HÛD SÛRESİMekke'de inmiştir. 123 âyettir. 1"Elif. Lâm. Ra. Bu (Kur’ân) âyetleri tahkim sonra da Hakîm ve Habîr Allah tarafından tafsil edilmiştir." Bu cümle muhtelif ve müteaddit tevcihlere müsaittir. Şöyle ki: 1- Kur’ân öyle bir kitaptır ki, âyetleri son derece mükemmel bir şekilde düzenlenmiştir; hiçbir cihetten kusuru yoktur. 2- Kur’ân âyetleri son derece hikmetli kılınmıştır. 3- Kur’ân âyetleri, nesh'ten (değiştirilmek) korunmuştur. 4- Kur’ân âyetleri, Allah (celle celâlühü) katından geldiğim gösteren kesin delillerle teyid edilmiştir. 5- Kur’ân âyetleri mânâlarının subutuna delâlet eden kesin delillerle teyid edilmiştir. Buna göre âyetlerden murat bütün âyetlerdir. 6- Kur’ân âyetleri içerdikleri şer'î hükümlerin hak olduğuna delâlet eden delillerle teyid edilmiştir. Buna göre âyetlerden murat, şer'î hükümleri içeren bazı âyetlerdir. Nasıl kı muhkem kılınmak, özellikle şer'î hükümlerin değiştirilmesi anlamında neshten korunmakla tefsir edildiğinde bazı âyetler kastedilir. Bu tefsirlere ve özellikle âyetler kavramının, bütün âyetlere şamil olduğu görüşüne göre, tahkim fiilinin, kitabın kendisine değil de, onun âyetlerine isnat edilmesi, kitabın en mükemmel surette muhkem kılındığına delâlet eder. Tafsil konusuna gelince; onu aşağıda belirtildiği şekilde anlamak yerinde olur: 1- Kur’ân-ı Kerim, hükümler, deliller, öğütler ve kıssalar gibi bölümlere ayrılmıştır. 2- Kur’ân'da kulların dünyevî ve uhrevî önemli vazifeleri açıklanmıştır. Kur’ân'ın âyet âyet vârid olması onun ilk vasfıdır. Onun muhkem, kılındıktan sonra tafsil olunduğunu söylemek münasip değildir. Her iki mânâya göre Kur’ân'ın tafsil vasfı, zaman itibarıyla muhkem kılınmasıyla beraberdir. Ayetler, baştan itibaren muhkem ve mufassaldır; yoksa sonradan muhkem ve mufassal kılınmış değildir. Bu, "- Sivrisineği küçülten ve fili büyüten Allah'ı tesbih ederim" kabilindendir. Ancak, rütbe itibariyle muhkemlik en başta gelir. 2A- "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin." Bu Kitabın âyetleri muhkem lalındı; sonra tafsil olundu ki., - Allah'tan celle celâlüh başkasına tapmayasınız; - O'ndan başkasına ibadeti terk edesiniz. B- "Gerçekten ben O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı (nezir) ve müjdeciyim (beşîr)." "Ben, - şüphesiz Allah (celle celâlühü) tarafından size gönderilmiş bir uyarıcıyım; - küfrü ve Allah'tan 31- başkasına tapmayı terk etmediğiniz takdirde sizi O'nun azabıyla uyarıyorum; - yalnız O'na îman ve ibadet ettiğiniz takdirde O'nun mükâfatını size müjdeliyorum." Şimdi burada insanlara bir Kitab indirildiğini, içlerinden birinin o Kitabın hükümlerini tebliğle görevlendirildiğini, onun mükâfat ve müeyyideleri diğerlerine açıklamak üzere Allah tarafından gönderildiğini, bütün bunların tevhidin icabı olarak belirtildiğini müşahede ediyoruz. Gerçekten şunu önemle vurgulamak gerekir ki tevhid, ancak Peygamberin risâletine hükmetmekle tahakkuk eder. Allah'ın birliği ve Peygamberin O'nun tarafından gönderildiği asla birbirinden ayrılmaz.1 1 Bu açıklama, sadece "Lâ ilahe illallah" kâfidir diyenlere yüzyıllar öncesinden verilmiş susturucu bir cevaptır. "Allah'tan başkasına tapmayın" ifadesi, mâkabliyle irtibatsız, ibadeti ancak Allah'a (celle celâlühü) tahsise teşvik için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanıyla varid olmuş bir kelâm da olabilir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiş olur: "- Allah'tan başkasına tapmayı ebediyen terk edin. Şüphesiz ben, O'nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. Küfrünüzü sürdürdüğünüz takdirde sizi O'nun azabıyla uyarıyorum ve tevhide îman ettiğiniz takdirde de sizi O'nun mükâfatı ile müjdeliyorum." 3A- "Ve siz Rabb'inizden bağışlanma (mağfiret) dileyin, sonra O'na tevbe edin ." Şimdi burada tevhidin tamamlayıcı unsurları belirtiliyor, mücmel kalan uyarıcı ve müjdecinin vasıfları açıklanıyor. - İbadetlerinizi yalnız Allah'a (celle celâlühü) has kılmak, - Daha önce içinde bulunduğunuz şirkten af ve mağfiret istemek, - Tâatla O'na dönmek, günahlardan tevbe etmek, - Tevhide inanmayı ve mağfiret dilemeyi sürekli hale getirmek, için Kur’ân'ın âyetleri muhkem ve mufassal kılınmıştır. Yahut Allah'tan başkasına tapmayın ve O'dan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. B- "Ki belli bir süreye kadar sizi iyi bir geçimle yaşatsın. Ve her fazilet sahibine lûtfunu versin." İlâhî emirlere uyarsanız, elbette Allah (celle celâlühü) sizi katında belirli ömrünüzün sonuna kadar güzel bir şekilde yaşatır. Yahut İlâhî emirlere uyarsanız, azab ile sizi helâk etmez. Ve tâat ile amellerde fazlasını yapanlara yaptıklarının karşılığını ya dünyada, ya da ahirette verir. Kelâmın bu bölümü, mücmel kalan ve anlaşılması zor olan şu noktayı tamamlayıcı mahiyettedir: Dünyada bazen iyi amel sahibi iki şahsın hayatı farklı görünür. Şöyle ki: Bir insan, tâat ve ameli fazla olduğu halde amel ve tâati kendisinden daha az olan bir diğeri kadar müreffeh yaşatıimayabilır; tâat ve ameli nisbeten az olan da daha müreffeh yaşatılabilir. İşte bundan dolayı tâat ve ameli fazla herkese fazlalığının mükâfatı ya dünyada, ya da ahirette verilir. Bu sonuç mutlaka gerçekleşir. Bu kelâm, mezkur müjdede kalan ibham için bir tür açıklamadır. Bundan sonra da uyarı konusu gelmektedir. C- "Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." Eğer size talim edilen tevhid, istiğfar ve tevbeden yüz çevirirseniz, size olan şefkat ve merhametimin gereği olarak ben, sizin başınıza gelecek, kıyamet gününün azabından korkarım. Diğer bir görüşe göre, büyük günden murat, belâlar günüdür. Nitekim onlar öyle bir kıtlığa mübtela oldular ki hayvanların leşlerini bile yediler. Uyarının müjdeden sonra zikredilmesi, rahmetin, gazaptan önce olmasındandır. Yahut azab; tevhid, istiğfar ve tevbeden yüz çevirmek şartına bağlandığı için, onların önce zikredilıniştir. 4"Dönüşünüz Allah'adır ve O, her şeye kadirdir." Sizin ölmekle, sonra ceza ve mükâfat için yeniden dirilmekle kıyamet gününde dönüşünüz yalnız O'nadır. O, her şeye kadirdir. Öyleyse sizi öldürmeye, sonra ceza ve mükâfat için yeniden diriltmeye ve çeşitli azaplarla cezalandırmaya muktedir olması da, bu genel kudrete dahildir. Bu kelâm, günün büyüklüğü için bir açıklama ve korku için de illet mahiyetindedir. 5A- "Haberiniz olsun ! Onlar küfürlerini gizlemek için göğüslerini çeviriyorlar." Onlara Kur’ân'ın özü ve Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanıyla teşvik ve uyarı yapıldığında dinleyenlerin aklına şu gelir: Onlar, sağır dağların bile, karşısında secdeye kapandığı bu sözleri kabul ile mi karşıladılar, yoksa yüz çevirmeye devam mı ettiler? Onlar haktan yüz çevirdiler ve içinde bulundukları bu hali sürdürdüler. Bilindiği gibi bir kimse bir şeyden yüz çevirirse, göğsünü ondan çevirir ve yan çizer. Makabline münasip en mükemmel mânâ budur. Allame Zemahşeri de, bu mânâyı almıştır. Ancak onların istedikleri: "Allah'ın, Resulü ve mü'minleri kendilerinin yüz çevirmesine muttali kılmamasidır" demiştir. Her halde burada en zahir olan mânâ sudur: Onlar göğüslerini, içindeki küfür, haktan yüz çevirme ve Peygamber'in düşmanlığını gizlemek için, kendi üzerlerine çevirirler. Sonuç olarak bunlar içlerinde gizli kalır. Tıpkı elbisenin, içindekileri örtmesi gibi. Gizlenen bu çirkinliklerin açıkça zikredilmemesi, - zikirleri çirkin sayıldığı, - ya da zikrine gerek olmayacak kadar açık oldukları, - veya dinleyenlerin, hayırsız işlerin hepsini düşünmesi içindir. Böylece kendilerine hak telkin edildiği halde ondan yüz çevirmeleri de öncekide buna dahil olur. Şu rivâyet de bu tefsiri teyit eder: İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu âyet, Ahnes b. Şürayk hakkında nazil olmuştur. Bu adam, tatlı dilli, güzel sözlü olup Resûlüllah'a sevgisini izhar ediyor, kalbinde ise ona düşmanlık besliyordu. İbni Şeddad diyor ki: "- Bu âyet bazı münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçerken, onun kendilerini görmemesi için göğüslerini ve sırtlarını büküyor, başlarını eğiyor ve yüzlerini örtüyorlardı. Her halde onlar bu hareketleri şunun için yapıyorlardı: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görürse, onun meclisinden ve sohbetinden geri kalmak imkânları olmazdı. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) meclisinde ve sohbetinde bulundukları takdirde de onların kalbindeki küfür ve nifak anlaşılabilirdi. B- "iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri vakit de Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir." Onlar gizlenmek için elbiselerine büründükleri, yahut yataklarına varıp da örtülerine büründükleri vakit de, - çünkü bu vakitte normal olarak insan kendi kendine düşünür- Allah onların kalplerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O'nun bütün varlığı kuşatan ilmine göre sırlar ve açık işler eşittir. O halde onların açığa vurabilecekleri şeyler nasıl O'na gizli kalabilir? Âyette sırrın, açıktan önce zikredilmesi, - onların yaptıklarını daha baştan teşhir etmek, - rezıl-rüsvay olacaklarını bildirmek, - kaçındıkları halın gerçekleşeceğini haber vermek, - Allah'ın (celle celâlühü) iki ilminin eşit olduğunu en mükemmel şekilde tesbit etmek içindir. Allah (celle celâlühü), onların sırlarını da, açık işlerini de bilir. Bunun bir benzeri de, " De ki: Sadrınızda olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir." (Al-i İmrân 3/29) mealindeki âyettir. "İçinizdekileri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir." (Bakara: 2/284) mealindeki âyette de gizlemek, açığa vurmaktan önce zikredilmiştir. Bakara sûresinin 284. âyetinde, gizlediklerinin hesabının, açığa vurduklarının hesabından önce gelmesinde belli bir amaç yoktur; hatta durum aksinedir. Burada ise, ikisi eşit olmakla beraber, Allah'ın celle celâlüh onların gizlediklerini, açığa vurduklarından önce bilmesinde önemli bir amaç vardır. Daha önce ifade edildiği gibi Allah'ın ilminin, varlıklara taallûku, suretin hâsıl olması yoluyla değildir; fakat Allah'a (celle celâlühü) göre, her şeyin haddi zatında varlığı ilimdir. Bu mânâda, açık ve gizli eşya arasında bir hal farkı yoktur. "Ben size dememiş miydim göklerin ve arzın gaybını Ben bilirim; açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de Ben bilirim." (Bakara 2/33) mealindeki âyet ise, meleklere hitap sadedinde vârid olmuştur. Allah'ın (celle celâlühü) ilminin hem zahiri hem de bâtını, hem gaybı hem de şehadetı kuşattığını ifade eder. Söz konusu cümlede sırrın, açıktan önce zikredilmesi, sırrın mertebece açıklıktan önce gelmesi itibariyle de olabilir. Zira açıklanan her şeyin, mutlaka ondan önce kalbte gizli unsurları vardır. Bu itibarla Allah'ın (celle celâlühü) ilminin ilk hale taallûku, ikinci hale taallûkundan öncedir. C- "Muhakkak ki O, kalblerin içini bilendir." Bu kelâm makablinin illet ve izahıdır. Hulâsa, Allah'ın celle celâlüh ilmi, bütün insanların içlerindeki gizli sırları kuşatmıştır. Onlardan asla ayrılmaz. O halde onların gizledikleri ve açığa vurduklarının O'ndan gizli kalması tasavvur edilemez. "Zati's-sudûr" kelimesinden murat, kalbler de olabilir. Yani Allah kalpleri ve hallerini hakkıyla bilendir. Onun için hiçbir sır O'na gizli kalmaz. 6A- "Yeryüzünde bulunan her canlının rızkı yalnız Allah üzerindedir ." Yeryüzünde bulunan her canlının rızkının yaratılması ve ona ulaştırılması yalnız Allah'a celle celâlüh aittir. Bu, - ya tabiî yoldan, - ya da irade yoluyla olur. Allah (celle celâlühü) lütuf ve rahmetinden buna kefil olmuştur. Bu konuda vücûb bildiren bir ifade kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın "işbuna dâir va'di daha önce gerçekleşmiştir. Bir de, rızkın mutlaka sahibini bulacağını tesbit ve mükellefleri Allah'a celle celâlüh güvenmeye akştırınak içindir. B- "O, canlıların karar kıldıkları yeri de, emaneten bırakıldıkları yeri de bilir." Allah (celle celâlühü), canlıların karar kıldıkları sulb (belkemiği, omurga) len de bilir, emanet olarak bırakıldıkları rahimleri, onun yerini tutan yumurtaları ve benzeri yerleri de.. Âyette, - canlıların karar kıldıkları yerlerle, - emanet olarak bırakıldıkları yerler zikredilmiştir. 1- Meni, tabiî yerinde ve yaratılış kaynağında kaldığı müddetçe istikrarlıdır. Rahimlere veya onun yerini tutan mekânlara intikal ettiğinde artık emanettir. Orada ancak belli bir süre kalır. 2- Canlının karar yeri, yeryüzünde bilfiil bulunduğu zamandaki meskenidir. Emanet olarak bulunduğu yer ise, henüz kuvveden fiile çıkmayan, kuvve aşamasında olan yerdir. Hulâsa, Allah S, - yeryüzünde bulunan her canlının rızkını verir; - canlı nerede ve ne aşamada bulunuyorsa, rızkını ona sevkeder; - her canlının farklı maddelerini, tedricen kabiliyetlerini nasıl kazandıklarını, gelişmelerini ve karar kıldıkları çeşitli mekânları gayet iyi bilir ve her aşama ve mertebe de canlının vücut ve kemal bulmasına uygun olan maddeleri ona ihsan eder. C- "Bunların hepsi apaçık bir Kitab (Levh-ı Mahfuz)dadır." Bütün canlıların, - rızkları, - karar kıldıkları yerler, - emanet olarak bulundukları mekânlar, Levh-i Mahfuz'da tesbit edilmiştir. Bunlar Levh-i Mahfuz'a bakan melekler için açıktır. Yahut Levh-i Mahfuz, içinde tesbit edilmiş olanları bakanlara açıklar. 7A- "Arşi su üzerinde iken, hanginizin ameli daha güzel olacak diye sizi denemek üzere, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur." 1- Gökler ve yer yaratılmadan önce Allah'ın (celle celâlühü) Arş'ı su üzerinde idi. Arş'ın altında sudan başka bir şey yoktu. Yani Arş ile su arasında ister boşluk olsun; ister Arş, su ile temas halinde bulunsun. Nitekim eserlerde böyle zikredilir. Şu halde bu âyet, Arş ile su arasında boşluğun mümkün olduğuna delâlet etmez. Eğer delâlet etseydi, yalnız imkânına değil, varlığına da delâlet ederdi. Bundan başka suyun, Arş'tan sonra kâinatta ilk var olan şey olduğuna delâlet ederdi. Bu kelâm, yalnız, Arş'ın ve suyun yaratılışının, göklerin ve yerin yaratılışından evvel olduğuna delâlet eder. Fakat Arş ile su arasındaki münasebetin ne olduğuna açıldık getirmez. 2- Allah'ın, - gökleri ve yeri ve bu ikisinde bulunanları ve ezcümle sizi yaratmasından, - sizin varlığınızın ilk unsurlarından ve maişet sebeplerinden muhtaç olduğunuz her şeyi düzenlemesinden, - ve sizin ibret almanız için göklerde ve yerde bunca hârikalar meydana getirmesinden amaç sizi denemek, - hanginizin amelinin daha güzel olacağını tesbit etmek, - sizin amellerinizin karşılığı olan mükâfat ve cezaları vermektir. Amellerin muhasebesinde iyiler, kötülerden ayrılacak; iki fırkanın fertleri, kâinatta yaratılmış olan hüccetlerden, delillerden, emarelerden ve işaretlerden faydalandı İdari nis bette kazandıkları ilmî, itikadî ve amelî derecelerine göre tasnif edileceklerdir. Zira ameller, bedenî amellerden ibaret değildir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz bu âyeti şöyle tefsir buyurmuştur: "- Hanginizin aklının daha güzel olduğunu, hanginiz Allah'ın yasaklarından daha çok sakındığını ve hanginiz O'nun tâatine daha çok koştuğunu tesbit etmek için..." Zira her kalbin ve kalıbın kendisine mahsus amelleri vardır. Kalp, kalıptan daha üstün olduğu gibi, kalbin ameli de, kalıbın amelinden daha üstündür. Çünkü bütün kullar için her şeyden önce vâcib olan ilâhî marifettir. O, olmadan hiçbir amel olmaz. İlâhî marifetin nazarî yolu, ancak Yaradan'ın hârika işlerini düşünmek, dahilde ve hariçte yaratılmış olan açık âyetlerini incelemektir. Ve hikmet dolu Kur’ân'ın emirlerini, nehiylerini ve ilgili diğer bölümlerini anlamadan da tâat mümkün değildir. Rivâyete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Beni Yûnus b. Metta'dan üstün tutmayın; zira onun her gün göklere kaldırılan ameli, bütün yeryüzü sakinlerinin ameli kadardı." Alimler derler ki; Yûnus'un (aleyhisselâm) bu büyük ameli, Allah'ın (celle celâlühü) işlerini tefekkür etmek idi ki bu, kalbî ameldir. Zira bir insan, bir günde bedeni ile, bütün yeryüzü sakinleri, kadar amel yapamaz. "Hanginizin ameli daha güzel" ibaresinde tafdıil kipi kullanılmıştır. Oysa imtihan, yalnız güzel ile daha güzeli tesbit için değil, aynı zamanda amelleri çirkin ve güzel olan iki fırkayı da ayırmak içindir. Böyle iken tafdıil kipinin kullanılması şu hakikati bildirir: Kâinatın bu hârika ve mükemmel şekliyle yaratılmasından asıl amaç ihsan sahiplerinin, ihsanının kemalinin ortaya çıkarılmasıdır. Kâinatın bu hali, o kadar mükemmel ve kusursuzdur kı, bunun icaplarıyla amel etmek, kaçınılmaz bir sonuçtur. Hattâ kâinatın bu mükemmeliyeti her ferdi mutlaka îman ve tâate irşad eder. İnsanlar arasındaki farklılık ise, îman ve tâattald kuvvet ile zafiyet ve çokluk ile azlık mertebelerine göredir. Bundan tamamen yüz çevirip dalâlet uçurumuna yuvarlanmak ise, bu hârika yaratılışın en son gayesi olması şöyle dursun, sebepler dizisine dahil olmaktan bile uzaktır. Dalâlet, haklı ve uygun bir sebep olmaksızm, sırf sahibinin kötü seçiminin sonucudur. Bu âyet apaçık ilim ve tâatin yüksek derecelerine yükselmeyi teşvik eder ve onun zıtlarından da alıkoyar. 3- Allah'ın ilmi, yeryüzündeki sayısız mahrukatın yaratılış başlangıcından nihayete kadar bütün hallerini kuşatmıştır. Bu durum zikredilince, göklerin ve yerin yaratılış başlangıçlarını ve bunu gerektiren hikmeti de ortaya koymak gerekir. Şöyle ki: Allah (celle celâlühü) gökleri iki günde, yeri de iki günde, yeryüzündeki çeşitli hayvanları, bitkileri ve diğer varlıkları da iki günde yaratmıştır. Nitekim Secde (32) sûresinde bu tafsilat zikredikr. Bu âyette yeryüzündekilerin yaratılışından söz edilmemiştir. Çünkü onların yaratılışı, yerin yaratılışının devamıdır. Nitekim Fussıilet (41) sûresinin 10. âyennde belirtildiği gibi yeryüzündekilerin yaratılış zamanı, yerin yaratılış zamanının devamıdır. Sözü geçen âyette "fî erbaa'ti eyyâm/dört günde" denilmesinden murat, dört günün devamında, demektir. Günlerden murat da vakitlerdir. Nitekim, "O gün onlara sırtını dönen" (Enfal 8/16) mealindeki âyette de böyledir. Yani Allah gölden ve yeri altı vakitte, veya altı gün kadar bir zamanda yaratmıştır. Gün, insanların örfünde, güneşin, yeryüzünün üstünde olduğu zamana denir. Yerin ve göğün olmadığı bir zamanda günün varlığından bahsedilemez. Allah (celle celâlühü) gökleri ve yeri bir anda yaratmaya kaadır iken onları tedricen yaratması, O'nun muhayyer bir kaadır olduğuna, bundan ibret alınmasının lüzumuna delildir ve işlen teenni ile yapmaya teşviktir. Bu yaratmaya altı gün tahsis edilmesinin hikmeti ise, Allah'ın (celle celâlühü) ilmine mahsus olup başkasına bildirilmemiştir. Gökler için çoğul kelimesinin kullanılması, meşhur olduğu üzere maddelerinin tabiatlarının sonuç ve hükümlerinin farklı olmasına işaret içindir. B- "Andolsun ki (Resûlüm), "- Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz!" desen o kâfirler mutlaka, "- Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" diyeceklerdir." Resûlüm, eğer sen, "- İmtihanın gereği olarak ve amellerin mertebelerine göre karşılığın tahakkuk etmesi için ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz!" desen, o kâfirler mutlaka, "- Bu söz yahut bu Kur’ân, aldatmak ve bâtıl olmak hususunda açık bir büyüden başka bir şey değildir" diyeceklerdir. Çünkü onların diriltileceklerini haber vermek, her ne kadar tilâvet olunan vahiy ile olması gerekmiyorsa da onlar bunu duyduklarında yalnız Kur’ân'ı düşünürler. Çünkü Kur’ân her yerde bundan söz eder ve bu konuda sembol olmuştur. Onun içindir ki onlar Kur’âni tekzibe ve onu büyü olarak vasıflandırmaya yöneldiler. Bu da onların inatta ne kadar ileri gittiklerinin ve doğru yoldan uzaklaştıklarının bir ifadesidir. 1 - Bu âyetin makabli ile bağlantısı, ya şu cihettendir: Ölümden sonra diriltilmek, yukarıda da işaret edildiği gibi, mezkur imtihanın devamıdır. Bu itibarla sanki şöyle denilmiş olur: Gerçek durum zikredildiği gibidir. Bununla beraber eğer sen onun mukaddimelerinden yalnız birini ve onun tamamlayıcı unsurlarından yalnız bir hükmü kendilerine haber versen, onu reddetmekte tereddüt etmezler ve bunu, tasdik etmek şöyle dursun, onu, asla doğru olmayan şeyler kabilinden sayarlar. 2- Bu âyetin, makabli ile bağlantısı ya da şu cihettendir: Ölümden sonra diriltilmek, yeni bir yaratılıştır. Bu itibarla sanki şöyle denilmiş olur: Bütün yaratılmışları baştan, bu üstün hikmet için yaratan ancak O'dur. Bununla beraber sen eğer birincisinden daha kolay olan, ikinci yaratılışı onlara haber versen, o söylediklerini söylerler. Allah, onların isnat ettikleri vasıflardan münezzehtir. Allah, onları kahretsin; nasıl da haktan çeviriliyorlar! 8A- "Yine andolsun ki Biz, eğer onlardan azabı sayılı bir süreye kadar ertelesek mutlaka, "- Onun gelmesini engelleyen nedir?" diyeceklerdir." Bu azabdan murat, ba's-ı ba'de'l-mevte terettüb eden azabdir. Yahut, "Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım, " âyetinde va'dedilen azaptır. Diğer bir görüşe göre ise, Bedir savaşında tattıkları azaptır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, bu azab, Cebrâîl’in (aleyhisselâm) istihza edenleri öldürmesidir. Zahir olan görüşe göre bu azabdan murat, bazılarını değil bütün kâfirleri kapsayan bir azabdir. Buna göre bu azab, va'dedilen ve mücrimlerin acele gelmesini istedikleri azab değildir. Onların, "- O azabın gelmesini engelleyen nedir?" sözlerinden anlaşılan mânâ şudur: Sanki Allah (celle celâlühü), o azabın gelmesini istiyormuş da, bir engel, onun gelmesine mâni oluyormuş. Onların bu azabi acele olarak istemeleri, istihza anlamındadır. Nitekim âyetteki "istihza ettikleri..." ifadesi de, bunu anlatır. Onlarin bu sözlerden maksatları, azabın gelişini inkârdır. B- "Haberiniz olsun onlara azab geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir." Eğer bu azabdan âhiret azabı maksud ise, o azap geldi mi, bîr daha hiçbir kuvvet ebediyen onu kaldıramaz, demektir. Eğer dünyevî azab maksud ise, o azabı hiç kimse sizden, kaldıramaz; o mutlaka başınıza gelecektir, demektir. C- "Ve alay etmekte oldukları azab, onları çepeçevre kuş atacaktır." Istıhzaen acele gelmesini istedikleri azab, onları kuş atacaktır. Bu ifade tarzı, o azabın pek korkunç olduğunu ve azabın nüzulü ile kendilerini kuşatmasının sebebinin de kendi istihzaları olduğunu bildirir. 9"Andolsun ki, insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu ondan çekip alırsak, hiç şüphesiz tamamen ümitsiz ve nankör olur." İnsana tarafımızdan sağlık, güven, servet ve başka bir nimet verip onun lezzetim kendisine tattırır da sonra onu kendisinden aldık mı, hiç şüphesiz sabırsızlığından, Allah'a celle celâlüh tevekkülü ve güveni olmadığından Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinden tamamen ümidini keser ve nankörleşir. Demek oluyor kı bir insanın Allah'ın (celle celâlühü) nimetleri içinde yaşarken, o nimetlerin kendisinden alınması, o nimetlere nankörlük etmesindendir. 10"Yine andolsun ki, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak; "- Kötülükler benden gitti!" der; mutlaka şımarır kibirlenir" Yani ona, hastalıktan sonra sağlık, yokluktan sonra varlık ve sıkıntıdan sonra ferahlık gibi bir nimet tattırırsak mutlaka "Beni üzen musibetler artık benden gitti ve emsali bir daha başıma gelmez" diyecektir. Nitekim şerir insanların hali budur. Zira o kötülüklerin benzerlerinin varid olmasının beklentisi, onların sevincini bulandırır ve hayatlarının tadını kaçırır. Rahmet ve nimetler hakkında; - lezzeti ve rağbeti bildiren tatmak; - sıkıntılar hakkında ise, asgarî teması bildiren dokunma fiilinin kullanılması, birincinin Allah'a (celle celâlühü) isnad edilmesi, apaçık bir mükemmeliyet ifadesidir. Burada, Allah'ın muradı, rağbet edilen hayrı olabildiğince güzel bir biçimde kullara ulaştırmaktır ve O, kulları için ancak kolaylık diler, güçlük dilemez. Kulların güçlüklere uğraması da, ancak kötü seçimleri yüzünden ve az bir zaman için dür. Sanki o kötülük yalnız bedene dokunur da hiç tesiri olmaz. Kullardan rahmetin alınması ise, yukarıda belirtildiği gibi, onların nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyledir. Fakat kul o, nimetlerle şımarır, aldanır ve iftihar eder, gururlanır. Bundan dolayı o nimetlerin hakkını eda etmez. 11"Ancak sabredip sâlih ameller işleyenler böyle değildir. İşte bağışlanma (mağfiret) ve büyük mükâfat (ecr-i kebîr) onlarındır." Allah'a (celle celâlühü) îmanları ve O'nun hükmüne teslimiyetleri sebebiyle, - gelmiş ve gelecek sıkıntılara sabreden, - ve nimetlere şükür için Sâlih ameller işleyenler böyle değildir. İşte onların günahları ne kadar büyük olursa olsun, bağışlanmak ve mükâfatlandırılmak onlar içindir. Bu üç âyetin öncekilerle olan bağlantıları şu vecihlerden olabilir: 1- Hem nimetlerin tattırılması, hem de sıkıntıların dokunması, imtihan kabilindendir. "Hanginizin ameli daha güzel olacak diye sizi denemek üzere ..." âyetindeki icmalden sonra bir nevi açıldamadir. Hulâsa, nimetlerin tattırılması da, onların çekip alınması da, şükürle nankörlük imtihanı olmakla beraber, kişi onlarla hidâyete ermez. Fakat her iki halde de dalâlet uçurumuna yuvarlanır ve onlardan güzel amel sâdır olmaz. Ancak sâlih ve sabırlı insanlardan güzel amel beklenir. 2- Onların öldükten sonra diriltilmeyi inkâr ve azabla istihza etmeleri, şımarıklıklarından ve büyüklük taslamalarındandır. 12A- "Onlar senin için, "- Ona bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!" diyorlar diye göğsün daralıyor ve sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını terke kalkıyorsun." Müşriklerin, asgarî basirete sahip herkes için doğruluğu sabit hüccetleri görememeleri ve inatlarını sürdürmeleri sonucu olarak: "Sıdkına delil olmak üzere, kendisine bir hazine veya bir melek indirilseydi ya!" demelerinden dolayı, davet ve hüccet beyanı sırasında sanki, - Kur’ân tilâvetini, - ya da nübüvvetinin gerçek ve Allah katından olduğunu belirten o apaçık âyetlerin bir kısmının tebliğini terk edeceksin. Bir görüşe göre, "Ona bir hazine indirilseydi ya!.." sözünü söyleyen Abdullah b. Ümeyye el-Mahzûmî idi. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Mekke reisleri dediler ki: "- Ya Muhammed, eğer sen peygambersen, Mekke dağlarını bizim için altın yap!" Diğer bazıları da dediler ki: "- Bize melekleri getir de, senin nübüvvetine şahadet etsinler." Peygamberimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) söylenenlere şöyle cevap verdi: "- Ben buna muktedir değilim." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Onların tekzib ve istihzaları karşısında onun bu hali, âyetlerin tilâvet ve tebliğinden kalbi daralan kimsenin hali ile temsil ve bu halden sakınması telkıin ve kendisine şefkat gösterilip şöyle hitab edilmiştir: B- "(Resûlüm), sen ancak bir uyarıcısın. Her şeye vekîl olan Allah'dır." "- Resûlüm, sana düşen, onların red ve kabulüne aldırmadan, sana vahyolunan âyetlerle onları uyarmaktır. Allah ise, hem senin, hem de onların hallerini görüyor ve biliyor. Artık bütün işlerinde sen O'na tevekkül et. Çünkü O, onlara lâyık olan neyse onunla muamele eder." Burada yalnız uyarıcının zikredilmesi ve müjdeciden bahsedilmemesi, son derece isabetlidir. 13A- "Yoksa, "Onu uydurdu" mu diyorlar?" Bundan önce onların, - vahye itibar etmedikleri, - onu hafife aldıkları, - vahyin Allah (celle celâlühü) katından geldiğine ve Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden apaçık mucizelerle ikna olmadıkları, ifade edilmişti. Şimdi burada onların daha ağır cürümleri anlatılıyor. B- "(Resûlüm) de ki : "Haydi, siz de onun misli uydurma on sûre getirin. Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini de yardıma çağırın. Eğer doğru sözlüler (sâdıklar) iseniz." "- Eğer durum sizin dediğiniz gibi ise ve benim bu Kur’ân'ı uydurduğum İddianızda doğru İseniz, haydi siz de, belagat ve güzel İfadede onun gibi uydurma on sûre getirin ve yardımlarını almak için Allah'tan başka bütün ilâhlarınızı, kâhinlerinizi ve altından kalkamadığınız zor işlerde görüşlerine sığındığınız akıl hocalarınızı da çağırın. Hattâ sizin bu işte benden daha kudretli olmanız gerekir. Çünkü siz fesahat ve belagat sahibi Araplarsınız. Hitabet ve şiirle meşgul oluyorsunuz. Tarihî olayları, nazım ve nesir şekillerini biliyorsunuz." 14A- "Eğer onlar size cevap veremiyorlarsa o zaman kesin olarak bîkn ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir." "Eğer onlar size cevap veremiyorlarsa / Fe- illem yestecîbû leküm.." ifadesi "Fakat eğer bunu yapamazsanız / Fe-in lem tef a'lû." (Bakara 2/24) âyeti kabılindendır. Burada cevap vermemek kelimesinin kullanılması Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi durumundan son derece emin olduğunu gösterk. Peygamberin onun benzerini getirmelerini emretmesi, vukuunu istediği bir işe çağrı gibi ifade edilmiştir. İşte onlar canla başla bu işe sarıldıkları halde bundan âciz oldukları ortaya çıkınca, o zaman siz, aynelyakîn bir bilgi ve şüphe şaibesi olmayan bir ilimle bilin ki, o Allah'a (celle celâlühü) mahsus bir ilimle indirilmiştir. Akıl ve idrakin onun etrafında dolaşması mümkün değildir. O, üstün nazım ve gaybı haber verme vasıflarıyla temayüz eden icazı hâiz bir Kitaptır. Burada yalanı ilmin emredilmesî, diğer bilgi mertebelerinin ilim sayılmadığına işarettir. Ancak bu diğer bilgi mertebelerinin değersiz oldukları anlamına gelmez fakat bu mertebenin daha yüksek olduğunu ifade eder. Onların cevap veremeyecekleri kesin iken şüphe ifade eden şart cümlesinin kullanılması da maksadı izah eder. B- "Ve O'ndan başka İlah yoktur." Şunu kesin olarak bilin ki, ulûhiyette O'nun hiçbir ortağı yoktur ve O'nun muktedir olduğu şeylere hiç kimse muktedir değildir. C- "Artık Müslüman olur musunuz?" Yani siz, - islâm'da ihlâs sahibi olur musunuz; - ya da islâm'da sebat gösterk misiniz? Bu kelâm, sebat vermek ve bilgiyi yakıîn mertebesine yükseltmek kabilindendir. Bütün bu hıtabların, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından müşriklere yapılmış olması da muhtemeldir. Şöyle ki: "- Eğer sizin ilâhlarınız, önemli ve zor işlerinizde yardım ve desteklerine sığındığınız insanlar, size cevap veremiyorlarsa, o zaman kesin olarak bilin kı, bu Kur’ân, beşer kudretinin dışındadır ve o, kuvvet ve kudretlerin Yaratanı tarafından indirilmiştir, " Bu mânâya göre, ilâhlarının cevap veremeyecekleri kesin iken, şüphe ifade eden şart cümlesinin kullanılmış olması, onlarla istihza etmek ve onların akıllarının son derece zayıf olduğunu belirtmek içindir. 15A- "Kim dünya hayatını ve onun ziynetini arzu ederse Biz, onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz ." "- Kim yalnız bu dünya hayatını, onu süsleyen ve güzelleştiren sağlık, emniyet, geniş rızık, çok evlâd ve riyaset gibi şeyleri isterse, yaptıklarının karşılığını bu dünyada ona tamamen öderiz." Burada istemek veya arzu etmekten murat, sadece kalbi istek değil, fakat bu sonuçları gerçekleştiren girişimlerdir. Yaptıklarından murat da, herkesin yaptığı değildir. Zira herkes temenni ettiği, arzuladığı her şeye erişemez. Çünkü bu, hikmete mebni olan ilâhî iradeye bağlıdır. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyrulur: " Kim dünyalık isterse, dilediğimize dilediklerimizi dünyada veririz." Yine onların yaptıklarından murat, bütün yaptıkları değildir; takat ecir ve mükâfat olarak, mezkur nimetlerin terettüp ettiği hayır işlendir. Âyette mutlak olarak zikredilmiş ve ondan semereleri kastedilmiştir. Şu anlamda ki: "- Dünya hayatında onların amellerinin semerelerini tam olarak kendilerine ulaştırırız." B- "Ve onlara orada noksanlık yapılmaz." Onlara dünyadaki amellerinin semereleri ve mükâfatları tamamen ödenir. Onlara eksik ödeme yapılmaz. Onlar mahrum edilmezler. Ahirette ise mutlak mahrumiyet ve ümitsizlik içinde olacaklardır. Nitekim bundan sonraki âyette bu husus dile getirilir. 16A- "İşte onların âhiret hayatında ateşten başka bir nasibleri yoktur." Dünya hayatını ve onun ziynetini isteyenler ve amellerinin semereleri eksiltilmeden kendilerine ödenen insanlar, o kimselerdir ki, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir nasib yoktur. Çünkü onların gayretleri dünyalığa yönelik idi ve amelleri, yalnız dünyalık tahsili içindi. Ve bunun semerelerim de devşirdiler. Onlar, amelleriyle bundan başka bir şey de istemiyorlardı, işte bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak da, ahirette ebedî cehennem ateşinden başka nasibleri olmayacaktır. B- "Dünyada yaptıkları boşa gitmiştir." Dünyada yaptıklarının boşa gittiği, ahirette ortaya çıkacaktır. Oysa onlar yaptıklarını âhiret için yapmış olsalardı, mükâfata sebep olurdu. Yahut dünyada yaptıkları hayır işleri boşa gitmiştir; çünkü hayır işlerinin geçerli olma şartı ihlâstır. C- "Yaptıkları şeyler zaten bâtıldır." Dünyevî arzuların tahsili esnasında yaptıklarının zaten uhrevî bir karşılığı yoktur. " Kim yalnız bu dünya hayatını ve ziynetini isterse..." ifadesinden murad, 1- Enes'e (radıyallahü anh) göre bunlar, Yahudilerle Hıristiyanlardır. Onlar, sadaka verirlerse ve sıla-i rahimde bulunurlarsa, dünyada onun karşılığını, rızıklarının genişletilmesi ve kendilerine bedenî sıhhat verilmesi şeklinde görürler. 2- Diğer bir görüşe göre ise bunlar, münafıklardan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile cihada çıkanlardır. İşte onlara da ganimetlerden pay verilmiştir. Ancak bilindiği gibi bu, hicretten sonra olmuştur. Bu sûre ise Mekke'de inmiştir. 3- Bir diğer görüşe göre ise bunlar, riya ehlidir. Onlardan Kur’ân okuyanlara, "- Sen, filan adam Kur’ân okuyor, denilmesini istiyordun. İşte bu denildi" denir. Keza, başka hayır işlerini Allah celle celâlüh rızası için yapmayanlara da böyle denir. Bu görüşe göre, "İşte onların âhiret hayatında ateşten başka bir nasibleri yoktur" meâlindekî cümleye, "riya İçin yapılmış olan amelleri sebebiyle ancak bu vardır" kaydını da ilâve etmek lazımdır. 4- Fakat Kur’ân nazmının gerektirdiği mükemmeliyetin icabı olarak, bundan murat mutlak kâfirlerdir ve Kur’ân'ı eleştirenler de öncelikle bunlara dahildir. 17A- "Rabbi'nden açık bir delil (beyyine) üzerinde olan ve kendisini O'ndan bir şâhid izleyen ve ayrıca kendisinden önce bir önder ve bir rahmet olarak Mûsa'nın Kitabının şahadet ettiği kimse o inkarcılar gibi midir?" 1- Rabb'inden açık bir delil", - Allah'ın, inananları sebata teşvik ettiği İslâm, - ve onun hak olduğuna delâlet eden açık hüccet de şânı yüce Kur’ân'dır. Kendisini İzleyen ve onun Allah celle celâlüh katından geldiğine şahadet eden şâhid, - ya Kur’ân'ın her sûresinin ve her bölümünün nazmında bulunan icazdır; - ya da Kur’ân'ın bazı âyetlerinde gaybden haber verilmesidir. Eler ikisi de, onu izleyen vasıflardır ve onun Allah katından olduğuna şahadet eden şâhidlerdir. Şahidin, icaz olması takdirinde bu kelâm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerin haline işaret eder. Çünkü onlar Kur’ân'ın, icazının şahadetiyle, onun Allah'ın celle celâlüh ilmiyle nazil olduğunu anlamış ve ona sımsıkı sarılmışlardır. 2- Diğer bir görüşe göre ise "kendisini O'ndan bir şâhid izleyen", Kur’ân'dır. Çünkü Kur’ân da, onun icazı da, şahadet için Allah (celle celâlühü) tarafından varıd olmuştur. Bu takdirde şâhidden, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle gösterilmiş 3- ....olan mucizeler de murad edilmiş olabilir. Bu mû'cizeler de, Kur’ân'a tâbi olan şâhidlerdır ve Allah (celle celâlühü) tarafından varıd olmuşlardır. Buna göre âyetteki kimseden murad, bu güzel sıfatlara sahip olan herkestir. 3- Diğer bir görüşe göre ise, anılan kimseden murad, Peygamberdir. 4- Bir diğer görüşe göre ise, ondan murat, Abdullah b. Selam gibi Ehl-i Kitab mü'minleridir. 5- Bir görüşe göre, âyetteki açık delilden murat, aklî delildir. Şâhidden murat da Kur’ân'dır. Buna göre, "kendisini Rabbinden bir şahid izleyen" demek olur. Yahut açık delil Kur’ân'dır ve mealde izlemek şeklinde çevrilen fiil, okumak mânâsındadır; şâhid de Cebrâîl’dir yahut Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanıdır. 6- Yahut anılan fiil, izlemek anlamındadır ve şahid de, Kur’âni muhafaza eden melektir. Ancak evlâ olan birinci mânâdır. 7- Şahidin hücceti izlemesinden murat, onun doğruluğuna ve Allah (celle celâlühü) katından olduğuna her yerde ve her zaman şahadet etmektir. Zira Kur’ân, kıyamete kadar hakkında şahadette bulunacak şahidiyle beraber her mü'min ve inkarcı nezdinde bakidir. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) Kitabı, Kur’ân'dan önce nazil olduğu halde onun hakkında "ve mm kabli-hi kıtâbü mûsâ imamen ve rahmeten / ve ayrıca kendisinden önce bir önder ve rahmet olarak" buyrulmakla sanki şöyle denümiştir: "Rabbinden açık bir delile dayanan ve kendisini Kur’ân'dan bir şâhid izleyen ve kendisinden önce de başka bir şâhid olan Mûsa'nın Kitabının da şahadet ettiği kimse bir inkarcı gibi olabilir mi?" İmam, önder ve öncü demektir. Mûsâ'nın Sââl Kitabının imam olarak vasıflandırılması, onun şanını açıkça yüceltmektir. Bu kitabın rahmet olması da, Kur’ân'la teyit edilen bakî hükümleri itibariyle kıyamete kadar pek büyük bir nimet olması demektir. B- "İşte onlar ona (Kur’ân'a) inanırlar." - işte bu üstün sıfatları taşıyanlar, - Allah (celle celâlühü) tarafından gelmiş olan açık bir delile sarılanlar, - onu hakkıyla, hakkaniyetini bildiren hak şahidi erin şahadet ettikleri gibi tasdik ederler. Bu ifadeye ihtiyaç duyulması şunun içindir: Bu üstün vasıfları taşımak, hakikatlerin inceliklerine vâkıf olmadan eski din büyüklerim taklid etmek yoluyla da olabilir. C- "Hıziblerden hangisi onu inkâr ederse, onun varacağı yer ancak cehennem ateşidir." Mekke halkından ve onlarla beraber Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı cephe alan gruplardan hangisi Kur’ân'ı inkâr ederse ve hak şâhıdleri tasdik etmezse, işte oların varacağı yer cehennem ateşidir. Onlar oraya mutlaka gireceklerdir. Nitekim bu sürenin 16. âyetinde de bu beyan edilir. Ç- "Artık bundan hiç şüphen olmasın." "- Kur’ân'dan ve onun Allah (celle celâlühü) katından geldiğinden hiç şüphen olmasın. Nitekim mezkûr şâhidler de buna şahadet ederler. Ona sarılan kimseler ne kadar faziletlidir. D- "Çünkü bu, Rabbinden indirilmiş bir haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar." "- Bu Kur’ân, seni, din ve dünya alanında terbiye eden Rabbındendır. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar. Bu da ya görüşlerinin kısa ve fikirlerinin karışık olmasından, ya da inat ve kibirlerındendir." 18A- "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir ?" Müşrikler, "melekler için, -hâşâ- onlar, Allah'ın (celle celâlühü) kızlarıdır" ve ilâhları için, "- Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yûnus 10/18) diyor ve Allah'a (celle celâlühü) şanına layık olmayan şeyler nisbet ediyorlardı, işte bunları diyenlerden daha zâlim kim olabilirdi? Hulâsa, onlar, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini inkâr etmekle beraber bir de O'na karşı yalan, uyduruyorlardı. Âyetin bu cümlesinde "ezlam / daha zâlim" deniyorsa da burada her zâlimden daha zâlim mânâsı kastedilir. Nitekim daha sonra, "Şüphesiz ki onlar, ahirette en çok zarara uğrayanların ta kendileridir." buyrulur ki, bu ifade o mânâyı teyid eder. B - "Onlar kıyamet gününde Rabb'larına arzedilecekler. Şâhidler de: "- Rabb'larına karşı yalan söyleyenler işte bunlardır!" diyecekler." En büyük zulüm olan Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uydurma vasfını taşıyanlar... Onların zâlim sıfatıyla arz edilmeleri, amellerini daha da belirginleştiriyor. Çünkü amel sahibinin ameliyle arzedilmesi, kendisinin gıyabında amelinin arzedilmesinden daha kötüdür. Burada "a'lâ rabbihim/Rabblarına" denmesi, onların Allah'tan başkalarını rab edinmelerinin bâtıllığına işaret eder. "el-Eşhâd / şâhidler", melekler ve peygamberlerdir. Yahut o günahkârların bedenlerinin uzuvlarıdır. Onların, Rablerine karşı yalan uydurdukları, gayet açık olup onun için şahadete ihtiyaç yoktur. Şahadete muhtaç olan, bu iftiranın sâdır olduğu kimseleri tayin etmektir. İşte bundan dolayı o şâhidler: "- Bunlar Rablerine karşı yalan uydurdular" demeyecekler. Rabblerine karşı yalan uyduranlar işte bunlardır diyeceklerdir. Buradaki şâhidlerden murad, Katâde ve Mukatil'in dedikleri gibi, mahşer yerinde hazır bulunanların hepsi de olabilir. Buna göre onların, "Rablerine karşı yalan, söyleyenler işte bunlardır" demeleri, şahadet için değil, fakat onları zemmetmek ve âyetin bundan sonra gelecek cümlesi için hazırlık yapmaktır. C- "Şunu iyi bilin ki Allah'ın lâ'neti bu zâlimler üzerinedir." Allah'ın (celle celâlühü) lâ'neti, mezkur iftira ile zulmedenler üzerindedir. Âyetin bu cümlesi, birinci tefsire göre, şâhidlerin sözü değil de Allah'ın (celle celâlühü) kelâmı olabilir. Bu ifade, zâlimlerin başlarına gelecek şeyin ne kadar korkunç olduğunu bildirir. Allah'ım! Biz, şâhidler huzurunda rezil rüsvay olmaktan Sana sığınırız. 19A- "Onlar, insanları Allah yolundan alıkoyarlar ve onu eğri göstermek isterler." Onlar, alıkoyabildikleri insanları Allah'ın (celle celâlühü) doğru dininden alıkoyarlar ve onu eğri büğrü göstermek isterler. Oysa eğrilik, ondan çok uzaktır. Yahut bu hak din ehlini ondan çevirmek isterler. Bu, onların Kur’ân'ı tekzip etmelerine de ve "Kur’ân, Allah katından değildir" şeklindekı sözlerine de şâmildir. B- "Oysa onlar, âhıireti inkâr edenlerin ta kendileridir." Onlar, hak dini eğri olarak vasıflandırırlar; oysa kendileri âhireti inkâr ederler. 20A- "Onlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değillerdir." Allah (celle celâlühü), kendilerini muahaze etmek istediği takdirde istedikleri yere kaçsalar bile yeryüzünün genişliğine rağmen onlar, O'nu âciz bırakacak değillerdir. B- "Onların, Allah'tan başka yardımcıları da olmaz." Kendilerini Allah'ın (celle celâlühü) azabından korumak için onların O'ndan başka yardımcıları da olmaz. Ancak onların azabı ilâhî hikmet gereği tehir edilmiştir. C- "Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar hem hakkı duymaya tahammül edemiyor, hem de görmüyorlardı." Bu makablinden müstakil kelâm, zımnen ilâhî muahazenin tehirinin hikmetini anlatır. Onlar, hakka karşı son derece sağır ve kızgın oldukları için sanki onu hiç duymazlar. Kur’ân'ı anlamak için duymak ve dinlemek lazımdır. Kur’âni telâkki etmenin yolu budur. Fakat onların Kur’ân'a karşi ız'ansızlıkları, kabulü görmeye bağlı âyetleri kabulden çok daha şiddetlidir. Bunun içindir kı birincinin nefyinde mübalağa edilmiş, başka bir deyişle işitme kudreti mübalağa ile nefyedilmiştir. Oysa görme kuvvetinin nefyinde mübalâğa edilmemiştir. Onlar dahilde ve hariçte yaratılmış olan Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerinden kör oldukları için hakkı görecek değillerdir. Bu cümle, azabın kat kat olmasının illetini beyan eder. Diğer bir görüşe göre ise bu cümle, onların ilâhlarının niçin kendilerine yardımcı olamayacaklarını açıklar. Zira duymayan ve görmeyen varlıklar, yardım etmekten uzaktır. 21"İşte onlar kendilerine yazık edenlerdir. Uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir." Onlar, Allah'a (celle celâlühü) kulluk edecek yerde bâtıl putlara ve ilâhlara ibadet suretiyle kendilerine yazık edenlerdir. Onların uydurmuş oldukları ilâhlar ve şefaatleri de kendilerinden kaybolup gitmiştir. Yahut bu uğurda harcadıkları emek ve mal hiçbir şeye yaramamış ve tahsil ettikleri de kendilerinden uzaklaşmıştır. Sonuçta ellerinde hayıflanma ve pişmanlıktan başka bir şey kalmamıştır. 22"Şüphesiz ki onlar âhıirette en çok zarara uğrayanların ta kendileridir." Onlar, zarara uğramış olan herkesten daha çok zarara uğrayanların ta kendileridir. Böylece onların her zâlimden daha zâlim oldukları anlaşılmış olur. Gördüğün gibi bu âyetler, daha önce geçen, Rabbinden bir açık delil üzerinde olanlarla yalnız dünya hayatını isteyenlerin eşit olmayacakları gerçeğini en mükemmel şekilde açıklar. Çünkü onlar, en büyük zâlimlerdir; ve en çok zarara uğrayanlardır. O halde onların diğer zâlimler ve zarardakilerle bir olmaları mümkün değildir. Nerde kaldı ki, onlar, kemalin en yüksek derecelerinde bulunanlarla bir olsunlar. 23"Şu muhakkak ki îman eden, sâlih amel işleyenler ve Rabb'larına bütün varlıklarıyla bağlananlar var ya, işte onlar cennet ashabıdır. Onlar orada sürekli olarak (muhalleden) kalacaklardır." Bundan önce kâfir fırkaların amelleri ve akıbetleri zikredilmişti. Şimdi burada da, onların zırlan olan mü'min fırkanın hali ve güzel akıbetleri, zikrediliyor ki ıkı fırkanın halı ve geleceği birbirinden tamamen ayrılmış olsun. Burada söz konusu olan îman edilmesi gereken her şeye îman edenlerdir. Allah'tan (celle celâlühü) açık bir delile dayanmak şeklinde ifade edilen Kur’ân'a îman da buna dahildir. Bu îman, ancak vahyi dinlemek, onu tefekkür etmek ve buna sebep olan dahili ve haricî delilleri görmekle hâsıl olur. 24A- "Bu iki zümrenin meseli, kör ve sağır ile gören ve işitenler gibidir." İki fırkanın halleri arasındaki aklı tezattan sonra burada hissî tezat belirtiliyor. - Mesel / misal, kelimesinin işaret ettiği mânâya, - kâfirlerin duyamamak ve görememekle vasiflandırılmalarına en uygun açıklamaya göre; - birinci fırka, körlük ve sağırlıkla malûl olana, - ikinci fırka da, görme ve duyma duyularına sahib kimseye teşbih ediliyor. B- "Hiç bu ikisi bir olur mu?" Bu iki fırkanın hal ve sıfat olarak durumu asla eşit değildir. Bu kelâm, "a'lâ beyyinetin min rabbı-hi / Rabbinden açık bir delil üzerinde olan" cümlesiyle reddedilen eşitliği hatırlatır. C- "Yine de ibret almayacak, mısınız?" Bu iki fırkanın eşit oku adıldan ve aralarında bariz bir karşıtlık bulunduğunu görmeyecek, yine de şüphe mi edeceksiniz Yahut yine de size verilen mîsak düşünerek bundan ibret almayacak mısınız ve bundan gafil mi kalacaksınız? Bu sûrenin başından itibaren şu konular beyan edildi: 1- Bu, sûre, âyetleri muhkem ve mufassal olan Kitabın bir bölümüdür. 2- Bu sûre, tevhid ve Allah'tan (celle celâlühü) başkasına ibadeti terk hakkında nâzıl olmuştur. 3- Kitabın indirildiği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah (celle celâlühü) tarafından uyarıcı ve müjdeci kılınmıştır. 4- Bu âyetlerde, a- Teşvik ve uyarılarla inatçıları, Kur’ân'ın Allah katından olduğuna dâir ilzam edici hak kanıtlar, b- İnkarcıların ölçüsüz talepleri, yalanlamaları, Kur’ân'ı bazen sihir, bazen de uydurma olarak vasıflandırmaları karşısında duyduğu sıkıntı sebebiyle Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) teşci' ve tesliyeler, c- Resûlüllah ile mü'minleri, Kur’ân'a sımsıkı sarılmaya ve hükümlerini hayata geçirmeye devam etmelerine ilişkin emirler vardır. Bütün bunlar en beliğ bir üslupla ifade edilmiştir. Bundan sonra bir çok hakikatler, Peygamber kıssalarıyla açıklanmaya başlanıyor. Bu kıssalar da, sûrenin başındaki âyetlerin içerdiği konuları içeriyor. Amaç, o hakikatleri şu iki yoldan sağlamlaştırmaktır: Birincisi, emredilen tevhid, bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri tevhid ile bunun ayrıntılarıdır. İkincisi de, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları vahiy yoluyla öğrenmiş olmasıdır. Binaenaleyh onların hak ve gerçek olduklarına karşı söylenecek hiçbir söz yoktur. Geçmiş Peygamberlerin kendi ümmetlerinden çektikleri eziyetler anlatılmak suretiyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teskiye edilmiştir. 25A- "Andolsun ki Biz, Nuh'u kavmine Peygamber olarak gönderdik." Nûh (aleyhisselâm), Lemek'in; Lemek de, Metûşalahin; Metûşalah da, İdrisin oğludur. İdris'ten (aleyhisselâm) sonra gönderilen ilk peygamber Nûh'dur (aleyhisselâm). İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "- Nûh (aleyhisselâm), kırk yaşında iken kendisine peygamberlik geldi ve dokuz yüz elk sene kavmi içinde kalıp onları hakka davet etti ve tufandan sonra da altmış sene yaşadı. Onun ömrü bin elk sene idi." Mukatil diyor ki: "- Nûh (aleyhisselâm) yüz yaşında iken kendisine peygamberlik geldi." Diğer bir görüşe göre ise, Nûh (aleyhisselâm) elli yaşında iken peygamber oldu. Bir diğer görüşe göre ise, Nûh (aleyhisselâm) iki yüz elli yaşında iken kendisine peygamberlik geldi ve dokuz yüz elk sene de kavmi içinde kalıp onları hakka davet etti ve tufandan sonra da iki yüz elk sene yaşadı. B- (O, onlara şöyle dedi): "- Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcı (nezîr) yım." Nûh (aleyhisselâm) için yalnız, uyarıcı olduğu zikriyle yetinilmesi, onun davetinin yalnız uyarmak yoluyla olduğu için değildir. Nitekim Kur’ân'ın başka bir yerinde şöyle buyrulur: " Ben de dedim ki, Rabb'inizden bağışlanma dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır." " Gökten size bol bol yağmur yağdırır." Ancak onun kavmi, Nuh'un (aleyhisselâm) müjdelerinin ganimetlerinden faydalanamamışlardır. Bunun için onun müjdeci olduğu zikredilmemiştir. Yani Nûh (aleyhisselâm), kavmine şöyle seslenmiş oluyor: "- Ben sizin için azabın sebeblerini ve ondan kurtulma çarelerini açıklayan bir uyarıcıyım." Çünkü uyarı, mahzuru (sakıncayı) bildirmektir. Uyarma, sırf korkutmak ve rahatsız etmek için değildir; uyarı konusu şeylerden sakındırmak içindir. 26"Allah'tan başkasına tapmayın. Şüphesiz ben size gelecek elim (acı) bir günün azabından korkuyorum." Ekin günden murat, kıyamet ya da tufan günü olabilir. Bu söz, Nuh'un davet esnasında söylediği sözlerdendir. Nitekim başka sûrelerde bir çok kere bu söz Nuh'a (aleyhisselâm) nisbet edilir. Hattâ o bu sözü, o uzun davet müddeti içinde hep tekrar eder. Şöyle ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece ve gündüz hakka davet ettim." 27A- "Kavminden ilen gelen kâfirler de dediler ki: "- Biz seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz." Burada onların küfürle vasıflandırılmaları, - kendilerini zemmetmek, - daha baştan onların küfrünü tescil etmek içindir ; yoksa onların eşrafından bazılarının kâfir olmadıklarını bildirmek için değildir. Nûh (aleyhisselâm) kavminin eşrafının bu sözlerinden muratları şudur: "- Sen de ancak bizim gibi bir beşersin; senin bizden farklı, sana özgü bir meziyetin yok kı onunla Peygamberlik iddia ediyorsun. Eğer senin bir ayrıcalığın olsaydı, onu mutlak biz de görürdük." B- "Ayak takımımızdan (erazil) basit görüşlü (bâdiye'r-re'y) kimselerden başkasının da sana uyduğunu görmüyoruz ." Bu iki cümlede geçen görme, gözle müşahede anlamındadır. Ancak kalp görmesi anlamında da olabilir ve zahir olan da budur. O kâfirler, fikirleri kesin ve küfürlerinde ısrarlı iken, bu konuda kesin konuşmamaları, sözlerini, düşünüp tartmadan söylemediklerini göstermek içindir. İşte bundan dolayı onlar aşağıdaki sözlerini de zanla ifade etmişlerdir. Bir de, bu sözleriyle, Nuh'a uyanlara daha baştan tarizde bulunmuş oluyorlar. Onların bu sözleri, sanki, "Gören gözleri, idrâk eden kalpleri olanlar, onun nübüvvetinin delillerini gördüler ve ona tâbi olmayı ganimet bil diler" şeklinde varıd olan bir karşı düşünceye de cevap mahiyetindedir. Onlar bu sözleriyle şunu iddia ediyorlardı: - Ona uyanlar, aşağı tabakadan basit insanlardır; - Onların Nuh'a (aleyhisselâm) uymalarının bir değen yoktur; - Çünkü onların sağlam ve akla dayak bir görüşleri de yoktur; - Onlar, düşüncesizce hareket etmişlerdir. Kâfirlerin Nuh'a (aleyhisselâm) uyanları ayak takımından, basit görüşlü bir takım insanlar olarak vasıflandırmaları, yoksul olmalarındandır. Çünkü o kâfirler, dünya hayatının zahirinden başka bir şey bilmiyorlardı. Onlara göre, - şerefli, olanlar, dünyalığı fazla; - rezil olanlar de dünyalıktan mahrum olanlardı. Onlar biliniyorlardı ki, dünyanın Allah (celle celâlühü) katında sivrisinek kanadı kadar değen yoktur ve nimetler ancak âhiret nimetleridir ve asıl şerefliler âhiret nimetlerine nail olanlardır ve reziller de Allah'ın celle celâlüh bu nimetlerden mahrum bıraktığı kimselerdir. Bundan Allah'a sığınırız. C- "Ve sizin, bize karşı bir üstünlüğünüz olduğuna da inanmıyoruz. Aksine biz, sizin yalancılar olduğunuzu sanıyoruz." "- Senin ve sana tâbi olanların bize karşı bir üstünlüğünü görmüyoruz; onların sana tâbi olmaları, senin nübüvvetine delâlet etmez ve onlara da bir fazilet kazandırmaz ki, bizim de size uymamızı gerektirsin." Onların daha önceki sözlerinde mü'minleri sarahaten rezil olarak vasıflandırdıkları halde burada üstünlüklerini görmediklerini söylemekle yetinmeleri, onların geçmiş ve gelecek halleri itibariyledir. İleri gelenler bu sözleriyle şunu demek istiyorlardı: "- Sana tâbi olmadan önce onlar rezil insanlardı; sana tâbi olduktan sonra da ne sen, ne de onlar bize karşı bir üstünlük kazanmadınız. Aksine biz hepinizin yalancılar olduğunuzu zannediyoruz. Çünkü hepinizin sözleri bir; davası da bir. Yahut "- Biz, sem peygamberlik davasında ve onları da seni tasdikte yalancılar olarak görüyoruz." O kâfirlerin buradaki sözlerinde zanla yetinmeleri, Nûh (aleyhisselâm) ile olan ilişiklerinde insaflı davrandıkları kanaatini vermek içindir. 28A- "Nûh da şöyle dedi: "- Ey kavmim! Söyler misiniz; ya ben Rabb'imden bir beyyine (açık bir delil) üzerindeysem ve O, bana katından bir rahmet vermiş de o rahmet sizden gizli tutulmuşsa." Bu kelâm, onların görüşlerinin zafiyetine işaret eder. Bu, şöyle ifade edilir: "- Ey kavmim! Eğer ben Rabb'imden açık bir delil üzerinde isem ve davamın doğruluğuna şahadet eden kanıtlar da varsa ve bana Allah (celle celâlühü) katından Peygamberlik verilmiş de, bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz?" Söz konusu rahmet, hüccetin kendisi olabilir. Hüccete rahmet denmesi, bunun Allah lü katından büyük bir nimet olduğu içindir. Hüccet, hakikati gösteren basiret olabildiği gibi, onun karşıtı körlük hak de olabilir. Zira kör olan kimse, ne kendisi hidâyete erer, ne de başkasını hidâyete erdirir. B- "Siz onu istemediğiniz halde biz, size onu zorla mı kabul ettireceğiz?" "- Siz onu tercih etmediğiniz ve onu anlamaya çalışmadığınız halde biz sizi zorla mı hidâyete erdireceğiz?" Bu cevabın hulâsası şudur: "- Bana söyler misiniz; eğer ben, davamın doğruluğuna delâleti açık bir hüccet üzerinde isem, ancak o hüccet size gizli kalmış ve sizce müsellem değilse, siz ondan yüz çevirdiğiniz, onu anlamak için hiç düşünmediğiniz halde bizim, sizi onun kabule zorlamamız mümkün mü? Elbette değildir." Bu kelâmın zahiri, hüccet beyanı yoluyla onları ilzam etmekten umudun kesildiğini ifade eder. Tıpkı, " Ve ben size öğüt vermek istesem de öğütlerim sizin için yaradı olmaz." âyeti gibidir. Ancak zahiri böyle olmakla beraber hakikatte bu kelâm şu mânâya hamledilir: Nuh'un (aleyhisselâm) muradı, - onları, haktan yüz çevirmekten döndürmek, - kendilerini âyetler üzerinde düşünmeye teşvik etmektir. Bu da istemedikleri halde inkârlarını ilzama çevirmek demektir. Hüccetten murat, aklın delili olabilir ki bu, bütün faziletlerin umdesidir ve onunla, beşer fertleri birbirlerinden ayrılır ve Allah (celle celâlühü) katındaki üstünlük ve Peygamber seçilmek de buna bağlıdır. Hüccet üzerinde olmak da hakka sarılmak ve onda sebat etmektir. Hüccetin kâfirlere gizli tutulması da, onların Nuh'un (aleyhisselâm) Peygamberliğini idrâk etmemeleri demektir. Rahmetten murat ise, kendi içlerinden yalnız Nuh'a (aleyhisselâm) mahsus ve münhasır olduğunu inkâr ettikleri nübüvvettir. Bu tarifler ışığında Nuh'un (aleyhisselâm), kavmine karşı şu anlamda konuştuğu söylenebilir: "- Sizin iddianıza göre, madem ki nübüvvete ancak diğer insanlardan üstün olan kimse nail olabilir. O üstünlük, nübüvvetin diğer insanlar arasında ancak o kimseye mahsus ve münhasır olmasını gerektirir. O halde şimdi bana söyler misiniz: - Eğer ben, Rabb'im tarafından lütfedilmiş fazladan bir meziyet ve fazileti hâiz olarak imtiyazlı bir mertebeye ermışsem; - Allah (celle celâlühü) da buna göre bana nübüvvet vermişse, - ancak o hüccet size gizli kalmış ve siz o mertebeye erememişseniz, - benim o mertebede olduğumu ve şimdiye kadar o hüccet üzerinde bulunduğumu da bilmiyorsanız, - şimdi siz hoşlanmasanız da, benim bu faziletime bağlı olarak bana bahşedilmiş olan bu Peygamberliği size zorla mı kabul ettirmekyim?" Bu tefsire göre, buradaki istifham, ikrara zorlamak içindir. Zaten hüccet, beyanı makamına en münasip olan da budur. Bu takdirde Nuh'un (aleyhisselâm) kelâmı, onların kendi sözleri içindeki şüphelere cevap olur. Bu şüphe onun, kendilerinden hiçbir üstünlüğü bulunmayan, onlar gibi bir beşer olmaktır. 29A- "Ey kavmim! Ben sizden ona karşı bir mal da istemiyorum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir." "- Ben sizi hak dine davet ederken, size söylediklerime karşılık olarak, bana îman ettikten ve tâbi olduktan sonra ücret olarak sizden bir mal istemiyorum. Benim ücretim, ancak Allah'ın (celle celâlühü) ahirette bana vereceği mükâfattır." B- "Ama ben îman edenleri yanımdan uzaklaştıracak (tardedecek) da değilim." Bu cümle, onların, " Ayak takımımızdan basit görüşlü kimselerden başkasının da sana uyduğunu görmüyoruz." âyetinde işaret ettikleri noktaya cevaptir. O nokta da şudur: Eğer Nuh'a (aleyhisselâm) eşraf tâbi olsalardı, bütün insanlar onlara uyacaklardı. Oysa fakirlerin Nuh'a tâbi olmaları, eşrafın îman etmelerine engel oluyordu. Nitekim Şuara (26) sûresinin 111. âyetinde inkarcıların sözleri şöyle nakledilir: "Onlar dediler ki, sana en reziller tâbi olurken biz sana îman eder miyiz?" (Şuarâ 26/111) İşte onların bu sözleri, fakirleri yanından kovmasını istemek ve îmanlarını bu şarta bağlamak anlamında idi. Onlar, fakirlerle aynı zümre içinde olmayı kibirlerine yedıremiyorlardı. C- "Çünkü onlar Rabb'larına kavuşmayı umanlardır." Bu cümle, Nuh'un (aleyhisselâm) o fakirleri kovamamasının sebebini açıklar. Yani onlar ahirette Rabb'larına kavuşacaklarına inananlardır. Sanki şöyle buyrulur: "- Ben onları meclisimden kovamam ve uzaklaştıramam; çünkü onlar, Allah'ın (celle celâlühü) mukaddes huzurunda yüksek mertebe bahşedilmiş kimselerdir." Yahut, "- Onlar, dünyada, Rabb'larına kavuşacaklarına kesinlikle inanan kimselerdir. O halde ben onları nasıl kovarını?" Diğer bir görüşe göre bu kelâmın mânâsı şudur: Onlar Allah'a (celle celâlühü) kavuşacaklardır. O zaman Allah (celle celâlühü) da, onların kalbleri-ne göre mükâfatlarını verecektir. Onların bu îmanı, - ya benim gördüğüm gibi sahih ve sabit olandır; - ya da bunun aksine sizin iddia ettiğiniz gibi, tetkik ve tefekküre dayanmayan, ilk kararlarının sonucu olandır. Ben, onların kalbini yarıp da içindeki sırrı arayacak değilim. Ancak ileride belirtileceği gibi, onları kovmaya ilâhî gazabın terettüp etmesi, bu mânâya engeldir. Bir de, onlar: "- Bu fakirlerin sana uymaları düşünmeden ve ölçüp tartmadan, ilk kararlarının sonucudur." demişlerdi. Bu sözler ise, dünyada kovma sebebi olmadığı gibi, ahirette de muahaze sebebi, olmaz. Bu sözlerin özü, onların yakînî îmâna sahip olanların mertebesin de bulunmadıklarıdır. İmanı, düşünmeden ilk karara bina etmenin, tefekkür halinde îmandan dönmeye sebep olacağını iddia etmek ve "onlar düşünmeden sana uydular. O'nun için senin dininde sebat etmeyecekler, ondan döneceklerdir" şeklinde yorumlamak ise, zorlama bir tefsir olur. Ç- "Fakat görüyorum ki sız cahil bir kavimsiniz." Sız, bilinmesi, gerekenleri bilmiyorsunuz. Şöyle ki: - Herkes Allah'ın (celle celâlühü) huzuruna çıkacaktır. - Mü'minlerin O'nun katında değerli bir mevkileri vardır. - Bir Peygamberin kendine inananları yanından kovması ilâhî gazabı mûcibtir. - Mü'minlerin Peygamberin yanından kovulmasını istemek de yanlıştır. - Fakirlerle aynı zümrede olmayı kibre yedirememek ise yanlıştan da öte bir densızlıktir. - Fakirliğin rezillik, zenginliğin ise şeref olduğunu iddia etmek gerçekte şerefin ne olduğunu bilmemektir, 30"Ey kavmim! Eğer ben onları yanımdan uzaklaştırırsam Allah'ın gazabından kurtulmak için bana kim yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz? Çünkü onları kovmak zulüm olup kesinlikle Allah'ın (celle celâlühü) gazabını mûcibtir. Ancak âyette bu, sarahaten zikredilmemiştir. Çünkü beyana ihtiyaç olmayacak kadar açıktır. Özellikle daha önce o mü'minlerin hallerine işaret edilmiştir. Sanki şöyle denilmiştir: "- Onlar, bu kadar fazilete ve ilâhî yakınlığa sahip iken, ben onları kovarsam Allah'ın (celle celâlühü) gazabını benden kim defedecektir?" Nitekim "Efelâ tezekkerûn / Hiç düşünmez misiniz?" cümlesi de bunu bildirir. Yani siz yine de cehaletinizi sürdürecek misiniz? Onların halinden ibret almıyorsunuz ki, yaptıklarınızın haktan uzak olduğunu anlayasınız. 31A- "Ben, size "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum." Ben Peygamberlik iddia ederken, "- Benim yanımda Allah'ın (celle celâlühü) rızkı ve malları var" demiyorum ki, "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz olduğuna da inanmıyoruz " demek suretiyle benim yalan söylediğime kaani olasınız. Çünkü peygamberlik, dünyevî imkânlarla elde edilemeyecek kadar azizdir ve nübüvvet davası, mal, mevki ve makam iddiası değildir. B- "Gaybı da bilmem." "Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım." ve "Kadar ben size gelecek elîm (acı) bir günün azabından korkuyorum." sözlerimle gaybı bildiğimi iddia etmiyorum ki, siz hemen inkâra kalkışıyorsunuz. C- "Melek olduğumu da söylemiyorum." Ben melek olduğumu söylemiyorum ki sizin bana: " Biz seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz." demeye hakkınız olsun. Zaten beşer olmak, Peygamberliğe mâni hallerden değildir; aksine onun ilk unsurlarındandır. "- Siz, bu üç şeyin oknamasını beni tekzibe vesile yaptınız. Oysa ben, bunların hiçbirini iddia etmiyorum ve benim davamın bunlarla alakası yoktur. Benim iddiam, şahsî faziletlerle ilgilidir. Bu da insandan insana değişir. Ç- "Gözlerinizin hakıîr gördüğü kimseler için "Allah, hiçbir zaman onlara hayır vermez" de demiyorum." Yoksullukları nedeniyle hakir gördüğünüz mü'minler için: "- Allah (celle celâlühü), dünyada veya âhirette onlara hiçbir hayır vermeyecektir" de diyemem. Belki Allah (celle celâlühü) onlara her iki cihan hayrını da verecektir." " Eğer, bu söz, - melek olmak, - gaybı bilmek, - Allah'ın hazinelerine sahib olmak iddiası gibi Nûh'da (aleyhisselâm) olması gerekli görülen fakat Nuh'un teberrî ve tenezzüh yoluyla kendi nefsinden nefyettiği hususlardan değildir. O halde hangi vecihten bunun nefyi de, onların nefyıne atfedilmiştir?" denecek olursa atıf ciheti şudur: Her iki nefiy de, onların geçmiş kelâmlarında dayandıkları bâtıl kıyası reddeder. Çünkü onların iddiasına göre nübüvvet, mezkur şeyleri gerektiriyordu ve bu sıfatları taşımayan kimsenin Peygamber olması mümkün değildi. Bu itibarla Peygamberlik aşağı tabakadan olanların işi değildi. İşte Nûh (aleyhisselâm) onların bütün bu iddialarını reddetmiştir. D- "Onların kalblerinde olanı en iyi Allah bilir." Yani Allah celle celâlüh, onların kalplerinde bulunan îmanı en iyi bilir. Nuh'un (aleyhisselâm) Allah'ın (celle celâlühü), - kendisine uyan mü'minlere iki cihanda büyük hayırlar vereceğini, - o mü'minlerin kesin ve sarsılmaz bir îmâna sahip olduklarını, kesinlikle bildiği halde böyle söylemesi, - kavmine karşı, insaflı davranmak, - onların kelâmına muhalefet etmek, - onları hidâyete iletmek içindir. Bilindiği gibi en iyi irşat metodu: -çok iyi bilmediği bir konuda kesin konuşmamak, - işleri zahirî kanıtlar üzerine bina etmek, - zahirde delil bulunmayan bir konuda konuşmamaktır. E- "Şayet onları dersem o takdirde ben, hiç şüphesiz zâlimlerden olurum." "- Mü'minler hakkında o sözleri söylersem, onların mertebesini düşürmüş ve haklarını eksiltmiş olurum." Yahut "- O sözleri söylersem, nefsine zulmedenlerden olurum. Zira hata işleyenin vebak, kendi nefsine râcidir." Bu kelâm, Nûh kavminden kâfir olanların, mü'minleri hakir ve zeki görmekle zulmettiklerine tarizdir. Diğer bir görüşe göre bu beyan, "- Eğer ben, melek olduğumu, gaybı bildiğimi ve hazinelere sahip bulunduğumu iddia edersem" demektir. Ancak bu, uzak bir görüştür. Çünkü bu sözlerden, sonraki ifadeler, zâlimler zümresine dahil olmak gerekçesine ihtiyaç bırakmaz. 32"Onlar dediler ki: "- Ey Nûh, bizimle gerçekten mücadele ettin ve bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru sözlüler (sâdıklar) den isen, haydi bizi tehdid edip durduğun azabı getir." Nûh kavmine hüccet ve açık deliller gösterince, selim akıl sahipleri bu delilleri kabul ile karşıladılar. Küfürlerinde ısrar edenler ise, başvuracakları çare ve ileri sürecekleri gerekçe kalmayınca, "- Eğer doğru sözlülerden isen, haydi biz tehdid edip durduğun dünya azabını" yahut o günden murat, kıyamet günü değilse, "- Şüphesiz ben, size gelecek elim (acı) bir günün azabından korkuyorum." cümlesinde işaret edilen azabı getir!" demek zorunda kaldılar. 33"Nûh da şöyle dedi: "- Allah, dilerse elbette onu size getirir. Siz, onu âciz bırakacak değilsiniz." "- Azabı getirme işi, bana havale edilmiş değil. Bu, benim kudretim dahilinde de değil. O, ancak, inkâr ve isyan ettiğiniz Allah'ın (celle celâlühü) velâyetindedir. O'nun hikmete bağlı yüce iradesi gerçekleştiği takdirde dünyada veya ahirette azab sizi bulur. Ve siz, kaçmakla veya bana karşı yaptığınız gibi bir takım müdafaalarla O'nu âciz bırakacak değilsiniz." Bu kelâm, va'dedilen azabın korkunçluğunu bildirir. Hulâsa, o azabı getirmek, beşer kuvvetinin dışında olan bir iştir; onu ancak Allah (celle celâlühü) gerçekleştirir. 34"Eğer Allah, sizi azdırmak (iğva etmek) diliyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğütlerim sizin için yararlı olmaz. Çünkü O, Rabb'inizdir. Ve O'na döndürüleceksiniz." Nasihat veya öğüt, sözlü veya fiilî herhangi bir hayra medar olan İrkmedir. Onun hakikati, sırf hayır dilemek ve hayra delâlet etmektir. Nasihatin zıddı "el-gışş / aldatma" dır. Diğer bir görüşe göre ise nasihat, - sakınılması için azgınlığı bildirmek, - uyulması için hayrı göstermektir. Bu kelâm, "- Ey Nûh, bizimle gerçekten mücadele ettin ve bizimle mücadelede çok ileri gittin." cümlesiyle bağlantılıdır. Nûh (aleyhisselâm) böylece, - onların küfürde inatla direndiklerini, - kendilerini acık delillerle ilzam ve ikna etmekte aciz kaldığını, - bütün bu sözleri tartışma için değil, fakat nasihat ve şefkat amacı ile söylediğini, - onları hakka irşat ve hakkın yoluna hidâyet etmek için hiçbir gayretten kaçınmadığını, - fakat Allah kendilerini azdırmak ekliyorsa, bu nasihatin onlara hiçbir fayda sağlamayacağını bildiriyor. Nasihatin onlara fayda vermeyeceği kesin iken, bunu ilâhî iradeye bağlaması, kendi nasihatinin fayda sağlamasının da ilâhî iradeye bağlı olduğunu belirtmek içindir. Âyette, mücerret azdırma iradesi ile yetinilmesi ve "eğer Allah sızı az diriyorsa" denilmemesı, Allah'ın celle celâlüh galibiyetini ziyadesiyle ifade etmek içindir. Bu ifade açıkça delâlet eder ki, Allah (celle celâlühü), onları azdırmak diliyorsa, onun nasihatinin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Bundan önce, "Eğer doğru sözlülerden isen haydi bizi tehdid edip durduğun azabı getir." cümlesine bağlı olarak, "- Allah, dilerse elbette onu size getirir." cümlesine yer verilmesi, onları baştan reddetmek ve onlara azabın ineceğini tescil etmek, bir de, cevap ve sualin yan yana olmasını sağlamak içindir. Bu âyet, ilâhî iradenin azdırmaya da taallûk edebileceğine ve İlâhî iradenin hilafına hiçbir şeyin vaki olmayacağına delildir. Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın (celle celâlühü) onları iğva etmesi, onları helâk etmesi demektir. Son cümlenin anlamı da şudur: Allah (celle celâlühü), - sizin Yaradanınızdir; - bütün işlerinizin mâlikidir, - O'nun huzuruna döndürüleceksiniz; - O, sizin amellerinizin karşılığını mutlaka verecektir. 35A- "Yoksa "onu uydurdu" mu diyorlar?" İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre: "Nûh (aleyhisselâm) kavmi, Allah'a celle celâlüh isnat ettiği şeyleri kendisi uydurdu mu" diyorlar? B- "De ki : "- Eğer onu ben uydurduysam, işlediğim cürüm bana aittir. Fakat ben, sizin işlediğiniz cürümlerden uzağım. Ey Nûh! Onlara de kı: "- Eğer, farz-ı muhal onu, ben uydurduysam, cürmüm ve onun vebali bana aittir. Fakat bana isnad ettiğiniz cürümden ben uzağım. O halde sizin benden yüz çevirmenizin ve bana düşmanlık yapmanızın bir sebebi yoktur." Mukatil'e göre bu cümle: "- Muhammed Kur’ân'ı uydurdu mu veya Muhammed, Nûh kıssasını uydurdu mu? diyorlar." demektir. Bu takdirde, bu kıssanın Kur’ân'da zikredilmesi, - kıssanın hak olduğunu tesbit, - vukuunu te'kid, - dinleyicileri onu dinlemeye teşvik, içindir. Burada özellikle Nûh ile kavmi arasında geçen karşılıklı hüccet beyanı ile ilgili bölümün zikredilmiş olması dinlemeye teşvike daha fazla önem verildiği içindir. 36"Ve Nuh'a şöyle vahyolundu: "- Şüphesiz kavminden îman etmiş olanlardan başkası îman etmeyecektir. Artık onların yaptıklarından dolayı üzülme." Küfürde ısrar edenler îman etmeyecektir. Bu âyet, Nuh'un (aleyhisselâm) onların îmanından ümidini kesmesini bildirir ve onu teselli eder: "- Sen artık onların yaptıklarından dolayı üzülme; çünkü onların sonları geldi." 37A- "(Şimdi sen) Bizim nezaretimiz ve vahyimizle bir gemi yap." Sanki Nuh'un (aleyhisselâm) kâfirlerin saldırısından ve işini bozmalarından korumak, üzere Allah (celle celâlühü) tarafından gönderilmiş muhafızları ve bekçileri vardı. Burada vahiy, öğretmek ve ilham anlamındadır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Nûh (aleyhisselâm) gemiyi nasıl yapacağını bilmiyordu. Allah onu kuşun göğüs kafesi biçiminde yapmasını kendisine vahyetti." Bu ilâhî emir vücub ifade eder. Çünkü ruhları boğulmaktan korumak için bundan başka yol yoktu. Ruhu korumak vâcib olduğu gibi, gemi yapmak da vâcib idi. Bir görüşe göre Nûh (aleyhisselâm) gemiyi iki senede yaptı. Diğer bir görüşe göre ise dört senede yaptı. Geminin kerestesi sac ağacından idi. Gemi üç katlı olarak yapıldı. Birinci kata vahşî, yırtıcı hayvanlar ve böcekler; ikinci kata, sığırlar, develer, koyunlar ve diğer evcil hayvanlar; üst kata da Nûh (aleyhisselâm) ile ona îman etmiş olan insanlar yerleşti ve ihtiyaçları olan erzak konuldu. Nûh (aleyhisselâm), Âdemin (aleyhisselâm) cesedini de yanma aldı. Diğer bir görüşe göre ise, birinci kata yürüyen evcil hayvanlarla yabanı hayvanlar konuldu. İkinci kata da insanlar, üçüncü kata da kuşlar yerleşti. Bir görüşe göre, geminin uzunluğu üç yüz, genişlıği elk ve yüksekliği de otuz arşın idi. Hasen diyor ki: "Uzunluğu bin iki yüz, genişliği de altı yüz arşın idi." Rivâyete göre Havariler, İsa'ya (aleyhisselâm) dediler ki: "- Nuh'un gemisini bizzat görmüş bir adamı diriltsen de, bize onu anlatsa!.." Bunun üzerine İsâ onları bir toprak tepesinin yanına götürdü; sonra o topraktan bir avuç aldı ve sordu: "- Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" Havariler: Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler. İsâ (aleyhisselâm): "- Bu, Hâm oğlu Kâ'b'dir" ve sonra asâsıyla vurarak: "- Allah'ın izniyle kalk!" dedi. Bir de baktılar ki, o tümsekten bir insan dirilip ayağa kalktı ve onun ağarmış saçlarından topraklar dökülüyordu. İsâ (aleyhisselâm) ona sordu: Sen bu halde mi öldün?" O şöyle cevapladı: "- Hayır ben genç yaşta öldüm; fakat zannettim ki, kıyamet koptu; işte o yüzden saçlarım ağardı!" O zaman İsâ (aleyhisselâm) ona: Bize Nuh'un gemisini anlat!" dedi. O şunları söyledi: "- Uzunluğu bin iki yüz, genişlıği de altı yüz arşın idi. Ve üç kadı idi. Bir katı yürüyen evcil hayvanlarla vahşî hayvanlar; bir katı insanlar ve bir katı da kuşlar içindi." Sonra İsâ ona: "- Allah'ın izniyle eski haline dön!" dedi; o da toprak oldu. B- "Ve zulmedenler hakkında Bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacak lardır." "- Zul aya mahkûmdur." İlâhî hüküm böyle geçti ve kaderleri yazan kalem kurudu. Artık azabı engellemek mümkün değildir. Zaten onlar hüccetle ilzam edilmişlerdi. Artık onlar için, gelecek insanlara ibret dersi ve bir misâl olmaktan başka bir şey kalmadı. 38"Nûh, gemiyi yapmaya başladı. Kavminden ileri gelenler yanına her uğradıkça alay ediyorlardı. Nûh (onlara) dedi ki: "- Eğer bizimle alay ediyorsanız, şunu iyi bilin ki siz bizimle nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle öyle alay edeceğiz." A- "Nûh, gemiyi yapmaya başladı. Kavminden ileri gelenler yanma her uğradıkça onunla alay ediyorlardı." Kavminin onunla alay etmesi, - ya gemiyi, nasıl kullanıldığım ve ondan nasıl faydalanıldığını bilmediklerinden; - ya da Nuh'un gemiyi sudan çok uzakta, ıssız bir çölde büyük sıkıntılarla yaptığından idi. Kavmi gülüşüyorlar ve şöyle diyorlardı: "- Ey Nûh! Peygamber olduktan sonra şimdi de marangoz mu oldun?" Diğer bir görüşe göre ise, alay konusu yapmalarının sebebi şu idi: Nûh (aleyhisselâm) onları boğulmakla uyarıyordu. Uzun zaman onlar arasında kaldığı halde ne tufan, ne de emareleri görülmeyince, tufanı imkânsız saydılar. Bütün bu görüşlerin dayandığı nokta şudur: Onlar, Nuh'un (aleyhisselâm), nerdeyse takat üstü büyük meşakkatlere katlanarak yaptığı işin iyi bir sonucu olacağını inkâr ediyorlardı ve bunu, onun cehaletine yoruyorlardı. B- "Nûh (onlara) dedi ki: "- Eğer bizimle alay ediyorsanız, şunu iyi bilin ki, siz bizimle nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle öyle alay edeceğiz." "- Sız bu işimizi nasıl bizim cehaletimize yoruyorsanız, biz de sizin halinizi cehalet olarak değerlendiriyoruz." "Eğer bizimle alay ediyorsanız" ifadesinde çoğul zamiri kullanılması, onların hem Nûh (aleyhisselâm) hem de mü'minlerle eğlenmelerindendir. Fakat burada yalnız Nûh (aleyhisselâm) ile alay ettikleri belirtilmiştir. Ancak "Şunu iyi biliniz ki, siz bizimle nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle, öyle alay edeceğiz" cümlesinde hepsi kelâm dâhil edilmiş, böylece iki taraf kelâmda, denkleşmiştir. 39"O rezil edici azabın kime geleceğini ve o temelli azabın kimin tepesine ineceğini yakında öğreneceksiniz." Rezil edecek azap, boğulma azabıdır. Temelli azap da ebedî cehennem azabıdır. Bu kelâm, onlar için pek anlamlı bir tehdittir. 40"Nihayet emrimiz gelince, tandır kaynadı. İşte o zaman Nuh'a şöyle dedik. "- Her bir cinsten ikişer çift ve aleyhinde hüküm verilenler dışında aileni ve îman edenleri gemiye yükle! Zaten Nuh'la beraber pek azı îman etmişti." Tandırın kaynaması, tencere kaynaması gibi suyun basınçla yukarı çıkmasıdır. Cumhûrun görüşüne göre bu tandır, yemek tandırı anlamındadır. Rivâyete göre Nuh'a (aleyhisselâm), "- Tandırdan suyun kaynadığını gördüğün zaman, yanındakilerle beraber gemiye binin!" dendi. Nihayet su kaymayınca karısı ona haber verdi; o da gemiye bindi. Diğer bir görüşe göre, bu tandır Ademin (aleyhisselâm) tandırı idi. Taştan övülmüştü. Sonra Nûh (aleyhisselâm) intikal etti Sudan uzak olduğu halde tandırdan su kaynaması, harikulade bir olaydır. Bu tandır, Kûfe'de, mescidin Kinde kapısının girişinin sağındaki yerde ıdı. Gemi de orada yapılmıştı. Yahut bu tandır, Hindistan'da idi. Yahut Şam'da Ayn Verde denilen mahalde idi. İbn Abbâs (radıyallahü anh), ikrime ve Zührî'den rivâyet olunduğuna göre, âyette geçen tandır yeryüzüdür. Katâde'ye göre ise, tandır, yeryüzünün en şerefli mevkii idi. Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, tandırın kaynaması, şafak sökmesi demektir. Nuh gemiye yüklemesi emredilen hayvanlar, yeryüzünde bulunması gereken her cins hayvandan bir çifttir. İnsanlardan önce hayvanların yüklenmesi emredilmiştir. Çünkü bu yükleme, Nûh (aleyhisselâm)'un daha fazla çalışmasını, hayvanların birbirlerinden ayılmasını ve çiftlerin belirlenmesini gerektiriyordu. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Nûh (aleyhisselâm), "- Ya Rabbi! Ben her çift hayvandan iki tanesini nasıl yükleyeceğim?" dedi. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), yırtıcı hayvanları, kuşları ve diğer hayvanları onun yanına sevketti. Nûh (aleyhisselâm) ellerini bir cinse uzatınca, sağ eline erkek, sol eline de dişi geliyordu. O da onları gemiye koyuyordu. İnsanlar ise, kendi başlarına gemiye biniyorlardı. İnsanlar için yükleme işi kolaydı. Yahut hayvanların yüklenmesinin önce zikredilmesi, onların doğrudan doğruya insanlar tarafından yüklendikleri içindir. İnsanlar ise, hayvanları gemiye yükledikten sonra gemiye biniyorlardı. Nûh'un ailesinden murat, onun karısı, çocukları ve çocuklarının karılarıdır. Zulümleri sebebiyle tufanda boğulacaklarına ilâhî hüküm geçmiş olanlar, "Zulmedenler hakkında Bana bir şey söyleme!" cümlesinde ifade edilenlerdir. Bunlardan murat da, oğlu Kenan ile onu annesi Vâıle'dir. İkisi de kâfir idiler. Bir görüşe göre mü'minler sadece sekiz kişi idi: Nûh onun karısı, üç oğlu ve onların karıları. İbni İshak'a göre ise, o mü'minler on kişi idi: Beşi erkek, beşi de kadın idi. İbni İshak'tan gelen diğer bir rivâyete göre ise, kadınlardan başka on erkek mü'min vardı. Bir diğer görüşe göre ise îman edenler Nuh'un Sam, Ham ve Yafes adlarındaki çocukları ile bunların dışında erkek ve kadın olmak üzere yetmiş iki kişi idi. Böylece hepsinin toplamı yetmiş sekiz idi. Bunların yarısı erkek, yarısı da kadın idi. 41"Nûh şöyle dedi: "- Gemiye binin. Onun yüzüp gitmesi de, durması da yalnız Allah'ın adiyladır. Hiç şüphesiz Rabb'im bağışlaması bol (Gafur) dur; çok merhamet eden (Rahîym) dir." Öyle anlaşılıyor ki, Nûh (aleyhisselâm) gemiye yüklenmesi kendisine emredilen hayvanları yükledikten sonra bunu söylemiştir. Sanki: Nûh, her cins hayvandan bir çifti gemiye yükledi ve mü'minlere, "- Gemiye binin!" dedi. Nitekim bu tasvirin bir benzeri, "Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasında taşıyordu" meâlindeki cümlede gelecektir. Deniliyor ki, Nûh (aleyhisselâm) gemiyi }ürütmek istediği zaman, "- Bismillah!" diyor, gemi de hemen yüzmeye başlıyordu. Gemiyi durdurmak istediği zaman da, yine, "- Bismillah!" diyor, gemi hemen duruyordu. "Bismillah", Allah'ın (celle celâlühü) ismiyle, emir ve kudretiyle! demektir. Rabbim, günahları ve hataları çok bağışlayandır; O, kullarına karşı çok merhametlidir, işte bundan dolayı sizi bu umumi büyük felâketten kurtardı; öyle olmasaydı kurtulamazdınız. Mü'minlerin bu azabtan kurtulmaları, bunu kendi, amelleriyle hak ettikleri için değil, fakat sırf Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu, mağfireti ve rahmetiyle olmuştur. Nitekim bu ve benzer konularda Ehl-i Sünnetin görüşü budur. 42"Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasında götürüyordu. Nûh, uzaktaki oğluna bağırdı: "- Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye bin de kâfirlerle beraber olma!" Onlar Besmele çekerek gemiye bindiler ve gemi, onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürüyordu. Tufanın dağlar büyüklüğünde ve yükseldiğinde dalgaları vardı. Suyun gökle yer arasını tamamıyla kapladığı ve geminin de balina gibi suyun altından gittiği rivâyeti ise sabit değildir. Meşhur olan rivâyete göre tufan suları, dağların zirvelerini on beş, yahut kırk arşın aşıyordu. Eğer bu rivâyet sahih ise, geminin bu şekilde akıp gitmesi, tehlikek durumlar oluşmadan önce idi. Nitekim "Nûh, uzaktaki, oğluna bağırdı" ifadesi de buna delâlet eder. Çünkü onun, oğluna böyle seslenmesi, gemi ile kara arasında irtibat kesilmeden önce tasavvur olunabilir. Nûh (aleyhisselâm) ile oğlu arasında cereyan eden konuşmalar ancak bu şekilde mümkün olabilir. Nuh'un (aleyhisselâm) bu oğlunun nesebinin, sahih olmadığını söylemek ve "O iki kadın, ihanet ettiler (Tahrim 66/10) âyetini de buna delil göstermek büyük bir hatadır. Çünkü Peygamberler (aleyhisselâm) kendilerine ta'n parmağıyla işaret edilmekten bile münezzehtir. Söz konusu âyetteki hiyanet, dinî anlamdadır. Nuh'un (aleyhisselâm) oğlunun uzakta bulunması, "- Gemiye binin!" hitabının ulaşamayacağı açık bir mesafede bulunması demektir. Diğer bir görüşe göre ise, Nuh'un (aleyhisselâm) bu oğlu, kâfirlerden ayrı bir yerde duruyordu ve babası da, onun kâfirlerden ayrılmak istediğini zannetti de bundan dolayı onu gemiye çağırdı. Bir diğer görüşe göre ise, Nuh'un (aleyhisselâm) bu oğlu, babasına karsı münafıkça davranıyordu. Babası da onun mü'min olduğunu zannetmişti. Başka bir görüşe göre ise, Nûh (aleyhisselâm) o vakte kadar oğlunun kâfir olduğunu biliyordu. Fakat oğlu, bu korkunç halleri görünce küfürden vazgeçip îman edeceğini zannetmişti. Bir başka görüşe göre ise, "Aleyhinde hüküm verilenler dışında" kelâmı, Nuh'un (aleyhisselâm) bu oğlunun da bu hükme dahil olduğu noktasında sarih değildir, aksine mücmel gibidir, işte bundan dolayı da babalık şefkati onu böyle davranmaya sevketti. "Kâfirlerle beraber olma", ifadesi geminin dışında, karada kâfirlerle beraber bulunma; demektir. Yoksa dinde onlarla beraber olma, demek değildir. Gerçi onun, - Nûh ile beraber gemiye binmesi, îmanda da onunla beraber olmasını; - geminin dışında, karada kâfirlerle beraber kalması da, küfürde de onlarla beraber okrıasını gerektirir amma yine de murat olan mânâ budur. Çünkü Nûh (aleyhisselâm), o anda oğlunu helâk olmaktan korumaya çalışıyordu. Onun için küfürden nehyetmek, bu makama münasip değildir. 43"Oğlu cevap verdi. "- Ben bir dağa sığınacağım; o, beni sudan korur. Nûh da şöyle dedi: "- Bugün O'nun merhamet ettiğinden başka hiç kimse için Allah'ın emrinden kurtaracak yoktur. "Ve ikisi arasına bir dalga girdi de o, boğulanlardan oldu." Nuh'un (aleyhisselâm) oğlu, bu suyu, mutat sel basması olarak değerlendiriyor ve yükseğe çıkmakla kurtulabileceğini sanıyordu. Ama seller, çok daha yükseklere çıkarsa, nasıl kurtulacaktı? Nuh'un oğlu, bu tufanın, kâfirleri helâk etmek için vuku bulduğunu ve o gün kâfirler için kurtuluş olmayacağını bilmiyordu. Nûh (aleyhisselâm), oğluna, "- Dağ, seni sudan koruyamaz!" diyecek yerde, "- Bugün O'nun merhamet ettiğinden başka hiç kimse için Allah'ın emrinden kurtaracak yoktur." demeyi tercih etmesi zat ve sıfat olarak bütün koruyucuları nefyetmek içindir. Bir de, Nuh'un (aleyhisselâm), sözlerine "el-yevm / bugün" kelimesini ilâve etmesi, o günün diğer felâket günleri gibi olmadığını belirtmek amacına yöneliktir. Nûh (aleyhisselâm), bu sözlerinde suyu. Allah'ın emri olarak ifade etmiştk ki, bu emir, daha önce, "Nihayet emrimiz gelince tandır kaynadı." cümlesinde işaret edildiği gibi Allah'ın (celle celâlühü) azabı demektir. Bu ifade tarzı, 1- İlâhî emrin şânını yüceltmek, - onun korkunçluğunu göstermek, - ondan diğer sular gibi bazı yerlere kaçmakla kurtulmayı vehmetmenin hata olduğuna dikkati çekmek, - ve nefyin illetini açıklamak içindir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) emrine karşı gelinemez ve O'nun azabı geri çevrilemez. Ve bir de burada "O'nun merhamet ettiğinden başka" istisnasıyla, korumayı Allah'a (celle celâlühü) hasretmenin ön hazırlığı vardır. "O'nun merhamet ettiğinden başka" denmesi, - önce ibhâm, sonra tefsir; - önce icmal, sonra tafsil ile, Allah'ın (celle celâlühü) şânını yüceltmek; - kurtuluşun sebebinin tamamen Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti, gazabının önündedir. İşte bütün bunlar, Nuh'un (aleyhisselâm) oğluna, - felâketin büyüklüğünü göstermek, - boş umutlarına son vermek, - faydasız gerekçelerden döndürmek, - gerçek sığınılacak yeri göstermek, - kurtuluşunu çok arzuladığını anlatmak içindir. Bu ifade tarzı, 2- Bir görüşe göre: "Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir mekân yoktur; ancak Allah'ın merhamet ettiği kimselerin mekânı olan gemi müstesna"; 3- Bir görüşe göre de: "Allah'ın merhamet ettiği kimseden başka O'nun azabından kurtulacak hiç kimse yoktur" anlamındadır. Fakat tam bu sırada Nûh ile oğlu arasına bir dalga girer; konuşmalar kesilir ve Nuh'un (aleyhisselâm) oğlu boğulup gider. Bu olay diğer kâfirlerin de helake uğradıklarını en anlamlı şekilde anlatmış olur. 44"Ve şöyle buyrulur: "- Ey arz suyunu yut; ey gök suyunu tut!" Sular çekildi; iş bitirildi. Gemi de Cûdî Dağı üzerine oturdu. Ve o zâlimler kavmi için "Kahrolası!" denildi." Arza verilen emir, yeryüzündeki tufan suyunu yutması içindir yoksa yeryüzündeki pınarların ve ırmakların suları için değildir. Burada su, daha önce olduğu gibi, Allah'ın emri olarak ifade edilmemiştir. Çünkü bu makam, eksiltme ve azaltma makamıdır; tazim ve korkutma makamı değildir. Göğün suyunu tutması, yağmur yağdırmamasıdır. Bu emirden sonra gök ile yeryüzü arasındaki su, eksildi ve Allah'ın celle celâlüh va'di gerçekleşti. Kâfirler gark edildi, Nûh (aleyhisselâm) ve ehli kurtarıldı. Nihayet gemi Cûdî Dağı üzerine oturdu. Cûdî, Musul'da, yahut Şam'da, yahut Teberistan'da, Amül' de bir dağın adıdır. Rivâyete göre Nûh Receb ayının onunda gemiye bindi ve Muharrem ayının onunda da gemiden indi ve indiği gün Allah'a (celle celâlühü) şükür olarak oruç tuttu. Bundan dolayı o günün orucu sünnet oldu. O zâlimler için de "Kahrolası" denildi. Burada zulüm vasfının zikredilmesi, - helâk sebebini bildirmek; - daha önceki, " ve zulmedenler hakkında Bana bir şey söyleme." emrini hatırlatmak içindir. Bu âyet, icaz mertebesinin zirvesine ulaşmıştır. Hayatım üzerine yemin ederim ki, buradaki icaz, anlatanların bütün anlatımlarının fevkindedir. Bunun için bize yaraşan kelâmı kısa tutmak ve ışı üstün akıl sahiplerinin tefekkürüne havale etmektir. Zaten bu Kitabın gerçek ilmi yalnız Allah (celle celâlühü) katındadır. 45"Nuh, Rabb'ine şöyle yakardı: "- Rabbim! Kadar, oğlum da benim ailemdendir ve onları gemiye yüklememi emretmek zımnında onları kurtaracağını da bana va'detmiştin." Yahut bu nida, gerçek mânâsındadır ve ondan sonra gelen kelâm, onu açıklamaktadır. Burada hak olduğu ifade edilen va'd, - ya o kurtarma va'didir, - ya da bütün ilâhî va'dler haktır; aksinin olması mümkün değildir. Bu takdirde o malûm va'di de öncelikle ona dahildir. -"Sen hüküm verenlerin en iyi hüküm verenisin"; çünkü bütün hüküm verenlerden daha çok ilim ve adalet sahibisin yahut Sen, bütün hikmet sahiplerinden daha çok hikmet sahibisin." Nuh'un bu duası, Eyyûb'un, Hani Rabbine şöyle dua etmişti: "- Gerçekten bana hastalık dokundu ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!" duası kabilindendir. 46A- "Allah, şöyle buyurdu: "- Ey Nûh! O, asla senin ailen (ehlin) den değildir. Çünkü o, iyi (sâlih) olmayan bir iş işledi." Nuh'un (aleyhisselâm), ilâhî va'di hatırlatması üzerine, Allah (celle celâlühü): "- O, asla senin ailenden değildir" buyurdu. Çünkü aileden olmanın dayanağı dinî akrabalıktır ve mü'min ile kâfir arasında bir alâka yoktur. Yahut: "- O, gemiye yüklemeni emrettiğim ailenden değildir; çünkü yapılan istisna ile onların dışına çıkmıştır." Her üç mânâya göre de o, kurtarılmaları va'dedilenlerden değildir. Sonra da Allah (celle celâlühü), tahkiki istisna yoluyla, "- Çünkü o, iyi (sâlih) olmayan bir iş (amel-i gayr-i sâlih) işlemiştir" buyurdu. "Fâsid "yerine "sâlih" kelimesinin tercih edilmesinin sebebi şu olabilir: - Fâsidin sonucunda bazen salâh gerçekleşir; - Kurtulanların kurtuluşu, salâhları sebebiyle olmuştur. B- "O halde hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi Benden isteme." Nuh'un (aleyhisselâm) duası, 1- Oğlu Kenan'ın, kendi ailesinden olduğu temeline dayanıyordu. Oysa bu reddedildi. Ve illeti de beyan edilerek tahkiki yapıldı. 2- Buna bağlı olarak Nûh (aleyhisselâm) onun kurtarılmasını istemekten nehyedildi. Ve sanki şöyle buyruldu: "- Ey Nûh! Bunu anladıktan sonra artık, doğru ve hikmete uygun olduğunu kesinlikle bilmediğin bir şeyi Benden isteme!" Yahut: "- Benden, doğru olduğunu kesin bilmediğin bir şeyi isteme!" Yahut "- Doğru olup olmadığını kesin bilmediğin bir şeyi Benden isteme!" Hangi mânâ olursa olsun, bu nehiy umumidir; bu istek de ona dahildir. Nuh'un (aleyhisselâm) Rabb'ine nidası, bazılarının dediği gibi, - oğlu onun ailesinden, - Allah (celle celâlühü) da, ailesini kurtaracağını va'detmiş iken, - niçin onu kurtarmadığını anlamak için değildir. Çünkü bilinmeyen bir şeyi anlamak istemenin nehyi, hikmete uygun değildir. Bir şeyi bilmemek, onu anlamak istemenin sebebidir; terkinin sebebi değildir. Fakat Nuh'un (aleyhisselâm) Rabb'ine bu nidası, oğlu ile arasına dalgalar girdiği ve henüz helâk olduğunu bilmediği bir anda yaptığı duadır. Bu da, - ya dalgaların çarpmasıyla onun gemiye, - ya da geminin ona yaklaştırılmasıyla gerçekleşmesi içindi. Bir görüşe göre de dağın tepesinde kurtarılması içindi. Ancak duada va'din hatırlatılması, bu görüşe engeldir. Zira va'd, gemide kurtarılmaya mahsustur. Bir de, "Bugün O'nun merhamet ettiği kimseden başka hiç kimse için Allah'ın emrinden kurtaracak yoktur" ifadesi de, bu görüşe mânidir. Nûh ile oğlu arasına sırf bir dalga girmesi, onun helâk olduğunu gerektirmez ve bildirmez. Allah'ın (celle celâlühü) rahmetiyle onu koruması imkânı her zaman vardır. Ve Allah (celle celâlühü) da Nuh'a ailesini kurtarmayı va'detmiştir. Ve daha önce belirtildiği gibi, oğlu da küfrünü henüz açığa vurmamıştır. Bu sebeblerle Nuh'un (aleyhisselâm) oğlunu gemiye çağırması veya kurtarılması için Rabbine dua etmesinin caiz olmadığı düşünülemez. Nuh'un (aleyhisselâm) oğlunun, babasından ayrı kalması ve dağa sığınmak istemesi, küfürde ısrarlı olduğunun kesin ifadesi değildir. - Belki de o, kurtuluşun yalnız gemide olduğunu bilmiyordu ve dağa sığınmakla da kurtulabileceğini zannediyordu. - Belki de gemide hapis kalmak istemiyordu. Hattâ Nuh'un oğluna: "kâfirlerle beraber olma!" demesinden sonra oğlunun, "Ben, bir dağa sığınacağım; o beni sudan korur."demesi de, belki Nuh'u (aleyhisselâm) oğlunun îmanı hakkında umutlandırmıştı. Çünkü, "- Kâfirlerle beraber olacağım"; yahut "- Dağ bizi korur" dememişti. Her iki fiilde de onun yalnız kendinden bahsetmesi, - onun kâfirlerden ayrı olduğunu, - onlardan uzak durduğunu, - Nuh'un (aleyhisselâm) bazı eniklerine uyduğunu bildirir. Ancak Nûh (aleyhisselâm) onun hakkinda iyice düşünseydî ve hallerini araştırsaydı, onun mü'min olmadığından ve ailesinden istisna edilenin o olduğundan şüphe etmeyecekti, işte bundan dolayı şöyle buyrulmuştur: C- "Cahillerden olmamanı sana öğütlerim." İşte ondan dolayı Nûh (aleyhisselâm), oğlunun evlâ olanı terk etmesini bu şekilde ifade etmiştir. 47A- "Nûh şöyle dedi: " Ey Rabb'im! Ben, hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyi istemekten Sana sığınırım." Ey Rabbim! - Husulü, Senin hikmetine uygun olmayan bir matlubu istemekten, yahut - fesadı bilinsin, ya da bilinmesin, doğruluğunu bilmediğim bir talepte bulunmaktan, yahut - doğru olup olmadığını bilmediğim bir şeyi istemekten Sana sığınırım. Nuh'un (aleyhisselâm) bu sözleri, yaptığından tevbe anlamındadır. Nuh'un (aleyhisselâm), sadece, "- ondan Sana sığınırım" demeyip bunları söylemesi tevbe mânâsını ziyadesiyle ifade; ona olan rağbet ve şevkini izhar etmek ve Allah'ın (celle celâlühü), kendisine telkin ettiği şeyin zileriyle bereketlenmek içindir. Bu ifade, "Senden istemekten Sana tevbe ederim" demekten daha anlamlıdır. Çünkü bunda, - Allah'a (celle celâlühü) sığınmaktan başka çare olmadığına, - fenalıklardan kurtulmak için insanın kendi kudretinin ye terk bulunmadığına delâlet vardır. B- "Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum." "- Eğer benim isteğimden dolayı beni bağışlamaz, tevbemi kabul etmez ve bana merhamet etmezsen, ben dünya ve âhirette zarara uğrayanlardan olurum. Bu nidanın, "Ve ikisi arasına bir dalga girdi de o, boğulanlardan oldu." kelâmından sonra zikri gerekirken. - suların çekilmesi, - işin bitirilmesi, - geminin Cûdî dağına oturması, - ve nihayet zâlimler hakkında helâk duasının yapılmasından sonra dile getirilmesi, müstakil bir gayesi olduğundan değil; dinî akrabalığın, din usulüne uygun kesin bilgi olmadıkça öne alınmamasindandır. Bakara süresinin 67-73. âyetlerinde anlatılan kıssa buna kıyasen incelendiğinde görülecektir ki orada sığır kesme emri, kıssanın başı olan katil haberinden öncedir. Bu kıssada olaylar: " Hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmine: "- Allah, bir sığır kesmenizi emrediyor; " dedi. (bakara 2/67) " Hatırlayın o zamanı ki siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üzerine atmıştınız (2/72) " İşte bunun için dedik ki: "- Haydi onun bir parçası ile ölüye vurun!" (2/73) şeklinde sıralanır. Oysa önce bir adam öldürüldüğü haberi kıssanın en başında yer almakydi. Olayların sırasının değiştirilmesi, Yahudilerin çok sayıda ve çeşitli cinayetlerinden dolayı kötü halk olduklarını beyan ve her çeşit cinayetlerinden dolayı onları tahkir amacına yöneliktir. Bakara (2) sûresinin hem 67. ve 72. âyetleri, bu amaçla sevk edilmiştir. Eğer olay, vukuu sırasına göre anlatılmış olsaydı, asıl gaye olan mükerrer tahkıir gerçekleşmezdi. Bizim şu anda anlattığımız kıssada ise, bu nüktenin gözetilmesi mümkün değildir. Buradaki sıra şunun içindir: Bu seslenmenin zikri, - cevabın zikrini; - o cevap da, Nuh'un aleyhisselâm tevbesinin zikrini; - o tevbenın zikri de, kendisine ve mü'minlere ulaşan selâm ve bereketle gemiden inmesi emri zımnında varid olan tevbenin kabulünün zikrini gerektirir. Nitekim tafsilatı gelecektir. Bu mânâlar, o kadar birbirleriyle bağlıdır ki, onları ifade eden âyet-i kerimeleri birbirlerinden ayırmak neredeyse mümkün değildir ve o mânâlar, ancak kıssanın tamamlanmasıyla tamamlanır. Bu da, ancak tufanın sona ermesiyle olur. İste bundan dolayı bu nidadan önce olayın tamamının zikri gerekir ve bu da ancak Kenan'ın boğulanlardan olmasıyla gerçekleşir. Böylece hârika icazın vasfı daha da güzelleşir. Söz konusu bu tertipte diğer bir fayda daha vardır o da daha baştan Nuh'un (aleyhisselâm) oğlu Kenan'ın helake uğrayanlardan olduğu sarahatle belirtilmiş olur ve: " O, asla senin ailenden değildir." cümlesi daha zikredilmeden onun da, Nuh'un (aleyhisselâm) duasiyla kurtulacağı ihtimali ortadan kaldırılır. Sonra da yer ve gökle ilgili durum zikredilir ki o da, ilâhî ve ezek iradenin, - suyun çekilmesi ve yutulması, - tufanın sona ermesi, - geminin Cudî Dağına oturması, - helaki mukadder olanların helaki ve mü'minlerin halâsı, - ilâhî emrin veya hükmün yerini bulması, gibi hususlara taallûk etmesinden ibarettir. İşte bu kıssa, görüldüğü gibi fevkalâde güzel anlatılmıştır. 48A- "O zaman şöyle buyruldu: "- Ey Nûh, Bizden sana ve seninle beraber olan ümmetlere selâm ve bereketlerle gemiden in!" "Ey Nûh, tarafimizdan sana ihsan edilmiş selâmetle gemiden in!" Yahut "- Bizim sana olan selâmımızla gemiden in!" Nitekim diğer bir âyette de: "Bütün âlemlerden Nuh'a selâm olsun!" (Saffât 37/79) buyrulur. "- Ey Nûh! Senin neslinde; senin ve onların geçimini sağlayan rızıklarda bereketli hayırlar olsun!" Yine, "- Kıyamete kadar, seninle beraber olan ve onlardan üreyecek imanlı ümmetlere de selâm ve bereket olsun!" Bu kelâm, Allah (celle celâlühü) tarafından Nuh'un (aleyhisselâm) tevbesinin kabulünü ve hüsrandan kurtulup bütün işlerinde hayırlara ereceğini bildiren bir müjdedir. B- "Dünyada kendilerini çeşitli nimetlerle faydalandıracağımız, sonra da tarafımızdan kendilerine çok elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır." Nûh aleyhisselâm ile onunla beraber olan mü'minlerin soyundan geleceklerin hepsi, Müslüman ve mübarek değildir; fakat onların soyundan gelecek bazı ümmetler de Müslüman olmayacaklardır. Onlar, dünyada nimetlerden faydalanacak, ahirette ise azaba uğrayacaklardır. Onların azaba uğratılmaları, - ya yalnız ahirette, - ya da hem dünya, hem de ahirette olacaktır. Muhammed b. Kâ'b el-Karazî diyor kî: Bu âyetteki selâm kapsamına kıyamete kadar gelecek bütün erkek ve kadın mü'minler dahildir. Ve ondan sonra zikredilen geçici faydalandırma ve azab kapsamına da bütün kâfirler dahildir." "Nûh ile beraber olan mü'minler, Allah kendilerinden razı olarak gemiden indiler. Sonra onlardan bîr nesil meydana geldi kı, onların bir kısmı Allah'ın (celle celâlühü) rahmetine mazhar oldular, bir kısmı da azabına uğratıldılar." Diğer bir görüşe göre ise, dünyada faydalandırılacak ümmetlerden murat, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb'ın kavimleridir. Azabtan murat da, onlara men azabtır. 49A- "(Resûlüm), işte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerındendır. Ne sen, ne de kavmin bundan önce onları biliyor değildiniz." "- Resûlüm, anlattığımız Nûh (aleyhisselâm) kıssası, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir; diğer haberler kabilinden değildir. Bütün diğerlerinden veya bazılarından farklıdır. Biz onları sana vahyetmeden ve bildirmeden önce ne sen, ne de kavmin onları biliyor değildiniz. Yahut sen ve kavmin bundan önce onları bilmediğiniz halde, onları sana Biz, vahyettik." Burada, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminin bilmezlığinin zikredilmesi, kendisinin o bilgileri insanlardan öğrenmediğine dikkat çekmek içindir. Zira Peygamberin kavminden başkasıyla ilgi ve münasebeti olmamıştır ve onlar, o çokluklarına rağmen bilmediklerine göre, onlardan bir fert olan Peygamber nasıl bılebilirdi? B- "O halde sabret; çünkü akıibet sakınanlarındır." "- Biz onları sana vahyettiğimize göre, yahut onları vahiy ile öğrendiğine göre, artık Nuh'un (aleyhisselâm) uzun ömrü boyunca maruz kaldığı belâlara sabretmesı gibi, sen de risaleti teblığ meşakkatlerine ve kavminin eziyetlerine sabret!" Dünyada zafer ve âhirette mükâfata mazhariyet ancak takva sahiplerinm-dir. Nitekim, Nûh ile kavminde buiıu gördün. Bu, senin için de güzel bir örnektir. Bu âyet, Resûlüllah için teselli ve sabır emrinin gerekçesi mahiyetindedir. Çünkü: - güzel akıbetler takva saleplerinin dir; - Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) takva derecelerinin zirvesindedır; - mü'minler de takva sahibi olmalıdır, İşte bunlar Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli eder; onun sıkıntılarını hafifletir ve olması muhtemel huzursuzluğu önler. Bu izah, takvadan muradın, ilk derece olarak şirkten ve dolayısıyla ebedî azabtan korunmak olduğu takdirine göredir. Nitekim, "Allah, onların takva sözünü tutmalarını sağladı." (Fetih 48/26) mealindeki âyette de bu anlamdadır. Bununla beraber takvadan, üçüncü derece de kastedilmiş olabilir. Bu da, kısmin, sırrını Hak'tan (celle celâlühü) başka bir şeyle meşgul etmekten arınması ve bütün varlığıyla O'na yönelmesidir. İşte: " Ey îman edenler! Allah'tan hakkıyla sakının ve ancak Müslümanlar olarak can verin." (Al-i İmran 3/102) meâlindeki âyette de talep edilen bu gerçek takvadır. Bu mânâdaki takva, mezkur sabrı da içerir. Bu itibarla sanki şöyle buyrulur: "- Sabredin; çünkü iyi sonuç, sabredenlerindir." 50A- "Ad Kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik." Ad Kavmine de nesebde kendilerinden olan birini peygamber olarak gönderdik. Hûd (aleyhisselâm), neseb olarak kendi kavminden idi. Şeceresi de şöyledir: Hûd b. Abdullah b. Rebah b. el-Halûd b. el-Ûs b. İrem b. Sam b. Nûh (aleyhisselâm). Diğer bir görüşe göre ise, Hûd'un (aleyhisselâm) şeceresi şöyledir: Hûd b. Salah b. Erfahşed b. Sam b. Nûh b. Ebi Ad (Âd'ın babası). Allah (celle celâlühü), kendi içlerinden onlara bir peygamber gönderdi. Çünkü o kavimin, içlerinden bir peygamberin sözlerini daha iyi anlayacakları umuldu. B- "O, şöyle dedi: "- Ey kavmim! Yalnız Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Siz ancak iftira ediyorsunuz." Bundan önce Hûd'un aleyhisselâm, Âd Kavmine peygamber olarak gönderildiği anlatılmıştı. Şimdi burada onun kavmine neler söylediği belirtiliyor. "Sızın için O'ndan başka bir ilâh yoktur" ifadesi, yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibadet etmeleri emrinin gerekçesi mahiyetindedir. Yani Hûd aleyhisselâm kavmine şövle seslenir: "- ibadetlerinizi yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın; sizin O'ndan başka İlahınız yoktur. - Siz, putları O'na ortak koşmakla, yahut "- Allah, bu putlara tapmamızı emretmiştir!" demekle, ancak, Allah'a (celle celâlühü) iftira ediyorsunuz. Allah (celle celâlühü), bundan münezzehtir." 51"Ey kavmim ! Ben, sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yoktan yaratana aittir. Hiç akletmez misiniz?" Her peygamberin, kendi kavmine böyle hitap etmesi, onların aklına gelebilecek vehmi izale ve Allah (celle celâlühü) rızası için nasihat etmek içindir. Zira nasihatler dünyevî menfaat şaibesi oldukça etkisiz kalmaya mahkûmdur. "- Siz hâlâ bu hakikatten gaafil mi kalacaksınız? Niçin düşünmüyor, aklınızı kullanmıyorsunuz? Siz hiçbir şeyi anlayamayacak kadar cahil misiniz? Çünkü bu hakikat, hiçbir akıl sahibine gizli kalmayacak biçimde açıktır." 52"Ey kavmim! Rabb'inize istiğfar edin (bağışlanma dileyin); sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol yağmur göndersin ve sizin kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek Allah'tan yüz çevirmeyin." "- Ey kavmim! İman ve itâat etmek suretiyle, daha önce işlediğiniz günahlardan bağışlanma dileyin. Sonra O'na tevbe edin. Başka şeylerden, günahlardan uzaklaşmak, ancak Allah'a (celle celâlühü) îman ve O'nun katındaki nimetlere rağbetle olur. Onun içindir kı "üzerinize gökten bol yağmur göndersin ve sızın kuvvetinize kuvvet katsın" denilmiştir. Hûd aleyhisselâm onları bol yağmura mazhariyetle teşvik etmişti, çünkü onlar, tarım işleriyle uğraşıyorlardı. Bir görüşe göre, Allah üç sene müddetle, Hûd aleyhisselâm kavminden yağmuru kesmiş ve kadınların rahimlerini kısırlaştırmıştı. İşte bundan dolayı Hûd (aleyhisselâm) îman ve tevbe ettikleri takdirde kendilerine bol yağmur ve nesil bereketi va'detmişti. Yani işlemekte olduğunuz günahlarda ısrar ederek sizi davet ettiğim hakikatlerden yüz çevirmeyin. 53"Kavmi dediler ki: "- Ey Hûd, sen bize bir beyyine (mucize) getirmedin biz de senin sözünle ilâhlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana inanacak da değiliz." Hûd'un (aleyhisselâm) kavmi de dediler ki: "- Ey Hûd! Sen bize, davanın doğru olduğuna delâlet eden hiçbir hüccet getirmedin." Onların bunu söylemeleri, aşırı inatlarından ve gösterdiği sayısız mucizelere itibar etmemelerinden kaynaklanıyordu. Onların bu sözleri - Dediler ki: - Sen bize yalnız Allah'a ibadet etmemiz ve atalarımızın taptıkları ilâhları terk etmemiz için mi geldin?" (A'raf 7/70) kabilindendir. "- Biz senin hiçbir şeyine inanacak değiliz." Hûd'un aleyhisselâm kavminin bu sözleri, onların tutumlarında ne kadar kararlı olduklarını ve azgınlıkta haddi aştıklarını apaçık gösterk. 54A- "Biz sana. "- ilâhlarımızdan bir kısmı seni fena çarpmış!" demekten başka bir söz söylemeyiz ." Biz senin hakkında, "- Sızın için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Siz ancak iftira ediyorsunuz."dediğinden, - İlahlarımıza sövdüğünden, - insanları onlara tapmaktan alıkoyduğundan, - ve onları ilâhlık mertebesinden düşürdüğünden, "İlâhlarımızdan bîr kısmı seni fena çarpmış!"demekten başka bir söz söylemeyiz. Bu âyet, bundan önceki âyetin izahı mahiyetindedir. Çünkü onların Hûd (aleyhisselâm) hakkındaki beyanları, onun sözlerine hiç İtibar etmemeyi ve onları hurafe kabilinden saymayı tazammun ediyordu. Yani kavmi demek istiyordu ki: "- Biz senin sözlerini ancak, cinnet hezeyanları sayıyoruz. O halde biz onu nasıl tasdik eder, ona inanır ve gereğini yaparız?" Hûd'un (aleyhisselâm) kavmi, muhalefet ve inat yolunda aşağıdan yukarıya bir metot uygulamıştır. Onlar önce, 1- Hûd'un (aleyhisselâm), kendilerine mucize getirmediğini söylüyorlardı. Oysa Hûd'un aleyhisselâm getirdikleri, onların değerlendirmelerine göre murada delâletleri açık olmasa bile, haddi zatında hüccet olabilirdi. 2- "Biz de senin sözünle ilâhlarımızı bırakacak değiliz." demişler ve Hûd'a (aleyhisselâm) uymayacaklarını söylemişlerdi. Oysa ancak Hûd'u (aleyhisselâm) tasdik etmek suretiyle ilâhlarını bırakmaları mümkündü. Sonra "Biz sana inanacak da değiliz"demekle, Hûd'u (aleyhisselâm) tasdik etmeyi tamamen reddetmişlerdi. Oysa Hûd'un (aleyhisselâm) sözleri, tasdik edıiebilir sözlerdendir. Allah (celle celâlühü) onları kahreylesin, nasıl da haktan döndürülmüşlerdi! B- "Hûd da dedi ki: "- Şüphesiz ben, Allah'ı şâhid tutuyorum; siz de şâhid olun ki ben sızın ortak koştuklarınızdan uzağım." Hûd (aleyhisselâm) onlara: "- Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir, " dedi. Diğer bir âyette de meâlen şöyle denir: "- Siz; Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın İlah olarak vasıflandırdığı birtakım isimler konusunda benimle tartışıyor musunuz?" (A'raf 7/71) 55"O'ndan başka taptıklarınızdan uzağım. Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin." Daha önce Hûd (aleyhisselâm) onlara: - ilâhlarının ulûhiyetten uzak olduğunu, - yalnız Allah'a (celle celâlühü) kulluk ve ibadeti yalnız O'na tahsis etmek gerektiğini söylemişti. Bu da onların çok zoruna gitmişti ve bunu bir ayıp saymışlardı. Hattâ İlahların Hûd'u (aleyhisselâm) cezalandıracaklarını iddia etmişlerdi. Bu âyette ise, Hûd (aleyhisselâm), hakkı açıkça ve meydan okuyarak yüksek sesle şöyle haykırır: - Benim putlarla hiçbir ilgim ve münasebetim yoktur. - Allah (celle celâlühü) buna şâhiddir. - Sizler, putlara tapanlar da buna şâhid olun. - Haydi siz İlahlarınızla toplanın, bana dilediğiniz tuzağı kurun ve hiç göz açtırmayın. Hûd'un (aleyhisselâm) bu meydan okuması, en büyük mucizelerden biridir. Zira Hûd (aleyhisselâm), tek başına, o kati ve kaba Ad Kavminin azgınlarından büyük bir topluluk içinde bulunuyordu. Buna rağmen onlar, hiçbir şey yapmaya muktedir olamamişlardir. Hûd (aleyhisselâm), öyle sağlam ve yüksek bir kaleye sığınmış ve öyle kopmaz bir ipe tutunmuştur ki ona düşman olanlar âciz kalmışlardır. 56A- "Ben, benim ve sizin Rabb'iniz olan Allah'a tevekkül ettim." "- Siz, bana zarar vermek için bütün imkânlarınızı kullansanız da, bana hiçbir şeyi yapamazsınız. Çünkü ben Allah'a (celle celâlühü) tevekkül etmişimdir. O'nun beni sizin kötülüklerinizden koruyacağına güvenim tamdır. O, benim de mâlikim, sizin de malikinizdir. O'nun iradesi olmadan ne sizden, ne de benden hiçbir şey sâdır olmaz." B- "Yeryüzünde hiçbir canlı (dâbbe) yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın." Bu cümle, bundan önceki cümlenin delili mahiyetindedir. Yani Allah (celle celâlühü), yürür, kıpırdar ne kadar canlı varsa, hepsinin mâlikidir; onlar üzerinde, dilediği gibi tasarruf etmeye muktedirdir. Onların perçeminden tutmak, bu mutlak tasarrufun temsili ifadesidir. C- "Şüphesiz benim Rabbim sırat-ı müstakîm (dosdoğru yol) üzeredir." Yani O, hak ve adalet üzeredir. Onun için O, sizi bana musallat edecek değildir. Zira O'nun ipine sarılan asla zayi olmaz ve hiçbir zâlimde O'ndan kurtulamaz. 57"Eğer yüz çevirirseniz, andolsun ki ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Ayrıca Rabb'im sizin yerinize başka bir kavmi getirir, Ve O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabb'im her şeyi gözeten (Hafîız)dir." Eğer siz haktan yüz çevirmeyi sürdürürsenîz, tebliğde kusur işlediğimden dolayı ben kınanacak değilim. Ben size hakkı teblığ ettim. Siz yalnız tekzib ve inkâr yolunu seçtiğiniz için mahcub olacaksınız. Allah'ın (celle celâlühü) va'di şudur: - O, sizi helâk edecek, - ülkenize başka bir kavmi yerleştirecek, - ve onları sizin mallarınıza mâlik kılacaktır. Ve siz, yüz çevirmekle O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü benim Rabb'im her şeyi gözetendir; dolayısıyla sizin amelleriniz O'na gizli değildir. Amellerinize göre size muamele edecektir. Yahut Allah (celle celâlühü) her şeye hafız ve gaalibdir. Şu halde O, her şeyin korucusu iken, başkası O'na nasıl zarar verebilir? 58"Emrimiz gelince ; Hûd'u ve beraberinde bulunan îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve onlari ağır bir az ab tan kurtardık ." Azabımız inince ya da azab emrimiz gelince Hûd'u ve beraberinde bulunan mü'minleri- kı bunların sayısı dört bin idi- tarafımızdan büyük bir rahmetle, tevfîk ve hidâyetle, onlara ihsan ettiğimiz îman ile kurtardık ve onları ağır bir azabdan koruduk. Bu azab, kâfirlerin burnundan girip dübürlerinden çıkan ve onları paramparça eden pek sıcak bir yeldi. - Azabın emir olarak ifade edilmesi, - Azabın, Allah celle celâlüh zamirine izafe edilmesi, - Azab inmesinin, gelmek şeklinde belirtilmesi, tazim ve tehdid içindir. Diğer bir görüşe göre ise, ağır bir azabdan korumaktan murat, âhiret azabından korumaktır. Zaten ondan daha ağır ve şiddetli bir azab da yoktur. Âhiret azabından kurtarmak, bu emrin gelmesine bağlı değil ise de, onun da burada zikredilmesi, mü'minlere olan nimetin kemale erdirilmesi, helâk edilenlerin, dünyada kızgın yel ile azaba uğraüldıkları gibi, ahirette de ağır bir azab ile cezalandırılacaklarını beyan içindir. 59"İşte Âd Kavmi bu idi . Onlar Rabb'larının âyetlerini inkâr ve O'nun Peygamberlerine isyan ettiler . Ve inatçı her zorbanın emrine uydular . İşte Ad Kavmi bu! Yahut işte Âd Kavminin mezarları ve onlardan kalanlar! Onlar, Rabb'larının âyetlerinin, hak ve gerçek olduğunu kesinlikle bildikleri halde inkâr ettiler. O'nun Peygamberlerine karşı geldiler. Ad Kavmine yalnız Hûd gönderildiği halde Peygamberlerin çoğul olarak zikredilmesi, onların hallerinin kötülüğünü, küfür ve inatlarının ağırlığını açıklamak içindir. Onların Hûd'a karşı gelmeleri, geçmiş ve gelecek bütün Peygamberlere karşı gelmeleri gibi takdim edilmiştir. Çünkü bütün peygamberler, tevhid kelimesinde ittifak etmişlerdir. Nitekim, "Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik." (Bakara 2/285) mealindeki âyet de bu hakikati bildirir. Bu itibarla burada "âyetler"den, Hûd'un (aleyhisselâm) getirdiği âyetlerle diğer Peygamberlerin getirdikleri âyetler kastedilmiş olabilir. Bu görüş, geçen bütün âyetlerle ziyadesiyle uyumlu olduğu gibi, "ve inatçı her zorbanın emrine uydular" cümlesiyle de uyumludur. Yani onlar, dalâlete ve Peygamberleri tekzibe çağıran bütün zorba büyüklerinin veya reislerinin emrine uydular. Başka bir deyişle: Onlar her Peygambere karşı geldiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Onların inatçı her zorbanın emrine uymak vasfı, âyetleri inkâr etmek ve Peygamberlere karşı gelmek vasfı kadar, bütün fertlerini kapsayacak kadar şümullü değildir. Çünkü inatçı zorbaların emrine uymak, reislerinin vasıflarından değil, fakat aşağı tabakanın vasıflarındandir. Hulâsa, onlar, kendilerini hidâyete çağıran Peygamberlere karşı geldiler ve kendilerini helake çağıranlara ise uydular. 60"Onlar hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lâ'nete uğratıldılar . Şunu bilin ki Ad Kavmi, gerçekten Rabb'larını inkâr etmişlerdi . Yine bilin kı Hûd'un kavmi Âd, kahrolup gitti ." Lâ'net, rahmetten ve her hayırdan uzaklaştırılmaktır. Lâ'net, onların ayrılmaz vasıfları olmuştur. Bunun, lâ'nete tâbi tutulmak şeklinde ifade edilmesi, mübalağa içindir. Sanki nereye giderlerse gitsinler, lâ'net onları izler; onlardan ayrılmaz ve dolaştıkları her yeri onlarla beraber dolaşır. Ve onlar, reislerine tâbi olduklarından, yaptıklarına uygun bir ceza olarak lâ'net de kendilerine tâbi kılınmıştır. Ve kıyamet gününde de lâ'nete, yani ebedî azaba tâbi tutulacaklardır. Hem dünyada, hem de âhirette lâ'nete tâbi olduklarının belirtilmesi, her bir lâ'netın kendi başına ayrı bir azab olduğunu bildirmek içindir. Nitekim, " Bu dünya hayatında da, âhirette de bize iyilik yaz!" (A'raf 7/156) âyetinde de böyle buyrulması, iki iyilığin birbirinden farklı olduğunu bildirmek içindir. Dünyevî iyilikten murat, sağlık, yeterli rızık ve hayra muvaffakiyet gibi nimetlerdir. Uhrevî iyilikten murat ise, uhrevî mükâfat ve rahmettir. Yahut Âd Kavmi gerçekten Rablerinin nimetlerini inkâr etmişlerdir. Buna göre âyetteki küfür, şükrün zıddı olan mânâya hamledilir. Hûd'un kavmi Ad, zaten helâk olmuş iken, bir de, onlara ayni anlamda bedduada bulunmak, onların helaki hak ettiklerini tescil etmek içindir. 61A- "Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i gönderdik." Semûd, bir Arap kabilesidir. Semûd da bu kabilenin en büyük atasının adıdır. Semûd'un, Nuh'a (aleyhisselâm) kadar şeceresi şöyledir: Semûd, b. Abir, b. İrem, b. Sam. Diğer bir görüşe göre ise, Semûd, az su anlamındaki semûd kökünden gelir. Bu kabileye Semûd adının verilmesi, suları az olduğu içindi. Salih'in (aleyhisselâm) şeceresi de şöyledir: Sâlih, b. Ubeyd, b. Asef, b. Maşec, b. Ubeyd, b. Çadır, b. Semûd. B- "O, onlara şöyle dedi : "- Ey kavmimi Allah'a kulluk edin . Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur . Sizi arz dan yaratan ve orada yaşatan O'dur ." Bu âyet, Sâlih'in (aleyhisselâm) Semûd Kavmine gönderilmesine ilişkin akla gelen gizli soruya cevap mahiyetindedir. Şöyle ki: Pekiyi, Sâlih, onlara ne dedi?" Sâlih, onlara: "- Ey kavmim! Yalnız Allah'a ibadet edin!" dedi ve sonra bunun gerekçesi olarak şunları ilâve etti: "- Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur." Sonra onları îman ile tevhide ve ihlâsa ziyadesiyle teşvik etmek üzere, "- Sızı arz (toprak) dan yaratan ve orada yaşatan O'dur" sözlerini ekledi. Âdem'in (aleyhisselâm) topraktan yaratılması, bütün beşer fertlerinin de topraktan yaratılması demektir. Âdem (aleyhisselâm) kıyamete kadar vücuda gelecek bütün zürriyetleri kapsayan icmali bir örnektir. Bir görüşe göre ise, Âdem'in (aleyhisselâm) cismi ve ondan üreyen nesillerin yaratıldığı meni, topraktaki bir takım maddelerden oluşur. İşte bu, bütün insanların topraktan yaratılması demektir. Diğer bir görüşe göre İse bu İfade: - sizi topraktan yaratan, - sizi yeryüzünün imarına muktedir kılan, - yahut yeryüzünün imarını size emreden O'dur, demektir. C- "O halde O'na istiğfar edin (bağışlanma dileyin), sonra O'na tevbe edin ." Çünkü Allah'ın celle celâlüh çeşitli lütuf ve ihsanları, insanları işledikleri kusurlardan ve çirkinliklerden tevbe etmelerini gerektirir. Ç- "Şüphesiz Rabb'im yakındır, duaları kabul eder ." Rabbimin rahmeti kullarına pek yakındır. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyrulur: " Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyilik eden (muhsin) lere yakındır." (A'raf 7/56) Burada: - önce istiğfar ve tevbeyi gerektiren ana sebep, - sonra istiğfar ve tevbe emri, - nihayet istiğfar ve tevbeyi kabul zikredilmiştir. 62A- "Onlar da dediler ki : Ey Sâlih, sen bundan önce bizim içimizde kendisinden hayır umulan biriydin ." "- Ey Sâlih, bundan önce, biz sende dürüstlük ve doğruluk vasıflarını gördüğümüz için bize efendi ve müsteşar olmanı umuyorduk!" İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) gore: "- Biz senin, önümüze geçireceğimiz faziletk ve hayırlı bir insan olmanı umuyorduk!" Diğer bir rivâyete göre: "- Biz, senin de bizim dinimize ve bizim görüşlerimize katılmanı umuyorduk!" " Kable hâza / bundan önce", bizi tevhid dinme ve İlahlarımıza tapmayı terk etmeye çağırmadan önce, demektir. Öyle anlaşılıyor ki, onlar o ana kadar, ondan umu darını kesmemişlerdı. Ama o anda umu darını kestiler. B- "Babalarımızın taptıkları şeylere tapmaktan bizi men mi ediyorsun ? Kadar biz, bizi çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz ." " Biz, bizi çağırdığın, - tevhid, - putları ve ilâhları terk, - istiğfar ve tevbe gibi konularda ciddi bir şüphe içindeyiz." 63A- "Sâlih de şöyle dedi : "- Ey kavmim ! Söyler misiniz; ya ben Rabb'imden bir beyyine üzerindeysem ve O, katından bana bir rahmet vermiş ise ?" Sâlih de şöyle dedi: " Ey kavmim! Bana söyler misiniz: - ya ben hakikatte, mâlikim ve mütevelkm olan Rabbim tarafından bahşedilmiş açık bir hüccet, kuvvetli bir delil ve basiret üzerindeysem; - ya O, bana katından peygamberlik vermişse, buna ne dersiniz?" Bütün bunların Sâlih'e verildiği kesin iken şüphe ifadesinin kullanılması, - muhatapların haline itibar etmek, - onları kibirli mevkilerinden indirmek, - tartışmanın sükûnetini sağlamak içindir. B- "Eğer O'na isyan edersem, Allah'ın azabından beni kim kurtarabilir ? O zaman siz de bana zarar vermekten fazla bir şey yapamazsınız ." "- Eğer bu durumda ben, sizinle yaşamak için risaletimi tebliğden ve davamdan vazgeçersem, o zaman siz, beni kendinize uydurmuş, amellerimi iptal ettirmiş ve beni Allah'ın gazabına maruz bırakmış olursunuz kı bu takdirde bana zarardan başka bir şey vermiş olmazsınız. 64"Ve ey kavmim! İşte bu Allah'ın devesi sizin için bir âyetdir. Onu serbest bırakın. Allah'ın arzından dilediği gibi otlasın. Sakın ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi yakın bir azab yakalar." Bu devenin Allah'a izafe edilmesi, - onun şerefini yükseltmek, - yaratılış ve davranış bakımından diğer develerden far İdi olduğunu bildirmek içindir. Sâlih kavmine hitaben, şunu söylemek istiyor: "- Bu deve, benim Peygamberlığimin doğruluğunu gösteren bir mucizedir; onu kendi haline bırakın. O, Allah'ın arzının yetiştirdiği bitkilerden dilediği gibi otlasın ve sularından içsin. Sakın ona kötülükle dokunmayın." Arzın Allah'a (celle celâlühü) izafe edilmesi, - devenin bu, otlamaya olan istihkakını vurgulamak, - onu kendi haline bırakmanın gerekçesini belirtmek içindir. Deveye zarar vermek amacıyla dokunmak kesinlikle nehyedilmış ve şu tembihin altı çizilmiştir: Kesmek, öldürmek şöyle dursun, dövmek, kovmak veya başka bir kötü amaçla sakın ona yaklaşmayın. Sonra inmesi yakın bir azab sizi yakalayıverir!" Rivâyete göre kavmi, Salih'ten (aleyhisselâm), - el-Kâibe denilen bir kayadan, - on aylık hamile, - iki renkli, karnı büyük, çok tüylü bir dışı deve çıkarmasını istediler. "- Bunu yaptığın takdirde ancak senin Peygamberlığıni tasdik ederiz." dediler. Sâlih (aleyhisselâm) sordu: Bunu yaptığım takdirde mutlaka îman edeceksiniz, değil mı?" Onlar: "- Evet!.." dediler. Bunun üzerine Sâlih aleyhisselâm, namaz kıldı ve Rabbine dua etti. O anda kaya, onların gözü önünde, yeni doğum yapmış devenin, yavrusuna böğürmesi gibi böğürmeye başladı ve kaya yarıldı; içinden on aylık hâmile bir dişi deve çıktı. Sonra kendi büyüklüğünde bir yavru doğurdu. Bunun üzerine kavminden Cündüb b. Ömer adındaki zat bir cemaatle beraber îman ettiler. Dev'eb b. Ömer ile putlarının sahibi Hubab ve kâhinleri Rebab, diğerlerinin inanmalarını engellediler. İşte bu deve, yavrusuyla beraber, ağaç yapraklarını yiyerek ve gün aşırı kuyularına gelip su içerek yaşamaya başladı. Kuyuya geldiğinde içindeki suyun tamamını içmeden başını kaldırmazdı. Sonra deve, ayaklarını açıyordu ve onlar da, kaplarını dolduruncaya kadar istedikleri miktarda sütünü sağıyor, o sütten içiyor ve sonra kullanmak üzere saklıyorlardı. Bu deve, yazın vadinin sırtlarına çıkıyor, onların havyanları da ondan kaçıp vadi yatağına iniyorlardı ve kışın da deve, vadinin yatağında otluyordu. Onların hayvanları da ondan kaçıp vadinin sırtlarına çıkıyorlardı. Bu durum, onlara zor geldi. 65"Yine de o deveyi ayaklarını keserek öldürdüler . Sâlih dedi kı : "- Yurdunuzda üç gün daha yaşayın !" Bu yalan olmayan bir va'd idi ." Deniliyor kı; onları buna teşvik eden, Ganem'in annesi Uneyze ile Muhtar'ın kızı Sadaka idiler. Nihayet deveyi ayaklarından keserek öldürdüler ve etlerini bölüştüler. Onun yavrusu ise, Kara denilen dağa çıktı ve üç kez böğürdü. O zaman Sâlih (aleyhisselâm) dedi ki: "- Devenin yavrusuna yetişin; belki size inecek azab önlenir." Ancak onlar, ona yetişemediler ve böğürmesinden sonra kaya yarıldı; yavru da içine girdi. Sâlih aleyhisselâm onlara: Evlerinizde, yahut dünyada üç gün daha yaşayın!" dedi. Rivâyete göre Sâlih aleyhisselâm onlara şunları da söyledi: "- Yarın yüzleriniz sapsarı; yarından sonra da laplarınızı; üçüncü gün de kapkara olacak; sonra sabah vaktinde azap sizi yakalayacak." Bu üç gün sonra azab ineceği sözü, yalan olmayan bir vaîd idi. 66"Emrimiz gelince, Sâlih ile yanında bulunan îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz senin Rabb'in kuvvetlidir, her şeye üstün ve gaalibdir ." Azabımız, yahut azabın inmesine İkşkin emrimiz gelince; - Salih'i ve onunla beraber olan mü'minleri tarafımızdan bir rahmetle, - Sâlih'i peygamberliği, - mü'minleri de îmanları sebebi ile, - o günün zilletinden, o korkunç bir sesle helâk olmaktan kurtardık. Başka bir âyette de şöyle buyrulur: "Ve necceyna-hüm min a'zabin ğakız / ve onları ağır bir azabtan kurtardık." Yahut "- Onları, kıyamet gününde gerçekleşecek rezil- rüsvalıktan kurtardık." Nitekim anılan âyetteki "ağır azab" da, böyle tefsir edilmiştir. Bu görüşe göre, yani biz onları dünya azabından kurtardıktan başka kıyamet azabından da kurtaracağız, demektir. Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye yegâne kaadir ve gaalib olandır; O'ndan başkası değil. 67"Ve zulmedenleri o korkunç ses (e's-sayha) yakalayıverdi. Yurdlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar." Azabın gelişı anlatılırken, Allah'ın dostlarının kurtarılmasının haber verilmesi, önemli olduğundan, önce o zikredildi. " e's-Sayha / korkunç ses", Cebrâîl’in (aleyhisselâm) sesidir. Başka bir rivâyete göre ise, göklerden öyle korkunç bir ses geldi ki, içinde, hem yıldırım sesi, hem de dünyadaki her çeşit ses vardı. Ve onlar bu sesi duyunca yürekleri parçalandı. A'raf (7) sûresinin 78. âyetinde ise şöyle buyrulur: "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı ve yurtlarında dizleri üstüne çöküp kaldılar." "(A'raf 7/78) Herhalde bu sarsıntı, havanın dalgalanmasına sebep olan o sesten sonra vaki olmuştur. Onların, böyle hareketsiz kalmaları herhalde azabın ilk indiği anda olmuştu. Bu ifade, azabın ne kadar şiddetli ve sür'atli indiğini bildirir. Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan Sana sığınırız! Rivâyete göre onlar yüzlerinin sarardığını, kızardığını ve karardığını görünce, Sâlih'i aleyhisselâm öldürmeye teşebbüs ettiler. Allah (celle celâlühü) da onu kurtardı ve Filistin'e gitmesini emretti. Dördüncü gün, Cumartesi günü kuşluk vakti gelince; hepsi, ölüler için kullanılan güzel kokular süründüler ve kefenlendiler, işte o anda azab gelince içleri parçalanarak helâk oldular. 68"Sanki orada hiç yaşamamışlardı . Haberiniz olsun, Semûd Kavmi, gerçekten Rabb'larını inkâr etmişlerdi . Dikkat edin ! Semûd Kavmi Allah'ın rahmetinden uzak kılındı ." Sanki onlar ülkelerinde, yahut meskenlerinde, hiç yaşamamışlardı... Semûd Kavminin küfrünün, burada sarahatle belirtilmesi, - onların hallerini kınamak - ve onların niçin Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinden uzak ve helâk bedduasına müstahak olduklarını beyan etmek içindir. 69A- "Andolsun ki İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler. . "- Selâm!" dediler . O da: "- Selâm!" dedi . B- "Ve hemen onlara kızartılmış bir buzağı getirdi." İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, o gelenler, Cebrâîl ile iki melek idi. Diğer bir görüşe göre ise, onlar Cebrâîl (aleyhisselâm), Mikâil (aleyhisselâm) ve İsrafil (aleyhisselâm) idiler. Dahhâk diyor ki: "- Onlar dokuz melek idiler." Muhammed b. Kâ'b'tan rivâyet olunduğuna göre, onlar Cebrâîl aleyhisselâm ve beraberinde bulunan yedi melek idiler. Süddî'den rivâyet olunduğuna göre, onlar, parlak yüzlü oğlanlar suretinde on bir melek idiler. Mukatil'den rivâyet olunduğuna göre ise, onlar on iki melek idiler. Âyette, meleklerin İbrâhîm'e (aleyhisselâm) müjde getirdikleri belirtildiğı halde ona gönderildikleri söylenmiyor. Çünkü onlar, aslında İbrâhîm'e (aleyhisselâm) değil, Lût aleyhisselâm kavmine gönderilmişlerdi. Nitekim melekler de: Şüphesiz biz Lût kavmine gönderildik." derler. Onların İbrâhîm'e gelmeleri ise, kendisini müjdelemek içindi. Bu sûre-i kerimeden asıl maksat, eski ümmetlerin, peygamberlerine karşı yaptıkları kötülükleri ve bundan dolayı da azaba uğratıldıklarını anlatmaktır. Meleklerin İbrâhîm'e getirdikleri müjde mutlak olup eşi Sâre'nın çocuk doğurması müjdesini de kapsar. Nitekim başka âyetlerde de bu müjdeden bahsedikr. Şöyle ki: "Biz, ona Ishaak'ı ve İshaak'ın ardından Ya'kuub'u müjdeledik.", " Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik." (Saffât 37/101) " Onu bilgin bir oğul ile müjdelediler. (Zarıyât 51/28) Bu müjde, ona zarar gelmeyeceği müjdesini de kapsar. Nitekim, "İbrâhîm'den korku gidince ve müjde kendisine gelince" meâlindeki âyet de bunu belirtir. Diğer bir görüşe göre ise, anılan müjde, Lût kavminin helâk haberidir. Ancak Lût'un melekler için mücadele etmesi, bu görüşün sıhhatine engeldir. En zâhır görüşe göre, âyetteki müjde, çocuk müjdesidir. İbrâhîm (aleyhisselâm)'ı konuklarına ikram etmek üzere hemen bir buzağı kızartması getirir. Fakat: 70A- "Onların ona el uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlara karşı içinde bir korku uyandı . B- "- Onlar dediler kı : "- Korkma ! Şüphesiz biz Lût kavmine gönderildik ." Eve bir konuk geldiğinde ikram olunan yemekten yemezse, onun hayır için gelmediği sonucu çıkarılırdı. İbrâhîm (aleyhisselâm) onları ilk gördüğünde yadırgamış idi. Çünkü onlar, İbrâhîm'in Siâ bildiği insanlardan değildi. Nitekim Zâriyat (51) sûresinin 25. âyetinde olay şöyle anlatikr: " Hani onlar (İbrâhîm'in yanına) vardıklarında: "- Selam!" demişlerdi. İbrâhim de: "- Selâm! Yabancı bunlar" demişti.." (Zâriyât 51/25) İbrâhîm (aleyhisselâm) onların, Allah'ın (celle celâlühü) sevmediği bir iş için veya kavmine azab getirmek için indiklerini sanmıştı. Onlar, İbrâhîm'in korktuğunu görünce onu teselli ettiler ve: "- Lâ tehaf / Korkma!" dediler. Hicr (15) sûresinin 52. âyetinde de şöyle buyrulur: "Kaale inna min-küm vecilûn / Dedi ki: "- Biz sizden korkuyoruz." Burada bunun zikredilmemesi, oradaki zikriyle yetinıldiği içindir. Melekler onun korkusunu tamamen izale için sözlerine Lût kavmine gönderildiklerim ilâve ederler. Meleklerin başka bir kavme gönderilmiş olmaları, İbrâhkn'in (aleyhisselâm) korkudan emin olmasını mûcibtir. Ancak zahir böyle olmakla beraber hakikatte böyle değildir. Çünkü Hicir sûresinin 57 ve 58. âyetlerinde bu konuda sarahati hâvi tafsilât vardır. Burada kelâmın veciz geçmesi, Hicr süresindeki zikriyle yetini!diği içindir. 71"O sırada İbrâhîm'in karısı ayakta duruyordu, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshaak'ı ve İshaak'ın ardından Ya'kuub'u müjdeledik: O sırada İbrâhîm'in (aleyhisselâm) karısı da perdenin arkasında ayakta duruyor ve konuşmaları dinliyordu. Yahut hizmet için o da onların huzurunda ayakta duruyordu. Ve bu söz üzerine korkunun gitmesinden, yahut kötü insanların helakinden, yahut da her ikisinden duyduğu memnuniyetle güldü. Bir görüşe göre ise, daha önce dediklerinin çıktığına güldü. Çünkü o, İbrâhîm'e (aleyhisselâm), "- Lût'u da yanına al; çünkü ben, o kavme azap ineceğini sanıyorum!" demişti. Bir diğer görüşe göre ise, "dahuket", "hayız (âdet) gördü" anlamına da gelir. Ancak bu, uzak bir görüştür. "- O sevinçten sonra elçilerimiz lisanıyla ona daha büyük bir sevinç tattırdık ve ona hem İshâk'ı hem de onun ardından Yakub'u bağışladık." Bu müjdeye her ikisi de dahildir. Bu da Yahya (aleyhisselâm) ile müjdelenme kabilindendir. Burada müjde İbrâhîm'in aleyhisselâm karısına tevcih edilmiştir. Oysa bu müjdede asıl olan İbrâhîm'dir aleyhisselâm Nitekim Saffat (37) sûresinin 101 ve Zâriyat (51) sûresinin 28. âyetlerinde müjdelenen İbrâhîm'dir aleyhisselâm Ancak burada karısının müjdelenmesi, - müjde konusu çocuğun ikisinden dünyaya geleceğini bildirmek, - hem de karısının çocuk doğurmayı çok arzu eden kısır bir kadın olduğu içindir. 72"O şöyle dedi: Vay başıma gelenler! Ben, bir kocakarı, bu kocam da yaşlı biri iken çocuk mu doğuracağım. Şüphesiz bu, çok şaşılacak bir şey. Bu müjde verildiğinde, İbrâhîm'in karısı doksan veya doksan dokuz; İbrâhîm aleyhisselâm ise yüz yirmi yaşında idi. İbrâhim'in (aleyhisselâm) karısının hak kendi halinden önce zikredilmiştir. Çünkü onun halı, çocuk yapmak imkânından daha çok uzaktır. Zira bazen yaşlı bir erkeğin genç bir kadından çocuğu olabilmektedir. Bir de, müjde, sarih olarak İbrâhîm'in (aleyhisselâm) karısına yönelikti. Bu iki yaşlı insandan bir çocuk dünyaya gelmesi elbette şaşırtıcı idi.. Başka bir ifadeyle: "- Allah'ın (celle celâlühü) kulları için koyduğu sünnete göre bu şaşılacak bir şey!" idi. 73"Melekler de şöyle cevap verdiler: "- Allah'ın emrine mi taaccüb ediyorsun? Ey ev halkı (ehl-i beyi), Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedd. Gerçekten O, övülmeye lâyıkdır, (Hamîd) çok lütuf ve ihsan sahibidir (Mecîd)." Melekler dediler ki: "- Allah'ın (celle celâlühü) kudretinden, hikmetinden, yaratmasından, şânından mı hayrete düşüyorsunuz?" Melekler, Sâre'nin taaccübünü yadırgadılar. Çünkü Sâre, bu güne kadar, - nübüvvet evinde, - vahyin ve âyetlerin nazil olduğu yerde, - mucizelerin ve harikulade işlerin gerçekleştiği bir ortamda yaşıyordu. Bu itibarla bu gibi hâdiseler karşısında vakarlı olmalıydı ve diğer kadınların hayretle karşıladıkları bu gibi hallerde şaşırmamalıydı. "- Ey ev halfa! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir." ifadesi bunu işaret eder. Yani Allah'ın (celle celâlühü) her şeyi kuşatmış olan rahmeti ve bereketleri ve ezcümle evladın bahsedilmesi, sizin üzerinizdedır. Diğer bir görüşe göre ise, buradaki rahmet, peygamberlik; bereketler de, Isrâiloğullarının boyları demektir. Çünkü İsrâiloğullarına gönderilen Peygamberler bu boylardandır ve onların hepsi de, İbrâhîm (aleyhisselâm) evlâdındandır. Hulâsa, bu makam, "taaccüb makamı" değildir. Çünkü Allah her şeye kaadirdir. "- Ve ey nübüvvet, fazilet ve kurbiyyet, "Allah'a yakınlık "evinin halkı, siz diğerleriyle bir değilsiniz. Aksine Allah'ın (celle celâlühü), - bütün hayırlarının kaynağı, - her şeyi kuşatan rahmeti ve bereketi; yahut - çoğalan hayırları ve geniş rahmeti, - O'nun kudretinden doğan feyizleri sizinle beraberdir; hiçbir zaman sizden ayrılmayacaktır." Allah (celle celâlühü) övülmeyi gerektiren her iyilığin yegâne yaratıcısıdır; O'nun, kullarına hayır ve ihsanı sonsuzdur. Bu cümle, bundan önceki cümlenin illeti mahiyetindedir. 74"İbrâhîm'den korku gidince ve müjde kendisine gelince o, Lût kavmi hakkında Bizimle mücadeleye girişti. O meleklerden dolayı - İbrâhîm'in (aleyhisselâm) içine düşen korku zail olunca, - onların geliş sebeblermı öğrenerek kalbi tamamen mutmain olunca, - ve üstelik müjdelenince Lût (aleyhisselâm) kavmi hakkında bizim elçilerimizle tartışmaya girişti. 1- Eğer bu müjde, meleklerin "Korkma!.." sözleriyle tefsir edilirse, sebeb- sonuç ilişkisi, korkunun gitmesi ve tartışma için moralinin yerine gelmesidir. 2- Eğer bu müjde, bir çocuğu olacağı yahut onu da kapsayan bir mânâda tefsir edilirse, sebeb-sonuç ilişkisi kendisinin ve bütün ailesinin selâmetiyle kalben mutmain olmasıdır. İbrâhîm'in (aleyhisselâm) meleklerle tartışması şöyle olmuştur: Melekler, kendisine, "- Biz muhakkak bu kasaba halkını helâk edeceğiz!" demişlerdi. İbrâhîm (aleyhisselâm) de, onlara sormuştu: "- Bana söyler misiniz ... - Eğer o kentte mü’minlerden elk kişi olsa, yine orayı helâk edecek misiniz? Melekler de: - Hayır, helâk etmeyiz! dediler. İbrâhîm aleyhisselâm: - Pek iyi, kırk kişi olsa? dedi. Melekler yine: - Hayır! dediler, İbrâhîm aleyhisselâm: - Pek iyi, otuz kişi olsa? dedi. Melekler yine: - Hayır! dediler. Nihayet İbrâhîm aleyhisselâm, on kişiye kadar indi. Melekler yine: - Hayır! dediler. İbrâhîm aleyhisselâm: - Pek iyi, o kentte tek bir Müslüman olsa, orayı helâk edecek mısınız? dedi. Melekler yine: - Hayır! dediler. O zaman İbrâhîm aleyhisselâm; - İşte orada Lût var! dedi. Melekler dediler ki: - Orada kim olduğunu biz daha iyi biliriz. Lût'u ve ailesini biz mutlaka kurtaracağız! Eğer denilse ki; bu kelâmdan ilk anlaşılan mânâ şudur: İbrâhîm aleyhisselâm, kendisinden korku gitmeden önce de o meleklerin, Lût aleyhisselâm kavminin helaki İçin gönderildiklerini biliyordu. Fakat İbrâhîm (aleyhisselâm) kendi nefsiyle meşgul olduğu için meleklerle tartışmamıştır. Nihayet kendisinden korku gidince, tartışmak için zaman bulmuştur. Oysa ki, korkunun gitmesi, bunu öğrenmeden önce idi. Nitekim "De kı: Korkma! Şüphesiz biz, Lût'un kavmine gönderildik." buyurulmaktadır. Buna cevaben deriz ki; Lût aleyhisselâm, İbrâhîm'in aleyhisselâm şerîatine bağlıydı ve onun kavmi de, o şeriatla mükellef bulunuyordu. Bunun için. İbrâhîm aleyhisselâm, meleklerden görebileceğini görünce, hem kendi nefsi İçin, hem de Lût aleyhisselâm kavminin de dahil olduğu bütün ümmeti için endişe etmeye başladı. Bu endişenin, meleklerin, "Korkma!" sözünden önce olduğu noktasında hiç şüphe yoktur. İbrâhîm'in (aleyhisselâm), "Korkma!" emrinden sonra öğrendiği, ise, helakin Lût aleyhisselâm kavmine mahsus olması; onların ise buna dahil olmadıklarıdır. Bunu iyice düşünmak gerek. 75"İbrâhîm gerçekten yumuşak huylu, çok içli, kendisini Allah'a vermiş biriydi." İbrâhîm aleyhisselâm kendisine kötülük edenlerden intikam almakta acele etmeyen, günahlarından dolayı çok ahlar, vahlar çeken, insanlar için üzülen ve kendisini tamamen Allah'a celle celâlüh adamış biriydi. İbrâhîm'in aleyhisselâm mezkûr güzel vasıflarının sayılmasından maksat, kendisini bu tartışmaya sevk eden şeylerin beyan edilmesidir. 76"Melekler dediler ki: - Ev İbrâhîm, bundan vazgeç! Çünkü şüphesiz Rabbinin azap emri gelmiştir ve geri çevrilmeyecek bir azap onlara mutlaka verilecektir." Melekler İbrâhîm'e aleyhisselâm dediler ki; sen bu tartışmadan vazgeç! Çünkü şüphesiz Rabbinin, ezelî hükmüne göre cereyan eden emri gelmiştir ki, bu emir, zamanında varlıklara taallûk ettiği veçhile, kâinatın bu hârika nizamını gerektiren ezeli irade ve ilâhî inayettir. İşte buna kader denilmektedir. Ve şüphesiz bu kader, ne tartışma ile, ne de dua ile ve ne de başka bir şekilde geri çevrilmez. 77"Elçilerimiz, Lût'un yanına gelince, Lût onlar için tasalandı ve onlar sebebiyle sıkıldı da: - Bu çetin bir gün, dedi." Lût aleyhisselâm, okması muhtemel kötülüğü önlemekten aciz olduğu ve çaresiz bulunduğu için, meleklerin evinde bulunmaları onun canını çok sıkmış ve kendisini, büyük endişeye sevk etmişti. İşte bunun için "Bu, zor bir gün!" demişti. İbn Abbâs diyor ki: "O melekler, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) yanından Lût'un aleyhisselâm yanına vardılar. O iki kent arasındaki uzaklık, dört fersahtı. Ve melekler Lût'un (aleyhisselâm) yanına, henüz sakalları bitmemiş yakışıklı gençler suretinde girdiler. Lût aleyhisselâm onları normal insan zannettiği için kendi kavminin, onlara bir kötülük yapmaya kalkışmasından ve kendisinin de buna engel olamamasından endişe etmişti." Rivâyet olunur ki, Allah (celle celâlühü) meleklere şöyle buyurdu: - Lût, onlar hakkında dört kez şahadette bulunmadan önce onları helâk etmeyin! Lût aleyhisselâm, melekleri kendi evine götürürken, onlara: - Bu kentin durumunu duymadınız mı? diye sordu. Melekler de: - Bu kentin durumu nedir ki? dediler. Lût aleyhisselâm da: - Ben şahadet ederim ki, yeryüzünde bu kent kadar kötü bir kent yoktur. Lût bunu dört kere tekrarladı. Fakat Lût'un karısı gidip kavmine haber verip dedi ki: - Şu anda Lût'un evinde öyle genç erkekler var ki, onlar kadar yakışıklı genç hayatımda hiç görmedim." 78A- "- Lût'un kavmi koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût dedi ki: - Ey kavmim! İşte kızlarım, sizin için onlar daha temizdir." Lût (aleyhisselâm) konuklarıyla beraber evinde iken onun kavmi, kendi akıllarınca konuklarıyla fuhuş yapmak için onun yanına koştular. Onlar bundan önce de o kötü işi yapıyorlardı ve bu çirkin fiil o kadar kanıksamışlardı ki, onu bir kabahat olarak da görmüyorlardı. İşte bundan dolayı onlar, hiç utanmadan alenî olarak koşarak gelmişlerdi. Lût (aleyhisselâm) onlara dedi ki: - Ey kavmim, işte kızlarım, onlarla evlenebilirsiniz. Bu insanlar, daha, önce Lût'un kızlarıyla evlenmek istemişlerdi, fakat Lût onların kötülüklerinden ve kendi kızlarına denk olmadıklarından dolayı onlarla evlenmelerine razı olmuyordu. Yoksa meşruiyyet bakımından bir engel söz konusu değildi. Çünkü o zaman müslüman hanımlar, kâfir erkeklerle evlenebiliyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kızını Utbe b. Ebû Leheb'le ve Ebü'l-As b. Rebî' ile evlendirmışti ve her ikisi de kâfirdi. Diğer bir görüşe göre ise, Lût kavminin, emirleri dinlenen iki reisi vardı. Lût kızlarını onlarla evlendirmeyi teklif etmişti. Hangi tefsire göre olursa olsun, Lût (aleyhisselâm) bu hareketiyle konuklarını korumak istemişti. Onun bu yaptığı, faziletin zirvesidir. Bir diğer görüşe göre ise, Lût'un (aleyhisselâm) bu sözü maksadını aşan bir söz olup aslında kızlarını onlarla evlendirmeyi kast etmemişti; fakat, onlara ziyadesiyle tevazu göstermek ve onların yapmak istediklerinin yerine her şeyi verebileceğini göstermek anlamında söylemişti. Lût (aleyhisselâm) umuyordu ki, bu sözü duydukları zaman kendisinden utanırlar; ona acırlar da, bu teşebbüslerinden vazgeçerler. Bununla beraber hem Lût (aleyhisselâm), nem de onlar gayet açık biliyorlardı ki, kendileri ile Lût'un kızları arasında evlilik olamaz. Onların bundan sonra gelecek; "Ant olsun ki, senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığım biliyorsun." sözlerine de en uygun izah budur. B- "- Allah'tan korkun ve misafirlerim arasında beni rezil etmeyin. İçinizde akü başında bir adam yok mu?" Fuhşu terk etmek, yahut kızlarımla evlenmeyi tercih etmek konusunda Allah'tan (celle celâlühü) korkun ve konuklarımı ve onların önünde beni rezil etmeyin! Zira bir insanın konuklarını ve komşularını rezil etmek, o insanı rezil etmek demektir. Sizin içinizde, apaçık hakka hidâyet olacak ve çirkin bâtıldan yüz çevirecek aklı başında bir adam yok mu? 79"Dediler ki: - Ant olsun ki senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin." Onlar, Lût'un (aleyhisselâm), kendilerine öğütledıği Allah'ın (celle celâlühü) takvası ile kendisini rezil etmemek emrinden yüz çevirerek onun ilk kelâmına cevap olarak, senin kızlarında bizim gözümüz yok, dediler. Bu sözleriyle, Lût'un aleyhisselâm bu konudaki bilgisini de kanıt göstererek demek istiyorlardı ki, sen de biliyorsun, bizimle senin fazların arasında bir evlilik söz konusu olamaz. Senin bu teklifin, olmayacak bir tekliftir ve bizim öyle bir arzumuz da yoktur. Sen zaten bizim sadece erkekleri istediğimizi biliyorsun. 80"Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim!" Yaptığınız bu terbiyesizliğe karşı keşke sizi def edecek bir gücüm olsaydı, yahut onun yardımıyla sizden korunmak için çok güçlü bir yardımcıya sığınabilseydim! Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah, kardeşim Lût'a rahmet eylesin! O, sağlam bir yere sığmıyordu." Lût aleyhisselâm evinin kapısını konukları üzerine kapattı ve kendisi kapının önünde o sapıklarla mücadele etmeye başladı. O sapıklar ise, duvarların üstünden eve girme girişiminde bulundular. 81A- "Melekler dediler ki: -Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana bir kötülük dokunduramaz-lar. Sen geceleyin bir ara aileni al, git." Nihayet melekler, Lût'un aleyhisselâm çok üzüldüğünü ve kavmine karşı müdafaadan âciz olduğunu görünce, kendilerinin melek olduğunu açıkladılar ve ona sapık kavminden bir zarar gelmeyeceği müjdesini verdiler. O zaman Lût aleyhisselâm da kapıyı açtı. Onlar da içeri girdiler. İşte o zaman Cebrâîl (aleyhisselâm), onları cezalandırmak için Rabbinden izin istedi. Allah (celle celâlühü) da ona izin verdi. Bunun üzerine Cebrâîl aleyhisselâm gerçek suretinde ayağa kalkıp iki kanadını açtı. Üzerinde, inci dizileriyle süslenmiş bir askı bulunuyordu. On dişlen parlıyordu. Cebrâîl aleyhisselâm kanadını onların yüzlerine çarparak hepsinin gözlerini kör etti. Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "Biz de onların gözlerini kör ettik." (Kamer 54/37) Böylece onlar yolu göremez oldular. El yordamı ile yolu bulup dışarı çıkmaya çalışırlarken, "İmdat, imdat! Lût'un aleyhisselâm evinde büyücüler var!" diye bağırıyorlardı. B- "- Karından başka sizden hiç kimse geride kalmasın." Onlara, senden ve ailenden hiçbir kimse geride kalmasın, yahut arkasına bakmasın, diye emredildi ki, olanca gayretleriyle yürüsünler. Çünkü arkasına bakan, mutlaka biraz durmak zorunda kalır. Yahut sizden hiçbir kimse arkasına bakmasın ki, onlara inen azabı görüp de kendilerine acımayasınız... "Karından başka" istisnası, "Geceleyin bir ara aileni al, git" emri ile ilgili de olabilir, "Sizden hiçbir kimse"nin bedel ve izahı da olabilir. "Çünkü onlara gelecek olan azap, şüphesiz ona da isabet edecektir." Rivâyet olunur ki, Lût aleyhisselâm geceleyin ailesini alıp yola çıkınca karısı da onların peşine düştü. Sonra karısı, inen azabın sesini duyunca, dönüp geriye baktı ve "Vah kavmime!" dedi. O anda bir taş ona isabet edip kendisini öldürdü. Bu ifade tarzı, onlara isabet eden azabın pek çetin olduğunu bildirmektedir. "Onlara vaat edilen helâk zamanı sabah vaktidir." Bu ifade, geceleyin ailesini alıp gitmesi emri ile süratli yürümeyi teşvik etmek için arkalarına balem ama emrinin sebebi mahiyetindedir. Sabah pek yalcın değil mi? . Bu cümle de, mezkur illetin tekidi mahiyetindedir. Zira sabahın pek yakın olması, azap yerinden uzaklaşmak için geceleyin süratli yürümeyi gerektirmektedir. Rivâyet olunur kı, Lût (aleyhisselâm) meleklere: - Onlara vaat edilen helâk vakti ne zamandır? diye sordu. Melekler de: - Sabah vaktidir, dediler. Lût aleyhisselâm da: - Öyleyse ben süratle gitmekyim, dedi. Melekler de: - Evet! dediler. Onların helâk zamanı, sabah vakti olarak tayin edildi, çünkü sabah vakti, dinlenme ve rahat zamanı olduğundan, o vakitteki azap daha feci olur. Bir de, o vakitteki azap, görenler için daha ibret vericidir. 82"Emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine siecîlden azap için hazırlanmış taşlar yağdırdık." Azabımızın vakti ve vaat edilen zamanı olan sabah vakti gelince, Lût (aleyhisselâm) kavminin, Mü'tefikât denilen kentlerinin altinı üstüne getirdik. Bunlar beş kent olup oralarda dört yüz milyon insan yaşıyordu. Bu kentlerin altını üstüne getirmekle de, altüst olma hak gerçekleşebildiği halde âyette bu şekilde ifade edilmesi, durumun ne kadar korkunç ve feci olduğunu ifade etmek içindir. Zira onların karargahı ve meskenleri olan yerin üstünü altına getirmek, aksini de gerektiriyorsa da, onlar için bunun aksinden daha çetin ve ağırdır. Rivâyet olunuyor ki, Cebrâîl (aleyhisselâm) kanadını o bölgenin altına koydu, sonra onu göklere doğru kaldırdı ve o kadar yükseklere çıkardı ki, gök ehli, onların köpeklerinin ve horozlarının seslerini duymaya başladılar. Sonra da o toprakları onların üstüne ters çevirip bıraktı. Âyette taş yağdırma fühnin., Allah'ın (celle celâlühü) zamirine isnat edilmesi, gerçek müsebbibin O olması itibarıyla, durumun vahamet ve korkunçluğunu göstermek içindir. Sıccîi, taşlar, taşlaşmış balçık demektir. Nitekim başka âyette de, "Balçıktan taşlar" denilmektedir. Yahut gönderilen taşlar, ya da bolca taşlar demektir. Allah'ın (celle celâlühü), üzerlerine, kendileriyle onları azap edeceğini yazdığı taşlar veya cehennem taşları demektir. 83A- "O taşlar Rabbin katından işaretlenerek yağdırılmıştır". Azap için işaretlenmiş taşlar yağdırılmıştır. Bir görüşe göre o taşlar, beyaz ve kırmızı renkleriyle, yahut yeryüzünün taşlarından ayırt edilecek bir görünüm ile, yahut taşı atan kimsenin adı ile işaretlenmişlerdi. Rabbinin katında, kendisinden (celle celâlühü) başka kimsenin tasarruf edemediği Rabbinin hazineleri demektir. B- "- O taşlar zâlimlerden hiç de uzak değil." O anlatılan taşlar, her zâlime yakındır. Zira o zâlimler, zulümleri sebebi ile buna müstahak bulunuyorlar. Bu ilâhî kelâm, bütün zâlimler için pek ağır ve çetin bir vaattir. Peygamberımız'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi bu âyetteki zâlimlerin kim olduklarını Cebrâîl’e sormuş ve o da demiş ki: "Yani senin ümmetinin zâlimleri demektir. Onlardan her bir zâlim, her an için, kafasına düşecek bir tasa maruzdur." Diğer bir görüşe göre ise, yani o ilâhî azaba uğramış olan kentler, Mekke zâlimlerinden uzak değildir; bu bölge, Mekkekler'ın Şam yolu üzerinde idi. 84"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik. Dedi ki: - Ey kavmim Allah'a ibadet edin! Sizin O'ndan başka hiçbir İlahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı da eksik tutmayın. Zira kadar ben sizi varlık içinde, görüyorum. Ve ben gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." A- "- Medyen'e de kardeşleri. Şuayb'i gönderdik." Yani İbrâhîm'in (aleyhisselâm) oğlu Medyen evlâdına... Yahut Medyen kelimesi, galebe yolu ile kabilenin adı olmuştur. Yahut Medyen halkına... Medyen, bu zatın kurduğu ve bundan dolayı onun adının verildiği kenttir. Şuayb'in (aleyhisselâm) onlara kardeşlıği, nesep kardeşlığidir. Şuayb (aleyhisselâm), Mîkîl'in oğlu, o da Yeşcur'un oğlu ve o da Medyen'in oğludur. Şuayb'in aleyhisselâm, kavmine hitabı pek güzel olduğundan, kendisine Peygamberlerin Hatibi denilirdi. B- "- Dedi ki: - Ey kavmim Allah'a ibadet edin! Sizin O'ndan başka hiçbir İlahınız yoktur." Bu cümle, tevhidin tespiti ve bu emrin illeti mahiyetindedir. C- "- Ölçüyü ve tartıyı da eksik tutmayın. Zira kadar ben sizi varlık içinde görüyorum." Bu cümleden önce Allah (celle celâlühü) onlara dinin temel umdesini ve mükelleflere ilk vacip olanı emrettikten sonra bu cümlede de, kendilerine onların sürekli olarak itiyat edindikleri eksik verip fazla almak prensibini yasaklamaktadır. Yani insanların haklarını eksik vermek için ölçüyü ve tartıyı eksik kullanmaya tevessül etmeyin. Zira kadar ben sizi geniş servet: içinde, görüyorum; bu servetiniz buna ihtiyaç birakmamaktadır. Yahut ben sizi Allah'ın nimeti içinde, görüyorum; bu nimetin hakkı ve şükrü olarak, siz buna, yaptığınız haksızlık ve insanlara üstünlük taslamak ile karşılık vermemelisiniz. Yahut ben sizi hayır içinde görüyorum; siz bu hayrı, her zaman içinde bulunduğunuz şer ile kaldırmayınız. Bu cümle, geçen olumsuz emrin illeti mahiyetindedir. Bundan sonra gelecek cümle de ikinci illetidir. D- "- Ve ben gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." Eğer siz bu yaptıklarınıza son vermezseniz, ben sizin için öyle bir azaptan korkuyorum ki, sizden hiçbir kimse ondan kurtulmayacaktır. Bu azaptan murat, kıyamet gününün azabıdır, yahut tamamen yok edici olan azaptır. Bu ifade, geçen olumlu ve olumsuz her iki emrin de sebebi mahiyetinde olabilir. 85"Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle kullanın; insanlara eşyasını eksik de vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak da dolaşmayın!" A- "- Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle kullanın; " Yani ölçüyü ne fazla, ne de eksik kullanın. Zira kendi malından başkasına ölçerken ve tartarken fazla vermek, takdire şayan ise de, ölçü ve tartı aletlerinde fazlalık hilesini yapmak da, başkasının hakkını eksik vermek gibi mahzurludur. Her halde kullanımdaki fazlalık, kendisi için ölçmek, kullanımdaki eksiklik de, başkası için ölçmek hak içindir. Bundan önce, ölçü ve tartının eksik tutulmaması emredildikten sonra burada da her ikisinde adaletin sarahatle emredilmesi, insanları adaleti tam olarak gerçekleştirmeye ve hakları eksiltmemeye ziyadesiyle sevk etmek ve bir de şu noktaya dikkat çekmek içindir: Onların sadece haklan eksik vermekten el çekmeleri yeterli değil, fakat ifsat ettikleri ve zulümlerine ölçü ve düşmanlıklarma kanun yaptıklarını da düzeltmeleri gerekir. B- "- insanlara eşyasını eksik de vermeyin." Yani insanların ölçü ve tartı ile satın aldıkları şeyleri, ölçü ve tartının noksan olmaları ve âdil olmamaları sebebi ile eksik vermeyin. Bu husus, daha önceki emirler zımnında anlaşıldığı halde burada sarahatle zikredilmesi, hakların noksan verilmesine ilişkin zikredilen korkutma ve zecirden sonra, buna ziyadesiyle önem atfetmek ve hakların ifasını teşvik içindir. Muhtemeldir ki, daha önce zikredilen ölçüyü ve tartıyı adaletle kullanmaktan murat, ölçülen ve tartılan mallarda hakkaniyetin ifasıdır ve insanlara eşyasını eksik vermemek emri de, genel olup miktardaki eksikliği de, başkasını da kapsamaktadır. Buna göre bu ifade, tahsisten sonra tamim kabilinden olur. Nitekim şöyle buyurulmuştur: C- "Yeryüzünde bozguncular olarak asv (ifsat) etmeyin." Zira yeryüzünde asv; hırsızlık, yol kesmek ve yağmacılık yapmaktır. Bu âyette "bozguncular olarak" denilmesinin faydası, Hızır'ın (aleyhisselâm) gemiyi delmesi ve o oğlanı öldürmesi gibi, ıslah maksadıyla yapılanları bundan istisna etmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise, yani öbür dünya hayatınızı ve dinî hayırlarınızı ifsat ederek bozgunculuk yapmayın, demektir. Bir başka görüşe göre ise, insanlara eşyasını (mallarını) eksik vermemek, muamelelerde haksız yere ondalık gibi komisyonlar almamaktır. 86"Eğer siz îman etmiş iseniz, Allah'ın kazançtan size bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir bekçi de değilim." A- "- Eğer siz îman etmiş iseniz, Allah'ın kazançtan size bıraktığı, sızın için daha hayırlıdır.". Sız haramlara bulaşmaktan temiz kaldıktan sonra Allah'ın (celle celâlühü) size bıraktığı helal kazançlar, sizin başkasının hakkını eksik verip kendi hakkınızı ise fazla almakla biriktireceğiniz servetten daha hayırlıdır. Çünkü bu servet, savrulan toz gibidir; hatta siz onda hayır olduğunu iddia etseniz de, tamamen serdir. Nitekim diğer bir âyette de meal olarak, "Allah, faizi yok eder; sadakaları ise bereketli kılar" (Bakara 2/276) denilmektedir. Ancak bu, sızın îman etmiş olmanız şartına bağlıdır. Çünkü bunun daha hayırlı olması, kurtuluşu ve mükâfatı gerektırmesıyledir. Bu ise, kaçınılmaz olarak îman etme şartına bağlıdır. Yahut, eğer siz Benim size söylediklerimde Beni tasdik ediyorsanız, demektir. Âyetteki bakiyyenin (Allah'ın bıraktığı), itaatler demek olduğunu ileri süren bir görüş de vardır. Nitekim başka bir âyette de meal olarak, "Hûd bakiyyeler, Rabbin katında daha hayırlıdır" (Kehf 18/46) denilmiştir. Bir kırâata göre, anılan kekine takıyye olarak da okunmuştur. Buna göre, günah işlemekten sakınmak, anlamında olur. B- "- Ben sizin üzerinize bir bekçi de değilim." Ben sizi, çirkin işlerden koruyacak bekçiniz değilim. Ben sizin amellerinizi koruyup karşılığını verecek de değilim. Ben ancak öğütçü ve teblığcıyım. Ve bunda mazurum; çünkü sizi uyardım ve bunun için hiçbir gayretimi de esirgemedim. Yahut siz yaptığınız kötülüklere son vermediğiniz takdirde Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerini koruyacak değilim. 87"Dediler ki: - Ey Şuayb! Babalarımızın taptıkları putları, yahut mallarımızda istediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Halbuki sen hiç şüphesiz yumuşak huylu ve çok akıllısın." A- "- Dediler kı: - Ey Şuayb! Babalarımızın taptıkları putları, yahut mallarımızda istediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?" Şuayb'ın (aleyhisselâm), onların putlara tapmamalarını da içeren, yalnız Allah'a ibadet etmeleri emrine, onlar böyle karşılık vermişler ve cevaplarında da o kadar ileri gitmişler ki sapkınlık ve dalâletin en uç mertebesine varmışlardır. Nitekim onlar, bunu emreden vahyi inkâr etmekle yetinmeyip bu emrin, akıl ve izan işi olmadığını, vesvese ve cinnet sonuçlarından olduğunu iddia etmişler ve istifhamlarını bunun üzerine bina ederek istihza yoluyla, "Vesvese sonuçlarından ve delilerin işlerinden olan namazın mı bizim atalarımızdan tevarüs ettiğimiz putlara tapmayı terk etmemizi emrediyor?" demişlerdir. Şuayb'den (aleyhisselâm) sâdır olan, Allah'a (celle celâlühü) ibadet emri ile diğer dinî hükümler olduğu halde onlar, bu sözlerinde kendisini memur addetmişler, çünkü Şuayb kendiliğinden onlara bunu emretmiyordu, mutlaka vahiy ile bunu emrediyordu ve vahyi kendilerine tebliğ etmekle memur olduğunu onlara anlatıyordu. Onlar, peygamberlik hükümleri içinden emri namaza tahsis etmişler. Çünkü Şuayb (aleyhisselâm) çok namaz kılmakla meşhur idi ve onlar, onun namaz kıldığını gördükleri zaman gözleriyle işaretleşip gülüşüyorlardı. İşte bundan dolayı diğer dinî şiarlar içinden namaz onların maskarası olmuştu. Onlar, "mallarımızda istediğimizi yapmayı" sözleri ile de, Şuayb'ın (aleyhisselâm), hakları ifa etmeleri ile ölçü ve tartıda adaleti gerçekleştirmelerine ilişkin emrine cevap vermişlerdir. Yani senin namazın mı, bizim mallarımızı istediğimiz gibi fazla veya eksik verip almayı terk etmemenizi emrediyor? B- "- Halbuki sen hiç şüphesiz yumuşak huylu ve çok akıllısın." Onların, Şuayb'ı (aleyhisselâm) bu iki vasıf ile vasıflandırmaları, istihza yoluyladır; asıl maksatları ise, kendisini bu vasıfların zıtları ile vasıflandırmaktır. Bu da, "Tat bakalım, hanı sen kendince üstündün, şerefli idin" (Duhân 44/49) mealindeki âyet kabilindendir. Bu kelâm, o zikrettiklerinin imkânsız olmasının illeti mahiyetinde de olabilir. Yani sen kendi iddiana göre yumuşak huylu ve çok akıllısın gibi. Şuayb'in (aleyhisselâm) bu iki vasıf ile gerçekten vasıflandırılmış olmasına ise, istihza makamı engeldir. Ancak bazılarının dediği gibi, eğer namazdan, din kastedilirse, o takdirde olabilir. 88"Şuayb dedi ki: - Ey kavmim! Pek iyi, benim, Rabbim tarafından verilmiş apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızk vermiş ise, buna ne dersiniz? Ben size yasakladığım şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum, Ben ancak gücüm yettiği kadar sizi ıslah etmek istiyorum. Zaten benim başarım ancak Allah'ın yardımıyladır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na döneceğim." A- "Şuayb dedi ki: - Ey kavmim! Pek iyi, benim, Rabbim tarafından verilmiş apaçık bir dek-km varsa ve O bana tarafından güzel bir rızk vermiş ise, buna ne dersiniz?" Onların, Şuayb'in emirlere ve yasaklara ilişkin sözlerini mesnetsiz saymalarına karşın, o da, Allah'ın, kendisine verdiği peygamberlik ve hikmeti apaçık delil olarak ifade etmiştir. Şuayb'in apaçık bir delile dayandığı kesin iken, bunu zahiren şüphe bildiren şart cümlesiyle ifade etmesi, daha önce benzerlerinde zikrettiğimiz gibi, muhatapların hâlini ve tartışmada güzellıği gözetmek içindir. Burada güzel rızktan murat, yine peygamberlik ve hikmettir. Onların bu şekilde ifade edilmeleri, peygamberlik ile hikmetin, apaçık delil olmakla beraber aynı zamanda güzel rızk olduklarına dikkat çelemek içindir. Nasıl olmasın ki, bu, hem Şuayb için, hem de ümmeti için ebedî hayatın yegâne vesilesidir. Yani ey kavmim! Siz beni beyinsiz ve sapkın zümresine dahil ettiniz; benden sâdır olan emirleri ve yasaldan hiçbir akıl sahibinin ağzına almayacağı şeyler kabilinden saydınız; onları vesvese ve cinnet sonuçlan olarak vasıflandırdınız; benimle ve yaptıklarımla alay ettiniz; hatta benim size emrettiğim tevhit ile putlara tapmanın terkinin ve ölçü ile tartıda adaletsizlikten sakınmanın, aldın emrettiği ve zekânın hükmettiği şeylerden okmaclığını ve ancak vesvese ve cinnetin bir işi olan namazımın emri olduğunu söylediniz. Simdi bana söyler misiniz; eğer ben, Rabbim ve bütün işlerimin Mâliki tarafından bana verilmiş peygamberlik ve hikmet üzerinde isem -ki peygamberlik mertebesinin ötesinde bir kemal mertebem yoktur; onun ötesinde arzu edilecek daha büyük bir nimet de mevcut değildir- ve Allah (celle celâlühü) bana bu güzel rızkı ihsan etmişse, sız, benim ve fiillerim hakkında, içinde hiç hayır olmayan ve daha şerksi bulunmayan o sözleri yine söyleyecek misiniz? Bu âyetin izahları içinde sibak ile siyakın gereği olan ve kelâm-ı kerimin müsait olduğu en güzel izah budur. "Ben size yasakladığım şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum, Ben ancak, gücüm yettiği kadar sizi ıslah etmek istiyorum." Adaletsiz ölçü ve tartıyı size yasaklamaktan maksadım, sizi bundan vazgeçirdikten sonra size muhalefet ederek kendim tek başıma bu adaletsizliği yapmam değildir. Benim bu emir ve yasaklardan yegâne maksadım, gücüm yettiği kadar öğütlerim ve nasihatlerimle sizi ıslah etmektir. Buradaki "gücüm yettiği kadar" kaydı, kısmî ıslah ile yetinmediğini ifade etmek içindir. Yoksa kendi imkânında olmayan ıslahı kastetmeınektedir. B- "- Zaten benim başarım ancak Allah'ın yardımıyladır." Benim fırsatını kolladığım, ıslahınızı başarmam, ancak Allah'ın (celle celâlühü) desteği ve yardımıyla mümkün olabilir, ıslahı yaratan ancak O'dur. Bense ancak onun zahirî unsurlarındanim. Şuayb (aleyhisselâm), hakkı tahkik etmek ve "gücüm yettiği kadar" ifadesinden anlaşılabilen kendi iradesiyle bunu gerçekleştirmek vehmini gidermek için bunu söylemiştir. C- "- Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na döneceğim." Bu ıslah faaliyetlerimde yalnız Allah'a (celle celâlühü) dayandım; başkasından tamamen yüz çevirdim. Zira her şeye yegâne kaadir olan, O'dur; O'ndan başkası ise, haddi zatında tamamen âcizdir; hatta yok mertebesinde olup itibar derecesinden, yardım ve destek mertebesinden tamamen uzaktır. Ve bu işimde her zaman O'na dönerim. Şöyle de tefsir edilebilir: Benim yapıp yapmadığım bütün işlerimde hakka ve doğruya muvaffak olmam, ancak Allah'ın hidâyeti ve yardımı ile olabilir. Ben yalnız O'na tevekkül ettim. Bu ifade, zatî ve fiilî tevhide işarettir. Ve ben bütün işlerimde bütün varlığımla yalnız O'na dönerim. Tevekkül için geçmiş fiil kipi kullanıldığı halde dönmek için gelecek fiil kipinin kullanılması, bunun sürekliliğini ifade etmek içindir. Şuayb'ın (aleyhisselâm) onlara hitabında nezaket, ince bir tenezzül gösterdiği, güzel komşuluk ve tartışma kurallarını gözettiği, islerinde Allah'tan başarı ve yardım dilemekle hakkın asıl sebebine işaret ettiği, kâfirlerin onun davasından vazgeçme umutlarını tamamen kestiği, onların inançlarıyla alakası olmadığını gösterdiği ve onların düşmanlıklarına hiç aldırmadığı bu sözlerinden gayet açık olarak anlaşılmaktadır. Onun, "Ben ceza ve mükâfat için yalnız Allah'a döneceğim" sözü ile onları tehdit ettiği görüşü ise, isabetli değildir; çünkü âyetin metnindeki mabet fiili, ihtiyarî olarak Allah'a (celle celâlühü) dönmek anlamındadır; ceza ve mükâfat için zorunlu olarak O'na dönmek anlamında değildir. 89"Ve ey kavmini! Bana düşmanlığınız, Nûh kavminin, Hûd kavminin veyahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi sizin başınıza bir felâket getirmesin! Zaten Lût kavmi de sizden uzak değildir." A- "Ve ey kavmim! Bana düşmanlığınız, Nûh kavminin, Hûd kavminin veyahut Hûd kavminin başlarına gelenler gibi sizin başınıza bir felâket getirmesin!" Ey kavmim! Sizin bana olan düşmanlığınız, sakın ola ki, Nûh (aleyhisselâm) kavminin başına gelen tufanda boğulma musibeti, yahut da Hûd (aleyhisselâm) kavminin başına gelen fırtına musibeti gibi veyahut Sâlih (aleyhisselâm) kavminin başına gelen korkunç ses ve sarsıntı musibeti gibi size de bir musibet getirmesin! Bu ilâhî ifade, hakikatte en güzel ve hârika üslup ile, kâfirlerin, Şuayb'e (aleyhisselâm) düşmanlık etmelerini yasaklamaktadır. Nitekim bu durum "Bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi tecavüze sevk etmesin!" (Mâide 5/2) mealindeki âyetin tefsirinde de geçmişti. B- "- Zaten Lût kavmi de sizden uzak değildir." Zaman olarak veya mekân olarak Lût kavmi sizden uzak değildir. O halde eğer siz, sizden, önceki o sayılan ümmetlerden ibret almıyorsanız, hiç olmazsa onlardan ibret alın. Âyette Lût (aleyhisselâm) hakkında mezkûr sakındırma üslubunun değiştirilmesi ve onun kavmine isabet eden musibetin sarahatle zikredilmemesi ve onların yakın olduklarının belirtilmesi ile iktifa edilmesi, buna gerek olmadığını zımnen bildirmek içindir. Yahut Lût kavmi de, küfür ve günahlar bakımından sizden uzak değildir. O halde onların başına gelen musibetin, sizin başınıza da gelmesi, hiç de uzak ihtimal değildir. 90"Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin! Şüphe yok kı O Rahîm'dir, Vedûddur." A- "Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin!" Şuayb (aleyhisselâm) onları yaptıklarının kötü akıbeti ile uyardıktan sonra, içinde bocalamakta oldukları azgınlıklarından döneceklerini umarak kendilerini bağışlanma dilemeye ve tevbeye sevk etmek istedi. B- "Şüphe yok ki O Rahîm'dir, vedûddur." Şüphesiz benim Rabbim, tevbe edenler hakkında büyük merhamet sahibidir; yaptığı işleri hakkıyla yapmaktadır ve kendisini sevene lütuf ve ihsanı gayet geniştir. Bu cümle, bağışlanma dilemek ile tevbe emrinin illeti ve onları teşvik mahiyetindedir. 91"Dediler ki: - Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Zaten sen bizim için aziz de değilsin." A- "- Dediler ki: - Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni mutlaka taşlardık." Onlar, apaçık hak delillerini en güzel ve mükemmel şekilde kendisinden dinledikten, çareler bittikten, gerekçeler tükendiliten sonra ve hak yoldan sapıp düşmanlık yolunda yürümekten başka, onunla tartışmaya bir yol bulamadıktan sonra, senin söylediklerinin çoğundan ne demek istediğini anlamıyoruz, dediler. Nitekim kesin delillerle susturulanların âdeti bu olup onlar, apaçık delillere parlayıp gürlemekle ve sövmekle karşılık verirler. Böylece onlar, Şuayb'in (aleyhisselâm), çeşitli hikmetleri, öğütleri, ilim ve irfanları içeren kelâmını, mânâsı anlaşılmayan, mahiyeti idrâk edilmeyen sözler kabilinden sayıp zımnen de, onların en büyük sorumluluk ve cezayı gerektirdiklerini bildirdiler. Her halde, o sözler, onları eski ümmetlerin akıbetlerinden sakındırdığı içindir. İşte bundan dolayı dediler ki; kadar biz seni aramızda zayıf görüyoruz; seni, bize bir zarar veya fayda getirmek, bir şeyi gerçekleştirmek veya önlemek kuvvet ve kudretinden yoksun görüyoruz. Eğer senin kabilen olmasa, seni mutlaka taşlardık. Yani eğer biz, senin kabilenin hatırını gözetmesek, seni mutlaka taşlardık, demektir. Yoksa senin o kavmin, bize engel olmasa, seni bize karşı savunmasa, demek değildir; çünkü onlar binlerce kişi iken, yedi-sekiz kişiden oluşan çetenin (Raht), onlara engel olması, düşünülecek şey değildir. Nitekim âyetin bundan sonra gelen cümlesi de bunu teyit etmektedir. B- "- Zaten sen bizim için aziz de değilsin." Sen bizim için şerefli ve muhterem bir zat da değilsin ki, seni taşlamaktan kaçmakm. Bizim seni taşlamaktan kaçınmamız, bizim dinimizde sebat eden, seni bize tercih etmeyen ve sana uymayan kavmine hürmetendir. 92"Şuayb dedi ki: - Ey kavmim, size göre benim kabilem Allah'tan daha mı değerlidir ki, Allah'ın emirlerini arkanıza attınız? Şüphesiz ki benim Rabbim yapmakta olduklarınızı bilgisiyle tamamen kuşatmıştır." A- "Şuayb dedi ki: - Ey kavmim, size göre benim kabilem Allah'tan daha mı değerlidir ki, Allah'ın emirlerini arkanıza attınız?" Onların bu büyük sözlerinden amaçları, Şuayb'e (aleyhisselâm), Rabbi tarafından verilmiş apaçık bir delil üzerinde olmasının, O'nun katından destek görmesinin, yalnız. O'ndan başarı dilemesinin, yalnız O'na tevekkül etmesinin ve yalnız O'na dönmesinin gereği olan ilâhî kuvvet ve izzete sahip bulunmasını reddetmek ve hiçbirine itibar etmemek olduğundan dolayı Şuayb (aleyhisselâm) de onlara böyle karşılık vermiştir. Zira yalnız Allah'tan (celle celâlühü) güç alan bir kimseyi hakir görmek, Allah'ı (celle celâlühü) hakir görmek sonucuna varır. Onların ispata çalıştıkları yalnız kabilelerinin gücü iken, her ikisi de güçlülük vasfında ortak oldukları halde, kabilenin Allah'tan (celle celâlühü) daha güçlü olması da sözkonusu değil iken, Şuayb'in (aleyhisselâm) kabilesinin Allah'tan (celle celâlühü) daha güçlü olmasını reddetmesi, onların tahkir ve kınanmasını katlayıp tekrarlamak içindir. Nitekim önce onların kendi kabilesini Allah'a (celle celâlühü) tercih etmelerini, sonra da kabilesinin azizlikten pay sahibi olduklarını reddetmektedir. B- "- Şüphesiz ki benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı bilgisiyle tamamen kuşatmıştır." Benim Rabbim, şüphesiz ki sizin yapmakta olduğunuz kötü İşleri ve ezcümle O'nun tarafını gözetmemenizi sınırsız ilmiyle kuşatmıştır; siz onları tamamen unumkmuş saysanız da, onlardan hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Şu halde O, mutlaka o islerinizin cezasını verecektir. Şuayb'in (aleyhisselâm) bu ifadesi ret ve tekzip anlamında da olabilir. Zira onlar, kendisini taşlamaktan kaçınmaları, onun kuvvet ve azizliği için değil, fakat kabilesini gözettikleri için olduğunu iddia edince, onların iddiasını şu şekilde reddetti: - Siz Allah'ı (celle celâlühü) hakkıyla takdir etmediniz; O'nun güçlü Cenabını gözetmediniz; o halde aslında pek zeki olan benim kabilemin cihetini nasıl gözetirsiniz" 93"Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Şüphesiz ben de vazifemi yapacağım. Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğim ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyorum." A- "- Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Şüphesiz ben de vazifemi yapacağım." Şuayb (aleyhisselâm), onların küfürde ısrar ettiklerini, içinde bulun duldan günahlardan vazgeçmemelerini, hatta kendisini tahkir etmeleri ve kabilesi olmasa, kendisini taşlamaya bile azmetmeleri gibi pek büyük işlere cüret gösterdiklerini görünce, tehdit yoluyla onlara dedi ki; - Siz olanca çabalarınızla elinizden geleni yapın; ben de Allah'ın’Hl bana vereceği her türlü destek ve başarı ile elimden geldiğince vazifemi yapacağım. Şuayb'in (aleyhisselâm) bu sözleri, onların güçlü oldukları, kendisini taşlamaya muktedir bulun duldan ve onların arasında kendisinin aziz olmayan bir zayıf olduğu yönündeki iddialarını reddetmek içindir. Yahut siz, içinde bulunduğunuz küfür, benim düşmanlığım ve diğer hayırsız işlerinizde sebat edin ve bana zarar vermek, bana karsı beslediğiniz kötü niyetinizi gerçekleştirmek ve benim için düşündüklerinizı kuvveden fiile çıkarmak için bütün çabalarınızı harcayın, demektir. B- "- Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz." Şuayb (aleyhisselâm) bundan önceki sözleri ile onları tehdit edince, akla gelecek "Pek iyi, ondan sonra ne olacak?" sorusuna cevap olarak da bunu söyledi. Şuayb'in (aleyhisselâm) azabı rezil etmek vasfıyla vasıflandırması, onların kendisine vaat ettikleri taşlamaya tarizdir. Zira taşlamak, azap olmakla beraber aynı zamanda açık bir rezalettir. Nitekim ancak büyük bir cürüm, onu gerektirmektedir. Şuayb'in (aleyhisselâm) "Yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz" şeklindekı sözleri de onların kendisine vaat ettikleri taşlamaya muktedir oldukları iddiasında, kendisine zayıflık ve değersizlik isnat etmelerinde ve kabilesini gözetmeleri iddialarında yalancı olduklarına tarizdir. C- "- Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyorum." "Siz, benim söylediklerimin sonucunu bekleyin; ben de sizinle beraber bunu beklemekteyim." "Ben de sizinle beraber" ifadesinin ilâve edilmesi, Şuayb'in (aleyhisselâm) kendine öz güvenini göstermektedir. 94"Emrimiz gelince, Şuayb'i ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zâlimleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü kaldılar." Emrimiz gelince, azabımız gelince, demektir. Nitekim "Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini yakında öğreneceksiniz" (Hûd 39) ifadesinden de bu anlaşılmaktadır. Yahut azabımızın vakti gelince, demektir. Zira beklemek, bunu bildirmektedir. Burada Allah (celle celâlühü) tarafından ihsan edilen rahmet. O'nun tarafından muvaffak kılındıkları îmandır; yahut O'nun tarafından kendilerine ihsan edilen merhamettir. Bir görüşe göre Cebrâîl korkunç bir sesle onlara gürledi de, onlar hemen helâk oldular. A'raf sûresi ile Ankebût sûresinde ise, "Onları saika yakalayıverdi" denilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, herhalde bu zelzele, ona sebep olan havanın dalgalanmasını meydana getiren o korkunç sesin devamında gerçekleşmiş ve onlar, bulundukları yerden hiç ayrılamadan can vermişlerdir. Âyette Şuayb (aleyhisselâm) ve onunla beraber îman edenlerin kurtarılmasının, onların helakinden önce zikredilmesi, buna daha fazla önem verildiğim belirtmek ve İlahlığın gereği olan rahmetin, onların suçlarının gereği olarak eseri ortaya çıkan gazaptan önce geldiğini bildirmek içindir. 95"Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Halbuki Semûd Kavmî Allah'ın rahmetinden uzak olduğu gibi Medyen Kavmi de uzak oldu.". Helâk olan bu insanlar, sanki o toprakları hiç işlememiş ve üzerinde hiç dolaşmamış gibi tamamen yok olup gittiler. Medyen Kavmi. Semûd Kavmine benzetilmiş, çünkü her ikisi de korkunç ses azabıyla helâk edilmişlerdir. Şu farkla ki, o korkunç ses, Medyen Kavmine gökten inmiş; Semûd Kavmine ise yerin altından gelmiştir. 96"Ant olsun ki, Mûsa'yı da mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik." Mûsa'ya verilen mucizeler, daha önce tafsilatları zikredilen şu dokuz mucizedir: Asa. Beyaz el, Tufan, Çekirgeler, Kımıl, Kurbağalar, Kan, Ürünlerin ve Canların Eksilmesi. Bazıları, ürünlerin ve canların eksilmesini bir mucize kabul ederek Tûr dağının gölge gibi onların tepesine kaldırılmasını da bu maddelerden saymışlarsa da, bu doğru değildir; çünkü İsrâiloğulları Tevrat'ın hükümlerini kabul etmeyince, bunu kabul etmeleri için anılan dağ onların tepesine kaldırılmıştı. Âyetteki apaçık delil, bu mucizelerden en büyük olanlarıdır, yahut Asa mûcızesidır. Onun ayrıca zikredilmesi, en büyük mucize olduğu için üstünlüğünü göstermek içindir. Yahut, mucizelerden murat, Asadan başkalarıdır. Yahut her ikisi de aynı şeylerden ibarettir. Yani Biz, Mûsa'yı mucizelerle, onun peygamberliğine de apaçık delil olan, yahut peygamberliğini açıklayan mucizelerle gönderdik. Yahut burada sultan, galibiyet ve istila anlamındadır. Nitekim "Ve ey Mûsâ! Biz, kardeşin Hârun ile ikinize sultan verdik." (Kasas 28/35) meâlindeki âyette de bu anlamdadır. Bu sultandan murat, Fir’avun, "İkinizin Rabbi kimdir?" (Tâ-Hâ 20/49), "Öyleyse önceki milletlerin hak ne olacak?" (Tâ-Hâ 20/51) dediği zaman hak dine daveti konusunda beyan ettiği üstün hakikatler ve münasip incelikler de olabilir. Anılan sultanı, Tevrat olarak tefsir etmenin ve onu da mucizeler cümlesine dahil etmenin izahı ise, bundan sonra gelen "Fir’avun'a ve onun ileri takımına" ifadesiyle bağdaştırılamaz. Zira Tevrat, ancak Fir’avun ile kavminin tamamen helâk olmasından sonra Isrâiloğulları'nın hayatlarına uygulamaları için nazil olmuştur. Fir’avun ve kavmi ise, ancak. Âlemlerin Rabbı'ne (celle celâlühü) ibadet etmek ve azgınların iddia edip de saplan fırkaların kabul ettikleri o cırlan ve en büyük cürüm olan ilâhlık davasını terk etmek ve isrâiloğulları üzerindeki baskı ve esareti kaldırıp onları Mûsâ ile beraber göndermekle memur bulunuyorlardı. 97"Mûsa'yı Fir’avun'a ve onun ileri takımına gönderdik. Fakat onlar Fir’avun'un emrine uydular. Halbuki Fir’avun'un emri doğru değildi." Mûsa'nın peygamberliği, Fir’avun'un bütün kavmi için olduğu halde yalnız kavminin ilen takımı zikre tahsis edilmiş, çünkü görüş bildirmek ve yönetmek noktasında onlar asıldır; diğerleri ise fikirde de, idarede de onlara tâbidir. Bu âyette, Fir’avun'un Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini inkâr ettiği ve içinde bulunduğu sapmak ve saptırmak günahına tamamen battığı sarahatle zikredilmeyip yalnız onun ileri takımının zikriyle iktifa ecklerek "Fakat onlar Fir’avun'un emrine uydular", yani onlar "Mûsa'nın getirdiği apaçık hakkı inkâr etmek emrine uydular" denilmesi, Fir’avun'un halinin açık olduğunu zımnen bildirmek içindir. Fir’avun'un küfrü ve ileri takımına bunu emretmesi, kesindir; sarih olarak zikrine gerek yoktur; hallerinin zikrine gerek olan, ancak onun ilen takımıdır ki, onlar, kendilerini hidâyete davet eden ile dalâlete çağıran arasında bulunuyorlar. İşte bunların kötü seçimleri teşhir edilmektedir. Âyetteki Fir’avun'un emrinden, onun malûm durumu ve bâtıl yolu da murat olabilir. Buna göre "Onun emrine uydular" ifadesinin mânâsı, uymaya de devam ettiler, demektir. 98"Fir’avun, kıyamet günü kavminin önüne düşüp onları ateşe götürecektir. Ne kötü yerdir varılan yer!" A- "- Fir’avun, kıyamet günü kavminin önüne düşüp onları ateşe götürecektir." Fir’avun, dünyada dalâlette onların önderi olduğu gibi, kıyamet günü de, kavminin, eşrafının ve diğerlerinin önüne düşüp hepsini cehennem ateşine götürecektir; onlar da yine onun peşine düşüp arkasından giderek cehennemi boylayacaklardır. Yahut bu kelâm, Fir’avun'un sonunun iyi olmayacağını ve akıbetinin kötü olacağını açıklamak içindir. B- "- Ne kötü yerdir varılan yer!" Onların vardıkları ateş, varılan yerlerin en kötüsüdür. Zira âyetin metninde geçen vird, susuzluğu gidermek ve yürekleri soğutmak için kullanılmaktadır. Ateş ise, bunun aksidir. 99"Onlar burada da, kıyamet gününde de lanete uğratılmışlardır. Yapılan yardım ne de kötü bir yardımdır!" A- "Onlar burada da, kıyamet gününde de lanete uğratılmışlardır." Fir’avun'un emrine uyan onun ileri takımı, bu dünyada da büyük bir lanete uğratılmışlardır. Nitekim kıyamete kadar onlardan sonra, gelen ümmetler onlara lanet okumaktadır. Ve kıyamet gününde de onlar lanete uğratılmışlardır. Nitekim bütün mahşer halkı onlara lanet okuyacaklardır. Böylece onlar nereye gitseler ve nerede dursalar, lanet onlardan ayrılmayacaktır. Onlar, Fir’avun'a uydukları gibi, buna uygun bir ceza olarak lanet de her iki cihanda onların peşini hiç bırakmayacaktır. Âyette, Fir’avun’un hali zikredilmeyip onun ileri takımının perişan hallerinin zikredilmesiyle iktifa edilmiş, çünkü onların halı böyle olunca, kendilerini azdıran ve o derin dalâlete düşüren Fir’avun’un hali nasıl olmalı? B- "Yapılan yardım ne de kötü bir yardımdır!" Başkasına tâbi olanlar, tâbi oldukları kimsenin yardımcıları oldukları cihetle, kendileriyle alay etmek yoluyla, onların yardımı lanet kılınmiştir. Bazıları, âyetin metninde geçen rifd kelimesini, yardım olarak değil, armağan olarak tefsir etmişlerdir. Ancak bu mânâ, bu makama münasip değildir. 100"Ey Resûlüm Muhammed! İşte bu, helâk ettiğimiz kentlerin haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan bir kısmının eseri, biçilmemiş ekin gibi ayaktadır; bir kısmı da biçilmiş ekin gibi silinmiştır." Bu işareti, ümmetlerin anlatılan kıssaları ile anlatılacak kıssalarını ifade etmektedir. Helâk edilmiş eski milletlerin hâlâ ayakta olan eserleri, biçilmemiş ekine, izleri tamamen yok olmuş olan milletlerin eserleri de biçilmiş ekine benzetilmiştir. 101"Onlara Biz zulmetmedik; fakat onlar kendilerine zulmettiler." Yani Biz onları helâk etmekle kendilerine zulmetmedik; fakat onlar helâk olmalarım gerektiren fiilleri işlemekle kendilerini helake maruz bıraktılar. İşte, Allah'tan başka taptıkları o ilâhlar, Rabbinin buyruğu gelince, onlara hiçbir şey sağlamamışlardır; ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramamışlardır." Rabbinin azabı gelince, onların Allah'tan (celle celâlühü) başka taptıkları ilâhlar, kendilerine hiçbir fayda sağlayamayacaklar ve Allah'ın (celle celâlühü) azabına engel olamayacaklardır. Onların helakini ve ziyanını artırmaktan başka bir işe de yaramamışlardır. Çünkü onlar, onlara taptıkları için ziyana uğramışlar ve helâk olmuşlardır. 102"Zâlim olan memleketleri Rabbin yakaladığında, O'nun yakalayişı işte böyledir." "Zâlim olan memleketleri" denilmesi, her zâlime ibret dersi olması için, onların, zulümleri sebebi ile İlâhî azaba yakalandıklarını bildirmek içindir. "O'nun yakalayişı şüphesiz çok elem vericidir, pek çetindir." Yani O'nun yakalayışinın acısı pek büyüktür ve ondan kurtulmak da mümkün değildir. Bu ilâhî ifadede pek açık bir tehdit ve sakındırma vardır. 103"Şüphe yok ki, bunda, âhiret azabından korkan kimse için bir ibret vardır." Allah'ın (celle celâlühü), eski ümmetleri yakalamasında, yahut onların kıssalarında, âhiret azabından korkanlar için muhakkak bir ibret vardır. Zira bunlardan ibret alan kimse, onların kötü amelleri sebebi ile çetin azaba uğramalarını, kıyamet azabının hallerine delil sayar. Ahreti inkâr edip de bu âlemin yok olmasını imkânsız sayan, bu âlem ile onun ahvalinden hiçbir şeyin Allah'ın (celle celâlühü) iradesiyle gerçekleşmediğini iddia eden, bu âlemde vuku bulmuş olan o hâdiselerin, helâk olan eski ümmetlerin işledikleri günahlar yüzünden olmayıp fakat bazı zamanlarda tesadüfen gerçekleşen kozmik sebepler ile ortaya çıktığını söyleyen kimse, bundan ibret almaktan çok uzaktır. Onlara da, bu fikirlerine de yazıklar olsun! "O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün bütün mahlûkların hazır bulunduğu bir gündür." Kıyamet günü bütün insanların, hesap ve ceza için bir araya toplandıkları bir gündür ve bütün göklerin ve yerlerin sâkinlerinin orada hazır bulunduğu bir gündür. 104"Biz o günü ancak sayılı bir müddete kadar geciktiririz." Bütün insanların hesap ve ceza için bir araya toplanacakları ve göklerin ehli ile yer ehlinın hazır bulunacakları o kıyamet gününü ancak, hikmetimizin gerektirdiği, belirlenmiş kısa bir müddetin sona ermesi için geciktiririz. 105"O gün geldiğinde, Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz." Dünyanın ömrünün sona ermesine değin geciktirilmiş olan o kıyamet günü geldiğinde, yahut o gün vaki olacak ceza geldiğinde, hiç kimse, kendisine fayda verecek ve onu kurtaracak bir cevap veya şefaat için konuşamaz. Yahut o gün Allah (celle celâlühü) tecelli edince... Çünkü bu makam, o günün şanını tazını makamıdır. Ancak Allah'ın (celle celâlühü) konuşma izni verdiği kimseler müstesna. Nitekim başka bir âyette de, "Rahmanin izin verdiği kimseden başka onlar konuşamazlar." (Nebe' 38) denilmektedir. Bu konuşamama hali, kıyamet gününün aşamalarından birine mahsustur. "Bu, kâfirlerin konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin de verilmez ki, sözde mazeretlerini beyan etsinler." (Mürselât. 35, 36) mealindeki âyetlerde belirtilen hal ise, mahşerin başka bir aşamasına mahsustur. Nitekim "Her fert, gelip kendi nefsini müdafaa eder." (Nahl 111) mealindeki âyette anlatılan hal de, mahşerin son aşamasına mahsustur. Yahut izin verilen gün, hak cevaplar içindir ve yasaklanan da, geçersiz mazeretler içindir. Evet, bazen o mazeretlerin geçersiz olduklarını göstermek, için o aşamada da konuşma izni verilir. Nitekim kâfirlerin, "Rabbimiz Allah'a ant olsun ki, biz ortak koşmuyorduk." (En'âm. 23) mealindeki sözleri ve benzerleri de bu kabildendir. "Onların kimi bedbahttır, kimi de mutludur." Bedbaht olanlar, ceza vaadinin gereği olarak cehennemi hak etmiş olanlardır. Mutlu olanlar da mükâfat vaadi gereğince cenneti hak etmiş olanlardır. Burada bedbaht, mutludan önce zikredilmiş, çünkü bu makam, sakındırma ve uyarı makamıdır. 106"İşte bedbaht olanlar, ateştedirler. Orada onların feci zefirleri ve şehıkları vardır." Zefir, anırmadan önce nefes almak, Şehîyk da, anırmadan sonra nefes vermek için kullanılmaktadır. Bundan maksat, onların büyük üzüntülerim vasıflandırmak ve onların halini, kalbim hararet basmış ve ruhu bunalmış kimsenin haline benzetmektir. Yahut bundan maksat, onların çığlıklarını merkeplerin seslerine benzetmektir. 107"Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar o ateşte ebedî kalacaklardır." Bu zamanlama, Araplar'ın ifade tarzına uygun olarak, kesintisiz olarak ebedîliği ifade etmektedir. Nitekim Araplar'ın, "Tiar ve Sebîr dağları durdukça", "Bir yıldız göründüğü müddetçe", "Gece ile gündüz birbirini izledikçe" ve "Deniz dalgalandıkça" gibi sözleri de ebedîlik ifade etmektedir. Yoksa onların cehennemde kalma sürelerini, gerçekten, göklerin ve yerin devamına bağlamak değildir. Çünkü âyet ile hadis, onların, cehennemde ebedî kalacaklarına ve gökler ile yerin devamının kesintiye uğrayacağına delâlet etmektedir. Eğer bu azap, gerçekten onların devamına bağlansa, o takdirde bundan murat, âhiretin gökleri ve yeridir. Nitekim "Yerin başka bir yerle ve göklerin değiştirileceği gün..." (İbrâhîm 48) ve "Bizi yere vâris kıldı; cennetten dilediğimiz gibi yerleşiriz..." (Zümer 74) gibi âyetler de, bu gerçeği bildirmektedir. Ve herkesin, ahiret ehli için devamlı bir gök ve yerin olmasının gerektiği noktasındaki kesin kanaati de, onların orada devamlı kalmalarının, gökler ile yerin devamına bağlı olduğuna delil olarak yeterlidir. O göklerin ve verin tafsilatlı ahvaline ve keyfiyetlerine vâkıf olmamız ise gerekli değildir. Bu âyetteki, "Rabbinin eklediği hariç" istisnası, onların cehennemde ebedî kalmalarından istisnadır. Bu istisna da, "Birinci ölüm hariç, onlar orada ölümü tatmazlar." (Duhân 56), "Geçmiş nikâh hariç, babalarınızın nikâh ettiği kadınları nikâh etmeyin." (Nisa 4/22) ve "Deve, iğne delığine girinceye kadar... "(A'raf 40) âyetlerindeki istisnalar kabilindendir. Ancak bu istisnalarda zikredilen hususların imkânsızlığı, akıl hükmü ile bilinmektedir. Allah'ın onların ateşte ebedî olarak kalmamalarını dilemesinin imkânsızlığı ise, nakil hükmü ile bilinmektedir. Yani onlar bütün zamanlarda ateşte kalacaklar; ancak Allah'ın (celle celâlühü) onların orada kalmamalarını dilediği zaman hariç. Ve ebedilıği gerektiren âyet ile hadis hükmü gereğince bu dileme ve onun zamanına imkân olmadığına göre, onların orada kalma süresinin sona ermesi de imkânsızdır. "Rabbin, şüphesiz, istediğini mutlaka yapandır." Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) onların orada ebedî kalmamalarını dilemesinin zorunlu olarak imkânsız olduğu vehmini kaldırmak içindir. Yani Allah (celle celâlühü), aksi imkânsız olmak üzere, bedbahtları ateşte ebedî olarak bırakmak hususunda da, iradesinin gereği olarak istediğini mutlaka yapandır; O, hikmetinin kurallarına uygun olarak cereyan eden iradesi gereğince icraat yapmaktadır. O'nun hikmeti de kulların yaptıklarına ceza ve mükâfatın terettüp ettirilmesini gerektirmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, anılan "Rabbinin dilediği hariç" istisnası, ateş azabında ebedî kalmalarından istisnadır. Zira onlar ebedî olarak orada kalmazlar; fakat Zemherîr ile de, diğer azap çeşitleri ile de ve hepsinin daha ağırı olan Allah'ın gazabı ile de, onları susturması ve onları tahkir etmesi ile de cezalandırılırlar. Ancak sen bikirsin ki, eğer biz, ateşten, bütün azap çeşitlerini kapsayan azap yurdu değil de ateşin kendisinin murat olduğunu teskm edersek, Zemherîr azabından başka diğer azap çeşitleri, ateş azabı ile beraberdir. Binaenaleyh o takdirde istisna sahih olmaz. Şunu diyebiliriz ki, onlar, cismanî azap olan ateş azabında ebedî kalmazlar; fakat onlar için, Allah'tan celle celâlüh başka kimsenin bilmediği diğer azap çeşitleri de vardır ki bunlar, ruhanî azaplar ve acılardır. Bu dünya hayatında tabiat kurallarına dalanlar, anlayışları, alıştıkları cismanî haller ile sınırk olanlar, kendilerine anlatılan cisimler ötesindeki ruhanî halleri kavramaya istidadı olmayanlar buna vâkıf olamazlar. İşte bundan dolayıdır ki, o ruhî azapların beyanına değinilmemiş ve korkunçluğu bildiren bu icmalî mertebe ile iktifa edilmiştir. Her ne kadar onlar ateşte iken bu azaplara duçar oluyorlarsa da, fakat onlar muhtemel diğer azaplara duçar olduklarında ateş azabını unutuyorlar ve onu hiç hissetmiyorlar. Bu mertebe de, istisna mânâsının gerçekleşmesi için yeterlidir. Bir görüşe göre ise anılan istisna, günahkâr îman sahipleri içindir. 108"Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, şu gökler ve bu yer durdukça onlar da orada ebedî kalacaklardır." Bu kelâmın tefsiri de, cehennem ehli bedbaht hakkında geçen kelâmın tefsiri gibidir. Ancak cehennem ehli hakkında, onlar için feci bir nefes alıp verme olduğu zikredildiği halde burada cennet ehli için sevinç ve neşe olduğu zikredilmedi, çünkü bu makam, sakındırma ve uyarı makamıdır. "Bu nimetler bitmez, tükenmez bir lutuftur." Zira "Onlar da cennette ebedî kalacaklardır" ifadesi, ilâhî ihsanlar ve nimetler gerektirmektedir. Bunlar, Allah'ın (celle celâlühü), saklı kulları için, gözlerin görmediği, kulaldann duymadığı ve kalplerin tasavvur edemediği nimetlerden hazırladığı ruhî nimetlere de hamledilebilir. Hem cismanî, hem de ruhî nimetlere de ve yalnız cismanî nimetlere de hamledilebilir. İbni Zeyd diyor ki: "Allah cennet ehli için dilediklerini’Bu nimetler bitmez, tükenmez bir lutuftur' kelâmıyla bildirmiştir. Ancak cennet ehli için dilediklerini bize bildirmemiştir." 109"Artık onların taptıkları hakkında şüphede olma." O müşriklerin taptıklarının bâtıl olduğu ve tapmalarının kötü akıbeti hakkında, yahut taptikları putların kendilerine fayda veremeyecekleri noktasında şüphede olma. Kıssalara başlamadan önce sevk edilen âyetler, kâfirlerin kötü akıbetlerini ve îman etmiş olanların da son derece güzel akıbetlerini beyan etmektedir, iki fırka için misaller de verilerek, "İki fırkanın mis ak, kör ve sağır ile gören ve duyan gibidir. Misal olarak bunlar bir olur mu hiç! Niçin hâlâ ibret almıyorsunuz?" denilmiştir. Ondan sonra da eski ümmetler ile kendilerine gönderilmiş olan peygamberlerin haberlerinden ibret alınabilecek kıssalar zikredilmiştir. İşte bunlardan sonra da Allah (celle celâlühü), Peygamberini o müşriklerin dünya ve âhiretteki durumları hakkında şüphede olmamasını emretmiştir. Bundan sonra da onların niçin böyle davrandıklarını istisna yoluyla beyan etmek üzere diyor ki: "Çünkü onlar ancak, daha önce babalarının taptıkları gibi tapıyorlar." Çünkü onlar, daha önce kıssaları sana anlatılan ataları gibi şirk koşuyorlar; onlar da ataları gibi şirkte bulunuyorlar; onların ibadeti de tıpkı atalarının ibadeti gibidir. Yahut onlar da, ancak atalarının taptıkları putlara tapıyorlar. Ve onların babalarının başına gelen felaketleri sen biliyorsun, işte onların başına da onlar gelecektir. Zira sebeplerin benzeşmesi, akıbetlerin de benzeşmesini gerektirmektedir. "Biz de muhakkak, onların azaptan nasiplerini eksiksiz olarak vereceğiz." Biz, onların babaları için takdir edilen nasipleri eksiksiz olarak verdiğimiz gibi, günahlarına ve suçlarına göre kendileri için tayin edilmiş olan azap nasiplerini de dünyada ve ahirette eksiksiz olarak vereceğiz. Yahut babaları gibi kendileri için de taksim edilmiş olan rızkı eksiksiz olarak vereceğiz. Bu son görüşe göre bu cümle, azabı gerektiren fiilleri gerçekleştiği halde azabın gecikmesinin sebebini beyan etmektedir. Burada "eksiksiz olarak" kaydının zikredilmesi, haddi zatında eksik için olduğu halde ifadenin mecazî olma vehmini kaldırmak içindir. 110"Ant olsun ki, Biz, Mûsa'ya Kitabı verdik; fakat onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti ve işleri bitirilmişti. Şüphesiz ki, o müşrikler de Kur’ân hakkında derin bir şüphe içindedirler." A- "Ant olsun ki, Biz, Mûsa'ya Kitabı verdik; fakat onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti ve işleri bitirilmişti." Biz, Mûsa'ya (aleyhisselâm) Tevrat'ı verdik; fakat onun hakkında, onun Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olması noktasında ihtilâfa düşüldü de, bir kavını ona îman etti; diğerleri ise onu inkâr etti. Onun sen, sana verdiğimiz Kuran hakkında kavminin ihtilâfa düşmesine, onların "Ona bir hazine indirilmek veya onunla beraber gelmeli değil mıydı?" (Hûd 12) demelerine ve senin onu uydurduğunu iddia etmelerine aldırma. Eğer ilâhî hikmetin gereği olarak, kıyamete değin onlara mühlet verilmesi hususundaki hüküm sözü olmasaydı, kavminden ihtilâfa düşenler arasında elbette hüküm verilip hak üzerinde olanlardan ayrılmaları için, bâtıl ehlinin müstahak oldukları azap indirilecekti. B- "Şüphesiz ki, o müşrikler de Kur’ân hakkında derin bir şüphe içindedirler." Senin kavminin müşrikleri de Kuran hakkinda derin bir şüphe içinde bulunmaktadırlar. 111"Şüphe yok ki, Rabbin, onların her birinin amellerinin karşılığını onlara tam olarak elbette ödeyecektir. Çünkü O, şüphesiz onların yapmakta olduklarından haberdardır." Rabbin, Kur’ân hakkında ihtilâfa düşen kavminin îman etmiş olanlarına da, kâfirlerine de amellerinin karşılığını onlara tam olarak elbette ödeyecektir. Çünkü senin Rabbin, o ihtilâfa düşenlerin her ferdinin işlediği hayırdan da, serden de haberdardır; o amellerin büyüklerinden de, küçüklerinden de, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Bu cümle, onların amellerinin kendilerine tam olarak verilmesinin illetini beyan etmektedir. Zira her iki fırkanın da amellerinin tafsilatını ve her amelin, hikmet gereği olarak gerektirdiği karşılığı ihata etmek, her hak sahibinin hakkını, hayır ise hayrı, şer ise de şerri eksiksiz olarak vermeyi gerektirmektedir. 112"O halde ey Peygamberim! Seninle beraber tevbe edenlerle birlikte sana emredildiği gibi dosdoğru ol! Haddi de tecavüz etmeyin. Çünkü O, şüphesiz, yapmakta olduklarınızı tamamıyla görendir." A- "O halde ey Peygamberim! Seninle beraber tevbe edenlerle birlikte sana emredildiği gibi dosdoğru ol!" Daha önce eski ümmetlerden hikâye edilen kıssalar içinde küfrün ve peygamberlere karşı gelmenin kötü sonucu beyan edildi ve şu noktalara işaret edildi: Bu kâfirlerin de küfürde, dalâlette ve azaba müstahak olmaktaki halleri, o azaba uğratılanların halleri gibidir; bunların azap nasipleri de kendilerine eksiksiz olarak erişecektir; bunların Kur’ân'ı tekzip etmeleri de, Mûsâ (aleyhisselâm) kavminin Tevrat'ı tekzip etmeleri gibidir; eğer onların tam olarak cezalandırılmalarının ve umumî azaplarının kıyamet ertelenmesine ilişkin hüküm sözü olmasaydı, daha önce onların atalarına yapılanlar mutlaka kendilerine de yapılırdı; onların nasipleri de eksiksiz olarak verilecektir ve îman etmiş olanların da, kâfirlerin de her ferdine amellerinin karşılığı tam olarak verilecektir. İşte bütün bunlardan sonra Allah'ın Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi ile diğer îman etmiş olanlar arasında müşterek olan itikatlar ile amellerde ve özellikle de şer'î hükümlerin teblıği, peygamberlik vazifelerinin yerine getirilmesi ve "Belki de sen, onların o sözlerinden ötürü, sana vahiy edilen âyetlerin bir kısmını duyurmayı terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır." âyetinde kendisine emredilen de dahil olmak üzere resûllük yüklerine tahammül etmesi gibi kendisine özgü amellerde dosdoğru olması emredildi. Hulâsa, bu ilâhî emir, asli olsun, ferdî olsun bütün hükümlerin güzelliklerini, nazarî olsun, ameli olsun bütün kâmil davranışları ve ne kadar çetin de olsa bunları başarmayı kapsamaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın Resulü, "Hûd sûresi beni ihtiyarlattı" demiştir. Allah'ın Resulü ile beraber tevbe etmiş olanlardan maksat, şirk ve küfürden tevbe edip de îmanda Allah'ın Resulüne iştirak edenler demektir; buradaki beraberlikten kastedilen budur. B- "Haddi de tecavüz etmeyin. Çünkü O, şüphesiz, yapmakta olduklarınızı tamamıyla görendir." Size belirlenen çizgiden ifrat veya tefrit ile sapmayın; zira adaletin her iki aşırı tarafı da kötüdür. Bunun, haddi tecavüz olarak ifade edilmesi, emri ağırlaştırmak, yahut diğer mü’minlerin hâlini Allah'ın Resulünün haline teşmil etmek için dur. Çünkü Allah (celle celâlühü) şüphesiz sizin yapmakta olduklarınızı eksiksiz olarak görmektedir ve sonra bütün yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Bu âyet delâlet ediyor ki, âyet ve hadisle belirlenmiş hükümlere uymak zorunludur ve mücerret görüşle ondan sapılmaması gerekir. Zira bu, haddi tecavüz ve dalâlet olur. Âyet île hadisin illetlerine bağlı kalarak yapılan içtihat ile amel etmek ise, istikamet bağlanımdadır. Çünkü bu da, içtihadı emreden âyet ile hadisin gereğidir. 113"Zulmedenlere de meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka hiç dostlarınız yoktur. Sonra O'ndan yardım göremezsiniz." Yani kısmen de zulümleri görülen kimselere en ufak bir şekilde meyletmeyin; sonra bundan dolayı size ateş dokunur. Az da olsa zulmü görülen kimselere kısmen meyletmek, ateşin dokunmasına sebep oluyorsa, zulüm ve Peygamber düşmanlığına tamamen batmış olanlara çok meyleden, onlarm arkadaşlığma düşkünlük gösteren, tamamıyla kendini onların ünsiyetine ve muaşeretine veren, onların kılık kıyafetlerini taklit etmekten haz duyan, onların fâni süslerine göz diken, onlara verilmiş olan değersiz dünyalıklara gıpta eden kimselerin hak nice olmalı? Halbuki onların sahip oldukları dünyalıklar, hakikatte bir taneden daha değersiz ve bir sivrisinek kanadından hafiftir; kalplerin, kendisine meyletmesine değmekten uzaktır. Talip de, matlup da zayıftır. Bu âyet, zulmü yasaklamak ve ondan dolayı tehdit etmek hususunda tasavvur edilebilecek mükemmeliyetin en yüksek zirvesindedir. Bu hitabın Allah'ın Resulüne ve onunla beraber olan Müslümanlara yapılmış olması, adaletten ibaret olan istikamet üzerinde sebat, etmelerini temin etmek içindir. Zira ifrat ve tefritten birine meyletmek, kendi nefsine veya başkasına zulümdür. B- "- Sizin Allah'tan başka hiç dostunuz yoktur." Allah'tan (celle celâlühü) başka sizi cehennem ateşinden kurtaracak hiçbir yardımcınız yoktur. Âyette, "dostlarınız yoktur" denilmesi, onların her biri için dostlar yoktur, anlamında değildir ki, her biri için bir dost olabilmesi mânâsı bundan çıkarılabilsin. Fakat her biri için bir dost yoktur, anlamındadır. Sonra O'ndan yardım göremezsiniz." Zâlimlere meyletmeniz sebebi, ile, size azap etmesi İlâhî hükümde sabit olmuştur; dolayısıyla artık O'ndan yardım göremezsiniz. Sizin zâlimlere meyletmeniz, yanınıza kalmayacaktır. 114"Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir, işte bu, öğüt almak isteyenlere bir öğüttür." A- "- Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl!" Gündüzün iki ucundaki namazlardan murat, sabah ile ikindi, yahut sabah ile öğle namazlarıdır. Gecenin ilk saatlerındeki namazlar da, akşam ile yatsı namazlarıdır. B- "- Çünkü iyilikler, kötülükleri muhakkak giderir." Muhakkak ki iyilikler ve ezcümle, iyiliklerin umdesi olan o sana emredilen namazlar, insanların az kere hâli kalabildikleri kötülüklere kefaret olmaktadır. Hadiste şöyle denilmektedir: "Şüphesiz büyük günahlar işlenmedikçe, namazlar, iki namaz vakti arasında işlenen günahlara kefaret olmaktadır." Bir görüşe göre bu âyet, Ebî Yeser el-Ensârî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Anılan zat, bir yabancı kadını öpmüş; sonra pişman olmuş ve Allah'ın. Resulüne gelip olanları anlatmış. Allah'ın Resulü de ona: "Rabbimin emrini bekle!" demiş. Sonra Allah'ın Resulü ikindi namazını kılınca bu âyet nazil olmuş, işte o zaman Allah'ın Resulü ona demiş ki: "Evet, haydi, git; zira bu kıldığın namaz, yaptığına kefarettir." Yahut iyilikler ve özellikle de namazlar, günahları işlemekten alıkoyarlar. Nitekim bir âyette meal olarak, "Şüphesiz namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar." denilmektedir. C- "- işte bu, öğüt almak isteyenlere bir öğüttür." İşte bu "dosdoğru ol!" emri ve ondan sonra zikredilen diğer emirler, yahut Kur’ân, öğüt almak isteyenlere bir öğüttür. 115"Ey Resûlüm Muhammed! Sabırlı ol! Çünkü Allah güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez." A- "- Ey Resûlüm Muhammed! Sabırlı ol!" Geçen emirler içinde sana emredilenlerin zorluklarına sabret! Yasaklanan azgınlığa ve zâlimlere meyletmeye son vermekte ise zorluk yoktur. Bu itibarla sabrı bunlara da teşmil etmenin bir sebebi yoktur. Ancak eğer anılan meyletmekten, insan oğlunun tabiatı gereği normal olarak hâli olmadığı o memur bulunduğu istikametten sapmak ile, zulmü görülen kimseye beşeriyetin vasfı olarak, az bir meyil beslemek kastedikrse, bundan uzak kalmanın zor olduğu gayet açıktır. B- "- Çünkü Allah güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez." Allah (celle celâlühü) güzel işler yapanların mükâfatını hiçbir eksiklik olmaksızın tam olarak verir. Âyette, "zayi etmez" ifadesi kullanılmış. Halbuki. Allah'ın (celle celâlühü) amellerin mükâfatını vermemesi, hakikatte onu zayi etmek değildir. Nasıl zayi etmek olur ki, ameller, mükâfatı zorunlu olarak mucip değildir ki, onu vermemesi zayi etmek olsun. Böyle iken zayi etmek ifadesinin kullanılması, bunun, Allah'tan (celle celâlühü) sadır okması imkânsız olan çirkinlikler olarak tasvir edilmesi ve mükâfat vermeyi, 0'na vacip olan şeyler gibi gösterilmek suretiyle Allah'ın (celle celâlühü) bundan son derece nezih olduğunu beyan etmek içindir. Bu cümle, sabır emrinin illetini beyan etmektedir. Bu kelâm işaret ediyor ki, zikredilen şeylere sabretmek de, iyilik kabilindendir. 116"Sizden önceki ümmetlerden, yeryüzünde insanları bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler olmalı değil miydi! Fakat onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler." A- "- Sizden önceki ümmetlerden, yeryüzünde insanları bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler olmak değil miydi!" Bakıyye, fazilet ve hayır anlamına geldiği gibi, akıl ve içtihat anlamına da gelmektedir. Burada Bakıyye sahipleri, kendi nefislerini Allah'ın (celle celâlühü) gazâbından ve azabından koruyanlar, O'nun azabından korkup dinmesini bekleyenler olarak da tefsir edilebilir. B- "-Fakat onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır." Bu istisna, ma-kabline dahil olmayanı istisna etmek kabilindendir. Yani onlardan az bir kısmı bu vasfa sahip oldukları için Biz onları kurtuluşa erdirdik. C- "- Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler." Bozgunculuk yapmak ve ondan alıkoymamak suretiyle zulmedenler ise, kendilerine verilen gayri meşru arzuların peşine düştüler ve onları elde etmeye çalıştılar. Bunu bizzat yapanların zâlim oldukları açıktır. Buna müsamaha gösterenlerin zâlim olmaları ise, bu müsamahadan kötü bir haz duymalarından dolayıdır. Diğer bir görüşe göre ise, bu zâlimlerden murat, zulümden alıkoymayanlardır. Ancak malûm olduğu üzere buna göre bu ifade, bizzat bozgunculuk yapanları zulüm kapsamına almamış olur. D- "- Zaten onlar günahkâr idiler." Yani onlar kâfir idiler. Bu âyet, helâk edilen eski ümmetlerin, yok edilmelerinin sebebini beyan etmektedir ki, o da, küfrün yanı sıra, zulmün, nefsin arzularına uymanın ve kötülüklerden alıkoymamanın yaygınlık kazanmasıdır. 117"Halkı dürüst insanlar oldukları halde, senin Rabbin, haksız olarak memleketleri helâk eder değildir." Yani haberleri sana ulaşan ve diğer zâlim kentlerin hâlinı de zımnen bildiren o helâk edilen kentlerin halkı dürüst oldukları halde, senin Rabbinin, haksız yere onları helâk etmiş olması, İlâhî hikmete göre imkânsızdır. Bu kelâm, dürüst insanları öldürmenin pek büyük bir zulüm olduğunu bildirmektedir. Bu kelâmdan kastedilen, bu helakin, Allah'tan (celle celâlühü) sadır olması imkânsız bir şey olarak tasvir edikmesiyle, Allah'ı (celle celâlühü) ondan tamamen tenzih etmektir. Yoksa, Allah (celle celâlühü), kullarına ne yaparsa yapsın, zulüm değildir. Zira Sünnet Ehli'nin itikadı böyledir. Nitekim bu konunun tafsilatı, ’Yoksa Allah, kullarına zulmetmez." (Al-i imrân 3/182) mealindeki âyetin tefsirinde geçmişti. Diğer bir görüşe göre ise, burada zulümden murat, şirktir. Yani kentler, halkları dürüst oldukları, aralarında hakkı, adaleti uyguladıkları ve sirklerine başka fesatlar ilâve etmedikleri halde, Rabbin onları helâk eder değildir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) Kendi hukukunda rahmet ve müsamahası çok geniştir. İşte bundan dolayıdır ki, Fıkıh âlimleri, Allah'ın (celle celâlühü) hakları ile kulların hakları bir araya geldiğinde fakir olan kulların haklarını, zengin ve övgülerin yegâne sahibi olan Allah'ın haklarının önüne geçirmişlerdir. Denilmiş ki: "Hükümranlık, şirkle (küfürle) devam eder; fakat zulümle devam etmez." Ancak sen de bilirsin ki, en çirkini Allah'a ortak koşmak olan kötülüklerden alıkoyma makamı, bu görüşe münasip düşmez. Zira şirk de, yeryüzündeki bozgunculuğa öncelikle dahildir. İşte bundan dolayıdır ki, kıssaları anlatılan bütün peygamberler, ümmetlerini önce Allah'a ortak koşmaktan men etmiş, sonra onları, işlemekte oldukları diğer günahlardan alıkoymaya çalışmışlardır. Bu itibarla en isabetli olan görüş, zulmü, şirki de, diğer günah çeşitlerini kapsayan mutlak fesat anlamına hamletmek ve ıslahı da, zulmü ıslah etmek ve tamamen ortadan kaldırmak mânâsına hamletmektir kı, bu da, bazılarının insanları alıkoymakla meşgul olmasıyla ve bazılarının da, şirklerinde ve diğer fesat türlerinde ısrar etmeyerek öğüt almaya yönelmesiyle gerçekleşmektedir. 118"Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler." Ey Resûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem) Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanlar hak din üzerinde, islâm'da toplanırlardı; hak dinde hiç kimse ihtilafa düşmezdi.. Fakat Allah (celle celâlühü) bunu dilemedi; bundan dolayı da onlar hak üzerinde ittifak etmediler ve hakka muhalefet etmeye de devam edeceklerdir. Nitekim diğer bir âyette de, "Ancak kendilerine Kitap verilenler, onlara apaçık deliller geldikten sonra, aralarında kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler." (Bakara 2/213) denilmiştir. 119"Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yaratmıştır. Rabbinin, "Ant olsun ki, cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım" sözü yerini bulacaktır." A- "- Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır." Ancak Rabbinin lutfuyle hakka hidâyet ettikleri müstesna olup onlar hak üzerinde ittifak etmişler; ona muhalefet etmemişlerdir. Buradaki ihtilâfı, hak ehlinden de, batıl ehlinden de sadır olan ihtilâfları kapsayan mutlak ihtilâfa hamletmeye, mezkur istisna engeldir. B- "- Zaten Rabbin onları bunun için yaratmıştır." Rabbin, mezkûr istisnadan sonra kalan ihtilâf çılan bu ihtilâf için yaratmış tu-. C- "- Rabbinin, Ant olsun ki, cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım' sözü yerini bulacaktır." Rabbinin bu ceza vaadi, yahut meleklere söylediği "cehennemi tamamıyla insanların ve emlerin âsilerinden, yahut onların yalnız birinden değil, her ikisinden dolduracağım" sözü mutlaka yerine getirilecektir. 120"Ey peygamberim! Peygamberlerin kıssalarından, kendisiyle senin kalbini teskin edeceğimiz her bir şeyi sana hikâye ediyoruz. Bu sûrede de sana o hak bilgisi, îman etmiş olanlara da bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir." A- "- Ey peygamberim! Peygamberlerin kıssalarından, kendisiyle senin kalbini teskin edeceğimiz her bir şeyi sana hikâye ediyoruz." Bu âyet ifade ediyor ki, eski peygamberlerin kıssalarının Allah'ın Resulüne anlatılmasından amaç, eski ümmetlerin, dalâletlerini sürdürmeleri ve peygamberlerinin onlardan gelen zorluklara göğüs germeleri ile ilgili tafsilatlı hallerine vâkıf olmakla, onun îmanındaki kesinliğin daha da güçlenmesi, kalbinin daha da mutmain olması, peygamberlik vazifesinin edasında ve kâfirlerin eziyetlerine katlanmakta büyük sebat göstermesi olduğuna dikkat çekmektir. B- "Bu sûrede de sana o hak bilgisi, îman etmiş olanlara da bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir." Bu sûrede, yahut sana anlatılan kıssalarda sana yegâne hak bilgisi ve îman etmiş olanlara da pek büyük bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir. 121"îman etmeyenlere de ki: - Elinizden geleni yapın! Biz de muhakkak vazifemizi yapmaktayız." Ey Resûlüm Muhammed! Bu hakka îman etmeyenlere, ondan öğüt ve uyarı almayanlara sen de ki: - Siz kendi hâlinizin ve imansızlığınızın gereği olarak elinizden geleni yapınız! Biz de kendi halimiz olan îman ve öğüt ile uyarının gereği olan vazifemizi yapmaktayız. 122"Ve bekleyin! Şüphesiz biz de beklemekteyiz." Siz bizim başımıza belaların gelmesini bekleyin! Şüphesiz biz de, size, sizin gibi kâfirlere inen azapların inmesini beklemekteyiz. 123"Göklerin ve yerin sırrını bilmek, yalnız Allah'a mahsustur. Bütün ış, ancak O'na döndürülür. O halde O'na ibadet et ve O'na tevekkül et! Zaten Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir." A- "- Göklerin ve yerin sırrını bilmek, yalnız Allah'a mahsustur. Bütün ış, ancak O'na döndürülür. O halde O'na ibadet et ve O'na tevekkül et!" Bu itibarla senin işin de, onların işi de mutlaka Allah'a döndürülecektir. O halde yalnız O'na ibadet et ve yalnız O'na tevekkül et; zira O, sana kâfidir. Âyette, tevekkül emrinin ibadet emrinden sonra zikredilmesi, ibadetsiz tevekkülün fayda vermeyeceğini bildirmektedir. B- "- Zaten Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir." Bu itibarla senin Rabbin, onların yaptıklarının gereği olan cezalarını mutlaka verecektir. Allah'ın Resulünden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Hûd süresini okursa, içinde zikredilen peygamberleri tasdik eden ve tekzip eden insanların her bir sayısı için kendisine on sevap verilir ve kıyamet gününde Allah'ın (celle celâlühü) ihsan ve keremiyle mutlu ve kutlu insanlardan olur." |
﴾ 0 ﴿