YÛNUS SÛRESİ

Mekke'de inmiştir, 109 âyettir

1

"Elif, lâm, râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir."

A- "Elif, lâm, râ."

Bu harfler, Bakara sûresinin başında zikredildiği gibi, ya harflerin sayımıdır, ya da bu sûrenin adıdır ki, ekseriyetin görüşü budur. Yani bu sûre, "Elif, lâm, râ" süresidir.

B- "İşte bunlar hikmet dolu Kitab'ın âyetleridir."

Burada Kitab'tan murad, ya Kur’ân'ın tamamıdır; Kur’ân o zaman henüz tamamen nazil olmamış ise de bu, onun tamamının Allah'ın (celle celâlühü) ilminde veya Levh-ı Mahfuz'da sabit ve belli olmasındandır; yahut meşhur rivâyete göre, Kur’ân'ın toptan dünya semasına inmiş olması itibariyledir.

Nitekim "el-Hamd" sûresi de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde, "Fatihatü'l- Kitab / Kitab'ın Fatihası" ve "Ümmü'l- Kur’ân / Kur’ân'ın anası" ismiyle anılıyordu.

Oysa o zaman henüz Kur’ân'ın tamamı iki kapaklı bir Mushaf olarak ortaya çıkmış değildi.

"Kitab" veya "Kur’ân" adı, Kur’ân'ın o zamana kadar nazil olan bölümleri hakkında kullanıldığı gibi Kur’ân'ın müşahhas bütünlüğü anlamında da kullanılıyordu.

Nitekim rivâyete göre Câbir diyor ki:

"- Peygamber Uhud şehidlerinden her iki kişiyi bir kefen içine koyduruyor; sonra da:

"- Hangisi daha çok Kur’ân biliyordu" diye soruyordu.

Onlardan birine işaret edilerek:

"- Bu!" denildiğinde, önce onu mezara indirtiyordu."

İşte o vakit insanların Kur’ân kelimesinden anladıkları, onun Allah'ın Eğitinin de veya Levh-ı Mahfuz'da sabit olduğu veyahut da dünya semasına toptan indirilmiş bulunduğu düşünülmeksizin o zamana kadar nazil olan bölümleridir.

İşte bu anlayışla bu sûrenin âyetleri, hikmet dolu Kitabın belli âyetleridir. Kitabın, "haldin — hikmetli" vasfıyla vasıflandılmasi, ya çeşitli parlak ve üstün hikmetleri içermesinden ve onları ifâde etmesinden; ya da kelâmı, sahibinin vasfıyla vasıflandırılmasından; veya mecazî olup Kitabın, hikmet konuşan hakîme (hikmet sahibine) benzetilmesinden dolayıdır.

Bir başka görüşe göre, Kitab, sûrenin kendisinden ibarettir.

Ancak "tilke / işte bunlar" işareti, sûrenin içerdiği bir kısım âyetler için olmalıdır. Bu takdirde işaret edilenler, âyetlerin tamamı değil, fakat bir kısım olması gerekir. Çünkü âyetlerin tamamı, sûrenin bizzat kendisidir. Onun için âyetlerin tamamına işaret edilmiş olsa, bu ifâdenin bir anlamı ve hikmeti kalmaz; kemâl sıfatlarıyla medhetme anlamı hasıl olmaz.

2

"İnsanları uyarsın ve iman edenleri Rableri katında bir ka-dem-i sıdk (yüksek doğruluk makamı) ile müjdelesin diye içlerinden bir ere vahyetmenıiz o insanlar için şaşırtıcı bir şey mi oldu ki kâfirler:

"- Bu, şüphesiz apaçık bir sihirbaz!" dediler."

Burada insanlardan murat, Mekke kâfirleridir. Onların bu şaşmalarının sebebi, küfürleridir. Böyle olduğu halde kâfirler değil de insanlar olarak ifâde edilmesi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarındaki ortak vasfı tesbit etmek, kendi iddialarına göre taaccüp sebebini belirlemek, sonra inkâr ve taaccüblerini belirterek onların hatalarını ve iddialarının bâtıl olduğunu açıklamak içindir.

" içlerinden bir er", ya kendi cinslerinden bir beşer demektir; nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Dediler ki:

Allah, Peygamber olarak bir beşer mi gönderdi?" ya da mal, servet bakımından onların büyüklerinden olmayan bir kimse, demektir; nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Ve dediler ki:

"- Bu Kur’ân, o iki şehirden (Mekke ile Taif ten) bir büyük adama indirilseydi ya!.." Her iki mânâya göre de, kâfirlerin bu iddiası, son derece bâtıl ve yanlıştır.

Birincisine göre yanlıştır, çünkü bir meleğin Peygamber olarak gönderilmesi, ancak, kendilerine Peygamber gönderilenlerin, melekler olması hâlinde mümkün olabilir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:

" (Resûlüm) de ki:

" Eğer yeryüzünde gezip dolaşanlar melekler olsaydı elbette onlara gökten bir melek Resul indirirdik." Beşerin avamı ise, meleklerle ilişin kurmaktan uzaktır. Bu ihşkiler, arada münasebet ve cinsiyet birliği bulunmasına bağlıdır. Bu itibarla onlara melek göndermek, tekvin (yaratılış) ve teşriin dayandığı hikmete ters düşer.

Hikmetin gereği, özellikle arınmış bir ruha sahip olan, kudsî bir kuvvetle desteklenen, ruhanî ve cismanî her iki âlemle de irtibatı bulunan, havastan insanlara (Peygamberlere) bir melek gönderilmesidir.

İşte bu vasıfları taşıyanlar, vahyi bir taraftan (meleklerden) alır diğer tarafa (insanlara) aktarırlar.

İkinci mânâya göre de, kâfirlerin iddiaları yanlıştir. Çünkü nübüvvet ve risalet için seçilmek, ancak bu güzel ve yüce sıfatlarda ileri mertebede bulunmak, vehbî (yaradılıştan) ve kısbî (sonradan kazanılan) yüksek fazilet ve üstün melekeleri haiz olmakla mümkündür.

Ve insaf ehlinden hiç kimsenin şüphesi yoktur ki, Peygamber bu konuda en yüksek mertebede bulunur.

Dünyevî riyaset ve servet sahibi olmanın, bu üstün vasıflara hâiz olmakta kesinlikle dahli yoktur. Hatta servet ve zenginlikte ileri olmak için genellikle o üstün vasıfların ihlâli gerekir.

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bîr hadislerinde şöyle buyurur:

"- Eğer dünyanın Allah katinda sivrisinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, Allah, dünyadan kâfire bir yudum su bile vermezdi."

Onların, "Bu şüphesiz apaçık bir sihirbazdır" sözünden, kasdettikleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) idi.

Diğer bir kırâete göre ise, bu cümledeki "sâhir / sihirbaz" kelimesi, "sihir" seklinde de okunmuştur. Buna göre, onlar, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyolunan, Kur’ân'ı,

"- Bu, apaçık sihirden başka bir şey değil" diye vasıflandırmış oluyorlardı.

Onlar bu sözleriyle, aslında farkında olmadan bir gerçeği itiraf ediyorlardı:

-Gördükleri, beşer takatinin üstünde bir şeydi,

-O Kur’ân, kuvvet ve kaderin yaratıcısı Allah (celle celâlühü) tarafından indiriliyordu.

Onların Kur’ân'ı sihir, Peygamberi'de (sallallahü aleyhi ve sellem) sizhirbaz olarak vasıflandırmaları, aşırı inatlarından başka bir şey değildi.

Nitekim büyüklük taslayan inatçıların ve hüccet karşısında susmak zorunda kalan kimselerin tavrı her zaman böyle olmuştur.

3

"Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş üzerine istiva etti. Bütün işleri O tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz Allah budur. O halde yalnız O'na kulluk edin. Hiç düşünmez misiniz?"

A- "Şüphesiz Rabbiniz O Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı . Sonra Arş üzerine istiva etti. Bütün işleri O, tedbir eder."

Bu cümleler dikkatleri icmâlen, yaratma, takdir ve tedbir işlerine ilişkin bazı gerçeklere çeker.

İnsanları da bunları anlamaya sevk ve irşad eder.

Ve ister ki inkâr cihetine sapmadan bu apaçık gerçeği itiraf etsinler. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyurulur:

" (Resûlüm) de ki:

"- Yedi göklerin Rabbi ve Büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"

" Onlar Allah'tır; diyecekler. (Resûlüm) de ki:

"- O halde hiç sakınmaz mısınız?" Bir diğer âyette de şöyle buyurulur:

" (Resûlüm) de ki:

"- Sizi gökten ve yerden kim rızıkl an diriyor?

Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik bulunuyor?

Ölüden diriyi kim çıkarıyor; diriden ölüyü kim çıkarıyor?

Bütün işleri kim idare ediyor? "- Allah'tır; diyecekler.

(Resûlüm) de ki:

"- O halde sakınmaz mısınız ?"

Size uyarı ve müjde amacı ile içinizden bir recül (adam) göndermesine taaccüb ettiğiniz ve gönderdiği Resulüne vahyetüği Kitabı sihir saydığınız Rabbiniz O Allah'dır (celle celâlühü) ki gökleri ve yeri ve her ikisinde bulunan kâinatın temel unsurlarını altı günde, ya da altı vakitte, yahut bilinen altı gün kadar bir zamanda yarattı.

Bu altı günden murad, biknen gün cinsinden değildir. Çünkü henüz dünya ve sema mevcud değildir. Güneşin, arz üzerinde olmadığı bir zamanda günün mevcudiyeti elbette düşünülemez.

Allah'ın (celle celâlühü), bütün kâinatı defaten, bir anda yaratmaya muktedir olduğu halde tedricen, altı aşamada yaratması, kulların buna bakarak ibret almaları, bir iş yaparken seçim ve tercih kullanmaları gerektiğine delildir; bütün hal ve hareketlerde teenni ile davranmaya teşviktir.

Allah'ın (celle celâlühü), kâinatı yaratma süreci için belli bir zaman dilimi tayin etmesinin hikmetini ancak Kendisi bilir.

Gökler için "semâvat" şeklinde çoğul kullanılması, göklerin, tabiatlerı, eserleri ve hükümleri birbirlerinden farklı cisimler oldukları içindir.

Arş, kâinattaki bütün cisimleri ihata eden en büyük cisimdir.

Ona Arş denmesi, yüksek olduğundandır.

Yahut Arş, hükümdarların tahtına benzeüldiğı için böyle isimlendirilmiştir.

Çünkü kâinatla ilgili bütün emirler ve tedbirler Arş'tan iner.

Diğer bir görüşe göre ise, Arş, hükümranlık ve saltanat demektir, Allah'ın (celle celâlühü), Arş'a istiva etmesi, Kendisinin veya emrinin onu istilâ etmesi bütün kâinatı hâkimiyeti altına alması demektir, Hanefî ulemasına göre, Arş'ı istiva etmek, Allah'ın keyfiyetsiz bir sıfatıdır. Yani Allah (celle celâlühü) mekândan ve istikrardan münezzeh ve iradesine uygun olarak Arş'ı istilâ etmiştir.

Allah'ın (celle celâlühü) azameti, sınırsız kudreti, o mazzam cisimleri yaratması ile belirtildikten sonra bu kelâm ile de, O'nun hükümrantiğınm ve saltanatının celâli ifâde edilmiş oluyor.

Tedbir, güzel sonuçlar vermesi için, işlerin sonuna ve akıbetine dikkatle bakmaktır. Burada tedbirden murad, en mükemmel veçhile takdir etmektir.

Tedbir edilen işlerden murad, göklerin, yerin ve Arş'ın hükümranlığı ile bunların dışında değişik biçimlerde zât, sıfat, zaman ve vakit olarak sayısız münasebetler ve farklılıklar gösteren yönleriyle tedricen, azar azar, meydana gelen cüz'iyatür.

Yani Allah (celle celâlühü) kâinatı, bütün varlıkları, olabilecek her şeyi, takdir eder, gerek vücut, gerekse beka olarak, hepsinin sebeplerini, belli vakitlerini hazırlar ve üstün hikmetinin gereği en mükemmel şekilde düzenler.

B- "O'nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz "

Bu cümle, Allah'ın (celle celâlühü) takdir ve tedbirdeki istibdadını (mutlak ve münhasır kudretini) açıklar ve şefaati de en belagatli veçhile nefy (reci)eder.

Hiç kimse, hiçbir zaman, hiç kimseye şefaat edemez; ancak Allah'ın üstün hikmeti gereği izin vermesi hali müstesna. O halde şefaat edenin, seçkin hayırlılardan olması, kendisine şefaat edilenin de, şefaate lâyık bulunması gerekir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Rûh (Cebrâîl ) ve melekler saf saf olup durdukları gün, Rahman'ın izin verdiklerinden başkası konuşamaz." Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) celâlini ve azametini pek güzel ifâde eder.

C- "işte Rabbiniz Allah budur. O halde yalnız O'na kulluk edin!"

O şânı yüce, ulûltiyetin gerekçesi kemâl sıfatlarının sahibi Rabbiniz Allah (celle celâlühü) işte budur.

"O halde yalnız O'na kulluk edin!" Görmeyen, duymayan, zarar veremeyen ve fayda temin edemeyen cansız varlıklar (putlar) şöyle dursun, melekleri ve Peygamberleri bile O'na ortak koşmayın!

Ç- "Hiç düşünmez misiniz?"

Hâlâ anlamayacak mısınız? Gerçek, anlatıldığı gibidir. Niçin düşünmüyor, öğüt almıyorsunuz? İçinde bulunduğunuz durumun kötü olduğunu kavramıyor ve ondan vazgeçmiyorsunuz.

4

"Bütün hepinizin dönüşü O'nadır. Allah'ın va'di haktır. Şüphesiz halkı yoktan var eden O'dur. Sonra iman edip sâlih ameller isleyenleri adaletle mükâfadandırmak için onu iade eder. Kâfir olanlara gelince; küfürleri sebebiyle kaynar içecek ve can yakıcı azab onlar içindir."

A- "Bütün hepinizin dönüşü O'nadır. Allah'ın va'di haktır."

Allah'ın (celle celâlühü), âhiret hayatı hakkındaki gerçek va'di gereği hepiniz, ölümden sonra dirilecek, O'nun huzurunda toplanacaksınız; dönüşünüz ancak O'nadır; başkasına değil. "V-a'da-llâhi hakka — Allah'ın va'di haktır" ifâdesi, dönüşten muradın, ölümden sonraki diriliş (ba's) ve Allah'a dönüş olduğuna delildir.

Burada va'd konusu olan ölüm ile olan dönüş değildir. Bilindiği gibi insanların toplanması da ölümden hemen sonra vuku bulacak değildir.

B- "Şüphesiz halkı yoktan var eden O'dur. Sonra iman edip sâlih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu iade eder. Kâfir olanlara gelince; ; küfürleri sebebiyle kaynar içecek ve can yakıcı azab onlar içindir ."

Bu ifâdeler, dönüşün yalnız Allah'a (celle celâlühü) olduğunun zorunlu bir açıklamasıdır.

Önce yoktan yaratmanın sonra âhirete iadenin gayesi, mükelleflerin amellerinin iyi ya da kötü karşılığını vermektir.

"Kâfir olanlara gelince; küfürleri sebebiyle kaynar içecek ve can yakıcı azab onlar içindir" cümlesi de kâfir olanların küfürleri sebebiyle cezalandıracağını belirtir.

5

"Güneşi ziya (ışık kaynağı), Ay'ı nûr kılan, senelerin sayı ve hesabını bilesiniz diye ona menzil (konak)ler takdir eden O'dur. Allah, bunları ancak hakla yarattı. O, bilen bir topluluk için âyetlerini tafsil ediyor."

A- "Güneşi ziya (ışık kaynağı), Ayı nûr kılan, senelerin sayı ve hesabını bilesiniz diye ona menzil (konak)ler takdir eden O'dur."

Bu âyetle, Allah'ın (celle celâlühü) varlığına, birliğine, sınırsız ilim, kudret ve hikmetine, iki nurlu varlık üzerindeki tasarruflarına, icmalen işaret edilen bazı tedbirlerine dikkat çekiliyor ve ayrıca şu hakikat vurgulanıyor:

Allah, bu harika tedbirlerle, insanların dünya hayatına ilişkin işlerini düzenlendiği gibi, âhiret hayatına ilişkin işlerini de, Peygamberler göndermek, kitaplar indirmek, hidayet yollarını göstermek, uçurumlara düşme tehlikesini belirlemek suretiyle düzenliyor.

" Güneşi ziya, Ay'ı da nûr kıldı." İfadesine gelince; ya Güneşin ışık, Ayın nûr olması, ya da mübalağa için ışığın Güneş, nurun da Ay kılınması demektir.

Ancak bu, sonradan ışıklı ve nurlu kılınması anlamında değil fakat baştan öyle yaratılmış olmaları anlamındadır.

Ziya, nurdan daha kuvvetlidir.

Diğer bir görüşe göre ışığı, bizzat endisinden olanın neşrettiği aydınlık ziyadır; başkasından gelen ışığı yansıtanın aydınlığı ise nurdur.

O halde bu âyet, Ayın ışığının Güneşten kaynaklandığını ifâde ediyor demektir.

Yani, Güneşi ışıklı, yahut ışık kılan, Ayı nurlu, yahut nûr kılan, Güneşin doğuşuna ve batışına bağlı olarak, gece ile gündüzü peş peşe getiren, dinî ve dünyevî işlerin bağlı olduğu vakitlerin hesablanabilmesi için Ayın gök yüzündeki seyri sırasında ona bir takım menziller takdir eden, ya da Ayı bir takım menzillere sâhib kılan ancak Allah'tır.

Menziller takdirinin Aya tahsisi,

-Ayın seyrinin süratinden,

-menzillerinin belli olmasından,

-şeriat hükmlerinin ona bağlanmasından,

-Arap târihlerinde umde (vakit tayinine medar) olmasından dolayıdır.

1- Ayın yirmi sekiz menzili vardır.

2- Ay, hiç değişmeyen bir çizgide her gece bu menzillerden birine iner; ne onu geçer, ne de onun gerisinde kalır.

3- İlk göründüğü geceden yirmi sekizinci geceye kadar hep aynı yolu izler.

4- Ay son menziline varınca, ince bir yay şeklini alır ve sonra iki gece ve otuzdan eksik aylarda da bir gece görünmez olur.

5- Güneşin, Ayın her menzilde bulunduğu süreye tekabül eden günleri ise, on üç gündür.

6- Ayın bu menzilleri, Arapların dedikleri ve kendilerine nisbet ettikleri bir takım parlak yıldız kümelerinin mevkileri dir ki, şunlardır:

Seretan, Batın, Süreyya, Deberan, Hâk'a, Hen'a, Zira', Nesre, Tarf, Cebhe, Zebre, Sarfe, Awâ', Semmâk, Gafr, Zebanı, İklîl, Kalb, Şevle, Neâirn, Belde, Sa'dü'z-Zâbih, Sa'dü Bela', Sa'dü's-Seûd, Sa'dü'l-Ahbiye, Ferğu'd-Devh'l-Mukaddem, Ferğu'd-Devli'l- Muahhar, Reşâ.

Bu sonuncusuna Batnu'l-Hût da denir.

Âyette, sayı, yıllara, hesap da vakitlere tahsis edilmiştir.

Çünkü sayılan yıllar için, sayıların mertebelerine mugayir bir mânâ itibar edilmemiş; hesap edilen vakitlerde ise bu mânâya itibar edilmiştir.

Bunun izahı şöyledir:

Hesap, ayrı kemiyetleri olan şeylerin emsalini saymaktır. Şöyle kı:O kemiyetlerin muayyen bir grubundan muayyen bir sınır hasıl olur ve onun özel bir ismi ve müstakil bir hükmü olur. Mesela: Sene on iki aydan, her ay otuz günden ve her gün yirmi dört saatten meydana gelir.

Saymak, emsal sayıların tekrar edilmesidir.

Sayılan yıllar için, sayı mertebelerinin isimlerinden başka muayyen bir had, özel bir isim ve müstakil bir hüküm itibar edilmediğinden dolayı ona sayı (aded) izafe edilmiştir.

Adecilerin mertebelerinden onlar, yüzler ve binler basamaklarının meydana gelmesi ise tamamen itibarîdir.

Hesap edilen vakitlerde ise, özel isimleri ve müstakil hükümleri olan mertebeler hasıl olur. Bu cihetle, bunu bildiren hesap, onunla bağlantılı kılınmıştır.

Âyette sayı, hesaptan önce zikredilmiştir. Oysa onların taalluk, ettiği şeyler, vücut olarak da, ilim olarak da bunun aksidir (her iki cihetten de hesap, sayıdan önce gelir). Böyle olmakla beraber sayının önce zikredilmiş olması, şunun içindir:

Cihetleri ayrı olsa da, yılların sayısına taalluk eden ilim, icmali bir ilimdir; hesaba taalluk eden ilim ise tafsilatlı ilimdir. (Ve icmalî ilim, tafsili ilimden önce gelir.)

Yahut sayı, yukarıda belirtildiği gibi, kendisinde, başka bir şeyin hasıl olması itibar edilmediği için, hesaba göre, basitin, mürekkeb karşısındaki durumu gibidir. (Ve basit, mürekkebten önce gelir.)

C- "Allah, bunları ancak hakla yarattı."

Allah (celle celâlühü), zikredilen halleriyle Güneşi ve Ayı, ancak üstün hikmetinin gereği olarak yaratmıştır.

Bu üstün hikmet de, yukarda icmali olarak işaret edilen, insanların iş ve ibadetlerinin bağlı bulunduğu yılların ve vakitlerin bilinmesidir.

C- "O, bilen bir topluluk için âyetlerini tafsil ediyor."

Allah (celle celâlühü), zikredilen kâinat âyetlerini, yahut mezkûr âyetlerin de öncelikle dahil olduğu bütün âyetlerini, yahut da bunlara dikkat çeken Kur’ân âyetlerini, kâinatı yaratmaktaki hikmeti anlayan ve kâinatın Yaratıcısının yüce şanına delil getiren, yahut Kur’ân âyetlerinin içerdiği hikmeti anlayıp da onlara iman eden bir kavme tafsil ediyor.

Açıklama böyle bir kavme tahsis edilmiştir. Çünkü ondan faydalanan onlardır.

6

"Şüphesiz gece ile gündüzün ihtilâfında (ardı ardına gelişinde), göklerde ve yerde yarattıklarında sakınan (takva sahibi olan) bir topluluk için âyet (ibret, delil)ler vardır."

Bu âyet de zikredilenlere icmali olarak dikkat çeker.

Yani göklerin hareketlerine, dünyanın duruşuna, Güneşin doğuşuna ve batışına göre, gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, birinin diğerinin yerine geçmesinde; mevsimlere göre, Güneşin arza olan mesafesinin değişmesiyle, birinin uzayıp diğerinin kısalmasında, gece ile gündüzün, mekânlara göre değişmesinde; kuzey kutbuna yakın olan ülkelerin yaz günlerinin, uzak ülkelerin yaz günlerinden daha uzun; uzey kutbuna yakın olan ülkelerin yaz gecelerinin, uzak ülkelerin yaz gecelerinden daha kısa; dünyanın yuvarlak olması sebebiyle bazı mekânlar gece iken onun karşıtı yerlerde gündüz olmasında; ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı çeşitli mahrukatta, takva sahipleri için, O'nun varlığına, birliğine, ilim ve kudretinin kemâline, üstün hikmetine delâlet eden bir çok büyük deliller vardır.

Bu ibret bakışı, takva sahiplerine tahsis edilmiştir. Çünkü nazar ve tefekkür sebebi, sorumlul uk duymak ve sakınmaktır. Ancak Allah'a karşı sorumluluk duyanlar bunları idrak edebilirler. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

" Göklerde ve yerde nice âyet (deki, ibret)ler vardır ki, onlar yanlarından yüzçevirerek geçerler."

7

"Şüphesiz likaımızı (Bize kavuşacaklarını) ummayanlar, dünya hayatına razı, onunla tatmin ve âyetlerimizden gaafil olanlar var ya; "

8

"İşte onların me'va (varacakları yer)lan kazandıklarına karşılık ateştir."

Bundan önce insanların dönüşünün Allah'a olduğu, ilkte onları yaratan Allah'ın mükâfat ve mücazat için onları yeniden hayata döndüreceği açıklanmış ve bunu teyid eden bir takım deliller zikredilmişti. Şimdi burada, âhiret hayatim inkâr eden ve ona delâlet eden açık delillerden yüz çeviren insanların varacakları yer beyân ediliyor.

Allah'a (celle celâlühü) kavuşmaktan murad, ya ölümden sonra dirikp huzuruna gönderilmek suretiyle olan dönüştür, ya da hesapla karşılaşmaktır. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur:

" Kadar ben, hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim."

Zannetmek, düşünmek, sezmekten murad, emelsizlik (umutsuzluk) ve korkusuzluğu da kapsayan mutlak mânâda beklememektir. Zira emel ve korkunun olmaması, umulan ve korkulan şeylerin vaki olacağına inancın olmaması demektir.

Yani onlar, Allah'a döneceklerini veya sonunda mükâfat ya da azap bulunan hesabla karşılaşacaklarını beklemiyorlar.

"Dünya hayatına razı olanlar" mealindeki ifâde, buna işaret eder.

Bu ifâde, ayni zamanda onların, değerce aşağı olanı, değerce yüksek olana tercih ettiklerini bildirir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Yoksa dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz?" Ve onlar, az ab tan da korkmuyorlar.

İşte "onunla tatmin olanlar" ifâdesi de buna işaret eder. Yani, onlar, sade dünya hayatıyla mutmain ve kendilerini rahatsız edecek hâdiselerden emin oldular ve kendilerini üzecek azabımızı akıllarına getirmediler; yahut onlar, ahirette diriltılmeyi ve ebedî bir hayat sürmek üzere Bizimle buluşmayı ummuyorlar; âhirdin çeşitli ve yüksek nimetleri yerine fâni dünya hayatına razı ve onunla mutmain oluyorlar; bütün gayretlerini dünya hayatinin lezzet ve zinetlerini elde etmek uğruna harcıyorlar.

Ayetlerden murat:

Ya kâinat sahifelerinde açıklanmış delillerdir; nitekim bundan önce onların bir kısmına işaret edilmişti.

Ya da Allah (celle celâlühü) katından indirilen ve kâinattaki delillerin şahitliğine dikkat çeken, likaullâhın hak, âhiret hayatının ebedî ve dünyanın fâni olduğuna delâlet eden Kur’ân âyetleridir.

Onların, âyetlerden gaafîl olmaları ise dikkatleri çekildiği ve şiddetle uyarıldıkları halde, tamamen dünyaya daldıkları için âyetler üzerinde tefekkür etmemeleridir.

İşte işledikleri çeşitli günahlar ve kötülükler yüzünden onların son meskenleri ve hiç ayrılmayacakları karargâhları cehennem ateşidir.

9

"İman eden ve sâlih ameller işleyenlere gelince; Rabbleri onlara imanları sebebiyle hidayet eder. Naîm cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar."

Gerçekten iman edenler,

-yahut gaalîllerin gaflet ve âyetlerin şahitlik ettikleri hakikatlere iman edenler,

-yahut iman edilmesi gereken bütün hakikatlere iman edenler,

-İslâm açısından sâlih amel sayılan ve imana layık olan işleri yapanlar var ya; iste onları Rabbleri imanları sebebiyle son meskenleri ve amaçları olan cennete kavuşturacaktır.

Bu ilâhî kelâm, sırf iman ve salih amelin cennete girmek için yeterli olmadığını fakat bunlardan başka bir de ilâhî hidayet gerektiğini bildirir.

Cehenneme girmek için ise küfür ile günahlar yeterlidir.

İlâhî hidayete sebep kılınmış olan imandan murat, salih ameller ile beraber olan özel imanlardır. Yoksa amelsiz iman veya genel anlamdaki iman değildir.

Ancak bu âyet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin itikadına muhalif bir mânâya da delâlet etmez. Çünkü Ehl-i Sünnete göre, sâlih amelden hâli (boş) iman da, kısmen cennete ulaştıran bir âmildir ve o da, sahibini ebedî olarak cehennemde bırakmaz. İşte âyette bunun hilafına bir delâlet yoktur. Çünkü bu âyetin ifâde ettiği, sâlih amel île beraber olan imanın, cennete ulaştıran ilâhî hidÂyetin sebebi bulunduğudur. Ve cennete girmeye sebep her şey ilâhî hidayetle olur. Bu itibarla ne bu âyette, ne de benzer âyetlerde, yalnız iman ile, nihaî olarak cennete girilemiyeceğine dair bir delâlet asla mevcut değildir.

" O kimseler ki iman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar; işte güven (enin) onlarındır ve hidayete erenler (doğru yolu bulanlar)de onlardır." ayeti de bu hakikati belirtir. Çünkü bu âyetteki zulümden murat, şirktir. Nitekim müfessirlerler, bu tefsirde ittifak etmişlerdir. Yani imanlarına şirk karıştırmayanlar demektir.

Eğer bu âyette zulüm, şirk değil de, zahir olan haksızlık anlamına hamledilırse, iman eden fakat sâlih amel işlemeyen, bir haramı irtikâb veya bir vacibi (farzı) terk etmek suretiyle zulmetmeden ölen kimse de, hidayete ermişler zümresine dahil olur.

"Onların altından ırmakların akması", kendilerinin yüksek tahtlara ve sıra sıra koltuklara kurulmuş oldukları halde önlerinden ırmaklar akması demektir. Nitekim,

" Fir’avun, kavmine seslenerek dedi ki:

"- Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi?" âyetinde de aynı kelime (taht/alt), ön mânâsında kullanılmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise, Rableri imanları sebebiyle onları, sevaba ve cennete götüren yola hidayet eder; onların bu istikametini sağlamlaştırır, demektir. Buna göre, "Onların altından ırmaklar akar..." cümlesi, ona izah ve beyân mahiyetindedir.

Bir diğer görüşe göre ise, Rableri imanları sebebiyle onları, ameli kuvvet sayesinde harika hakikatlerin idrâkine hidayet eder, demektir.

Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Bir kimse, ilmiyle amel ederse, Allah (celle celâlühü) onu, bilmediği ilimlere de vâris kılar" buyurur.

10

"Onların oradaki duaları:

"- Ey Allah'ım Sen Sübhansın (Seni tenzih ederiz)!"dır.

Onların oradaki esenlik dilek (tahıiyye)leri de: "- Selâm!"dır. Dualarının sonu ise:

"- Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!"dur.

A- "Onların oradaki duaları:

"- Ey Allah'ım Sen Sübhansın!"dır.

Her halde cennet ehli, bu sözleri, cennette Allah'ın (celle celâlühü) yüce kudretinin eserlerini, rahmet ve şefkatinin sonuçlarını, gördükleri zaman, O'nu her türlü acz ve noksanlıktan tenzih ve takdis için bu sözleri söylerler.

B- "Onların oradaki esenlik dilek (tahüyye)leri de:

"- Selâm (selâmün)!"dır

Cennet ehlinin, cennette birbirlerine iyi dilekleri "Selâm!" sözüyle olur.

Yahut meleklerin, onlara iyi dilekleri: "Selam!" demeleri ile olur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Melekler de her kapıdan onların yanlarına girerler."

" Sabrettiğinize karşılık size selam! derler."

Yahut Allah'ın onlara esenlik dileği, "Selam!" sözü ile olur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

" Rahîm Rabbdan onlara bir söz: Selâmdır."

Selâm, her kötülükten selamette kalın! demektir.

C- "Dualarının sonu ise:

"- Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!"dur!"

Cennet ehli, dualarının sonunda:

"- Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun!" derler.

Hulâsa,  cennet ehli, Allah'ı (celle celâlühü) celâl sıfatlan ile medhettikten sonra, bir de ikram sıfatlarıyla medhederler. Yani cennet ehlinin duaları, bu zikredilenlerden ibarettir. Zira onların gerçekleşmesini bekledikleri bir arzuları yoktur ki onu da dualarına dahil etsinler.

Âyette cennet ehlinin duaları anlatılırken, onların dualarının başı ile sonu arasında esenlik dilek (tahiyye) lerinin girmesi, sanılmasın ki kelâmı teberru-ken, hamd ile bitirmeye içindir. Bununla beraber tahıyyet de, mutlak mânâda bu duaya yabancı değildir. (Tamamen yabancı bir şeyin arada zikredilmiş olması sözkonusu değildir.)

Âyetteki duanın, ibadet anlamında olduğunu söyleyen ve caiz görenler de vardır. Ancak cennette teklif yoktur. Yani cennet ehlinin ibadeti, tesbih (tenzih) ve hamdden ibarettir. Bunlar ise, aslında ibadet için değil lezzet almak içindir. 39

11

"Eğer Allah, insanlara, onların hayrı dilemekte isti'cal ettikleri gibi şerri vermekte de acele etseydi onların ecelleri hemen yerine getirilmiş olurdu. Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanlart taşkınlık (tuğyan)ları içinde bocalar bırakırız."

A- "Eğer Allah, insanlara, onların hayrı dilemekte isti'cal ettikleri gibi şerri vermekte acele etseydi onların ecelleri hemen yerine getirilmiş olurdu."

Bu insanlar, öldükten sonra dirilmeyi ve ona terettüp eden hesap ve cezayı inkâr ettikleri için Allah'a (celle celâlühü) kavuşacaklarını ummayanlardır. Burada onların, bazı büyük günahlarına işaret vardır. Bunlar, kendilerine va'dedilen azabı yalanlamak, ceza va'dile istihza etmek, bu amaçla o azabın acele gelmesini istemektir. Eğer onların hayrı acele istedikleri ve

"- Ey Allah'ım, eğer bu (Kur’ân) Senin katından gelmiş bir hak ise, bizim üzerimize semadan taş yağdır ya da bize acı bir azab ver." (Enfal 8/32) sözleriyle ifâde ettikleri gibi şerri de acele istediklerinde Allah (celle celâlühü) onlara şerri de acele verseydi azab için tayin edilmiş olan süre, bir anda yerine getirilmiş olurdu; canları alınıp helâk edilirlerdi ve bir göz kırpması kadar bile kendilerine mühlet verilmezdi.

B- "Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanları taşkınlık (tuğyan)lan içinde bocalar bırakırız ."

Biz, hikmetimiz gereği bunu yapmayız; onlara mühlet veririz; kendilerini taşkınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız.

12

"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta Bize yalvarıp yakarın Fakat sıkıntısını giderdiğimizde kendisine dokunan o sıkıntı yüzünden Bize hiç yalvarıp yakarmamış gibi savuşur gider, İşte o müsrif (aşırı giden, beyinsiz)lere yaptıkları güzel gösterildi."

A- "İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta Bize yalvarıp yakarır."

İnsan, kendisine bir hastalık, yoksulluk veya diğer bir sıkıntı dokunduğu zaman onun kaldırılması için, , yatarken, otururken, ayakta dururken ve diğer bütün hallerde Bize yalvarır durur.

Normal olarak insan, bu üç halden birinde bulunur.

"Dzurr / sıkınti'dan murad yalnız hastalık olabilir. Bu takdirde insan, hastalığın bütün hallerinde Bize yalvarır, durur, demek olur.

Yani insan,

- oturmaktan âciz iken yatarken,

– ayağa kalkmaktan âciz iken iken otururken,

– hareket etmekten âciz iken de ayakta Bize yalvarır, durur.

B- "Fakat sıkıntısını giderdiğimizde kendisine dokunan o sıkıntı yüzünden Bize hiç yalvarıp yakarmamış gibi savuşur gider."

Sıkıntıya uğramış olan, sıkımımın kaldırılması için Bize yalvardıktan sonra Biz de, onun sıkıntısını kaldırınca, sıkıntıdan önceki yola gider; o sıkıntı veya belâ halini unutur.

Yahut yalvarıp yakarmaktan vazgeçer ve yan çizer. Ve sanki Bize hiç yalvarmamış gibi bir tavır takınır.

Bu ilâhî kelam, o sıfatı taşıyan bazı fertleri itibariyle cinsi (bütün insanları) o sıfatla vasıflandırmak kabilindendir.

C- "İşte o müsrif (aşırı giden, beyinsiz)lere yaptıkları güzel gösterildi."

O kötü sıfatları taşıyanlar, müsrif olarak tavsif edilmiştir. Çünkü Allah (celle celâlühü), insanın mâlik olduğu bütün kuvvetleri ve duyguları, yerinde harcamak ve sâlih amel işlemek yolunda kullanmak için bahsetmiştir. Onlar ise, bu sermayelerini gereksiz yerlere harcamış, sermayelerini açıkça israf ederek tüketmişlerdir.

Onların kötü işlerinin, kendilerine güzel gösterilmesi de, ya ilâhî inâyettem mahrum bırakılmaları suretiyle Allah (celle celâlühü) tarafından, ya da vesvese ve ayartma ile şeytan tarafından gerçekleştirılmiştir.

Onların yapmakta oldukları kötü şeyler, zikir ve duadan yüz çevirmeleri ve nefsanî arzulara tamamen dalmalarıdır.

Bu âyet-i kerimenin, makabk ile bağlantısı şu cihettendir:Birinci âyette, mukadder olan serden, ikinci âyette de zikredilen sıkıntıdan kurtarılmalarından sonra yine eski yollarına devam etmelerinde, istidrac (cezaları ağırlaştınlarak, yavaş yavaş azaba yaklaştırılmaları) yoluyla mühlet vermek vardır.

13

"Andolsun ki Biz, sizden önce nice nesilleri Resulleri kendilerine beyyine (apaçık delil, mûcize)ler getirdikleri halde zulmettikleri ve inanmadıkları için helâk ettik. İşte biz mücrim toplulukları böyle cezalandırırız."

A- "Andolsun ki Biz, sizden önce nice nesilleri Resulleri kendilerine beyyine (apaçık delil, mûcize)ler getirdikleri halde zulmettikleri ve inanmadıkları için helâk ettik."

"el-Kurûn / nesiller" den murad, Nûh (aleyhisselâm) kavmi, Ad kavmi gibi eski kavimlerdir.

Hitab, Mekke halkına yöneliktir. Yemin tekidi ile beraber hitabın Mekke halkına çevrilmesi, tehdidi daha da ağırlaştırmak içindir.

Burada vurgulanmak istenen gerçek şudur:O eski kavimler, Peygamberleri kendilerine, doğruluklarına delâlet eden, yalanlanması imkânsız apaçık deliller getirdikleri halde iman etmediler; Peygamberleri yalanladılar, azgınlık ve dalâlete devam ettiler; Biz de geciktirmeden onları helâk ettik.

" Resulleri kendilerine beyyine (apaçık delil, mûcize)ler getirdikleri halde "ifadesi, o kâfirlerin zulümde ne kadar aşırı gittiklerini ve büyüklük tasladı İdarini gösterir.

B- "İşte Biz, mücrim toplulukları böyle cezalandırırız."

İşte Biz, bütün suçlu kavimleri, köklerini kazımak suretiyle cezalandırırız.

Bu, Mekke müşrikleri için pek şiddetli bir va'd ve ağır bir tehdit: idi. Çünkü Mekke müşrikleri de, Peygamberleri yalanlamakta ısrar etmek cürüm ve cinÂyetinde, o eski kavimlere katılmışlardır.

14

"Sonra yeryüzünde sizleri onların halifeleri kıldık. Bakalım neler yapacaksınız?"

Haberlerini duyduğunuz ve târihî eserlerini gördüğünüz o eski nesillerin helakinden sonra sizi de, ne yapacağınızı görmek, denemek için, onların ardından yeryüzüne halifeler kıldık.

Bu âyet de,

" Hanginizin daha güzel davranacağını denemek için..." âyeti kabilindendır.

Halife kılmaktan maksad, sâlih amellerin güzelliklerinin ortaya çıkmasıdır. Kötü ameller ise, halife kılınmanın amacına ayları olup helâk sebebidir.

Diğer bir görüşe göre ise:

"- Bakalım, hayır işler mi yapacaksınız, şer işler mi? Biz de ona göre size muamele edeceğiz!" demektir.

15

"Apaçık âyetler (âyat-i beyyinat)imiz kendilerine okunduğu zaman, Bize kavuşmayı ummayanlar:

"- Bundan başka bir Kur’ân getir ya da bunu değiştir!" dediler.

(Resûlüm) de ki:

"- Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Çünkü Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım."

A- "Apaçık, âyetler (âyat-i beyyinat)imiz kendilerine okunduğu zaman, Bize kavuşmayı ummayanlar:

"- Bundan başka bir Kur’ân getir ya da bunu değiştir!" dediler."

Burada hitab, Resûlüllah'a tevcih edilerek o dönemdeki Mekke halkının halife kılınmanın amacına aykırı hal ve davranışları sergilenmiştir. Onlar da kendilerinden önce helâk edilen milletlerin yaptıkları gibi Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) yalanlamış ve apaçık delilleri inkâr etmişlerdir.

Yani tevhidin hak, sirkin bâtıl olduğuna delâlet eden âyetlerimiz, onlara apaçık hüccetler hâlinde okunduğu zaman, Bize kavuşmayı ummayanlar, ilzam ve istihzaya vesile olması umuduyla, bu âyetlerimizi okuyan Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki:

"- Bize içinde, öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme ve cezalandırma olmayan, tanrılarımızı zem ve ta'yib etmeyen başka bir Kur’ân getir ya da bunu değiştir. Bu konuları içeren âyetleri, bunları içermeyenlerle değiştir!"

" Ayetlerimiz okunduğu zaman" ifâdesinin kullanılması, okunma fiilînin Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) isnat edilmemesi, okuyanın belirtilmesine ihtiyaç olmadığını ve bu itirazların, okuyana değil okunan âyetlere yönelik bulunduğunu bildirmek içindir.

Zamir makamında, "lâ yercûne lıkaaena / Bize kavuşmayı ummayanlar" ifâdesinin kullanılması onların buna cür'et etmeleri, kavuşma gününde Allah'ın (celle celâlühü) azabından korkmadıkları içindir. Çünkü onlar, kavuşmayı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı.. Bir de zamir yerinde bu ifâdenin kullanılması, onların bu inançlarını yermek içindir.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değil. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım. Çünkü Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım."

Bu cevapta, onların ikinci isteklerinin yerine getirilmesinin imkânsız olduğunun beyânı ile yetimim esi, onların birinci isteklerinin (Kur’ân'ın değiştirilmesinin) de yerine getirilmesinin imkâsızlığına delâlet eder. Çünkü onların birinci isteklerinin imkânsızlığına delâlet, eden cevap, ikinci isteklerinin de imkânsızlığına evleviyetle delâlet eder.

Demek istenen şudur:

"Resûlüm! Bu isteklerde bulunanlara sen de ki:

- Kur’ân'ı kendiliğimden değiştirmem, asla mümkün değil. Çünkü ben yaptığım ve yapmadığım bütün işlerde ancak bana vahyolunana uyarım."

Bu kelâmla ilgili geniş izahat, En'âm sûresinin 50. âyetinin tefisirinde geçti.

" Ben ancak bana vahyolunana uyarım." cümlesi, kelâmın başının gerekçesidir. Çünkü vahye uymak zorunda olan kimse, kendiliğinden asla bir şey yapamaz.

Bu âyet-i kerimede, bazı âyetlerin, diğer bazı âyetleri neshetmesine ilişkin itirazlara cevap vardır.

Bu âyet-i kerîme, müşriklerin, Kur’ân'ın, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözleri olduğu yönündeki tarizleri de reddeder.

İşte bundan dolayıdır ki, cevapta değiştirmek (tebdil), "min tilkaai nefsî / kendiliğimden" kaydı ile kayıtlandırılmış,

"- Çünkü Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım."ifadesiyle de böyle bir davranış, azabı mûcib büyük bir isyan olarak vasıflandırılmıştır.

" Rabbime isyan edersem.." cümlesi de değiştirmenin imkânsızlığını, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) işinin vahye uymaktan ibaret olduğunu bildirir.

Yani,

"- Ben, yetkim dahilinde olmayan bir şey yapmaya, kendiliğimden Kur’ân'ı değiştirmeye ve vahiyden yüz çevirmeye kalkar, Rabbime isyan edersem, elbette o büyük günün, kıyamet gününün, yahut onların ummadıkları kavuşma gününün azabından korkarım."

Bu ilâhî kelâm, onların bu istekleri ile, o azabı hak ettiklerinin ifadesidir.

"Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için mümkün değil" cümlesini, "Vahiy merciine başvurmak suretiyle onu değiştirilmesini istemek, benim için mümkün değil; ben ancak, tarafımdan bir girişimde bulunmaksızın, bana vahyolunana uyarım" şeklinde tefsir etmek; "Kur’ân'ı, yine vahiyle gelecek başka bir Kur’ân'ıle değiştirmek" şeklinde anlamak da caiz değildir.

Çünkü bu gerekçe (Ben ancak bana vahyolunana uyarım), bu tür bir anlayışı reddeder.

Burada kâfirlerin istekleri, Kur’ân'dan başka bir şey getirmek, iftira yoluyla Kur’ân'ı değiştirmektir.

Ve onların, Kur’ân'ın aslı hakkındaki iddiaları da budur; yani Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) -hâşâ!- onu uydurduğudur.

16

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Eğer Allah dileseydi, ben onu size okumazdım. O da onu size bildirmezdi. Fakat bundan önce bir ömür sizin içinizde kaldım. Hiç akletmez misiniz?"

Bundan önce kâfirlerin isteklerinin, bâtıl ve imkânsız olduğu sarahaten ve delâleten beyân edilmişti. Şimdi bu âyette de Kur’ân'ın hak olduğu ve Allah (celle celâlühü) katından indirildiği belirtiliyor.

"Kul / (Resûlüm) de ki:" emri âyetin muhtevasına son derece önem verildiğini göstermek içindir. Çünkü bu kelâm, Kur’ân'ın, Allah'ın (celle celâlühü) emir ve iradesine dayandığının açık delilidir. Nitekim ileride gelecektir. Bu âyetten önceki beyânlar, sırf onların isteklerinin imkânsızlığını ortaya koyar.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanından ifâde edilen gerçekler şunlardır:

Kur’ânla ilgili her şey, Allah'ın (celle celâlühü) iradesine bağlıdır; benim onda hiçbir katkım yoktur.

" Eğer Allah (celle celâlühü), dileseydi ben onu size okumazdım" ifâdesi,

"- Eğer Allah Kur’ân'ı bana indirip de onu size okumamı emretmeseydi" anlamına gelir. Nitekim kıraet değil, tilâvet fiilinin kullanılmış olması da bunu destekler niteliktedir. Bunun açık anlamı şudur:

"- Eğer Allah onu emretmemiş olsaydı ben onu size okumazdım ve Allah (celle celâlühü) da onu benim vasıtamla size bildirmezdi. Şu halde Kur’ân'ı size okuduğuma ve Allah (celle celâlühü), onu benim vasıtamla size bildirdiğine göre, bunlar, O'nun iradesiyle olmuştur."

Fakat bundan önce bir ömür sizin içinizde kaldım."cümlesi de Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân'ı onlara okumasının, Allah'ın dilemesine ve emrine bağlı olarak gerçekleştiğine delildir.

Ancak bu, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) daha önceki dönemde Allah'ın (celle celâlühü) dilemesi sebebiyle Kur’ân'ı onlara okumamış olması anlamında değil, fakat, vahiy olmadan, bu tilavetin imkânsızlığı anlamındadır. Onların o müddet zarfında Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) gördükleri doğruluk ve dürüstlük bunun en beliğ kanıtıdır.

Demek istenen şudur:

Ben, Kur’ân'ın nüzulünden önce sizin aranızda kırk yıl gibi uzun bir zaman yaşadım. Siz, benim durumumu bütün ayrıntiları ile biliyorsunuz. Benimle ilgili her şeyden haberdarsınız. O uzun süre içinde ben, ne Kur’ân mucizesinden, ne hakikat sırlarından, ne de şeriat hükümlerinden size bahsettim.

Bütün bunları düşünerek Kur’ân'ın benim şahsî eserim olmadığını ve onun Azîz, Hakim Allah katından indirilmiş bulunduğunu neden aldetmiyorsunuz?"

Akl-ı selim sahibi bir kimse Peygamberin bir ömür mensub olduğu toplum içinde yaşadığını, bu müddet zarfında hiçbir konuda bilgi sahiblerinin sohbetine katılmadığını, hiçbir konuda bilgi, sahiblerine danışmadığını, belagat sahibi, hatib ve şâir insanlarla bir yakınlık ve arkadaşlık kurmadığını, hitabet ve şiirle meşgul olmadığını, fakat kırk yaşında iken:

fesahat ve belagat ehlini çok geride bırakan; ibaresi ve üslubu ile bütün nesir ve nazımların üstüne çıkan, mânâ ve meali, çeşitli ilimlerin pek çok inceliklerini içeren; gaybın sırlarını ortaya koyan; olmuş ve olacak her şeyi dile getiren; daha önceki semavî Kitabları onaylayano Kitabların mücmel ve mufassal hükümlerine gözcülük yapan bir Kitabı getirdiğini; tarafsız bir tutumla düşündüğü ve değerlendirdiği takdirde, o Kitabın, Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş vahiyden ibaret olduğunda hiçbir şüphesi kalmaz.

İşte ulemanın cumhûrunun üzerinde ittifak ettikleri izah budur. Özetlemek gerekirse bu âyetle Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanından şu gerçek ifâde edilir:

- Bana vahiy gelmeden önce aranızda uzun zaman yaşadım.

Bu süre içinde hiç kimse hakkında tartışma sebebi olacak bir beyânda bulunmadım.

Yalan ve İftira şöyle dursun, şüphe şaibesi doğuracak bir söz söylemedim.

İmdi düşünüp akıl etmiyor musunuz ki, bir ömür böyle yaşayan bir kimse, Allah'a (celle celâlühü) iftira edebilir mi?

Akılların zorla alınması ve kan dökülmesi gibi sonuçlar doğuran emir ve yasaklarla insanlara tahakküme kalkışabilir mi?

Böyle olması imkânsızdır. O halde bu Kur’ân âlemlerin Rabbi katından indirilmiş apaçık bir vahiydir.

17

"Allah'a karşı yalan uyduran veya O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz ki mücrimler felâha ermezler."

Böyle bir iftirada bulunan kimse, her zâtimden daha zâlimdir; onun kadar zâlim kimse yoktur.

İftira (uydurmak), ancak yalanla yapıldığı halde âyette ayrıca "kîzb / yalan" kelimesinin zikredilmesi o kâfirlerin, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) zımnen izafe ve sarahaten isnat ettikleri şeylerin Allah'a (celle celâlühü) karşı iftira ve yalan olduğunu bildirir.

Bazı iftiralar vardır ki, onun yalanı sadece isnadındadır. Mesela: Zeyd'in suçunun Amr'e isnat edilmesi gibi. Bu ifâde tarzı, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'a (celle celâlühü) karşı iftiradan beri olduğunu kuvvetle ifâde etmek içindir.

Bu âyet, müşrikleri, Kur’ân'ı yalanlamaları, ve Kur’ân'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uydurulduğunu söylemeleri sebebiyle onları "ezlam / en zâlim" olarak vasıflandırır.

Bu kelâm, Kur’ân'ın, Allah'ın (celle celâlühü) iradesine ve emrine bağlı olarak O'nun katından indiği hakikatine terettüb eder.

Binaenaleyh buradaki iftira, Allah'ın (celle celâlühü) çocuk veya ortak edinmiş olması anlamına hamledilemez.

Kim Allah'a (celle celâlühü) iftira ederse, mesela:bir kelâm uydurup da, "Bu, Allah katındandır!" derse; yahut Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini değiştirmeye veya yalanlamaya kalkarsa; işte o, bütün zâlimlerden daha zâlimdir.

Müfteriler ve yalancılar dahil bütün suçlular, kötü akıbetten kurtulamazlar ve umduklarına eremezler.

18

"Allah'ı bırakıp da ne bir zararı ne de bir yararı dokunmayan şeylere tapıyorlar ve:

"- Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!" diyorlar.

(Resûlüm) de ki:

"- Siz göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?"

O, Sübhân (her türlü noksan sıfatlardan münezzeh)dır ve sizin ortak koştuğunuz şeylerden çok yücedir."

A- "Allah'ı bırakıp da ne bir zararı ne de bir yararı dokunmayan şeylere tapıyorlar ve:

"- Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!" diyorlar."

Bu cümle, kıssanın, kıssaya atfı kabilinden, daha önceki

" Apaçık âyetlerimiz kendilerine okunduğu zaman..." cümlesi üzerine atıftır.

" Allah'ı bırakıp da, Allah'tan başka" ifâdesi, Allah'ı (celle celâlühü) geçerek demektir.

Bu, Allah'a (celle celâlühü) olan ibadeti tamamen bırakarak değil, fakat O'nunla yetinmıyerek, O'na olan ibadetin yanı sıra putlara da ibadet ederek anlamına gelir. Âyetin siyakından anlaşılan da budur.

Yani onlar, Allah'ın (celle celâlühü) yanı sıra, kendilerine ne bir zarar, ne de bir yarar verecek durumda olmayan cansız putlara tapıyorlar.

Âyette zarar, faydadan önce zikredilmiştir. Çünkü ibadetin asgari hükümleri, zararın önlenmesidir ki, yararın başı da budur.

İbadet edilmeden önce, zararın vaakıî olabileceği düşünülür. Oysa putlar, zarar vermeye muktedir olmadıklarına göre, onlara ibadet etmenin bir sebebi bulunmamış olur.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar putlara tapmayı terk ettikleri takdirde putlar, onlara bir zarar veremez ve putlara taptıkları takdirde de kendilerine bir fayda sağlayamazlar.

İslâmdan önce Taif halkı, Lât'a; Mekke halkı da, Uzzâ, Menât, Hübel, İsaf ve Naile adlarındaki putlara tapıyorlardı.

Ve putlara tapan müşrikler:

"- Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!" diyorlardı. Müşriklerden Nadzr b. Haris şöyle demişti:

"- Kıyamet günü Lât bana şefaat edecektir!"

Bir görüşe göre, müşrikler, her ülkeyi yöneten, feleklerin (yıldızların) belli bir ruhu olduğuna inanıyorlardı. Bunun için o ruha, onu temsilen belli bir put tayın ve ona tapmaya devam etmişlerdi. Onların esas taptıkları putun temsil ettiği ruh idi. Sonra o ruhun, büyük bir ilâh nezdinde ona ibadetle meşgul olduğuna inanmışlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, putperestler aslında yıldızlara tapıyorlardı; ve yıldızlara tapmayı kastederek onları temsil eden putlara tapar olmuşlardı.

Başka bir görüşe göre de, putperestler, putlara birtakım tılsımlar yazmışlar, sonra da onlara tapmaya başlamışlardı.

Son bir görüşe göre ise, putperestler, putları önce Peygamberlerinin ve büyüklerinin heykelleri olarak yaptılar, sonra da bunlara taptıkları takdirde onların, Allah (celle celâlühü) katinda kendilerine şefaat edeceklerine inandılar.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Siz göklerde ve yerde Allah'ın bihnediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz.

O, Sübhân (her türlü noksan sıfatlardan münezzeh)dır ve sizin ortak koştuğunuz şeylerden çok yücedir."

Resûlüm! Sen, onları hüccetle susturmak için kendilerine de ki:

"- Siz, asla mevcut olmayan bir şeyi, putların Allah (celle celâlühü) katında şefaatçi olacaklarını mı söylüyorsunuz? Hâşâ! Allah (celle celâlühü), bütün bu bâtıl inançlardan münezzehtir. Böyle bir şey olsaydı, bütün gaybları hakkıyla bilen Allah (celle celâlühü), elbet bunu da bilirdi."

Bu kelâm, putperestler için bir azarlama ve gerçek olmayan iddiaları için bir istihza anlamındadır.

19

"İnsanlar ancak bir tek ümmet idi. Sonradan ayrılığa (ihtilâfa) düştüler. Eğer Rabbinden bir kelime sebketmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda aralarında hemen hüküm verilirdi."

A- "İnsanlar ancak bir tek ümmet idi."

Bu âyet bize tevhid ve İslâm'ın, kadîm (çok eski) bir dîn olduğunu, bütün insanların fıtrat ve teşri olarak onan üzerinde ittifak ettiklerini, şirk ve şubelerinin ise, azgınların ve âsilerin cumhûrun hilâfîna, cehaletle icad ettikleri bir takım davranış bozuklukları bulunduğunu gösterir.

Bu âyetin ifâde ettiği birliği, fetret dönemlerindeki dalâlet şeklinde anlamak ihtimal dışı bir temayüldür.

İnsanlar, ilk başta aralarında ayrılık olmaksızın, hak ve tevhid üzerinde müttefik idiler.

Bu birlik dönemi bazılarına göre Âdem'den (aleyhisselâm) itibaren oğullarından Kaabil, Hâbil'i öldürünceye kadar, bazılarına göre, Idrıs bazılarına göre Nûh zamanına kadar devam etti.

Başka bir görüşe göre, Tûfan'dan veya Allah'ın (celle celâlühü) kâfirlerden hiç kimseyi bırakmadığı zamandan itibaren insanlar arasında küfür çıkıncaya kadar;

Bir başka görüşe göre de, İbrâhîm (aleyhisselâm) zamanından Amr b. Lulıeyy, pufları tapmayı icad edinceye kadar sürdü.

Bu görüşe göre, âyetteki insanlardan murad, özellikle Araplardır.

Araplarla ilgili şer ve fesadın hikâyesinden ve Zât-ı Kibriyanın tenzih edilmesinden sonra bu âyetin zikredilmiş olmasına en uygun düşen mânâ da budur.

B- "Sonradan ayrılığa (ihtilâfa) düştüler."

İnsanların, tevhid ve İslâm dini üzerinde ittifak halinde bulundukları bir dönemden sonra bazıları küfre sapmak, diğer bazıları da eski hak din üzerinde sebat etmek suretiyle ayrılığa düştüler. Böylece her fırka, diğerine muhalefet etmiş oldu. Yoksa ihtilâf, her fırkanın, ayrı bir küfür dini ihdas ettiği, anlamında değildir.

Burada kelâmın konusu o ayrılık değildir. Çünkü o takdirde her iki fırka da, bâtıl üzere olmuş olur. Böylece haklıyı bırakıp batılı helâk etmek suretiyle aralarında hükmetmek düşünülemez.

C- "Eğer Rabbinden bir kelime sebketmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda aralarında hemen hüküm verilirdi."

Eğer aralarında hükmetmenin veya hak ile batılı ayırıcı azabın, kıyamet gününe ertelenmesi konusunda rabbinden bir kelime sebketmemiş olsaydı, aralarında acilen hükmedilir, haklıyı bırakmak, bâülcıyı helâketmek suretiyle hak ile bâtıl birbirinden ayrılırdı.

20

"Onlar:

"- Rabbinden ona bir âyet (delil, mucize) indirilseydi ya!.." derler.

(Resûlüm) sen de deki:

"- Şüphesiz gayb, Allah'a aittir. O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

A- "Onlar:

"- Rabbinden ona bir âyet indirilseydi ya!.." derler."

Bu cümle,

" Allah'ı bırakıp da ne bir zararı ne de bir yararı dokunmayan şeylere tapıyorlar." kelâmına matuf olarak, müşriklerin başka bir cinÂyetini hikâye eder.

Bunu söyleyenler, Mekke müşrikleridir. Onların bu mucizeden kasdları, kendi istediklerinden biridir. Öyle anlaşılıyor ki, onlar, azgınlık ve fesatlarından; kibir ve inatlarından dolayı, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) mucizelerini, mucize saymamışlar ve başka mucizeler istemişlerdi. Oysa, düşünebilselerdi, onun nübüvvetinin kabulünü gerektiren pek çok mucize göreceklerdi.

B- "(Resûlüm) sen de deki:

"- Şüphesiz gayb, Allah'a aittir. O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

Bu ihtisas, yaratma cihetinden değil fakat bilgi cihetindendir. Çünkü yaratma cihetinden gayb ile şehadetin Allah'a (celle celâlühü) ihtisası eşittir. Demek istenen şudur:

"Resûlüm! Sen de cevap olarak onlara de ki:

Sizin benden istediğiniz, nübüvvetin gereklerinden saydığınız ve imanınızı nazil olmasına bağladığınız şey, Allah'a (celle celâlühü) mahsus gayb haberlerindendir. Ben ona vâkıf değilim. Artık siz, onun nazil olmasını bekleyin; ben de, bu büyük mucizeleri inkâr etmek ve başka mucizeler istemek cür'etınde bulunduğunuzdan dolayı size ne yapılacağını bekleyeceğim."

21

"Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara rahmeti tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında bir takım hile (mekr)ler tertib ederler.

(Resûlüm) de ki:

"- Hile tertibinde Allah, daha serîdir!"

Gerçekten resul (elçi, melek)lerimiz onların yaptığı hileleri yazıyorlar."

A- "Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara rahmeti tattırdığımız zam a, âyetlerimiz hakkında bir takım hile (mekr)ler tertib ederler."

Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara sağlık ve geniş rızık gibi bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki, âyetlerimize ta'netmek, onlara itibar etmemek, onların etkilerini önlemek için hileler düşünürler.

Bir görüşe göre, Allah (celle celâlühü) Mekke halkına yedi sene müddetle kıtlık verdi. Helake uğramak tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Nihayet Allah, onları rahme tiyle bolluğa kavuşturdu.

İste onlar bundan sonra Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerine ta'netmeye, Resûlüllah'a düşmanlık etmeye ve bu yolda hileler düşünmeye başladılar.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Hile tertibinde Allah daha serîdir!

Gerçekten resul (elçi, melek)lerimiz onların yaptığı hileleri yazıyorlar."

Resûlüm! Ayetlerimiz hakkında hile düşünenlere de ki:

"- Allah'ın (celle celâlühü) cezası ve azabı, sizin, hakkı önlemek için başvurduğunuz hilelerden daha çabuk size ulaşır."

Allah'ın (celle celâlühü) azabının, hile olarak vasıflandırılması, hem vücud (gerçekleşme) hem de zikir (i fa de) olarak onların hilelerinin mukabili olduğu içindir.

Bu son cümle, Allah'ın (celle celâlühü) âyetleri hakkında tuzak kurmak isteyenlerin mutlaka cezalandırılacağını, onların kurdukları tuzakların başvurdukları her türlü tedbire rağmen değil her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'tan (celle celâlühü), "Hafaza Melekleri" nden bile gizli kalmadığını tesbit eder.

Bu son cümle, Peygambere telkin edilen kelâma dahil değildir. Azabın sür'atli olmasının sebebini açıklayan Allah'ın (celle celâlühü) kelâmıdır

Elçilerin, onların hilelerini yazmaları, onların hilelerinin geçersiz ve tamamen sonuçsuz olduğunu ifâde eder. Ayrıca bu kelâm, maksûd olan mânâyı son derece mükemmel bir biçimde belirtir.

Bu son cümlede, hitabın onlara tevcih edilmesi, kınama (tevbîh) mânâsını ağırlaştırmak içindir.

22

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Gemide olduğunuz zaman, gemi lâtif bir rüzgârla içindekileri götürür. Onun içinde bulunanlar ferahlarlar. Derken şiddeth bir fırtına gelip çatar. Her yandan onlara dalgalar gelir. Onlar her yandan çepeçevre kuşatıldıklarını anlar ve dini yalnız Allah'a hâlis kılarak şöyle duâ ederler:

"- Andolsun ki eğer bizi bundan kurtarırsan biz elbette şükredenlerden olacağız!"

Bu âyet, daha önce belirtildiği üzere, onların karşılaştıkları bolluk ve darlığa göre hallerinin değiştiğini gösteren başka bir durumu sergiler. Şöyle ki:Size sürekli veya geçici, binekti veya bin eksiz yeryüzünde seyretme, gezip dolaşma imkânı veren, seyir imkânları bahşeden ancak Allah'dır (celle celâlühü).

Bildiğiniz gibi gemi ile yolculuk yaptığınız zaman, gemi, içindeki yük ve yolcuları, maksada uygun, tatlı bir rüzgârla istenilen yönde götürür. Yolcular da bundan büyük bir ferahlık ve sevinç duyarlar. Fakat birden hava değişiverir. Ters yönde esen şiddetli bir fırtına gelip çatar ve dalgalar her yandan gemiye hücum eder. Yolcular, çepeçevre kuşatıldıklarını; helake uğramak üzere olduklarını; bütün kurtuluş yollarının kapandığını anlarlar. Sonra Aliah'a (celle celâlühü) hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, dini yalnız O'na hâlis kılarak şöyle duâ etmeye başlarlar:

"- Andolsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan, muhakkak biz Senin nimetlerine ve ezcümle dilediğimiz bu kurtuluş nimetine her zaman en iyi şükredenlerden olacağız!"

23

"Vaktaki Allah, onları (o tehlikeden) kurtarır, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık ederler.

Ey insanlar! Sizin taşkınlıklarınız yalnız kendi aleyhinizedir. Dünya hayatı ancak geçici bir yararlanmadır. Sonra dönüşünüz Bizedir. O zaman yaptıklarınızı size haber vereceğiz."

A- "Vaktaki Allah, onları (o tehlikeden) kurtarır, hemen yeryüzünde taşkınlık ederler ."

Allah (celle celâlühü), onları, kendilerini sarmış olan sıkıntı ve üzüntüden kurtarınca, bir de bakarsın ki, onlar, yeryüzünde hemen yine haksızlikla taşkınlık etmeye başlarlar.

" yeryüzünde" denmesi, onların bu taşkınlıklarının her zaman yenilendiğine ve sürekli olduğuna delâlet eder.

" haksız yere" denmesi, bağy (taşkınlık) kelimesinin ifâde ettiği mânâyı kuvvetlendirmek (te'kid) içindir.

Yahut yaptıkları kendilerince de haksızdır; onun haksızlık, zulüm olduğu açıktır; onun apaçık bir kötülük olduğu herkesçe biliniyor; demektir. Nitekim,

" ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı âyeti bu kabildendir.

Bir görüşe göre, bu kelâmda haksız yere denmesi, gazilerin, kâfirlerin yurtlarını tahrip etmeleri, ağaçlarını kesmeleri ve ekinlerim yakmaları gibi haklı olan taşkınlığı bu hükmün dışında bırakmak içindir.

Ancak âyet-i kerimenin ifâdesi bu mânâya müsait değildir. Çünkü burada hükmün, üzerine bina edildiği esas, bağyin (taşkınlığın), bir şeyin şeklini bozmak ve faydasını iptal etmektir; yoksa müfsitlerin haline lâyık olan mânâ değildir.

B- "Ey insanlar! Sizin taşkınlıklarınız yalnız kendi aleyhinizedir. Dünya hayatı ancak geçici bir yararlanmadır. Sonra dönüşünüz Bizedir."

Bu âyette hitabın, o taşkınlara tevcih edilmesi, tehdidi ve ceza va'dini ağırlaştırmak içindir.

" geçici, fâni dünya menfaati" denmesi, taşkınlıktaki, zulümdeki menfaatin, değersiz ve geçici; vebalinin ise daimî olduğunu beyân içindir. Burada vurgulanan şudur:

"- Ey taşkın ve zâlim insanlar! Sizin yaptıklarınız, sanıldığı gibi, kendilerine haksizlik ettiğiniz kimseler aleyhine değil, fakat hakikat halde yalnız kendi aleyhinizedir. Bununla ancak geçici dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz Bizedir."

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okurken şöyle buyurmuştur:

"Hile yapma ve hile yapana da yardım etme! Haksızlık etme ve haksızlık edene de yardım etme! Sözünü, yeminini bozma ve bunlara yardım da etme!"

Tabiînden Muhammed b. Kâ'b diyor ki:

"- Üç haslet vardır ki, kimde bulunursa, onun aleyhinde olur:

Birincisi, haksızlık ve taşkınlıktır.

Nitekim Allah :

"Ey insanlar! Sizin haksızlık ve taşkınlıklarınız, yalnız kendi aleyhinizedir." buyurur.

İkincisi, hile (aldatma, mekr)dir.

Nitekim Allah :

"Onlar yalnız kendilerini aldatırlar." buyurur. Üçüncüsü de, ahdi bozmaktır. Nitekim Allah

"Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur." buyurur.

Yine rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Sevabı (mükâfatı) en süratli olan hayır, sıla-ı rahimdir;

Cezası en âcil olan şer de zulüm ve yalan yemindir."

Yine hadiste rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurulmuştur:

"- İki şey vardır ki, Allah (celle celâlühü), onların cezasını dünyada da verir:

Zulüm ve ana- babaya isyan A

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir:

"- Bir dağ, diğer bir dağa zulmetse, zulmeden dağ, paramparça olur

C- "O zaman yaptıklarınızı size haber vereceğiz."

Bize döndüğünüzde, dünyada sürekli olarak yaptığınız zulümleri size haber vereceğiz.

Bu ifâde, ceza ve azap va'didir. Birinin, diğerine:

"- Yaptığını sana bildireceğim!" demesi gibi.

Burada ince bir hikmete dayanan şu nükte gizlidir:

Bu dünya madde ve vasıflarından dolayı, gerçek suretinden farklı görülür. Ahirette ise her şey gerçek suretiyle görülecektir. Mesela, günahlar, öldürücü birer zehir olduğu halde, dünyada günahkârların güzel buldukları suretlerde müşahede edilir. İtaatler de güzel oldukları halde, günahkârlarca sevimsiz suretlerde görülür, işte bundan dolayıdır ki,

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Cennet, sevimsiz şeylerle: cehennem ise, nefsanî arzularla kuşatilmıştır."

İşte zulüm de, bu dünyada mal kazanma ve düşmanlardan yürek soğutma gibi, zâlimlerin ve taşkınların arzu ettikleri faydalara vesile olan suretlerde görülüyorsa da, hakikatte bunlar fayda sağlamaz; aksine onların bilmedikleri yönden zarar verir. İşte ahirette, yaptıkları zulüm, dünyada gördüklerinin zıddı gerçek sureti eriyle gösterildiği zaman, bu hakikat kendilerince anlaşılmış olur.

Haber vermekten murad budur. Allah Sübhanehu ve teâlâ, cümleden daha iyi bilir.

24

"Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir, insanların ve hayvanların yedikleri bitkiler onunla gelişir ve birbirine karışır. Nihayet yeryüzü süslerini takındığı ve sahibleri de onun üzerinde (tasarrufa) kaadir olduklarını sandıkları bir sırada, gece veya gündüz ona emrimiz geliverir. Ve onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden biçilmiş bir hale getiririz, işte düşünen bir topluluk için âyetlerimizi böyle tafsil ediyoruz."

A- "Dünya hayati gökten indirdiğimiz su gibidir. İnsanların ve hayvanların yedikleri bitkiler onunla gelişır ve birbirine karışır."

Bu cümleler, dünya hayatının halini, faydasının geçici, kısa süreli ve dönüş zamanının yakın olduğunu beyân eder.

Burada dünyanın garip ve harika halleri, misâl olmaya lâyık özellikleri, insanlar için ikbal ve aldanma vesilesi olması, çarçabuk geçmesi ve nimetlerinin kesilmesi, yeryüzünün çeşitli bitkilerine benzetilmiştir.

Bu bitkiler, genç ve taze iken o kadar gelişir ve güçlenirler ki dalları ve yaprakları birbirlerine karışır. Renkleri yeryüzünü süsler. İnsanların rağbet gösterdikleri ve artık her türlü tehlikeden selâmette olduklarını sandıkları bir günde, birdenbire bir felâket onları mahveder. Onlardan hiçbir eser kalmaz, hepsi kuru ot kırıntıları haline gelir.

B- "Nihayet yeryüzü süslerini takındığı ve sahibleri de onun üzerinde (tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, gece veya gündüz ona emrimiz geliverir. Ve onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden biçilmiş bir hale getiririz."

Bu cümlelerde yeryüzü, çeşidi bitkileriyle, değişik renk ve güzellikleriyle sanki bir geline benzetilmiştir.

İnsanların o taşınmaz üzerinde tasarrufa kudret sahibi olduklarım sanmaları, bütün güzellikleriyle ürünlerini arzeden toprağın hasadını toplamaya muktedir olmaları;

İlâhî emrin gece veya gündüz gelmesi, ürünü yok eden âfet veya felâketin birdenbire bastırması demektir.

"Ke-en lem tağne bi'l-ems / sanki dün yerinde yokmuş gibi" ifâdesindeki "ems / dün" kelimesinden maksad, yakın zamandır. Çünkü dün kelimesi, misal olarak bu mânâda kullanılır.

C- "İşte düşünen bir topluluk için âyetlerimizi böyle tafsil ediyoruz."

Biz dünya hayatinin ahvâline dikkat çeken âyetleri veya bu âyetin de dahil olduğu bütün Kur’ân âyetlerini işte böyle açıklıyoruz

Açıklama, tefekkür edenlere tahsis edilmiştir. Çünkü âyetlerden istifade edenler onlardır.

Burada âyetlerden maksad, temsil içinde zikredilen kâinat ve onun bir takım değişikliklere uğraması, onun, icad ve idam (yok etme) olarak anlatılan düzen içinde idare edilmesi de olabilir.

25

"Allah, bütün kullarını selâmet yurduna çağırır ve O, dilediğini doğru yola iletir "

Bundan önce insanlar, fâni dünya hayatının cazibesine kapılmamak için uyarılmışlardı. Şimdi burada ebedî âhiret hayatına teşvik ediliyorlar.

Allah (celle celâlühü), bütün insanları, her türlü nahoş hallerden ve âfetlerden selâmette olan cennet yurduna çağırıyor.

Cennetin selâmet yurdu olarak nitelendirilmesi, dünyanın âfetlere maruz bir yer olmasındandır.

Yahut selâm yurdu, Allah'ın (celle celâlühü) yurdu demektir.

Buna göre, yurdun Allah'ın (celle celâlühü) Selâm ismine izafe edilmesi, selâmet mânâsına dikkat çekmek içindir.

- Yahut selâm yurdu, Allah'ın (celle celâlühü) veya meleklerin, ehline selâm verdikleri, yahut ehlinin, birbirlerini selâmladıkları yurt demektir.

- Allah (celle celâlühü), kimin hidÂyetini dilerse, onu İslâm'a ve takvaya iletir.

- Davetin genel olması, Allah'ın (celle celâlühü) bütün kullarını doğru yola çağırması, hidÂyetin ise, ilâhî iradeye tahsis edilmesi, emrin, iradeden farklı olduğuna ve Allah'ın (celle celâlühü), dalâlette ısrar edenleri doğru yola iletmediğine delildir.

26

"İyi olan ve iyilik edenlere daha güzeli ve daha fazlası var.

Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır ne de zillet. İşte onlar cennet ashabıdır. Orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır."

A- "İyi olan ve iyilik edenlere daha güzeli ve daha fazlası var."

İş (amel)lerini lâyıkı veçhile yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılığı verilecektir. Amellerin vasfı güzelliği zâti güzelliğini de müstelzimdir.

Resûlüllah îğü, güzel amelleri (ihsanı) şöyle açıklar:

"Allah'ı (celle celâlühü) görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmendir. Sen, O'nu göremiyorsan ama O, seni görüyor. "

Yani amelleri layıkı veçhile yapanlara güzel mükâfatlar ve Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu olarak bir de fazlası vardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Ki Allah, kendilerini yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandırsın ve fadlından onlara daha ziyâdesini versin."

Diğer bir görüşe göre ise, "hüsnâ/ güzel karşılık", iyiliklerin tam karşılığı olan sevaplardır.

Daha fazlası ise, ondan yedi yüze ve daha fazla misli ile olan sevaptır.

Bir diğer görüşe göre ise, fazla, Allah'ın (celle celâlühü) bağışlaması ve O'nun rızâsidır.

Başka bir görüşe göre ise, "hüsnâ/ güzel karşılık", cennettir; fazla da, Allah'ın (celle celâlühü) cemalini temaşa etmektir.

B- "Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır ne de zillet."

Cehennem ehlinin yüzüne bulaşan kara leke, uğradıkları zillet ve hüzün onlara asla bulaşmaz.

Daha önce cennet ehlinin, bütün arzularına kavuşacakları belirtilmişti. Şimdi burada, onların bütün sevimsiz şeylerden emin olacakları ifâde ediliyor. Aslında, onların bütün arzularına kavuşmaları, sevimsiz şeylerden emin olmaları anlamını da içeriyorsa da bunun ayrıca zikredilmesi, Allah'ın (celle celâlühü) rahmetıyle onları bu kötü hallerden kurtaracağını hatırlatmak içindir.

C- "İşte onlar cennet ashabıdır . Orada sürekti olarak kalacaklardır."

O güzel sıfatları taşıyanlar, güzel mükâfatlara mazhar olanlar ve kötülüklerden kurtulanlar cennet arkadaşlarıdır. Hiç ayrılmamak ve başka bîr yere gitmemek üzere orada ebedî kalacaklardır.

27

"Kötülük yapanlara gelince; kötülüğün cezası misliyledir. Ve onları bir zillet (aşağılanma) kaplar. Onlar için Allah'tan başka bir kurtarıcı yoktur. Yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar cehennem ashabıdır. Orada sürekli olarak kalacaklardır."

A- "Kötülük yapanlara gelince; kötülüğün cezası misliyledir."

Kötülük işleyenlere gelince, bir kötülüğün cezası kendisi kadar bir kötülüktür; mükâfatta olduğu gibi, cezada fazlalık yoktur.

B- "Ve onları bir zillet (aşağılanma) kaplar."

Açıkça görüldüğü gibi burada zillet, onların yüzüne izafe edilmemiştir. Çünkü zillet onların bütün kişiliğini kaplayacaktır.

C- "Onlar için Allah'tan başka bir kurtarıcı yoktur ."

Mü'minler için olduğu gibi, Allah (celle celâlühü) katından onlar için hiçbir kurtarıcı yoktur.

Ç- "Yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür."

Onların yüzleri o kadar karadır ki, sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür.

D- "İşte onlar cehennem ashabıdır. Orada sürekli olarak kalacaklardır."

Bu âyet-i kerime, siyak ve sibakın şahitliği île, sabit olduğu veçhile kâfirler hakkındadır. O halde, günahkâr mü'minlerin cehennemde ebedî kalacaklarına asla delil sayılamaz.

28

"O gün onların hepsini toplayacağız. Sonra o ortak koşanlara şöyle diyeceğiz:

"- Sizler ve ortaklarınız yerlerinize!"

Artık aralarını ayırımsızdır. Ortak koştukları (şerikleri) şöyle derler: "- Siz, bize tapmıyordunuz!"

A- "O gün onların hepsini toplayacağız."

Bu âyet, kâfirlerin diğer bazı korkunç akıbetlerini açıklar.

Onların bu halleri, gerçekleşme sırasına göre, anlatılan diğer bazı hallerinden önce olduğu halde onlardan sonra zikredilmiş olması, onların her birinin müstakil olaylar olduğunu bildirmek içindir. Eğer harici tertip ve sıra gözetilmiş olsaydı, hepsi bir hâdise sayılırdı. Nitekim Bakara sûresinde zikredilen benzer âyetlerin tefsirinde izah edildi. İşte bundan dolayı onların bu hali, makablinden ayrı olarak zikredilmiştir.

Demek istenen şudur:

"- Resûlüm, iyi olan ve iyilik edenlerle kötülük yapanlardan oluşan iki firkayı bir araya toplayacağımız gün konusunda onları uyar ya da o günü kendilerine hatırlat!"

"Cemîan / hepsi" kelimesinden ve "sümme nekuulü li-llezîne eşrakû / sonra o ortak koşanlara şöyle diyeceğiz" cümlesinden ilk anlaşılan mânâ budur.

Bir de müşriklerin, şahitler huzurunda kınanması ve tehdit edilmesi, hepsinin ilâhî huzurda toplanacağının haber verilmesi, kıyamet gününün korkunçluğunu ifâde etmek için daha etkilidir.

Bu kelâmda, işledikleri bütün kötülükler içinden, sadece Allah'a ortak koşma fiilinin zikredilmesi, kınama ve azarlamayı bunun üzerine bina etmek; bir de, onların cinayetlerinin büyük kısmının ve kötülüklerinin temelinde bunun olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan "onların hepsini toplayacağız" zamiri, özellikle ikinci fırka (müşrikler) içindir.

B- "Sonra o ortak koşanlara şöyle diyeceğiz:"

Sonra o ortak koşanlara:

"- Siz ve koştuğunuz ortaklar yerlenizde kalın ve size yapılacakları görün!" denilecek.

C- "Artık aralarını ayırımsızdır."

Yani,

"- Onların dünyada putlarıyla aralarında bulunan bağları da keseceğiz."

Ancak bu, her iki taraftan değil, fakat yalnız onlara tapanlar tarafından bir ayırma ve ilgi kesmedir.

Böylece müşriklerin, koştukları ortaklardan bütün ümidi en kesilecek ve tam bir ümitsizlik içine düşeceklerdir.

Bu durum, azaba uğramalarından ve ölmelerinden itibaren kendilerine malûm olmuştur. Fakat yakıîn (kesinlik) mertebesi, ancak bizzat müşahede ve yaşamakla hasıl olmuştur.

Diğer bir görüşe göre ise, onların putlarıyla aralarını ayırmaktan murat, hissi ayırmadır. Yani,

"- Biz, onları mahşerde bir araya topladıktan sonra hissi olarak birbirlerinden ayırırız; artik müşrikler, ortaklarından ve onlara ettikleri ibadetlerden beri olurlar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

" Sonra onlara şöyle denilecek:

"- Nerede Allah'tan başka ortak koştuklarınız?"

Ç- "Ortak koştukları (şerikleri) söyle derler:

"- Siz, bize tapmıyordunuz?"

Bir görüşe göre, onların ortaklarından murat,

-melekler,

-Uzeyr (aleyhisselâm),

-İsâ Mesih ve onların ruhbanlarından kimileridir. Ortakların bu sözleri, ortak koşanların hakikatte ancak kendi hava ve heveslerine, kendi şeytanlarına taptıklarının ifadesidir.

Çünkü onlara, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmalarını emreden melekler, Uzeyr ve Isâ Mesih (aleyhisselâm) değil, fakat kendilerini iğva eden şeytanlarıdır.

Onların ortak koştuklarının bu sözleri,

" (Melekler şöyle) derler:

"- Ey Rabbimiz, Seni tenzih ederiz; bizim velimiz onlar değil, Sensin!" sözleri kabilindendir.

Diğer bir görüşe göre, her varlığı konuşturma kudretine sahip olan Allah (celle celâlühü), onların taptıkları putları konuş tara cak ve putları, onların, bekledikleri şefaat yerine bu sözleri söyleyeceklerdir.

29

"Artık bizimle sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter. Sizin bize taptığınızdan biznn haberimiz yoktu."

"- Artik bizimle sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter; çünkü O, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Sizin bize ibadet ettiğinizden biz, hiç şüphesiz haberdar değildik."

Bu habersizlik, ortak koştuklarının buna razı olmadıklarının ifadesidir. Yoksa onların ortak koştukları meleklerin, onların bu ibadetlerinden habersiz olup olmadıkları açıkça bilinmiyor.

Bu izah, ortaklardan, şeytanların kas dedirmesi ihtimalini ortadan kaldırın Çünkü şeytanlar, onları tapmaya icbar edemıyorlarsa da, ortak koşmalarına razı olduklarında hiç şüphe yoktur.

30

"Orada, herkes Önceden gönderdiğini bulacak ve gerçek Mevlâları olan Allah'a döndürüleceklerdir. Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitmiştir."

A- "Orada, herkes önceden gönderdiğini bulacak ve gerçek Mevlâları olan Allah'a döndürüleceklerdir."

O dehşetli makamda veya zamanda:kâfir veya mü'min, saîd veya şakıî herkes, geçmişte yaptıklarının imtihanını verecek; sonuçlarını karşısında bulacak; yaptıklarını gerçek yüzleriyle, fayda veya zararları, hayır veya serleri ile bizzat görecek; zevk veya ve acısını tadacaktır.

Ölümden itibaren bilinen haller ve berzah âleminde (ölümle kıyamet arasında) duçar olacakları azap ise, mücmel olup bu netlikte değildir.

"Teblû / imtihanını verecek" kelimesi bir kırâete göre, "neblû" şeklinde okunmuştur. Buna göre, anlam şöyle olur:

"- Biz (celle celâlühü), onları, geçmiş amelleriyle imtihan edeceğiz; saadet ve şakavet hallerini ortaya çıkaracağız.

Yahut Biz, her isyankâr nefsi, geçmişte işlediği serden dolayı azaba uğratacağız."

Bir diğer kırâete göre ise bu kelime "tetlû" şeklinde okunmuştur. Buna göre anlam şöyle olur:

"Herkes, geçmişte yaptıklarının peşinden gidecektir. Çünkü kişiyi cennet veya cehennem yoluna çıkaracak olan, onun amelleridir.

Yahut herkes, amellerinin yazılı olduğu sahifede geçmişte yaptığı hayırları ve serleri okuyacaktır.

Ve herkes, tanrılığı hak ve sabit olan Mevlâ'nın ceza ve azabına döndürülecektir."

B- "Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitmiştir."

Onların tanrılarının, bâtıl olduğu apaçık ortaya çıkmış, onlar kaybolup gitmişlerdir.

31

"(Resûlüm) de ki:

"- Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?

Ya da o kulaklara ve gözlere mâlik olan kim? Ölüden diri çıkaran, diriden de ölü çıkaran kim? İşleri tedbir eden (yöneten) kim?" Hemen, "Allah" diyecekler! (Resûlüm) de ki: "- O halde sakınmaz mısınız?"

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?"

"Resûlüm, tevhidin hak, şirkin ise bâtıl olduğuna hüccet olarak o müşriklere de ki:

Göklerden ve yerden size kim rızık veriyor?

Çünkü rızıldar, semavî sebepler ve arzî (yerel) maddeler ile hasıl olur.

-Yahut rızıkta size genişlik sağlamak üzere göklerle yerin her birinden size kim rızık veriyor?

Yahut göklerin ve yerin sakinlerinden size kim rızık veriyor?"

B- "Ya da o kulaklara ve gözlere mâlik olan kim?"

O kulakları ve gözleri bu harika biçim ve fıtratta, kim yaratıyor?

Onları, en ufak şeyden etkilenmelerine rağmen, bunca âfetlerden kim koruyor?

C- "Ölüden diri çıkaran, diriden de ölü çıkaran kim?"

Can ve hayat veren ve hayatı sona erdiren, yahut canlıyı nutfeden (meniden) ve nutfeyi de canlıdan meydana getiren kim?

Ç- "İşleri tedbir eden (yöneten) kim?"

Ve hütün kâinatın işlerini yöneten kim?

Bu cümle, kapsamına dahil olan bazı şeyleri belirttikten sonra bir tamimdir (genellemedir).

D- "Hemen, "Allah" diyecekler!"

Onlar, bu soruya cevap olarak, tereddütsüz ve gecikmeden,

"- Bunları yapan elbette Allah'dır (celle celâlühü)!"

diyeceklerdir. Çünkü bu gerçek çok açıktır.

E- "(Resûlüm) de ki :

"- O halde sakınmaz mısınız?"

Resûlüm, onları delil ve belgeyle susturmak üzere kendilerine de ki:

"- Bu gerçekleri bildiğiniz halde hâlâ kendinizi, Allah'ın azabından sakınmaz mısınız?

Yine de, bir takım canlı veya cansız şeyleri O'na ortak koşmaya devam edecek misiniz?"

32

"İşte bu, sizin gerçek (hak) Rabbi'niz Allah'tır. Haktan sonra dalâletten başka ne vardır? O halde haktan nasıl çevriliyorsunuz?"

A- "İşte bu, sizin gerçek (hak) Rabbiniz Allah'tır."

Bu cümle, geçen âyetlerin fezlekesi mahiyetindedir. Şöyle ki:

Zikredilen eşsiz sıfatların sahibi olduğunu kabul etmek zorunda kaldığınız Allah (celle celâlühü), Rabbiniz, mutlak Mâlikiniz ve bütün işlerinizin yegâne Mütevellisidir.

B- "Haktan sonra dalâletten başka ne vardır?"

Zamir makamında hak kelimesinin zahir olarak zikredilmesi,

-ya bu hak, önceki haktan farklı,

-ya da fazladan bir açıklama olduğu,

-yahut hak ile bâtıl arasındaki karşıtlığı en mükemmel şekilde ortaya koyduğu içindir.

"Hak olmayan şey" sapıldıktan ibarettir. Sapıklığı ise hiç kimse bilerek tercih etmez. Şu halde:

zikredilen o güzel sıfatların Sahibi Allah'a (celle celâlühü) ibadetin haklılığı sabit olunca, O'nun dışında, putlara ibadetin mahza sapıldık olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü bu ikisi ortasında başka bir ibadet yoktur.

İbadet, bedenî olduğu halde ona sapıldık denmesi, sapık inanç üzerine bina edilmesindendir.

Bu görüş, hakkın, tevhidden ibaret olduğu takdirine göredir.

Eğer bu Haktan murat, Allah ise, sapıldıktan murat da, putlara ibadet değil, fakat bizzat putlar olur.

Bu takdirde, hak olan, tanrılığı sabit bulunan Rab'tan sonra bâtıl, zayi ve zailden başka bir şey yoktur. Bu izah,

" Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitmiştir." cümlesine daha uygun düşer.

C- "O halde haktan nasıl çevriliyorsunuz?"

Daha önce de açıklandığı gibi, bu kabil inkârı istifham içeren ifâdelerdeki kuvvet, inkârı fiilin kendisine tevcih etmekte yoktur.

Buradan çıkan anlam şudur:

"- Siz, kaçınılmaz hak olan tevhidden, bu apaçık yoldan şirke ve putlara tapmaya nasıl çevriliyorsunuz?

Yahut siz, tanrıhğı sabit olan gerçek Rabbinize ibadet yerme ahirette kaybolup gideceklerini duyduğunuz bâtıl tanrılara tapmaya nasıl çevriliyorsunuz?"

33

"Rabb'inin fâsık (yoldan çıkmış)lar hakkındaki kelimesi şöyle gerçekleşti: Artık onlar iman etmezler."

Allah (celle celâlühü) için hak tanrılık gerçekleştiği gibi, yahut haktan sonra sapıklıktan başka bir şey olmadığı gibi,

- yahut onlar haktan çevrildikleri gibi,

Rabbinin, küfürde inad edenler hakkındaki "Artık onlar iman etmezler" hükmü ve azab va'di gerçekleşmiş oldu.

Yahut Rabbinin, onlar hakkındaki azap va'di de gerçekleşmiş oldu; çünkü onlar, kesinlikle iman etmezler.

34

"(Resûlüm) de ki:

"- Ortak koştuklarınız içinde ilk önce yaratan, (ölümden) sonra onu iade eden var mı?"

(Resûlüm) de ki:

"- Allah, önce yaratır, (ölümden) sonra onu iade eder. O halde haktan nasıl saptırılıyorsunuz?"

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ortak koştuklarınız içinde ilk önce yaratan, (ölümden) sonra onu iade eden var mı."

Bu âyet, şu önemli noktaları vurgular:

1- Tevhid hak, şirk ise bâtıldır.

2- Önce yaratıp ölümden sonra tekrar hayata döndürmek yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsustur.

3- Müşriklerin ortak koştukları şeylerin böyle bir tasarrufa kudretleri yoktur.

Matlûbun isbatı noktasında bu hüccetin müstakil olduğunu zımnen bildirmek için bu kelâm, ma-kabline atfedilmemiştir.

Soru, hüccet (delil) ile iskât (susturmak) ve ilzam etmek (bağlamak) içindir.

Ölümden sonra hayata döndürme ehliyeti, ilk yaratma mertebesinde mülahaza edilerek aynı sınfa dahil edilmiş ve bundan dolayı:

"İlk önce yaratan, (ölümden) sonra onu iade eden" denikniştir.

Bu, iki hayat, birbirinin lazımıdır. Hakikatte bu iki hayat, varlık olarak da, yolduk olarak da, gerçek Yaradanın tanrılığını kabul etmeyi gerektirir.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Allah, ilk önce yaratır, (ölümden) sonra onu iade eder. O halde haktan nasıl saptırılıyorsunuz?"

Peygambere 35 önceki emirden sonra burada, bu iki hayatı gerçekleştirenin kim olduğunu söylemesi bildiriliyor.

Resûlüm! De ki:

"- Bu iki hayatı bütün ayrıntılarıyla gerçekleştiren ancak Allah'tır

Fakat bu emir, bir görüş olarak belirtildiği gibi, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu ifâde etmekte onların yerine geçmesi anlamında değildir. Çünkü Peygambere söylemesi emredilen şey, onlardan istenen cevabın aynı değildir. Zira burada sorulan,

" (Resûlüm) de ki:

"- Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?"

âyetinde olduğu gibi, ilk önce yaratan, ölümden sonra da onu geri çeviren değildir ki, söylenmesi emredilen söz, onlardan istenen cevabın aynı ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu konuda onların yerine geçmiş olsun.

Hayır! Burada sorulan şey, koştukları ortaklar arasında, ilkin yaratacak ve sonra hayata döndürecek birinin var olup olmadığıdır. Şu halde onlardan istenen cevap:

"- Evet, O'ndan başkası değildir" demeleridir.

Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) söylemesi emredilen sözlerin, zımnen onların cevabını da içerdiğini, cevabın muayyen ve muhakkak olduğunu bildirmek, tekebbür ve inattan değil, fakat iskât ve ilzam korkusuyla, onların bunu sarahaten ifâde etme cesaretini gösteremediklerini imâ etmek içindir

Bu ince hakikati böylece düşünesin!

35

"(Resûlüm) de ki:

"- Ortak koştuklarınız içinde hakka hidayet eden var mı?"

(Resûlüm) de ki:

"- Allah, hakka hidayet eder. O halde hakka hidayet eden mi kendisine uyulmaya daha lâyıktır yoksa hidayet edilmedikçe doğru yolu bulamayan mı? O halde size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?"

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ortak koştuklarınız içinde hakka hidayet eden var mı?"

Bu âyet de zikredilen haikatlere dair bir başka hüccet, ilzam üstüne ilzam ve iskât üstüne iskattır. Bunun, makablinden ayrı olarak zikredilmesi, müstakil bir hüccet olduğunun anlaşılması içindir.

Resûlüm! De ki:

"- Allah'a (celle celâlühü) ortak koştuklarınız içinde, kendilerine tapanları herhangi bir suretle hakka erdirecek olan var mı?"

Çünkü mabûd olmanın asgari mertebesi, kendisine tapanları, umduklarına erdirmesidir.

Bir görüş olarak ileri sürüldüğü gibi, buradaki hidayeti, hüccet (deki ve belge)lerin gösterilmesi, Peygamberlerin gönderilmesi, kâinata nazar ve tefekküre muvaffak kılınması şeklinde anlamak, bu makamın gereği olan iskât ve ilzamın kemâline halel getirir. Çünkü belli bir cihetten hidayetten âciz olmak, mutlak hidayetten aczi gerektirmez.

B- "(Resûlüm) de ki:

"- Allah, hakka hidayet eder."

Hakka erdirecek olan ancak Allah'dır (celle celâlühü); başkası değil. Bu ilâhî hidayet, yukarda zikredildiği gibi,

-hüccet (delil, belge, mucize)ler yaratmak,

-Peygamberler göndermek,

-Kitablar indirmek,

-bunları tedkik ve tefekküre muvaffak kılmak gibi çeşitli vesilelerdir.

C- "O halde hakka hidayet eden mi kendisine uyulmaya daha lâyikdır yoksa hidayet edilmedikçe doğru yolu bulamayan mı?"

Hakka hidayet eden Allah (celle celâlühü) mı yoksa başkasını hidayete erdirmek şöyle dursun kendi bile doğru yolu bulamayan mı uyulmaya daha lâyıktır?

Bu kelâmın, matlûb olan hakikati ziyadesiyle ifâde ettiği açıktır.

Bu kelâmın birinci bölümünden anlaşılan hidÂyetin nefyi iken, ikinci bölümünde ihtida nefyedilmiştir. Çünkü hidÂyetin nefyi, genellikle ihtidanın da nefyini gerektirir. Hakka ihtida eden kimse, başkasının kısmen hidÂyetinden de hâlî (boş) değildir. Bunun asgarisi, başkasının onu taklit etmesi, yani kendisi, farkında değilken başkasının onu görüp yolundan yürümesidir.

Onların ortak koştuklarının eşrafi olan melekler, Isâ Mesîh ve Uzeyr'in hali de budur.

Diğer bir görüşe göre ise, mânâ şöyledir:

Hakka hidayet eden mi uyulmaya yaraşır, yoksa başkası tarafından bir yere nakledilmedikçe, kendi kendine bir yere gidemeyen putlar mı?

Ç- "O halde size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?"

Yani size ne oluyor da, bunları Allah'a (celle celâlühü) ortak koşuyorsunuz?

Bu istifham, kınama anlamındaki inkârı ifâde etmek içindir. Ayrıca bu sözler onların haline taaccüb ettirmek anlamını da taşır.

Ve aldın, açıkça bâtıl olduğuna hükmettiği bir şeyin doğruluğuna siz nasıl hükmediyorsunuz?

Bu ifâde de, onların bâtıl hükmünü inkâr, ona taaccüp ve onu takbih anlamındadır.

Gerçi müşrikler, ortak koştuklarının uyulmaya daha layık olduğuna hükmetmiyor ve her ikisinin de uyulmaya layık olduğunu kabul etmekle beraber Allah'ın (celle celâlühü) daha üstün taraf olduğuna inanıyorlardı. Hatta onlar:

" Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir; diyorlardı!"

Ama müşriklerin, Allah'ın (celle celâlühü), iştirak yoluyla uyulmaya layık olduğuna hükmetmeleri, O'nun, müstakil olarak buna layık olmadığına hükmetmeleri demektir. Bu itibarla onlar, farkında olmadan, Allah'tan (celle celâlühü) başka ortaklarının da uyulmaya layık olduğuna hükmetmiş oluyorlar.

36

"Onların çoğu ancak zanna uyarlar. Zan ise haktan hiçbir şey ifâde etmez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

A- "Onların çoğu ancak zanna uyarlar."

Bu cümle, makablinden bağımsız olup geçen emir kapsamı (söylenmesi emredilen şeylere) içinde değildir. Fakat doğrudan doğruya Allah'a (celle celâlühü) ait sözlerdir. Bu cümleye değişik anlamlar verilmiştir. Şöyle ki:

Müşriklerin çoğu, inançlarında ve konuşmalarında ancak boş zanlara uyarlar, doğru ve kesin mukaddimeler (önermeler) üzerine bina edilen ve hakka ileten mantık yolundan gitmek şöyle dursun, bilimsel hiçbir şeye dayanmazlar; bu yüzden de mevcud delilleri doğru değerlendiremiyor, vardıkları sonuçların yanlışlığını idrak edemiyorlar.

Onların çoğunun zanna uymalarından maksat, itikatlarıdır, ister bu itikatla beraber hakkı kabul etsinler, ister etmesinler.

Bu hükmün onların çoğuna tahsis edilmesi, onlardan bazılarının ilme uyduklarını, ve sonunda tevhidin hak, şirkin bâtıl olduğunu anladıklarını, fakat tekebbür ve inatlarından hakkı kabul etmediklerini bildirir.

Burada kötü halk olmak anlayış ve idrâk bakımındandır; küfür ve azap bakımından değildir.

Onların çoğu, hayatları boyunca ancak bir zanna uyarlar ve onu ebediyen bırakmazlar. Buna göre zanna uymaktan murat, boyun eğmektir.

Bu görüşe göre, inatçı kâfirler de, bu hükme (zanna uyma hükmüne) iştirak ettikleri halde bunun ekseriyete tahsis edilmesi, ileride belirtileceğı gibi, onların bazılarının tevbe edip hakka döneceklerine işarettir.

Onların çoğu, Allah'a (celle celâlühü) iman ve ikrar konusunda kendilerince haklı bir delile dayanmadan sadece zanna uyarlar.

Onların çoğu, putlara tanrı demekde ancak zanna uyarlar. Bu görüşe göre, onların çoğundan murat, hepsidir.

Bu beyân, insanların çoğu, ancak zanna uyarlar, demektir. Bu takdirde hiçbir tekellüfe gerek kalmaz.

B- "Zan ise haktan hiçbir şey ifâde etmez."

Şüphesiz ki zan, kesin bilgiden ve gerçeğe uygun doğru itikattan hiçbir şey İfade etmez.

Bu ilâhî kelâm, hükümlerin, üzerine bina edildiği usûl ilmini öğrenmenin zorunlu olduğuna, bu konuda taklit ile yetinmenin caiz olmadığına delâlet eder.

C- "Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını hakkıyla bilen (A'lîm)dir."

Bu cümle, onların çirkin fillerine karşılık kendileri için bir ceza va'dıdir.

37

"Bu Kur’ân, Allah'tan başka biri tarafından uydurulmuş değildir . O, önündekinı tasdik ve Kitab'ı tafsil eder. Onda hiçbir şüphe yoktur. O, âlemlerin Rabbındendir ."

Bundan önce onların, Kur’ân'ıçindeki aklî delilleri reddetmeleri açıklanmıştı şimdi burada Kur’ân-ı Kerim'i reddetmeleri anlatılıyor.

Bunca hidayet çeşitleri ve ezcümle tevhidin hak, şirkin bâtıl olduğunu ifâde eden apaçık delillerle dolu Kur’ân'ın, Allah'tan (celle celâlühü) başka biri tarafından uydurulmuş olması, mümkün değildir. Fakat o, kendisinden önceki ilâhî Kitabları onaylamak ve içerdiği hakikat ve şeriatlerı açıklamak üzere âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

Kur’ân, eski ilâhî Kitabların tasdikidir, eski ilâhî Kitabların yanışına Kur’ân da, bir mucize olduğu için, onların doğruluğuna bir ölçü ve kanıttır.

38

"Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar?

(Resûlüm) de ki (Kul):

"- O halde onun misli bir sûre getirin ve Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini de yardıma çağırın. Eğer (iddianızda) doğru (sâdık)lar iseniz..."

Yoksa o kâfirler:

"- Kur’ân'ı, Muhammed mi uydurdu" diyorlar?

Resûlüm! Onları hüccetle susturmak ve fasid sözlerinin bâtıl olduğunu açıklamak üzere kendilerine de ki:

"- Eğer sizler, benim Kur’ân'ı uydurduğum iddianızda doğru iseniz, Allah'tan (celle celâlühü) başka, önemli ve zor işlerde yardım ve destek umduklarınızı, sığındığınız tanrılarınızı, çağırın da, belağatte, üslupta ve mânâda ona benzer bir sûre uydurun!"

Fakat Allah'tan (celle celâlühü) başka hiç kimse buna muktedir olamaz.

Allah'ın (celle celâlühü) yardıma çağrılacakların dışında tutulması, istisna edilmesi, onların O'ndan beri ve karşı tarafta olduklarım sarahaten bildirmek içindir.

39

"Hayır öyle değil. Onlar, ilmini ihata edemedikleri ve te'vili (tefsiri) de kendilerine gelmemiş olan bir şeyi (Kur’ân'ı) yalanladılar.

Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Bak, o zâlimlerin âkıibeti nasıl oldu!"

A- "Hayır öyle değil (Bel). Onlar ilmini ihata edemedikleri ve te'vili (tefsiri) de kendilerine gelmemiş olan bir şeyi (Kur’ân'ı) yalanladılar."

Bu âyet, onların, Kur’ân'ın yüce şanını bilmediklerini, cehaletten kaynaklanan bir takım laflar söylediklerini ortaya koyar.

Onlar, Kur’ân'ın muhtevası üzerinde düşünmeden, içindeki kanıtlara vâkıf olmadan, yaratılmışların, onun bir benzerini yapmaya muktedir olup olmadığına bakmadan onu yalanlamaya koştular.

Onlar, Kur’ân hakkında son derece cahil idiler. Onların Kur’ân hakkındaki bilgileri, onu hiç bilmemekten ibaret idi. Kur’ân'ı inkâr etmeleri de, onu bilmedikleri içindi.

Ve onlar Kur’ân'ın te'vilini, tefsirini de henüz bilmiyorlardı. Onların akılları, onun elerin mânâlarına henüz nüfuz etmemişti.

Bu ilâhî kelâm, bize, Kur’ân'ın yorumunun (bir vasıtaya gerek olmaksızın) kendiliğinden zihinlere yöneldiğini bildirir.

Yahut Kur’ân'da gaybları haber veren âyetlerin yorumu henüz kendilerine gelmemişti. O gayb haberlerinin doğru veya yalan oldukları henüz kendilerine apaçık belli olmamıştı.

Kur’ân, ifâde, mânâ ve gaybı haber verme cihetlerinden açık bir mucize idi. Onlar İse, Kur’ân'ın ifadesini incelemeden, mânâsını tefekkür etmeden, yahut Kur’ân'ın gelecekle ilgili verdiği haberlerin gerçekleşmesini beklemeden hemen onu yalanladılar. Bu tekzibin en çirkin sekli idi.

Ya da beklenen mucize gerçekleştikten sonra da onlar, eski bâtıl dâvalarını sürdürdüler.

B- "Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin âkıibeti nasıl oldu."

Onların hiç düşünmeden yalanlamaları gibi kendilerinden öncekiler de, Peygamberlerini ve onların eliyle gösterilen mucizeleri, tekzib etmişlerdi. Artık onlardan önceki zâlim tekzipçilerin sonu nasıl oldu; bir bak!

Bu kelamda zamir makamında zahir ismin (zâlimler kelimesinin) zikredilmesi, hakkı tekzip etmenin zulüm olduğunu, yahut uğradıkları kötü akıbetin sebebinin, bu zulümleri olduğunu ve bu zâlimlerin de, hüküm ve vaîd olarak, o zâlimler zümresine öncekide dahil olduklarını bildirmek içindir.

40

"Onlardan ona iman edenler de var, iman etmeyenler de var. Rabbin müfsidleri en iyi bilendir."

İlk başta Kur’ân'ı tekzip edenlerden, karşı koymak için bütün güçlerini harcadıktan sonra acz içinde onun üstün ikilini kavrayınca, veya yorumu kendisine gelince, veya önceden haber verdiği birçok olayın aynen gerçekleştiğine şahit olduktanolunca ona mıan edenler de var.

Bu iman, Ya yalnız onun hak olduğuna itikat emektir.

Yani içinden onu tasdik eder; onun hak olduğunu bilir; fakat inat ve tekebbür gösterir. Bunlar, daha önce geçtiği gibi:

" Onların çoğu ancak zanna uyarlar." cümlesinin birinci mânâsına göre işaret edilen kimselerdir ki, Kur’ân'ın hak olduğunu bildikleri halde büyüklük taslamak ve inat yüzünden iman etmeyenlerdir.

Ya da bu iman, hakiki imandır.

Yani içlerinde, küfürden tevbe ve hakka iman edenler de var. Bunlar da, anılan cümlenin ıkına mânâsına göre kendilerine işaret edilen kimselerdir kı, sonunda hakka uyanlardır.

Onların içlerinde öyleleri vardır ki, Kur’ân'ın ilmini kavramaya engel aşırı anlayışsızlıklarından dolayı, açıkça onu tasdik etmedikleri gibi, içlerinde de ona iman etmezler. Bu fırkanın anlayışı, onu hiç kavrayamayanlara göre bir derece yüksek ise de, iman için yeterli değildir.

Yahut bu fırkanın aklı zayıf, temyiz kudreti az ve Kur’ân'ılimlerini, alışık olduğu zan ve vehimlerden kurtarmaktan âciz olduğundan eski şüphesinin etkisi altında akmaya devam eder. Bu fırka da, "Onların çoğu ancak zanna uyarlar" mealindeki cümlenin birinci mânâsına göre kastedilenlerdir.

Yahut içlerinde öyleleri de vardır ki, gelecekte de iman etmez; aksine inat ve şüphe ederek, ölünceye kadar küfründe kalır. Bunlar da, anılan cümlenin ikinci tefsirine göre, zanna uymaya devam edenlerdir.

Rabbin, yalnız küfürlerinde inat edenleri değil, fakat birinci tefsire göre, her iki fırkayı da hakkıyla bilendir. Çünkü bozgunculuk veya fesadda her ikisi de müşterektir. Bu da, her iki fırkanın ceza va'dinde müşterek olmalarını gerektirir.

Yahut ikinci tefsire göre, senin Rabbin, küfürlerinde ısrar eden mat ve şüphe sahiplerini hakkıyla bilendir.

41

"(Resûlüm), eğer seni yalanlarlarsa artık onlara de ki:

"- Benim amelim bana, sizin ameliniz de size. Siz, benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yayaptıklarınızdan uzağım."

Resûlüm! Eğer onlar hüccetle ilzam edildikten sonra seni tekzibe devam ve küfürlerim ısrar ederlerse, artık onlardan uzak dur. Bu âyet,

" (Resûlüm) eğer sana karşı gelirlerse de ki:

"- Ben sizin yaptıklarınızdan tamamen uzağım (beriyim)." âyeti kabiîindendir.

Hulâsa,  benîm yaptiklarımın karşılığı bana; hak veya bâtıl sizin yaptıklarınızın da karşıhğı size aittir. Siz benim yaptıklarımdan dolayı muahaze olunmazsınız; ben de sizin yap tıklarınız dan dolayı muahaze olunmam.

Bu âyet, mütareke ve kâfirlere dokunmama sonucunu ifâde ettiği için, bunun cihad âyeti ile neshedildiği söylenir.

42

"İçlerinde seni dinleyenler de var. Sağırlara sen mi işittireceksin? Bir de akledemiyorlarsa..."

Bu kelâm, kâfirlerin kalplerinin mühürlendiğini, iman etmelerinin mümkün olmadığını ortaya koyar.

İçlerinden öyle insanlar da var ki, sen Kur’ân okuduğunda ve onun hükümlerini anlattığında seni dinliyorlar.

Bundan sonra da akıllarını kullanmazlarsa, sağırlıklarına bir de akılsızlıkları eklenirse, artık onlara sen mi duyuracaksın?

Zira akıllı olan sağır, bir ses beynine ulaştığı takdirde bir şey anlayabilir. Ama işitmeyi tamamen kaybettiği zaman, bu iş tamamen bitmiş olur.

43

"İçlerinde sana bakanlar da var. Körlere sen mi hidayet edeceksin? Bir de basiretleri yoksa..."

İçlerinde öyleleri de var ki, senin peygamberliğinin açık delillerini görüyorlar.

Artık onların görme engelli olmalarına bir de basiretsizlikleri eklendikten sonra sen, onlara nasıl hidayet edeceksin?

Görmekten maksat, bir anlam çıkarmaktır (itibar etmektir). Bu da basiretin gereğidir. İşte bundan dolayıdır kı, basiret sahibi âmâ, ahmak görenin idrâk etmediğini idrâk eder. Ahmaklık ile âmâlık bir araya gelince, artık onlara hidayet kapısı tamamen kapanmış olur.

Bu ifâde (körleri sen mi hidayete eriştireceksin), onların hidÂyetini inkâr ve bunun imkânsız olduğunu belirtmek içindir.

44

"Şüphesiz ki Allah, hiçbir şeyde insanlara zulmetmez; fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler."

Onların hak yolu bulamamalarının sebebi yaradılıştan duygusuz ve anlayışsız olmalarından değil fakat kendi düşünce ve iradelerinden kaynaklanan bir sonuçtur.

Allah, insanlara olgunluğa ermeleri için doğuştan gerekli olan zahirî ve batıinî bütün duyguları, akıl ve idrak vasıtalarını, eksiksiz olarak vermiş; Ayrıca irşad için Peygamberler göndermiş ve Kitaplar indirmiştir.

Ancak insanlar bu duyguları, aklî ve ruhî melekeleri yaradılışlarına uygun bir şekilde kullanmaz, sağlıklı muhakeme etmez ve doğru sonuç çıkarmazlar.

Böylece Hakk'ın davetinden yüzçevirirler, Peygamberleri ve Kitapları tekzib ederler.

Sonuçta kendi kendilerine zulmetmiş olurlar.

Bu âyet-i kerimenin siyakı, hüccetle ilzam içindir. Ancak ceza va'di olması da mümkündür.

Allah (celle celâlühü), kıyamet gününde onlara azap etmekle onlara zulmetmiş olmaz; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Onların, azabı mucip kötülükleri sürekli işlemeleri, kendi kendilerine zulmetmelerinden başka bir şey değildir.

Bu âyet, makabli için bir tamamlayıcı bir zeyl mahiyetindedir.

45

"Onların hepsini huzurunda topladığı (hasrettiği) gün, gündüzün bir saatinden başka dünyada kalmamış gibi olurlar. Aralarına tanışırlar. Allah'a kavuşmayı (likaau-llâhı) yalanlayanlar ve hidayete eremeyenler hüsrana uğramışlardır."

A- "Onların hepsini huzurunda topladığı (hasrettiği)gün, gündüzün bir saatinden başka dünyada kalmamış gibi olurlar. Aralarında tanışırlar."

Resûlüm! Onlara bu günü hatırlat, yahut onları bu gün ile uyar!

Burada saatten murat, az bir zamandır.

Bilindiği gibi saat bir zaman birimidir.

Günün bir saati denmesinin sebebi çünkü gündüz saatlerinin, geceden daha iyi bilinmesindendir.

Haşir sırasında sanki insanlar dünyada ancak bu kadar bir zaman kalmış ve dünya nimetlerinden ancak bu kadar bir zaman yararlanmışlardır.

Yahut onların hah, berzah (ölümle kıyamet arası) âleminde ancak bu kadar az bir zaman kalmış kimsenin haline benzer.

Dünyada ancak bir saat kadar kalmış olmaktan murad, haşrin son derece korkulu olduğunu belirtmek ve onların,

" Gerçekten öldüğümüz, toprak ve (bir yığın çürümüş) kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltileceğiz?" demek suretiyle âhiret hayatını imkânsız görmelerinin ve inkâr etmelerinin bâtıl olduğunu beyân etmektir.

Yahut söz konusu kayıt, her iki hayatta da şekiller ve suretler arasında tam bir uygunluk olduğunu belirtmek içindir. Çünkü berzah âleminde az kalmak, farklılık ve değişiklik olmamasını gerektirir. Bu takdirde, "aralarında tanışırlar" ifâdesi, beyân ve açıklama olur. Çünkü üzerinden uzun zaman geçmiş olsa, tanışıldık, tanımamazhğa dönüşebilir.

Birinci görüşe göre, bu cümlenin mânâsı şöyledir:

Onlar, az bir zaman ayrı kalmış gibi birbirlerini tanıtlar. Bu, mezarlarından ilk çıktıkları zaman içindir. Çünkü o zaman onlar, kendi aralarında birbirlerini tanıdıkları eşkâlde olacaklardır. Sonra kıyametin, akılları başlardan alan korkunç şiddetine ve suretlerle şekilleri değiştiren fecî hallerine maruz kaldıklarında tanışıklıkları ortadan kalkmış olur.

B- "Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar ve hidayete eremevçtiler hüsrana uğramışlardır ."

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), onların hüsrana uğrayacaklarına dair şahadetini, ve O'nun taaccübünü ifâde eder.

Eğer Allah'a (celle celâlühü) kavuşmaktan murad, mutlak hesap ve ceza, yahut güzel kavuşma ise, hüsrandan murad, zarar etmektir.

Onlar, iman karşılığında küfrü ve hidayet karşılığında sapıklığı satın almak suretiyle yaptıkları ticarî muamelede zarar etmişlerdir.

Eğer Allah'a (celle celâlühü) kavuşmaktan murat, kötü kavuşma ise, hüsran da, helâk ve sapıklıktır. Yani onlar, yalanlamaları sebebiyle dalalete düşüp helâk olmuşlardır; kurtuluş yoluna da erişememişlerdir.

46

"Onlara va'dettiğimizin bazılarını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de onların dönüşleri Bizedir. Sonra Allah, onların yaptıklarına şâhiddir."

A- "Onlara va'dettiğimizin bazılarını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de onların dönüşleri Bizedir."

Resûlüm! Eğer onlara va'dettiğimiz azabın bir kısmını, zafer ihsan ederek, acilen dünya hayatında sana gösterirsek ne âlâ!..

"Ba'zı — bir kısım" kelimesinin kullanılması, onlara va'dedilen azabın bir kısmının dünyada kendilerine gösterileceğine işarettir. Allah (celle celâlühü), bunu Bedir savaşında göstermiştir.

Yok eğer azabın bir kısmını dünyada sana göstermeden sem vefat ettirirsek, her halü kârda, dünyada da, ahirette de onların dönüşü yalnız Bizedir. O zaman, kendilerine va'dettiklerimizi elbette yerine getireceğiz.

Bir diğer görüşe göre ise, yani dönüşleri Bizedir; Biz, ahirette elbette bunu sana göstereceğiz.

B- "Sonra Allah, onların yaptıklarına şâhiddir."

Allah (celle celâlühü) onların kötü fiillerine şahittir.

Bu sahicilikten murad, ya onun gereği ve sonucu olan, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerini cezalandırmasıdır; ya da onların uzuvlarını konuşturmak suretiyle şahadetin yerine getirlmesidir.

Her ümmetin bir peygamberi vardır. İşte peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara zulmedilmez.

47

"Her ümmetin bir Peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir. Onlara asla zulmedilmez."

Geçmiş ümmetlerin her birine, onları hakka davet etmek için, durumlarına uygun özel bir şeriatla peygamberler gönderilmiştir.

İşte gönderilen o Peygamberlerin ilâhî emirleri ve yasakları onlara tebliğ, onların da o Peygamberi tekzib ve ona muhalefet ettikleri zaman, o ümmet ile Peygamberleri, arasında adaletle hükmedilir. O Peygamberle ona iman edenlerin kurtuluşuna, onu tekzib edenlerin de helakine hükmedilir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyrulur:

" Biz, bir Peygamber göndermedikçe azab etmeyiz."

Ve onların azabını mûcib hükümde kendilerine zulmedilmez; çünkü azab, onların amellerinin sonuçlarıdır.

Yahut kıyamet günü her ümmetim bir Peygamberi vardır; onlar ona nisbet edilir ve onunla çağırılır. Nihayet küfür ve imanlarına şâhidlik etmek üzere Peygamberleri duruşma yerine gelince aralarında hükmolunur.

Bu konuda başka bir âyette de şöyle denir:

" Peygamberler ve sahiciler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hükmedilir."

48

"Diyorlar ki:

"- Eğer doğru sözlüler (sâdık) iseniz bu vaîd ne zaman?"

Onlar, kendilerine va'dedilen azabı, istihza ve inkâr yoluyla acilen istemek anlamında böyle diyorlardı. Nitekim cevaptan da bu mânâ anlaşılıyor. Yoksa onlar,

" Diyorlar kı:

"- Eğer doğru sözlüler iseniz bu vaîd ne zaman?" âyetinde olduğu gibi, muhatabı ilzam için, azabın vaktini tesbit isteğiyle bunu söylemiyorlardı.

Yani onlar, mezkûr va'di içeren âyetleri kendilerine okuyan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlere:

"- Eğer azabın geleceği ihbarında doğru iseniz, bu azab ne zaman?" diyorlardı.

49

"(Resûlüm) de ki:

"- Ben, Allah dilemedikçe kendi kendime ne bir zarar verebilir ne de bir yarar sağlayabilirim. Her ümmetin bir eceli (va'desi) vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat te'hir (geciktirilir) ne de takdim edilir (öne alınır)."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ben, Allah dilemedikçe kendi kendime ne bir zarar verebilirim ne de bir yarar sağlayabilirim."

Resûlüm! Onlara de ki:

"- Ben ne zarar vermeye, ne de yarar sağlamaya hiçbir şekilde muktedir değilim."

Burada zarar, yarardan önce zikredilmiştir. Çünkü kelâmın siyakı, zarar vermekten âciz olmayı belirtmek amacına yöneliktir. Menfaatin zikri ise, aczi tamamlamak üzere daireyi genişletmek içindir. A'raf sûresinin 188. Âyetinde, menfaatin zarardan önce zikredilmesi ise, onun önemini bildirmek içindir. Zâten o makamın gereği de budur.

Hulâsa,  husulü nisbeten daha yakın olduğu halde, ben kendi kendime, kendi nefsim için, ne bir zararı önlemeye, ne de bir fayda sağlamaya muktedir değilim.

O halde size va'dedilen azabı getirmeye nasıl muktedir olabitirim?

B- "Her ümmetin bir eceli (va'desi) vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat te'hir ne de takdim olunur."

Bu kelâm, geçen istisnadaki ibhamı (belirsizliği) açıklığa kavuşturur ve geçen hükümdeki mutlakıyeti takyid eder. Çünkü o mutlakıyet, hükmedilen şeyin, Peygamberlerin gelişlerinden ve ümmetlerin tekziblerınden başka hiçbir şeye bağlı olmaksızın, kesinliğini akla getirir.

Peygamberlerini tekzib eden her ümmet için, kendilerine özgü belli bir süre vardır; başka bir ümmetin süresine asla geçilmez. Bu süre, onların azaba uğratılmaları için belirlenmiştir. O süre geldiğinde hüküm tecelli eder.

Burada da saat asgari zaman birimi olarak kullanılmıştır.

" Artık ne bir saat te'hir edilir" ifâdesinden sonra "ne de takdim olunur" ifâdesinin ilâve edilmesi, birincisi gibi bu da mümkün olduğu halde bunun gerçekleşmeyeceğim belirtmek için değildir.

(Yani ecelleri geldiği zaman, ertelenmesi aklen mümkündür; fakat ecel geldikten sonra geriye döndürülüp kısaltılması aklen mümkün değildir.)

Bu ifâdenin ilâve edilmesi, ecelin ertelenmesinin mümkün olmadığını daha da pekiştirmek içindir. Nitekim,

" (Yoksa o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca:

"- Şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir." âyeti de bu kabildendir. Çünkü bu âyette, kâfir olarak ölen kimsenin zâten hiç tevbesi olmadığı açık iken, onun olmayan tevbesi ile, tevbeyi, ölüm gelinceye kadar geciktiren kimsenin tevbesi, ayni sayılmış, ölüm geldiğinde olmayan tevbe ile o zaman edilecek tevbenin eşit olduğu belirtilmiştir. Nitekim A'raf sûresinin 34. âyetinin tefsirinde de geçti.

Bazı âlimlerce, ecelin gelmesi, onun yaklaşması şeklinde yorumlanmıştır. Buna göre ecelin, kısmen öne alınması mümkündür. Meselâ, helâk için belli bîr gün ve saat tayin edilmiş olması gibi. Ancak bu takdirde bu kaydın fazla bir faydası olmaz.

Ecelin tehir edilemeyeceği, geciktirilemeyeceğı; takdim edilemeyeceğinden, öne alınamayacağından önce zikredilmiştir. Çünkü maksat, onların, bir saat bile olsa, azabtan kurtulamayacaklarını belirtmektir. Bu ise, ecelin gecikmesi ile olur.

" Hiçbir millet, ne ecelinin önüne geçebilir ne de onu geciktirebilir." âyetinde de bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü burada onlar azabı hak ettikleri halde azablarının tehir edilmesinin sırrı açıklanır. Nitekim,

" Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. Yakında bilecekler." âyeti de, bu gerçeği bildirir. İşte bu makamda en mühim olan, ecelin önüne geçilemeyeceğinin beyân edilmesidir.

50

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Söyler misiniz, eğer O'nun azabı gece veya gündüz size gelecekse o zaman o mücrimler onlardan hangisini acele isterler?

Resûlüm! Onlara de ki:

"- Bana söyler misiniz; sizin acilen gelmesini istediğiniz Allah'ın (celle celâlühü) azabı, helâk edilen eski ümmetler gibi, sizin için belirlenmiş bir ecele bağlı olarak, îlâhî irade gereğince, uykuda olduğunuz bir gece veya işlerinizle meşgul olduğunuz bir gündüz birdenbire geliverse, acaba suçlular hangisini tercih ederler?"

" o zaman o mücrimler onlardan hangisini isterler?" ifâdesinde zamir makamında zahir kelimenin (mücrimler, suçlular, günahkârlar) zikredilmesi, onların halinin acele etmeye uygun olmadığını beyân etmek suretiyle inkârın te'kidi içindir.

Çünkü suçluya yaraşan, azabın acele gelmesini istemek değil, azabın geleceği korkusundan helâk olmaktir.

"Allah'ın (celle celâlühü) azabı geldiğinde Allah'tan (celle celâlühü) acele olarak ne istenebilir?"

Zâten bir şey geldikten sonra acele edilmesi mümkün değildir.

Bu âyetin ifâde ettiği inkâr, " Allah'ın emri geldi. Artık onu istemekte acele etmeyin." âyetinde ifâde edilen nehiy (yasak) gibidir. Ancak orada nehiy sarihtir; bu âyette ise zımnîdir.

Bu da tıpkı, bir borçlunun, hakkını isteyen alacaklısına,

"- Senin hakkını vereceğim; ondan sonra artık benden ne isteyebilirsin?" demesi kabitindendir.

Bu olay, borçlu, alacaklının hakkını ödedikten sonra alacaklının hakkını yemden taleb etmesi halinde onu şiddetle reddetmesi gibidir.

51

"- Azabın vukuundan sonra mı iman edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Oysa siz onu acele istiyordunuz!"

A- "- Azabın vukuundan sonra mı iman edeceksiniz??"

Bu âyet, azab vaakıi olduktan sonra imanı inkâr anlamını ifâde eder. Bu cümle, makabli ile beraber, emrin kapsamı içindedir.

Burada açık anlam şudur:

"- Azab gerçekleştikten sonra inanmanın hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda mı iman ediyorsunuz?"

Bu, sözler onların, imanı bu safhaya kadar tehir etmelerini, bunun sadece pişmanlık ve hayıflanma sonucu doğuracağını, inkarcıların inadı bırakmalarını,

ve vakit geçirmeden bunu telâfi cihetine yönelmelerini amaçlar

B-"- Yoksa şimdi mi? Oysa siz onu acele istiyordunuz!"

Bu cümleler telkin edilen sözlere dahil değildir. Doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından söylenen sözlerdir.

Onlar, azab vaakti olduktan sonra iman ettiklerinde, kendilerine şöyle denilecektir:

"- Şimdi mi iman ediyorsunuz? Oysa siz tekzib ve istihza ile bu azabın acele gelmesini istiyordunuz!"

Bu, onların, imanı tehir etmelerinin yanlışlığını, ve bundan dolayı kendilerinin kınandığını ifâde eder.

52

"Sonra o zulmedenlere şöyle denecektir:

"- Haydi, tadın sürekli azabı! Kazandıklarınızdan başkası ile mi cezalandırılacaktınız?

Bu âyet azab ve cezayı va'detmek suretiyle geçen kınama ve ayıplamaya te'kid mahiyetindedir.

Bunların zulmetmeleri de, küfür ile tekzibi, iman ile tasdik yerine koymaları, ya da kendi nefislerini azaba ve helake maruz bırakmakları demektir. Onlara söylenecek söz şudur:

"- Haydi o elem verici azabı ebediyen tadın!

Bu gün ancak, dünyada işlemiş olduğunuz çeşidi küfür ve günahlardan ve ezcümle, ilâhî azabı istihza yoluyla istemekten dolayı cezalandırılıyorsunuz!"

53

"O (azab) gerçek mi diye senden soruyorlar.

(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Rabb'im üzerine yemin ederim ki o hakdır. Ve siz Allah'ı bundan âciz bırakacak değilsiniz.

Onlar, Resûlüm, istihza ve inkâr yoluyla: "- O azab gerçek mi? " diye soruyorlar.

Sen de, onların istihzasına aldırmadan, onların niyetlerine göz yumarak ve isi hikmet temeli üzerine bîna ederek de ki:

"- Evet, Rabbime andolsun ki, va'dedilen azab hiç şüphesiz haktır, sabittir."

Onlara verilen cevap, inkârlarının şiddet ve kuvvetine göre, te'kidin en mükemmeliyle pekiştirilmiştir.

Ayrıca bu cevaba, izah ve tesbit olarak:

"- Ve siz Allah'ı bundan âciz bırakacak değilsiniz" cümlesi ilâve edilmiştir.

Başka bir deyişle, kaçmakla o azaptan kurtulacak değilsiniz. O, sizi mutlaka bulacaktır.

54

"Zulmeden her nefis, yeryüzünde bulunan her şey kendisine ait olsaydı (kurtuluş için) hepsini feda ederdi. Azabı gördükleri zaman içlerinde derin bir pişmanlık (nedamet) duyarlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara asla zulmedilmez."

A- "Zulmeden her nefis, yeryüzünde bulunan her şey kendisine ait olsaydı (kurtuluş için) hepsini feda ederdi."

Şirk ile veya başkasına haksızlık etmek suretiyle zulmeden herkes, dünyanın bunca hazineleri, malları ve menfaatleri hepsin kendisine ait olsa o azaptan kurtulmak için hiç şüphesiz onu tamamen feda ederdi.

B- "Azabı gördükleri zaman içlerinde derin bir pişmanlık (nedamet) duyarlar."

O zâlimler, azabı gördüklerinde, hiç düşünmedikleri o halin dehşet ve korkunçluğundan dilleri tutulur ve yaptıklarından duydukları pişmanlığı gizlerler, onu açığa vurmazlar. Ancak gizleme, sabır ve sebat göstermelerinden değil fakat apışıp kalmalarından dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, o zâlimlerin reisleri, saptırdıkları kimselerden utanarak ve onların kınamalarından korkarak pişmanlıklarını onlardan gizlerler.

Ancak (bu görüş pek geçerli olamaz; çünkü) o zamanki dehşet ve azab korkusu başka bir korkuya mahal bırakmaz.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar, samimi olarak yaptıklarından, inkâr ve istihzalarından pişmanhk duyarlar.

Başka bir görüşe göre ise, duydukları bu pişmanlığı da açıklarlar.

C- "Aralarında adaletle hükmolunur."

Gerek Allah'ın (celle celâlühü), gerek kul hukukuna ilişkin olsun, bütün konularda, zulmedenler arasında adaletle hükmolunur, hak tecelli ettirilir ve her sınıf, kendisine layık muameleyi bulur.

Burada şirk dahil her türlü haksızlık genel olarak zulüm kavramı içinde kasdedilmiştir.

Ç- "Onlara asla zulmedilmez."

Zâtimler, kendilerine verilen cezada haksızlığa uğratılmazlar; o azap, onların yaptiklarının zorunlu sonucudur.

55

"Haberiniz olsun, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Haberiniz olsun, Allah'ın va'di haktır. Fakat çokları bilmezler.

A- "Haberiniz olsun, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır."

Göklerde ve yerde bulunan her şey, şüphesiz yalnız Allah'ın (celle celâlühü) dır.

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), bütün varlıklar üzerinde kemâliyle muktedir olduğunun izahı ve bütün eşyanın, O'nun hükümranlığı altında bulunduğunun beyânıdır. O, ıcad ve idam ederek mükâfat ve ceza vererek dilediği gibi kâinat üzerinde tasarruf eder.

B- "Haberiniz olsun, Allah'ın va'di haktır."

Burada zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, va'din şanını tazim ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir.

Va'd, ya va'dedilenler anlamındadır; yani Allah (celle celâlühü) tarafından va'dedilen her şey haktır, demektir; o takdirde onların acele istedikleri azab ile o azabın halini beyân konusunda zikredilenler de, öncelikle bu hükme dahildir; ya da bu va'din, mastar mânâsı kastedilmektedir; yani Allah'ın (celle celâlühü), bütün zikredilenlere ilişkin va'di haktır.

Hak kelimesi de, birinci mânâya göre, kesin olarak sabit ve vakidi; ikinci mânâya göre ise, gerçeğe uygundur, demektir.

Âyetin zikredilen her iki cümlesinin başında da tenbih (elâ /haberiniz olsun) ve tahkik (inne/şüphesiz) harflerinin zikredilmesi, geçen âyet-ı kerimelerin içeriklerini de açıklayan bu iki cümlenin anlamlarının gerçekliğini tescil etmek ve bu va'din, zihinden çıkarılmamasının ve muhafaza edilmesinin zorunlu olduğuna dikkat çekmek içindir.

C- "Fakat çokları bilmezler."

İnsanların çoğu, düşünemediklerinden ve gaflet içinde olduklarından bunu anlamazlar; o söylediklerini söyler ve yaptıklarını yaparlar.

56

"O, can ve hayat verir ve öldürür. Ve O'na döndürüleceksiniz."

Dünyada hiç kimsenin dahli olmaksızın, ancak Allah (celle celâlühü) can ve hayat verir sonra da öldürür; âhirette de yeniden hayat verilip diriltilmek suretiyle yalnız O'na döndürüleceksiniz.

57

"Ey insanlar! İşte size Rabb'inizden bir öğüt (mev'ıi'za), kalblerdeki hastalıklar için bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi. "

Bundan önce insanlar, kendilerine okunan uyarıcı âyetlerle, dalâletten sakın dırılmıştı. Şimdi bu kelâm ile, hakka yönelmeye ve hakkı kabule, hakka uymaya çağrılıyor ve bütün bunların, onların yararına olduğu bildiriliyor.

Va'z ve mev'ıza, ister zecri ve korkutma yoluyla olsun, ister teşvik ve özendirme yoluyla olsun, akıbetleri hatırlatmaktır.

Demek istenen şudur:insanlara gönderilen ilâhî Kitab, söz konusu faydaları içerir. Çünkü o, iyi ve kötü amellerin hallerini açıklar. Güzel amelleri teşvik, eder; kötü amellerden alıkoyar. Cehalet, şüphe, şirk, nifak ve bâtıl itikatlar gibi kalbe musallat olan hastalıklara karşı şifa verici hak marifetleri ortaya koyar. Kâinatta ve insanların kendi içlerinde yaratılmış olan delillere irşat yoluyla hak ve doğru yola hidayet eder. Bu Kitabın gelişi, mü'minlere rahmettir. Zira mü'minler, onun sayesinde küfür ve sapıklık karanlığından kurtulup iman nuruna çıkar ve yine onun yardımıyla cehennem çukurlarından kurtulup cennetin âk derecelerine yükselirler.

58

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah'ın fadlı ve rahmetiyle, sırf bunlarla sevinsinler . Bu, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır."

Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilen bu hitab, onun, insanlara, Kur’ân-ı Azîm'in gelişindeki ilâhî lütuf ve rahmeti ganimet bilmelerini söylemesi içindir.

Bu lütuf ve rahmet, ya Kur’ân'ın gelişindeki lütuf ve rahmettir; ya da mutlak lütuf ve rahmettir; Kur’ân'ın gelişindeki lütuf ile rahmet de öncelikle buna dahildir.

Yani eğer bir şeye sevineceklerse, yalnız buna sevinsinler; başka bir şeye değil.

Yahut yalnız Allah'ın (celle celâlühü) lûtfuna ve rahmetine önem versinler ve ancak buna sevinsinler.

Yahut size Rabb'inizden ilâhî lütuf ve rahmet olarak bir öğüt geldi. Bu takdirde anlam, bundan önceki âyetle bağlantık olur.

Übeyy kıraatine göre, felyefrahû "feltefrahû / sevinin" şeklinde okunmuştur.

Rivâyete göre Übeyy b. Kâ'b (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlüllah'ın:

"- Bifadzk-llâhi ve birahmetihi / Allah'ın lûtfu ve rahmetiyle" cümlesini okuduktan sonra "bikitâbi-llâhi ve'l-islâm - Allah'ın Kitabı ve İslâm ile" buyurdu.

Bir başka görüşe göre ise, Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu İslâm'dır ve rahmeti de, İslâm için va'dettıği mükâfatlardır.

İşte zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu ve rahmeti, onların biriktirdikleri dünyalıklardan daha hayırlıdır.

59

"(Resûlüm) de ki:

"- Söyler misiniz, Allah'ın size indirdiği rızktan bir haram bir de helâl mi yaptınız?

(Resûlüm) de ki: "- Allah mı size izin verdi yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Söyler misiniz (Eraey-tüm), Allah'ın size indirdiği rızktan bir haram bir de helâl mi yaptınız?"

"Leküm / Size" kelimesinin kullanılması, bu rızktan, helâl olan rızkın kastedildiğini bildirmek içindir.

Rızk, indirilmiş bir nesne olarak ifâde edilmiştir. Çünkü rızıklar gökte takdir edilir.

Yahut rızıkların meydana gelmesi veya bekası, yağmur gibi semavî sebeplere bağlı olduğu içindir.

Resûlüm! De ki:

"- Allah (celle celâlühü) size indirdiği rızkı bana söyler misiniz? İşte o rızıkların hepsi size helâl iken, siz onların bir kısmının haram ve bir kısmının da helâl olduğuna mı hükmettiniz. Nitekim,

Bu hayvanlar ile ekinler haramdır..."

Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimiz için helâldir, kadınlarımıza haranı edilmiştir." âyetleri ve benzerleri de bunu anlatır.

Önce haram zikredilmiştir; çünkü yasak eseri onda ortaya çıkıyor ve ayıplama da ondan dolayı yapılıyor.

B- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Allah mı size izin verdi yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz."

Resûlüm! Onlara de ki:

"- Bu rızıkların bir kısmının haram, bir kısmının de helâl olduğuna hükmetmenizde Allah (celle celâlühü) size izin verdi de siz Allah'ın (celle celâlühü) emrini mi yerine getiriyorsunuz, yoksa Allah'a (celle celâlühü) iftira mı ediyorsunuz?"

Bu istifham, takrir ve iskât (susturma) içindir. Çünkü ikinci şık, yani bunun Allah'a (celle celâlühü) iftira olduğu kesin olarak sabittir.

Bu istifham inkâr için de olabilir. Yani Allah (celle celâlühü) size bu izni vermedi; fakat siz O'na iftira ediyorsunuz.

60

"Allah'a karşı yalan uyduranlar (iftira edenler) kıyamet gününü ne sanıyorlar? Şüphesiz Allah, insanlara karşı fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir. Fakat onların çokları bilmezler."

A- "Allah'a karşı yalan uyduranlar (iftira edenler) kıyamet gününü ne sanıyorlar?"

Bu kelâm, doğrudan doğruya Allah'ın (celle celâlühü) ifadesidir ve kıyametin korkunçluğunu belirtir. Burada onların zamir ile değil, fakat açık olarak ifâde edilmesi, iftiralarını tescil etmek içindir.

İftira, ancak yalan ile olduğu halde burada "kizb/ yalan" kelimesinin de kullanılması, onların isledikleri fiilin son derece çirkin ve kendi inançlarına göre de yalan olduğunu göstermek içindir.

Bu sualden maksat, o günün korkunçluğunu ve dehşetini, onların o gün maruz kalacakları muameleleri anlatmaktır.

Yoksa onlar iftiralarından mesul olmayacaklarını mı, yahut ondan dolayı ceza görmeyeceklerini mi, yahut az bir ceza ile kurtulacaklarını mı sanıyorlar? Hayır, onlar en şiddetli azaba maruz kalacaklardır. Çünkü onların günahları, günahların en ağırıdır. Zâten Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uyduran veya iftira edenden daha zâlim kim olabilir?

B- "Şüphesiz Allah, insanlara karşı fadl (lûtuf ve ihsan) sahibidir. Fakat onların çokları şükretmezler."

Allah'ın (celle celâlühü) insanlara lûtfu o kadar büyüktür ki, insanların bunu kavraması mümkün değildir. Nitekim Allah insanlara, hak ile batılı, güzel ile çirkini temyiz ve tefrik için akıl nimeti vermiş, Kitablar indirmiş ve Peygamberler göndermiş; onlara merhamet etmiş; akılları ile keşfedemedikleri bazı sırları açıklamış; dünya ve âhiret işlerinde onları irşad etmiştir.

Fakat insanların çoğu bu büyük nimetlerin değerlerini bilmezler; maddî ve manevî güçlerini yaratılış gayelerine uygun harcamazlar ve şer'î delillere uymazlar.

Bu kelâm, makablinin mefhûmunu izah eden bir zeyl mahiyetindedir.

61

"Nasıl bir iş (şe'n) yapsan, Kur’ân'dan ne okusan ve nasıl bir iş (amel)de çalışsan; siz ona dalıp gittiğiniz zaman, Biz mutlaka üzerinize şahidiz. Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizli kalmaz. Ondan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab (Levh-i Mahfuz)da bulunmasın."

A- "Nasıl bir iş (şe'n) yapsan, Kur’ân'dan ne okusan ve nasıl bir iş (amel)de çalışsan; siz ona dalıp gittiğiniz zaman, Biz mutlaka üzerinize şahidiz ."

Burada önce amellerin önemli ve büyük olanları, sonra da amellerin büyüğüne de, küçüğüne de şâmil olanlar zikredilmiştir.

Yani siz hangi halde, ne yaparsanız yapın Biz mutlaka onun murakıbı (gözetleyicisi) yız, ona muttaliyiz ve onun muhafızıyız.

B- "Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizli kalmaz. Ondan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab (Levh-i Mahfûz)da bulunmasın."

Burada yerden ve gökten murat, varlık ve imkân âleminde demektir. Çünkü insanlar, yer ile gök dışında, onların birinde olmayan, onlardan birine bağlı bulunmayan hiçbir mümkün varhk tanımaz.

Âyette, yer önce zikredilmiştir; çünkü burada kelâmın konusu, yer sakinlerinin halidir ve maksat, Allah'ın (celle celâlühü) ilminin, dünyanın bütün ayrıntılarını kuşattığına delil ikame etmektir.

Allah'ın (celle celâlühü) kuşatıcı ikninden hiçbir şey uzak ve gizli kalmaz. Hayır, her şey, apaçık bir Kitab'dadır. Şu halde her hangi bir şey, nasıl O'dan gizli kalabilir?

Apaçık Kitab'dan maksat, Levh-ı Mahfûz'dur.

62

"Haberiniz olsun; Allah'ın velîleri için korku yoktur, onlar mahzun olacak da değillerdir."

Bundan önce, kıyamet günü, Allah'a (celle celâlühü) iftira edenlerin, durumlarının perişanlığına ve karşılaşacakları hallerin korkunçluğuna, tehdit ve ceza va'di yoluyla icmalen işaret edilmişti. İşte bu âyet de, mü'minler için amellerinin sonucu müjde ve mükâfat va'di kabitinden bir beyândır.

Ayrıca, yaptıkları ve yapmadıkları bütün işlerde Allah'ın (celle celâlühü), Peygamberine ve onun ümmetine gözcü olduğuna, ilminin bütün göklerdekini ve yerdekini kuşattığına, her şeyin apaçık bir Kitab'da tesbit edilmiş bulunduğuna ilişkin zikredilenlerin bir hulâsasıdır.

"Velî" kelimesi lügatte yakın demektir. Allah'ın (celle celâlühü) velilerinden murat, hâlis mü'minlerdir. Çünkü bu mü'minler, ruhanî olarak Allahü teâlâ'ya yakındırlar. Nitekim bundan sonra gelecek açıklamalar bu yöndedir.

İşte Allah'ın bu hâlis kullarının, her iki cihanda kendilerine bir kötülük dokunmasından korkuları yoktur ve bir istedikleri bir şeyi kaçırmaktan dolayı üzülecek de değillerdir. Onlar korku ve üzüntüyü mûcib bir şeye maruz kalmayacaklardır.

Bu ifâdeler:Onlar korku ve üzüntüyü mûcib hallere maruz kalırlar, fakat korkmazlar ve üzülmezler, demek olmadığı gibi, Onlar hiçbir zaman hiçbir korku ve üzüntü duymazlar; devamlı neşek ve sevinçkdirler demek de değildir.

Onlar ancak Allah'ın (celle celâlühü) celâl, azamet ve heybetinden; kulluk görevlerini gereği gibi yerine getirememekten korku ve endişe duyarlar; demektir.

Allah'ın (celle celâlühü) dostları olan has mü'minler, korku ve endişe taşımazlar. Çünkü onların amacı, sadece Allah'a (celle celâlühü) itaat ve O'nun rızâsına ermektir. Bu da saadet ve yakınlık doğurur.

Bunu dışında dünya nimetleri onların gayelerine dahil değildir ki onlardan yana zarara uğramaktan ve bir menfaati kaçırmaktan korksunlar ve üzülsünler.

63

"Onlar iman edenler ve takva sahibi olanlardır."

Allah'ın (celle celâlühü) dostları, Allah (celle celâlühü) katından gelen her şeye iman eden ve nefislerini, korunması gereken bütün fiillerden sürekli koruyanlardır.

Bu kelam, mukadder bir sualin cevabı gibidir. Sanki,

"- Onlar kimlerdir ve bu saadete ermelerinin sebebi nedir?" diye sorulmuş ve şöyle cevap verilmiştir:

"- Bunlar, iman ile takvayı bir araya getirenlerdir."

Bu iki yüce haslet, her hayra erdirir ve her serden uzak tutar.

Burada takvadan murat, onun üçüncü mertebesidir.

Bu mertebe, daha aşağıdaki,

-şirkten,

-ve bütün günah fiillerden sakınma mertebelerini içerir.

Yani takva, insanın, gönlünü Hak'tan (celle celâlühü) ve tamamen O'na yönelmekten meşgul eden her şeyden nezih kılmaktır. İşte,

"Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla sakının.." mealindeki âyette emredilen gerçek takvadır.

Mutlak takvadan anlaşılan müşahede, huzur ve yakınlık da ancak bununla hasıl olur. Ve, "Nasıl bir iş (şe'n) yap san.. "(Yûnus 10/61) mealindeki âyetin hitabına Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte dahil olan mü'minlerin hak de böyledir.

Şu var ki, Allah'a (celle celâlühü) yönelmede ve nezakette, akıl ile idrâld mümkün olmayan bir hikmete nıebni, İlâhî irade gereği lütfedilmiş istidatlarına göre o mü'minlerin değişik dereceleri vardır. Bu derecelerin en yükseği de, Peygamberlerin mertebece eriştiği derecelerdir. Öyle ki, Peygamberler, bununla, hem velayet hem de risalet mertebelerini bir araya getirmişlerdir.

Onlar kudsî kuvvetle desteklenen temiz nefislerindeki üstün istidat sayesinde, madde âlemine bağlı olduklar halde, bu durum onları ruhlar âlemine yükselmekten ve Cenab-ı Allah'a yönelmekten alıkoymaz. Bununla beraber onlar madde âleminde insanların işleriyle de meşgul olurlar.

Şu halde velÂyetin temeli, takvadır. Bu itibarla Allah'ın (celle celâlühü) velileri, ancak takva sahibi olan mü'minlerdir. Bu bağlamda şu ifâde de buna yakındır:

Allah'ın (celle celâlühü) velileri,

- Allah (celle celâlühü), tarafından kesin delil ile hidayetleri kolaylaştırılan,

- buna mukabil kulluk görevlerini bihakkın yerine getiren kimselerdir.

Şu ifâde de buna ters düşmez:

Veliler, görüntüleriyle Allah'ı (celle celâlühü) haürlatan kimselerdir.

Nitekim Said b. Cübeyr'den rivâyet olunduğuna göre, Resûlüllalı'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın (celle celâlühü) velileri sorulmuş ve o da şöyle buyurmuştur:

" Allah'ın velileri o kimselerdir ki görünüşleri, yani vakarları, huşu, huzû ve huzurlarıyla Allah'ı hatırlatırlar."

Yine "Allah'ın velileri, Allah için birbirlerini sevenlerdir" sözü de, buna muhalif bir tarif değildir. Ömer'de Resûlüllalı'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleri naklediyor:

"Resûlüllalı'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) dinledim; şöyle buyurdu:

"Allah'ın kullarından öyleleri vardır ki, kendileri Peygamber ve şehid değildir; ama kıyamet günü Allah katindaki yerleri için Peygamberler ve şehidler onlara gıbta ederler."

Huzurda bulunanlar dediler ki:

"- Ya Resûlallah! Lütfen söyleyin; onlar kimlerdir ve onların amelleri nelerdir? Belki biz de severiz."

Resûlüllah buyurdu ki:

"- Onlar öyle kimselerdir ki, aralarında akrabalık bulunmadığı ve mal alış-verisi olmadığı halde Allah için birbirlerini severler.

Vallahi, onların yüzleri nurla parlayacak; onlar nurdan minberler üzerinde olacaklar; insanlar korkacağı zaman onlar korkmayacaklar ve insanlar üzülecekleri zaman onlar üzülmeyeceklerdir."Burada velilerin Allah'ı (celle celâlühü) hatırlatan vasıfları özellikle zikredilmiştir. Çünkü bunlar iman ve takvanın ayrılmaz eserleridir. Bir de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) burada hem öğüt ve irşadı hem de aralarında nesebten ve sebebten akrabalık bulunmayan mü'minler arasında sırf din kardeşliği dolayısı ile kuvvetli bir sevgi bağı kurmayı amaçlamıştır.

Ancak bu hadiste, Peygamberlerin, Allah (celle celâlühü) katindaki dereceleri itibariyle Allah'ın (celle celâlühü) velî kullarına gıpta ettikleri yolundaki ifâde, temsilî yoldan onların güzel hallerini tasvir etmek için söylenmiş olmalıdır. Nitekim, Kevâşî Ahmed b. Yusuf diyor ki:

"- Mezkûr hadisteki ifâde, bir mübalağadır. Bunun gerçek mânâsı şudur:

Eğer peygamberlerin ve şehidlerin gıpta edecekleri insanlar olsaydı, onlar bunlar olurdu."

64

"Hem dünya hayatında, hem de âhıirette müjde onlar içindir. Allah'ın söz (kelime)lerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur."

A- "Hem dünya hayatında, hem de âhıirette müjde onlar içindir."

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın (celle celâlühü) velileri, Allah'a itaat etmekle O'na dostluklarını gösterirler, Allah da, ihsanda bulunmakla onlara dostluklarını gösterir. Bu görüşe göre,

"Onlar iman edenler ve takva sahibi olanlardır âyeti, o insanların, Allah'a (celle celâlühü) nasıl dostluk gösterdiklerinin izahıdır ve bu âyet de, Allah'ın (celle celâlühü), onlara nasıl dostluk ettiğinin tefsiridir.

Bu kelâm, mukadder bir sualin cevabı gibidir. Sanki:

"- Onlar için bundan başka bir nimet ve keramet var mı?" diye sorulmuşda,

"- Onlar için, her iki cihanda kendilerini sevindirecek nimetler var." cevabı verilmiştir.

Birinci kayıt (iman ile takva) önce zikredilmiştir. Çünkü önce boşaltma (tahliye), sonra süsleme (tehliye) kuralının gereği budur.

Bir de, mü'minlerin iyi, müfteri kâfirlerin kötü halleri bu suretle karşılaştırılmış olur.

- Daha önce, 10/62. âyette, Allah'ın (celle celâlühü) dostlarının, korkunç hallerden kurtulmakla müjdelenerek sevindirilmesi,

- Sonra arada iman ve takvaları zikredilerek amaçlarına erişeceklerinin müjdelenmesi, onların korku ve üzüntü doğuracak sebeplerden sakındıklarını bildirmek içindir.

Rivâyete göre Ebû Zerr (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Ya Resûlallah! Adam Allah için amel ediyor; bundan dolayı insanlar onu seviyor; bunun sırrı nedir?" diye sordum.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) söyle buyurdu:

"- işte bu, mü'minlerin dünyadaki müjdesidir."

Hadiste bahsi geçen dünyadaki müjde, Kur’ân- Kerim'in bir çok yerinde takva sahibi mü'minler için verilen müjdelerdendir.

Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Dünyadaki müjde, mü'minin gördüğü veya onun için görülen güzel rüyadır."

Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"- Nübüvvet gitti sadece mübeşşirat kaldı."42

42 Sahih-i Buhârî'de "Kitabü't-Ta'bir"de tahric olunan şu hadis vardır:

" Nebî'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim:

"- Nübüvvetten mübeşşirattan başka bir şey kalmadı.".

Ashâb sordular:

"- Mübeşşirat nedir?"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) :

"- Rüyây-ı sâlihadır." buyurdu.

Tabiî âlimlerinden Ata diyor ki:

"- Allah'ın dostları için ölüm anında müjde vardır; melekler, onlara rahmet getirirler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyrulur;

"Rabb'imiz Allah'dır diyen ve sonra da bunda sebat edenler var ya işte onların üzerine melekler inerler ve onlara:

"- Korkmayın, mahzun da olmayın, va'dolunduğunuz cennetle sevinin." derler.

Söz konusu bu mü'minlere âhiret için verilecek müjdelerin başkcaları şunlardır:

-meleklerin onları selâmla karşılamaları,

-saadet ve ihsanla onları tebşir etmeleri,

-yüzlerinin bembeyaz nurla parlaması,

-amel defterlerinin sağlarından verilmesi ve diğer...

Şu halde âyetteki müjdeler, onlar için dünya ve âhirette vaki olacak müjdelerin müjdesidir.

B- "Allah'ın söz (kelime)lerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur."

Allah'ın (celle celâlühü) sözlerinde ve ezcümle takva sahibi mü'minler için varid olan va'dlerinde hiçbir değişiklik olmaz. Bu itibarla bu va'dlerin yerme getirilmemesi imkânsızdır.

65

"(Resûlüm), onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz bütün izzet (şan, şeref, üstünlük, galibiyet) Allah'a aittir. O, her şeyi kemâliyle işiten (e's-Semî')di ve her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm)dir."

A- "(Resûlüm), onların sözleri seni üzmesin."

Bundan önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona tâbi olanların, her kötülükten emin oldukları, ve bütün isteklerine erişecekleri beyân edilmişti. Şimdi burada da Allah (celle celâlühü) Resulünü (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirlerin sözlerinden duyduğu teessür sebebiyle teselli etmekte, kendisine zafer ve üstünlük bahşedeceğini müjdelemektedir.

Bu kelâm, hakikatte Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülmekten nehyetmektedir. Şöyle ki:

"- Resûlüm!

Onların sözlerine üzülme; onların seni yalanlamalarına, seni yok etmek ve dâvanı sonuçsuz bırakmak için birbirlerine danışmalarına, hakkında bir takım hayırsız konuşmalarına ve diğer hallerine aldırma!"

Nelıyin, onların sözlerine tevcih edilmesi (onların sözleri seni üzmesin), Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülmekten şiddetle nehyetmek içindir.

Çünkü tesiri nehyetmek, teessürü temelinden ve tamamiyle ortadan kaldırmak demektir.

Bir de, bazen lâzım nehyedilir de, melzûm kastedikr. Mesela:

"- Seni burada hiç görmeyeceğim!" cümlesinde olduğu gibi.

Daha önce geçen kelâm, üzülmeye de şâmil olduğu halde burada sarahaten ve başh başına zikredilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de korku şaibesi yoktu ki, ondan nehyedilsin. Fakat bazı vakitlerde bir nevi üzüntüye düştüğü oluyordu. İşte bu sebeble teselli edilmiştir.

B- "Şüphesiz bütün izzet, (şan, şeref, üstünlük, galibiyet) Allah'a aittir."

Bu kelâm, geçen nehyin illetidir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) mülkünde ve hükümranlığında şan, şeref, üstünlük, galibiyet ve kafir, tamamen O'na aittir. Ne onlardan, ne de başkalarından hiç kimse, bundan en küçük bir şeye asla mâlik değildir. Binaenaleyh Allah (celle celâlühü), onları kahredecek; seni onlardan koruyacak; seni onlara karşı muzaffer kılacaktır.

Ve öyle de oldu. Şu halde bu kelâm, dünyada gerçekleşen müjdelerdendir.

C- "O, her şeyi kemâliyle işiten (e's-Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm) dir."

Allah (celle celâlühü), onların senin hakkında söylediklerini işitmekte ve senin hakkındaki niyetlerini de bilmektedir. Allah (celle celâlühü), onların hakkından gelecektir.

66

"Haberiniz olsun; göklerde kim varsa, yerde kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ı bırakıp da şerik (ortak)lere tapanlar neyin peşine düşüyorlar? Onlar, ancak bir zannın peşine düşüyorlar. Ve onlar ancak yalan söylüyorlar."

A- "Haberiniz olsun (Elâ); göklerde kim varsa, yerde kim varsa hepsi Allah'ındır."

Gökte ve yerde akü sahibi meleklerden, insanlardan ve cinlerden kim varsa hepsi, yalnız Allah'ın (celle celâlühü) dır.

Burada sarahaten akıl sahiplerinin zikredilmesi, diğerlerini zikre ihtiyaç olmadığını zımnen bildirmek içindir. Çünkü akıl sahipleri, yaratılmışların en şereflisi ve mertebece en yükseğidir. Onlar, Allah'ın (celle celâlühü) kahrına ve hükümranlığına mahkûm olduklarına göre, diğer varlıklar haydi haydi böyle olmalıdır.

Bu kelâm, üstünlüğün yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğunu belirtmesi itibariyle, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gönül huzuru içinde olmasını ve müşriklerin sözlerine aldırmamasını telkihi eder. Bu anlamda makabk için bir tekiddir, bundan sonraki kelâm için de bir hazırlıktır ve aynı zamanda onların kanaatlerini ve amellerinin bâtıl olduğuna da delildir.

B- "Allah'ı bırakıp da şerik (ortak)lere tapanlar neyin peşine düşüyorlar? Onlar ancak bir zannın peşine düşüyorlar. Ve onlar ancak yalan söylüyorlar."

Allah'tan (celle celâlühü) başka ortaklara tapanlar,

1- hakikatte o ortaklara tapmıyorlar; onları ancak ortaklar olarak isimlendiriyorlar;

2- onlar kesin bilgiye değil ancak bâtıl zanlarına uyuyorlar;

.3- göklerde ve yerde kim varsa yalnız Allah'ın (celle celâlühü) olduğu gibi, onların Allah'tan (celle celâlühü) başka taptıkları ortaklar da yalnız Allah'ın (celle celâlühü) dır.

Bu görüşe göre, onların ortakları, ibare veya delâlet olarak, göklerde ve yerde olanlara dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, yollarının bâtıl, ortaklarının Allah'ın (celle celâlühü) kulları, inançlarının fâsid olduğunu beyân etmek içindir.

Yahut Allah'tan (celle celâlühü) başka ortaklara tapanlar, neyin peşine düşüyorlar?

Onlar ancak bâtıl zanna ve hayale uyuyorlar. Nitekim cüğer bir âyette de şöyle buyrulur:

" Allah'tan başka taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlara sultan (güç, kuvvet, delil) olarak hiçbir şey indirmemiştir." Bir kıraate göre, âyetteki tapmak fiili, hitap kipi ile okunmuştur. Buna göre bu istifham, iskât ve kınama içindir.

Yani sizin Allah'tan (celle celâlühü) başka taptığınız melekler ve Peygamberler, kimin peşine düşüyorlar? Onlar da, Allah'a (celle celâlühü) tâbi oluyor ve O'na itaat ediyorlar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

" Allah'tan başkasına tapanlar, Rablerine, hangisi daha yakındır diye vesile ararlar, rahmetini umarlar ve ondan korkarlar."

İşte o müşrikler, ancak zanna uyarlar ve meleklerle Peygamberlerin uydukları hakka uymazlar ve onlar ancak Allah'a (celle celâlühü) yalan söylerler ve onların ortak olduklarını takdir ederler.

67

"İçinde sükûnet bulaşınız diye geceyi, göresiniz (çalışasınız) diye de gündüzü yapan O'dur. Gerçekten bunda işiten bir topluluk için âyet (deki, ibret)ler vardır."

A- "İçinde sükûnet bulaşınız diye geceyi, göresiniz (çalışasınız) dîye de gündüzü yapan O'dur."

Bu cümle, kâmil kuvvetin ve şâmil nimetin yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğunu vurgular. Amaç, ibadet istihkakının yalnız Allah'a (celle celâlühü) ait olduğunu göstermektir. Ve bu kelam, daha önce belirtildiği gibi, bütün izzetin Allah'a (celle celâlühü) mahsus, bütün mümkün varlıkların Allah'ın (celle celâlühü) kudreti ve hakimiyeti altında olduğu gerçeğine ilâve bir açıklama getirir.

B- "Gerçekten bunda işiten bir topluluk için âyet (delil, ibret)ler vardır."

Hiç şüphe yok ki, bu okunan âyetlerle benzerlerinde düşünen ve ibret almak isteyen topluluklar için yararlı dersler vardır.

Âyetler, umum için oldukları halde dinleyen topluma tahsis edilmiştir; çünkü o âyetlerden istifade edenler, ancak dinleyenlerin meydana getirdiği bir toplumdur.

68

"Onlar, "Allah, çocuk edindi!" dediler. O, Sübhân (bütün eksik sıfatlardan uzak) dır. O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (el-Ganîy)dır. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Bu konuda sizin elinizde hiçbir kanıt (sultan) yoktur. Siz, Allah'a karşı O'nun bilmediği bir şeyi mi söylüyorsunuz?"

A- "Onlar, "Allah, çocuk edindi!" dediler. O; Sübhân (bütün eksik sıfatlardan uzak)dır (Süb'haneh)."

Bu kelâm, başka bâtılları ve onların niçin bâtıl olduklarını anlatır.

Sübhaneh kelimesi, Allah'ı (celle celâlühü), onların Kendisine nisbet ettikleri şeylerden tenzih ve takdis mânâsını ifâde ettiği gibi, onların akılsızca sözlerine hayret ettirmek amacını da taşır.

B- "O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (el-Ganîy)dır "

Allah (celle celâlühü), mutlak olarak her hususta ve her şeyden Ganidir.

Bu kelam, Allah'ın (celle celâlühü), münezzeh olmasının sebebini açıklar ve çocuk edinmenin, ihtiyaçtan olduğunu bildirir.

C- "Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Bu konuda sızın elinizde hiçbir kanıt (sultan) yoktur."

Göklerde ve yerde, akıl sahibi olan varlıklardan ve diğerlerinden ne varsa hepsi yalnız Allah'ındır. (celle celâlühü) Bu bâtıl sözlerinize dair sizin elinizde hiçbir ilmî hüccet yoktur.

Bu cümle, Allah'ın (celle celâlühü) Gani, mâsivânın (kendisinden başka her şeyin) mâliki, buna itişkin beyânların bâtıl olduğunu açıklar.

Ç- "Siz Allah'a karşı O'nun bilmediği bir şeyi mi söylüyorsunuz?"

Bu cümle de, onları kınar ve cehaletleri ile uydurmalarını yüzlerine vurur.

Burada şu hakikate de dikkat çekilir:

Delili olmayan her söylem cehalettir. Ve itikadî meselelerin mutlaka ilmî ve kesin delilleri olmalıdır ve bu konularda taklide itibar yoktur.

69

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar (iftira edenler) asla felâh bulmazlar."

Onlara kötü sonlarını ve vahim akıbetlerini bildirmesi için burada hitab Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmiştir.

Resûlüm! Onlara de ki:Her hangi bir konuda Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uyduranlar, asla kötü akıbetlerden kurtulamazlar ve amaçlarına ulaşamazlar. Allah'ın (celle celâlühü) çocuk edindiği yalanı da O'na ortak koşmak gibi bir iftiradır

Burada felâh bulamamak, cehennemden kurtulmamak ve cennete girmemekten de öte bir şeydir.

70

"Dünya az bir yararlanmadır. Sonra onların dönüşleri Bizedir. Sonra Biz onlara küfürleri sebebiyle şiddetli bir azabı tattıracağız."

Bu âyet bize özellikle şunları haber veriyor:

Görünüşte kâfirlerin dünya istek ve zevklerine ulaşmış olmaları, gerçek felâh olmaktan uzaktır. Sanki,

"- Onlar nasıl felâh bulmuyorlar ki, kendileri nimetler içinde ve gıpta edilen bir hayat yaşıyorlar?" diye sorulmuş da, buna cevap olarak:

"- Onların bu hayatı dünyada az bir yararlanmadır; matlûba erişmek değildir" denilmiştir.

Bu ifâdeden sonra da onların kötü sondan kurtulamayacaklarına işaretle:

"- Sonra ölerek Bize dönerler; sonra da inkâr eder oldukları şeylerden dolayı onlara çok çetin bir azab tattıracağız" denilmiştir.

Böylece onlar, sürekli küfürleri, yahut dünyadaki küfürleri, sebebi ile ebedî olarak bedbaht olurlar. O halde onlar nasıl felâh bulurlar?"

Bu âyet,

- ya söylenmesi Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) emredilen kelâma dahil değildir ve onların felâha eremeyeceklerini tesbit için doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından sevkedilmiştir ki, "sonra da onlara.... tattırırız" ifâdesi de bunu gerektirir;

-ya da o kelama dahil olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu Allah'tan (celle celâlühü) nakl ve hikâye etmeye memur edilmiştir.

71

"(Resûlüm) onlara Nuh'un haberlerini de oku. Hani o kavmine şöyle demişti:

"- Ey kavmim, eğer benim makamım (aranızdaki mevkiim) ve Allah'ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa ben Allah'a tevekkül ettim (dayandım). Artik siz ve ortaklarınız toplanın da yapacağınız işi kararlaştırın. Sonra yapacağınız iş size tasa da olmasın. Sonra bana hükmünüzü uygulayın ve bana mühlet de vermeyin."

A- "(Resûlüm), onlara Nuh'un haberlerini de oku "

"- Resûlüm, müşriklerin iflah olmayacaklarını, onlarındünya hayatından geçici bir süre yararlanacaklarını ve uğrayacakları sürekli azaba pek yakın olduklarını tesbit konusunda Mekke müşrikleri ile diğerlerine Nûh (aleyhisselâm) ile kavmi arasında cereyan eden o önemli olayı anlat ki, onların faydalandıkları nimetlerin nasıl yok olup gittiğini, ve ardından nasıl bir azabın kendilerini yakaladığını düşünsünler, onlar da içinde bulundukları küfürden vazgeçsinler, hiç olmazsa bir kısmı senin nübüvvetinin doğruluğunu kabul etsinler.

Çünkü onlar, senin bu kıssayı hiç kimseden dinlemediğini bikirler ve onun, kendilerince sabit şekline tamamen uygun olduğunu görürler de bunun ancak sana vahiy yoluyla bildirildiğini belki idrak ederler.

Bu âyet, her şeyin Allah'a (celle celâlühü) ait, ve izzetin yalnız O'na mahsus olduğunu, O'nun velileri için korku ve hüzün olmadığını anlatan daha önceki âyetlerin bir nevi açıklamasıdır ve özellikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için açık bir teselli ve cesaretlendirmedir.

Burada Nuh'un (aleyhisselâm) haberinden murat, onunla kavmi arasında cereyan eden olayların tamamı değil, fakat yalnız bir kısmıdır.

B- "Hani o kavmine şöyle demişti:

"- Ey kavmim, eğer benim makamım (aranızdaki mevkiim) ve Allah'ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa ben Allah'a tevekkül ettim "

"- Ey kavmim! Eğer benim nefsim, varlığım, yahut benim sizin aranızda uzun zaman kalmam, yahut ayakta durup Allah'ın (celle celâlühü) âyetleriyle size öğüt vermem - Peygamberler, insanlara öğüt verirlerken, cemaat oturur; onlar, izlenmeleri ve sözlerinin işitilmesi için ayakta dururlardı - size ağır geliyorsa, ben yalnız Allah'a (celle celâlühü) tevekkül ederim.

Bumda tevekkülden özel bir mertebe kastedilmiş olabilir.

C- "Artık siz ve ortaklarınız toplanın da yapacağınız işi kararlaştirın. Sonra yapacağınız iş size tasa da olmasın/veya gizli kalmasın, "

"- Haydi ortaklarınızla beraber, yahut ortaklarınızı da çağırarak, beni yok etmeyi kararlaştirın, yahut beni yok etmeye azmedin ve bunun için bütün imkânlarınızı seferber edin.

Sonra kararınız size kaygı da vermesin veya gizli de kalmasın, kararınızı bana da açıklayın.

Çünkü bu gibi kararları gizlemek, kaçmak gibi kurtuluş kapısını kapamak için olur. Benim için böyle bir şey mümkün olmadığına göre, bunu gizlemenin bir anlamı da yok."

Nuh'un (aleyhisselâm) bu şekilde onlara hitap ederek meydan okuması, onlara hiç aldırmadığını, onların buna imkân bulamayacaklarını ve Allah'ın (celle celâlühü), kendisini koruyacağına güvendiğini izhar etmek içindir.

Ç- "Sonra bana hükmünüzü uygulayın ve bana mühlet de vermeyin ."

Benim hakkımda aldığınız kararı bana uygulayın ve hiç süre tanımayın.

72

"Eğer yüz çevirirseniz çevirin; ben sizden bir ücret istemiş değilim. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum."

A- "Eğer yüz çevirirseniz çevirin; ben sizden bir ücret istemiş değilim."

Eğer siz, benim söylediklerimin doğruluğunu, size ve sizden gelecek hiçbir şeye aldırmadığımı, dâvamın hak ve gerçek olduğunu, Allah tarafından desteklendiğini bildiğiniz halde benden yüz çevirirseniz, ben öğüt ve uyanlarıma karşılık sizden, bir ücret istemedim ki, beni dünya hırsı ile itham edesiniz; yahut ücret size ağır geldiği için bana sırt çeviresiniz; yahut sizin sırt çevirmeniz bana bir zarar verebilsin.

Hulâsa,  sizin benden yüz çevirmenizin hiçbir gerekçesi olamaz ve bunun olup olmamasına da hiç aldırmıyorum.

B- "Benim ücretim ancak Allah'a aittir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum."

Benim öğüt ve uyarılarımın karşılığı ancak Allah'a (celle celâlühü) aittir; siz iman etseniz de, yüz çevirseniz de O, bu sevabı bana ihsan edecektir. Ve ben, Allah'ın (celle celâlühü) hükmüne boyun eğenlerden olmakla emrolundum. O'nun emrine muhalefet etmem ve başkasından bir şey beklemem asla söz konusu değildir.

Yahut ben, Allah'a (celle celâlühü) itaat yolunda karşılaşacağım belâlar için tam bir teslimiyet içindeyim.

73

"Yine de onlar onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık . Ve onları yeryüzünde halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Artik bak inzar edilenler (uyarılanlar)in sonu nasıl oldu"

Nûh kendi kavmine hüccetleri beyânla onları ilzam ettikten ve yüz çevirmeleri için temerrüt ve inatlarından başka bir sebep kalmadıktan sonra onlar yine de İsrarla onu yalanladılar. İşte bundan dolayı azap hükmü onlar için hak oldu. Ve Biz, onu ve onunla beraber gemide olan Müslümanları - ki bunlar seksen kişi idiler- kurtardık ve kendilerini, helâk olanların yerine yeryüzünde halifeler kıldık ve âyetlerimizi yalan sayanları tufanda boğduk.

" Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı; yurdlarmda çöküp kaldılar."

âyeti ile benzerlerinde olduğu gibi, helakin, kurtuluştan sonra zikredilmesi, kurtuluşa daha fazla önem verildiğini belirtmek, dileyenleri önce sevindirmek ve ulûhiyetin gereği olan rahmetin, işlenen cürümlerin sonucu olan gazabın önünde olduğunu bildirmek içindir.

Son cümle, onların başına gelen felâketin ne kadar korkunç olduğunu ifâde eder, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tekzib etmekten sakındırır ve ayni zamanda onu teselli eder.

74

"Sonra onun arkasından bir çok Resulleri kavimlerine gönderdik. Onlar, onlara beyyine (delil, mûcize)ler getirdiler. Ama onlar daha önce yalanladıklarına iman etmediler. İşte Biz, haddi aşanların kalblerini, böyle mühürleriz."

A- "Sonra onun arkasından bir çok Resulleri kavimlerine gönderdik . Onlar, onlara beyyine (deki, mûcize)ler getirdiler."

Hangi kavim olursa olsun, hepsine Peygamber gönderdik. Her peygamberi özellikle kendi kavmine meselâ, Hûd'u Ad'a; Sâlih'i (aleyhisselâm) de Semûd'a ve diğer kavimlere de kendi içlerinden peygamber gönderdik. Bunların ancak bir kısmı Kur’ân'da anlatılmıştır.

Peygamberler, kavimlerine söylediklerinin doğruluğunu teyid eden bir değil, fakat ilâhî hikmetin gereği bir çok mucizeler getirdiler.

B- "Ama onlar daha önce yalanladıklarına iman etmediler."

Bu ifâde, onların geçmişteki imansızlıklarının devam etmekte olduğunu vurgular. O kavimlerin küfür ve inattaki şiddetli azimlerinden dolayı iman etmeleri mümkün değildi. Onlar akıl sahipleri için apaçık delil ve parlak mucizeler karşısında bile İsrar ve inatlarından vazgeçmediler.

Burada iman ve tekzib konusu olan, her Resul Peygamberin getirdiği şeriatların usûl ve fürûudur.

Bu kavimlerin, Peygamberler gelmeden önceki tekziblerinin mânâsı şudur:

O kavimler, cahiliye zamanlarında (peygamberleri gelmeden önceki dönemde) tevhid kelimesini hiç duymamış değillerdi. Aksine her kavim, kendinden öncekilerden arda kalanlardan tevhidi duyuyordu. Meselâ, Semûd kavmi, Ad kavmi kalanlarından; Ad kavmi de, Nûh (aleyhisselâm) kavmi kalanlarından tevhidi duyuyor ve tekzib ediyorlardı. Peygamberleri geldikten sonraki halleri de, öncekinden farklı olmadı ve kendilerine hiç Peygamber gönderilmemiş gibi davrandılar.

Bir görüşe göre ise, burada iman ve tekzib konusu, tevhid milleti (dini) ve onun icapları gibi, bütün Peygamberlerin ittifakla ümmetlerini davet ettikleri şeriatların asılları, temel ilkeleridir.

Burada maksûd olan onların eski tekzibleri değildir. Çünkü iki tekzib bir araya geldiğinde azabın terettüp edeceği tekzib, hakka davet vaki olduktan sonraki tekzibtir. Nitekim,

" Biz, bir Peygamber göndermedikçe azab etmeyiz" âyeti de, bu hakikati bildirir. Onların, Peygamberlerin gelişinden önceki tekziblerinin zikri, küfür ve tekziblerinin geçmişlere dayandığını beyân etmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, "kezzebû / yalanladılar" fiilinin zamiri, Nuh'un (aleyhisselâm) kavmine râcidir. Yani o Peygamberlerin kavimleri, Nûh kavmi gibi tekzib ettikleri hakikatlere, iman edecek değillerdi.

Ancak bu görüşte bir zorlama olduğu açıktır.

Bir başka görüşe göre ise, "bi ma kezzebû" ibaresindeki "be" harfi, sebebiyet gösterir.

Yani onlar, kendilerine Peygamberler gönderilmeden önce hakkı yalanlamayı adet haline getirdikleri ve buna alıştıkları için iman edecek değillerdi.

Ancak bu görüş, cumhûrun gramere ilişkin görüşüne muhaliftir.

C- "İşte Biz, Haddi aşanların kalblerini böyle mühürleriz."

Küfür ve inatla haddi aşanların, hakkı kabul etmekten ve doğru yola girmekten kaçınanların kalplerini böyle mühürleriz. Bu da, onların sapıklık ve dalâlete dalmış olmalarındandır.

Bu ve benzerî âyetler, kulların fiilleri, Allah'ın (celle celâlühü) kudreti ve kulun kesbi ile gerçekleştiğine delâlet eder.43

75

"Sonra onların arkasından Mûsâ ile Harun'u âyetlerimizle firavun ve çevresine gönderdik. Fakat onlar büyüklük tasladılar ve günahkâr (mücrim) bir kavim oldular."

Mûsâ ile Harun'un haberleri, daha önce icmalen zikredilen Peygamberler ve kavimlerinin kıssalarına dahil olduğu halde, onların ayrıca zikredilmesi, onlar hakkında bir nevi tafsilat verilmesi, Nuh'un (aleyhisselâm) olduğu gibi, onların kıssalarının da önemini vurgulamak içindir.

Fir’avun ile kavminin eşrafının zikredilmesi, ön planda onların olmasındandır.

O peygamberlerin ardından firavun'a ve kavminin eşrafına Mûsâ ile Harun'u (aleyhisselâm) -A'raf (7) sûresinde tafsilatıyla anlatılan- mucizelerimizle gönderdik. Nihayet Mûsâ ile Hârûn (aleyhisselâm) onlara gelip risaleti tebliğ edince, onlar haksız yere büyüklük taslayıp onlara uymadılar. Nitekim firavun, Mûsa'ya şöyle demişti:

" Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Sen, hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedîn mi

Ve zâten onlar, büyük günahları işlemeyi âdet haline getirmişlerdi Çünkü cürüm, günahın büyüklüğüne işaret eder. İşte bundan dolayıdır ki, onlar, Allah'ı (celle celâlühü) risâletini hafife almak cür'etini gösterdiler.

76

"Onlara katımızdan hak geldiği zaman şöyle dediler :

"- Bu hiç şüphesiz apaçık bir sihirdir!"

Bu âyet sarahaten şunu ifâde eder:

Onların büyüklük taslamalarından murat, sihir olarak vasıflandırdıkları mucizelerin, ezcümle, Asa ile Beyaz El mûcizelerinin gelmesinden önceki durumlarıdır. Nitekim nazm-i kerimin siyakı da buna işaret eder. Ve Mûsa'nın (aleyhisselâm) ilk gösterdiği büyük mucizeler de bunlardır.

Bu âyet, Kur’ân'ın başka yerlerinde sarahatle zikredilenlerin devamı mahiyetindedir. Sanki şöyle bir konuşma cereyan etmiştir:

"Mûsâ:

- Ey firavun, şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi'nın Resulüyüm. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğullarını benimle bırak!"

Fir’avun:

"- Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım!"

Bunun üzerine Mûsâ, asasını yere attı; o hemen apaçık bir ejderha oluverdi. Ve elini koynundan çekip çıkardı; o bakanlar için bembeyaz kesildi" Nihayet katımızdan onlara hak gelince ve onlar hakkı tanıyınca, aşırı azgınlıklarından ve inatlarından dolayı:

"- Bu hiç şüphesiz apaçık bir sihirdir!" dediler.

Yani,

"- Bunun bir sihir olduğu apaçık ortada; bu fevkalâde, emsali içinde yeri belli bir sihir." dediler.

77

"Mûsâ dedi ki:

"- Hak size gelince böyle mi konuşuyorsunuz? Bu sihir mi? Sihir yapanlar asla felâh bulmazlar."

A- "Mûsâ dedi ki (Kaale Mûsâ):

"- Hak size gelince böyle mi konuşuyorsunuz?"

Bu cümle, akla gelen bir suale cevap mahiyetindedir. Sanki, "O zaman Mûsâ, onlara ne demiş?" diye sorulmuş da, onun cevabı da tevbih (kınama) ve inkâr İstı mamı yoluyla verilmiştir.

"- Bâtıl olan sihirden uzak hakkın size geldiğini öğrenince hiç düşünüp tartmadan böyle mi konusuyorsunuz? İnsaf ehli bir kimsenin bunu söylemesi mümkün değildir.

Yahut size hak gelince, siz onu ayıplıyor musunuz?"

B- "Bu bir sihir mi?"

Bu da, Mûsa'nın (aleyhisselâm) sözüdür. Mucizenin sihir olduğu iddiasını reddetmek, onların sözlerini tekzip etmek, onlar için tevbihten sonra tevbih ve teehilden (cehaletle vasıflandırmaktan) sonra teehil amacı ile söylenmiştir.

C- "Sihir yapanlar asla felâh bulmazlar."

Yani siz hak için sihir mi diyorsunuz? Oysa sihirbazlar iflah olmazlar; murada eremezler ve fenalıklardan kurtulamazlar. O halde sihir, benim gibi Allah (celle celâlühü) tarafından desteklenen, her murada eren, her fenalıktan korunan ve kurtulan bir kimseden sâdır olabilir mi?

78

"Onlar da dediler ki (Kaalû):

"- Atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden bizi çevirmek ve bu topraklarda ikinize reislik sağlamak için mi bize geldin? Biz, ikinize de inanacak değiliz."

Bundan önceki âyetin tefsiriyle ilgili verilen izahata ilâve olarak deriz kı:Onların bu sözleri, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) kelâmına cevap olarak söylenmiştir. Sanki, " Onlar, Mûsa'ya ne dediler?" sorusuna cevap verilmiştir.

Onların, atalarını üzerinde buldukları dinden maksat, putperestliktir.

Âyetteki "kibriya", hükümranlık, yahut insanlara reislik yaparken tekebbür etmek, demektir.

"Arz", Mısır topraklarıdır.

79

"Ve firavun dedi ki:

"- Bütün usta sihirbazları getirin bana ."

Fir’avun, Mûsâ ile Harun'u sözle ilzam etmekten umudunu kestikten sonra onları fiilî olarak ilzam etmek amacıyla, erkânına, gerekli hazırlıkları yapmaları için dedi ki:

"- Sihrin bütün çeşitlerinde uzman sihirbazları bana getirin!"

80

"Sihirbazlar gelince; Mûsâ, onlara:

"- Atacağınızı atın!" dedi.

Fir’avun'un erkânı da, uzman sihirbazları getirdiler. Sihirbazlar hazır olunca, Mûsâ (aleyhisselâm) onlara,

"- Haydi atacağınızı atın!" dedi.

Ancak bunu onlar gelir gelmez değil fakat sihirbazların:

"- Ey Mûsâ, sen mi önce atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım sorusundan sonra söyledi.

81

"Onlar atacaklarını atınca Mûsâ, onlara dedi ki:

Sizin getirdiğiniz şey, sihrin kendisidir. Allah, onu kesinlikle boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez.

Sihirbazların attıkları asalar ve ipler insanların içine korku saldı fakat Mûsâ (aleyhisselâm) onlara ve yaptıklarına hiç aldırmayarak dedi ki:

"- Asıl sihir olan, Allah'ın (celle celâlühü) mucizeleri değil, fakat sizin getirdiğiniz şeydir; sizin gösterdiğiniz bu sihrin hiçbir değeri yoktur. Allah (celle celâlühü) benim elimle izhar edeceği mucizelerle onu tamamen etkisiz kılacaktır ve onun boş bir şey olduğu insanlarca da anlaşılacaktır. Zira Allah (celle celâlühü) müfsidlerin işini düzeltmez. Sihir veya sizin yaptıklarınız da öncekide buna dahildir."

Allah'ın (celle celâlühü) bozguncuların isini düzeltmemesinden murat, onların bozgunculuğunu salâha çevirmemesi değildir; fakat onların bozgunculuğunu devamlı kılmaması, onu sonuçsuz ve etkisiz kılması demektir.

82

"Allah, kelimeleriyle hakkı yerine getirir; mücrimler hoş görmesler de.."

Yani Allah (celle celâlühü), Kendi emirleri ve hükümleri ile hakkı isbat ve takviye eder; sihirbazlar ile diğer mücrimlerin hoşuna gitmese de..

83

"Fir’avun ve çevresinin kendilerine işkence edecekleri korkusundan, Mûsa'ya kavminin bazı gençlerinden başkası iman etmedi. Çünkü firavun o ülkede çok üstün idi ve hiç şüphesiz o, zulümde haddi aşanlardan idi."

A- "Fir’avun ve çevresinin kendilerine işkence edecekleri korkusundan, Mûsa'ya kavminin bazı gençlerinden başkası iman etmedi ."

Derken Mûsâ (aleyhisselâm) asasını yere attı; bir de baktılar ki, asa, onların bütün attıklarını yakalayıp yuttu. Bu cümlenin burada zikredilmemcsi,

- A'raf sûresinin 17. âyetinde zikredildiği,

- Yûnus (10) sûresinin 81. âyetinde yer alan "Allah onu kesinlikle boşa çıkaracaktır" va'dinin aksinin gerçekleşmesinin ihtimal bile olmadığını bildirmek içindir.

Bu mucizeler müşahede edildikten sonra Mûsa'ya (aleyhisselâm) firavunun kendilerine işkence edeceği korkusundan, İsrâıloğullarının yahut firavun kavminin bazı gençlerinden başkası iman etmedi. Mûsâ (aleyhisselâm) o gençlerin babalarını imana davet etti; fakat onlar firavun korkusundan davete icabet etmediler.

Bir diğer görüşe göre ise, iman edenler Fir’avun'un karısı Asiye, firavun'un muhafızı ile onun karısı ve firavun'un berberi idiler.

Ancak bu, uzak bîr görüştür.

B- "Çünkü firavun o ülkede çok üstün idi ve hiç şüphesiz o, zulümde haddi aşanlardan idi "

Yani Fir’avun, hiç şüphesiz Mısır ülkesinde (Arz-ı Mısır'da) mutlak bir hükümdar idi ve orada kan dökmek ve azgınlık etmek suretiyle yaptiğı zulüm, haddi aşmıştı. Hatta tanrılık iddia ediyor ve peygamberlerin torunlarını köle ediniyordu.

84

"Mûsâ dedi ki:

"- Ey kavmim (Ya kavmi)! Eğer siz, Allah'a iman ve O'na teslim olmuş iseniz, yalnız O'na güvenin, dayanın."

Mûsâ (aleyhisselâm) onların firavun'dan korktuklarını görünce dedi ki:

"- Ey kavmim! Eğer siz Allah'ı (celle celâlühü) ve O'nun âyetlerini onaylamış ve ihlâsla yalnız O'nun hükmüne teskm olmuş iseniz, yalnız O'na tevekkül edin, yalnız O'na güvenin ve O'ndan başka kimseden korkmayın. Çünkü O, şüphesiz her şerri ve zararı önlemek için kâfidir."

85

"Onlar da dediler ki:

"- Yalnız Allah'a güvendik, dayandık. Ey Rabbi'miz! Bizi o zâlimler kavmi için bir fitne konusu kılma!"

Onlar da, Mûsâ'nın çağrısına tereddütsüz uyarak böyle dediler. Çünkü onlar ihlask mü'minler idiler. Sonra da Allah'a (celle celâlühü) yalvararak dediler ki:

"- Ey Rabbimiz! Bize işkence yapmaları için, yahut bizi dinimizden döndürmek için onları bize musallat eyleme!"

Yahut onlara:

"- Eğer bunlar hak üzere olmuş olsalardı, başlarına bu musibetler gelmezdi." dedirtme."

86

"Ve bizi rahmetinle o kâfirler kavminden kurtar !"

Mü'minler, zulümden kurtulmak için duâ ettikten başka onların kötü komşuluğundan, uğursuz arkadaşlıklarından kurtulmak için de duâ etmişlerdir.

Bu âyetlerde, duanın tevekkülden sonra zikredilmesi, duâ edenin duasını Allah'a (celle celâlühü) tevekkül üzerine kurması gerekliliğine işaret eder.

87

"Biz de Mûsa'ya ve kardeşine şöyle vahyettik:

"- Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namazgah yapın ve namazlarınızı da dosdoğru kılın! Ey Mûsâ, mü'minleri müjdele!"

Yahut: evlerinizi Kâ'b e'ye yönelik namazgahlar, mescieller yapın. Mûsâ (aleyhisselâm), Kâ'be'ye doğru namaz kılıyordu.

Mısır'da Mûsa'nın (aleyhisselâm), kavmine, evlerini namazgah edinmelerinin emredilmiş olması, kâfirlerin, kendilerine saldırıp onlara eziyet etmemeleri ve dinlerinden döndürmek için onlara işkence yapmamaları içindir.

Ey Mûsâ! Mü'minlerin dualarına icabet olarak, onlara dünyada zaferi, âhirette de cenneti müjdele!

88

"Mûsâ dedi ki:

"- Ey Rabb'imiz, Sen gerçekten firavun ve çevresine bu dünya hayatında ziynet (debdebe) ve nice servet verdin.

Ey Rabb'imiz, insanları senin yolundan saptırsınlar diye mi onları kendilerine verdin?

Ey Rabb'imiz, onların mallarını yok et ve kalblerine sıkıntı ver ki, onlar o çetin azabı görmedikçe iman etmezler .

Burada ziynetten murat, elbise, binekler ve diğer dünya güzellikleridir.

" insanları Senin yolundan saptırsınlar diye mı?" buyrulmuştur; çünkü kâfirlere verilen nimetler, istidrac ve dalâlette sebatlarını temin içindir. Bir de onlar, kendilerine verilen nimetleri dalâlete vesile yapınca, sanki insanları saptırmak için bu nimetler kendilerine verilmiş olur.

"- Ey Rabbimiz! Onların mallarını helâk eyle ve kalblerine katılık ver ki, mevcut hallerinde olduğu gibi, kalbleri imana açılmasın ve bilfiil o çetin azabı görmedikçe iman etmesinler. Zâten azabı gördüklerinde artık iman etmeleri kendilerine bir fayda sağlamaz.

89

"Allah da şöyle buyurdu:

"- İkinizin de duası kabul edildi. O halde siz doğru olmaya devam edin ve sakın bilmezlerin yoluna gitmeyin!"

Burada ikisinden murat, Mûsâ ile Harun'dur Nitekim zikredilen dualarda "Ey Rabbimiz!" denilmesi de bunu gösterir.

Ey Mûsâ ve Hârûn! İkinizin de duası kabul edildi. O halde siz davete ve hüccetle ilzama devam edin ve acele etmeyin; çünkü sizin talepleriniz, zamanı gelince mutlaka gerçekleşecektir."

Rivâyet olunuyor kı, Mûsâ duadan sonra onların arasında kırk sene daha kaldı.

"- Ve sakın ikiniz de, Allah'ın (celle celâlühü), işleri hikmetlere bağlamak adetini bilmeyen, yahut acele eden veya Allah'ın (celle celâlühü) va'dine güvenmeyen cahillerin yoluna gitmeyin."

90

"Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Fir’avun ve askeri de azgınlık ve düşmanlıkla onların ardına düştü . Nihayet boğulacağını anlayınca firavun şöyle dedi:

"- Gerçekten ben İsrâiloğullarının iman ettiği Tanrıdan başka tanrı olmadığına iman ettim ve ben de O'na teslim olanlardanım. "

Fir’avun ve ordusu da, azgınlık ve düşmanlıkla İsrâiloğullarının peşine düştü ve nihayet iki taraf birbirini gördü ve aralarında az bir mesafe kaldı. Şöyle ki:

Mûsâ firavun'a sezdirmeden İsrâiloğullarını alıp yola çıktı. Fir’avun da, haber alınca hemen pHanımlarına düştü ve nihayet sahile vardı. Onlar henüz denizi geçmişlerdi ve geçtikleri yol olduğu gibi kuru haldeydi. Fir’avun da bütün ordusuyla o yola girdi. Nihayet ordunun sonu da o yola girince ve ordunun başı deniz yolundan çıkmak üzere iken, birden deniz, onları kaplayıverdi. Nihayet Fir’avun boğulacağını anlayınca:

"- Gerçekten ben de, İsrâiloğullarının iman ettiği İlahdan başka ilah olmadığına iman ettim ve ben de, kendini Allah'a (celle celâlühü) teslim etmiş olanlardanım" dedi.

Bu Müslümanlardan maksat, ya özellikle Isrâiloğullarıdır, ya da bütün Müslümanlardır ve İsrâiloğulları da öncelikle onlara dahildir.

Fir’avun'un, sihirbazların dedikleri gibi,

"- Biz de, âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman ettik!" değil de böyle demesi, isyandan rücû ettiğini ve pHanımlarına düştüğü İsrâiloğullarının yoluna uyduğunu bildirmek içindir. Amacı, imanının kabul edilmesi ve İsrâiloğullarıyla beraber kurtuluş yoluna girmesi idi.

Fir’avun'un bir mânâyı üç değişik ifâde ile tekrarlaması, kurtuluşuna vesile olacak imanının kabulüne olan ihtirasını ifâde eder. Ama heyhat, heyhat, iş isten geçtikten ve olanlar olduktan sonra...

91

"Şimdi mi (iman ediyorsun)? Daha önce isyan etmiş ve müfsidlerden olmuştun."

İşte o zaman kendisine böyle söylenmişti.

Bu ve bundan sonraki âyet, imanı ölüm anına kadar tehir eden firavuna karşı Allah'ın (celle celâlühü) gazabını hikâye; isyan ve ifsadından dolayı onu takbih eder.

Bu ifâde üslûbu, ilâhî gazabın pek büyük olduğuna delâlet eder. Nitekim rivâyete göre, Cebrâîl (aleyhisselâm), o sırada deniz köpüklerini Fir’avun'un ağzına tıkar. Bu da sözlü reddin, fiili red ile pekiştirilmesi demektir.

Cebrâîl’in

"- Ya Muhammed, ona ilâhî rahmet ulaşır korkusuyla, benim, deniz köpükleriyle onun ağzını kapattığımı bir görseydin!..." sözünde İfade edilen rahmet ise, buna münafî değildir. Çünkü bu rahmetten murat, dünyevî rahmet, yani kurtuluştur. Bu da o bedbahtın talebidir. Ama onun bu rahmete ermesi, imanının sıhhatini gerektirmez. Nitekim Yûnus'un kavminin imanı, onları ilâhî azaptan kurtarmıştı.

Azab ve ümitsizlik halinde de olsa, ağızla iman kelimesinin söylenmesine bu rahmetin terettüp etmesi imkânsız değildir.

Cebrâîl’in onun ağzını kapatması, şiddetli öfkeden dolayı, uzak ihtimal kapısını da kapamak anlamına hamledilmelidir. Bunu böylece tefekkür eyle. Tevfîk, Allah'tandır.

" daha Önce isyan etmiştin" cümlesi, firavun'un imanı o ana kadar tehir etmesinden dolayı maruz kaldığı tevbih ve takbihi ağırlaştırmak içindir. Çünkü onun imanı tehir etmesi, kendisine davet, erişmediği için olmadığı gibi, delilleri incelemek gibi bir sebeble de değildir.

Aksîne bu tehir, red, isyan ve bozgunculuk içindir. Nitekim "ve bozgunculardan olmuş tun" cümlesi de bunu açıklar.

Hulâsa,  bu bozgunculuk, hem kendi nefsine râci olan, hem de başkasına sirayet eden, İsrâiloğullarını da imandan alıkoyan bir zulüm demektir. Allah'a (celle celâlühü) karşı gelmesi ise, kendisine özgü bir isyandır.

92

"Arkanda kalanlara bir ibret olmak üzere, bu gün senin bedeni (cesedi)ni kurtaracağız. Gerçekten insanlardan çoğu Bizim âyetlerimizden gaa fildirler."

A- "Arkanda kalanlara bir ibret olmak üzere bu gün senin bedeni (cesedi)ni kurtaracağız."

Burada kurtarmak ifâdesinin kullanılması, daha önce de belirtildiği gibi, firavun'un imandan amacının, bu azabtan kurtulmak olduğuna işarettir ve aynı zamanda onunla bir nevi istihza etmektir.

"- Biz, senin istediğin gibi canlı değil, fakat cansız bedenim, kavminin düştüğü denizin dibinden su yüzüne çıkaracağız.

Yahut seni yüksek bir yere ya da sahile atacağız."

"Cansız bedeninin kurtarılması" ifâdesi, onun umudunu tamamen kesmek içindin Ancak bu ifâde değişlik anlamlara gelebilir. Şöyle ki:

Yahut senin elbisesiz çıplak bedenini kurtaracağız; Yahut senin bedenini tam ve eksiksiz olarak kurtaracağız; Yahut seni zırhınla birlikte kurtaracağız. Nitekim Fir’avun'un altından zırhları vardı.

Yahut seni bedeninin bütün parçalarıyla kurtaracağız, demektir.

Biz, senin cansız bedenini kurtaracağız ki, arkada kalan isrâiloğullarına ibret ve alâmet olsun.

Çünkü İsrâiloğulları, fıravun'u gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, onun hiç helâk olmayacağını düşünüyorlardı. Hatta rivâyet olunuyor ki, Mûsâ (aleyhisselâm), onun boğulduğunu haber verince, bedenîni sahilde yollarına atılmış olarak gözleriyle görmedikçe inanmadılar.

Yahut senin cansız bedenini, olayı gelecekte görgü şâhidlerinden dinleyecek ümmetlere, onları azgınlık ve isyandan korumak, insan ne kadar geniş imkân ve üstün güce sahip olursa olsun Allah'ın (celle celâlühü) kahrına ram olduğunu öğretmek, ulûhiyetin yalnız Allah'a mahsus olduğunu bildirmek, üzere çarpıcı bir misal ve etkili bir ibret olmak üzere kurtaracağız.

Yahut diğer mucizeler gibi bunun da, Yaradanın bir mucizesi olması için kurtaracağız.

Zira Allah'ın (celle celâlühü) yalnız senin bedenini sahile atması, senin tezvirini açığa çıkarmak istediğine ve hakkındaki şüpheyi kaldırdığına delildir ve O'nun ilminin, kudretinin, hikmetinin ve iradesinin kemâline hüccettir.

Şu halde onun cansız bedeninin kurtarılması onu aşağılamak ve şahitler huzurunda rezil- rüsvay etmek içindir. Tıpkı bir insan öldürüldükten sonra cesedinin çarşı- pazarlarda sürüklenmesi veya kafesinin şehir şehir dolaştırılması gibi.

B- "Gerçekten insanlardan çoğu Bizim âyetlerimizden gaa fildirler."

İnsanların çoğu âyetlerimizi tefekkür etmiyor ve onlardan ibret almıyorlar.

93

"Andolsun ki Biz, İsrâiloğullarını verimi bol bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Sonra kendilerine bilgi gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Rabb'in hakkında ihtilâfa düştükleri şeylerde kıyamet günü aralarında mutlaka hükmedecektir."

A- "Andolsun ki Biz, İsrâiloğullarını verimi bol bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik ."

Biz, onları kurtarıp düşmanlarını helâk ettikten sonra kendilerini, hoşnut olacakları verimli topraklara, Şam ile Mısır topraklarına yerleştirdik. Nitekim İsrâiloğulları, firavunlardan ve Anıalika'dan sonra bu topraklara sahip oldular ve her taraflarına yerleştiler. Nitekim A'raf sûresinin 137. âyeti de bunu bilektir.

B- "Sonra kendilerine bilgi gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Rabb'in hakkında ihtilâfa düştükleri şeylerde kıyamet günü aralarında mudaka hükmedecektir."

Tevrat'ı okumak ve hükümlerini öğrenmek suretiyle kendilerine bilgi gelinceye kadar dinleri hakkında, yahut Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında anlaşmazlığa düşmediler.

Rabbin, onların, anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında mutlaka hüküm verecek; mükâfatlandırmak ve azaba uğratmak suretiyle haklı ile bâtılcıyı birbirinden ayıracaktır.

94

"(Resûlüm), eğer sana indirdiklerimizden şüphe (şekk) içinde isen, senden önce Kitabı (Tevrat'ı) okuyanlara sor. Andolsun kı sana Rabb'inden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma)."

A- "(Resûlüm), eğer sana indirdiklerimizden şüphe (şekk) içinde isen, senden önce Kitabı (Tevrat'ı) okuyanlara sor."

Burada kuşku farazi ve takdiridir. Çünkü şart cümlelerinde aranan, mümkün olup olmadıklarına bakılmaksızın, bir şeyin, diğer bir şeye bağlanmasıdır. Nitekim bazen her iki şey de imkânsız olur. Mesela,

"(Resûlüm) de ki:

Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı, şüphesiz ben, ibadet edenlerin ilki olurdum." meâlindeki âyet ile,

"Eğer ortak koşarsan, hiç şüphesiz amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun." mealindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.

Resûlüm! Eğer Fir’avun ile kavminin kıssası ve İsrâıloğullarının haberleri gibi sana indirdiğimiz şeylerden faraza şüphede isen, senden önce Tevrat'ı okuyanlara sor; zira bunlar, tıpkı sana indirdiğimiz gibi onların Kitablarında sabittir.

Bundan maksat, ihtiyaç olmasa da, Peygamberimizin peygamberliğini, onların Kitablarında yazılı olan haberlerin şahitliği ile ortaya koymak, yahut Ehl-i Kitabı, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğinin doğruluğu konusunda sağlam bilgilere sahip olmakla vasıflandırmak, yahut da Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kesin iman ve sebatına heyecan katmaktır. Yoksa böyle bir şüphenin kendisinden sâdır olmasının mümkün olduğunu ifâde etmek değildir.

İşte bundan dolayıdır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

"Lâ esükkü velâ es'elü / Ben kuşkuya düşmem ve sormam."

Diğer bir görüşe göre ise, Kitabı okuyanlardan murat, Abdullah b. Selâm, Temim el-Darî ve Kâ'b gibi Ehl-i Kitab'dan iman edenlerdir.

Bir görüşe göre de, bu hitap, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ise de, ondan murat, ümmetidir.

Yahut bu hitap, dinleyen herkes içindir. Yani ey dinleyenler! Eğer Peygamberimizin lisanıyla indirdiğimiz şeylerden kuşkuda iseniz...

Bu âyet, şu noktaya da dikkat çeker:

Bir kimsenin din işlerinde bir şüphesi olursa, onun halli için hemen ilim ehline, kitap okuyanlara baş vurmalıdır.

B- "Andolsun ki sana Rabbi'nden hak gelmiştir."

"- Resûlüm! Andolsun ki, Rabbinden sana, şüphe götürmez delillerle sabit bir hak gelmiştir. Artık sahip olduğun kesin iman ve azimde bir sarsılma olmasın ve önceki halini devam ettir!"

95

"Sakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma; sonra hüsrana uğrayanlardan olursun."

Bu âyet de, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) heyecanına heyecan katmak ve onun aşkını alevlendirmek kabilindendir. Bundan maksat şudur:

Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini yalanlamak o kadar çirkin ve mahzurlu bîr şeydir ki, kendisinden sâdır olması tasavvur edilemeyen bir kimsenin bile bunlardan nehyedilmesi gerekir.

Şu halde kendilerinden bu tekzibin sâdır olması mümkün olan kimseler nasıl olmalıdır?

Bu âyet, kâfirlerin umutlarını tamamen keser.

Bu hüsran, hem nefsî, hem de amelî hüsrandır.

96

"Rabbi'nin kelimesi, aleyhlerinde gerçekleşmiş olanlar iman etmezler."

Bu âyette de, kâfirlerin, içinde bulundukları küfür ve dalâlette ısrar etmelerinin sırrı açıklanır.

İlâhî irade ve hikmetin gereği, Rabbinin hükmü, kimler hakkında kâfir olarak ölecekleri ve ebedî olarak cehennemde kalacakları noktasında sabit olmuş ise, onlar ebediyen iman etmezler. Zira ilâhî kelâmda yalan olmaz ve O'nun hükmü ebediyen geçerlidir. Yani onlar, zamanında, fayda sağlayacak bir imanla iman etmezler. Bu itibarla firavun gibi azabı gördüklerinde iman edenlerin imanı ile can verirken iman edenlerin imanı da buna dahildir. Şu halde mürtedin imanı da, bu faydasız imandan maduttur.

Bu âyet de, " Fakat benim tarafımdan şu söz (hüküm) gerçekleşmiştir:Cehennemi bütün cinlerle insanlardan dolduracağım." âyeti kabilindendir.

97

"Onlara bütün mucizeler gelse bile, elem verici azabı görmedikçe iman etmezler ."

Onlara, akıllarca makbul, delâletleri gayet açık bütün mucizeler gelse de, firavun ve benzerleri gibi, elem verici azabı görmedikçe iman etmezler. Çünkü onların imanlarının sebebi olan ilâhî irade mevcut değildir. Fakat bu, onlar lâyık oldukları halde Allah'ın (celle celâlühü) bunu kendilerinden uzaklaştırmasından dolayı değil, fakat onların kötü istidadından ileri gelen kötü seçimlerinden dolayıdır.

98

"Bir kasaba halkı, keşke azab belirmeden iman etseydi de imanları kendilerine fayda verseydi! Yûnus'un kavmi müstesna; onlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rezillik azabını kaldırdık ve belli bir süreye (ecele) kadar onları yararlandırdık."

Bu âyet, makablini, yani iman imkânına sahip oldukları halde kötü seçimlerinden dolayı, Allah'ın (celle celâlühü) hükmü aleyhlerinde tecelli eden ve iman etmeleri imkânsız olan insanların durumunu açıklar.

Söz konusu Yûnus'un (aleyhisselâm) kavmi bir istisnadır. Onlar zamanında hidayete erdikleri için, iman etmeyeceklerine ilişkin ilâhî hüküm, aleyhlerinde sabit, olmamıştır.

Helâk edilen kasabalardan her hangi biri, firavun ile kavminin aksine, bilfiil azab görmeden önce iman etseydi, imanı azab vaktine kadar tehir etmeseydi, Allah (celle celâlühü) da, onların imanını kabul etseydi, o sebeble azabı onlardan kaldırsaydı elbette o korkunç sonuç doğmazdı.

Yûnus'un kavmi azabın emarelerini görünce, azabın gerçekleştiği ana kadar tehir etmeden iman etti. Oysa azab, onların üstüne gelmişti ve tepelerine inmesi pek yakındı. Allah (celle celâlühü) dünya hayatındaki rezillik azabını onlardan kaldırdı ve ilâhî takdirde kendileri için belirlenmiş bir zamana kadar onları faydalandırdı.

Rivâyet olunuyor ki, Yûnus Musul bölgesinden Ninova'ya peygamber olarak gönderildi. Oranın halkı kendisini yalanladı. Yûnus'da onlara kızarak içlerinden ayrıldı. Yûnus gidince, onlar kendilerine azab inmesinden korktular ve hemen palaslarını giyip kırk gün müddetle yüksek sesle yakarmaya başladılar.

Diğer bir görüşe göre ise, Yûnus onlara, "- Kırk gün süreniz var!" dedi. Onlar da,

"- Biz helâk sebeplerini görürsek, sana mıan ederiz" dediler.

Nihayet otuz beş gün sonra, gökleri duman şeklinde kara bulutlar kaplamaya başladı. Sonra bulutlar şehirleri örttü ve çatılarını kararttı. İşte o zaman onlar palaslarını giyip kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte açık araziye çıktılar ve orada kadınlarla çocuklarını ve hayvanlarla yavrularını birbirlerinden ayırdılar. Bunun üzerine annelerle yavrular yüksek sesle birbirlerine seslenmeye, birbirlerine kavuşmak için feryada başladılar. İnsanlar iman ve tevbelerini izhar ile Allah'a (celle celâlühü) yalvardılar. Allah (celle celâlühü) da onlara merhamet edip kendilerinden o azabı kaldırdı. O gün aşura ve cuma idi.

İbni Mesud diyor ki:

" Onlar o kadar ıhlâsk tevbe ettiler ki, bütün haksızlıkları telâfi ettiler. Binalarının temeline koydukları taşları bile çıkarıp sahiplerine verdiler."

Bîr rivâyete göre de, onlar eski âlimlerinden hayatta kalan yaşlı bir zâta baş vurup,

"- Gördüğün gibi bize azab iniyor; sence ne yapmalıyız?" dediler. O zât da kendilerine şu tavsiyede bulundu: "- Şu duayı okuyun:

-Ya hayyu hıîne la hayye ve ya hayyu muhyiyu'l- mevta ve ya hayyu la ilahe illâ ente / Ey hiçbir canlının kalmayacağı zaman Hayy (ezelî ve ebedî hayat sahibi) olan Rabbimiz,

Ey ölülere hayat veren Hayy,

Ey Kendisinden başka ilâh olmayan Hayy!.."

Onlar da bu duayı okuyunca azap kalktı.

Fudayl b. Iyaz'dan rivâyet olunduğuna göre onlar şöyle demişlerdi:

"Ya Rabbi! Şüphesiz bizim günahlarımız büyüktür; ama Sen onlardan daha büyüksün. Sen bizim lâyık olduğumuz muameleyi değil. Kendine lâyık muameleyi yap!"

99

"(Resûlüm), eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederlerdi . Artık sen, iman edinceye kadar insanları zorlayacak mısın?"

"- Resûlüm, eğer Rabbin dileseydi, hiçbir fert dışarıda kalmaksızın, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederlerdi; hepsi imanda toplanırlardı; imanda anlaşmazlık olmazdı. Fakat Rabbin bunu dilemiyor; çünkü bu, kâinatın ve şeriatın üzerine bina edildiği ilâhî hikmete ters düşer."

Bu âyet kesinlikle şuna delâlet eder:

Allah (celle celâlühü), bir kimsenin imanını dilerse, o mutlaka iman eder.

Allah (celle celâlühü) bazı insanların imanını dilemediği halde sen, iman edinceye değin onları zorlayacak mısın?

100

"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir. O akıllarını kullanmayanlara da Allah, pislik verir."

Bu âyet görüldüğü gibi mü'minlerin imanlarının ilâhî iradeye bağlı olduğunu beyân eder.

Allah'ın (celle celâlühü) izni, lûtfuyla müyesser kılması demektir.

"Rics — pislik", küfür demektir. Makablinin karinesiyle küfür olduğu anlaşılmaktadır.

Küfrün, tiksinti veren müstekreh, çirkin anlamında rics kelimesiyle ifâde edilmesi, küfrün, çirkinlik ve istikrahın sembolü oknasmdandır.

Diğer bir görüşe göre ise rics, azab, azaba sebep olan bedbahtlık demektir. Akıllarını kullanmayanlar, hüccet ve âyetleri incelemeydiler, bunlar üzerinde kafa yormayanlar, ya da kalpleri mühürlü olduğu için delil ve hükümlere akıl erdiremeyenler, ilâhî izin demek olan hidayete eremeyen ve sonuç olarak küfür ve dalâlet çirkinlikleri içinde kalan veya azabla kahredilenlerdir.

101

"(Resûlüm) de ki:

"- Göklerde ve yerde neler var, bir bakın! Bunca âyetler ve uyarılar, iman etmeyecek bir kavme hiçbir fayda vermez."

Resûlüm, Mekke halkına hitaben de ki:

"- Göklerde ve yerde, Allah'ın (celle celâlühü) birliğine ve sonsuz kudretine delâlet eden harikalardan neler var, bir bakın ve düşünün!"

Ancak göklere ve yerde mevcut bütün bu âyetler, ayni zamanda gönderilen Peygamberler ve onları yaptıkları uyarılar, Allah'ın (celle celâlühü) ilminde ve hükmünde iman etmeyecekleri sabit olan bir kavim için hiçbir fayda sağlamaz.

102

" Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların azab günlerinin benzerlerinden başkasını beklemiyorlar.

(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Öyleyse bekleyin; ben de şüphesiz sizinle beraber bekleyenlerdenim."

Mekke müşrikleri ile benzerleri, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen felâketlerin benzerlerinden başkasını beklemiyorlar. Onların müstahak oldukları ancak budur.

Resûlüm, bir tehdit olarak onlara de ki:

"- Öyleyse akıbetinizi bekleyin; ben de sizinle beraber beklemekteyim."

103

"Biz sonra Peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Üzerimize bir hak olmak üzere mü'minleri böylece selâmete erdiririz."

Biz, o müşrik ümmetleri helâk ettik; kendilerine gönderdiğimiz Peygamberleri ve mü'minleri ise kurtardık.

Bu âyette;

" Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunan mü'minleri kurtardık." âyeti ile benzerlerindekinin aksine, kurtarmanın helakten sonra zikredilmesi,

"Üzerimize bir hak olmak üzere mü'minleri böylece selâmete erdiririz"cümlesiyle bağlantı sağlamak içindir. Yani mü'minleri her türlü şiddet ve azabtan selâmete erdiririz.

Bu cümle, makabli için açıklayıcı bîr zeyl mahiyetindedir.

Bu mü'minlerden murat,

-ya Peygamberleri de kapsayan bütün mü'minlerdir,

-ya da yalnız Peygamberlere uyanlardır.

Bu son görüşe göre Peygamberleri kurtarmanın zikredilmemesi, buna hacet olmadığını zımnen bildirmek içindir.

Hangi mânâya göre olursa olsun, bu kelâm, kurtuluşun yegâne sebebinin iman olduğunu vurgular.

104

"(Resûlüm) de ki:

"- Ey insanlar, eğer siz benim dinimden şüphedeyseniz bilin ki ben, sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; fakat ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Ben, mü'minlerden olmakla emrolundum."

A- "(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ey insanlar, eğer siz benim dinimden şüphedeyseniz bilin ki ben, sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam; fakat ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim."

Burada asıl muhatapların müşrikler olduğu halde bütün insanlara hitabın tercih edilmesi ve başında tenbih harfinin zikredilmesi, tebliği genelleştirmek ve tebliğ konusuna son derece önem verildiğini göstermek içindir.

1- Yani,

"- Ey bütün müşrikler! Eğer siz, benim ibadet ettiğim Allah'tan ve sızı davet ettiğim dinden şüphede iseniz ve onun mahiyet ve sıfatinı bilmiyorsanız, bilin ki:

- ben sizin Allah'tan (celle celâlühü) başka taptiklarıniza hiçbir zaman tapmam; fakat ben ancak sizi öldürecek ve sonra çeşitli azablara uğratacak, olan Allah'a (celle celâlühü) taparım; ben bütün ibadetlerimi O'na tahsis ederim ve sizin taptiğmız putlara ve diğer varlıklara tapmayı şiddetle reddederim."

Âyette, Allah'tan başkasına ibadeti terk, Allah'a (celle celâlühü) ibadete takdim edilmiştir. Çünkü tahliye, süsleme (tehliye)den önce getir. Nitekim Tevhid kelimesinde de böyledir.

2- Yahut,

"Ey müşrikler! Siz eğer benim dinimin sıhhatinden ve doğruluğundan şüphede iseniz, işte onun özeti şudur:

İbadeti, icad ve idam kudreti yalnız kendi elinde olana tahsis etmek; bu kudrete sâltib olmayan putlara tapmamaktır.

O halde siz o putları tamamen aklınızdan çıkarın, fikrinizi onlardan temizleyin ve onlar hakkında insaflı olun ki, bu dinin hak olduğunu, onda hiç şüphe olmadığını anlayasınız."

Müşrikler, İslâm dininin doğru olmadığına kesinlikle hükmettikleri halde bunun şüphe olarak ifâde edilmesi şunu gösterir:

İslâm dini hakkında akıl sahipleri için olabilecek en son şey, onun doğruluğundan şüpheye düşmektir. Onun doğru olmadığına kesin olarak hükmetmek ise, imkânsızdır.

3- "Yahut eğer siz, bu dindeki sebatımdan şüphede iseniz, bilin ki, ben ebediyen onu bırakmam."

B- "Ben mü'minlerden olmakla emrolundum."

Aklım da, vahiy de bana bunu emrediyor.

Bu kelâm açıkça ifâde ediyor ki tevhid dinine hidayet, sırf akıl ile değil, fakat onun yanı sıra semavî inayet ve ilâhî tevfik ile olur.

105

"Yüzünü Hanîf dîne çevir. Sakın müşriklerden olma."

Bana,

-hak dinde müstakim olmam,

-yalnız onun emirlerini ve nehiyleriıti gözetmem,

-namazda Kıble'ye yönelmem,

-itikat ve amel olarak müşriklerden olmamam emredildi.

106

"Ve Allah'tan başka sana fayda ve zarar veremeyecek şeylere ibadet etme . Eğer öyle yaparsan mutlaka zâlimlerden olursun."

Kendisine taptığın zaman bir zararı önlemeye veya bir fayda sağlamaya kudreti olmayan, tapmadığın zaman da bir zararın define veya bir fayda sağlamaya gücü yetmeyen, Allah'tan başka bâtıl tanrılara ne müstakil, ne de müşterek olarak tapma.

Eğer faydası ve zararı olmayan şeylere taparsan, o takdirde sen hiç şüphesiz zâlimlerden olursun.

107

"Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa onu O'ndan başka giderecek (açacak, keşfedecek) yoktur. Eğer O, sana bir hayır dilerse, O'nun fadhnı geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine ulaştırır. O, bağışlaması bol (Gafûr)dur, çok merhamet eden (Rahîm) diri'

A- "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa onu O'ndan başka gidere-cek.(açacak, keşfedecek) yoktur."

Bu kelâm, putlardan fayda gelmeyeceğini ve bunun Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğunu belirtir. Böylece putların zararları gideremeyecekleri istidlal yoluyla sabit olmuş olur. Bu ifâde, zararı kaldırmak suretiyle fayda teminine muktedir olmadıkları anlamına gelir ki bu, onların muktedir olmadıklarını ortaya koyar. Çünkü bir zararı önlemek, faydanın en aşağı mertebesidir. Bu olmadığı takdirde fayda sağlamak asla gerçekleşmez.

B- "Eğer O, sana bir hayır dilerse, O'nun fadhnı geri çevirecek de yok-tur."

Bu kelâm da, daha önce zımnen ifâde edilen, Allah'tan (celle celâlühü) başka hiçbir şeyin zarar veremeyeceği gerçeğini açıklar.

Bundan da anlaşılıyor ki hayırlara ermek, bîr istihkak değil ilâhî bir lütuftur.

Yani Allah (celle celâlühü), bir hayır dilerse, onu geri çevirmeye hiçbir şey muktedir olamaz. Böylece putlar da buna öncelikle dahildir.

Bu ifâde, putların, gerçekleşmesinden önce arzu edilen şeyleri önlemek suretiyle zarar vermeye muktedir olmadıklarını bildirmektir ki bu, arzu edilen şeyleri kaldırmaya veya zararı gerçekleştirmeye de muktedir olmadıklarını belirtmiş olur.

İkisi birbirinin lazımı oldukları halde,

-hayır için irade (dilemek),

-zarar için ise mess (dokunmak) fiillerinin kullanılması zımnen şunu belirtir:

-Hayır bizzat murattır.

Zarar ise, şahsa dokunması, haricî sebeplerden dolayıdır; yoksa bizzat maksut değildir.

Yahut da, anılan her iki fiilin mânâları, hem zarar, hem hayır için aynidir.

Ve Allah (celle celâlühü), hayırdan ve zarardan bir şeyi dilerse, kimse onları geri çeviremez ve onları verdiği zaman da kimse onları kaldıramaz, demektir.

Fakat kelâmda icaz sanatı için, her birinde bir fiil zikredilmiştir.

C- "O, hayrını kullarından dilediğine ulaştırır."

Burada sarih olarak isabet (başa getirmek, ulaştırmak) fiilinin kullanılması, hayır tarafına daha önem verildiğini göstermek içindir. Yani Allah (celle celâlühü) kullarından dilediği kimseyi, kendi lutfundan sınırsız ve muntazam hayırlara erdirir.

Ç- "O, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet eden (Rahîm)dır ."

Bu cümle, "O, hayrım kullarından dilediğine ulaştırır" cümlesine açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. Her cümle de birlikte son şart cümlesine açıklayıcı zeyl mahiyetindedirler.

108

"(Resûlüm) de ki (Kul):

"- Ey insanlar, Rabb'inizden size hak geldi. Artık kim hidayete ererse o, kendi nefsi için hidayete ermiş olur. Ve kim saparsa kendi aleyhine sapıtmış olur. Ve ben sizin üzerinize vekil değilim."

Resûlüm! Sana vahyolunanları o kâfirlere tebliğ ettikten sonra onlara hitaben de ki: Ey insanlar!

Kur’ân-ı Azîm, Rabb'inizden size hak olarak geldi.

O, dinin esaslarını içerir.

- Siz Kur’ân'ın içindeki açık delillere ve hidayete mutalli oldunuz; hiçbir özrünüz kalmadı.

Kim Kur’ân'a iman edip içindekilerle amel ederse, onun hidÂyetinin faydası kendisine ait olur.

Kim de onu inkâr ederse ve hükümlerinden yüz çevirirse, dalâletinin vebâk yalnız kendisine ait olur.

Bu kelâmdan murat, peygamberlik sahasını, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) râci olacak bir menfaat celbi veya bir zarar defi şaibesinden tenzih etmektir. Nitekim gelmek fiilinin hakka isnat edilmesi ve bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla olduğunun bildirilmemesi de, bu noktaya işaret eder.

Ben sizin bekçiniz de değilim; ben ancak müjdeci ve uyarıcıyım.

109

"(Resûlüm), sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır."

"Resûlüm!

- Sen, sana peyderpey ve sürekli olarak vahyolunan ve günden güne kuvvet kazanan; itikat, amel ve tebliğ olarak o hakka uy.

- Allah (celle celâlühü) zaferle, yahut savaş emri ile hükmedînceye kadar tebliğ meşakkatlerine katlan."

Kur’ân'ın insanlara ulaşımının, gelmek; Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşımının vahiy olarak ifâde edilmesi, iki mertebe arasındaki uzak farka dikkat çekmek içindir.

Allah (celle celâlühü), zahirlere muttak olduğu kadar, sırlara da mutalk olduğu için O'nun hükmünde yanlışlık olması mümkün değildir.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diyor ki:

"- Bir kimse Yûnus sûresini okursa, kendisine, Yûnus'u tasdik ve tekzip edenlerin ve firavun ile beraber boğulanların sayılarının on katı kadar sevap verilir."

Ortağı olmayan Allah'a hamdolsun!

0 ﴿