), onlar için istiğfar etsen de etmesen de birdir. Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de Allah, onları mağfiret etmez."

Bu ifâde,

"(Resûlüm) de ki:

"- İster gönüllü, ister gönülsüz infak edin." kabilindendır.

Rivâyet olunuyor ki, ihlâsk mü'minlerden Abdullah b. Abdullah b. Übeyy, hastalığı sırasında münafikların reisi olan babası için Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) mağfiret dilemesini rica etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu yaptı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bununla beraber Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dualarda adedî mertebelerin muayyen sınırları olup her birinin hükmünün, daha yukarısının hükmünden farklı olduğu gerçeğine bağlı kalarak:

"- Şüphesiz Allah bana ruhsat verdi; ben de yetmişin üstünde sayıyı arttıracağım!" buyurdu.

İşte bunun üzerine:

" Onlar için mağfiret eklesen de, dilemeseıı de birdir; Allah onları asla mağfiret etmeyecektir." âyeti nazil oldu.

Mutlak çokluk ifâde etmek için, yedi, yetmiş ve yedi yüz sayıları, insanlar arasında yaygın olarak kullanılır. Çünkü yedi sayısı, sayıların bütün kısımlarına şamil olduğundan sanki sayıların tamamı olmuş olur.

Diğer bir görüşe göre, yedi sayısı, sayıların en mükemmelidir. Sayıların mânâlarını kendisinde toplamıştın Çünkü alü sayısı, ilk tamsayıdır; tam kesirleri, kendisine eşittir; altı sayısının yarısı üç, üçte biri iki; altıda biri de birdir; bunların toplamı, bir sayısı ile beraber yedidir.

Bu itibarla mükemmel bir sayıdır. Ondan sonra kemâl (mükemmeliyet) mertebesinden başka mertebe yoktur.

Yetmiş sayısı da, kemâlin nihayetidir. Çünkü birler basamağının nihayetidir, onlar basamağıdır.

Yedi yüz sayısı da, onlar basamağının nihayetidir.

B- "İşte bu onların Allah'ı ve Resulünü inkâr etmelerindendir. Allah, fâsık (yoldan çıkmış)lar topluluğuna hidayet etmez."

Onlar için ne kadar af dilenirse dilensin onların bağışlanmaları imkânsızdır. Bu sonuç Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) af dilemesinin geçersiz oluşundan değil fakat onların, Allah (celle celâlühü) ile Resulünü (sallallahü aleyhi ve sellem) haddi tecavüz derecesinde inkâr etmelerindendir.

Fısk, yoldan çıkmak, isyan, inkâr ve günahta temerrüt ve haddi aşmaktan ibarettir.

Allah (celle celâlühü) onlara maksada ulaştıracak hidayet bahşetmez. Çünkü bu, yaratıksın ve ilâhî kanunun hikmetine ters düşer. Hakka ulaştıran yola delâlet anlamına gelen hidayet, şüphesiz herkes için söz konusudur. Fakat onlar, kötü seçimleriyle bunu kabul etmemişler ve yoldan çıkmışlardır.

Bu kelâm, mâkablindeki hükmü pekiştiren bir zeyl mahiyetindedir. Zira kâfirin bağışlanması, ancak küfürden tamamen sıyrılmak ve hakka yönelmekle olur. Küfre tamamen batmış ve kalbi küfürle mühürlenmiş olan kimse ise, bundan çok uzaktır.

Bu âyet-i kerime, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar için af dilemekte mazur olduğunu gösterir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların kalblerinin azgınlık ve dalâletle mühürlendiğini bilmediğinden imanlarından umudunu kesmemişti. İlerde görüleceği gibi Berâe - Tevbe sûresinin 113, âyetinde belirtildiği üzere, halleri iyice anlaşıldıktan sonra kendileri için mağfiret dilemek yasaklandı.

81

"Resûlüllah'a muhalefet ederek arkada kalanlar evlerinde oturmaktan dolayı ferahlandılar. Allah yolunda malları ve canları ile savaşmaktan hoşlanmadılar ve şöyle dediler:

"- Bı sıcakta sefere çıkmayın!"

(Resûlüm) de ki:

"- Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Keşke anlayabilselerdi!"

A- "Resûlüllah'a muhalefet ederek arkada kalanlar evlerinde oturmaktan dolayı ferahlandılar. Allah yolunda malları ve canları ile savaşmaktan hoşlanmadılar..."

Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) istekleri üzerine kendilerine izin vererek, ya da Allah'ın (celle celâlühü), gizli bir hikmete mebni onlara tembellik vererek geride bıraktığı, ya da kendi tembellik ve nifakları sebebiyle seferden geride kalan o kimseler, evlerinde oturduklarına sevindiler.

Diğer bir görüşe göre, Allah'ın Resulüne muhalefetle sefere çıkmayıp geride kalanlar, evlerinde oturup kalmalarına sevindiler.

Her iki mânâyı da destekleyen ayrı ayrı kıraetler vardır.

Ve onlar, mallarıyla ve canlarıyla Allah (celle celâlühü) yolunda cihad etmekten nefret ettiler. Bunu da, sırf kalblerindeki küfür ve nifaktan dolayı yaptılar.

B- ".. .Ve şöyle dediler:

Bu sıcakta sefere çıkmayın!"

Münafıklar, ya birıbirlerine seferden geri kaçmakta kararlı kılmak, şer ve fesadı tavsiye etmek, ya da mü'minleri cihaddan, iyilikten alıkoyma ve evlerinde oturmanın sebeplerini bildirmek için,

"- Bu sıcakta sefere çıkmayın; çünkü bu şiddetli sıcağa dayanılmaz!" dediler.

Böylece onlar, küfür ve dalâletin üç hasletini kendi nefislerinde toplamış oldular. Şöyle ki:

Evlerinde oturup kalmalarına sevinmek.

Cihaddan nefret etmek.

Başkalarını da cihaddan alıkoymak.

C- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"-Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir."

Resûlüm! Sen de, onların sözlerini reddetmek ve cehaletlerini ortaya koymak üzere kendilerine de ki:

"- Yaptıklarınız sebebi ile gireceğiniz cehennem ateşi, sizin sakındığınız ve insanları da sakındırdığınız çöl sıcağından daha şiddetlidir."

Ç- "Keşke anlaya (tefakkuh ede)bilselerdi!"

Bu cümle, söylenmesi emredilen konuya dahil olmamakla beraber onun anlamını açıklayan ve doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından sevkedilmiş bulunan bir zeyi mahiyetindedir.

Bu cümle,

-ya bir şart cümlesidir, cevabı mukadderdir ;

-yani: Eğer onlar, varacakları yerin cehennem olduğunu idrak etselerdi böyle yapmazlardı veya bundan etkilenirlerdi." demektir;

-ya da gerçekleşmesi imkânsız bir şeyi eklemektir; yani : "Keşke anlasalardı!" demektir.

82

"Kazandıklarının karşılığı olarak artık az gülsünler ve çok ağlasınlar."

Bu âyet, o münafıkların dünya ve âhiretteki durumlarını bildirir. Bu da, kötü amelleri ve sevinmeleri sebebiyle az gülmek ve çok ağlamaktır.

Rivâyete göre, münafıklar, cehennemde dünya ömrü kadar ağlayacaklar, göz yaşları hiç dinmeyecek ve hiç uyumayacaklardır.

Gülmenin sevinmekten, ağlamanın üzüntüden; azlığın yokluk, çokluğun da süreklilikten kinaye kullanılmış olması da mümkündür.

83

"(Resûlüm) Allah, seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de, savaşa seninle beraber çıkmak için izin isterlerse de ki:

"- Benimle hiçbir zaman (ebeden sefere) çıkamayacaksınız ve düşmana karşı benimle asla savaş anlayacaksınız. Çünkü siz evvel emirde evinizde oturmayı tercih ettiniz. Artik arkada kalan (kadın ve çocuk)larla beraber oturun!'

A- "(Resûlüm) Allah, seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de, savaşa seninle beraber çıkmak için izin isterlerse de ki:

"- Benimle hiçbir zaman (ebeden sefere)çıkamayacaksınız ve düşmana karşı benimle asla savsamayacaksınız."

"onlardan bir topluluğun" denilmiş olması, ya bazı münafıkların seferden geri kalmalarının, İslâm'da geçerli olmayan mazeretlere dayanması, ya da sefere katılmayan münafıklardan kalanların yanına; demektir. Çünkü Resûlüllah seferden geri döndüğünde bazıları ölmüş ve bazıları da ülkesinden ayrılmış olabilirlerdi.

Yahut bunlar, izin almadan seferden geri kalan münafıklardır. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre, bunlar, onikî kişi idi. İşte söylenenler, bunlar hakkındadır.

O halde anlamı şöyle ifâde edebiliriz:

"Resûlüm, Allah (celle celâlühü), seni o münafıklardan bir topluluğun yanma döndürür de, bundan başka bir gazaya seninle beraber çıkmak için senden izin isterlerse sen de, onları gazilerin defterinden silerek ve sohbet meclisinden uzaklaştırarak kendilerine de ki:

Artık benimle beraber asla gazaya çıkamayacaksınız ve düşmana karsı benimle beraber hiçbir zaman savaşamayacaksınız!"

B- "Çünkü siz evvel emirde evinizde oturmayı tercih ettiniz. Artik arkada kalan (kadın ve çocuk)larla beraber oturun."

Çünkü siz birinci defa Tebük gazasında seferden geri kahp evinizde oturmayı benimsediniz ve buna sevindiniz. Artık her zaman evlerinde oturanlarla beraber oturun!

84

"(Resûlüm), onlardan ölen hiç kimsenin namazını asla kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fâsıklar olarak öldüler."

A- (Resûlüm), onlardan ölen hiç kimsenin namazını asla kılma ve onun kabri başında durma."

O münafıklar için asla duâ etme, af dileme ve defin veya ziyaret veyahut duâ ıçtn onun mezarı başında durma!

Rivâyet olunuyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önceleri münafıkların mezarı başında duruyor ve onlar için duâ ediyordu. Sonra münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selûl hastalanınca, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber gönderdi ve yanına gelmesini rica etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanma girince:

"- Yahudilerin sevgisi seni mahvetti!" buyurdu.

O da:

"- Ya Resûlallah! Allah, seni, beni tahkir için değil fakat benim adıma af dilemek için gönderdi!" dedi ve Resûlüllah'tan İt:, mübarek tenine giydiği ıç gömleği ile kefenlenmesini rica etti.

Sonra ölünce, sâlih bîr mü'min olan oğlu, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) çağırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona teselli olarak ve hatırını sayarak davetine icabet buyurdu ve iç gömleğini ona verdi. Cenaze o gömlek içinde kefenlendi. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), cenaze namazı için kalkınca veya namazı kılınca, bu âyet nazil oldu.

Rivâyete göre Ömer (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Abdullah b. Übeyy ölünce, cenazesi, namazı kılınması için musallaya kondu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağa kalktı.

O zaman ben, Resûlüllah'a :

"- Filan gün şöyle şöyle, filan gün de şöyle şöyle diyen Allah'ın düşmanının cenaze namazını mı kılacaksın?" dedim ve onun kötü günlerini saymaya devam ettim.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tebessüm buyurdu ve namazını kıldıktan sonra cenazesiyle beraber yürüdü ve kazılmış mezarın kenarında ayakta durup defnedilinceye kadar orada bekledi.

Fevallahi, aradan çok az bir zaman geçmişti ki:

" Onlardan ölen hiç kimsenin namazını asla kılma!" âyeti nazil oldu. İşte bundan sonra Resûlüllah hiçbir münafikm cenaze namazını kılmadı ve mezarı başında durmadı."

Resûlüllah münafıkları gömleğiyle kefenlemekten nehyetmedi, çünkü gömleğiyle cimrilik yapmak, onun kerem sıfatını ihlal fikrini akla getirebilirdi. Bir de, Resûlüllah'ın Abdullah b. Übeyy'i iç gömleğiyle kefenlemesi, amcası Abbas (radıyallahü anh), Bedir savaşında esir düştüğünde Abdullah b. Übeyy'in ona giydirdiği gömleğin karşılığı olmuştur. Abbas (radıyallahü anh) ile ilgili bu haber meşhurdur.

B- "Çünkü onlar Allah ve Resulünü inkâr etliler ve fâsıklar olarak öldüler."

Bu cümle mezkûr nehyin sebebini açıklar. Yani ölüye af dilemek ve mezarının başında durmak, ancak onun sâlih bir kul olmasını temenni etmek içindir. Bu ise, münafıklar hakkında imkânsızdır. Zira onlar hayatları boyunca Allah (celle celâlühü) ile Resûlü'nü (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr etmeyi, sürdürmüşler ve küfürde inat ve israr ederek ve haddi aşarak ölmüşlerdir.

85

"(Resûlüm), onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah onlara dünyada onlarla azab etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diler."

A- "(Resûlüm), onların malları ve çocukları seni imrendirmesin."

Çocuklar, maldan daha aziz olduğu halde malın çocuklardan önce zikredilmesinin değişik sebebleri olabilir. Şöyle ki:

1- Herkes ihtiyaçlarını karşılamak için mal sahibi olmak zorundadır. Çünkü ihtiyaçları karşılayan en önemli vasıta maldır. Bütün analar, babalar ve çocuklar dünya malına muhtaçtır. Öyle ki, çocukları olup da malı olmayan kimseler büyük müzayaka ve sıkıntı içindedir. Çocuk sahibi olmak ise ancak baba olma çağına girmiş olan kimseler için söz konusudur.

2- Mala olan ihtiyaç, nefsin bekası içindir; evlâda olan ihtiyaç ise nev'in bekası içindir,

3- Mal sahibi olmak çocuklardan önce gelir. Çünkü insanın büyüyüp gelişmesi, ancak gıda ile mümkündür. Nitekim Kehf sûresinin 46. âyetinin tefsirinde gelecektir.

B- "Çünkü Allah, onlara dünyada onlarla azab etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diler."

Allah (celle celâlühü), onların verdiği mallar ve çocuklar uğruna bir sürü meşakkat ve sıkıntı çekmelerini ve kâfir olarak ölmelerini istiyor.

Onlar, malları ve çocukları ile meşgul iken akıbetlerini göremez olurlar ve bu yüzden de kâfir olarak ölürler.

86

"Ne zaman,

"- Allah'a iman ve Allah'ın Resulü ile beraber cihad edin!"diye bir sûre indirilse içlerinden güç kuvvet sahipleri senden izin istediler ve şöyle dediler:

"- Bırak bizi, oturanlarla beraber oturalım!"

Ne zaman,

"Allah'a (celle celâlühü) iman edin ve O'nun dinini aziz kılmak ve ilâ-yı kelimetullah için cihad edin!" diye Kur’ân'dan bir sûre, yahut Kur’ân'dan bir bölüm indirilse onlardan servet ve imkân sahibi yahut beden ve mal itibariyle cihada muktedir olanlar, senden izin isterler ve şöyle derler:

"- Bizi bırak; mazeretlerinden dolayı sefere katılmayan ve evlerinde oturanlarla beraber olalım!"

87

"Onlar, arkada kalanlarla beraber olmaktan hoşlandılar. Kalbleri de mühürlendi . Bu yüzden onlar anlamazlar."

Münafıklar, işleri evlerinde oturmak olan kadınlarla ya da hayırsızlarla beraber olmaya razı oldular ve bu sebeble onların kalblerine nifak mührü basıldı. İşte bundan dolayıdır ki onlar, Allah'a (celle celâlühü) iman, Allah'ın emir ve yasaklarına itaatdeki lezzeti, ve Resulüne uymadaki saadeti ve bunların zıtlarındaki bedbahtlığı anlayamazlar.

88

"Fakat Resul ve onunla beraber olan mü'minler malları ve canları ile savaştılar. Ve işte hayırlar onlar içindir ve işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir."

A- "Fakat: Resul ve onunla beraber olan mü'minler malları ve canları ile savaştılar ."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla beraber Allah'a ve O'nun katından gelen hakikatlere iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler.

Âyet meallerinden açıkça anlaşıldığı gibi münafıklar, evlerinde oturmak için izin istemek suretiyle cihaddan açıkça yüz çevirdiler, imandan açıkça yüz çevirmemiş olsalar bile, aslında Allah'a (celle celâlühü) da imanları yoktu.

Onlardan hayırlı, niyet ve itikatları hâlis olan mü'minler ise malları ve canlarıyla cihad ettiler. Bu âyetin ifâde tarzı,

" Şimdi eğer onlar bunları inkâr ederlerse Biz, bunları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil ederiz." âyetinin ifâde tarzı gibidir.

B- "Ve işte hayırlar onlar içindir ve iste onlar felâha erenlerin ta kendileridir."

İşte o yukarıda yazılı üstün sıfatları taşıyanlar var ya; her iki cihanın hayırları, yani dünyada zafer ve ganimet, ahirette de cennet ve keramet onlar içindir.

Di ğer bir görüşe göre ise huriler (cennet, kadınları) onlar içindir. Nitekim âyetteki "hayrat" kelimesi, Rahman sûresinin 70. âyetinde de huriler anlamındadır.

Ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir; yoksa kurtuluşa erenler, geçici dünyada kısa bir süre bazı geçici hazları yaşayanlar değildir.

89

"Allah, onlara içinde sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur."

Bu âyet o mutlu insanların felahını anlatır. Allah (celle celâlühü) onlar için âhirette, içinde temelli kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu cennetlerin nimetlerine ermek en büyük kazançtır; bunun ötesinde daha büyüğü yoktur.

90

"Kendilerine izin verilmesi için bedevî Araplardan özür beyân eden (i'tizar eden, muazzir)ler geldi. Allah ve Resulüne yalan söyleyenler oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azab isabet edecektir."

A- "Kendilerine izin verilmesi için bedevî Araplardan özür beyân eden (i'tizar eden, muazzîr)ler geldiler."

Daha önce Medine münafıklarının halleri anlatılmıştı. Şimdi burada da münafık bedevî Arapların halleri belirtiliyor.

Bir görüşe göre, bunlar, Esed ve Gatafân kabilelerinin münafıklarıdır. Bunlar Peygambere îfü gelip:

"- Ya Resûlallah! Bizim ailelerimiz var; sıkıntılarımız var; sefere katılmamak için bize izin ver!" dediler.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar, Amir b. Tufeyl'in heyeti idiler. Bunlar da Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip:

"- Ya Resûlallah! Biz seninle beraber gazaya çıkarsak, Tayy kabilesinin bedevi Arapları, bizim ailelerimize ve hayvanlarımıza saldırırlar!" dediler.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onlara:

"- Allah, beni sizden müstağni kılacaktır!" buyurdu.

Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre, bunlar, Gıfar kabilesinden bir cemaat idi; sefere katılmamak için özür beyân ettiler; ancak Allaha onların özrünü kabul buyurmadı.

Katâde'den rivâyet olunduğuna göre, onlar, yalan özür beyân etmişlerdi.

Bir görüşe göre de, onlar, sağlıklarının bu sefere çıkmaya müsait olmadığı seklinde özür beyân etmişlerdi.

B- "Allah ve Resulüne yalan söyleyenler oturup kaldılar."

Bunlar, gelip özür beyân etmeden evlerinde kalan bedevi Arapların münafıklarıdır.

Böylece onların, Allah'a (celle celâlühü) ve Resulüne iman ettiklerinin yalan olduğu ortaya çıktı.

C- "Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azab isabet edecektir."

Bedevi Araplardan, yahut özür beyân edenlerden kâfir olanlara, dünyada katil ve esaret; âhirette de cehennem azabı isabet edecektir

"Kâfir olanlar" ifâdesi sadece küfründen dolayı değil, tembelliğinden dolayı özür beyân edenleri de kapsar.

91

"Zayıflar, hastalar ve infak edecek (harcayacak) bir şey bulamayanlar üzerine Allah ve Resulü için nasihat ettikleri takdirde bir günah yoktur. Muhsin (iyilik eden)ler aleyhine bir yol yoktur. Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet eden (Rahîm) dır."

Nasihatçi bir velinin, kendi velÂyetinde bulunanlara yaptığı gibi, Allah'a (celle celâlühü) ve Resulüne iman, gizlilikte (sırran) ve açıkta (aleniyyeten) onlara itaat etmeyi, ve onları dost edinmeyi, onlar için sevmeyi ve onlar için buğzetmeyî insanlara öğüdedikleri takdirde yaşlı ve kötürüm gibi âcizlerle hastalara ve Müzeyne, Cuheyne ve Beni Uzre kabileleri gibi yoksulluktan dolayı harcayacak bir şey bulamayanlara, sefere katılmamaları sebebiyle günah yoktur.

92

"Kendilerine binek temin etmen için sana geldiklerinde :

"- Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum" deyince, infak edecek şeyleri olmadığından üzüntüden göz yaşı dökerek dönenlere de bir sorumluluk yoktur."

Bunlar, savaşa katılmak için imkân bulamadıklarından dolayı ağlayan Ensar'dan yedi kişi idiler:

Ala'kıl b. Yesar, Sahr b. Hunesâ, Abdullah b. Kâ'b, Salım b. Umeyr, Sa'lebe b. Ganeme, Abdullah b. Ma'kıl ve Albc b. Zeyd'dir.

Bu zâtlar Peygambere :

"- Ya Resûlallah! Çulları yamalı da olsa, (kum sıcağından korunmak için) ayaklarına bağlanan bezler yırtık da olsa, bizi birtakım bineklere bindir ki, seninle beraber gazaya çıkakm!" dediler.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:Hayır! Sizi bindirecek hayvan bulamıyorum!" buyurdu.

Onlar da ağlayarak geri döndüler.

Diğer bir görüşe göre ise bunlar, Mukarr'in oğulları Ma'kıl, Süveyd ve Numan idiler.

Son bir görüşe göre ise bunlar, Ebû Mûsâ el- Eş'arî (radıyallahü anh) ile adamları idi.

93

"(Resûlüm) sorumluluk (aleyhine yol olanlar) ancak zengin (ganî) oldukları halde senden izin isteyen (isti'zan eden)lerdir. Çünkü onlar arkada kalanlar ile beraberliğe razı oldular. Allah da onların kalblerini mühürledi. Artık onlar (ne olacağını) bükmezler."

Gazaya katılmayanlardan kendilerine sorumluluk terettüp edenler, ancak, sağlığı yerinde olan, gazaya çıkmak için gerekli vasıtaları bulanlardır.

Onlar durumları cihada müsait iken, evlerinde oturmuşlar, ehliyetsiz ve aşağılık insanlarla beraber olmaya razı olmuşlardır. Allah da, onları inÂyetinden mahrum bıraktı. Onlar, akıbetin vehâmetini bilemezler. Onlar bu yaptıklarının dünyada ve ahirette kendilerine neye mal olduğunu ebediyen anlamazlar.

94

"Siz, onlara döndüğünüzde, size özür beyân (i'tizar) edeceklerdir. (Resûlüm) de ki;

"- Hiç özür beyân etmeyin; biz size asla inanmayız. Allah, sizin durumlarınızı bize haber verdi. Bundan sonraki amellerinizi Allah ve Resulü görecektir. Sonra gaybi ve şahadeti hakkıyla bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz. O, size yapmakta olduklarınızı haber verecektir."

A- "Siz, onlara döndüğünüzde, size özür beyân (i'tizar) edeceklerdir."

Rivâyet olunuyor ki, bu seferden geri kalanlar, seksen küsur adam idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seferden kendilerinin yanma döndüğünde Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip asılsız özürler beyân ettiler.

Bu âyetin muhatabı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ashabı içindir. Çünkü seferden geri kalanlar, yalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değil, fakat aynı zamanda Ashâb'a da özür beyân ediyorlardı.

"Medine'ye döndüğünüzde" değil de " kendilerine döndüğünüzde" denmesi, şunu ifâde eder:

Seferden geri kalanların özür beyân etmelerinin zamanı, Medine'ye dönüş zamanı değil, fakat kendilerinin bulundukları yere dönüşün gerçekleştiği zamandır. Çünkü onların bazıları, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Medine'ye varmadan gidip özür beyân etmiş olabilirler.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Hiç özür beyân etmeyin; biz size asla inanmayız."

Bundan önceki hitap, Ashabı da kapsayan genellikte olmasına rağmen bu hitap, yalnız Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tahsis edilmiştir. Çünkü onlara cevap vermek, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vazifesidir.

C- "Allah, sizin durumlarınızı bize haber verdi."

Bu cümle, onların tasdik edilmemesinin sebebini belirtiyor. Şöyle ki:

"- Sizin başvurduğunuz şer ve fesat, kalplerinizde gizlediğiniz kötülükler, özür konusunda düzdüğünüz yalanlar bize vahiy yoluyla haber verilmiştir. Bu da sizi tasdik etmemize mânidir."

Âyette, iki yerde çoğul kipinin kullanılması, onların tasdik umutlarını re'sen iyice kesmek içindir. Çünkü bu ifâde ile, onların özürlerinin hiçbir mü'min yanında geçerli olmadığı belirtilmiş olur. Bir de bu ifâde, onların bütün mü'minler arasında rezil-rüsvay olduklarını belirtir.

Ç- "Bundan sonraki amellerinizi Allah ve Resulü görecektir."

Bundan sonra nifaktan vazgeçip Allah'a (celle celâlühü) mı döneceksiniz yoksa, nifakta sebat mı edeceksiniz Allah ve Resulü görecektir.

D- "Sonra gaybı ve şehadeti (görüneni de görünmeyeni de) hakkıyla bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz. O, size yapmakta olduklarınızı haber verecektir."

Sonra kıyamet günü, amellerinizin karşılığını görmek için, gizliyi de, açığı da bilen Allah'a (celle celâlühü) döndürüleceksiniz. İşte O'nun huzurunda durduğunuz zaman, sizin dünyada iken işlediğiniz bütün kötü amelleri O size haber verecektir.

95

"Onların yanına döndüğünüzde kendilerini muahazeden vazgeçesiniz diye sizin için Allah'a yemin edeceklerdir. Artık onlardan yüzçevirin. Çünkü onlar gerçekten pislik (rics)tirler. Onların kazanmakta ol duldan kötülüklere karşılık varacakları yer cehennemdir."

A- "Onların yanına döndüğünüzde kendilerini muahazeden vazgeçesiniz diye sizin için Allah'a yemin edeceklerdir."

Siz, gazadan onların yanma döndüğünüzde, kendilerini muahazeden vazgeçesiniz, onları ayiplamayasınız, kınamayasınız diye, yalan özürlerini pekiştirmek ve izah etmek üzere Allah'a (celle celâlühü) yemin edeceklerdir.

B- "Artik onlardan yüzçevirin. Çünkü onlar gerçekten pislik (rics)tirler. Onların kazanmakta oldukları kötülüklere karşılık varacakları yer cehennemdir."

Bu yüzçevirme, onların talebi olan rızâ anlamında değil, fakat, onlardan uzak durmak ve kendilerine buğzetnıek anlamındadır." Çünkü onlar pis İlktirler, "ifadesi de bunu teyid eder.

Onlardan uzak durmanın emredilmesi, kendilerinde ruhî necaset bulunduğu içindin Onlari kınamak da emredilmiş değildir. Çünkü insanları kınamaktan amaç, onları kötü hallerinden vazgeçmeye sevketmek ve kendilerini temizlemektir. Bunlar ise, temizlenmesi mümkün olmayan necasetlerdir. İşte bundan dolayı onlara kınama da yapılmaz.

96

"Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Fakat siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah, o fâsıklar topluluğundan asla hoşnut olmaz."

Münafıklar, kendilerinden razı olmanız ve kendileriyle olan eski ilişkilerinizi sürdürmeniz için size yemin ederler. Yemin konusu açık olduğu için âyette sarahaten zikredilmemiştir. Fakat eğer onların maksadına uygun olarak siz onlardan razı olsanız ve bu konuda onlara yardım etseniz bile, Allah (celle celâlühü), o fâsıklar güruhundan asla razı olmaz. Sizin rızânız ise, onlara bir fayda sağlamaz. Çünkü Allah (celle celâlühü) onlara buğzetmiştir ve O'nun buğzu karşısında sizin rızânızın bir tesiri olamaz.

Burada amaç, muhatapları, onlardan hoşnut olmaktan ve onların yalan özürlerine aldanmaktan en belagatlı ve kuvvetli şekilde nehyetmektir. Çünkü Allah'ın razı olmadığı kimseden razı olmak, mü'minden sâdır olacak bir şey değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu konuda mü'minlerin rızâsının, Allah'ın (celle celâlühü) rızasının sebeplerinden olduğu vehmine kapılmamaları içindir.

Bir görüşe göre, bunlar, Cedd b. Kays ile Mut'ab b. Kuşeyr ve adanılan idi. Toplam seksen münafık idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferinden Me dine'ye dönünce, mü'minlere, Bunlarla oturup kalkmayın ve konuşmayın!" buyurdu.

Bir görüşe göre, (münafıkların başı) Abdullah b. Übeyy, huzura gelerek bir daha hiçbir zaman, hiçbir gazadan geri kalmayacağına dair yemin etmişti.

97

"Bedevi Araplar, küfür ve nifakta diğerlerinden daha beter (eşed)dirler. Ancak Allah'ın Resulüne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha lâyıktirlar. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

A- "Bedevî Araplar, küfür ve nifakta diğerlerinden daha beter (eşed) dirler."

Bedevî Araplar, küfür ve nifakça köy ve şehirlerde yaşayan Araplardan daha beterdir. Çünkü bedevî Araplar, vahşî bir ortamda bilgi sahiplerinin denetiminden ve insanî ilişkilerden uzakta, sert ve haşin yetişiyorlardı.

Bu, tabiî bütün bedevî Arapların küfür ve nifakta keskin vasıflar taşıdıkları anlamına gelmez. Ancak bu, bir genelleme veya o cinsî, bazı fertlerinin vasıflarıyla vasıflandırmak kabilindendir. Nitekim,

İnsan çok nankördür." âyeti bu kabildendir. Zira ileride görüleceği gibi, bütün bedevî Araplar böyle değildir.

B- "Ancak Allah'ın Resulüne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha lâyikür."

Bedevî Araplar, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) meclisinden uzakta idiler. Onun mucizelerini, Kitab ve Sünnet olarak kendisine nazil olan şeriatı yakından görmek imkânından yoksun bulunuyorlardı.

C- "Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

Allah (celle celâlühü), bedevilerin hallerini de, köy ve şehirlerde yaşayanların hallerini de bilir. Günahkârlara vereceği cezada da, iyilere vereceği mükâfatta da hikmet sahibidir.

98

"Bedevî Araplardan kimileri infak ettiklerini zarar/ziyan (ğarâmet) sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini gözlerler. Kötü belâlar başlarına gelsin! Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Senti')dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm) dir."

A- "Bedevî Araplardan kimileri infak ettiklerini zarar/ziyan (ğarâmet) sayar ve sizin başınıza kötü belâlar gelmesini gözlerler."

Bundan önce bedevi Arapların, küfür ve nifakta ileri gittikleri ifâde edilmişti. Şimdi burada da onların fırkalara ayrıldıkları ve nifaktan kaynaklanan bazı kusurları anlatılıyor.

Bu âyette söz konusu edilen bedevi Arapların Esed, Gatafân ve Temim kabileleri olduğu düsünülebitirse de, bundan sonra gelecek 99. âyet, bunu kabule müsait değildir. Çünkü bu âyette anlatılan bedevî Araplar, kesinlikle anılanlardan değildir; fakat onların cinsindendir.

Bu bedevî Araplardan öylesi de vardır ki, görünürde Allah (celle celâlühü) yolunda harcadığı, sadaka olarak verdiği malı zorunlu bir angarya ve hüsran sayar. Zira onlar, mallarını, Allah'tan sevap beklemek niyetiyle harcamıyorlar ki, kendileri için bir ganimet, bir kazanç olsun. Fakat onlar riya ve takiyye için harcıyorlar. Bu yüzden de o harcama, sadece angarya oluyor.

Ve onlar, sizin başınıza büyük belâ ve felâketler gelmesini beklerler ki, sizin onlara olan galibiyetiniz ortadan kalksın ve içinde bulundukları durumdan kurtulsunlar.

B- "Kötü belâlar kendi başlarına gelsin."

Bu cümle, onların mü'minler için beklediklerinin misliyle kendilerine bedduadır. Bu da,

"Yahudîler dediler ki:

"- Allah'ın eli bağlıdır!"

Kendi elleri bağlıdır. Onlar söyledikleri o söz sebebiyle lâ'netlendiler." âyeti kabilindendir.

C- "Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Allah (celle celâlühü), onların infak sırasında söyledikleri hayırsız sözleri de işitmiştir ve onların içlerinde gizledikleri kötü şeyleri ve ezcümle sizin başınıza belâlar gelmesini beklediklerini de bilir.

Bu kelâmın, ne kadar ağır bir tehdit ihtiva ettiği açıktır.

99

"Bedevî Araplardan kimileri de Allah'a ve âhıiret gününe inanır. İnfak ettiklerini de Allah katında yakınlık ve Resulün dualarını almaya ve siyle ittihaz eder. Haberiniz olsun; işte o infak onlar için tam bir yakınlık (kurbet)tır. Allah, onları rahmetine sokacaktır. Şüphesiz kı Allah, mağfireti (bağışlaması) bol (Gafur) dur, çok merhamet eden (Rahim)dir."

A- "Bedevî Araplardan kimileri de Allah'a ve âhıiret gününe inanır. İnfak ettiklerini de Allah katında yakınlık ve Resulün dualarını almaya vesîyle ittihaz eder."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sadaka verenler için hayır ve bereket duasında bulunuyordu ve onlar için af diliyordu. İşte bunun içindir ki sadakayı alanın sadakayı aldığı sırada sadakayı verene duâ etmesi sünnettir. Ancak Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı gibi ona salât okuyamaz. Nitekim Peygamber :

"- Allah'ım, Al-i Ebî Evfâ'ya salât eyle!" diye duâ buyurmuştu.

Çünkü salât makamı, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir. Binaenaleyh o, bunu dilediği kimseye lütfedebilir.

B- "Haberiniz olsun; işte o infak onlar için tam bir yakınlık (kurbet)tır."

Bu kelâm, onların anılan inançlarının sıhhatine ve umutlarının tasdikine Allah (celle celâlühü) tarafından bir şahadettir.

Burada harcadıklarının kendileri için yakınlık olduğu belirtilmistir. Çünkü nihaî gaye odur. Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) duası da onun vesilelerindendir.

C- "Allah, onları rahmetine sokacaktır."

Bu cümle, ilâhî rahmetin onları kuşatacağı noktasında bir va'd ve Allah'a (celle celâlühü) yakınlığın izahı mahiyetindedir. Nasıl ki bundan önceki âyette yer alan,

" Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir" cümlesi, bedevi Arapların birinci fırkası için yapılan bedduadan sonra bir ceza va'didir.

Ç- "Şüphesiz ki Allah, mağfireti (bağışlaması) bol (Gafur)dur, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Bu kelâm, va'din tahakkukunun sebebini açıklar.

Bir görüşe göre, bu âyetler, Abdullah Zi'l - Bicadeyn ile kavmi hakkında nazil olmuştur.

Diğrer bir görüşe göre ise, bu âyet, Müzeyne kabilesinden Mukarrin Oğulları hakkında nazil olmuştur.

Bir diğer görüşe göre ise Elsem, Gifar ve Cüheyne kabileleri hakkında nazil olmuştur.

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

İbn-ı Hişâm'ın "el-Sîretü'n-Nebeviyye" adlı eserinde yazdığına göre bu zat Müslüman olup Müslümanlara katılmak istiyordu. Kavmi ise ona engel olmaya çalışıyordu. Sonunda kavmi onu yalnız bir "bicad", yani sert ve kaba bir aba içinde sahraya terk etti. Bu abadan başka üzerinde hiçbir şey yoktu. O da kavminden kaçıp Resüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşmak diledi. Medine'ye yaklaşınca üzerindeki abayı çıkarıp ikiye ayırdı. Bir parçasını ızar, bir parçasını da rıdâ olarak bedenine sardı. İşte bundan dolayı kendisine "Zi'l-Bicadeyn" lakabı verildi.

"- Elsem ve Gifar kabileleri ile Cüheyne ve Müzeyne kabilelerinin bir kısmı, kıyamet gününde Allah katında Temim, Esed b. Huzeyme, Hevazin ve Gatafan kabilelerinden daha hayırlıdır."

100

"Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk girenler ve ihsan (iyilik)da onlara tabî olanlar var ya; işte Allah, onlardan razı oldu. Onlar da O'ndan razı oldular. Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı; orada sürekli olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur."

A- "Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk girenler ve ihsan (iyilik) da onlara tabî olanlar var ya; işte Allah, onlardan razı oldu. Onlar da O'ndan razı oldular ."

Bundan önce mü'minlerden bir kısmının fazileti beyân edilmişti. Şimdi burada da mü'minlerin eşrafının faziletleri açıklanıyor.

Muhacirler'den sabikıîn-i evvelin (ilk Müslüman olanlar) den murad,

-her iki Kıbleye doğru namaz kılmış;

-yahut Bedir savaşma katilmiş;

-veyahut Hicretten önce Müslüman olanlardır.

Ensar'dan sabikıîn-i evvelin (ilk Müslüman olanlar)den murad, birinci Akabe bîatinde bulunmuş olanlardır ki; bunlar yetmiş kişi idi.

Ve Ebû Zürare, Mus'ab b. Umeyr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından Medine'ye gönderildiğinde Müslüman olanlardır.

İyilikte onlara (ilk Muhacirlere ve Ensara) tabî olanlarda murad da, her güzel haslette onlara uyan ilk iki fırkadan sonra gelenler, yahut iman ve itaatte kıyamete kadar onlara uyanlardır;

Buna göre sabikıîn-i evvelin Muhacir ve Ensardan murat, bütün Muhacirler ve Susardır.

İşte Allah (celle celâlühü), onların itaat ve amellerini kabul ederek kendilerinden razı olmuş; onlar da ilâhî rızâya ve onun gerektirdiği bütün isteklerine nail olmakla Allah'tan (celle celâlühü) razı olmuşlardır.

B- "Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı; orada sürekli olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur."

Allah (celle celâlühü) ahirette onlara bu cennetleri hazırlamıştır. İşte ötesinde daha büyüğü olmayan kurtuluş budur.

101

"Civarınızdaki bedevî Araplardan münafıklar olduğu gibi Medîne halkı içinde de nifakta inad edenler var. (Resûlüm) sen onları bilmezsin fakat Biz onları biliriz. Biz, onları iki kere azaba uğratacağız. Sonra onlar büyük bir azaba döndürüleceklerdir."

A- "Civarınızdaki bedevî Araplardan münafıklar olduğu gibi Medîne halkı içinde de nifakta inad edenler var."

Daha önce çöl sakini olan münafıkların hak beyân edilmişti. Şimdi burada da Medine münafıkları ile onun çevresindeki bedevi münafıkların hak söz konusu ediliyor.

Medine çevresindeki münafıklar, Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Eşca' ve Gifar kabileleri içindeki münafıklar idi. Bu kabileler, sonraları Medine çevresine gelmişlerdi.

Diğer bir tefsir görüşüne göre ise, nifakta inat vasfı, yalnız Medine münafıklarına mahsustur.

Once çöl, sonra Medine çevresindeki bedevî Arapların daha sonra da Medine münafıklarının zikredilmesine en uygun olan mânâ budur.

B- "(Resûlüm) sen onları bilmezsin fakat Biz onlar biliriz."

Bu cümle, onların ne kadar kurnaz olduklarını belirtir.

"- Resûlüm, sen onları kişilik ve nesebleriyle değil ancak nifak unvanıyla tanıyorsun. Hulâsa,  onlar, nifaktaki meharetlerîyle, takıyyedeki titizliklerıyle ve töhmet altında kalmaktan zahiren aşırı derecede salınmalarıyla öyle bîr mertebeye ulaşmışlardır ki sen üstün zekâ ve doğru ferasetle eriştiğin yüceliğe rağmen, onların hak sana gizli kalmıştır. Onları sen bilemezsin, ancak Biz biliriz. Onların gönüllerinde sakladıkları sırları da ancak, Biz biliriz. Zira onlar, küfürlerini gizlemeye ve ihlaslı görünmeye pek önem verirler.

C- "Biz, onları iki kere azaba uğratacağız. Sonra onlar büyük bir azaba döndürüleceklerdir "

Bu cümleler, onlar için azap va'di ve tesbitidir. Bu kesin tesbit, Allah'ın (celle celâlühü) onlarda azab sebeplen gördüğündendır.

Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe okumak üzere ayağa kalktı, sonra hutbesinde şöyle dedi:

"- Ey filan! Çık; çünkü sen kesinlikle münafıksın!"

"- Ey filan! Sen de çık; çünkü sen de kesinlikle münafıksın!"

Böylece bazı insanları rezil-rüsvay ederek dışarı çıkardı.

İşte âyette belirtilen iki azabtan birincisi budur.

İkincisi de:ya öldürülmeleri, ya da kabir azabına uğratılmalarıdır.

Yahut birincisi öldürülmeleri, ikincisi kabir azabıdır.

Yahut birincisi, o münafıkların mallarından zekât alınmasıdır. Çünkü onlar bu zekâtı sırf bir angarya sayarlar.

İkincisi de bedenlerini zoraki sevapsız başka ibadetlerle yormalarıdır."

"İki kerre azab"tan mücerret çokluk mânâsı da kastedilmiş olabilir. Nitekim,

" Sonra gözünü iki kere çevir, bak!" âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Yani,

"-Tekrar tekrar gözünü çevir, bak!.." demektir.

Münafıkların sonra döndürülecekleri büyük azab ise, kıyamet günü uğrayacakları cehennem azabıdır.

102

"Diğerlerinden (sefere katılmayanlardan) kimileri günahlarını itiraf ettiler. Sâlih bir amele kötü bir ameli karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz ki Allah, mağfireti (bağışlaması) bol (Gafur) dur, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

A- "Diğerlerinden (sefere katılmayanlardan) kimileri günahlarını itiraf ettiler."

Burada da, din işlerinde himmetleri zayıf bir grup müslümatım hak beyân ediliyor. Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından başka bir topluluk daha vardır ki, onlar,

-gazadan geri kalmak,

-gazaya çıkmamayı tercih etmek,

-münafıkların kötü komşuluğuna razı olmakıgünah larını itiraf ettiler.

Ancak yaptıklarına pişman oldular ve kalplerindekini gizleyip onun aksını bekitmeyi âdet edinen, hayırsız özürler dileyen, onları yalan yeminlerle pekiştirmeye çalışan münafıklar gibi kendilerinden sâdır olan kötü işi gizlemediler.

Bu âyete konu olanlar,

-gazaya katılmayan,

-fakat gazaya katılmayanlar hakkında nazil olan âyetleri duyduklarında affedilmeleri için kendilerini Medine Mescidinin direklerine bağlayan Müslümanlardır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o gazadan Medine'ye döndüğünde âdeti olduğu üzere Mescide girerek iki rek'at namaz kıldı ve onları o halde görünce bunun sebebini sordu.

Dediler ki:

"- Bunlar, siz onlari çözmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine yemin edenlerdir."

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da:

"- Ben de yemin ederim ki, onlar hakkında memur edilmedikçe (bana emir verilmedikçe) kendilerini çözmeyeceğim!" 29

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

B- "Sâlih bir ameli kötü bir amelle karıştırdılar."

Onların iyi amelleri, daha önce yaptıkları iyilikler, katıldıkları eski gazalar, bu gazadan geri kalmakla işledikleri günahı itirafları, kendi kendilerim kınamaları, yaptıklarına pişman olmalarıdır.

Bu iyi amellerine karıştırdıkları kötü ameller ise, önce ve sonra kendilerinden sâdır olan kötülüklerdir

Kelbî'ye göre:

"İyi ve kötü amelleri, tevbe ile günahür."

C- "Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz ki Allah, mağfireti (bağışlaması) bol (Gafur)dur, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Umulur ki, Allah (celle celâlühü), günahlarını itiraf ettikten sonra tevbelerini kabul eder. Şüphesiz O, tevbe edenin günahlarını bağışlar ve ona lütfeder.

103

"(Resûlüm), onların mallarından sadaka al ki bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun. Sen de onlar için duâ et. Çünkü senin duan onlar için sekînet (iç huzuru, itmi'nan, güven)dir. Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semf)dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "(Resûlüm), onların mallarından sadaka al ki bununla onları temizlemiş ve alındırmış olursun."

Rivâyete göre Mescidin direklerine kendilerini bağlayanların ipleri çözülünce, dediler ki:

"- Ya Resûlallah! Bizi seni izlemekten alıkoyan şu mallarımızdır. Sen onları sadaka olarak al ve bizi temizle!"

Peygamber :

"- Sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım."

Ve bu âyet-i kerime nazil oldu. Şu halde burada sadakadan murat, farz olan sadaka (zekât) değildir. Çünkü farz olan sadaka daha önce emredilmişti. 30

30 Zekât Medîne döneminde. Hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Yukarda belirtildiği gibi Tebük seferi Hicretin 9. yılında yapılmıştır.

Bu âyetin inişi ile Peygamber onların mallarının üçte birini aldı; üçte ikisini de kendilerine bırakü.

İşte bu uygulama, sadaka kelimesindeki icmale açıklama olmuştur. Bu sadaka ancak, onların günahlarının keffaretidir. Nitekim âyette:

"- Bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun."ifadesi de bunu teyıd eder.

Yani, mallarından sadaka almakla, onların gazadan geri kalmaktan doğan günahlarını temizlemiş ve sevaplarını ihlâs mertebesine çıkarmış olursun; ya da onların mallarını arındırmış olursun; veya onları iyice temizlemiş olursun.

B- "Sen de onlar için duâ et. Çünkü senin duan onlar için sekînet (iç huzuru, itmi'nan, güven)dir."

"- Resûlüm, onlara duâ ve istiğfarda bulunmak suretiyle kendilerine şefkat göster. Çünkü senin duan, onlara huzur verir; onların kalbini yatıştırır ve Allah'ın (celle celâlühü) onların tevbesini kabul buyurduğuna dair kendilerine güven verir."

C- "Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semi')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Allah (celle celâlühü) kendilerinden sâdır olan itirafı, tevbe ve duayı işitendir. İşledikleri hatadan ötürü onların kalplerindeki pişmanlığı, üzüntüyü, tevbe ve duadaki ihlâslarını da bilendir yahut Allah (celle celâlühü), senin onlara yaptığın duayı işitip kabul buyurandır; hikmetin gereğini de bilenedir.

104

"Onlar bilmezler mi Allah, kullarından tevbeleri kabul eder ve sadakaları alır. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

A- "Onlar bilmezler mi Allah, kullarından tevbeleri kabul eder ve sadakaları alır."

Bu mânâya göre âyet, onların tevbelerinin kabulünü, verdikleri sadakaların kendilerini temizlediğini, kalblerine huzur ve güven verdiğini tesbit ve izah eder.

Burada sadaka almak, temizlemek ve arındırmak, zahiren Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) isnat ediliyorsa da, gerçekte onların tevbelerini kabul eden de sadakaları alan da Allah'tır

Bu kelâm,

" (Resûlüm) sana bîat edenler, gerçekte Allah'a bîat ederler." âyeti kabilinden olmak üzere. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şanını yüceltir.

B- "Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Bu cümle, mâkakabk için ilâve bir açıklama olmakla beraber ona bir anlam da katar. Şöyle kı:

"Onlar Allah'ın (celle celâlühü) tevbe ve rahmet gibi amaçlara ulaşmakta yegâne müessir ve bu vasfın O'nun daimî bir sünneti olduğunu bilmezler mı?"

" bilmezler mı" fiilindeki zamir, tevbe etmemiş mü'minleri de ifade ediyor olabilir. Nitekim rivâyete göre önce tevbe eden o mü'minlerin tevbesi kabul olununca, tevbe etmemiş olanlar da dediler ki:

"- Bu tevbe edenler, dün bizimle beraber idiler; şimdi bunlara ne oluyor ki, bizimle konuşmuyor ve bizimle oturup kalkmıyorlar? "

Ve bu âyet-i kerime nazil oldu. O takdirde şöyle bir mânâ ortaya çıkar:

Tevbe etmeyen mü'minler, tevbe edenlerin, Allah'ın ikramını, yakınlığını, hüsnü kabul görmelerini, ve sonuçta gerçek mü'minler zümresine katılmalarını sağlayan üstün vasıfları olduğunu bilmezler mi?

Bu mânâya göre âyet, onları tevbe ve sadakaya teşvik eder.

105

"Ve (Resûlüm) de ki:

"- Dilediğinizi yapın! Allah da, Resulü de, mü'minler de artık sizin yaptıklarınızı göreceklerdir. Sonra da gaybı ve şahadeti bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Artık O, size yaptıklarınızdan haber verecektir.

A- "Ve (Resûlüm) de ki:

"- Dilediğinizi yapın! Allah da, Resulü de, mü'minler de artık sizin yaptıklarınızı göreceklerdir."

Bu âyet, hem sâlih amel ve tevbe için, hem de tevbe etmiş olan ilk mü'minler bakımından iyi halde sebat için bir teşviktir.

Resûlüm, tevbenin ne kadar önemli olduğu anlaşıldıktan sonra onlara de ki:

"- Artık dilediğinizi yapın. Yaptığınız hayır olsun, şer olsun, onu Allah da, Resulü de, mü'minler de göreceklerdir."

Bu kelâm görünüşte, ruhsat verip onları muhayyer bırakmakta ise de iç yüzü itibariyle, teşvik ve uyarı ifâde eder ve "Yapığınızı Allah da... görecektir" cümlesi, bu teşvik ve uyarıyı te'kid eder.

Bir hadîste şöyle buyurulur:

"Eğer bir adam, kapısı ve penceresi olmayan bir kaya içinde bir iş yapsa, onun işi (ameli) her ne olursa olsun, mutlaka insanların içine çıkar (er geç, insanlar onu öğrenir)."

Hulâsa,  amelleriniz, sandığınız gibi insanlara gizli kalmaz.

Eğer burada görmekten murat, gerçek mânâda ise, durum açıktır.

Yok eğer ondan hayır veya şerrin karşılığı kastediliyorsa, o takdirde dünyevî karşılık söz konusudur. Medhü sena edilmek, güzel anılmak, değer verilmek gibi..

Ya da bunların karşıtları..

B- "Sonra da gaybı ve şahadeti bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Artık O, size yaptıklarınızdan haber verecektir."

Ölümden sonra, gizliyi de, açığı da hakkıyla bilen Allah'a döndürüleceksiniz.

Bu kelâmda zamir yerine zahir ismin kullanılması ("O'na döndürüleceksiniz" yerine mevcut ifâdenin kullanılması), durumun ne kadar mehabetti olduğunu gösterir

Gayb (gizli), önce zilnredilmiştir. Çünkü gayb âleminin, görünen âlemden daha geniş ve daha önemli olduğunu belirtmeye gerek yoktur.

Diğer bir görüşe göre ise, gaybın önce zikredilmesinin sebebi şudur: Duyularla hissedilmeyen gizli varlıklar, hissedilen varlıkların illetleridir (varhk sebepleridir) veya illetleri gibidir. Ve illetleri bilmek de, malumat sahibi olmanın illetidir. İşte bundan dolayı gayb ilmi, şahadet ilminden önce zikredilmiştir.

Eivayete göre İbn Abbâs diyor ki:

"Gayb, onların gizledikleri amellerdir. Şahadet de, onların açıktan yaptıkları işlerdir. Nitekim diğer bir âyette de:

" Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da hakkıyla bilir." buyrulur.

Bu mânâya göre, gaybın önce zikredilmesi, Allah'ın gizliyi de, açığı da kuşatmış olan ilminin her ikisine nisbetinin eşit olduğunu tesbit içindir.

Allah'ın ilmi, suretin hasıl olması yoluyla meydana gelmez. Allah, bundan münezzehtir. Her şeyin kendi nefsinde var olması ve gerçekleşmesi, Allah'a nısbetie ilimdir. Bu mânâya göre, açık ve gizli şeylerin halleri arasında bir fark yoktur.

Yahut gaybın önce zikri, mertebe itibariyle gizlinin açıktan önce geldiğini bildirmek içindir. Çünkü açığa çıkan her şey, mutlaka, ya kendisi, ya da yakın veya uzak unsurları ondan önce kalpte gizli olarak bulunur.

Bu itibarla ilâhî ilmin, ilk halinde iken ona taalluku, ikinci halindeki ona taallukundan önce gelir.

Allah, kıyamete kadar sürecek o geri döndürülmeden sonra, daha önce dünyada yaptıklarınız, hayır ise, hayır olarak ; şer ise, şer olarak karşılığını verecektir.

Şu halde bu kelâm, hem mükâfat, hem de ceza va'didir.

106

"Diğerlerinden (sefere katılmayanlardan) kimileri de Allah'ın emrini beklemek üzere geri bırakılmışlar (irca edilmişler)dır.

O, onlara ya azab, ya da onların tevbelerini kabul eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakim)tlir."

A- "Diğerlerinden (sefere katılmayanlardan) kimileri de Allah'ın emrini beklemek üzere geri bırakılmışlar (irca edilmişler) dır. O, onlara ya azab, ya da onların tevbelerini kabul eder."

Tebük seferine katılmayan Medine halkından ve çevresindeki bedevi Araplardan günahlarını itiraf edenlerden başka diğer bir grup daha vardı ki, onların durumu, Allah'ın (celle celâlühü) emrine ta'lik edilmişti.

İbn Abbâs diyor ki:

Bunlar Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye idi. Adları geçenler, Ebû Lübâbe ve arkadaşlarının yaptığı gibi tevbe ve özür beyânında acele etmeyen, kendilerini Mescidin direklerine bağlamayan; pişmanlık, üzüntü ve ıstırablarını açıkça göstermeyenlerdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onları öylece bekletti ve Ashabını onlarla konuşmaktan, oturup kalkmaktan men'etti. Bu zâtlar, Bedir mücahidlerinden oldukları halde Ashâb, onları terk etti. İnsanlar da onlar hakkında değişik şeyler söylüyorlardı.

Kimileri,

"- Bunlar helâk oldular!" kimileri,

"- Umulur ki, Allah onları bağışlar." diyorlardı. Kimilerine göre de onların işi Allah'a kalmıştı:

Mevcut hal üzere kaldıkları takdirde azaba uğrayacaklardı.

Nifakta ısrar ettikleri takdirde yine azaba uğrayacaklardı; fakat bu düşünce doğru ve isabetli değildir; çünkü onlar, münafıklardan değildi.

- Onların, niyetleri hâlis, tevbeleri samimi ise, Allah, elbette tevbelerini kabul ederdi. 33

B- "Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dır."

Allah (celle celâlühü), elbette onların hallerini hakkıyla bilir ve onlar hakkındaki icraatında da hikmet sahibidir.

107

"Bir de zarar vermek, küfretmek, mü'minler arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resulüne karşı savaşan adamı beklemek üzere mescid edinenler var. Onlar muhakkak şöyle yemin edeceklerdir:

"- Biz iyilikten başka bir şey murad etmedik!"

Allah da onların gerçekten yalancılar (kâzibûn) olduğuna şahadet eder."

A- "Bir de zarar vermek, küfretmek, mü'minler arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resulüne karşı savaşan adamı beklemek üzere mescid edinenler var."

Rivâyet olunuyor ki, Amr b. Avf Oğulları, Küba'da bir mescid bina ettiler ve gelip mescidlerinde kendilerine namaz kıldırması için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber gönderdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onların ricasını yerine getirdi.

Bunu gören onların amca çocukları Ğanem b. Avf Oğulları da, onları kıskandılar ve:

"- Biz de bir mescid yaparız ve gelip namaz kılması için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber göndeririz. Sonra da rahip Ebû Amir, Şam'dan dönünce o, bize na maz kıldırır." dediler.

Rahip Ebû Âmir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından "el-Fâsık" olarak isimlendiril misti. Bu adam Uhud savaşında Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Seninle savaşan her hangi bir topluluk görürsem, mutlaka onlarla be raber sana karşı savaşırım!" demişti.

Sonra Huneyn savaşma kadar da hep öyle yaptı. Huneyn savaşında Hevazin ordusu mağlup olunca, o da kaçıp Şam'a gitti ve münafıklara:

"- Siz bütün imkânlarınızı kullanarak kuvvet ve silah hazırlayın; ben de Kayser'e (Bizans İmparatoruna) gidip bir ordu getireceğim ve Muhammed ile taraftarlarını Medine'den çıkaracağım!" diye haber gönderdi.

Münafıklar da, Kubâ Mescidi yanında bir mescid bina ettiler ve şu dilekte bulundular:

"- Ya Resûlallah, biz de, hastalar, işi olanlar, yağmurlu ve soğuk geceler için bir mescid bina ettik. Senin orada namaz kılmanı ve tebberrüken bize duâ etmeni istiyoruz!"

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"- Şimdi bir sefere çıkmak üzereyim ve onun hazırlığı ile meşgulüm. Döndüğümüzde -İnşaallah!- onda namaz kılarız!" dedi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazasından dönünce, gelip ricalarını yinelediler. İste o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mâlik b. Dahşem, Ma'n b. Adiyy, Âmir b. Seken ve Vahşî adlarındaki zâtları çağırdı ve onlara:

"- Haydi, ehli (cemaati) zâlimler olan o mescide gidin de onu yakıp yıkın!" buyurdu. Onlar da emri yerine getirdiler.

Ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrıca o mescidin yerinin, leşlerin ve süpürüntülerm atıldığı çöplük haline getirilmesini istedi.

Ebû A'mir el- Fâsık da, Şam'da Kınn esrin Kasabasında öldü.

Hulâsa münafıklar arasında bir grup da vardı ki bunlar, mü'minlere zarar vermek, içlerinde gizledikleri, küfrü daha da kuvvetlendirmek, Kuba Mescidinde toplanan ve cemaatle namaz kılan mü'minler arasına ayrılık sokmak, daha önce Allah ve Resulüne karşı savaşmış olan adama hazırlık yapmak ve onu beklemek için bir mescid edinmişlerdi.

Yahut " daha önce" kaydı, " onlar edinmişlerdir" fiili ile bağlantılıdır. Bu takdirde anlam şöyle olur:

Onlar, Tebük seferinden geri kalmakla nifaklarını göstermeden önce söz konusu o mescidi edinmişlerdi. Nitekim onlar, mescidi Tebük gazasından önce bina etmişlerdi.

B- "Onlar muhakkak şöyle yemin edeceklerdir:

"- Biz, iyilikten başka bir şey murad etmedik!"

Allah da onların gerçekten yalancılar (kâzibûn) olduğuna şahadet eder." Bu mescidi bina edenler muhakkak:

"- Biz bu mescidi yapmakla, namaz kılmak, Allah'ı (celle celâlühü) zikretmek ve namaz kılanlar için imkân sağlamak gibi güzel hasletlerden başka hiçbir şey kasdetmedik!" diye yemin de edeceklerdir. Allah (celle celâlühü) da, onların, yeminlerinde yalancı olduklarına şahitlik eder.

108

"(Resûlüm), hiçbir zaman (ebeden) orada namaza durma!içinde namaz kılmana lâyık (ehak) olan ilk günden takva temeli üzerine bina edilen Mesciddir. Orada temizlenmeyi seven rical (erkekler) vardır. Allah, çok temizlenenleri sever."

A- "(Resûlüm), hiçbir zaman (ebeden) orada namaza durma! İçinde namaz kılmana lâyık (ehak) olan ilk günden takva temek üzerine bina edilen Mesciddir."

"- Resûlüm, o münafıkların mescidinde asla namaz kılma. İlk günden takva temek üzerine kurulmuş olan mescidde namaz kılman, Allah'ı (celle celâlühü) zikretmen elbette daha doğrudur."

Söz konusu bu mescid, Kuba Mescidi'dir. Bu mescidi Resûlüllah kurdu ve Hicret sırasında Küba'da kaldığı günlerde, yani pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günlerinde orada namaz kıldı ve cuma günü de Medine'ye doğru yola çıktı.

Diğer bir görüşe göre ise, bu mescid, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'deki Mescididir

Rivâyet olunduğuna göre Ebû Said el- Hudrî (radıyallahü anh) diyor ki:

"Ben, Resûlüllah'a takva üzerine kurulan mescidi sordum; o da bir taş alıp yere attı ve:

"- İşte bu Medine'deki mescidinizdir." buyurdu.

B- "Orada temizlenmeyi seven rical (erkekler) var."

Bundan önce, Kuba Mescidinin, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmasına hâl olarak daha layık olduğu beyân edilmişti. Burada da mahal olarak daha lâyık olduğu bildiriliyor.

Kuba Mescidi için kullanılan "ehak — daha layık, daha doğru" ifâdesinden murad, yegâne doğru ve yegâne lâyık mânâsıdır. Çünkü "mescid-i dırar" için liyakat ve doğruluk söz konusu değildir. Bunun bu şekilde tafdıîl kipi ile ifâde edilmesi, binefsihi faziletinden dolayıdır.

Yahut bu erzaliyet, dırar mescidini bina edenler ile benzeri itikatları taşıyanların iddiasına göredir. Bundan sonra gelecek ifâdelere en münasip olan mânâ da budur.

Yani Kuba Mescidinde, Allah (celle celâlühü) rızâsı için günahlardan ve kötü hallerden temizlenmeyi seven adamlar vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, cünüblükten temizlenmeyi seven ve cünüb olarak hiç yatmayan adamlar vardır, demektir.

C- "Allah, çok temizlenenleri sever."

Allah (celle celâlühü) onlardan razı olur ve sevenin, sevdiğini kendisine yaklaştırması gibi onları kendine yaklaştırır.

Rivâyete göre, bu âyet-i kerime nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muhacirlerle beraber Küba'ya gitti ve mescidin kapısına varıp orada durdu. Baktı kı, Ensar, mescidde oturuyorlar.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"-Sizler mü'min misiniz?" diye sordu. Onlar, sükût ettiler. Sonra tekrar sordu. Ömer dedi ki:

"-Ya Resûlallah, şüphesiz onlar mü'mındir ve ben de onlarla beraberim!"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Kazaya (kadere) razı mısınız?" Onlar:

"- Evet!" dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"-Müreffeh hâlinize şükrediyor musunuz?" Onlar: "- Evet!" Resûlüllah :

"-Belâya karşı sabrediyor musunuz?" Onlar: "- Evet!" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Kâ'be'nin Rabbine andolsun ki, bunlar mü'minlerdir " buyurdu. Sonra yanlarına oturdu ve:

"- Ey Ensar cemaati! Allah (celle celâlühü) sizi övdü; siz abdest alırken ve taharet ederken ne yapıyorsunuz?" diye sordu.

Onlar:

"- Biz gaita yaptıktan sonra üç taşla temizlenir; sonra su ile taharetleniriz." dediler.

İşte o zaman Resûlüllah :

"- Orada temizlenmeyi seven rical vardır." âyetini okudu.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, geneldir ve bütün necasetlerden temizlenme hakkındadır.

Ve Kuba mü'minleri, küçük abdestten sonra da su ile temizleniyorlardı.

Rivâyete göre Hasen el-Basrî de diyor ki:

"- Bu âyetteki temizlenme, günahlardan tevbe ile temizlenmektir."

Bir diğer görüşe göre de, onlar, yakalandıkları sıtmanın, kendi günahlarına keffaret olmasını umuyorlardı. Nitekim hepsi sıtmaya yakalanmışlardı.

109

"Binasını takva ve Allah'tan bir rızâ üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla beraber cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlıdır? Allah, zâlimler topluluğuna hidayet etmez."

Bu âyet, Kuba Mescidi cemaatinin daha hayırlı olduğunu açıklar. Binasını, Allah korkusu, Allah ve Resulüne itaat ve Allah'ın rızâsını kazanma arzusu üzerine kuran mı daha hayırlıdır, yoksa yapısını çökmek üzere bulunan bir uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı?

Onların dini, üzerine bina ettikleri temeller bâtıl olmak ve çabucak ortadan kalkmak bakımından yıkılmak üzere bulunan bir uçurumun kenarına kurulan yapıya benzetilmiş ve bu teşbihi güçlendirmek için, cehenneme yuvarlanma vasfı ilâve edilmiştir. Bu vasfın, ilâhî rızânın karşın olarak zikredilmesi de, şu gerçeğe dikkat çekmek içindir:

Binanın takva temeli, üzerine kurulmasi, onları cehennem ateşinden korur ve ilâhî rızâya eriştirir ki, bunun asgari sonucu cennete girmektir.

Binasını uçurumun kenarına kuranlar da, her an cehenneme yuvarlanmak üzeredirler; sonra şüphesiz hepsinin varacağı yer cehennemdir.

Onların zâlim olmaları, haktan uzak kalmakla kendi nefislerine zulmetmelerinden dolayıdır.

Yahut onlar, İdi türleriyle, hakkı ve hakikati gözetmemiş, eşyayı hak ettikleri yerlere koymamışlardır.

Yani Allah (celle celâlühü) onları kurtuluş ve salâh yoluna kesinlikle iletmiyecektir. Bununla beraber samimiyetle irşad olmak istedikleri takdirde bu imkânı elbette bulacaklardır.

110

"Onların kurmuş oldukları bina, kalbleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir şüphe (nifak) kaynağı olarak kalacaktır. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm) dir."

Bu âyet, onların kurdukları binanın keyfiyetini, çürük ve temelsiz bir yapı olduğunu gösterir.

Yani münafıkların bina ettikleri "mescid-i dırar"gerek ayakta iken gerek yıkıldıktan sonra, onlar ölüp de kalpleri, idrâk ve gizleme kabiliyeti kalmayacak şekilde çürüyüp parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir şüphe kaynağı olarak kalacaktır.

Mescidleri ayakta iken şüphe sebebi olması açıktır; çünkü onlar, mü'minlerden ayrı o mescidde toplanacaklar; kalplerindeki küfür ve nifak eserlerini birbirlerine açıklayacaklar; işlerini orada tedbir ve istişare edecekler; mü'minlere ilişkin sırlarını birbirlerine söyleyeceklerdi.

İşte bütün bunlar onların dindeki kuşku ve şüphelerini daha da arttıracaktır.

Mescidleri yıkıldıktan sonra da böyle olacaktır. Çünkü onların kalplerindeki şer, daha da derinleşecek, o şerrin eserleri ve hükümleri daha da artacaktır.

Yahut onlar giderek kendilerine olan güvenlerini kaybetmişlerdir. Mescidleri yıkılınca bu za'fiyetleri daha da artmıştır. Çünkü Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) daha önce olduğu gibi onları kendi hallerine terk mi edeceği, yoksa öldürüknelerini ve mallarının yağmalanmasını mı emredeceği hususunda şüpheye düşmüşlerdir.

Kelbî diyor ki:

"Bu ifâde, onların kurmuş oldukları binanın, kendileri için hayıflanma ve pişmanlık kaynağı olacağı anlamına gelir."

Süddî, Habib ve Müberred de diyorlar ki:

"- Onların mescidlerinin yıkılması, onların kalplerinde kızgınlık ve öfke kaynağı olacaktır; demektir."

Kalblerinin parçalanması, şüphenin, onların kalblerinin ayrılmaz bir parçası olduğunun tasviridir. Ancak öldüklerinde, ya da mezarlarında veyahut da cehennem ateşinde kalplerinin gerçekten parçalanması anlamı da kastedilmiş olabilir

Bir görüşe göre ise bu ifâde, işledikleri cürme, kalbleri parçalanırcasına pişmanlık ve üzüntü duyarak tevbe edinceye kadar; demektir.

Yani Allah (celle celâlühü), her şeyi, onların zikredilen hallerini bilir; bütün işlerinde ve ezcümle onlar hakkındaki hükümlerinde hikmet sahibidir.

111

"Şüphesiz ki Allah, mü'minlerden, canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar (mukatele ederler), öldürürler ve öldürülürler, Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da zâtı üzerine hak olarak yazdığı bir va'ddir. Ahdinde Allah'dan daha vefalı lam olabilir? Yaptiğiniz bu bey' akdinden dolayı size müjdeler olsun! İşte bu, en büyük kurtuluştur."

A- "Şüphesiz ki Allah, mü'minlerden, canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın almıştır."

Bundan önce cihaddan geri kalanların hali beyân edilmişti. Burada da cihadın fazileti açıklanıyor ve mü'minler cihada teşvik ediliyor. Bu teşvik de, son derece şayan-ı dikkat bir şekilde yapılıyor.

Allah (celle celâlühü) mü'minleri, Kendi yolunda feda ettikleri canları ve malları karşılığında cennetle mükâfatlandırmayı, mecazî olarak satın almak şeklinde ifâde ediyor. Burada akdin konusu olan şey (mebî), mü'minlerin canları ve malları; satılan şeyin karşılığı olan bedel de, cennet olarak gösterilmiştir. Dikkati çeken şudur:

"Allah, mü'minlere cenneti canları ve malları karşılığında satmıştır" ifâdesi kullanılmamıştır.

Bu da, mü'minlerin canlarının ve mallarının son derece önemsendiğini belirtmek içindir.

B- "Onlar Allah yolunda savaşırlar (mukatele ederler), öldürürler ve öldürülürler."

Bu kelâm, makabli için bir izah mahiyetindedir. Fakat bu izah, satın almanın amacını beyân için olmadığı gibi kendisini beyân için de değildir.

Çünkü mü'minlerin Allah (celle celâlühü) yolunda savaşması, Allah'ın, onların canlarını ve mallarını satın almasından değil, fakat onların kendi canlarını ve mallarını Allah yolunda feda etmelerindendir.

Sanki:

"- Onlar canlarını ve mallarını cennet karşılığında nasıl satıyorlar?"

diye sorulmuş da, buna cevap olarak:

"- Onlar Allah yolunda savaşırlar..." denilmiştir.

İşte bu, onların, canlarını ve mallarını Allah (celle celâlühü) yolunda feda etmeleri demektir. " öldürürler ve öldürülürler" ifâdesi de bunu açıklar niteliktedir. Çünkü Allah (celle celâlühü) yolunda savaşan kimse, sağ, salim ve ganimetlerle geri dönmüş olsa bile, Allah (celle celâlühü) yolunda canını feda etmiş sayılır. Âyetteki "öldürürler ve öldürülürler" vasıflandırması, her ikisinin veya birinin şart olduğunu belirtmek için değil, fakat küllün (bütünün), ba'zın (cüz'ün) vasfıyla tavsifi kabilindendir.

İster her iki fiil ikisi birden veya iki fiilden biri hepsinden; ister bazılarından sâdır olsun, hepsi savaşmış olur. Hatta hiç öldürme ve öldürülme olmasa bile savaş yine gerçekleşmiş olabilir. Mesela, çarpışma vuku bulduğu halde her iki taraftan da ölen olmayabilir veya iki taraf keşi karşıya gelir de vuruşma olmayabilir. Sırf savaşa azimet etmek, seferberliğe katılmak ve mücahidlerin sayısını çoğaltmak bile bazen yeterli sayılır.

"Yaktülûne / öldürürler" kelimesinin "yuktelûne / öldürülürler" kelimesinden önce zikredilmesi, savaşın, canları feda etmek demek olduğu noktasında iki sonuç arasında fark olmadığını bildirmek içindir.

Bir kırâete göre "yuktelûne / öldürülürler" fiili, daha önce zikredilmiştir. Çünkü savaşta şehit düşmek esastır. Bir de, mücahidler, Allah (celle celâlühü) yolunda ölmeyi hayatta kalmaya tercih ederler.

Nitekim şâir, o mücahidler hakkında şöyle der:

O mücahidler, mızrakları bir kavme dokunduğu zaman sevinmiyorlar;

Başkalarının mızrakları kendilerine dokunduğu zaman da şikâyetçi olmuyorlar.

Ancak sinelerine vurulan mızrak darbesi onları durdurabilir; Ölüm göllerinden hiçbir feryat da duyulmuyor."

Bir görüşe göre "yukatilûne / savaşırlar" ifâdesinde emir anlamı da vardır. Tıpkı, " Allah'a ve Resulüne iman, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz." âyetinde olduğu gibi.

C- "Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da zâti üzerine hak olarak yazdığı bir va'ddir."

Bu, Kur’ân'da tesbit edilmiş bir va'd-i ilâhî olduğu gibi, Tevrat'ta ve incil'de de tesbit edilmiş ilâhî bir va'ddir.

Ç- "Ahdinde Allah'dan daha vefak kim olabilir."

Bu cümle, makabknin mefhûmunu, yani va'din hak olduğunu, ziyadesiyle açıklar. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü), ahdine herkesten daha çok bağlı olduğunu bildirir. Çünkü va'di gözetmemek, üstün ahlâk sahibi insanlardan sâdır olacak bir hareket değil iken bütün kâinatın Yaratıcısı ve âlemlerden müstağni olan Cenab-ı Allah'tan sâdır olması nasıl düşünülebilir?

D- "Yaptığınız bu bey' (alım- satım)akdinden dolayı size müjdeler olsun!."

Bu kelâmda doğrudan doğruya mücahidlere hitap edilmesi, teşrif üstüne teşrif ve sevinçlerine sevinç katmak içindir.

"- Durum böyle olduğuna göre, bu alış- verişle son derece sevinin ve ferahlayın; çünkü bununla cennet kazandınız."

Rivâyete göre Hasen el-Basrî (radıyallahü anh) diyor ki bunun anlamı şudur:

"- Allah'ın (celle celâlühü) yarattığı canlarınız için ve rızık olarak size verdiği mallarınız için sevinin!"

Rivâyete göre Ensar, Akabe'de Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat ettiklerinde Abdullah b. Revaha şöyle demişti:

"- Ya Resûlallah! Rabbin ve nefsin için dilediğin şartı koşabilirsin!"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:

"- Rabbim için şartım şudur:

Yalnız O'na kulluk, edeceksiniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız! Kendi nefsim için de şartım şudur:

- Kendinizi koruduğunuz her şeyden beni de koruyacaksınız!"

Abdullah b. Revaha da sordu:

"- Pek iyi, bunları yaptığımız takdirde bizim için ne var ?

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Sizin için cennet var!" buyurdu. Abdullah b. Revaha da:

"- Alış-veriş pek kârlı oldu; biz bundan caymayız ve sizin de caymanızı arzu etmeyiz!" dedi

Rivâyet olunuyor kî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okurken, bir bedevî Arap yanından geçti.

Bedevî:

"- Bu kimin sözüdür?" diye sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Allah'ın (celle celâlühü) kelâmıdır!" buyurdu. Bedevi Arap da:

"- Vallahi, çok kârlı bir alış- veriş. Biz bundan caymayız ve sahibinin caymasını da arzu etmeyiz!" dedi.

Sonra gazaya çıktı ve şehit oldu.

E- "İşte bu, en büyük kurtuluştur."

Mü'minlerin canlarını ve mallarını feda etmek karşılığmda cenneti kazanmaları,

-ya daha büyüğü olmayan bir başarının ta kendisidir,

-ya da onların kendisiyle sevinmeleri emrolunan aliş-veriş, büyük başarının ta kendisidir.

Şu halde, birinci mânâya göre bu cümle, âyetin bütününün, ikinci mânâya göre, "sevinin" cümlesinin zeyli mahiyetindedir.

112

"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, ma'rûf ile emr ve münkerden nehyedenler, Allah'ın hududlarını koruyanlar ... (Resûlüm), o mü'minleri müjdele!"

Söz konusu mü'minler, ya bu üstün vasıfları taşıyanlardır ya da cihad etmeseler bile bu vasıfları taşıyanlar cennet ehlidir.

"e't - Tâibûn / tevbe edenler",

"el - Â'bidûn / Allah'a îp- ibadette ihlâsk olanlar",

"el - Hâmidûn / Allah'ın nimetlerine, sevinçli veya sıkıntılı hallerde, her zaman hamdedenler",

"e's - Sâihûn / oruç tutanlar",

"e'r - Râkıû'n ve e's-sâcidûn / namazda rükû ve secde edenler",

"el-Amirûne bi'l-ma'rûfi ve'n-nâhûne a'ni'l-münker /Allah'a ve Resulüne iman ve itaatle emredenler, şirk ve günahlardan alıkoyanlar",

"el-Hâfizûne li-hudûdi-llâh / Allah'ın (celle celâlühü) beyân ve tayin ettiği hakikat ve şeriatta, hem kendi nefsi, hem de diğer insanlar için uygulamada Allah'ın sınırlarını koruyanlar"; işte bunlar gerçek mü’minlerdir.

"Sâihler" aslında "seyahat edenler" demektir; fakat burada "oruç tutanlar" anlamında kullanılmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadisinde:

"- Ümmetimin seyahati oruçtur " buyurmuştur,  

Bu suretle oruç, seyahate benzetilmiştir. Çünkü:oruç, şehvetlere (arzulara) gem vurur; oruç, ruhî bir eğitim olup mülk ve meleküt (madde ve mânâ) âleminin sırlarını öğrenmeye vesiyle olur.

Bir diğer görüşe göre ise, "sâihler"den murad, cihad ve ilim için seyahat edenlerdir.

Resûlüm, işte zikredilen vasıfları taşıyan mü'minleri müjdele!

Burada zamir makamında zahir ismin (mü'minler kelimesinin) kullanılması, bu işte temel unsurun iman ve kâmil mü'min olduğuna dikkat çekmek içindir.

Bu kelâmda, müjde konusunun hazfedilmiş olması, bunun her türlü beyânın ötesinde olduğunu belirtir.

Bundan önceki âyette "sevinin" ifâdesi kullanılarak ilâhî hitabın o mü'minlere tevcihi, onların teşvik ve tesellisine çok önem verildiğini bildirmek içindir.

113

"Akraba bile olsalar, cehennem ashabı oldukları tebeyyün ettikten (belli olduktan) sonra müşrikler için istiğfar etmek (bağışlama dilemek), Peygambere de mü'minlere de yakışmaz."

Rivâyet olunuyor kı Ebû Tâlib'in vefatı yaklaşınca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"- Amcacığım, dedi; bir kelime (şahadet kelimesi) söyle ki, Allah katında senin için hüccet olarak arzedeyım!"

Ebû Tâlib, imtina etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Yine de ben nehyolunmadıkça senin için af dileyeceğim!" dedi." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettikten sonra Ebvâ denilen yere çıktı ve orada bulunan annesinin kabrini ziyaret etti. Sonra gözlerinden yaşlar akarak ayağa kalktı ve:

"- Ben, annemin kabrini ziyaret için Rabbimden izin istedim; bana bu izin verildi. Ona af dilemek için de izin istedim; bu izin verilmedi ve bana bu iki âyet (bu ve bundan sonraki âyet) indirildi." dedi.

Resûlüllah ile mü'minlere, müşriklerin kâfir olarak ölmek veya kâfir olarak öleceklerine dair vahiy nazil olmak suretiyle cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, bunlar yakın akraba da bulunsalar, onlar hakkında af dilemek, Allah'ın (celle celâlühü) hüküm ve hikmetine göre, ne Peygamber ne de mü'minler için doğru olmaz.

114

"İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi, ona verdiği sözden başka bir şey değildi. Vaktaki ona babasının Allah düşmanı olduğu tebeyyün etti o da ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhîm, çok yufka yürekli, halım biriydi."

Bu rivâyet sahih değildir. Çünkü Ebû Talibin vefatı Bi'setin 10. yık Mekke'de vukubulmuştur. Tevbe sûresi, bir rivâyete göre Kur’ânin en son nazil olan süresidir. Diğer bir rivâyete göre de en son nazil olandan bir önceki sûredir. Ve bu âyetin, sûrenin diğer âyetlerinden ayrı olarak daha önce nazil olduğuna dair hiçbir rivâyet mevcut değildir.

A- "İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi, ona verdiği sözden başka bir şey değildi. Vaktaki ona babasının Allah düşmanı olduğu tebeyyün etti o da ondan uzaklaştı."

İbrâhîm'in babası için mağfiret dilemesi Şuarâ sûresinin 86. âyetinde şöyle ifâde edilir:

" Babamı da bağışla! Çünkü o, dalâlete düşenlerden oldu."

Bu kelâm, geçen hükmü açıklar ve İbrâhîm'in, zahire göre ilâhî emre muhalefet gibi görünen fiilini izah eder.

Yani İbrâhîm'in babası Azer'e mağfiret dilemesi, başka bir sebepten değil ancak babasına verdiği sözden dolayı idi.

İbrâhîm'in (aleyhisselâm) babasına verdiği söz,

" senin için mutlaka af dileyeceğim!" ve

" Rabbimden senin için af dileyeceğim!" âyetlerındeki beyânlarıdır.

İbrâhîm (aleyhisselâm) babasının gerçek durumu henüz kendisine açıkça belli olmadan, inanır umuduyla onun hakkında af dileme va'dinde bulunmuştu. Yoksa böyle bir söz vermezdi. Sanki şöyle denilmiş oluyor:

İbrâhîm'in babası hakkında af dilemesi, henüz onun durumu belli, değil iken ona verdiği bir sözden kaynaklanıyordu.

"Vaktaki babasının Allah düşmanı olduğu kendisine tebeyyün etti; o da ondan uzaklaştı."

Yani, babasının küfürde ısrarlı olduğu ve ebediyen iman etmeyeceği vahiy yoluyla İbrâhîm'e bildirilince,

Diğer bir görüşe göre, babası kâfir olarak ölünce o ondan uzaklaştı.

Ancak birinci görüş, "Allah düşmanı olduğu" ifâdesine daha uygundur. Çünkü ölüm halı, düşman olarak vasıflandırılmışına mânidir.

B- "Gerçekten İbrâhîm, çok yufka yürekli, hakim biriydi."

İbrâhîm (aleyhisselâm) pek şefkatli, yufka yürekli, eziyet ve mihnetlere sabırlı idi.

Bu cümle, İbrâhîm'in babası hakkında af dilemesinin sebebini açıklar.

Yani İbrâhîm (aleyhisselâm) pek şefkatli ve yufka yürekli olduğu için, babasının durumu kendisine kesin belli olmadan önce onun hakkında af dilemişti. Binaenaleyh bu başkaları için uyulması şayan-ı tavsiye bir örnek oluşturmaz.

Bir de bu beyân, durum apaçık belli olduktan sonra bundan kaçınmanın zorunluluğunu getirir. İbrâhîm son derece yufka yürekliliğine ve sabrına rağmen, durum kendisine belli olduktan sonra ondan uzaklaştığına göre, başkası bundan evleviyetle sakınmalı ve uzaklaşmalıdır.

115

"Allah bir kavmi hidayete erdirdikten sonra sakınacakları (ittika edecekleri) şeyleri kendilerine bildirinceye kadar dalâlete düşürmez. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Allah bir kavmi hidayete erdirdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine bildirinceye kadar dalâlete düşürmez."

Allah (celle celâlühü), bir topluluğu İslâm'a hidayet ettikten sonra, sakınmaları gereken dinî yasakları kendilerine vahiy yoluyla saraheten veya delâleten açıklamadıkça, nelerden sakınacaklarını kendilerine tebliğ etmedikçe onları hak yoldan sapmış olarak vasıflandırmak Allah'ın âdetinden değildir.

Ondan önce onların yaptıkları dalâlet olarak vasıflandırılmaz ve onunla muahaze olunmazlar.

Bu kelâm, daha önce müşrikler için mağfiret dilemiş olanlara bir teselli gibidir.

Bu âyet, gaafil (habersiz) kimsenin, aklın anlayamadığı şeylerle mükellef tutulamayacağına delildir.

C- "Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Bu kelâm, makablinin sebebini açıklar. Allah, her şeyi ve ezcümle çirkin olduğu sırf akıl yoluyla bilinemeyen şeylerin çirkinliklerinin bilinmesinin beyâna muhtaç olduğunu da bilir. Bundan dolayı, burada yaptığı gibi onları insanlara beyân eder.

116

"Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, hayat verir ve öldür. Sizin için Allah'tan başka ne bir velî (dost), ne de bir nasıîr (yardımcı) yoktur ."

Allah yakın akrabaları bile olsa, mü'minleri, müşrikler için af dilemekten men'etti. Bu da zımnen, onlardan tamamen uzak durmak demekti.

İşte bu münasebetle Allah (celle celâlühü) mü'minlere yalnız kendisinin, bütün varlıkların mâliki, işlerin mütevellisi olduğunu, Kendisinden başka hiç kimsenin nusret ve velayet sağlamasının mümkün olmadığını bildirdi. Bundan amaç mü'minlerin yalnız O'na yönelmeleri, mâsivâdan (O'nun dışındaki her şeyden) umut kesmeleri idi.

117

"Andolsun ki Allah, içlerinden bir fırkanın kalbleri neredeyse kayacak gibi iken, Peygambere ve güçlük zamanın da ona uymuş olan Muhacirlerle Ensar'a tevbe nasib etti ve sonra onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, çok şefkatli (Rauf) dır, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

A- "Andolsun ki Allah, içlerinden bir fırkanın kalbleri neredeyse kayacak gibi iken, Peygambere ve güçlük zamanın da ona uymuş olan Muhacirlerle Ensar'a tevbe nasib etti."

İbn Abbâs 4 diyor ki:

"Allah'ın (celle celâlühü); Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) affetmesinden murad, onun Tebük seferine katılmak istemeyen münafıklara izin vermesidir."

Bir görüşe göre, Allah'ın (celle celâlühü), Muhacirin ve Ensar'ı affetmesi, Uhud ve Huneyn savaşlarında onlardan sâdır olan zelleleri (küçük hataları) hakkındadır.

Bir diğer görüşe göre ise, bu kelâmdan murad, tevbenin faziletini ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bile olsa, her mü'minin tevbeye muhtaç olduğunu belirtmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bile bazı hallerde evlâ olan fiili terk etmesi sebebiyle tevbeye muhtaçtı.

Bu âyet, mü'minlerin Tebük gazasında maruz kaldıkları güçlüklere işaret eder. Şöyle ki:

Bu gazada on mücahid, nöbetleşe bir deveye biniyorlardı.

Erzak olarak yanlarına kurtlanmış hurmaları, bitlenmiş arpaları ve kokmuş içyağlarını bile almışlardı.

Hatta iki kişinin bir hurmayı bölüştüğü olmuştu.

Su sıkıntısı da öyle bir hadde varmıştı ki, develeri kesiyor, onların midesindeki otları sıkıp suyunu içiyorlardı.

Sıcağın şiddeti, kıtlık ve diğer sıkıntılar son haddine varmıştı.

Bu âyette Muhacir ve Ensar'ın bu büyük sıkıntılar içinde Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla vasıflandırılmış olmaları, tevbeye olan ihtiyacın ne kadar büyük olduğunu belirtmek içindir. Onların bu durumları kendilerini tevbeden müstağni kılmadığına göre, başkaları tevbeden hiç müstağni olamazlar.

" içlerinden bir fırkanın kalbleri neredeyse kayacak gibi iken"ifadesi, bu seferdeki sıkıntıların son derece ağır olduğunu ve bu yüzden de bazılarının, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) arkasından gitmemeye temayül ettiklerini belirtir.

"Min ba'di ma kâde yezîğu.." ibaresi bir kıraatte "min ba'di mâ zâğat.." şeklinde okunmuştur ki, bu kıraate göre anlam:

"Mü'minlerden bir fırkanın kalbleri kaydıktan sonra..." şekline olur.

Bu takdirde Ebû Lübâbe ve benzerleri kastedilmiş bulunur.

B- "Ve sonra onların tevbelerini kabul buyurdu."

Bu tekrar, hem te'te'kid, hem de uğradıkları sıkıntılardan dolayı tevbelerinın kabul edildiğine dikkat çekmek içindir. Yani bunca sıkıntılara maruz kalmalarından dolayı Allah (celle celâlühü) onların tevbesini kabul etti.

C- "Çünkü O, çok şefkatli (Rauf)dir, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Bu cümle, tevbelerinin kabul sebebini açıklar. Çünkü şefkat ve rahmet sıfatları, tevbeyi kabul etmenin ve affetmenin sebebidir.

Birinci sıfat (şefkat), zararı kaldırmak,

- ikinci sıfat (rahmet) fayda sağlamaktır. Bunlardan biri geçmiş, diğeri de gelecek için olabilir.

118

"Allah, haklarındaki hüküm geriye bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Allah'tan (Allah'ın azabından) kurtuluşun yine Allah'a sığınmaktan başka çaresi olmadığını anlamışlardı. Sonra Allah, onları tevbeye muvaffak kıldı ve tevbelerini kabul etti. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhamet eden (Rahîm) dir."

A- "Allah, haklarındaki hüküm geriye bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti."

Haklarındaki hüküm, Ebû Lübabe ve arkadaşlarından geriye bırakılan, bunlar gibi özürleri kabul edilmeyen, ancak reci de edilmeyen ve vahiy nazil oluncaya kadar haklarında kesin bir hüküm verilmeyen Kâ'b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Merare b. Rebı adlarındaki üç kişinin de tevbesini kabul buyurdu.

B- "Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Allah'tan (Allah'ın azabından), yine Allah'a sığınmaktan başka çaresi olmadığını anlamışlardı."

Haklarındaki hüküm o kadar tehir edildi kı, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Çünkü insanlar onlardan yüz çevirmiş ve onlarla olan ilişkilerini kesmişlerdi.

Yeryüzünün onlara dar gelmesi, onların şaşkınlıklarının temsilî ifadesidir. Yani hiçbir yerde ve yurtta istikrar ve huzur bulamaz olmuşlardı.

Ve kendi nefislerine döndüklerinde de hiçbir şeyle mutmain olamıyorlardı. Çünkü ruhlarından ünsiyet ve sevinç gitmiş; ruhlarını yalnızlık ve şaşkınlık sarmıştı ve Allah'ın (celle celâlühü) gazabından kurtulmak için yine mağfiret dilemek suretiyle Allah'a (celle celâlühü) sığınmaktan başka çare olmadığım anlamışlardı.

C- "Sonra Allah, onları tevbeye muvaffak kıldı ve tevbelerini kabul etti."

Yahut vahiy indirerek tevbe edenler zümresine dahil olmaları için tevbelerinin kabul edildiğini bildirdi.

Yahut tevbelerinde sebat etmeleri için her defasında hüsnü kabul ve rahmet ile muamele buyurdu.

Ç- "Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhamet eden (Rahîm)dir."

Allah, cinayetler ne kadar çok ve büyük olursa olsun, kemiyet ve keyfiyet olarak tevbeleri çok kabul eden; onlar, çeşitli azaplara müstahak iken, kendilerine çeşitli nimetler bahşedendir.

Rivâyete göre (Hicretin 9. yılında) yapılan Tebük seferinde mü'minlerden bazı kimseler,

-Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber yola çıkmadılar; s

-onra kendi tutumlarını beğenmediler ve fikirlerini değiştirdiler;

-sonra da gidip Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ordusuna katıldılar.

Rivâyete göre Hasen diyor ki:

"- Öğrendiğinıe göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber yola çıkmayan ve geride kalan mü'minlerden birinin, değeri bin dirhemden fazla olan bir bahçesi varmış. Sonra sefere katılmadığına pişman olup:

"- Ey bahçem! Beni geride bırakan sen değilsin ancak senin serin gölgelerin ve meyvelerini beklememdir. Haydi git; artık sen Allah yolunda bir sadakasın!" demiş.

Başka birinin de ailesinden başka bir şeyi yokmuş. O da:

"- Ey ailem! Beni bu seferden geri bırakan, yalnız size olan düşkünlüğümdür. Vallahi, ben bütün sıkıntılara mutlaka göğüs gererek Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ordusuna katılacağım!" demiş ve erzakını alarak gidip orduya katılmış.

Hasen sözüne devam ederek diyor ki:

"- Vallahi, mü'min, günahlarından tevbe eder ve onun üzerinde İsrar etmez. ."

Ebû Zeri: el- Gifarî'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, devesi yüzünden geride kalmış; sonra eşyasını sırtına alıp yaya olarak Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) peşine düşmüş.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun karaltısını görünce,

"- Sen Ebû Zeri: ol (Kün Ebâ Zerr)!" buyurmuş.

Ashâb da:

"- Ya Resûlallah, ta kendisi!" demişler.

O zaman onun hakkında şöyle duâ buyurmuş:

"- Allah, Ebû Zerr'e rahmet eylesin! O, tek basına yürür; tek başına ölür ve tek başına ba'solunur."

Ebû Hayseme'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bahçesine gitmiş. Güzel bir karısı varmış. Eşi, gölge bir yere su serpmiş ve hasır sermiş, taze hurma ve soğuk su getirmiş. O da bakmış ve:

Serin ve hoş gölge, olgunlaşmış hurma, soğuk su ve güzel kadın!..

Resûlüllah ise, güneş altında ve çöl rüzgârlarında!.. Bunda hayır yok!"demiş, sonra kılıcını, mızrağını alıp devesine binmiş ve rüzgâr gibi bir hızla yol almış. Bir ara Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), arkasına dönüp bir göz atmış; bakmış ki, serapta bir süvari geliyor. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Sen Ebû Hayseme ol!" buyurmuş.

Yaklaşınca görmüşler ki ta kendisi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buna sevinmiş ve ona mağfiret dilemiş.

İşte geride kalan bazı mü'minler, bunlar gibi sonradan gidip orduya katılmayı ihmal ettiler.

O üç kişiden biri olan Kâ'b b. Mâlik diyor ki:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu seferden dönünce, yanına varıp kendisine selâm verdim; beni görünce, öfkeliymiş gibi selamımı aldı ve:

"- Kâ'b'ı, bu seferden neyin engellediğini bir bilseydim!" buyurdu.

Bunun üzerine denildi ki:

"- Onu geride bırakan, ancak iki abasının güzelliğ ve iki yanına bakmasıdır (fiyakasına düşkünlüğüdür).

Bunun üzerine Resûlüllah :

"- Ben İslâm'dan ve faziletten başka bir şey bilmem!" buyurdu.

Ve isanların üçümüzle de konuşmasını yasakladı. Ondan sonra akrabalarımız ve diğerleri bizimle ilgiyi kestiler; kimse bizimle konuşmaz oldu. Aradan kırk gün geçtikten sonra eşlerimizden de uzak durmamız ve onlara yaklaşmamamız emrolundu. Aradan elli gün geçmişti. Nihayet bir sabah, Seli dağı tepesinden bir ses aksetti:

cc- Ey Mâlik! Müjde!.."

O anda hemen Allah'a (celle celâlühü) secdeye kapandım. O süre içinde ben, Rabbimin:

"- Yeryüzü, bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı" kelâmında vasıflandırdığı gibi idim. Sonra müjdeler birbirini izledi. Ben de giyindim ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardım. Baktım ki, Mescidde oturuyor, Müslümanlar da etrafında halka olmuşlar.

Onlar beni görünce, Talha b. Ubeydullah, kalkü ve koşarak yanıma geldi, etimi sikti ve:

"- Allah'ın kabul buyurduğu tevben, senin için ağlayacaktır (şefaatçi olacaktır)!" dedi.

Talha'nın (radıyallahü anh) o tesellisini hiçbir zaman unutmayacağım!

O anda, yüzü ay gibi parlayan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, bana:

"- Ey Kâ'b! Annenin seni doğurduğu günden bu yana geçen günlerinin en hayırlısı için sevin!" buyurdu.

Sonra da bu âyeti bize okudu.

Ebubekir el-Varrak'tan rivâyet olunduğuna göre, kendisine nasûh tevbesi sorulmuş ve o da cevaben demiş ki:

Sahabî Kâ'b b. Mâlik ve arkadaşlarının hissettikleri gibi, dünyanın bütün genişliğine rağmen tevbe edene dar gelmesi ve nefsinin, onu sıktıkça sıkması halidir."

119

"Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve sâdıklarla beraber olun ."

Bu hitap umumî olup tevbe edenler de öncelikle bunun kapsamına dahildir.

Diğer bir rivâyete göre ise, bu hitap, özellikle Tebük seferine katılmayanlardan haklarındaki hüküm geriye bırakılanlar içindir.

Yani ey iman edenler! Yaptıklarınız ve yapmadıklarınız bütün işlerde Allah'a aykırılıklardan sakının!

Binaenaleyh gazalar konusunda Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı yapılacak muamele de öncelike buna dahildir.

Ve imanda, ahitde, Allah'ın (celle celâlühü) dininde niyet, söz ve amelde, bütün işlerde, tevbede ve rücûda doğrularla beraber olun! Rivâyete göre İbn Abbâs diyor ki:

"- Bu âyetin hitabı, Ehl-i Kitab'tan iman edenler içindir. Yani siz de Muhacirler ve Ensar ile beraber olun; sadakat ve diğer güzelliklerde o zümreye katılın.

120

"Medine halkına ve bedevilerden mücavir olanlara Resûlüllah'ı izlemekten geri kalmak ve kendilerine ondan daha fazla önem vermek yaraşmaz. Çünkü onların Allah yolunda bir susuzluğa, yorgunluğa ve açlığa maruz kalmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, kendileri için mutlaka bir sâlih amel olarak yazılacaktır. Şüphesiz Allah, iyilik eden (Muhsin)lerin ecrini (mükâfatını) zayi etmez."

A- Medine halkına ve bedevilerden mücavir olanlara Resûlüllah'ı izlemekten geri kalmak ve kendilerine ondan daha fazla önem vermek yaraşmaz."

Medine halkına ve çevrelerindeki bedevi Araplardan Müzeyne, Cüheyne, Eşca', Ğifar ve benzeri kabilelere, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gazaya giderken geride kalmaları ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi canını korumadığı şeylerden onların kendi canlarını korumaları doğru olmaz. Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) katlandığı bütün sıkıntılara ve ağır şartlara onlar da katlanmalıdır.

B- "Çünkü onların Allah yolunda bir susuzluğa, yorgunluğa ve açlığa maruz kalmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, kendileri için mutlaka sâlih bir amel olarak yazılacaktır."

Mü'minlerin, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gazalarına katılmalarının zorunlu sebebi şudur:

Onların Allah (celle celâlühü) yolunda, ilây-ı kelimetullah uğrunda, az bir susuzluğa, yorgunluğa, haramları helâl ettirmeyecek kadar hafif ya da haramları helâl ettirecek kadar şiddetli bir açlığa maruz kalmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları, öldürmek, esir almak, mallarını yağmalamak gibi bir davranışla düşmana karşı başarı kazanmaları, kendilerine va'd-i ilâhî gereği makbul bir amel yazılması içindir. Bu da sevab ve uhrevî saadete ermeyi mucib olacaktır.

C- "Şüphesiz Allah, iyilik eden (Muhsin)lerin ecrini zayi etmez."

Bu cümle, makablinin sebebini bildirir. İyilik yapanlardan murad, yukarıda kendilerinden söz edilenlerdir.

Bu görüşe göre zamir makamında zahir ismin kullanılması (onlar, zamiri yerine, iyilik yapanlar, denmesi), onları medhetmek, onların da, ihsan ehli zümresine dahil olduklarına, amellerinin de ihsan kabilinden olduğuna şahadet etmek ve hükmün kaynağım bildirmek içindir.

Ya da onlardan murad, bütün iyilik yapanlardır ve onlar da öncelikle bu zümreve dahildir.

121

"Allah'ın kendilerini işlediklerinden daha güzeliyle mükâfatlandırmak için yaptıkları küçük veya büyük hiçbir infak (harcama, sarf) ve geçtikleri hiçbir vadî yoktur ki sâlih amel olarak yazılmasın."

Allah'ın kullarını işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandırmak için, velev bir hurma tanesi ya da bir kamçı asacağı kadar küçük veyahut Osman'ın (radıyallahü anh) İhtiyar ettiği kadar büyük olsun her masraf ve geçtikleri her vadi, mutlaka onlar lehine bir sevab veya hasene olarak yazılır.

122

"Mü'minlerin topyekûn (kâffeten) seferber olmaları doğru değildir. Onların her fırkasından bir topluluk dinde geniş bilgi edinmek (tefakkuh etmek) ve seferden döndüklerinde kavimlerini uyarmak (va'z ve nasihat etmek, öğüt vermek) için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. "

Mü'minlerin hepsinin toptan gaza veya seferden geri kalıp evlerinde oturmaları doğru olmadığı gibi, gaza veya ilim talebi gibi bir amaçla toptan sefere çıkmaları da doğru değildir. Çünkü bu durum, onların hayatlarını olumsuz yönde etkiler. O halde her şehir veya kasaba halkından veya kabileden az sayıda bir topluluk, geride kalmak ve dinde geniş bilgi sahibi olmak için her külfet ve meşakkate katlanmakdır. Bundan amaç, kavimleri döndüklerinde onları dinî bakımdan bilgilendirmektir.

Burada, özellikle din bilginlerinin, zikredilmesi, bunların mensub oldukları toplumu aydınlatmalarının çok önemli olmasındandır.

Bu âyet-i kerime, derin ve geniş dinî bilgi edinmenin farz-ı kifaye olduğuna, ve bu tahsili yapanların, amaçlarının, insanlara üstünlük taslamak ve servet sahibi olmak değil, fakat hem kendilerinin, hem de başkalarının haya tina istikamet vermek olması gerektiğine delildir.

Bu âyet-i kerime, âhad haberlerinin (bir veya birkaç kişi tarafından rivâyet edilen hadislerin) hüccet kabul edilebileceğine delildir.

Zira âyetteki " her fırkadan" lafzının ifâde ettiği genellik, bir köyde üç kişi bile otursa, onlardan birinin, dinde geniş bilgi edinmek ve kendi toplululuğunu uyarmak, onların öğüt alıp sakınmalarını sağlamak için geride kalmasının zorunlu olduğunu gösterir. Eğer mütevatir olmayan ihbar (yalan üzerinde birleşmeleri imkânsız çok sayıda kişi tarafından olmayan ihbar) muteber olmasaydı, bu âyetteki genelliğin bir anlamı olmazdı.

Bu âyetin başka bir veçheden izahı da şöyledir:

Mü'minler, gazadan geri kalanlar hakkında nazil olan âyetleri duyunca, va'dedilen mükâfatlara rağbet ederek ve va'dedilen cezadan da korkarak, hepsi sür'atle savaş birliklerine katıldılar ve dinî bilgileri edinmekten tamamen kesildiler. İşte bunun üzerine belli bir topluluğun cihada gitmesi, geri kalanların ise, geniş dinî bilgi edinmek için geride kalmaları emredildi kı, cihad-ı ekber (en büyük cihad) sayılan ilim tahsili, kesintiye uğramasın. Çünkü peygamberlerin gönderilmesinden asıl maksat, ilmî hüccetlerle mücadele vermektir.

123

"Ey iman edenler, önce yakın çevrenizde olan kâfirlerle savaşın (mukatele edin). Böylece onlar sizde bir sertlik (güç, kuvvet, gılzat) bulsunlar. Şunu bilin ki gerçekten Allah, sakınanlarla beraberdir."

A- "Ey iman edenler, önce yakın çevrenizde olan kâfirlerle savaşın."

Mü'minlerin, sırasıyla en yakınlarında olan kâfirlerle savaşmaları emredilmiştir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, önce en yalan aşiretini uyarmakla emrolunmuştu. Çünkü en yakınların, şefkat ve ıslah haklan önce gelir.

Bir görüşe göre bunlardan murat, Benî Kureyza, Benî Nadıîr ve Hayber Yahu ekleridir.

Başka bir görüşe göre ise, bunlardan murat Rumlardır. Çünkü Rumlar, Şam'da bulunuyorlardı ve Şam da, Irak'a nisbetle Medine'ye daha yakındır.

B- "Böylece onlar sizde bir sertlik (güç, kuvvet, gılzat) bulsunlar. Şunu bilin ki gerçekten Allah, sakınanlarla beraberdir."

Onlar savaşta sizde şiddet ve sabır olduğunu görsünler.

Ve bilin ki, Allah'ın (celle celâlühü) hıfzı ve yardımı, takva sahipleriyle beraberdir.

Bu takva sahiplerinden murat,

- ya muhatablardır; buna göre zamir makamında zahir ismin kullanılması (takva sahipleri, yerine onlar, denmemesi), iman ile savaşmanın, takva babınden olduğunu sarahatle belirtmek ve onların da, takva sahipleri zümresine dahil olduklarına şahadet etmek içindir;

- Ya da takva sahiplerinden murat, bütün takva sahipleridir ve muhatablar da, öncekide onlara dahildir.

Allah'ın (celle celâlühü) takva sahipleriyle beraber olmasından murad, daimî velayettir.

124

"Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri şöyle der: "- Şimdi bu, hanginizin imanını artırdı?"

İman edenlere gelince; o sûre onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler."

A- "Bir sûre indirildiği, zaman, içlerinden biri şöyle der

"- Şimdi bu, hanginizin imanını artırdı ?"

Kur'ânîn sûrelerinden biri indirildiği zaman, münafıklardan bazıları, nifakta sebat etmelerini sağlamak için kardHanımlarına, yahut imandan çevirmek için avam ve zayıf mü'minlere derler ki:

"- Bu sûre, hanginizin imanını artırdı?"

Münafıkların hiç imanı olmadığı halde onlar hakkında imanın artmasından söz edilmesi, mü'minlerin imanı, itibariyledir.

Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

Gerçek mü'minler o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredildiği zaman kalbleri titrer, onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman imanları artar.."

B- "İman edenlere gelince; o sûre onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler."

Bu cümle, doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından verilen bir cevap olup hakkı tesbit ve onların hem içinde bulundukları ve hemde gelecekteki hallerim tayin eder.

Yani Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun katından gelen vahye iman edenlere gelince; onların o sûrenin âyetlerini tefekkür etmekten ve içerdiği hakikatlere vâkıf olmaktan dolayı yakînî (kesin) bilgileri artar ve bunlardaki hakikatlere olan imanlarının, eski kılanlarına katılmasıyla imanları daha da ziyâdeleşmiş olur.

Ve onlar, bu sûrelerin inmesine ve içerdikleri dinî ve dünyevî faydalara sevinirler.

125

"Kalblerinde hastalık olanlara gelince ; o (sûre), onların pisliğine pislik (rics) katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler."

Kalblerinde küfür, şüphe ve bâtıl inanç hastalığı olanlara gelince; o sûre onların, eski küfürlerine yeni küfür, eski bâtıl inançlarına yeni bâtıl inanç, eski kötü ahlâklarına yeni kötü ahlâk katar, ve onların bu halleri ölünceye kadar devam eder, sağlamlık ve süreklilik kazanır.

126

"Onlar (münafıklar), her yıl, bir veya iki defa muhakkak bir belâya uğratıldıklarını görmezler mi? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de öğüt (ibret) alıyorlar. "

A- "Onlar (münafıklar) her yıl, bir veya iki defa muhakkak bir belâya uğratıldıklarını görmezler mi?"

Bu istifham inkâr ve tevbih içindir.

" bir veya iki defa" ifâdesi tadadî veya tahdidi değil sırf çokluk (kesret) belirtmek içindir.

Yani o münafıklar, görmüyorlar mı ki, her yıl defalarca, hastalık ve benzeri sıkıntılara, Allah'ın (celle celâlühü) huzurundaki duruşmayı hatırlatması ve imana sebep olması gereken çeşitli belâlara çarptırılıyorlar?

Yahut o münafıklar, müteaddit defa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber cihada çıkmakla sınandıklarını, özerlikle mü'minlerin imanını artıran, münafıkları azarlayan, onların içinde bulundukları çirkinlikleri ifşa ederek kendilerini rezil rüsvay eden âyetlerin indiğini görmüyorlar mı?

B- "Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de öğüt (ibret) alıyorlar."

Onlar, iman etmelerini gerektiren bu belâlara uğradıktan ve cihad ile sınandıktan sonra da yine içinde bulundukları nifaktan tevbe etmiyorlar ve bunca belâlardan ders almıyorlar.

127

"Ne zaman bir sûre indirilse birbirlerine bakarlar:

"- Acaba sizi biri mi gözlüyor?"

Sonra da sıvışıp giderler. Allah, onların kalblerini (haktan) çevirmiştir. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur."

A- "Ne zaman bir sûre indirilse birbirlerine bakarlar:

"- Acaba sizi biri mi gözlüyor? "

Berâe -Tevbe sûresinin 124. âyeti, nazil edan bir sûre ile ilgili olarak münafıkların kendi aralarında söylediklerini beyân etmekte idi. Şimdi bu âyet ise, vahyin kendilerine tebliğ edilmesi halinde takındıkları tavırları sergiliyor.

Onlar, alay etmek, ya da nifaklarını ortaya çıkaran ve kendilerini rezil rüsvay eden âyetlere öfkelenerek tebliğ ortamından sıvışmak için gözleriyle işaretleşirler. Şöyle ki:

"- Sizi Müslümanlardan gözetleyen biri mi var?"

Onlar bu sözleriyle, Kur’ân'ı dinlemeye dayanamadıklarını, gülmek zorunda kalarak rezil rüsvay olmaktan çekindiklerini gösteriyorlar.

Yahut kimseye görünmeden veya farkına varılmadan meclisten çıkıp gitmek, daha kadar bir şeylerin arkasına saklanarak sıvışmak için çare arayan gözlerle bakışıyorlar.

Diğer bir görüşe göre ise, bu ifâde münafıkların aleyhinde bir sûre indirildiği zaman... demektir.

B- "Sonra da sıvışıp giderler."

Fırsat bulduktan ve mü'minlerden kimse kendilerini görmediğine emin olduktan sonra hepsi, rezil n'isvay olmak korkusuyla vahiy meclisinden sıvışıp giderler.

C- "Allah, onların kalblerini (haktan) çevirmiştk:. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur."

Onlar, kötü anlayışları yahut düşüncesizlikleri sebebiyle anlama kudretinden yoksun bir topluluktur. Bu yüzden Allah (celle celâlühü), kalblerini haktan çevirmiştir.

Yahut bu cümle duâ anlamındadır. Yani Allah (celle celâlühü), kalplerini haktan çevirsin!

128

"Andolsun ki size kendi içinizden azîz (izzet ve şeref sahibi) bir Resul geldi. Sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü'minlere karşı şefkatli (Rauf) ve merhametli (Rahîm) dir."

Bu hitap, Araplar içindir. Şöyle ki:

Ey Araplar! Andolsun ki, size kendi cinsinizden, sizin gibi Arap ve Kureyş'li - bir kırâete göre ise, sizin enfesiniz, eşrefiniz ve efdalinizden- öyle bir Peygamber gelmiştir kı, sizden olmasının sonucu sizin bir kötülük veya sıkıntıyla karşılaşmanız ona çok ağır gelir; sizin kötü akıbetinizden ve azaba düşmenizden endişe eder; o, sizin imanınıza ve salâhınıza çok düşkündür; sizden olan ve olmayan bütün mü'minlere karşı çok şefkatlidir; çok merhametlidir.

129

"Eğer yüz çevirirlerse (Resûlüm) de ki:

"- Allah, bana yeter (Hasbiya-llâhü). O'ndan başka ilah yoktur. Ben, O'na tevekkül ettim. O, büyük Arş'ın Rabbidir."

Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli için hitap ona tevcih edilmiştir. Şöyle ki:

Ey Resûlüm! Eğer onlar sana iman etmekten yüz çevirirlerse de ki:

"- Allah (celle celâlühü) bana yeter."

(Çünkü O, gerçekten sana kâfidir ve seni onlara karşı muzaffer kılacaktır.)

Ben sadece O'na tevekkül ettim; ben ancak O'ndan dilerim ve O'ndan korkarım. O, yüce Arş'ın sahibidir.

Büyük Arş, pek muazzam hükümranlık demektir.

Yahut bütün kâinatı kuşatmış olan muazzam bir cisimdir ki, İlâhî hükümler, kaza ve kaderler, oradan nazil olur.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kur’ân'ın bütün bölümleri âyet âyet, harf harf inmiştir; yalnız Berâe (Tevbe) sûresi ile Kul hüvellahü ehad (İhlâs) sûresi hariç. Çünkü bu iki sûre, yetmiş bin saf melek refakatinde bana indirilmiştir."

0 ﴿