YÛSUF SÛRESİ

Mekke'de inmiştir ve 111 âyettir.

1

"Elif-Lâm-Râ..."

(Elif. Lâm. Râ...) Bu kelâmın izahı, Yûnus sûresinin başında geçen aynı kelâmın izahı gibidir.

"Bunlar apaçık Kitab'ın âyetleridir".

A- Kitabın apaçık olması ise, Allah (celle celâlühü) katından olduğu, hem lâfız, hem de mânâ olarak ve özellikle de büinnıeyen sırları haber verme noktasında mucize olduğu apaçık ortada demektir.

B- Yahut Araplar için mânâsı açık olması, kendi lügatleri ile nâzıl olduğu için halcıkatlerinin ve inceliklerinin kapalı ve karışık olmaması demektir.

C- Yahut içindeki hükümleri, din kurallarını, insanlar ve melekler âleminin gizliliklerini, iki cihan yaratılışının sırlarını ve diğer hikmetleri, irfanları ve kıssaları gayet mükemmel olarak açıklamış olması demektir.

Âyetteki Kitap, eğer bu sûreden ibaret ise, onun açıklayıcı olması, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssasını haber vermesidir. Nitekim rivâyet olundu ki, Yahudi âlimleri, müşriklerin reislerine:

- Muhammed'e, Yakub ailesinin niçin Şam'dan Mısır'a intikal ettiğini ve Yûsuf'un kıssasını sorun, dediler! Onlar da, bunu Allah'ın Resulüne sordular.

2

"Akıl erdiresiniz diye şüphesiz Biz onu, Arapça bir Kur’ân olarak indirdik."

Bundan önce Kitabin zad şerefini bildiren vasfı zikredildikten sonra, onun arkasından da bu âyette Kitabin izafi şerefi bildirilmektedir.

Yani Biz, o mezkûr yüce vasıflarla vasıflandırılan Kitabi, Arapça bir Kur’ân olarak indirdik (İnnâ enzelnâhü Kur'ânen, Arabiyyen). Eğer bundan, bu isimle yalnız o meşhur olduğu ve mutlak olarak zilcredildiğinde de akla İlk o geldiği için Kur’ân'ın tamamı kastediliyor s a, izahı açıktır. Eğer ondan, yalnız bu sûre kastedikrse, bunun Kur’ân olarak isimlendirilmesi, daha önce geçen cihetten dolayıdır.

Akıl erdıresınız diye (lealleküm ta'kılûn) yani mânâsını tamamıyla anlayasınız, içindeki hârikaları kavrayasinız diye ve onun, beşer gücünün haricinde olup Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olduğuna muttali olasınız diye.

3

"Ey Resûlüm Muhammed! Biz Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Sen ise, bundan önce elbetteki bu haberleri bilmeyenlerdendin."

A- Bu âyet-i kerimedeki, sana geçmiş milletlerin haberlerini en güzel şekilde anlatıyoruz (Nahnü nekussu aleyke ahsenel-kasası) ifadesi, Kur’ân'ın gerçekleri beyan ettiğini bildirmekle beraber, zımnen Kitap ehlinin anlattıkları kıssalarda eksiklik ve çirkinlik olduğunu da bekitmektedir.

Bu Kur’ân'dan maksat, bu sûre demektir.

B- Burada, Sana bu Kur’ân'ı vahiy etmekle (bimâ evhaynâ ileyke hâzel-Kur'ân) denilmesi, bu kıssanın ilham ile veya lâfız olarak okunmayan, mânâ olarak okunan (Kur’ân'ın âyetleri olmayan) vahiy ile bıldirilmediğıni tespit etmek içindir. Yahut bu durumun, Yahudi âlimlerinin telkini ile müşriklerin sorusundan anlaşıldığı içindir.

Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssası Kur’ân'da en mükemmel, güzel şekilde, uygun ve üstün bir üslup ile anlatılmıştır. Nitekim öncekilerin ve sonrakilerin kitaplarında bu kıssayı inceleyen kimse, iyi ile kötüyü ve sağ ile solu birbirinden ayırt edemezse de, bu bariz gerçeğin farkına varır.

Yahut Biz, sana anlattığımız kıssaların en güzeli olan Yakub (aleyhisselâm) ailesinin kıssasını anlatıyoruz. Bu kıssanın en güzel olması, güz enikleri apaçık olan hikmetleri ve ibretleri içermesidir.

C- "Sen ise bundan önce elbetteki bu haberleri bilmeyenlerdendin"

Biz sana bu sûreyi vahyetmeden önce sen bu kıssadan habersiz idin; bu kıssa, senin kulağına hiç gelmemişti; belki aklından bile geçiremezdin.

Bu kelâm, kıssanın vahiyle bildirildiğinin gerekçesi mahiyetindedir.

4

"Hani bir zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki:

Babacığım! Ben rüyamda on bir yıldız ile güneş ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm"

Yûsuf kelimesi, Arapça değil, İbranîce bir isimdir.

Yûsuf'un babası, İshakin oğlu Yakub; Yakub da İbrâhîm'in (aleyhisselâm) oğludur. Allah'ın Resulünden şöyle rivâyet olunmuştur:

Kerîm (kerem sahibi) oğlu kerîm oğlu kerîm oğlu kerîm; Yûsuf b. Yakub b. Ishak b. İbrâhîm'dir (aleyhisselâm).

Bu hâdise, Yûsuf'a (aleyhisselâm) rüyasında gösterilmişti; çünkü bu gibi hârika hâdiselerin gerçek hayatta vald olması hâlinde onları görmek, yalnız bazı kimselere mahsus olarak kalmaz; herkesin hayatını alt-üst eden büyük bir olay olurdu.

Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bir gün bir Yahudi, Allah'ın Resulüne geldi ve dedi ki:

Ey Muhammed! Yûsuf'un gördüğü yıldızlan bana anlat! Allah'ın Resulü sükût etti. İşte bu sırada Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi ve bunu Allah'ın Resulüne bildirdi. Allah'ın Resulü de, o Yahudiye dedi ki:

Eğer bunu sana haber verirsem, Müslüman olacak mısın? Yahudi de: Evet, dedi. Allah'ın Resulü dedi ki:

Onlar şu yıldızlardır: Cereyan, Târik, Zeyyâl, Kabîs, Amûdân, Felîk, Musbıh, Damlı, Fer', Vesâb, Zül-Ketifeyn. Yûsuf bunları, güneşi ve ayı gördü. Bunlar gökten inip Yûsuf'a secde ettiler, Yahudi de, Allah'ın Resulüne:

Evet, vallahi, adları öyledir, dedi.

Bir görüşe göre, güneş ile ay, Yûsuf'un (aleyhisselâm) ebeveyni, bir başka görüşe göre de, babası ile teyzesidir. Yıldızlar da, onun kardeşlendir.

Güneş ile ayın, yıldızlardan sonra zikredilmeleri, onların, diğer yıldızlardan üstünlüğünü ve şerefini göstermek içindir. Nitekim başka âyetlerde Cebrâîl ile Mîkâıl'in (aleyhisselâm) meleklerden sonra zikredilmeleri de bunun içindir. Bununla beraber, yıldızları güneş ve ay ile birlikte gördüm, anlamı da verilebilir.

Güneş ile ayın, yıldızlardan sonra zilvredilmesinin, Yûsuf'un kardeşleriyle buluştuktan sonra ebeveyniyle görüştüğüne işaret olması da, uzak bir ihtimal değildir.

Vehb'den rivâyet olunduğuna göre, diyor ki:

Yûsuf (aleyhisselâm), yedi yaşında iken rüyasında gördü kı, on bir uzun asa yere çakılmış olarak duruyor ve küçük bir asa, onların üstüne atılıp hepsine galip gelip onları yere yıkıyor. Sonra Yûsuf (aleyhisselâm) bu rüyasını babasına anlatıyor. Babası da kendisine:

Sakın, bunu kardHanımlarına anlatma! diyor. Daha sonra Yûsuf (aleyhisselâm), on ıkı yaşında iken, güneşi, ayı ve yıldızları görüyor; bunların kendisine secde ettiklerini görüyor. Bu rüyasını da babasına anlatıyor. Babası da, kendisine:

Sakın, bunu kardHanımlarına anlatma; sonra başına dert açarlar, diyor.

Yûsuf'un (aleyhisselâm) rüyası ile kardeşlerinin onun yanına gelmesi arasındaki sürenin ise kırk sene, veya seksen sene olduğu söylenmektedir.

5

"Babası demişti ki:

"- Oğulcağızım! Rüyanı sakın, kardHanımlarına anlatma! Sonra sana yaman bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır, demişti."

A- Yakub (aleyhisselâm) bu rüyadan, Allah'ın (celle celâlühü) Yûsuf'u hikmetin yüce bir mertebesine eriştireceğini, onu peygamberlik için seçeceğini ve her iki cihan saadetini ona bağışlayacağını anladığı için, kardeşlerinin onu kıskanmasından ve ona kötülük yapmasından endişe etti. İşte kardeşlerim bu kötülükten ve onu da sıkıntılardan ve üzüntülerden korumak için, fazla güçlük çekmeden mutluluğa hâsıl olması için bu tavsiyede bulundu. Aslında Yakub (aleyhisselâm)'ı, Allah'ın (celle celâlühü) bunu mutlaka gerçekleştireceğine kesin olarak güveniyordu.

Rüyanın hakikati, "mütehayyile" ufkundan men suretin "müşterek hisse" ulaşmasıdır. Sadık (gerçek) olan rüya, ruhun, bedeni idare etmekten asgari ölçüde boş kaldığında, aradaki münasebetten dolayı melekler alemiyle irtibat kurmasıyla gerçekleşmektedir, işte o mülakat sırasında hâsıl olan uygun mânâlar, ruhta suret bulur. Sonra mütehayyile, onu kendine münasip bir sûrede temsil eder; sonra da onu müşterek hisse gönderir. İşte bu aşamalardan sonra görülen bir hal alır. Sonra, eğer ruhun, o mânâya münasebeti kuvvetli olup gerçek ile onun arasındaki fark, ancak küllilik ve cüzîlik cihetinden ise, rüyanın yoruma ihtiyacı olmaz; yok böyle değil ise, yoruma muhtaç olur.

B- "Sonra sana yaman bir tuzak kurarlar"

Yûsuf'un kardeşlerinin kendisine kuracakları yaman tuzak, kurtulamayacağı derin ve çetin tuzak demektir. Yahut önleyemeyeceği ve anlayamayacağı gizli tuzak demektir ki, sakındırma makamına en uygun olan bu mânâdır. Gerçi Yakub rüyanın bildirdiği şeyi değiştirmeye muktedir olamayacaklarını da biliyordu.

Burada Yûsuf'un kardeşlerinden murat, gaile ve tuzaklarından korktuğu babaları bir, anneleri ayrı kardeşleri idi. Onlar, Yakub'un aynı zamanda teyzesinin kızı Leyyâ adındaki karısından doğan Yehûzâ, Rûbil, Şem'un, Lâvey, Rubâlûn, Yeşcur ve Deyne adlarındaki oğulları ile, Zelfe ve Belhe adlarındaki cariyelerinden olan Dân, Neftâlî, Cad ve Aşur adlarındaki oğulları idi. On bir yıldız olarak kendilerine işaret edilenler de bunlardır. Yakub'un (aleyhisselâm), Leyyâ'nin vefatından sonra evlendiği Leyyânin kız kardeşi Rahîl'den, Bünyâmin ile Yûsuf (aleyhisselâm) dünyaya gelmişlerdi. Yahut Yakub (aleyhisselâm), Leyyân hayattayken kız kardeşi Rahîl ile evlenmişti; zira o zaman iki kız kardeş ile birlikte evlenmek henüz haram değil idi.

İşte bundan dolayı Bünyâmin, Yakub'un, "rüyanı kardHanımlarına anlatma!" yasağına dahil edilmemişti. Zira öz kardeşi Bünyamin'in ona zarar vermesi düşünülemezdi; onun Yûsuf'a bir kötülük yapmasından korkulamazdı ve Bünyâmin, rüyada onlardan sayılmamışti. Zira kardeşleri Yûsuf'a secde ederlerken de Bünyâmin onlarla beraber değildi.

Yakub'un (aleyhisselâm) rüyayı anlatmasını menetmesinden murat, onların hepsine veya bir kısmına anlatması idi.

"Çünkü Şeytan insana apaçık bir düşmandır" (İnneş-şeytâııe kl-insâni adüvvün mübîn).

Yani şeytanın düşmanlığı apaçık olduğundan, o senin kardeşlerini azdırmak, onları saptırmak ve kendilerini tamamen hayırsız olan işlere sevk etmek için, bütün gayretiyle çalışır.

6

"İşte böylece Rabbin seni seçecek. Sana rüyada görülen olayların yorumunu da öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhîm ve İsmail'e nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü şüphesiz Rabbin, Alîm'dır (her şeyi bilendir); Hakîm'dir (her işinde hikmet sahibidir)."

A- "İşte böylece Rabbin seni seçecek."

Bundan önce Yakub (aleyhisselâm), o rüyanın büyük bir anlam ifade ettiği ve ardından birçok faydalar hâsıl olacağı konusunda Yûsuf'un dikkatini çekmiş ve kardeşlerinin, sonuçlarının hâsıl olmasını engellemelerine veya o sonuçların yolunu zorlaştırmalarına sebep olacak ifşasından onu s akın dır misti. Bu âyette de, o rüyanın yorumunu icmali olarak yapmaktadır.

Yani misal âleminde, o yüksek ve parlak cisimlerin sana secde etmesi gibi, onun gereği olarak ve ona uygun bir şekilde Rabbin, Cenâb-ı kibriyası için sem seçecek; seni bütün yaratılmışların eşrafından ve en yüksek insanlardan üstün kılacak ve gördüğün rüyayı eksiksiz olarak bu âlemde gerçekleştirecektir.

Buradaki teşbihten murat, misal âleminde görülen suretler ile bu âlemde gerçekleşen suret ve şekiller arasındaki benzerliği beyan etmektir. Yani misal âleminde o muazzam cisimler sana boyun eğdikleri gibi, bu âlemde de insanlar sana boyun eğecekler ve sana kemal-ı itaatlerini, bildireceklerdir.

Bundan murat, Yûsuf'un (aleyhisselâm) ebeveyninin ve kardeşlerinin ona itaatidir. Ancak bunun duyulmasından endişe ettiği için bunu sarahatle söylememiştir.

B- "Sana rüyada görülen olayların yorumunu öğretecek"

cümlesi, teşbihe dahil değildir. Yakub (aleyhisselâm), bu sözleriyle, yorum ve izah olarak, söylediklerini pekiştirmek, gerçekliğini tespit etmek ve anlattıklarıyla Yûsuf'u tatmin etmek istemektedir.

Burada olayların yorumundan murat, rüya yorumudur. Bu da, o ilmin tamamıdır, yahut onun yararlı bir kısmıdır ki, onunla, Yûsuf, babasının söylediklerine muttali olacak.

Bu kelâmın, makablini te'kıt ve kendisinden sonra gelecekleri kabule teşvik ettiği açıktır.

Diğer bir görüşe göre ise, hadislerin yorumu, Allah'ın (celle celâlühü) Kitabının ve peygamberlerin sünnetlerinin kapalı olan ifadelerinin yorumu demektir. Ancak birinci görüş, daha zahirdir.

Sanki Yakub (aleyhisselâm) bu sözleriyle, ilende Yûsuf'un, iki zindan arkadaşının rüyası ile hükümdarın rüyasını yorumlamasına ve bunun, nimetin tamamlanması olarak ifade edilen o büyük riyasete Allah'ın (celle celâlühü) kendisini eriştireceğine vesile olacağına işaret etmiştir. Yakub (aleyhisselâm) bunu ancak İlâhî vahiy ile anlamıştı. Yahut Yakub (aleyhisselâm), mutlak olarak, bu hasletin, Yûsuf'un (aleyhisselâm) durumunun ortaya çıkmasına sebep olacağını kast etmişti.

Buna göre Yakub'un (aleyhisselâm) bunu bilmesi, ferâsetiyle kanıtlardan, delillerden, emarelerden ve işaretlerden anlam çıkarmasıyla olmuştu.

Yani Allah'ın (celle celâlühü) bu gibi rüyaya muvaffak kıldığı kimsenin, o rüya ile benzerlerinin yorumuna ve rüyaların âfâkî (genel) ve enfüsî (özel) olanlarını birbirinden ayırt etmeye muvaffak kılınması gerektiğim anlamıştı. Çünkü bu hal, Yûsuf'un (aleyhisselâm) misal âleminde son derece imkân sahibi ve o âlemdek tasarruflarının pek kuvvetli olduğuna delâlet ediyor.

İşte bundan dolayı Yûsuf (aleyhisselâm), o âleme taallûk eden irfanların akışına ve bu âlemde ona uygun olarak vâki olan temsilî şeylerin kabulüne daha yatkın olur ve o iki âlemden birinde görülen suretler ile ona uygun olarak başka bir âlemde gerçekleşen varlıklar arasındaki nispetlere daha kuvvetli olarak vâkıf olur. Ve bu üstün vasıf, sahibinin durumu için bir örnek ve hükümlerinin cereyanının bir mihveri olmakdır. Zira her peygamberin, eserlerini ve icraatını gösteren bir mucizesi olmakdır.

C- "Daha önce iki atan İbrâhîm ve İsmail'e nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır"

İlâhî nimetin tamamlanması demek, peygamberliğe ilâve olarak hükümdarlığın da verilmesi ve peygamberlik için bir ilâve destek kılınmasıdır. İlâhî nimetin tamamlamasını ifade eden cümle ile bağlantılı olduğu cümle arasında rüya yorumunun öğretilmesini ifade eden cümlenin zikredilmesi, onunla ifade edilen vasıf, peygamberliğin ayrılmaz vasıflarından olduğu içindir.

Bir de, hariçte gerçekleşme sırası gözetilmiştir. Ayrıca işaret ettiğimiz gibi, onun eseri, nimetin tamamlanmasına vesile olduğu içindir. Rüyanın, kendisi de Allah'ın nimetlerinden sayılabilir. Böylece kendisinin eriştiği bütün nimetler, burada belirtilen nimetin delili ve unsurları olur.

Âyette zikredilen Yakub'un soyu ve ailesi, onun çocukları ve diğer zürriyetlerıdir. İşte Allah Yakub'un ailesine de nimetini tamamlamıştır; çünkü Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendi kardeşlerini, ışıkları hidâyet kaynağı olan yıldızlar şeklinde görmesi, Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerindendir. Zira bu rüya, Yakub'un ailesinin geleceğinde peygamberlik olduğunu göstermektedir.

Böylece onun ailesinin üstünlüklerinden kuvveden fiile çıkan her şey, mutlaka o nimetin tamamından bir parça olur. Eğer o nimetin tamamlanmasından, hükümdarlık kastedikrse, Yakub'un (aleyhisselâm) çocuklarına göre nimet olması, onun sonuçlan olan izzet, mevki-makam ve maldan faydalanmaları itibarıyladır.

Allah'ın (celle celâlühü) nimetini, Yûsuf’un iki atası İbrâhîm ile İshak'a (aleyhisselâm) peygamberlik nimetini vermesi, İbrâhîm'i Haki edinmesi, onu ateşten ve oğlunu kurban olmaktan kurtarması, İshakin (aleyhisselâm) da, yerine büyük bir kurban bağışlanarak kurban edilmekten kurtarılması, onun sulbünden Yakub ile Esbâti dünyaya getirmesidir. İşte bunların her biri büyük nimet olup peygamberlik nimetine bir ilâvedir.

Teşbihin gerçekleşmesi için, kendisine teşbih yapılan şeyin, bütün vasıflarının, teşbih edilen şeyde de bulunması gerekmez. Kendisine teşbih edilende, nimetin tamamlanması ile iktifa edilmesi ve peygamberlik için seçildiğinin belirtılmemesi, zikredilen ile yetinmek kabilindendir. Zira nimetin tamamlanması, peygamberlik için seçilmeyi gerektiren nimetlerin önce olmasını mutlaka gerektirmektedir.

D- "Şüphesiz Rabbin, Alîm'dir; Hakîm'dir"

Yani senin Rabbin, zikredilen şeyleri yapar; çünkü o, her şeyi bilendir. O halde peygamberlik için seçilmeye, onun gereklerinden olan mezkûr öğretmeye ve mezkûr veçhile umumî nimetlerin tamamlanmasına layık olanı da bilmektedir. Ve O, bütün icraatını hikmet ve maslahatın gerektirdiği biçimde gerçeldeştirmektedır. Bu itibarla O, yaptıklarını ılım ve hikmet kurallarına uygun biçimde yapmaktadır.

7

"Ant olsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinde arayıp soranlar için bir çok ibretler vardır."

Yûsuf (aleyhisselâm) ile kardeşlerinin kıssalarında onların kıssasını sorup öğrenenler, yahut ibretleri arayıp onlardan ders çıkaranlar için, Allah'ın kahır kudretine delâlet eden pek büyük alâmetler vardır. Zira sorup arayanlar ancak bu ibretlere vâkıf olurlar ve onlardan faydalanırlar; diğerleri ise onlardan faydalanamazlar. Nitekim bir âyette meal olarak şöyle denilmektedir: "Göklerde ve yerde nice ibret verici şeyler vardır ki, yanlarından geçerlerken onlardan yüz çeviriyorlar" (Yûsuf 12/105).

Bu mânâya göre, kıssadan murat, anlatılan olayların kendisidir. Yahut o kıssa, kendisine müşrikler ve Yahudiler tarafından sorulan soruya, Allah Resulünün, bu konuda kimseden bir şey duymadan ve hiç kitap da okumadan aynen olduğu gibi anlattığı olaylardır. Bunda, onun peygamberliğıne delâlet eden âyetler de vardır.

Bu durumda kıssadan murat, o hâdiselerin anlatılmasıdır. Buna göre "âyetler" (ibretler) kelimesinin çoğul olarak zikredilmesi, kıssanın her bir parçasını anlatan Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğine delâlet etmesine yeterli olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Bakara 125. âyetinin tefsirinde de bu kelimenın çoğul olarak kullanılmasının, icazın, lâfız ve mânâ olarak müteaddit olmasından dolayı olduğu belirtilmişti.

Bu âyette Yûsuf'un kardeşlerinden hepsi de kastedilmiş olabilir. Zira Bünyâmin'in de bu kıssada payı vardır. Yahut daha önce zikredilen baba bir kardeşleridir. Zira kıssanın değirmeni onlar üzerinde dönmektedir.

Allah'ın (celle celâlühü), Yûsuf (aleyhisselâm) kıssasını ve kardeşlerinin kendisine yaptıkları zulmü bizim Peygamberimız'e (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatmasını, kendi kavminin de kendisine zulmettiğini görünce, teselli, bulması için olduğunu söyleyenler de vardır.

8

"Hani kardeşleri, demişlerdi ki:

- Şüphesiz Yûsuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir"

Yûsuf ve öz kardeşi Bünyâmin. Burada Bünyâmin'in isim olarak zikredilmemesı, babasının ona olan muhabbetinin yegâne sebebinin, ana-baba bir Yûsuf'un kardeşi olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim görüldüğü gibi, onlar, Bünyâmin'e dokunmadan Yûsuf'u kendi aralarından kaldırmakla iktifa ederek "Yûsuf’u öldürün!" demişlerdi.

"Halbuki biz bir usbeyiz (topluluğuz)" (ve nahnü usbeh).

Yani biz, işlerin üstesinden gelen bir topluluğuz; babamızın sevgisi ondan önce bizim hakkımızdır.

Usbe kelimesi, on veya daha yukarı erkekler topluluğu demektir.

"Kadar babamız apaçık bir yanılgı içindedir" (İnne ebânâ lefî dalâlin mübîn).

Yûsuf ile Bünyâmin, yaşları daha küçük, sayıca da daha az olduğu için işlerin üstesinden gelemedikleri halde, biz diğer kardeşler onlardan üstün, olmamıza rağmen, onları bize tercih, etmekle babamız açıkça yanılmaktadır ki böylece eşitlikten ve her birimizi onların yerme koymak yolundan tamamen sapmıştır.

Rivâyete göre Yûsuf, babasının en sevgili oğlu idi; çünkü babası onda hayırlı işaretler görüyordu. Kardeşleri de onu kıskanıyorlardı. Sonra Yûsuf, o rüyayı görünce babasının ona sevgisi daha da arttı. Öyle ki, onu görmeden sabredemıyordu. Bundan sonra kardeşlerinin kıskançlığı da fazlalştı. Nihayet bu kıskançlık onları, anlatılan tuzağı kurmaya sevk etti.

9

"Aralarında demişlerdi ki:

Yûsuf'u öldürün veya onu bir yere atın ki, babanızın teveccühü, yalnız size kalsın!"

A- Bu sözü, onların bazısı diğerlerine hitap ederek söylemişti. Bu itibarla sanki hepsi de buna razı olmuşlardı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, bunu söyleyen Şenı'un veya Dan adındaki kardeşler idi ve diğerleri de buna razı olmuşlardı; yalnız, "Yûsuf'u öldürmeyin!" diyen Bünyâmin hariç, işte bundan dolayı onların hepsi bu sözü söylemiş gibi kabul edilerek bu söz hepsine isnat edilmiştir. Yahut onların her biri, diğerlerine hitap ederek bunu söylemişti. Bu görüş, onların bunu söylemek için acele etmiş olmalarına daha iyi delâlet etmektedir.

Âyette "yer" kelimesinin müphem ve vasıfsız olarak zikredilmesi, meçhul ve meskûn yerlerden uzak bir yer kastedildiği içindir.

B- "Ondan sonra da tevbe ederek salâh ehlinden olursunuz"

Yani sız Yûsuf’u öldürdükten sonra babanız tamamen size yönelir; başkasına iltifat etmez ve onun sevgisinde kimse size ortak olmaz. Sız de Yûsuf'un işini bitirdikten, işlediğiniz cinayetten sonra, babanıza bir özür sunar, onunla barışırsınız, yahut babanızın teveccühü yalnız size kaldıktan sonra dünya işlerinizi iyice düzene koyarsınız.

10

"Onlardan biri dedi ki:

Yûsuf’u öldürmeyin; eğer beni dinlerseniz, onu o kuyunun dibine atın da, geçen kervanlardan biri onu alsın, götürsün!"

Bunu söyleyen, Yehûzâ adındaki kardeşti. O, Yûsuf hakkında en güzel fikri ileri sürenlerdendi, "...ben asla buradan ayrılmayacağım" (Yûsuf 12/80) diyen de oydu.

Diğer bir görüşe göre ise bunu söyleyen, Rubîl'dı.

Yehûzâ veya Rubîl'in bunu kesin olarak değil de, arz etmek şeklinde söylemesi, onların gönlünü almak, onları kendi görüşüne yöneltmek ve kendisine tahakküm ve cebir isnat etmelerinden sakınmak ıçindir.

Yahut, "eğer Yûsuf’u babasından uzaklaştırmak konusundaki azminizi mutlaka gerçekleştirecekseniz" demektir.

11

"Dediler ki:

"- Ey babamız! Sana ne oluyor ki Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Halbuki biz kadar onun iyiliğini istemekteyiz."

Onların "Ey babamız!" diye hitap etmeleri, kendileri ile babaları arasındaki nesep bağını (duygusunu) harekete geçirerek, Yûsuf (aleyhisselâm) ile aralarındaki, kardeşlik rabıtasını hatırlatıp, babalarını, kendilerinde haset ve zulüm emareleri sezdiğinden dolayı "Yûsuf'u onlardan koruma" fikrinden vazgeçirmek içindi.

Sen bizim babamızsın, biz senin çocuklarınız ve Yûsuf da bizim kardeşimiz. O halde neden onunla ilgili olarak bize güvenmiyorsun! Halbuki biz, onun için hayır istiyoruz; ona şefkatle bakıyoruz; ona karşı öğüt ve muhabbetten başka hiçbir şey de beslemiyoruz, demek istiyorlardı.

12

"Yarın onu bizimle beraber kıra gönder de, bol bol yesin, koşup oynasın. Hiç şüphesiz biz onu koruruz."

Bizimle beraber gelsin de, meyvelerden ve şâir yiyeceklerden bolca yesin, içsin, eğlensin; aramızdaki müsabakalara katılsın, ok atsın, oynasın.

"Hiç şüphesiz biz onu koruruz"

13

"Babaları dedi ki:

- Sizin onu götürmeniz, kadar beni üzer. Siz ondan habersiz iken onu kurdun yemesinden korkuyorum."

Ben onun ayrılığına dayanamayacağım için onu götürmenize üzülürüm. Bunun yanında siz, yemekle, oyunla meşgul olduğunuz sırada, yahut onu korumayı pek önemsemeyeceğinizden dolayı haberiniz olmadan, onun bir kurda yem olmasından endişe ederim.

Zira o bölgede kurt çoktu.

Üzülmek, sevgiknin elden gitmesi yüzünden kalbin acı duyma sidir. Korku ise, kötülük gelmesinden dolayı ruhun rahatsız olmasıdır.

14

"Dediler ki:

- Gerçekten biz kuvvetli bir topluluk olduğumuz halde eğer onu kurt yerse, biz hiç şüphesiz mahvolmuşuz."

Biz bu kadar kişi, görüşlerimiz ve tedbirlerimizle tehlikeli halleri atlatabilecek güçte ve kuvvette iken, eğer onu kurda yedirirsek, bize yazıklar olsun. Hiç şüphesiz biz zayıflık ve âcizlikten mahvolmuşuz, ya da mahvolmaya müstahak olmuşuz; çünkü hayatımızda iş yok demektir. Yahut o takdirde hüsran ve yok olma bedduasına müstahak oluruz. Veya Yûsuf, bizim için en azız varlık iken eğer biz onu koruyamazsak, o takdirde davarlarımız da yok olur ve o yüzden biz büyük ziyana uğramış oluruz.

Yûsuf'un kardeşleri, babalarına verdikleri cevapta, sadece kurdun yemesi korkusu ile iktifa etmişlerdi. Çünkü görünüşte Yûsuf'un gönderilmemesinin en büyük sebebi buydu; Yakub'un üzülmesi değildi. Onlar zaten, Yûsuf'u hemen geri getirecekleri için kısa sürek bir izin istediklerim düşünüyorlardı.

15

"Nihayet onu götürüp de kendisini kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, Biz Yûsuf a, ant olsun ki, sen onların bu işlerini onlar farkına varmadan kendilerine haber vereceksin, diye vahiyle bildirdik."

Bir görüşe göre bu kuyu, Ürdün toprağında,

Diğer bir görüşe göre ise, Mısır ile Medyen arasında bulunmaktadır. Kuyunun, Yakub'un (aleyhisselâm), Ken'an'daki evine üç fersah mesafede bulunduğunu söyleyenler de vardır. Ken'an da, Medyen gibi Ürdün böigelerındendir. Anılan kuyunun, Beytü'l-Makdis kuyusu olduğu görüşünü ise, kervanın Yûsuf’u alıp götürmeleri ve kardeşlerinin aynı gün akşamı babalarına gelmeleri hususu reddetmektedir; çünkü Yakub'un (aleyhisselâm) evi ile Beytül-Makdis arasında merhaleler vardır.

Âyette cevap cümlesi hazfedilmiştir. Yani kendisini kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, ona yaptıkları eziyeti yaptılar. Rivâyet olunuyor kı, kardeşleri Yûsuf’u kıra götürünce, onu dövmeye ve kendisine eziyet etmeye başladılar. O kadar ki az kaldı, onu öldüreceklerdi. Yûsuf da bağırıp imdat istiyordu. O zaman Yehûzâ onlara dedi ki:

Siz onu öldürmeyeceğinize dâir bana söz vermediniz mi? Bunun üzerine onu kuyunun yanına götürdüler. Bu sırada Yûsuf, onların eteklerine sarılıp yalvarmaya başladı. Onlar, eteklerim onun ellerinden çektiler ve kendisini kuyuya sarkıtmaya başladılar. Yûsuf, kuyunun kenarına tutundu. O zaman onun ellerini bağladılar ve gömleğini de çıkardılar. Çünkü babalarına hile yapmak için gömleğine kan sürmeyi kararlaştırmışlardı. Bu sırada Yûsuf:

Kardeşlerim! Gömleğimi geri verin; onunla örtüneyim, diye yalvardı. Kardeşleri ise:

Haydi, güneşi, ayı ve on bir yıldızı çağır da, sana arkadaşlık etsin, dediler ve kendisini kuyuya sarkıttılar. Nihayet kuyunun yarı beline ulaşınca, ölsün diye ipi bırakiverdiler. Kuyuda su bulunuyordu. Yûsuf, suyun üstüne düştü; sonra suda bulunan bir kayanın üstüne çıktı. Bu sırada Yûsuf, yüksek sesle ağlıyordu. Kardeşleri ona seslendiler. Yûsuf, onların merhamete geldiklerim sandığı için onlara karşılık verdi. Kardeşleri ise, onun taşlamak istediler; fakat Yehûzâ, onlara engel oldu. Yehûzâ, her gün ona yemek getirirdi.

Rivâyet olunuyor kı, İbrâhîm (aleyhisselâm), elbisesi soyulup ateşe atıldığı zaman, Cebrâîl (aleyhisselâm), cennetten ona ipek bir gömlek getirip kendisine giydirdi. Sonra İbrâhîm (aleyhisselâm), bu gömleği îshak'a (aleyhisselâm) vermişti ve Ishak da, onu Yakub'a (aleyhisselâm) vermişti. Yakub (aleyhisselâm) da, o gömleği bir muskalığın içine koyup Yûsuf'un boynuna asmıştı. İste Yûsuf, kuyuda çıplak kalınca Cebrâîl (aleyhisselâm), ona gelip o gömleği çıkardı ve kendisine giydirdi.

Bir başka ifadeyle Yûsuf kuyuda iken, onun yalnızlık ıstırabını giderip kendisine ünsiyet vermek ve parlak geleceğini kendisine müjdelemek üzere ona vahiy geldi.

Bir görüşe göre bu vahiy, Yahya ve Isâ (aleyhisselâm) örneklerinde olduğu gibi henüz aklî olgunluğa erişmeden önce idi.

Diğer bir görüşe göre ise, o zaman aklî olgunluğa erişmişti. Hasen (radıyallahü anh) diyor ki: "O sırada Yûsuf, on yedi yaşında bulunuyordu."

Kuyuda Yûsuf'a gelen vahiy şu idi: "Ant olsun ki, sen ey Yûsuf! İçinde bulunduğun kötü halden ve sıkıntıdan kurtulacaksın ve kardHanımlarına sana yaptıklarını haber vereceksin. Onlar ise, senin bu günkü halin ile o günkü halın tamamen, farklı olacağından, senin Yûsuf olduğunun farkında olmayacaklar; zira onlara bunu haber vereceğin gün çok yüksek durumda olacaksın, görkemli bir saltanatın olacak ve senin halin, onların s enin hakkındaki vehimlerinden çok uzak olacaktır."

Rivâyet odur ki, Yûsuf'un kardeşleri buğday istemek üzere huzuruna girdikleri zaman Yûsuf, onları tanıdı; onlar ise, onu tanımadılar. Bu sırada Yûsuf, bir su tası getirtip tası eline aldı ve onu tınlattı; tas da uzunca tınladı, işte o zaman Yûsuf:

- Bu tas bana diyor ki, sizin baba bir Yûsuf adında bîr kardeşiniz varmış; babanız ona sizden daha fazla yakınlık gösteriyormuş. Siz de onu kıra götürmüş ve onu bir kuyunun dibine atmışsınız ve babanıza onu kurt yedi demişsiniz ve onu ucuz fiyata satmışlar.

16

"Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler."

Yûsuf’u kuyuya attıktan sonra yalandan ağlayarak üzülmüş gibi yapıp babalarının yanına geldiler.

17

"Dediler ki :

- Ey babamız! Biz yarışmak üzere uzaklaşmıştık; Yûsuf'u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Bu sırada kurt gelip onu yemiş. Gerçi biz doğru söyleyenler olsak da, sen bize inanmazsın.".

A- Ey babamız! Biz yarışmak üzere uzaklaşmıştık; Yûsuf'u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Bu sırada kurt gelip onu yemiş."

Rivâyet olunur ki, onların ağladığını duyunca, Yakub panikledi ve:

Ne oluyor size oğullarım? Yûsuf nerede? dedi. Onlar da dediler ki;

Ey babamız! Biz koşuda ve ok atımında yarışmak için uzaklaştığımızda, Yûsuf Yi elbiselerimiz, erzakımız ve diğer eşyamızın yanında bıraktık. İşte normal olarak biz onu kontrol etmek için gidip bakacak kadar bir zaman bulamadan kurt gelip onu yemiş.

Eşya, normal olarak ancak güvenk yerlere bırakıldığı için, Yûsuf'un eşyanın yanında bırakılması, özellikle onu terk etmemeleri ve kayıp etmemeleri halinde, gaflet ve gerekli önlemleri almamak kabilinden sayılmaz. Bu itibarla sanki onlar şöyle demişlerdi:

Biz onu korumakta taksirat göstermedik ve onu gözetmekten gafil kalmadık; aksine onu bizim güvenk yerimizde, toplantı yerimizde ve hemen görebileceğimiz bir yerde bıraktık. Zira yarışma meydanı, normal olarak ancak iki uçları görünen sahalarda olur. Ve biz ondan ancak az bir zaman ayrı kaldık; bizimle onun arasında ancak az bir mesafe vardı. Ama olanlar oldu.

B- "Fakat biz doğru söyleyenler olsak da, sen bize inanmazsın."

Biz sana göre, senin inancına göre doğru ve güvenikr kimseler olsak da, sen bızim, Yûsuf hakkında taksirat sahibi olmadığımızı gösteren bu sözümüzü tasdik etmezsin; çünkü senin Yûsuf'a aşırı sevgin var. Şimdi, sen bizim hakkımızda suizan sahibi iken ve bizim sözümüze güvenmiyor iken, seni nasıl inandırabiliriz?

18

"Üzerine sahte bir kan sürülmüş gömleğini de getirdiler. Yakub dedi ki:

Hayır! Nefisleriniz size kötü bir işi güzel göstermiş. Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Sizin anlattığınız şey için yardımı istenecek yegâne merci Allah'tır."

A- "Üzerine sahte bir kan sürülmüş gömleğini de getirdiler."

Rivâyet olunur ki, onlar bir kuzu kestiler ve kanını Yûsuf'un gömleğine sürdüler; fakat gömleği parçalamayı düşünemediler. Nihayet Yakub (aleyhisselâm), Yûsuf'un haberini duyunca, sesi çıktığı kadar feryat ederek:

Gömlek nerede! dedi. Sonra gömleği yüzüne atarak ağlamaya başladı; sonunda gömleğin kanı yüzüne de bulaştı. Ve:

Vallahi, bu güne kadar böyle uysal bir kurt görmedim; benim oğlumu yemiş; fakat gömleğini parçalamamış, dedi.

Denir ki, Yûsuf'un gömleğinde üç işaret görüldü: Biri bu işarettir ki,

onların yalan söylediklerine Yakub (aleyhisselâm) için bir kanıttı. İkincisi, "müjdeci gelince, gömleği Yakub'un yüzüne koyar koymaz, Yakub eskisi gibi görür oldu (Yûsuf 96)" âyetinde anlatılan işarettir. Üçüncüsü de, Yûsuf'un (aleyhisselâm) gömleğinin (Züleyha meselesinde) arkadan yirtılmasıdır ki, onun suçsuzluğuna delâlet ediyordu.

B- "Yakub dedi ki: Hayır! Nefisleriniz size kötü bir işi güzel göstermiş. Artık bana düşen güzelce sabretmektir."

Hadiste şöyle denilmektedir: "Güzelce sabretmek, şikâyet etmeksizin sabretmektir." Yani sızlanmadan, insanlara şikâyet etmeksizin... Zaten Yakub da: "Ben gam ve kederimi sadece Allah'a arz ediyorum (Yûsuf 12/86)." demişti.

Rivâyet olunur ki, Yakub'un kaşları gözlerine iniyordu; o da onları bir bezle yukarı kaldırıyordu. Kendisine, bu ne hal, deniknce, o da, uzun zaman ve çok hüzün, dedi. İşte bunun üzerine Allah (celle celâlühü) kendisine:

Ey Yakub! Bana şikâyette mi bulunuyorsun? buyurdu. O da:

Ey Rabbim! Bir hata oldu; beni bağışla! dedi.

C- "Sızın anlattığınız şey için yardımı istenecek yegâne merci Allah'tır."

Yakub'un (aleyhisselâm) bu kelâmı, sürekli yardım dilemek ifadesidir. Yani sızın anlattıklarınızın gerçeğini ortaya çıkarmak, anlattıklarınızın yalan olduğunu beyan etmek ve doğrusunu meydana çıkarmak konusunda yardımı istenecek tek varlık Allah'tır (celle celâlühü) demektir.

19

"Bir kervan geldi ve sakalarını kuyuya gönderdiler; o da gidip kovasını sarkıtınca:

- Hey! Müjde! İşte bir oğlan! Dedi."

Bundan önce Yûsuf'un kardeşlen ile babaları arasında olanlar anlatıldıktan sonra burada da, Yûsuf'un kuyudan kurtulması ve ondan sonra başından geçenlerin anlatılmasına başlanmaktadır.

Âyette kervan hakkında gelmek fiilinin kullanılması, Yakub (aleyhisselâm) ailesinin mekânına göre değildir; çünkü Ken'an eli, Medyen'e göre Mısır tarafında değildir. Hayır, bu gelmek, Yûsuf'un bulunduğu yere göredir. Burada "geldi" fiilinın, "geçti" veya "vardı" gibi fiillere tercih edilmesi, işaret ediyor ki, Yûsuf (aleyhisselâm), Rabbi katında pek şerefli ve yüksek bir mertebeye sahiptir.

Zahire göre bu kuyu, ana yol üzerinde bulunuyordu. Çünkü gelmek fiilinin kervana mutlak olarak isnat edilmesinden ilk anlaşılan mânâ da budur. Diğer bir rivâyete göre ise bu kuyu, meskûn yerlerden uzak olup yalnız çobanların uğradıkları bir kuyu idi. Bu kervan ise yolunu kaybetmiş ve bu kuyuya yakın bir yerde, konaklamıştı.

Medyen'den Mısır'a gitmekte olan bir kervan geldi.. Onlar sakaları olan Mâlik b. Za'r el-Huzâî'yi kuyuya gönderdiler. O da kovasını kuyuya sarkıttığında Yûsuf’u gördü ve, "Hey! Müjde! İşte bir oğlan!" dedi. Âyetteki "Büşrâ" kelimesının, müjde anlamında olmayıp sakanın bir arkadaşının adı olduğu; kovasını tutan Yûsuf'u çıkarmak için onu yardımına çağırdığını ileri sürenler de vardır.

Bazıları bu kuyunun suyunun aslında tuzlu olduğunu; Yûsuf (aleyhisselâm) içine atıldıktan sonra ise suyun tatlandığını söylerler.

"Onu bir ticaret malı olarak sakladılar." (Ve eserrühü bı-dâah)

Saka ile arkadaşları Yûsuf’u bir ticaret mali olarak diğer arkadaşlarından sakladılar. Veya, onun durumunu ve kuyuda bulduklarını, diğer arkadaşlarından sakladılar ve onlara: "Kendisi için Mısır'da satılmak üzere Kuyu sahibi onu bize verdi" dediler. Ya da Yûsuf'un kardeşlen onu köle olarak sattılar, demektir. Şöyle ki, Yehûzâ, her gün Yûsuf'a yemek getirirdi. Kervanın geldiği gün kuyuya gelince onu kuyuda bulamadı ve hemen bunu kardHanımlarına haber verdi. Onlar da kervanın yanına geldiler ve:

- Bu bizim kölemizdir; bizden kaçtı, dediler. Kervancılar da, Yûsuf’u kardeşlerinden satın aldılar. Yûsuf ise öldürülmek korkusuyla sesini, çıkarmadı.

Bu görüşün uzak bir ihtimal olduğu açıktır.

"Zaten Allah onların yaptıklarım tamamıyla bilendir." (Vallâhü alîmün bimâ ya'melun)

Bu kelâm, onların Yûsuf gibi bir insanı müptezel bir ticaret malı durumuna sokmaları ve bunun için uydurdukları hileleri yüzünden onlara büyük bir ceza vaadi anlamındadır.

20

"Kafile Mısır'a vardığında onu ayan düşük sayılı birkaç dirheme sattılar."

Yûsuf’u kuyuda bulanlar Mısır'a vardıklarında onu fiyat olarak, ayarı düşük dirhemlerden, tartı ile değil, fakat sayı hesabi ile birkaç dirheme sattılar. Bu da onun, miktar olarak az ve ayar olarak da noksan bir paraya satıldığını bildirmektedir. Zira normal olarak kırk dirheme kadar olan miktarlarda işlemler, tartı ile değil, sayı ile görülmektedir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Yûsuf, yirmi dirheme satılmıştı.

Süddî'nin rivâyetinde ise, bu, yirmi iki dirhemdi.

"Onlar zaten ona değer vermemişlerdi." (Ve kânû fîhi mınez-zâhıdîn)

Onlar ellerindeki bu büyük insana değer vermemişlerdi. Ondan dolayı da Yûsuf’u ucuz fiyata satmışlardı. Bunun sebebi, onu sahipsiz olarak bulmuş olmalarıdır. Zaten bulunan şeye pek değer verilmez. Yahut onlar, Yûsuf hakkinda güvende değillerdi; birilerinin çıkıp onunla ilgili hak iddia etmelerinden korkuyorlardı.

Yahut anılan ikinci görüşe göre belirtildiği gibi,

Kervancıların Yûsuf'u kardeşlerinden satın aldıkları, ancak onlara verdikleri paranın da boşa gitmesinden endişe ettikleri için pek istekli olmadıkları şeklinde de bir görüş vardır. Çünkü onun kaçan bir köle olduğu kulaklarına gelmişti.

21

"Mısır'da onu satın alan adam, karısına dedi ki:

- Ona iyi bak; olur ki, bize faydası olur veya onu evlât ediniriz. İşte böylece (Mısır'a sultan olmak yolunda o süreci yaşaması) ve rüyadaki olayların yorumunu öğretmemiz için Yûsuf'un sevgisini gönüllere yerleştirdik. Zaten Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bilmezler."

A- "Mısır'da onu satin alan adam, karısına dedi ki:

Ona iyi bak; olur ki, bize faydası olur veya onu evlat ediniriz."

Bu adam, Mısır hazinelerine (mali işlerine) bakan aziz (vezir) di. Adı Kıtfir veya Itfîr'di. Bu zatin Misirk olduğunun belirtilmesi, zikredilecek hususlarla irtibat kurulması için, bir de bu kişinin Yûsuf’u kuyuda bulanlardan ucuz bir fiyata satın alandan başka birisi olduğunu zımnen bildirmek içindir.

O dönemde Mısır hükümdarı Reyyâ b. Velid el-Amlikî idi. Bu hükümdar, Yûsuf'a îman ettikten sonra onun sağlığında öldü ve ondan sonra Kabus b. Mus'ab hükümdar oldu. Yûsuf (aleyhisselâm) onu da îmâna davet etti; fakat îman etmedi.

Yûsuf'un zamanındaki hükümdarın Mûsa'nın Fir’avun'u olduğu ve bu firavun dört yüz sene yaşadığını ileri süren görüşler de vardır. Nitekim bir âyette, "Ant olsun ki, daha önce Yûsuf mucizelerle size gelmişti" (Mü'min 40/34) denilmektedir. Bir başka görüşe göre ise, Mûsa'nın firavunu, Yûsuf'un firavunun evlâdındandır ve bu âyet, evlâda, babaların halleri ile hitap etmek kabilindendir.

Anılan vezirin, Yûsuf’u kaç paraya satın aldığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bir rivâyete göre yirmi dinar, bir çift ayakkabı ve iki beyaz elbiseye satın almış, diğer bir rivâyete göre ise, Yûsuf’u (aleyhisselâm) satmak için pazara getirmişler ve acık artırma ile onun fiyatı, kendi ağırlığınca misk ve ipeğe kadar arttırılmış ve anılan Kıtfir onu bu değerle satın almıştır. O zaman Yûsuf on yedi yaşında bulunuyordu.

Yûsuf (aleyhisselâm), vezirin evinde zindanda geçirdiği süre ile beraber on üç sene kalmıştır. Otuz yaşında iken de Reyyâ onu kendisine vezir yapmış, otuz üç yaşında iken Allah (celle celâlühü) ona ilim ve hikmet vermiştir. Yûsuf yüz yirmi yaşında vefat etmiştir.

B- Anılan vezirin, karısının adı Raîl veya Züleyha idi.

Bir görüşe göre de, adı Raîl, lâkabı da Züleyha idi. İşte vezir bu karısına demişti ki:

Yûsuf'a iyi bak; olur ki, arazimizde ve mallarımızda bize faydası olur; işlerimizde bize yardımcı olur veya onu evlât ediniriz (Ve kaalel-lezi'şterâhü mm Mısra li'mraetihî elaimî mesvâhü asâ en yenfeanâ ev nettahızehû veledâ). Zira vezir kendi feraseti ile, Hazret-i Yûsuf ta birçok dürüstlük ve neciplik işaretlerini görmüştü. İşte bundan dolayı, denilmiştir ki:

İnsanların en ferasetlisi üç kişidir. Bin, Mısır azizidir. İkincisi de, Hazret-i Şuayb'in, ’Babacığım onu ücretle tut...' (Kasas 26) diyen kızıdır. Üçüncüsü de, Hazret-i Ömer'i kendi yerine halife olarak tavsiye eden Hazret-i Ebû Bekir'dir."

C- "İşte böylece (Mısır'a sultan olmak yolunda o süreci yaşaması) ve rüyadaki olayların yorumunu öğretmemiz için, Yûsuf'un sevgisini gönüllere yerleştirdik."

Biz, Yûsuf'a azizin evinde iyi bir muamele ve kalbinde de yüksek bir yer nasip ettik. O kadar ki efendi'si, diğer çevresine değil, karısına ona iyi bakmasını emrettiği gibi, bütün Mısır toprağında da ona yüksek bir yer nasıp ettik ve aziz için olduğu gibi bütün Mısır halkı için de onu gönüllerin sultanı kıldık.

Zira "ve rüyadaki olayların yorumunu öğretmemiz için" sonucunu hazırlayan, yukarıda anlatılanlardır. Yani Biz, Yûsuf’u, umdesi, hükümdar ile iki zindan arkadaşının rüyaları olan bazı rüyaların yorumuna muvaffak kılmak için bunları yaptık demektir. Nitekim "İşte bu iki rüya, Rabbimin bana öğrettiklerındendır" (Yûsuf 37) denilmektedir.

Âyette, kendisine atfedilen cümlenin hazfedilmiş olması, onun bizzat murat olmadığını bildirmek içindir.

Yahut anılan cümle, hazfedilmiş bir hususun illeti mahiyetindedir. Yani Biz, ancak bu üstün hikmet için onu yaptık; iyi bir sonucu olmayan başka bir şey için yapmadık. Ancak bu hâdiselerin mihveri, azizin yanında yüksek bir yere sahip olmasıdır. Diğer insanlar yanında yüksek bir yere sahip olması ise, vezirin yanındaki durumu itibarıyladır.

Âyetin metnindeki temkin kelimesinin (sevgisini gönüllere yerleştirmek anlamına değil), Yûsuf u, dilediğini emretmek, dilediğini yasaklamak tasarrufuna sahip olan mâlik kılmak şeklindeki mânâsı ise, bildiğin gibi, ona götüren sebeplerden değil, aksine rüyaların yorumunu öğretmenin eserlerinden ve ondan doğan sonuçlarındandır. Bu itibarla onu gayesi yapmak mümkün değildir.

Yûsuf'un (aleyhisselâm) icraatları içinde, hâdiselerin vukuundan önce onlara dikkat çeken rüyalar mucibince hareket ettiği de kesin olarak bilinmemekledir. Onun kıtlık yıllarına hazırlık yapması ise, onun bilinen eski rüyaları mucibince hareket etmesi idi. Ancak eğer hâdiselerin yorumunu öğretmekten murat, daha önce belirtildiği gibi ilâhî Kitapların kapalı sırlarını ve peygamberlerin sünnetlerinin inceliklerini öğretmek olursa, o takdirde mânâ şöyle olur:

- Biz, Yûsuf’u Mısır toprağında imkân sahibi kıldık ki, orada adalet uygulasm ve ona Allah'ın (celle celâlühü) Kitaplar inin mânâları ile hükümlerini ve peygamberlerin sünnetlerinin inceliklerini öğretekm de, onlarla Mısır halkına hükmetsin. O mânâları ve hükümleri icmalî olarak öğretmek, o mânâda imkân sahibi olmasından sonra değil ise de, hâdiseler zımnında bulunan her şahsî mânâyı öğretmek ve her olayda hakka irşadı gerçekleştirmek, ondan sonradır; ona gaye olabilmektedir.

D- "Zaten Allah emrini yerine getirmeye kaadirdir."

Hiçbir iş, O'na zor gelmez ve hiçbir şey O'na engel olamaz; O, bir şeyi dilediği zaman ona, "ol!" emrini verir; o da hemen oluverir. İşte Yûsuf (aleyhisselâm) hakkındaki işleri de öncelikle buna dahildir.

Yahut Allah (celle celâlühü), Yûsuf'un işini bizzat yönetmektedir; onu başkasına havale etmemektedir. Nitekim Yûsuf (aleyhisselâm) hakkında peşpeşe birçok fitne yollarına başvurukmuş, fakat Allah'ın (celle celâlühü) onun için dilediği güzel akıbetten başka bir şey olmamıştır.

İnsanların çoğu bilmezler." (Ve lâkinne ekserannâsi lâ yalcın ûn) .

İnsanların çoğu bunun böyle olduğunun farkında değillerdir; onun için de ellerinden bir şey gelir zannıyla yaptıklarını yapıyorlar. Ancak ellerinden ne gelir kı? Bütün işler, sadece Allah'a (celle celâlühü) aittir.

Ya da insanların çoğu, Allah'ın işlerinin inceliklerini ve ihsanının sırlarını bilmezler.

22

"(Yûsuf) olgunluk çağına erişince de ona hükümet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böyle mükâfatlandırırız."

A-Yûsuf, beden ve güç olarak olgunluk çağına gelince ... Bu çağ, otuzdan kırk yaşına kadar olan dönemdir veya gençlik ve erginlik dönemidir. Birinci görüş daha zâhirdir; çünkü "ona hüküm ve ilim verdik (âteynâhü hükmen ve ilmen)" ifadesine de uygun olan budur.

Burada hükümden murat hikmettir. Hikmet, amel ile desteklenen ilimdir. Yahut ona, insanlar arasında hülcmetmeyi ve fıkhı verdik. Yahut ona peygamberlik verdik. Ve ona ilim, yani dinî anlayış verdik.

Anılan mânâları ifade eden kelimelerin âyet metninde nekire olarak gelmesi, ta'zim anlamını ifade etmek içindir. Yani Biz ona öyle büyük bir hüküm ve ilim verdik ki, onların mahiyetini kimse kavrayamaz. Şu halde bu hüküm ve ilim, onun kuvveti tekâmül ettiği zaman Allah'ın (celle celâlühü) verdikleridir. İster onlar, peygamberlikten ve insanlar arasında hükmetmekten ibaret olsun, ister başka mânâlar olsun.

B- Nasıl böyle olmasın ki, "İşte güzel davrananları Biz böyle mükâfatlandırırız cümlesinde, hüküm ve ilmin bağışlanması, Yûsuf'un amelinin karşılığı kılınmıştır. Bu itibarla onların bağışlanması, onun güzel amellerinden ve ezcümle hüzünlere ve musibetlere katlanmasından sonra gerçekleşmiş olmalıdır.

Bazı kimseler, buradaki ilmi, rüyaların yorumu ilmi ile tefsir etmişler. Fakat bu, sahih değildir. Ancak eğer hükümdarın rüyasının yorumu ilmine tahsis edilirse, olabilir. Çünkü o ilim, musibet günleri sona erdiği vakit verildiğinden, mükâfat cümlesinden sayilabilir. İki zindan arkadaşının rüyaları ise, Hazret-i Yûsuf'un, zindanda daha sonra kaldığı süre içinde yorumlanmıştır, şeklinde anaşılabilir.

Mezkûr mükâfatın, güzel davranmak şartına bağlanması, güzel davranmanın onun illeti olduğunu bildirmekte ve Allah'ın (celle celâlühü) ona verdiklerini, onun, işlerinde güzel davrandığı, işlerinde takvaya bağlı kaldığı için verdiğine dikkat çekmek içindir. Nitekim "iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir" (Rahman 55/60) denilmektedir.

23

"Evinde bulunduğu kadın, ondan murat almak istedi de kapıları sımsıkı kapattı ve:

- Haydi gel! dedi. Yûsuf:

Allah'a sığınırım! Zira senin kocan muhakkak benim efendimdir; bana güzel davrandı. Şüphe yok ki zâlimler felâha ermezler! dedi."

A- "Evinde bulunduğu kadın, ondan murat almak istedi de kapıları sımsıkı kapattı ve:

Haydi gel! Dedi."

Bu kelâm ile, azizin, karısına Yûsuf'a iyi bakmayı emrettikten sonra azizin evinde cereyan eden hâdiselerin izahına dönülmektedir. 21. âyetteki "İşte böylece Biz, Mısır'da Yûsuf'a imkân verdik" cümlesinden buraya kadar zikredilenler, ara cümleleri olup kıssanın bir özeti olarak zikredilmiştir kı, dinleyici daha kıssanın başında, Hazret-i Yûsuf'un karşılaştığı o tafsilatıyla anlatılacak musibetlerin güzel sonuçları olduğunu ve Hazret-i Yûsuf'un bütün davranışlarının güzel olduğun; iyi günlerinde de, kötü günlerinde de nezihliğine halel getirecek bir şeyin ondan sâdır olmadığın bilsin.

Kadının isminin sarahatle zikredilmemesi, onun sırrım ifşa etmemek içindir, yahut bu işin müstehcen olmasından dolayıdır.

Bu kelâmın ifade tarzı, Hazret-i Yûsuf'un son derece nezihliğini göstermektedir. Zira Hazret-i Yûsuf, her zaman Züleyha'nın güzelliğini gördüğü halde ve Züleyha'nın emrinde olmasına rağmen bu isteğine karşı çıkması, onun iffet ve nezihliğin zirvesinde olduğunu haykırmaktadır.

Züleyha'nın kapattığı kapıların yedi tane olduğu rivâyet edilmektedir. İşte bunun için kapatma fiili, mübalağa kipi ile zikredilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, mübalağa mânâsı, kapıların sımsıkı ve muhkem kapatıldığını ifade etmek içindir.

B- "Yûsuf:

Allah'a sığınırım! Zira sizin kocanız benim efendimdir; bana güzel davrandı. Şüphe yok ki zâlimler felâha ermezler! dedi."

Yûsuf, Züleyha'ya:

Senin bana teklif ettiğin şeyden ben Allah'a sığınırım, dedi (Kaale maâzallâhi).

Bu ifade, Hazret-i Yûsuf'un bu fiilden sakındığını en mükemmel şekilde ifade ve bu fiilin, kendisinden kurtulmak için Allah'a sığınılması gereken korkunç bir yasak olduğuna işaret etmektedir. Bunun sebebi de, ancak, Hazret-i Yûsuf'un, Allah'ın (celle celâlühü) kendisine gösterdiği apaçık burhan sayesinde o fiili, gerçek hak olan son derece çirkin şekliyle görmesinden dolayıdır.

Hazret-i Yûsuf, Züleyha'nın, nefsinin kendisine o fiili güzel göstermesi sebebiyle kabul etmeyeceği sakınmanın gerçek sebebine dikkat çektikten sonra, "Zira senin kocan benim efendimdir; bana güzel davrandı (İnnehû rabbî ahsene mesvây)" cümlesiyle de, Züleyha için etkili olabilecek bazı haricî gerekçeler göstermektedir. Yani benim efendim olan kocan, o aziz; bana iyi davrandı; nitekim sana da bana iyi davranmanı emretti. O halde onun hareminde kendisine hıyanet ederek ona kötülük yapmam nasıl mümkün olur!

Hazret-i Yûsuf bu sözleri ile, Züleyha'nın da azizin hakkını en güzel şekilde gözetmesi gerektiğini anlatmak istemektedir.

Yahut, "Şüphesiz Allah (celle celâlühü) benim Rabbimdir; O, bana iyilik ihsan etmiştir. O halde ben, o büyük fuhşu işlemekle nasıl O'na isyan edebilirim" demektir. Buna göre bu sözler, Züleyha'yı Allah'ın (celle celâlühü) azabından sakındırmak anlamını ifade etmektedir.

Eler iki tefsire göre de, yalnız bu hâlin zikredilmesi ile iktifa edilerek bu hâlin, Züleyha'nın teklifinden sakınmayı gerektirdiğine temas edilmemesi, bu derece bir beyanın, o fiilin kendisi için imkânsız olduğu, vâki olacak bir şey olmadığı noktasında yeterli bir delâlet olduğunu zımnen bildirmek içindir.

C- "Şüphe yok ki zâlimler felâha ermezler "

cümlesi de, mezkûr sakınma için, birinci illetten sonra ikinci illettir.

Burada zâlimden murat, kim olursa olsun, zulmeden herkestir. Bu itibarla iyiliğe kötülükle karşılık verenler ve Allah'ın (celle celâlühü) emrine karşı gelenler de öncelikle buna dahildir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada zâlim, zina edenlerdir; çünkü onlar hem kendi nefislerine, hem de ailesi ile zina ettikleri kimselere zulmetmektedirler.

24

"Ant olsun ki, kadın, ona azmetti; o da kadına istek duydu.

Eğer Rabbinin işaretini görmemiş olsaydı, onu gerçekleştirirdi. İste böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştirakm diye işaretimizi göstermişizdir. Şüphesiz o, hâlis kılınmış kullarımızdandır."

A- "Ant olsun ki, kadın, ona azmetti; "

Kadın, ondan murat almak istemek, kapıları kapatmak ve "Haydi gel!" sözüyle onu çağırmak gibi ön hazırlıklarını yaptıktan sonra hiçbir şeyin kendisini bu işten vazgeçilemeyeceği bir kararlılıkla buna azmetti. Her halde Züleyha, Yûsuf'a elini uzatmak ve onu kucaklamak istemek gibi, Yûsuf'u kapıya doğru kaçmak zorunda bırakan diğer bazı hareketlerde de bulunmuştu.

"O da kadına istek duydu." (Ve hemme bihâ).

Hazret-i Yûsuf da, beşerî tabiat olarak ve gençlik şehveti ile ona istek duydu. Bu istek, yaratılış gereği olduğu için sorumluluk gerektirmez. Yoksa Yûsuf'un ihtiyarî bir kastı olmadı. Nitekim daha önce de belirtilen onun nezihliği, bu işten son derece nefret ettiğini bildirmektedir. Ayrıca, zâlimlerin felâha ermeyeceklerine de hükmetmiştir. Bunlar ise, kendisinden bu kastın sâdır olmasının imkânsız olduğunun sağlam bir tescilinden başka bir şey değildir.

B- "Eğer Rabbinin işaretini görmemiş olsaydı onu gerçekleştirirdi"

Eğer Hazret-i Yûsuf, o anda Rabbinin, zinanın son derece çirkin ve kötü olduğunu gösteren kuvvetli işaret ve hüccetini görmemiş olsaydı, yaratıksın gereği olan o isteğini gerçekleştirecekti. Fakat o daha önce de bunu bildiği için, sahip olduğu İlâhî hüccete bağlılığı sürdürdü.

Hazret-i Yûsuf'un bu hücceti görmesinden murat, ona son derece inanması ve yakîn mertebesine varan bir müşahede ile müşahede etmesidir ki, bu mertebede eşya, bu dünyada görüldüğü gayri hakikî suretlerinden sıyrılıp gerçek suretleri ile görülmektedir.

Nitekim Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi de bu hakikati ifade etmektedir:

"Cennet, sevilmeyen şeylerle; cehennem de, arzu edilen şeylerle kuşatılmıştır."

Her halde Hazret-i Yûsuf, apaçık burhan gereğince zinayı, gerçek hak olan en çirkin bir görünümde ve en çok sakınılması gereken bir şekilde görmüştür. İşte bundan dolayı gösterdiği iffet ve nezihliği göstermiş ve onu işleyenin felâha ermeyeceğine hükmetmiştir.

"Eğer Rabbinin işaretini görmemiş olsaydı..." ifadesi, şu gerçeği beyan etmektedir. Hazret-i Yûsuf'un o teklifi kabul etmemesi, tabiat cihetinden bir yardim sebebi ile değil, fakat dahilî sebepler çokça mevcut olduğu halde ve tabiî hükümlerin gerçekleşmesini gerektiren haricî ön sebepler de buna terettüp ettiği halde, sırf iffet ve nezıhlik sebebi ile idi.

Yahut anılan hazfedilmiş bir şey yoktur ve mânâ şöyledir: Eğer Yûsuf, Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, Züleyha ona azmettiği gibi, o da ona azmedecekti. Fakat Yûsuf iffeti ve onun gerektirdiği halleri sebebi ile baştan ona azmetmedi.

Hazret-i Yûsuf'un o hak (hemmi), kuşağını çözmesi ve oturup o vazıyeti alması olarak da tefsir edilmiş ve uçkurunu çözüp önüne oturması olarak da yorumlanmıştır..

Ve onun Rabbinin burhanını görmesi şöyle de tefsir edilmiştir: O anda Hazret-i Yûsuf, "Kendini ondan koru!" sesini duymuş, fakat aldırmamış. Bu ses durmadan tekrarlanmış; sonunda da Hazret-i Yakub, parmak uçlarını ısırır vazıyette kendisine görünmüş.

Bir görüşe göre de, Hazret-i Yakub, Yûsuf'un göğsüne bir darbe vurmuş da, onun şehveti parmak uçlarından çıkıvermiş.

O anda üzerinde şu âyetlerin bulunduğu kolsuz, bileksiz bir elin beliriverdiği şeklinde görüşler de vardır: "Şunu iyi bilin ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır" (İnfitâr 82/10, 11). Hazret-i Yûsuf, vazgeçmemiş, sonra öteki âyeti görmüş: "Zinaya yaklaşmayın; zira o, bir hayasizliktır ve kötü bir yoldur" (Isrâ 17/32). Hazret-i Yûsuf, yine bu girişimine son vermemiş. O zaman da şu âyeti görmüş: "Allah'a döneceğiniz günden sakının!" (Bakara 2/281). Hazret-i Yûsuf yine ayilmayınca, işte o zaman Allah (celle celâlühü), Cebrâîl’e: "Hata etmeden kuluma yetiş!" diye emir buyurmuştur. Cebrâîl hemen oraya inivermiş ve: "Ey Yûsuf! Sen peygamberler defterinde yazılı iken, beyinsizlerin işini mi işleyeceksin?" diye seslenmiş.

O anda Hazret-i Yûsuf'un, Azizin hayalini gördüğünü söyleyenler de vardır.

Bütün, bu söylenenlerin, kulaktan kulağa geçen, akıl ve fikrîn reddettiği hurafeler ve bâtıl görüşler olduğu da söylenmektedir. Bunları sakız gibi çiğneyip birleştiren ve duyup da tasdik eden zavallılara yazıklar olsun!2

2 Merhum Müellifin usulü budur: Bütün bilgileri ve iddiaları sıralar, bazılarını kabul eder, bazıları karşısında sükût eder ama israıkyyat ve hurafeleri böyle şiddetle red eder.

C- "İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştıralım diye işaretimizi göstermişizdir."

O burhanımızı göstermek ve öğretmek gibi, daha önce de bunu gösterip öğretmişiz; yahut o sebatı sağlamak gibi daha önce de onun sebatını sağlamışız ki, Biz, efendisine hıyanet etmesinin de öncelikle dahil olduğu bütün kötülükleri ve zinayı ondan uzaklaştirakm.

Zinaya, pek çirkin şey anlamında olan fuhuş denilmesi, aşırı derecede çirkin bir fiil olmasından dolayıdır.

Bu kelâm da apaçık bir delil ve kesin bir hüccettir ki., Yûsuf'un (aleyhisselâm) günaha yönelmesi ve ona ilgi duyması asla olmamıştır. Zira öyle olmuş olsaydı, "Bîz onu kötülüklerden ve fuhuştan uzaklaştirakm diye..." denikrdi. Kötülük ve fuhuş, Hazret-i Yûsuf'un kendisinde olmayıp ancak hariçten ona yönelmiş de, Allah (celle celâlühü) da, ondaki, ismet ve iffeti gerektiren meziyetlerle hariçten gelen fenalıkları ondan uzaklaştırmıştır.

D- "Şüphesiz o, (muhlas) hâlis kılınmış kullarımızdandır."

Bu cümle makabknin illetidir. Halis kılınmış olan kullar, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerini, itaate halel getiren şeylerden korumakla itaatine hâlis kıldığı kullardır. Âyetteki Muhlas kelimesi Muhlis olarak da okunmuştur. Buna göre, muhlisler, dinlerini Allah'a "(celle celâlühü) hâlis kılan kimselerdir. Her iki mânâya göre de Hazret-i Yûsuf baştan itibaren bu zümreye dahildir; yoksa önce öyle değil iken sonra böyle olmuş demek değildir. Bu itibarla kötülük girişiminin ondan sâdır oknası ihtimak tamamen ortadan kalkmıştır.

25

"İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında da kadının kocasına rastladılar. Kadın dedi ki:

- Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!"

A- "İkisi de kapıya doğru koştular."

Bu cümle, "Ant olsun ki, kadın ona azmetti..." cümlesiyle bağlantıkdır. Bundan sonra zikredilen "İşte böylece Biz..." cümlesi ise, bu iki cümle arasında bir ara cümlesi olup Hazret-i Yûsuf'un (aleyhisselâm) nezihliğini belirtmek için zikredilmiştir. Bu da, tıpkı "Ve böylece Biz, İbrâhîm'e göklerin ve yerin hükümranlığını gösteriyoruz" (En'âm 6/75) meâlindeki âyet kabilindendir.

Yani o kadın, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) ile beraber olmaya azmetti; Yûsuf ise kabul etmedi. İkisi de kapıya doğru koştular (Ve'stebekai-bâb). Yani dış kapıya doğru koştular; çünkü kurtuluş kapısı odur. İşte bundan dolayıdır ki, daha önce "kapılar" denildiği halde burada "kapı" denilmektedir.

Züleyha'nın maksadının Yûsuf'a engel olmak olduğu ve bunun için kapıya koşması gerekmediği halde onun için de bu ifade kullanılmış, zira Züleyha, Yûsuf'un, (aleyhisselâm) kendisinden kurtulmak için kapıya koştuğunu görünce, Yûsuf tan önce varıp onun kapıyı açarak dışarı çıkmasına engel olmak için o da kapıya koşmuştur. Yahut onun, Yûsuf'un arkasından koşması, mübalağa için böyle ifade edilmiştir.

"Kadın onun gömleğini arkadan yırttı" (Ve kaddet kamîsahû min dübürin).

Yani kadın, arkadan onun gömleğini çekti ve gömleği uzunluğuna yırtıldı.

Gömleği yırtma fiilinde Yûsuf’un (aleyhisselâm) direnme kuvvetinin etkisi de olduğu halde bu fiilin, yalnız Züleyha'ya isnat edilmesi, onun çekmesi, tam sebebin son parçası olduğu içindir, yahut Züleyha'nın, sevgiksini kaçırmamak için veya rezil olmak korkusuyla, Yûsuf’un (aleyhisselâm) dışarı çıkmasına engel olmak için fazlasıyla uğraştığını ve bütün gayretini harcadığını zımnen bildirmek içindir.

B- "Kapının yanında da kadının kocasına rastladılar."

Kadının efendisinin, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) üzerindeki mülkiyeti İslama göre sahih olmadığı için "İkisinin efendisi'5 denilmemiştir.

Bir görüşe göre, onunla yüz yüze karşılaştılar.

Bu kapı, daha önce de belirtıldiği gibi dış kapı idi.

Kâ'bü'l-ahbâr (radıyallahü anh) diyor ki: "Hazret-i Yûsuf, kaçmaya başlayınca, kiktler, dökülüp yere düşmeye başladılar; nihayet Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), o kapıların hepsinden geçti."

C- "Kadın dedi ki:

- Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!"

Bu soru cümlesi olabildiği gibi, olumsuz cümle de olabilir. Yani senin ailenle zina gibi bir kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden geçirilmekten başka bir şey değildir.

Denilmiştir ki, bu elem verici işkence, kamçılanmaktır.

Akıllara dehşet veren bu halde bile -zira kocası Aziz, Züleyha'yi şüphelendirici bir halde görmüştü- Züleyha öyle bir hileye başvurmuştu ki, iki gayesini de ifade ediyordu:

Biri, o hâlin zahirinden anlaşılan şüpheyi üstünden atmak; diğeri de, Yûsuf’u (aleyhisselâm) kendisine karşı koyup muradını vermemekten vazgeçirmek için kendi hilesinden ona korku, gözdağı vermek idi. O, Yûsuf'un (aleyhisselâm) rızasıyla muradına ermekten umudunu kesince, onu zorla elde etmek istiyordu.

Nitekim sonra şöyle demişti: "Yine ant olsun ki, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır" (Yûsuf 12/32).

Sonra, Züleyha, bu sözleriyle, mezkûr girişimin, Yûsuf tan (aleyhisselâm) sâdır olduğunu, vukuunu haber vermeye ihtiyaç bile olmayan kesin bir olay olarak takdim etmekte ve asıl yapmak istediğinin, onun cezalandırılmasını sağlamak olduğunu ifade etmektedir. Bunun için de o ülkenin kanunlarına göre Yûsuf'a verilmesi gereken cezayı söylemektedir.

Züleyha'nın, "Senin ailene kötülük etmek isteyen" ifadesiyle faili müphem olarak ifade etmesi, kim olursa olsun, herkese mezkûr korkunç cezanın uygulandığını belirtmek içindir. Züleyha'nın, kendisini azizin ailesi unvanıyla ifade etmesi, vahametin büyüklüğünü göstermek ve azizi, öfke ve hamiyet saikasıyla, kastettiği cezayı gerçekleştirmeye kışkırtmak içindir.

26

"Yûsuf:

Asıl kendisi benden murat almak istedi, dedi. Kadının yakınlarından biri de şöyle şahadet etti:

Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğrudur; Yûsuf ise yalancılardandır."

A- "Yûsuf (aleyhisselâm):

Asıl kendisi benden murat almak istedi, dedi."

Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) dedi ki: "Onun iddia ettiği gibi ben ona kötü bir şey yapmak istemedim; o bana teklifte bulundu." Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), kendi nefsini, kendisine isnat edilen hıyanetten ve efendisine nankörlük etmekten tenzih etmek ve kadının kendisi için arz ettiği iki cezayı da defetmek için bunu söylemişti.

B- "Kadının yakınlarından biri de şöyle şahadet etti:

Eğer gömleği önden yirtikmışsa, kadın doğrudur; Yûsuf ise yalancılardandır."

Bir görüşe göre, şahadette bulunan, Züleyha'nın amcasının oğlu ıdı. Ya da, kapıda kocasıyla beraber oturan kişi idi. Bu kişinin, hükümdarın zaman zaman bas vurup akıl danıştığı bir hakîm (hikmet ehli) olduğunu söyleyenler de vardır. Mümkündür ki, Züleyha'nın yakınlarından bazısı, kendisi farkında olmadan onun bu halini görmüş ve Yûsuf'un lehinde şahadette bulunması ve hakkı ifa etmesi için Allah (celle celâlühü) onların kalbine tesir etmiştir.

Allah (celle celâlühü) bu şahadeti Züleyha'nın yakınlarından olan birine vermiş ki, bu şahadet, Yûsuf'un temizliğini ve bu töhmetten uzak olduğunu daha çok ifade etsin.

Bir görüşe göre ise bu şahit, Züleyha'nın dayısının beşikte olan bir oğlu idi. Allah (celle celâlühü), Yûsuf’un (aleyhisselâm) suçsuzluğunu meydana çıkarmak için o sabiyi konuşturdu. En zahir olan görüş de budur. Zira rivâyet olunur ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dört kişi bebek iken konuşmuşlardır: firavun'un kızı Maşita'nın oğlu, Yûsuf’un şahidi, Cüreyc'in şahidi ve İsâ (aleyhisselâm)." Bu hadisi, Hakîm, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet etmiş ve Buhârî ile Müslim'in şartına göre sahih olduğunu söylemiştir.

Burada şahidin, kadının yakınlarından olmasının belirtilmesi, olanı beyan etmek içindir. Zira bu meselede şahidin, kadının yakınlarından olması veya olmamasıyla bir şey değişmez.

Züleyha, Yûsuf’un (aleyhisselâm), kendisine kötülük etmek istediğini sarahatle belirtmemişse de, onun kelâmı, açıkça buna delâlet ettiği için bu itibarla, ona doğruluk ve yalan isnat edilmiştir. Zira her ikisi de, kelâmı, lâfız itibarıyla söyledikleri gibi, gerektirdiği mânâ itibarıyla da söylemişlerdir.

Bu şartlı kelâmın mukaddime cümlesi ile tâli cümlesi arasında akıl olarak da, âdet olarak da birbirine bağlılık (birinin, diğerini gerektirmesi) olmadığı için bu şahadetin bir değeri yoktur; bu, ancak daireyi genişletmek ve kısmen muhtemel olan bir seçeneği de kadına tanımak içindir.

Eğer gömlek önden yırtılmış olsaydı, kadın, Yûsuf’un (aleyhisselâm), kendisiyle beraber olmak için üstünü karıştırıp açmasıyla kendini savunma hakkına sahip olurdu. Bu seçenek, asıl maksut olan ikinci şartlı kelâmdaki şahadetin ikamesi için, zahir ve galip olarak vald olan bir hal gibi kabul edilmiştir.

27

"Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir; Yûsuf ise doğru söyleyenlerdendir."

İşte birinci şartlı kelâm, şahadetin ikamesinden asıl maksut olan bu şahadetin dinleyicilerce teslim ve kabulünü sağlamak içindir. Zira bunun da iki tarafı arasında bağlılık (birbirini gerektirmek) yoksa da, bu hak vukua daha yakındır ve matluba delâleti daha fazladır.

Bu kelâmda, doğruya ve yalana bilfiil hükmetmek olmadığı halde ona şahadet denilmesi, şahadetin işini gördüğü içindir. Hattâ hakikatte şahadettir ve Yûsuf’un (aleyhisselâm) doğruluğuna, Züleyha'nın ise yalanına hükmetmektir.

Şahidin bebek olması takdirinde bu gerçek zahirdir; zira bu, Allah (celle celâlühü) tarafından haber verilmiş demektir. Bunun şartlı olarak tasvir edilmesi ise, bunun, işaretlerden de açıkça anlaşıldığım bildirmek içindir.

Şahidin bebek olmaması takdirinde de yine böyledir; zira zahir olan, kadının bu hâlinden şahit gerçeği anlamaktadır. Bu, müşahede ile olduğu haber vermekle olabilmektedir.

Şu halde şahit, kesin olarak biliyor ki, birinci şartlı kelâmın mukaddimesı vâki olmamış; ikinci şartlı kelâmın mukaddimesi ise vâki olmuştur ve bunun zorunlu sonucu olarak da, birinci şartlının tâli cümlesinin vâki olmadığına, ikinci şartlının tâli cümlesinin ise vâki olduğuna kesin olarak hükmetmektedir.

Şu halde bu kelâm, Züleyha'nın yalanını, Yûsuf’un (aleyhisselâm) da doğruluğunu haber vermektedir.

Şu var ki, şahit, eleştirilmemesi için şahadetini, zahire göre, her ikisinin de lehinde olabilecek seçeneklerı ifade, eden şartlı kelâm şeklinde icra etmiştir, hakikatte ise bu şahadette seçenek yoktur. Çünkü birinci şartlı kelâmda, kadının doğruluğu, vücudu imkânsız olan gömleğin önden yırtılmasına bağlanmıştır.

Şu halde kadının doğruluğu da imkânsızdır. Bunun zorunlu bir sonucu olarak da, kadının yalanı sabit olmuş olur. İkincisinde de Yûsuf’un (aleyhisselâm) doğruluğu, vücudu kesin olan gömleğin arkadan yırtılmasına bağlanmıştır. Şu halde bu, kesin olarak sabittir.

28

"Kocası, Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, kadına:

- Şüphesiz bu, sizin tuzağınızdandir. Kadar sizin tuzağınız pek büyüktür, "

A- "Kocası, Yûsuf'un (aleyhisselâm) gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, kadına:

Şüphesiz bu, sizin tuzağınızdandır."

Aziz her halde şahadetten önce gömleğin o halını görmemiş veya öyle düşünememişti. Nihayet intibaha gelip gerçeği anlayınca, dedi ki;

Yûsufa (aleyhisselâm) bu kötülüğün isnadı ve cezalandırılmasının teklifi, başkalarının değil, siz kadınların hilelerinden ve tuzaklarındandır.

Hitabın bütün kadınlara yapılması, kadınların huyunda bu duygunun daha derin olduğuna dikkat çekmek içindir.

B- "Kadar sizin tuzağınız pek büyüktür."

Zira kadınların hile ve tuzağı daha ince ve insan ruhu üzerinde daha etkilidir.

Bazı âlimler demişlerdir ki: "Biz, kadınlardan, şeytandan daha çok korkarız. Zira Allah (celle celâlühü) "Şeytanın tuzağı zayıftır" (Nısâ 4/76) buyurur. Kadınlar için ise, "Sizin tuzağınız pek büyüktür" (Yûsuf 12/28) buyurur. Bir de şeytan, gizlice vesvese vermektedir. Kadınlar ise, açıkça erkeklere vesvese vermektedirler.

29

"- Ey Yûsuf! Sen bundan vazgeç (bunu unut)! Ey kadın! Sen de günahının affını dile. Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun, dedi."

Ey Yûsuf Sen bu işi unut; bunu sır olarak sakla ve kimseye bir şey anlatma; zaten senin doğruluğun ve nezihliğin anlaşılmıştır. Ey kadın! Sen de, senden sâdır olan ve aleyhinde sabit olan günahın için af dile! Çünkü sen gerçekten bu sebeple kasten günah işleyenler zümresinden oldun.

Aziz, halim bir insan olduğu için bunu söylemekle yetindi.

Diğer bir görüşe göre ise, Aziz pek kıskanç değildi.

30

"Şehirde bir takım kadınlar dediler ki:

- Azizin (vezirin) karısı, genç kölesinin nefsinden murat almak istiyormuş; Yûsuf'un sevdası onun yüreğine işlemiş. Biz, kadar, onu apaçık bir sapıklıkta görüyoruz."

A- "Şehirde bir takım kadınlar dediler ki:

-Azizin (vezirin) karısı, genç kölesinin nefsinden murat almak istiyormuş; Yûsuf'un sevdası onun yüreğine işlemiş."

Bunlar beş kadındı: Sucunun karısı, ekmekçinin karısı, seyisin karısı, zindancının karısı, kapıcının karısı.

Kadın ile azizin (vezirin) isimlerinin sarahatle zikredilmemesi, bazılarının dediği gibi, insanlar, ünlü kişilerin haberlerini dinlemeye daha çok meylettiklerinden dolayı, bu haberi daha fazla yaymamak içindir.

Zira o kadınların maksatları, azizi rezil etmek değildi; fakat onu fazlaca ayıplamak, ayıplamayı ağırlaştırmak içindi.

Zira evli olmayan kadınlar veya evli olup da kocaları yaşlı veya yetersiz olan kadınların, gençlerden ve özellikle ünlü kişilerden dost edinmeleri, bazı kimselerce mazur görülebilir.

Fakat evli olan ve hem de Mısır Azizi gibi biriyle evli olan bir kadının, başkasından ve özellikle de kendi dengi olmayan kölesinden murat almak istemesi ve bunda ısrar etmesi, azgınlığın ve sapkınlığın son derecesidir.

B- "Biz kadar onu apaçık bir sapıklıkta görüyoruz."

Yani Azizin karısının, genç kölesine olan aşırı sevgisi ve ondan murat almak istemesi sebebi ile, biz onu, dürüstlükten ve doğruluktan, yahut akıl yolundan sapmış olarak görüyoruz; onun bu halinin sapkınlık olduğu herkesçe bilinmektedir.

Bu cümle, kınama ve takbih ifade eden mezkur iki cümlenin mânâsını tespit ve o kadının büyük bir hata içinde olduğunu tescil etmektedir.

O kadınlar, "Azizin karısı apaçık bir dalâlettedir" dememeleri, bu hükmün, kendilerinden bilgisizce sadır olmadığını, aksine düşünerek ve bilerek böyle hükmettiklerini bildirmek içindir. Ayrıca bu sözleri, kendilerinin bu gibi şeylerden münezzeh olduklarına işaret etmektedir.

31

"Kadın, onların dedikodusunu duyunca, kendilerine haber gönderip onları davet etti, onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine bir bıçak verdi. Kadınlar meyveleri soyarken Yûsuf a:

- Çık şunların karşısına! dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar ve şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve dediler ki:

- Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değil, bu ancak üstün bir melektir!"

A- "Kadın, onların dedikodusunu duyunca, kendilerine haber gönderip onları davet etti, onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine bir bıçak verdi."

Azizin karısı, kadınların kendi aleyhinde dedikodu yaptıklarını, "Azizin karısı, Ken'ank kölesine aşık olmuş; köle ise onu sevmiyormuş" şeklindeki sözlerini duyunca, onları davet etti.

O kadınların azizin karısı aleyhinde söylediklerine mekir (hile) denilmiş, çünkü bu dedikodu, başkasınca biliniyorsa da, azizin karısı için, hilecinin hilesi gibi gizli idi.

Bir görüşe göre de, azizin karısı, bu sırrını ifşa etmemelerini istemişti, fakat onlar sırrı ifşa etmişlerdi.

Bir görüşe göre ise, o kadınlar, Yûsuf’un (aleyhisselâm) kendilerine de gösterilmesini sağlamak için bu dedikoduyu yaymışlardı.

Bir görüşe göre azizin karısının davet ettiği kadınlar, anılan beş kadının da aralarında bulunduğu kırk kadın idi.

Azizin kansi, o kadınlara haber gönderip onları yemeğe davet etti, onlar için özel minder ve yastıklar hazırladı. Yahut onlar için bir içki meclisi düzenledi. Çünkü onlar, yastıklara yaslanarak yiyip içiyorlardı. Bu kelâm, varlık içinde sefihçe yaşayanların âdetini anlatmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, yaslanarak yemek yasaklanmıştır.

B- Züleyha, davet ettiği kadınlara, kendilerine sunulan etler, meyveler ve diğer yiyecekleri yaslanarak kesip yemeleri için de birer bıçak vermişti. Bundan amacı, ellerini kesmeleri idi. Nitekim de öyle oldu.

"Yûsuf'a (aleyhisselâm):

-Çık şunların karşısına! dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar ve şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve dediler kı:

- Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değil, bu ancak üstün bir melektir!" (Ve kaaletihruc aleyhin, felemmâ raeynehû ekbarnehû ve katta'ne eydiyehünne ve kulne hâşe lillâhi mâ hazâ beşerâ, in hazâ illâ melekün kerim) .

"Kadınlar onu görünce" cümlesi, çıkma emrinin gerektirdiği ve kelâmın siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Bunun hazfedilmesi, sanki zikredilmesi hâlinde hâsıl olmayacak, o kadınların ani görmeleri mânâsını ifade etmek içindir. Nitekim "Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm" (Neml 39) kelâmından sonra, "Süleyman, o tahtı yanı başında yerleşmiş olarak görünce..." (Neml 40) kelâmında benzer bir cümlenin hazfedilmesi de, sürat mânâsını ifade etmek içindir.

Bu âyet bize bildiriyor ki, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), zar ark olarak görmediği işlerde Züleyha'nın emrine süratle uyuyordu.

Kadınlar, Yûsuf’u (aleyhisselâm) karşılarında görünce, onun büyüklüğünü anladılar; onun üstün güzelliği, eşsiz ve hârika cemak karşısında panildediler; aşırı derecede dehşete kapıldılar ve ellerinin şuursuzca hareket etmesinden dolayı kullandıkları bıçaklarla ellerini yaraladılar.

Bir görüşe göre de, o kadınlar, aşırı derecede şehvete gelip aybaşı oldular. Ve dediler kı; biz, Allah'ı (celle celâlühü) noksanlık ve acizlik sıfatlarından tenzih ederiz ve bunun gibi hârika şeylere muktedir olan sınırsız kudretine taaccüp ederiz! Bu beşer değil, bu ancak üstün bir melektir.

Kadınlar, Yûsuf ta (aleyhisselâm), insanlarda hiç görülmemiş olan o hârika güzelliğı gördükleri için onun bir insan olmadığını, olsa olsa, bir melek olabileceğim söylemişlerdi. Zira insanların aklına yerleşmiş olan anlayışa göre, meleklerden daha güzel bir canlı yoktur ve şeytandan daha çirkin bir varlık da mevcut değildir. İşte bundan dolayıdır ki, güzellikte ve çirkinlikte en son teşbih yapılan şeyler, melek ile şeytandır. O kadınların bu sözden maksatları, Yûsuf'u güzellik ve cemalin en son derecesiyle vasıflandırmaktı. Zira Yûsuf’un (aleyhisselâm) cemal ve güzellik sahibi her insandan üstünlüğü, dolunayın ışığının, diğer yıldızların ışığından üstünlüğü gibidir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: "Miraç gecesi Yûsuf'u gördüm; o, dolunay gibi idi."

Bir görüşe göre, güneşin ışığı suda göründüğü gibi, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yüzünün nuru da duvarlara vuruyordu.

32

"Kadın dedi ki:

- İşte kendisi hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ant olsun kı, ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetine bağlı kaldı. Yine ant olsun kı, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!"

A- "Kadın dedi kı:

- İşte kendisi hakkında beni kınadığınız şahıs budur."

Bu hitap o kadınlar içindir. İşaret de, onların o anda kendisini, vasıflandırdıkları Yûsuf’un Söâi unvanıdır kı, onların dediği gibi güzellik ve cemalde insanların mertebelerinden çıkıp melekler mertebesine erişmesidır.

Yani eğer durum sizin dediğiniz gibi ise, o beşeriyet mertebelerinden üstün bir melek mertebesine yükselmiş olan şahıs, beni, kendisine âşık olmakla kınadığınız kişidir.

Nitekim sız, beni azizin karısı olmakla yükseltmiştiniz ve onun kadrini de, köle olmakla, yahut, azizin karısı, Ken'anlı kölesine âşık olmuş, şeklindeki o sözlerinizle düşürmüştünüz.

İşte sizin, kendi zihninizde canlandırıp da hakkındaki düşüncelerinizi söylediğiniz Ken'ank köle budur. Şimdi onun kim olduğunu görün ve bizim hakkımızda söylediklerinizin ne kadar haksız olduğunu anlayın.

B- "Ant olsun ki, ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetine bağlı kaldı. Yine ant olsun ki, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atilacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!"

Sizin de duyduğunuz ve anlattığınız gibi ben onun nefsinden murat almak istedim.. Fakat o, iffetine bağlı kaldı.

Âyetin metinde kullanılan "İsti'sam" kelimesi, mübalağa kipi olup üstün bir imtina ve titiz bir korunma mânâsına delâlet etmektedir. Sanki o, mevcut ismet ve iffetini daha da artırmaya gayret etmişti.

Bu kelâm, Hazret-i Yûsuf tan (aleyhisselâm), "Allah'a sığınırım.!"(Yûsuf 23) sözüyle beyan ettiği iffetine halel getirecek bir azim veya başka bir hareketin sâdır olmadığına apaçık delildir.

Züleyha, o kadınların, Yûsuftan murat almak istemesiyle ilgili duyduklarını önce onlara itiraf etmekte ve o işi çok istekli olarak yaptığını belirtmek üzere de bunu tekit etmekte ve sonra da onun kendisinden yüz çevirdiğini ve hiç meyletmediğini en mükemmel şekilde ifade etmekte ve sonra da bu tutumunu sürdüreceğini, ne kınayanların kınaması yüzünden, ne de sevgilisinin yüz çevirmesinden dolayı bundan vazgeçmeyeceğim ilâve etmektedir.

Züleyha, Yûsuf'a (aleyhisselâm), bu işte hiç kimseden çekinip korkmadığını o kadınların huzurunda çeşitli tekitlerle bu vaadini ifade etmiş ki, Yûsuf'un başka çaresi kalmasın ve o kadınlar da, bu işe muvafakat etmesini kendisine öğütlesinler.

33

"Yûsuf dedi ki:

Rabbim! Ben zindanı, bunların benden istediklerinden daha çok severim! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!"

A- "Yûsuf dedi ki:

Rabbim! Ben zindanı, bunların benden, istediklerinden daha çok severim!"

Hazret-i Yûsuf Rabbine (celle celâlühü) yakararak dedi ki; ey Rabbim! Bu kadının, beni içine atmakla tehdit ettiği zindan hayatı, bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir. Zira zindan hayatı, az bir süre meşakkatli bir hayattır; fakat ardından pek büyük rahatlıkların yaşandığı ebedî bir hayat gelmektedir. Onların beni davet ettikleri fiil ise, bedbahtlık ve elem verici bir azaba sebep olmaktadır.

Hazret-i Yûsuf'un bu sözleri söylemesi, daha önce belirtildiği gibi, eşyanın hakikatlerinin ona açılmasına ve eşyanın gerçek sûreden ile ona görünmesine binaendır.

Bu kelâmda Tafzîl kipi (daha çok severim), gerçek mânâsını ifade etmemektedir; çünkü Hazret-i Yûsuf’un, kendisini davet ettikleri işe en ufak bir sevgisi yoktur. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) için, onların kendisini davet ettikleri iş ile zindan, iki şer olup ehveni ve tercihe yalan olanı zindandır.

Âyette tercihin sevmek ile ifade edilmesi, zindan korkusuyla onlara muvafakat etmekten ümitlerini tamamen kesmek içindir.

Hazret-i Yûsuf'un (aleyhisselâm) yalnız zindanı zikretmekle yetinmesi, sürünmenin zindan hayatının gereği olmasından dolayıdır.

Hazret-i Yûsuf'un kelâmında davet etmek, o kadınların hepsine isnat edilmiş, çünkü o kadınlar da, Züleyha'nın emrine uymasını teşvik etmişler ve ona muhalefet etmemesi için kendisini tehdit etmişlerdi. Diğer bir görüşe, göre ise, o kadınlar da, kendisini onlarla beraber olmaya davet etmişlerdi.

Deniliyor ki, Hazret-i Yûsuf’un, zindan belâ-ımtihanina maruz kalması, bu sözünden dolayıdır. Onun için en iyisi, Allah'tan (celle celâlühü) afiyet dilemesiydı. İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın Resulü, sabır isteyene karşı çıkıyordu. (Zira sabır, musibete katlanma gücü olduğuna göre, sabır istemek, zımnen musibet istemek anlamını taşımaktadır.)

B- "Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden, olurum!"

Ey Rabbim! Eğer ismet ve iffette sebat etmeyi bana ihsan etmezsen ve onlann hilesini bana sevdirip güzel gösterirsen, tabiat gereği ve şehvet kuvvetinin hükmü olarak onların dâvetine icabet edebilir, yahut o kadınlara meyleder ve ilmiyle amel etmeyen cahillerden olurum. Zira ilminin faydası olmayan kimse ile cahil aynıdır. Ya da onların beni davet ettikleri çirkinlikleri işlemekle sefih insanlardan olurum. Zira hikmet ehli olan kimse, çirkin iş yapmaz.

Hazret-i Yûsuf’un (aleyhisselâm) bu sözleri, Allah'ın (celle celâlühü) ihsan ve keremine sığınmaktır. Zira peygamberlerin ve iyi kulların yolu, hayırlara ermenin ve serlerden kurtulmanın ancak ilâhî inayetle mümkün olabileceğini ve kendilerinin hiçbir kuvvet ve kudrete malik olmadıklarını ifade etmektir.

Yine Hazret-i Yûsuf’un bu sözleri, müdafaa gücü olmadığını izhar etmekle, o kadınların hilelerini çevirmek için ilâhî inayeti ziyadesiyle dilemek anlamını ifade etmektedir. Yoksa onun bu sözleri, kendi nefsinde, o kadınların isteklerine meyil olduğu halde, ismet ve iffete icbar edilmeyi Allah'tan (celle celâlühü) talep etmek anlamında değildir,

34

"Rabbi de onun duasını kabul etti ve onların hilesini ondan uzaklaştırdı. Çünkü şüphesiz her şeyi işiten ve her şeyi bilen yegâne O'dur."

Hazret-i Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendisine karşı son derece lütûfkâr olan Rabbi, onun, "Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen.." kelâmını da kapsayan duasını kabul buyurdu. Zira "Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen..." kelâmı, daha önce belirtildiği gibi, hilelerinin çevrilmesi için en mükemmel niyazdır.

Ve onun Rabbi, duasında talep ettiği gibi, onların hilesini kendisinden çevirdi ve ismet ve iffette ona sebat ihsan etti. Çünkü şüphesiz her şeyi ve ezcümle yalvaranların duasını işiten; her şeyi ve ezcümle onların ahvalini ve onların maslahatına olanları bilen, sadece O'dur.

35

"Sonunda iffet delillerini gördükten sonra onu bir vakte değin mutlak ve muhakkak zindana atmaları kendilerine uygun görüldü."

Sorunu çözmek girişiminde bulunan aziz İle adamları, bir süre Yûsuf meselesini gizlemek ve unutmak ile yetindikten sonra ve Yûsuf'un suçsuzluğunu kanıtlayan ve onu zindana atmaları fikrinden vazgeçirmesi gereken delilleri gördükten sonra halkın dedikodusu kesilinceye onu zindana atmaları gerektiğini düşündüler.

Azız ile adamlarının bu karara varmaları, Züleyha'nın kocasını etkılemesiyle, ona baskı yapmasıyla olmuştu. Zaten aziz, karısına itaat ediyordu; kadın, istediğini ona yaptırıyordu.

Süddî, karısının azize:

- Bu İbranî köle, beni insanlar arasında rezil etti; insanlara, benim ondan murat almak istediğimi söyledi, bu durumda halk arasına çıkıp özrümü beyan etmek için bana izin vermelisin, yahut onu zindana atmaksın, dediğini ve bunun üzerine azizin, Yûsuf'u zindana attığını söylüyor.

Züleyha'nın, Yûsuf'u zindana attırmaktan amacı, Yûsuf'u elde etmek için ona güzelliğini arz etmekle ve kendisi ile arkadaşları onu bu işe teşvik etmekle bir sonuç almaktan umudu kalmayınca, tehdidini gerçekleştirip Yûsuf’un azmini kırmak ve teslimiyetini sağlamak içindi.

İşte aziz ile adamlarının Yûsuf’u zindana atmaktan gayeleri halk arasındaki dedikodunun kesilmesi ise de, Züleyha'nın amacı, zindan hayatinin onu yola getirip kendisine itâatlı hale koyması ve insanların, onun suçlu olduğunu sanmaları idi.

36

"Yûsuf la beraber zindana iki genç daha girdi. Onlardan biri dedi ki:

Ben rüyada şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de dedi ki:

Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların ondan yediğini gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni şüphesiz iyi yorumculardan görmekteyiz."

A- "Yûsufla beraber zindana iki genç daha girdi."

Yûsuf zindana girerken, onunla beraber hükümdarın kölelerinden iki genç daha zindana girdi. Bunların biri, hükümdarın şarapçısı, diğeri de ekmekçisi idi.

Rivâyet olunur ki, Mısır halkı, hükümdarı şarabında ve yemeğinde zehirlemeleri için ikisine büyük bir mal vaat etti. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Sonra sakı bundan vazgeçti. Ekmekçi ise kararını değiştirmedi. Bugün ekmeğine zehir koydu. Sofra hazırlanınca, saki:

Hükümdarım! O ekmeği yeme; çünkü zehirlidir! dedi. Ekmekçi de:

Hükümdarım! O şarabı içme, çünkü zehirlidir! dedi. Bunun üzerine hükümdar, sakiye:

Bu şarabı sen iç! dedi. O da, içti; fakat ona zarar vermedi. Hükümdar, ekmekçiye de:

Bu ekmeği de sen ye! dedi. Ekmekçi yemek istemedi. O ekmek, bir hayvanda denendi; hayvan hemen öldü. İşte bundan dolayı hükümdar o iki gencin de zindana atılmalarım emretti. Onların zindana atılmaları da, Hazret-i Yûsuf’un zindana atıldığı güne rastladı.

B- "Onlardan biri dedi ki:

Ben rüyada şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de dedi ki:

Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların ondan yediğini gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni şüphesiz iyi yorumculardan görmekteyiz."

Yani o zindan arkadaşları gençlerden şarapçı olan dedi ki:

Ben rüyamda üzüm sıktığımı gördüm. Üzümün, şarap olarak ifade edilmiş olması, son hak itibarıyladır. Zira üzümün sıkılmasından maksat şarap yapılmasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Umman lügatinde âyette geçen hamr kelimesi, üzüm anlamında kullanılmaktadır. İbn Mes’ûd kıraatine göre âyetteki hamr kelimesi ıneb (üzüm) olarak okunmuştur.

"Bunun yorumunu bize haber ver" cümlesi, her ikisinin kelâmı da olabi-kr; yalnız birisi de, ikisinin adına bunu söylemiş olabilir.

Hazret-i Yûsuf'un zindan arkadaşı iki genç, onun, zindanda bulunan bazı kimselerin rüyalarını güzel yorumladığını, yahut zindandaki insanlarla olan konuşmasından onun ilim ve fazilet ehli biri olduğunu, yahut zındandakilere iyilik ettiğini gördükleri için kendisine:

Senin iyi yorumculardan, iyilik yapanlardan olduğunu, ilim ve fazilet ehli olduğunu görmekteyiz, demişlerdi. Yani sen böyle bir insan olduğuna göre, yapabilirsen, bizim de kaygımızı gidermek suretiyle bize iyilik et.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Yûsuf, zindan arkadaşlarından bin hastalanınca ona bakardı; birinin yeri kendisine dar gelince, ona geniş yer temin ederdi; biri yardıma muhtaç duruma düşünce, ona yardım toplardı.

Kâtâde (radıyallahü anh) diyor ki:

Zindanda öyle insanlar vardı ki, ümitleri tamamen kesilmiş ve hep büyük üzüntü içinde bulunuyorlardı. Hazret-i Yûsuf, bunlara:

Sevinin, sabredin; ecriniz verilecektir, diyordu. Onlar da diyorlardı ki:

Allah seni mübarek eylesin! Ne güzel yüzün var; ne güzel huyun var! Senin arkadaşlığın bize bereket verdi. Sen kimsin ey genç! Hazret-i Yûsuf dedi ki:

Ben Yûsuf'um; benim babam safiyyullah (Allah'ın has kulu) Yakub'tur. Yakub da, zebîhullah (Allah için kurban edilmek istenen) İshak'ın oğludur. İshak da, haklullah (Allah'ın dostu) İbrâhîm'in oğludur. Bunun üzerine zindan âmiri Hazret-i Yûsuf'a dedi ki:

Eğer benim elimden gelse, seni serbest biralar ekin.. Fakat ben sana güzel yer vereceğim; zindanda istediğin odalara yerleşebilirsin.

Şattî diyor ki:

Yûsuf'un zindan arkadaşı iki genç, onu denemek için rüya uydurdular: Şarapçı dedi ki:

Rüyamda bir üzüm bağında idim. Baktım ki, bir çubukta üç salkım üzüm var. Ben onları kestim ve hükümdarın tasına sıktım ve ona içirdını. Ekmekçi de dedi ki:

Rüyamda başımın üstünde üç sepet vardı; bunlarda çeşitli yemekler bulunuyordu; yırtıcı kuşlar da bu yemeklerden alıp yiyorlardı.

37

"Yûsuf dedi ki:

Size rızk olarak verilen yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzak durmuşumdur. Zaten onlar âhireti de inkâr edenlerin tâ kendileridir."

A- "Yûsuf dedi ki:

Size rızk olarak verilen yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim."

Her gün size gelen yemeğiniz, buradaki yerinize gelmeden önce o yemeğin, yorumunu mutlaka size haber vereceğim; onun mahiyetini, keyfiyetini ve diğer hallerini size anlatacağım.

Yemeklerin haber verilmesine yorum denilmesi, mecazî bir ifadedir. Zira bu, müphem mutlak yemeklere göre, rüyada görülen rüyaların yorumu gibidir. Yahut buna da yorum denilmesi, onların kelâmına şeklî benzerlik hâsıl olması içindir. Nitekim onlar:

- Bunun yorumunu bize haber ver, demişlerdi.

Hazret-i Yûsuf, o iki zindan arkadaşına:

-Bugün size şöyle, şöyle bir yemek gelecek" diyordu ve aynen öyle oluyordu.

Hazret-i Yûsuf’un bu sözden maksadı, bekledikleri bütün önemli işleri önceden haber vermek idi. Yemeğin zikre tahsis edilmesi, onların durumuna göre çok önemli olmasından dolayıdır. Bir de, onların şarap ve yemelde ilgili sordukları rüyaların yorumuna güzel bir münasebetle başlamak içindi.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: Her zaman aynı vakitte size gelen yemek, bu gün gelmeden önce bana anlattığınız rüyaların yorumunu ben mutlaka size haber vereceğim. Buna, göre Hazret-i Yûsuf, bu sözleri ile, rüyalarının yorumunu âcil olarak vereceğini bildirmekteydi.

Ancak bu kelâm-ı kerim, yemeğin müteaddit defa geldiği ve yorumunun da müteaddit defa yapıldığı mânâsını açıkça bildirmektedir. Ve bu makam da, onların rüyalarının yorumunun da öncekide dahil olduğu çeşitli ilimlerde kı üstünlüğünü izhar etmek makamıdır.

Onların rüyalarının yorumundan da, Hazret-i Yûsuf’un fazileti anlaşıldığı halde Hazret-i Yûsuf, yalnız bununla yetinmemiş, çünkü iki zindan arkadaşı, kendisi hakkında, "Şüphesiz biz seni iyilik ehlinden görmekteyiz" diyerek onun erdemli insanlar zümresine dahil olduğunu anlayınca, Hazret-i Yûsuf, onlarda hayır ve hakkı kabule yönelme işaretini sezinlemişti.

İşte bundan dolayı o da, her şeyden önce uhdesinde bulunan halkı hakka davet etmek vazifesini ifa etmek istedi. Böylece asıl maksadını gerçekleştirmeye vesile olması için, rüyalarının yorumuna başlamadan önce onları kendi yüksek şanı hakkında daha fazla bilgi sahibi etmek, kendisine güvenmelerini ve yüksek demlerdeki derecesine vâkıf olmalarını sağlamak için bir mukaddime yaptı.

Bu mukaddimeye de onların sözlerinden hareketle geçmişti. Şu halde Hazret-i Yûsuf şöyle demiş oluyor: Sizin başta bana anlattığınız, o rüyada misalini gördüğünüz şeylerin yorumuna başlamadan önce sizi sıkmayacak bir mukaddime olarak elerim ki; ben size, büyük küçük, bütün gelecek işleri haber verebilirim. Hattâ her gün size tayın olarak verilen yemeği de gelmeden önce size anlatabilirim.

B- "Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzak durmu sum dur."

Sonra Hazret-i Yûsuf, onlara haber verdi ki, onun bu bilgisi, kâhinlerin ve falcıların bilgileri kabilinden değil, fakat İlâhî bir lütuftur; Allah onu, peygamberlik için seçtiği kullarından dilediğine verir.

Yani bu yorumlar ve görünmeyenleri haber vermek, Rabbimin vahiy ve ilham ile bana öğrettiği ve akıl ile idrâk edilmesi mümkün olmayan bilgilerdendir.

Hazret-i Yûsuf, bu sözleriyle demek istiyor ki, kendisi çok bilgilere sahiptir; iki zindan arkadaşının kendisinden dinledikleri ancak onların bir parçası ve o büyük ağacın ancak bir dalıdır.

Sonra da onlara beyan ediyor ki, bu fazilete erişmesinin sebebi, büyük peygamberler olan atalarının dinine bağlı kalması ve şirkten sakmmasıdır.

"Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan" cümlesi, mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki "Senin Rabbin niçin bu yüksek ilimleri sana öğretmiş?" sorusuna cevap olarak deniliyor ki, "çünkü ben, kâfirlerin dinim, onların üzerinde ittifak, ettikleri şirki ve putların ibadetini terk etmişimdir."

Onların dinini terk etmekten murat, baştan itibaren o dinden uzak durmaktır. Nitekim "Herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmamız bize yaraşmaz." (Yûsuf 12/38) sözünden de bu gerçek anlaşılmaktadır. Yoksa Hazret-i Yûsuf'un onların dinine bağlı iken onu terk etmesi demek, değildir.

Bunun terk etmek olarak ifade edilmesi, o iki arkadaşının Hazret-i Yûsuf'a uymaları için zahiren daha etkili olduğu içindir. O kavmin Allah'ı (celle celâlühü) inkâr etmelerinin, âyette O'na îman etmemek olarak ifade edilmesi, "Allah'a inanmayan bir kavmin" denilmesi, onların, putlara tapmakla beraber Allah'a (celle celâlühü) ibadet etmelerinin, kendi bâtıl iddialarının aksine Allah'a (celle celâlühü) îman sayılmadığını sarahatle belirtmek içindir. Nitekim "Şüphesiz o, geçersiz bir ameldir" (Hûd 11/ 46) âyetinin tefsirinde de bu anlatılmıştır.

C- "Zaten onlar âhireti de inkâr edenlerin kendileridir."

Zaten özellikle anılan kavim, âhireti de, ondaki ceza ve mükâfatı da inkâr edenlerin kendisidir; küfürde en çok aşırı gidenler onlardır.

38

"Ben, atalarım İbrâhîm, îshak ve Yakub'un dinine uydum. Herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allah'ın lütuflarındandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

A- "Ben, atalarım İbrâhîm, İshak ve Yakub'un dinine uydum."

Hazret-i Yûsuf'un bu kemal mertebelerine erişmesi ve bu üstün vasıfları elde etmesi, ancak, o fazilet örneği atalarının dinine uyması ve kâfir olan kavmin dinine ne baştan, ne de sonradan hiç uymaması sebebiyledir.

Hazret-i Yûsuf'un bunu söylemesi, o iki arkadaşını mıan ve tevhide teşvik etmek ve içinde bulundukları şirk ve dalâletten nefret ettirmek içindi.

B- "Herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmamız bize yaraşmaz."

Değil böyle bir şeyin vâki olması, biz peygamberler zümresi için düşünülemez bile; çünkü biz kuvvetli bir ruha ve ilim nuruna sahip bulunuyoruz. Onun için tamamen cansız olan varlıkları ortak koşmayı bırakın, insan olsun, cin olsun, melek olsun, hiçbir şeyi Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmamız mümkün değildir.

C- "Bu tevhit, bize ve bütün insanlara Allah'ın lütuflarındandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

Tevhit inancı, Allah'ın (celle celâlühü) bize peygamberlik ihsan etmesiyle ve bızı ümmetlerin kumandanlığı için ve onları hakka hidâyet için seçmesiyle hâsıl olan İlâhî bir inayettir.

Bu tevhit ve onun sebepleri bizzat bizim için pek büyük bir nimet ve ihsan olmakla beraber, bizim vasıtamızla bütün insanlık için de öyledir.

Fakat insanların çoğu bu büyük nimete şükretmezler; tevhidi kabul etmezler. Zira tevhit, bir İlâhî inayet eseri olduğu gibi, aynı zamanda o nimete karşılık da Allah'a (celle celâlühü) şükürdür.

Bir görüşe göre bu tevhit, Allah'ın bize bir ihsanıdır; çünkü O, bizim için, tefekkür edip kendileriyle hakkı bulacağımız bir çok deliller yaratmıştır. O delillerin benzerlerini diğer insanlar için de yaratmıştır; fakat onların çoğu, hevâ ve heveslerine uyarak o delilleri tefekkür etmezler ve onları hakka delil edinmezler. Böylece kâfir ve şükürsüz kalırlar.

Şunu da diyebilkiz: Bu tevhit Allah'ın (celle celâlühü) bize bir ihsanıdır; çünkü bize akıl ve şuur bahşetmiş ve biz de bunları, O'nun, nefsimizde ve kâinatta yarattığı tevhit delillerini bulmakta kullanıyoruz.

Diğer insanlara da akıl ve şuur verdiği halde onların çoğu şükretmezler, yani o kuvvet ve şuurları yaratılış gayelerine uygun olarak kullanmazlar; onları zikredilen nefsî, kozmik, aklı ve nakiî tevhit delilleri için kullanmazlar.

39

"Ey iki zindan arkadaşım! Dağınık ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa bir tek Kahhâr olan Allah mı?"

Hazret-i Yûsuf, iki arkadaşına, sevginin ve nasihatin samimî olduğu hüzün ve keder yurdunda arkadaş unvanıyla seslenmiş ki, ona kulak verip sözlerini kabul etsinler. Zaten onlara öyle bir misal veriyor ki, hakkın ne olduğu onlar için tamamen vuzuha kavuşmuş olsun.

Yani aralarında irtibat ve ittifak bulunmayan, her biri bağımsız olmamakla beraber, diğer İlahları gözetmeden ikinizi dilediği gibi kul edinen dağınık ilâhlar mı sizin için daha hayırlıdır, yoksa yegâne hak mabut, tek ilah ve yegâne galip olan Allah (celle celâlühü) mı?

40

"Allah'tan başka taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım boş isimlerden ibaret olup Allah bunun hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O, size Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

A- "Allah'tan başka taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım boş isimlerden ibaret olup Allah bunun hakkında herhangi bir delil indirmemiştir."

Sizin Allah'tan başka taptığınız putlar, sizin ve atalarınızın sırf cehaletiniz ve dalâletinizle isimlendirdiği boş isimlerden ibarettir; hakikatte onların tam olarak karşılıkları yoktur. Zira o isimlerin tam olarak karşılığı olmayınca, hiç karşılığı yok demektir. Böylece onlar, yalnız o isimlere tapmış olurlar.

Burada o isimlerin verildiği varlıkların zikredilmemesi, makamın gereği olarak onları varlık mertebesinden düşürmek ve mabutsuz ibadetleri geçersiz olduğu gibi, karşılığı olmayan bu isimlendirmenin de geçersiz olduğunu, bildirmek içindir.

Allah (celle celâlühü) tapmayı gerektiren bu isimlendirme hakkında, doğruluğuna delâlet eden hiçbir delil indirmemiştir.

B- "Hüküm sadece Allah'a aittir. O, size Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."

O işkillendirmeye bina edilecek ibadet emri, ancak Allah'a aittir. Zira bizzat buna layık olan yegâne O'dur. Çünkü bizzat vacip (varlığı zorunlu) olan, bütün varlıkların mucidi ve hallerinin mâlild olan yine yegâne O'dur. O, peygamberlerin lisanıyla size, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.

Zaten aklî hüküm de, bunu gerektirmektedir. İşte akli ve nakli delillerle sabit olan dosdoğru din, ibadeti yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis etmektir. Fakat insanların çoğu, o delilleri bilmedikleri için, dosdoğru dinin bu olduğunu bilmezler. Yahut insanların çoğu hiçbir şey bilmezler; bunun için aklî ve nakli delillerden yüz çevirirler ve kendiliklerinden taktıkları birtakım isimlere taparlar.

41

"Ey iki zindan arkadaşım! İkinizden biri, efendisine şarap içirecek; diğeri ise, asılacak da başından kuşlar yiyecektir. Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir."

Hazret-i Yûsuf, hakkı ortaya koyduktan, ikisini hakka davet ettikten ve onlara yüksek mertebesini ve geniş ilmini beyan ettikten sonra onların istedikleri yoruma başlamaktadır.

Kendisine şarap içirecek olan, hükümdarın şarapçısıdır. Onu doğrudan doğruya tayin etmemiş, çünkü yorumdan kim olduğu anlaşılmaktadır. Bir de, onun arkadaşını üzmemek için kimliğini zahiren müphem, bırakmak içindir.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Yûsuf, şarapçı olana dedi ki:

Senin rüyada gördüğün üzüm bağı ve güzelliğl, hükümdar ve onun yanında senin güzel hâlin demektir. Gördüğün üç salkım da, zindanda geçen üç günün demektir. Sonra zindandan çıkıp eski haline dönersin.

Gene rivâyete göre Hazret-i Yûsuf, ekmekçi olan diğer arkadaşına da:

Senin gördüğün sepetler, zindanda geçireceğin üç gün demektir. Sonra zindandan çıkarılıp öldürüleceksin, dedi.

Hazret-i Yûsuf’un, "Yorumunu sorduğunuz ış, böylece kesinleşmiştir" demesi, yaptığı yorumun gerçek olduğunu belirtmek ve onu pekiştirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûsuf, onların rüyalarının yorumunu yapınca, onlar inkâr ettiler ve "Aslında biz hiçbir rüya görmedik" dediler, işte o zaman Hazret-i Yûsuf, onlara, "rüyalarınızı tasdik de etseniz, tekzip de etseniz, bu gerçekleşecektir" diye haber verdi. Herhalde anılan inkâr, ekmekçiden olmuştur; çünkü şarapçının rüyayı inkâr etmesine bir sebep yoktur. Ancak bu olsa, olsa, arkadaşının hatırı için olabilir.

42

"Yûsuf, ikisinden, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki:

Efendinin yanında beni an! Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu da, Yûsuf bu yüzden birkaç yıl daha zindanda kaldı."

A- "Yûsuf, ikisinden, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki:

Efendinin yanında beni an!"

Hazret-i Yûsuf’un şarapçı olan zindan arkadaşının kurtulmak vasfıyla zikrecülmesi, hükümdarın yanında kendisini anmasını tavsiye etmenin ön şartını belirtmek içindir. Mezkûr yorumdan anlaşılan yakınlık unvanı kullanılmamış, çünkü bu unvan her ne kadar vasiyetini yerine getirmek için daha etkili ise de, fakat helâk vasfıyla anılan arkadaşı ile kendisi arasında yegâne ayırt edici vasıf değildir.

Âyetteki zannetme, kesin bilmek anlamındadır. Nitekim "Şüphesiz hesabımla karşılaşacağımı zannettim" (Hakka 20) âyetinde de bu anlamdadır. Şu halde Hazret-i Yûsuf, bu yorumu vahiyle yapmıştı. Nitekim bu "Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir" (Yûsuf 12/41) kelâmından da anlaşılmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, burada zannetmek, gerçek anlamındadır; yorum ise içtihatla yapılmıştır ve bu işin kesinleştiğine hükmetmek de, içtihada binaendir.

B- "Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu da, Yûsuf bu yüzden birkaç yıl daha zindanda kaldı."

Hazret-i Yûsuf, kurtulacak zindan arkadaşına, efendisinin yanında kendisini, kendisinde gördüğü vasıfla anmasını istemişti; fakat şeytan, onun kalbine vesvese vermekle ve hatırlamasını engelleyen şeyleri aklına getirmekle anmayı ona unutturdu. Yoksa hakikatte unutturmak, Allah'a (celle celâlühü) aittir.

Görüşlerin birçoğuna göre Hazret-i Yûsuf, yedi sene daha zindanda kalmıştır.

Hazret-i Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Allah, kardeşini Yûsuf'a rahmet eylesin! Eğer o, "beni efendinin yanında an" demeseydi, beş seneden sonra yedi sene daha zindanda kalmazdı."

Kullardan yardim istemek için ruhsat varsa da, peygamberlerin makamına layık olan, azimeti (asıl hükmü) uygulamaktır.

43

"Hükümdar dedi ki:

Ben rüyada yedi semiz ineği yedi arık ineğin yediğini ve yedi yeşil başak ile diğerleri kuru yedi başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlaymız!"

A- "Hükümdar dedi ki:

Ben rüyada yedi semiz ineği yedi arık ineğin yediğini ve yedi yeşil başak ile diğerleri kuru yedi başak gördüm."

Rivâyet olunur ki, hükümdar Reyyan, rüyasında yedi semiz ineğin, kurumuş yedi dereden çıktıklarını görmüş; onların ardından da gayet arık yedi inek çıkmış ve bu arık inekler, o semiz inekleri yutmuşlar. Yine taneleri oluşmuş yedi yeşil başak görmüş ve kurumuş olan yedi başak daha görmüş; bu kuru başaklar, yetişip yeşil başakların üstüne dolanıp onları mağlup etmiş.

Âyette yedi kuru başağın, yedi yeşil başağa galip gelmiş olmasının zikredilmemesi, ineklerin halinin zikredilmesiyle iktifa edildiği içindir.

B- "Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız!"

Ey âlimler ve filozoflar! Eğer siz bu rüyanın ne anlama geldiğini biliyorsanız, benim bu rüyamı da yorumlayın ve onun hükmü ile sonucunu bana da anlatın.

Rüya yorumu, rüyada görülen hayak suretlerden, gerçek diş dünyadaki âfâkî ve enfüsî varlıklardan suretleri ve örnekleri oldukları şeylere intikal etme bilgisidir.

44

"İleri gelenler dediler ki:

- Bunlar asılsız karmakarışık düşlerdir. Biz asılsız düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz."

Hükümdarın çevresi olan âlimler ile filozoflar dediler ki; bu senin anlattığın rüyalar, ruhî telkinler ile şeytanın vesvesesinin karışımından oluşup rüyada görülen yalan düşlerdir; bunların ask yoktur; biz böyle asılsız rüyaların yorumunu bilenlerden değiliz. Yani bunların yorumu var da, biz bilmiyor, değiliz; aksine bunların yorumu olmadığı için biz bilmiyoruz. Çünkü yorum, ask olan rüya için yapılır.

Onların bu sözleri, rüya yorumu konusunda kendi ilimlerinin yetersiz olduğunu, bu konuda uzman olmadıklarını itiraf etmek ve bu rüyaların haddi zatında yorumlarının var olduğunu kabul etmek anlamında da olabilir. Nitekim onların hükümdarın sözlerine farklı sözlerle verdikleri cevaptan da bu anlam çıkarılabilir.

Hükümdarın yorumunu istediği bir rüya olduğu halde rüyalar seklinde çoğul olarak ifade edilmesi, ziyadesiyle vasıfsız olmakla vasıflandırıkması içindir. Yahut da bu rüya, yedi semiz inek, yedi arık inek, yedi yeşil başak ve yedi kuru başak gibi farklı şeyler içerdiği içindir.

45

"Zindandaki o iki kişiden kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra Yûsuf’u hatırlayarak dedi ki:

- Ben size onun yorumunu haber veririm. Beni hemen Yûsuf'a gönderin!"

Yûsuf'un zindandaki iki arkadaşından kurtulmuş olanı, şarapçı, uzun bir zaman sonra hükümdarın rüyasını anlatması ve ileri gelenlerinin yorumundan âciz kalmaları üzerine, Hazret-i Yûsuf u, kendisinde gördüğü meziyetleri ve onun tavsiyesini hatırlayarak dedi k;

- Bunun ilmim bilen birisinden yorumunu öğrenip size haber verebilirim. Bunun için beni hemen Yûsuf'a göndermeniz lazım.

Âyetin metninde geçen ve uzun zaman olarak tefsir edilen ümmet kelimesi, nimet anlamındaki imt olarak da okunmuştur. Bu durumdan hükümdarın, kendisini zindandan kurtarma nimetinden sonra şeklinde anlaşılabilir. Aynı kelime, unutmak anlamındak emt olarak da okunmuştur ki o zaman unuttuktan sonra, şeklinde yorumlanabilir.

46

"Yûsuf'un yanına varıp ona:

- Ey Yûsuf! Ey çok doğru sözlü kişi! Rüyada görülen yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başakar hakkında bize yorum yap! Umarım k, halka döner, söylerim de, belki onlar da doğruyu öğrenirler, dedi."

A- "- Ey Yûsuf! Ey çok doğru sözlü kişi! Rüyada görülen yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başakar hakkında bize yorum yap!"

Onu Yûsuf’un yanına gönderdiklerinde, Hazret-i Yûsuf’u överek söze başlaması, onu gördüğü, bizzat deneyip yaşadığı gibi çok doğru sözlü olarak vasıflandırması, bu rüyanın hükmünü ve sonuçlarını ondan doğru şekilde almak ve onun bilgisinden, nurundan tam olarak yararlanmak içindir.

B- "- Umarım ki, halka döner söylerim de, belki onlar da doğruyu öğrenirler."

Hükümdarla yanındakilere, yahut zindanın şehir dışında olduğunu farzeden bir görüşe göre, insanlara, şeftir halkna döndüğümde bunu onlara anlatırım, onlar da belki böylece doğruyu öğrenirler ve gereğini yaparlar. Belki de senin, faziletini, yüksek mertebeni ve içinde bulunduğun sıkın tık hak anlarlar; böylece sen de zindandan kurtulursun.

Anılan zatın kesin konuşmayıp "umarım, belki" ifadelerini kullanması, edepli konuşmak ve kafadan atmaktan sakınmak içindir. Zira onların esk hallerinden dönüş yapacakarı konusunda kesin bilgi sahibi değildi; onun aksi de olabilir di. Yahut sonuçlar umulduğu gibi çıkmayabilirdi. Keza, bunu anlayacakarından da emin değildi; belki hiç de anlamayacakardı.

47

"Yûsuf dedi ki:

- Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakıp stok edersiniz."

Hazret-i Yûsuf, yedi semiz inek ile yedi yeşil başağı, bereketli, bol seneler olarak ve arık ineklerle kuru başakları da kıtlık yılları olarak yorumlamış ve onlara haber vermiş ki, yedi sene ekin ekecekler ve bol ürün almak için çok gayret sarf edecekler.

Çünkü yedi semiz ineğin yorumu olan bolluk bu şekilde gerçekleşir. Ve onların yararına olarak bunu arttırmalarını da şöyle göstermiş: "Her sene yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakıp stok edersiniz."

Ürünün, başağında bırakılması, Mısır tahıllarında görülen güve, buğday biti, kurt ve benzeri böceklerin ürünü yememeleri içindi.

Hazret-i Yûsuf, yedi yeşil başağı da böyle yorumlamıştı. Mısırlılar'da böyle stok yapma âdeti olmadığı için onlara bunu emretmişti. Âyetteki az bir miktar ifadesinden, Hazret-i Yûsuf'un, yemede de iktisat etmelerini emrettiği anlaşılmaktadır.

48

"Sonra, bunun ardından yedi şiddetli kıtlık yılı gelecektir ki, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yeyip bitireceksiniz."

Bu ifade, Hazret-i Yûsuf’un bu emrinin zaruret zamanına mahsus olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu da, arık ineklerin semiz inekleri yemelerinin yorumu olmaktadır.

49

"Sonra, bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda halk yağmura kavuşacak ve o yılda meyve suyu ve yağ sıkacaklar."

O anlatılan kıtlık günlerinin ve stok edilmiş olan zahirenin yendiği yılların ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda üzüm, şeker kamışı, zeytin, susam gibi ürünlerin bolluğundan bunlar sıkılıp suları ve yağları çıkarılacak. Yahut o yılda sütler sağılacak, demektir. Yahut o yılda halk yağmura, bereketli yağışlara kavuşacak, demektir.

Bu bereketli yılın hükümleri, hükümdarın rüyasından çıkarılmamış; fakat Hazret-i Yûsuf, o rüyayı yorumladıktan ve gerekli önlemleri almalarını emrettikten sonra bunu vahiy yoluyla öğrenip kendilerine müjdelemiştir.

Hazret-i Yûsuf'un bunu onlara müjdelemekten amacı, kendi yüksek mertebesini, derin faziletini, iki zindan arkadaşının, rüyalarının yorumunu istediklerinde,

"Size rızk olarak verilen yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim." (Yûsuf 37) sözüyle de belirttiği gibi, sureti rüyada görülenleri bildiğini, hiç kimsenin aklına gelmeyen ilimleri de ihata ettiğini göstermek ve onlara yaptığı iyiliği tamamlamaktı.

Nitekim rüyaların yorumu ile de olsa, bu hâdiselerin vuku bulacağı hususunda hiç kimse, Hazret-i Yûsuf’un bu bilgisine ortak değildi.

50

"Hükümdar dedi ki:

Onu bana getirin!" Elçi, Yûsuf'a gelince, Yûsuf dedi ki:

Efendine dön de, ona sor ki, ellerini kesen kadınların hak ne ıdı? Şüphesiz benim Rabbim, onların hilesini çok iyi bilendir."

A- "- Hükümdar dedi ki:

Onu bana getirin!"

Elçi hükümdarın yanına dönüp rüyasının yorumunu bütün ayrıntılarıyla kendisine anlattıktan sonra hükümdar, onun ilim ve faziletini anladığı için, "onu bana getirin!" diye emir verdi.

B- "- Elçi, Yûsuf'a gelince, Yûsuf dedi ki:

- Efendine dön de, ona sor, ki, ellerini kesen kadınların hak ne idi? Şüphesiz benim Rabbim, onların hilesini çok iyi bilendir."

Hazret-i Yûsuf’un, "o hâdiseyi araştırmasını talep et" anlamına gelecek bir ifade kullanmaması, kendi suçsuzluğunun ve nezihliğinin ortaya çıkması için, hükümdarı ciddiyetle bunu araştırmaya teşvik etmek içindir. Zira soru, yöneltildiği kimsenin, araştırmanın azamisi için gayret göstermesinin heyecanını verir. Talep ise bazen hafife alınıp ona aldırış edilmez.

Hazret-i Yûsuf, azizin karısının yüzünden onca üzüntü ve sıkıntı gördüğü halde bu sözlerinde azizin karısından bahsetmemesi, aziz ile aralarındaki hukuku gözetmek ve o kadının hilesinden sakınmak içindi.

Zira Hazret-i Yûsuf, o kadının hâlâ düşmanlığını sürdürdüğüne inanıyordu. Diğer kadınlara gelince, Hazret-i Yûsuf, onların hakkı açıklayacaklarını ve azizin karısının, kendisinden murat almak istediğini ve kendisinin ise ismet ve iffeti bırakmadığını ikrar ettiğine şahadet edeceklerini umuyordu.

İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i Yûsuf, o kadınları, ellerim kesmekle vasıflandırdı; fakat onların da kendisinden murat almak istediklerini ve kendisine, "Kadın efendine itaat et" dediklerini sarahatle belirtmeyip "Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilendir" cümlesiyle buna imada bulunmakla yetindi.

Zira Hazret-i Yûsuf, o kadinlara karşı güzel davranmak istiyordu. Onlara kötülük isnat ettiği takdirde bunu duyduklarında kendilerini savunmaya kalkışmalarından ve hükümdarın yanında ona düşmanlık yaparak kötü şeyler söylemelerinden endişe ediyordu.

51

"Hükümdar o kadınlara dedi ki:

Yûsuf tan murat almak istediğiniz zaman durumunuz ne idi? Kadınlar dediler ki:

Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik. Azizin karısı dedi ki:

Şimdi gerçek tamamen ortaya çıkmıştır; ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Hiç şüphesiz o, doğru söyleyenlerdendir."

A- "- Hükümdar o kadınlara dedi ki:

Yûsuf tan murat almak istediğiniz zaman durumunuz ne idi? Kadınlar dediler kı:

Hâşa! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik."

Hazret-i Yûsuf’un gönderdiği haber hükümdara ulaşınca, o kadınları huzuruna getirtti ve onlara sordu:

Siz Yûsuf tan murat almak istediğiniz ve kadın efendisine itaat etmesi gerektiğim söylediğiniz zaman onda bir kötülük ve şüphe gördünüz mü? Kadınlar, Yûsuf'u tenzih etmek ve onun nezihliği ile iffetinden taaccüplerini ifade etmek üzere:

- Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler.

B- "- Azizin karısı dedi ki:

Şimdi gerçek tamamen ortaya çıkmıştır; ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Hiç şüphesiz o, doğru söyleyenlerdendir."

O sırada azizin karısı da mecliste bulunuyordu. Ya da kadınlar, onun yanma gidip bunları kendisine anlattılar. Bir başka görüşe göre ise, azizin karısı,

"- Ant olsun ki, ben onun nefsinden murat almak istedim; fakat kendisi ismet ve iffetine bağlı kaldı. Yine ant olsun ki, benim ona emrettiğimi yapmazsa, hiç şüphesiz zindana atılacak ve sürünenlerden olacaktır" (Yûsuf 32) dediğine o kadınların şahadet etmelerinden korktu da, böyle bir ikrarda bulundu.

Azizin karısının bu sözlerinden kastettiği Hazret-i Yûsuf’un iffet ve nezihliği, yalnız o kadınların şahadet ettiği konuyla ve onların bildikleriyle sınırlı olmayıp, bunun dışında azizin huzurunda vâki olan tartışmada da sabit olduğudur.

Yine onun maksadı, kendinden ve kendi yaptığından bahsetmek değil, aslında o ihtilâfta sabit olan Yûsuf’un nezihhğinin ve kendi hıyanetinin ortaya çıkmasıdır. O benim nefsimden murat almak istemedi; ben onun nefsinden murat almak istedim. Ve ben ona iftira ettiğimde onun, "o benden murat almak istedi" sözü şüphesiz doğruydu ve o doğru söyleyenlerdendi.

Onun, "şımdi"den kastettiği, bu sözleri söylediği zamandır; yoksa o kadınların şahadette bulundukları zaman değildir.

İmdi, ey insaf sahibi! Düşün, bu mertebenin üstünde bir nezihlik görebilir misin! Nitekim hasımlar bile, buna şahadette bulunmaktan kendilerini alamamışlardır. Zaten asıl fazilet de, hasımların şahitlik ettikleri fazilettir.

Hazret-i Yûsuf’un, zindandan çıkmadan önce bu mukaddimeyi ileri sürmesi, azizin verdiği mahkûmiyet kaldırıkmadan önce özellikle aziz katinda, suçlandığı suçtan beri olduğunu ortaya çıkarmak içindir. Nitekim elçi, kendisinin yanına dönüp o kadınların söylediklerini kendisine haber verdikten sonra söylediği şu sözlerden de bu husus anlaşılmaktadır:

52

"(Yûsuf dedi ki):

- İşte bu, azizin, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesinin başarıya ulaşmasına meydan vermeyeceğini azizin kesin olarak bilmesi içindir."

Gerçek durumun ortaya çıkmasını temin eden bu tespit, iddia ettiği gibi azizin yokluğunda onun namusuna hâinlik etmediğimi kesin olarak bilmesi içindir.

Herhalde Hazret-i Yûsuf’un bu tutumu, efendihk hukukunu gözetmek içindi. Zira zindana girmesinin sebebinin asılsız olduğunun ortaya çıkmasından önce zindandan çıkması, hükümdarın emri ile olsa da, "azize rağmen" olduğu vehmini akla getirir.

Hazret-i Yûsuf’un bu tutumunun, azizin hükmünü iptal etmek için buna baş vurduğu gerekçesiyle azizin, onun bu hareketini takbih etmek imkânını ortadan kaldırmak için olduğunu söylemek ise, Hazret-i Yûsuf'un, kendi kendine güvenmesi ve Rabbine tevekkül etmesi hususunda şanına yakışmaz.

Hazret-i Yûsuf'un, "hainlerin hilesinin başarıya ulaşmasına Allah'ın kesinlikle meydan vermeyeceğini azizin bilmesi içindir" sözü, azizin karısının onun emanetine hıyanet ettiğine; azizin de kendisini, nezihliğinin açık delillerini gördüğü halde zindana atmakta karısına yardım etmekle Allah'ın emanetine hıyanet ettiğine bir tarizdir.

Hazret-i Yûsuf'un bu kelâmı, kendi eminliğini tekit etmek anlamına gelebileceği gibi, hain olmuş olsa, Allah'ın (celle celâlühü) kendisini hidâyete ve güzel akibete eriştirmeyeceğinin bir ifadesi de olabilir.

53

"Ben nefsimi de temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, her kötülüğü buyurgandır; Rabbimin merhamet ettiği başka. Şüphesiz Rabbim Gafurdur (çok bağışlayandır), Rahimdir (çok merhamet edendir)."

A- "Ben nefsimi de temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, her kötülüğü buyurgandır; Rabbimin merhamet ettiği başka."

Hazret-i Yûsuf, son derece nezih olduğu anlaşıldıktan sonra, her kötülükten uzak olan şerefli nefsini sindirmek ve onu tezkiye ve kendini benımsemışlik makamından uzak tutmak için "ben nefsimi tamamen kötülükten tenzih etmiyorum" demiştir. Onun bu kelâmı, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem):

- Ben, Âdem evladının efendisiyim. Bu, iftihar için değildir, hadisi kabilindendir.

Yahut onun bu kelâmı, Allah'ın (celle celâlühü) nimetini anlatmak ve O'nun, kulların fiillerinde gizli olan sırrını açıklamak içindir.

Allah'ın (celle celâlühü) inayeti olmadan, nefis olması itibarıyla kendi nefsimi kötülükten tenzih etmem ve bu fazileti ona isnat etmem. Çünkü benim nefsimin de dahil olduğu beşerî nefis, şehvetlere meyletmekte ve kuvvetler ile imkânları o şehvetleri elde etmek için kullanmaktadır. Benim nefsimin temiz kalması, ancak Allah'ın (celle celâlühü) inayeti, koruması ve rahmeti sayesindedir. Nitekim "Rabbimin merhamet ettiği başka" cümlesi de bunu ifade etmektedir.

Yahut nefis, her zaman kötülüğü çok emretmektedir; yalnız Rabbimin rahmeti ve koruması olduğu zaman hariç.

Yahut fakat beni kötülükten koruyan bana edilen rahmettir. Nitekim başka âyetlerde de, "O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar. Ancak Bizim tarafımızdan bir rahmet" (Yâsîn 36/43, 44) denilmektedir.

B- "Şüphesiz Rabbim Gafur'dur, Rahîm'dır."

Şüphesiz Rabbim, nefislere arız olan kötü hallerin gerçekleşmesini sınırsız rahmetiyle korumaktadır.

Bir görüşe göre, buraya kadar olan sözler, azizin karısının kelâmındandır. Yani benim bu söylediklerim, Hazret-i Yûsuf’un, gıyabında ona hıyanet etmediğimi, onu tekzip etmediğimi bilmesi içindir. Ve ben hak ve vâki olanı ortaya getiriyorum ve bununla beraber ben nefsimi, de hıyanetten temize çıkarmıyorum.

Nitekim onun hakkında söyleyeceğimi söyledim ve yapacaklarımı da yaptım. Şüphesiz her nefis, kötülüğü çok emretmektedir; ancak Rabbimin, rahmetiyle koruduğu Yûsuf’un nefsi gibi nefisler başka. Şüphesiz Rabbim, günahlarının bağışlanmasını isteyenler için çok mağfiret sahibidir ve onlar için çok merhamet edicidir.

Bu görüşe göre, Hazret-i Yûsuf’un, zindandan çıkmakta acele etmemesi, durumu henüz arada olup netleşmemişken hükümdarın karsısına çıkmaya razı olmadığı içindi, işte bunun için yaptığını yaptı ki, suçsuz olduğu ortaya çıksın ve yüksek fazilet sanı ile beraber kendisine pek büyük bir zulüm yapıldığı anlaşılsın da, hükümdar, ona yaraşan bir tazim ve saygı ile onu karşılasın. Nitekim öyle oldu.

54

"Hükümdar dedi ki:

Onu bana getirin; onu kendime özel danışman edinmek isterim.

Onunla konuşunca dedi ki:

Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisisin."

Hazret-i Yûsuf’u getirdiklerinde hükümdar onunla konuşunca böyle dedi. "Yûsuf'u getirdiler" cümlesinin hazfedilmesi, getirmenin süratle gerçekleştiğini zımnen bildirmek içindir. Sanki o emir ile ihzarı ve kendisiyle konuşma arasında hiç zaman yokmuş gibi.

"Bugün" ifadesi, yüksek makam sahibi ve güvenikr olması sürecinin, konuşma ânından itibaren başlamış olduğunu göstermek ve bu görevin başlamasını engelleyecek herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmak içindir.

Rivâyet olunur ki Yûsuf (aleyhisselâm) elçi kendisine gelince zindandan çıktı ve kendi ailesine dua etti ve yıkanıp yeni elbiseler giydi, Nihayet hükümdarın huzuruna girince, şöyle dua etti:

Allah'ım! Senin hayrın vesilesiyle onun hayrını Senden diliyorum ve Senin izzet ve kudretinle onun şerrinden ve başkasının şerrinden Sana sığınıyorum! Sonra hükümdara selam verdi ve ibranî lisanıyla ona dua etti. Hükümdar, ona:

Bu lisan nedir? Diye sordu. Hazret-i Yûsuf da:

Bu, atalarımın lisanıdır, diye cevap verdi. Hükümdar, yetmiş lisan biliyordu. Hükümdar bu lisanlarla Hazret-i Yûsuf'la konuşmaya başladı. O da, bütün o lisanlarla kendisine cevap verdi. Hükümdar buna şaşırdı kaldı. Sonra hükümdar dedi ki:

Ben rüyamı bizzat senden dinlemek istiyorum. Yûsuf (aleyhisselâm) da, rüyasının yorumunu, onun rüyada gördüğü gibi inekler ile başakların ne anlama geldiğini ona anlattı. Bunun üzerine hükümdar, Yûsuf’u kendi yerine tahta çıkardı ve yetkilerini ona devretti.

Diğer bir görüşe göre o günlerde Aziz Kıt lir öldü. Hükümdar, Yûsuf'u (aleyhisselâm) azizin yerine tayin etti ve onu Azizin karısı Raîl (Züleyha) ile evlendirdi. Yûsuf (aleyhisselâm), onu bakire buldu ve ondan İfrayîm ve Mışa adlarındaki çocukları oldu.

55

"Yûsuf dedi ki:

Beni ülkenin hazinelerine bakan tayin et! Çünkü şüphesiz ben çok iyi koruyucu ve bu işi bilenim."

Herhalde Yûsuf’un (aleyhisselâm), yukarıda anlatıldığı gibi azizin karısıyla evlendirilmesi, bu kelâmdan da anlaşıldığı gibi, hazine bakanlığına tayin edilmesinden sonra olmuştur.

"Beni Mısır hazine bakanlığına getir; çünkü ben, hazineyi uygun olmayan tasarruflardan şüphesiz iyi korurum ve bu tasarruf işini iyi bilirim" âyet-i kerimesi, tâlibin, adaletin ikamesine ve dinî hükümlerin icrasına muktedir olması durumunda, idareci zâlim veya kâfir de olsa, ondan vazife talep etmesinin caiz olduğuna delildir.

Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre sonra hükümdar, Yûsuf’un (aleyhisselâm) eliyle Müslüman olmuştur.

Herhalde Yûsuf’un (aleyhisselâm) özellikle hazine bakanlığını tercih etmesi, bu bakanlığın, saltanatın en önemli kısmı olmasından dolayıdır. Zira âyetin tefsirinde tafsilatıyla anlatıldığı gibi, kıtlık yıllarının tedbirleri de, hazine bakanlığı vazifesinin bölümlerindendir. Yoksa denildiği gibi, sırf faydasının umumî olmasından dolayı değildir.

Âyette, hükümdarın, Yûsuf’un (aleyhisselâm) hazine bakanlığının kendisine verilmesi talebini kabul ettiğinin zikredilmemiş olması, bunun, sarahatle belirtilmesine gerek olmayan kesin bir sonuç olduğunu zımnen bildirmek içindir. Özellikle saltanatın bütün kısımlarını kapsayan, "Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisisin" sözüyle takdim edilmesi, buna ihtiyaç bırakmaz.

Bir görüşe göre, bu ifade, her şeyin Allah'tan (celle celâlühü) olduğuna, hükümdarın ise yalnız bunda vasıta olduğuna dikkat çekmek içindir.

56

"İşte Mısır'da Yûsuf'a böylece dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz; iyi davrananların mükâfatını da zayi etmeyiz."

A- "- İşte Mısır'da Yûsuf'a böylece dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik."

Rivâyet olunur ki, Mısır toprağı kırk fersah kare idi.

Âyetin metninde kullanılan ifadeler, Hazret-i Yûsuf’un Mısır yönetiminde tamamen yetkili ve idareye hâkim olduğunu bildirmektedir ve bunun başından itibaren böyle olduğuna da açıkça işaret vardır. İşte bundan dolayıdır ki, onun ülkeyi idaresi, kişinin kendi evindeki tasarrufu gibi ifade edilmiştir (Zira âyetin metnindeki Tebevvü' aslında barınmak anlamındadır).

Yine bir rivâyete göre hükümdar, Hazret-i Yûsuf'a taç giydirdi; mührünü ona verdi; kılıcını ona kuşandırdı; ona inci ve yakut ile süslenmiş bir taht koydurdu. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf dedi ki:

Bu taht ile senin hükümdarlığını sağlamlaştıracağım; bu mühür ile senin işlerini yöneteceğim. Taca gelince, o, benim ve atalarımın giysilerinden değildir. Hükümdar da dedi ki:

Seni tazim için, senin üstünlüğünü ikrar etmek için tacı başına koydum. Nihayet Hazret-i Yûsuf, tahta oturdu. Krallar, ona bağlılıklarını bildirdiler. Mısır hükümdarı, idareyi ona devretti.

Yûsuf Mısır'da adalet ikame etti; adaleti erkeklere ve kadınlara da sevdirdi; kıtlık yıllarında Mısır halkına birinci sene dinar ve dirhem karşılığmda, ikinci sene de ziynet eşyası ve mücevherat karşılığmda, üçüncü sene de hayvanlar karşılığında, sonra da arazi ve akar karşılığında zahire sattı.

Sonra da kendilerini köle edinmek karşılığmda onlara zahire sattı ve nihayet hepsini köle edinmiş oldu. Onun halkı dediler ki: "Bu zamanda ondan daha büyük ve azametli bir hükümdar görmedik.

Sonra Hazret-i Yûsuf, onları azat etti ve mallarını da kendilerine iade etti. Hazret-i Yûsuf, insanlar arasında eşitlik sağlamak üzere, zahire almak isteyen herkese bir deve yükünden fazlasını satmazdı.

B- "- Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz; iyi davrananların mükâfatını da zayi etmeyiz."

Biz, irademizi gerektiren hikmetimize binaen dilediğimiz kimseye dünyada hükümdarlık, zenginlik ve diğer nimetleri veririz ve iyi davrananların mükâfatını da zayi etmeyiz; aksine tam olarak veririz.

Bu İlâhî kelâm bildiriyor ki, mezkûr dilemenin yegâne sebebi, anılan rahmetin eriştiği kimseye ihsandır ve bu onun mükâfatıdır.

57

"iman edip de takva sahibi olanlar için şüphesiz âhiret mükâfatı daha hayırlıdır."

İhsan semerelerinin, anılan mükâfattan ibaret olduğu vehmini bertaraf etmek için bu te'kitli cümle zikredilmiştir. Yani îman ile takva sahiplen için, âhiretin tükenmez nimetleri daha hayırlıdır. İman ile takva sahiplerinden murat, anılan ihsan ehlidir (iyi davrananlardır). Bu şekilde ifade edilmesi, ihsandan murat, îman ve takvada sebat olduğuna dikkat çekmek içindir.

58

"Yûsuf’un kardeşleri gelip nihayet huzuruna girdiler. Yûsuf, onları hemen tanıdı; onlar ise onu tanımıyorlardı."

Yani Mısır toprağındaki kıtlık, Ken'an toprağında ve Şam memleketlerinde meydana geldiği için Bünyâmin dışındaki Yûsuf’un (aleyhisselâm) kardeşleri, zahire almak üzere Mısır'a geldiler ve Yûsuf makamında iken huzuruna girdiler.

Hazret-i Yûsuf, kuvvetli bir anlayışa sahip olduğu için ve mevcut halleri ile eski halleri arasında büyük farklar olmadığı için onları hemen tanıdı. Zira Hazret-i Yûsuf, onlardan ayrıldığında da onlar erkeklik çağma erişmişlerdi ve her iki halde de şekil ve kıyafetleri birbirine benziyordu ve bir de, Hazret-i Yûsuf, özellikle kıtlık zamanında yanına gelenleri ve hallerini dikkatle inceliyordu.

Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre ise, onlar kendilerim tanıtmadan Hazret-i Yûsuf onları tanımadı. Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri ise, aradan çok zaman geçmiş olduğu için, Yûsuf’un iki halı, durumu ve kıyafetleri arasında büyük farklar bulunduğu için ve onun öldüğüne inandıkları için kendisini tanımadılar.

59

"Yûsuf, onların yüklerini kendilerine hazırlayınca dedi ki:

- Sizin baba bir erkek kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tastamam veriyorum ve ben konukseverlerin en hayırlısıyım."

Hazret-i Yûsuf, onların zahîre yüklerini ve yol erzakını verdikten sonra, bir daha geldiklerinde, bu sefer yanlarında olmayan baba bir kardeşlerini de getirmelerini istedi.

Bir görüşe göre Yûsuf’un (aleyhisselâm) bunu söylemesinin sebebi şu idi: Kardeşleri, mutadın dışında, yanlarında olmayan kardeşleri Bünyâmin için de fazla bir yük istemişler ve o da, bir daha geldiklerinde onu da yanlarında getirmeleri şartıyla vermişti.

Kabule şayan olmayan

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûsuf’un bunu söylemesinin sebebi şudur: Kardeşleri Yûsuf’u görüp İbranî lisanıyla kendisiyle konuşunca, Yûsuf:

Siz kimsiniz? Gözüm sizi tutmadı, dedi. Onlar da dediler k:

Biz Şam ülkesinde hayvancılıkla geçinen bir topluluğuz. Biz zahire almak için size geldik. Hazret-i Yûsuf da onlara:

Siz herhalde casusluk için geldiniz, dedi. Kardeşleri de dediler ki:

Öyle bir şeyden Allah'a sığınırız. Biz hepimiz bir babanın oğullarıyız. Babamız yaşlı, ulu, pek dürüst ve peygamberlerden bir peygamberdir. Adı da Yakub'tur. Yûsuf, onlara:

Siz kaç kardeşsiniz, diye sordu. Onlar da:

Biz on iki kardeş idik; bir kardeşimiz öldü, dediler. Yûsuf:

Kaçınız buradasınız? dedi. Onlar da:

Onumuz, dediler. Yûsuf:

Pek iyi, on birinci nerede? dedi. Onlar da:

O, babamızın yanındadır; ölen kardeşi için onunla teselli olmaktadır, dediler. Yûsuf:

Sizin casus olmadığınıza ve söyledikerinizin doğru olduğuna kim size şahadet eder? dedi. Onlar da:

Biz öyle bir ülkedeyiz ki, burada bizi tanıyıp bize şahadet edecek hiç kimse yoktur, dediler. Yûsuf:

O halde bir kısmınızı yanımda rehin bırakın ve gidin, o baba bir kardeşinizi de getirin ve o kardeşiniz, babanızdan bir mektup da getirsin k, ben size inanayım, dedi. Onlar da bunun için kur'a çektiler; kur'a Şem'un'a düştü. Onlar da Şem'un'u rehin bıraktılar.

Bu görüş pek kabule şayan görülmemektedir; çünkü baba bir kardeşlerini getirmeleri emrinin, yükleri hazırlandığında verilmiş olması, onu getirmelerini tastamam ölçeke teşvik etmesi, onları güzel ağırlaması, baba bir kardeşlerini getirmedikeri takdirde onlara zahire vermeyeceğini açıkamaka yetinmesi, onların tekrar gelmeleri için sermayelerini yüklerinin içine koyması, anılan görüşe müsait olmadığı gibi, baba bir kardeşlerini getirmek için onu babalarından isteyeceklerini vaat etmeleri ve babalarına, mektuptan söz etmeksizin, kardeşlerini göndermediği takdirde kendilerine zahire vermeyeceğini sebep göstermeleri de bu görüşe müsait olmaz. Dahası var: Eğer Şem'un alıkonulmuş olsa, bu öyle büyük bir hâdise olurdu ki, onun yanında diğer ayrıntılar unutulurdu.

Yûsuf’un (aleyhisselâm), ölçeği tastamam verdiğini ve en konuksever olduğunu söylemesi, başa kakmak için değil, fakat onlara verdiği emri gerçekleştirmelerini teşvik içindir.

Ölçekte tastamam verdiğini söylemeke yetinmiş, çünkü Hazret-i Yûsuf’un adaletin gereklerini gözetmek hususunda kardHanımlarına olan muamelesi, diğerlerine olan muamele gibi idi. Konukları ağırlamakta ise başkalarının hakkı yoktu; onun için bunu dilediği gibi kardHanımlarına de tahsis etmiştir.

60

"Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size verilecek bir ölçek yoktur; bir daha bana yaklaşmayın!"

Yani eğer o baba bir kardeşinizi getirmezseniz, artik değil size tastamam ölçekle zahire vermek, benim yanımda size verilecek bir ölçek bile olmaz ve değil sizi güzel ağırlamak, benim ülkeme bile yakaşamazsiniz.

Bundan da anlaşılıyor ki, Yûsuf’un kardeşleri, her seferinde mıtiyazk muamele göreceklerini umuyorlardı ve bu da Yûsuf'a malûm olmuştu.

61

"Dediler ki:

- Onu babasından istemeye çalışacağız ve hiç şüphesiz bunu yapacağız."

Biz, babasını razı etmek için onu aldatmaya çalışacağız; onu elinden almak için her çareye baş vuracağız ve bunun için çok çalışacağız, dediler.

Onların bu sözleri de, bu talebin ne kadar aziz ve ona erişmenin ne kadar zor olduğuna dikkat çekmektedir.

Ve biz hiç şüphesiz bunda taksirat ve gevşeklik göstermeyeceğiz. Yahut biz buna muktediriz, demektir.

62

"Yûsuf, genç hizmetkârlarına dedi ki:

- Sermayelerini yüklerinin içine koyun. Olur ki, ailelerinin yanma döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine gelirler."

Hazret-i Yûsuf, zahire ölçen genç hizmetkârlarına bu emri verdi ve her yük için, onların karşılığmda zahire satın aldıkları sermayelerini, yüklerinin içine koymak için bir adam görevlendirdi.

Onların sermayeleri, ayakkabılar ve deriler idi. Hazret-i Yûsuf, babalarının yanında sermaye olarak, getirecekleri başka bir mal olmaz da, bir daha gelmezler endişesiyle bunu yapmıştı.

Bütün bunlar, kardeşi Bünyâmin ile beraber geri gelmelerini sağlamak içindi. Nitekim "Olur ki, ailelerinin yanma döndüklerinde bunun farkına varırlar" cümlesi de bunu bildirmektedir.

Bunun farkına varmaları da, ailelerinin yanına dönmeleri kaydına bağlanmış, çünkü ancak yüklerini ve kaplarını boşalttıkları zaman bunun farkına varırlar ve belki yine gelirler; çünkü hem malı, hem de bedelini kendilerine geri verme iyiliğini göstermek, özellikle sermayenin kıt olduğu zamanda geri gelmelerinin en kuvvetli sebeplerindendir.

Bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûsuf’un onlara sermayelerini geri vermesinin sebebi şudur: Hazret-i Yûsuf, babasından ve kardeşlerinden bedel almayı erdemli bir hareket olarak görmüyordu. Bu, hak bir söz ise de, zikredilen illet, gerekçe, buna engeldir.

Hazret-i Yûsuf’un mezkûr hareketinin, geri gelmelerine sebep kılınması konusunda şu da söylenmiştir: Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinin dindarlığı, yüklerinde kalmış olan bu sermayeyi geri gelip vermelerini zorunlu, kılıyordu; çünkü onu ellerinde tutmaları kendilerine helâl değildi.

Bu görüşün dayanağı, Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinin, o sermayelerin unutularak yüklerinde bırakıldığını zannetmeleridir. Bunun, hiç kimsenin aklına gelmeyen bir izah olduğu açıktır. Zira onların yüklerim hazırlama şekli, bunun ihsan yoluyla olduğunu haykırmaktadır.

Görmüyor musun kı, sermayelerinin yüklerinin içine konulduğunu gördüklerinde nasıl bunun, iyilik olarak yapıldığına kesin bir şekilde hükmetmişler ve bunu, geçen iyiliklere delil saymışlardır. Nitekim bundan, sonra göreceksin.

63

"Nihayet babalarının yanına döndüklerinde dediler ki:

- Ey babamız! Ölçek (zahire) bize yasaklandı. Bir daha bizimle kardeşimizi de gönder ki, zahire alabilelim. Zaten biz onu kesinlikle koruyacağız."

Yakub'un oğulları, babalarının yanına döndüklerinde daha eşyalarını açmaya başlamadan önce dediler ki; ey babamız! Eğer bizden istenen şey yerme gelmezse, bundan böyle ölçek bize yasaklandı. Bir daha bizimle kardeşimiz Bünyâmin'i de Mısır'a gönder kı, onun sebebi, ile dilediğimiz gibi zahire alalım. Zaten biz onu kesinlikle koruyacağız.

Âyet delâlet ediyor ki, defalarca gidip zahire almak, onlarla Hazret-i Yûsuf arasında malûm olan bir şeydi.

64

"Yakub dedi ki:

- Daha önce kardeşi Yûsuf için size ne kadar güvendiysem, bunun için de size ancak o kadar güvenirim. Artık Allah en hayırlı koruyucudur. Zaten O, merhametlilerin en merhametlisidır."

Hazret-i Yakub çocuklarına, daha önce kardeşi Yûsuf hakkında da buna benzer şeyler söylemiştiniz; sonra da yapacağınızı yapmıştınız. Onun için ben artık size ve sizin korumanıza güvenmiyorum. Ben işi Allah'a (celle celâlühü) havale ediyorum. Ancak Allah (celle celâlühü), koruyucuların en hayırlısıdır. Ben, umarım kı, Allah (celle celâlühü), onu korumakla bana merhamet edecek ve başımda iki musibeti birleştirmeyecektir, dedi.

Görüldüğü gibi Hazret-i Yakub'un bu sözleri, gördüğü maslahata binaen onun gitmesine izin vermeye, onu göndermeye meyli olduğunu göstermektedir.

65

"Eşyalarını da açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verilmiş olduğunu gördüler. Dediler ki:

- Ey babamız! Daha ne istiyoruz. İşte sermayemiz de bize geri verilmiş. Biz onunla ailemize tekrar zahire getiririz; kardeşimizi de koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Bu sefer aldığımız az bir zahiredir."

Öyle anlaşılıyor ki, eşyalarını açarken babaları da yanlarında hazır bulunuyordu.

Babalarına, o hükümdarın, sana anlattığımız iyilikleri, emrini yerine getirmeyi gerektiren cömertliği ve bütün ihtiyaçlarımızı giderecek merci olma meziyetlerinden sonra daha ne isteriz, dediler ve şunu da eklediler: Biz, bu güne değin gördüğümüz en hayırlı insana konuk olduk. Bize o kadar ikramda bulundu ki, Yakub ailesinden bin olsa, bize bu kadar ikramda bulunmazdı.

Bunca büyük iyiliklerinden sonra, biz hiç farkına varmadan ilâve ihsan olarak sermayemizi de bize iade etmiş. Artık bunun daha fazlası olur mu ki, isteyekm.

Onların bu sözden maksatları, mutlak olarak bununla iktifa etmek veya benzerlerini talep etmekten geri durmak değil, fakat emrini yerine getirmek ve fazlasını da celp etmek üzere ona iltica etmek için bununla iktifa etmekti.

Hazret-i Yakub'un oğullan, bu sözleri ile, bazı taleplerini elde ettiklerini, fakat ihtiyaçları için yetersiz olduğunu anlatmak istiyorlardı. Hulâsa,  şunu demek istyorlardt: Bizim sermayemiz hazırdır; biz onunla ailemiz için zahire alacağız ve kardeşimizi de koruyacağız; ona bir fenalık erişmeyecektir. Onun sebebiyle de kendimiz için aldığımızdan bir deve yükü fazla zahîre alacağız. Şimdi bunların ötesinde daha ne isteriz?

66

"Yakub dedi ki:

Etrafınız kuş atılmadığı (çaresiz kalmadığınız) sürece, onu mutlak ve muhakkak geri getireceğinize dâir Allah adına bana sağlam bir söz vermedikçe onu sizinle beraber asla göndermeyeceğim! Nihayet onlar, ona sağlam söz verdiklerinde dedi ki:

- Söylediklerimize Allah şahittir."

A- "- Yakub dedi kı:

Etrafınız kusatılmadıkça (çaresiz kalmadıkça) onu mutlak ve muhakkak bana getireceğinize dâir Allah adına bana sağlam bir söz vermezseniz onu sizinle beraber asla göndermeyeceğim!".

Etraflarının kuşatılması, mağlup ve çaresiz kalmaları, yahut helâk olmaları demektir.

B- "- Nihayet onlar, ona sağlam söz verdiklerinde dedi ki:

Söylediklerimize Allah şahittir."

Yakub'un (aleyhisselâm) istediği şekilde oğullan kendisine sağlam söz verince, Yakub, iki tarafın söylediklerine de Allah (celle celâlühü) muttalîdir, şahittir, dedi.

Hazret-i Yakub'un bunu söylemekten amacı, Allah'a (celle celâlühü) güvenini arz etmek ve onları da, verdikleri söze riâyet etmelerini teşvik etmekti.

67

"Yakub şunu da söyledi:

Ey oğullarım! Şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin; ayrı, ayrı kapılardan girin. Yine de Allah'tan gelecek şeyde size hiçbir faydam olmaz. Hüküm, Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O'na tevekkül etsinler!"

A- "- Yakub şunu da söyledi:

Ey oğullarım! Şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin; ayrı, ayrı kapılardan girin."

Hazret-i Yakub, oğullarının hepsini göndermeye azmedince onlara nazar 3 değmemesi için şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini öğütledi. Zira oğulları pek yakışıklı ve güzel giyimli idiler. Bu sefer ise, öncekinden daha çok süslenmişlerdi. Ve onlar Mısır'da, birincisinden farklı olarak, hükümdarın yanında saygı ve yakınlık görmekle şöhret bulmuşlardı. İşte bundan dolayı herkesin dikkatini ve ilgisini çekiyorlardı.

3 Aziz ve Hakim Allah'ın takdiriyle nazar değmesi, inkar edilecek bir şey değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz nazar haktır." Yine Allah'ın Resulü buyurur ki: "Şüphesiz nazar, adamı kabre, deveyi de çömleğe koyar."

Hazret-i Peygamber Hazret-i Hasen ile Hazret-i Hüseyin'i (radıyallahü anhüm) şerlerden korumak için şu duayı okurdu:

Sizin ikinizi, Allah'ın tam olan kelimeleriyle, çokça vesvese verici olan her şeytandan ve her kötü nazardan saklıyorum!

Şehre bir kapıdan girmemek, ayrı ayrı kapılardan girmeyi gerektirmediği için ve hepsinin iki kapıdan veya üç kapıdan girmesi, yine bazı sakıncalar doğurabileceği için, babaları Hazret-i Yakub, "ayrı ayrı kapılardan girin" diyerek bu emirden maksadını beyan etmiştir. Başta, bir kapıdan girmeyin, diyerek bununla iktifa etmesi durumunda da, aslında istenen mânâ ifade edilmiş olabileceği halde bununla yeünilmeyip ayrı ayrı kapılardan girmelerini, de söylemesi, buna çok önem verildiğini göstermek ve istenen şeyin bu olduğunu, başka bir şey olmadığını teyid etmek içindir.

B- "- Yine de Allah'tan gelecek şeyde size hiçbir faydam olmaz."

Yine de bu önlemlerimle, Allah'ın (celle celâlühü) sizin için hükmettiği şeyde size bir fayda sağlayamam ve size gelecek bir zararı da önleyemem. Zira tedbir, takdiri bozmaz.

Yakub bu sözleriyle, tedbirin tamamen gereksiz ve anlamsız olduğunu söylemek istemiyor. Zaten böyle bir şey nasıl olabilir ki? Allah (celle celâlühü), meâlen şöyle buyuruyor: "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (Bakara 195), "Tedbirinizi alınız" (Nisa 4/71),

Yakub'un maksadı, kendilerine tavsiye ettiği tedbirlerle, mutlaka amacın gerçekleştirileceği değildir; bunlar kısmî tedbirlerdir; tesir ve menfaatin buna terettüp etmesi ise, Azîz ve Kadir Allah'tandır. Ve bu tedbirler, kaderi engellemek değil, fakat Allah'tan (celle celâlühü) inayet niyaz etmek ve kaderden, yine kadere kaçmak içindir.

C- "- Hüküm, Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O'na tevekkül etsinler!"

Hüküm, yalnız Allah'a (celle celâlühü) aittir; hiç kimse hükümde O'na ortak olamaz ve O'na engel teşkl edemez. Ben yapıp yapmadığım bütün işlerimde başkasına değil, yalnız O'na tevekkül ettim.

Bu da delâlet ediyor ki, sebeplere baş vurmak, tevekküle halel getirmez.

Bu ifadede tevekkül Allah'a (celle celâlühü) tahsis edildiği gibi, peygamber olması hasebiyle Hazret-i Yakub'un fiili, kendisine uyan diğer insanların fiiline sebep kılınmaktadır. Bu insanlara oğulları da öncelike dahildir. Bu ifadede, Hazret-i Yakubun, karşı karşıya bulundukları işte, kendilerine tavsiye ettiği tedbirlere aldanmayarak oğullarını güzel bir sekide tevekküle hidâyet ve irşat ettiği de gayet açıktır.

68

"Babalarının kendilerine emrettiği surette şehre girdikleri zaman, bu tedbir, Yakub'un içindeki isteğini yerine getirmekten başka, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan önleyemedi. Hiç şüphesiz Yakub, kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler."

A- "- Babalarının kendilerine emrettiği surette şehre girdikleri zaman, bu tedbir, Yakub'un içindeki isteğini yerine getirmekten başka, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan önleyemedi."

Bir görüşe göre, o şehrin dört kapısı vardı.

Bu ifade ile iktifa edilmiş, çünkü bu ifade, onların, yasaklandıkları şeylerden kaçındıklarını göstermektedir.

Onlar o kapılardan şehre girmişlerdi. Yani babalan Yakub'un (aleyhisselâm) kendilerine emrettiği gibi ayrı ayrı kapılardan şehre girdikleri zaman, alınan önlemlerden amaç, onlara gelecek zararı önlemek iken bu girişleri, Allah'ın (celle celâlühü) hükmettiği hâdiselerde onlardan hiçbir şey önleyemedi.

Halbuki başta böyle zannediliyordu. Nitekim Yakub (aleyhisselâm) kendilerine bunu tavsiye etmiş ve onlar da Allah'ın (celle celâlühü) inâyetiyle sonuç alacaklarına güvenerek gereğini yapmışlardı.

Şu halde burada anlatılmak istenen mezkûr girişin, fayda vermemenin sebebi olduğunu beyan etmek değildir. Nitekim "Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi arttırmadı" (Fâtır 42) âyeti de bu kabildendir.

Zira orada, uyarıcının gelmesi, onların nefretlerinin artmasına sebep olmaktadır. Hayır, burada istenen, başta beklendiği gibi, tedbirin, faydaya sebep olmadığını beyan etmektir. Öyle umulmakla beraber, kastedilen amacın, malûm tedbire terettüp etmediğini anlatmaktır; yoksa onun olmamasının, bu tedbire terettüp ettiğini göstermek değildir.

Bununla beraber bunun murat olması da şu izahla caizdir: Yakub (aleyhisselâm) tavsiyesinde bu tedbirin, Allah (celle celâlühü) tarafından bir şey temin etmeyeceğini söylemişti. Yani onlar, babalarının, kendilerine tavsiye ettiklerini yapınca da bir faydası olmadı ve sonuç, Hazret-i Yakubun dediği gibi oldu ve sonunda onlar, göreceklerini gördüler. Buna göre, beklenenin vukuu kabilinden olur.

"Yakub'un içindeki isteğini yerine getirmekten başka" istisnasının anlamı da şudur: Hazret-i Yakub, tedbirin, takdiri değiştireceğine inanmadan, sırf içindeki isteğini yerine getirmek üzere bunu açıklayıp oğullarına tavsiye etmişti.

Yahut onların ayrı ayrı kapılardan şehre girmeleri, Yakub'un (aleyhisselâm) içindeki isteği idi, demektir. Yani ayrı ayrı kapılardan girişleri, Allah (celle celâlühü) tarafından bir fayda sağlamıyordu; fakat bu, onun içinde hâsıl olan bir isteği idi ve istediği gibi de gerçeldeşti.

Her iki mânâda da, bu tedbirin, içindeki, isteğin dışa vurulmasından başka bir faydası olmadı. Nazar değmesine gelince, onun gerçekleşmemesi, onlar hakkında mukadder olmadığı içindi; yoksa onlar hakkında hükmedilmiş iken, bu tedbirle kalkmış, demek değildir.

B- "Hiç şüphesiz Yakub, kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Yakub Sâi, gönderdiğimiz vahiyler ve yarattığımız delillerle, yüksek bir ilim sahibi idi. Bundan dolayı o, tedbirin takdiri değiştireceğine, sonucu etkilemekte bir payı olacağına inanmıyordu ki, sonucu görünce fikrinde bir değişiklik olsun. Yahut zaten o, tedbirin, onlar için Allah (celle celâlühü) tarafından bir şey sağlamayacağını kesin olarak ifade etmişti ve dediği gibi de oldu.

Fakat insanların çoğu, kader esrarını bilmezler ve tedbirin, kadere etkisi olacağını sanırlar. Bir başka açıdan insanların çoğu, kadere etkisi olmamakla beraber tedbirin zorunlu olduğunu, bilmezler, demektir. Ancak bu makamın, matlubun, mukaddimelerle elde edilemeyeceğıni beyan etmek makamı olması, bu görüşe engeldir.

69

"Yûsuf’un yanına girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı. Ona:

Şüphesiz ben senin kardeşinim. Artık onların yaptıklarına üzülme! Dedi."

Kardeşleri Yûsuf’un yanma girdiklerinde Yûsuf, öz kardeşi Bünyâmin'i yemekte, yahut konaklamada, yahut her ikisinde yanma aldı.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri yanına girdiklerinde ona dediler ki:

işte o kardeşimiz budur; onu da sana getirdik. Hazret-i Yûsuf da onlara dedi ki:

İyi ettiniz ve siz bunun karşılığını benden bulacaksınız. Sonra Yûsuf (aleyhisselâm) onlara ikramlarda bulundu; onlara ziyafet çekti ve onları ikişer, ikişer oturttu. Sonunda Bünyâmin tek kaldı. O zaman Bünyâmin ağlamaya başladı ve:

Eğer kardeşim Yûsuf hayatta olsaydı, beni de onunla beraber oturturdu, diye düşündü. Yûsuf da:

Kardeşiniz tek kaldı, dedi ve onu yanında kendi sofrasına oturttu. Bünyâmin da onunla beraber yemeye başladı. Sonra Yûsuf (aleyhisselâm) onların her ikisini bir odada konaklattıktan sonra bunun yanında ikinci kardeşi kalmadı; o da benimle beraber kalsın, dedi. Yûsuf, kardeşi Bünyâmin'i kucaklayarak ve kokusunu koldayarak yattı. Nihayet sabah olunca, Yûsuf, Bünyâmine çocukları olup olmadığını sordu. O da dedi ki:

Benim on oğlum var; onların isimlerini ölen bir kardeşimin isminden türettiğim isimlerden koydum.

Yûsuf:

Ölen kardeşinin yerine sana kardeş olmamı ister misin, dedi. Bünyâmin:

Senin gibi bîr kardeşi kim bulabilir! Fakat sen Yakub ile Rahîlin oğlu değilsin ki, dedi. İşte o zaman Yûsuf kalkıp yanına gitti ve onu kucaklayıp kendini tanıtarak dedi ki:

Şüphesiz ben senin kardeşin Yûsuf'um; artik geçmişte onların kıskançlıktan bize yaptıkları ezaya üzülme! Artık emin yerdesin. Şüphesiz Allah (celle celâlühü) bize ihsanda bulundu; mutlu son ile bizi bir araya getirdi. Sana söylediklerimi de onlara anlatma!

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki, Vehb'den rivâyet olunduğuna göre, Yûsuf, kendisini Bünyâmin'e tanıtmadı; sadece, "ölen kardeşinin yerine ben sana kardeş olayım" demişti.

Rivâyet olunuyor ki, Bünyâmin Yûsuf a:

"- Artık senden ayrılmayacağım!" dedi. Yûsuf ise:

"- Ben, babamın benden dolayı ne kadar üzüntü duyduğunu biliyorum. Şimdi seni de ben alıkoyarsam, üzüntüsü daha da artacaktır. Bu yüzden seni alıkoymam mümkün değildir; ancak güzel olmayan bir şeyi sana isnat edersem olur." Bünyâmin:

"- Hiç aldırmam; sen aklına geleni yap!" dedi. Yûsuf dedi ki:

"- Senin yüküne maşrapamı koyduracağım.; sonra onu çaldığını söyleyeceğim ki, sem kardeşlerinle bıraktıktan sonra geri çevirebileyim!" Bünyâmin de:

"- Tamam, yap!" dedi.

70

"Yûsuf onların yüklerini hazırlatınca, maşrapayı öz kardeşinin yükü içine koydurdu. Kafile hareket ettikten sonra bir tellal:

- Ey kafile! Hiç şüphesiz siz hırsızsınız! diye seslendi."

Hazret-i Yûsuf'un kardeşinin yükü içine koydurduğu kap, bir görüşe göre zahire ölçeği olarak kullanılan bir maşrapaydı. Veya bu, kendisiyle hayvanlara su verilen ve hububatın ölçeği olarak da kullanılan bir kaptı.

Bazılarına göre bu maşrapa altından, bazılarına göre ise, altın suyuna batırılmış gümüştendi. Bunu Fârisî ölçeğe benzeyen Acemlerin kullandığı uzunca bir kap olarak tasvir edenler olduğu gibi, mücevherlerle süslendiğini söyleyenler de vardı.

Rivâyet olunur ki, kafile hareket ettikten sonra bir konak yol gidilinceye kadar Yûsuf (aleyhisselâm) onlara mühlet tanıdı. Ya da kafile meskûn yerlerden çıkınca Yûsuf, onların aranmasını emretti ve adamları yetişip onlara seslendiler.

"Ey kafile! Hiç şüphesiz siz hırsızsınız!" hitabı, eğer Yûsuf’un (aleyhisselâm) emriyle olmuşsa, herhalde onun bundan maksadı, kendisini babasından almalarıdır. Buna göre, Bünyâmin in de hırsızlara dahil edilmesi, diğerlerinin vasfını ona teşmil etmek kabilindendir.

Yok eğer Yûsuf’un (aleyhisselâm) emriyle olmamışsa, bu hitap, seslenen kimsenin zannına göre onun tarafından söylenmiştir. Ancak birinci görüş, siyaka göre daha zahir ve daha uygundur.

71

"Yakub'un oğulları onlara dönerek:

- Ne arıyorsunuz? Dediler."

Onların "Sizden ne çalındı?" demek yerine bu ifadenin kullanılması, kendilerinin böyle bir işten son derece münezzeh olduklarını beyan etmek içindir.

Zira bu ifade ile, kendilerinin hırsız olmaları şöyle dursun, kendilerinden bir şey çalınmadığını, olsa, olsa, onların bir şeyi kayıp olmuş olabileceğini ve onu kendilerine sorduklarını izhar etmiş oluyorlar.

Bu kelâmda, onlar güzel edebe, delilsiz konuşmaktan sakınmaya irşat edilmekte ve onların te'kıtli tahminlerinin hayırsız olduğu belirtilmektedir, işte bundan dolayıdır ki, onlar üsluplarını değiştirerek şöyle dediler:

72

"Hükümdarın maşrapasını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü bahşiş var! dediler. Onlara seslenmiş olan:

- Ben de kefilim! dedi."

Görüldüğü gibi onlar, ıthamlı sözlerini değiştirmişler ve "siz çaldınız" dememişler, sonra da onlardan aldıkları cevabı desteklercesıne ve tesadüf olarak yüklerinde kaldığına inandıklarını göstermek için de, "biz arama yapmadan onu getirene bir deve yükü bahşiş var" demişlerdir.

Onların bu sözleri, vaadi gerçekleştirmek niyetiyle değildi. Çünkü kafile, bunun mümkün olmadığına kesin olarak inanıyorlardı. Yûsuf’un Söâi adamları da, yükünde bulacakları kişiyi rehin almaya azimli bulunuyorlardı.

73

"Yakub'un oğulları dediler ki:

Allah'a ant olsun ki, bizim yeryüzünde bozgunculuk yapmak için gelmediğimizi siz de gerçekten biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz."

A- "Yakub'un oğulları dediler ki:

Allah'a ant olsun kı, bizim yeryüzünde bozgunculuk yapmak için gelmediğimizi sız de gerçekten biliyorsunuz."

Yani Allah'a (celle celâlühü) ant olsun ki, bizim yeryüzünde hırsızlık yapmak için gelmediğimizi siz de gerçekten biliyorsunuz.

Hırsizlik, bozgunculuk çeşitlerinin en büyüklerinden olduğu için böyle ifade edilmiştir. Yahut bize isnat ettiğiniz hırsizlik şöyle dursun, büyük küçük hiçbir bozgunculuk için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz.

Onların bozgunculuk için gelmemiş olmaları, makamın gereği olan mutlak bozgunculuğun olmadığı sonucunu her ne kadar gerektırmiyorsa da, onlar, kendilerince son derece çirkin olduğunu göstermek ve bunun, kendilerinden sadır olmasının imkânsız olduğunu takviye etmek için, bir rastlantı olarak da olsa, bozgunculuğun terettüp ettiği gelişlerini, bozgunculuğun amacı olarak saymışlar ve onun için yapılmış kabul etmişlerdir.

Nitekim "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve Ben kullara asla çok zulmedici değilim. "(Kaaf 29) âyeti de, zahire göre, makamın gereği olan az zulmün olmadığına değil, çok zulmün olmadığına delâlet etmekte olduğu halde, gerçek mânâ şudur: Ben, azaba müstahak olmayanı azap edersem., aşırı derecede zulmetmiş olurum.

Bu itibarla onlar da sanki şöyle demiş oluyorlar: Eğer bizden bozgunculuk sadır olmuşsa, bizim gelişimiz onun için olmuş olur. Onların bundan maksadı, hırsızlığın çirkinliğini ve bundan münezzeh olduklarını açıklamaktır. Demek istiyorlar ki, her iki seferimizde de bizim nasıl insanlar olduğumuz herkesçe malûm olmuştur.

Gerçekten Hazret-i Yakub'un oğullan, bütün davranışlarında son derece dindar ve ahlaklı idiler. Hattâ rivâyet olunuyor ki, onlar Mısır girdikleri zaman, başkalarının ekinlerini ve yiyeceklerini, yemesinler diye hayvanlarının ağızlarını bağlamışlardı. Ve onlar çeşidi ibadetlerini de eda ediyorlardı.

Hazret-i Yakub'un oğullarının bu gerekçeleri, kendilerinden bozgunculuk sadır olmaz, anlamında idi.

B- "- Biz hırsız da değiliz."

Yani siz de biliyorsunuz kı, biz hiçbir zaman hırsız olarak vasıflandırılmadık.

Hazret-i Yakub'un oğullan, onların da bunu bildiklerine hükmetmişler, çünkü görülen hallerini bilmek, görülmeyen hallerini de bilmeyi gerektirmektedir.

Hazret-i Yakub'un oğullarının, zikredilen bozgunculuk ve hırsızlık hususlarını reddetmekle kalmayıp onların bilgisini de buna kanıt göstermeleri, onları hüccetle ilzam etmek ve yeminlerinden anlaşılan taaccübü ortaya koymak içindir.

74

"Yûsuf’un adamları dediler ki:

- Pekiyi, siz yalancıysanız, hırsızın cezası nedir?"

Burada kastedilen, hırsız olmadıkları iddiası değildir; çünkü onlar bunda doğrudurlar. Fakat bunun gereği olan maşrapanın kendilerinde olmaması iddiasıdır. Yani eğer bu iddiada yalancıysanız, sizce ve sizin şer'î kanunlarınızda bunun cezası nedir?

75

"Dediler ki:

Onun cezası, hırsızlık malı, kimin yükünde bulunursa, işte o şahsın alıkonulması onun cezasıdır. Zâlimlere biz böyle ceza veririz."

A- "Dediler ki:

Onun cezası, hırsızlık malı kimin yükünde bulunursa, işte o şahsın alıkonulması onun cezasıdır."

İşte bu âyetten de anlaşılıyor kı, hırsız olmadıkları iddiasında yalancı olmaları değil, fakat maşrapanın kendilerinde olmadığı iddiasında yalancı olmalarıdır.

Bunun içindir ki, âdetin kurallarına binaen yükte bulunmak da hırsızlığı gerektiriyorsa da, bu âyette hırsızlık ifadesi kullanılmayıp yükünde bulunma ifadesi kullanılmıştır.

İşte bunun için onlar böyle cevap vermişlerdir. Ama hüküm, hırsızlık hükmüdür; çünkü kanun olarak, alıkonulup köle edinilmek, hırsıza verilen cezadır; yoksa nasıl suretle olursa olsun, elinde başkasının malı bulunan kimseye verilen ceza değildir.

Bu noktayı iyice düşün ve tarafların sözlerini kendi fikirleriyle çelişmeyen mânâlara hamlet; çünkü bu, hile mânâsına daha yakın ve iftiradan da uzak olur.

B- "- Zâlimlere biz böyle ceza veririz."

Yani hırsızlık etmek suretiyle zulmedenleri biz böyle cezalandırırız.

Bu cümle de, tekitten sonra ikinci tekittir ve hırsızlığın çirkinliğini beyan etmektedir.

Hazret-i Yakub'un oğulları, kendi suçsuzluklarına son derece güvendikleri için böyle davranmışlardı; tabu ki yapılanlardan haberleri yoktu.

76

"Bunun üzerine Yûsuf, öz kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden onu çıkardı.

Yûsuf için işte böyle bir tedbir kullanmıştık.

Hükümdarın kanununda kardeşini alıkoymak yok idi. Bu, ancak Allah'ın dilemesiyle olmuştur. Biz istediğimizi derecelere yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde de bir ilim sahibi vardır."

A- "- Bunun üzerine Yûsuf, öz kardeşinin yükünden önce, onların yüklerini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden onu çıkardı."

Kafile, yükleri aranmak için döndükten sonra Yûsuf, töhmeti önlemek için öz kardeşi Bünyâmin'den önce diğer on kardeşin yüklerini aramakla işe başladı.

Rivâyet olunur ki, sıra Bünyâmin'e gelince, Yûsuf: "Bunun bir şeyi aldığını sanmıyorum!" dedi. Kardeşleri ise: "Vallahi, onun da yüküne bakmadan bırakmayız; zira senin gönlünün hoş olması ve bizim de gönlümüzün hoş olması için böylesi daha iyidir" dediler. Sonra kardeşinin yükünden o maşrapayı çıkardı.

B- "- Yûsuf için işte böyle bir tedbir kullanmıştık. Hükümdarın kanununda kardeşini alıkoymak yoktu. Bu, ancak Allah'ın dilemesiyle olmuştur."

KardHanımlarına mezkûr fetvayı verdirmek, bu fetvayı kendi ağızlarından almak ve onlar farkında olmadan fetva isteyenler vasıtasıyla onları bu fetvaya sevk etmek üzere Yûsuf için böyle garip bir tedbir kullanmıştık. Çünkü hükümdarın dininin kanununda hırsızlık sebebi ile kardeşini alıkoymak yok idi.

Zira hükümdarın dininin hükmüne göre hırsızın cezası, dayak atılması ve çaldığı malının iki katını tazminat vermesi idi; Hazret-i Yakub'un şer'î kanununda olduğu gibi köle edilmesi cezası yoktu. Bunun için Yûsuf, hiçbir hal ü kârda, kardeşine isnat ettiği hırsızlıktan dolayı onu alıkoymak imkânına sahip değildi; ancak Allah'ın (celle celâlühü) dilediği bu tedbir hariç.

C- "- Biz istediğimizi derecelere yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde de bir ilim sahibi vardır.".

Biz, Yûsuf’u yükselttiğimiz gibi, hikmet ve maslahatın gereği olarak dilediğimiz kimseyi de ilmin birçok üst mertebelerine yükseltiriz. İlimde üst derecelere yükseltilen o zatların üstünde de bir ilim sahibi vardır ki, onlar ona yetişemezler.

Hazret-i Yûsuf’un derecesinin yükseltılmesinden murat, kardeşi Bünyâmin'i alıkoyabilmesi için onun yüküne anılan maşrapayı koyması ve bununla ilgili Yûsuf tarafından yapılan diğer hususların Yûsuf'a gösterilmesidir. Yani bu şekilde kardeşlerini de mezkur fetvaya irşat ettik.

Yahut hem onları, hem de Yûsuf ve adamlarını yaptıkları işler için irşat ettik ve yalnız Yûsuf tarafından yapılan ile iktifa etmedik, çünkü yalnız onunla, Yûsuf kardeşini alıkoymak imkânına sahip değildi. Şu halde "Biz istediğimizi derecelere yükseltiriz" ifadesi, bunun için izah mahiyetindedir.

Yani Yûsuf’un mezkûr yükseltilmesi, onun meramının tamamını mucip değildir; çünkü bu yükseltilme, hiçbir şeyin, onun bilgisi haricinde olmayacağı şeklinde değildir. Fakat Biz, yükseittiklerimizi istidatlarına göre yükseltiriz. Ve yükselttiklerimizin her birinin üstünde de ilminin mertebesine erişilmeyen ve ilminin mahiyeti idrâk edilemeyen bir ilim sahibi daha vardır.

Allah (celle celâlühü), onların her birini kendisine uygun olan ilmî derecelere ve mertebelere yükseltmektedir. Ve Yûsuf’u da kendisine yaraşan yüksek derecelere çıkarmıştır ve bilmiştir ki, onun ilim dairesinin çerçevesi, meramına yeterli değildir. İşte bundan dolayı onun kardeşlerini da mezkûr fetvayı vermeleri için irşat etmiştir.

Böylece olanlar olmuştur. Hazret-i Yûsuf, kardeşlerinin mezkûr fetvayı (maşrapanın kimin yükünde bulunursa onun alıkonulması) vereceklerini umuyor olsa da, kesin olarak bilmiyordu. Zira bunun varlığı da, bilgisi de ancak Allah'a (celle celâlühü) aittir.

Bu kelâmda ilim vasfının belirtilmesi, üstünlük cihetim tayin etmek içindir.

Yahut daha önce belirtildiği gibi, Allah (celle celâlühü), mezkur fetvayı mucip olan tedbiri Yûsuf'a öğretmişti; buna göre Yûsuf’un yükseltilmesi, o ilmin öğretilmesinden olur. O fetvanın verilmesi, her ne kadar Yûsuf'un kudretine dahil değil ise de, vahiy ve öğretmek vasıtasıyla hâsıl olan ilmine dahildir.

Yani bu sınıra kadar olan öğretmemiz gibi, Biz ona öğrettik ve Biz, kardeşlerinden sadır olacak fetvanın dışmdakileri öğretmekle iktifa etmedik. Çünkü ancak onunla, kardeşini alıkoyabilirdi.

O halde "istediğimizi derecelere yükseltiriz" cümlesi, "İşte Biz, Yûsuf'a böyle bir tedbir öğrettik" (Yûsuf 76) kelâmının izah ve beyanıdır.

Çünkü o, yüksek ilim derecelerine yükseltmek kabilinden ve o dereceye yükseltilmekle Yûsuf için bir övgüdür. "Her ilim sahibinin üstünde de bir ilim sahibi vardır" cümlesi de ona bir zeyil mahiyetindedir.

Yani yükselmesini dilediğimiz kimseyi ilmin yüksek derecelerine yükseltiriz ve onların her biri üstünde de ilim derecesi daha yüksek bir ilim sahibi vardır.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "İlim Allah'a (celle celâlühü) varıncaya kadar, her âlimin üstünde bir âlim vardır.

Hulâsa,  Yûsuf'un kardeşleri ilim sahipleri idi, ancak Yûsuf, onlardan daha üstün idi.

Âyette zikredilen her âlimden daha üstün olan Alimden, Allah'ın (celle celâlühü) kastedilmesi caizdir. Yani ilim dereceleri yükseltilen her âlim üstünde, onları kendilerine uygun dereceler yükselten Allah (celle celâlühü) vardır. Allah (celle celâlühü) cümleden daha iyi bilir.

77

"Yakub'un oğulları dediler ki:

Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı. Yûsuf ise bunun rahatsızlığını içinde sakladı ve onlara açıklamadan içinden dedi ki:

Asıl sızın durumunuz çok kötüdür. Allah, sizin anlatmakta olduğunuz şeyleri en iyi bilir."

A- "- Yakub'un oğulları dediler ki:

Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı."

Onlar, Bünyâmin'in kardeşinden Yûsuf’u ve onun çalmasından da, halası tarafından kendisine yapılan isnadı kastediyorlardı. Şöyle ki, rivâyet olunduğuna göre, Yûsuf'un bebekliğinde halası kendisini emziriyordu.

Yûsuf, büyüyünce, Yakub (aleyhisselâm) onu halasından almak istedi. Halası da, bir an bile kendisinden ayrı durmasına dayanamıyordu, Halasının, kendi babası İshak'lan (aleyhisselâm) miras aldığı bir kuşağı vardı.

Bunun üzerine Yûsuf’u yanında tutmak için bir hileye baş vurdu ve kuşağı Yûsuf’un elbiselerinin altından beline bağladı ve:

"- İshak'tan (aleyhisselâm) bana kalan kuşağı kayıp ettim; bakın, bakalım kim almış?" dedi.

Kuşağı arayanlar, onu Yûsuf’un belinde buldular. Bunun üzerine Yûsuf’un halası:

"- Yûsuf, artık benim esirimdir; ben ona istediğimi yaparım!" dedi. Yakub (aleyhisselâm) da, o ölünceye kadar Yûsuf'u onun yanında bıraktı.

Yûsuf'un, çocukluğunda annesinin babasına ait bir putu aldığı ve onu kırıp çöplüğe attığı seklinde bir görüş de vardır.

Bir diğer görüşe göre ise Yûsuf, çocukluğunda bir mabede girmiş ve o putperestlerin taptığı bir altin putu alıp onu toprağa gömmüştü.

"Yûsuf ise bunun rahatsızlığını içinde sakladı ve onlara açıklamadan içinden dedi ki:

-Asıl sizin durumunuz çok kötüdür. Allah, sizin anlatmakta olduğunuz şeyleri en iyi bilir." (Fe-eserrahâ Yûsüfü fî nefsihî ve lem yübdihâ lehüm, kaale entüm şerrun makânâ, vallâhü a'lemü bimâ tesifûn).

Yûsuf (aleyhisselâm), onların sözlerinden duyduğu rahatsızlığı içinde sakladı; yoksa bu sırrı bazı adamlarına açıkladı demek değildir.

KardHanımlarına ise, ne sözlü olarak, ne de fiilî olarak bir şey açıklamadı; onlara hoşgörü ve halimlik gösterdi ve içinden dedi ki; asıl sizin durumunuz çok kötüdür; zira siz kardeşinizi babasından çaldınız; sonra da suçsuz olana iftira atıyorsunuz.

Allah (celle celâlühü) sizin anlatmakta olduğunuz şeyleri en iyi bilir; sizin iddia ettiğiniz gibi bizden hırsızlık sadır olmadığını, bunun bize iftira olduğunu gayet iyi bilir.

78

"Yakub'un oğulları dediler ki:

- Ey aziz! Onun gerçekten çok yaşlı bir babası var. Bunun için, onun yerine birimizi alıkoy. Çünkü biz, seni gerçekten îyilik edenlerden görüyoruz."

Yakub'un (aleyhisselâm) oğulları, Bünyâmin'in alıkonulacağının işaretlerini gördükleri zaman ona acıyarak sözde ölmüş olan kardeşine bunu gerekçe olarak söylediler.

Yani ey aziz! Alıkoymak istediğin bu kardeşimizin gerçekten çok yaşlı bir babası var; onun ayrılığına dayanamaz. Bunun için, onun yerine birimizi ak-koy; çünkü babasının ona olan muhabbet ve şefkatinde, biz onun yerini tutamayız. Biz, seni gerçekten bize iyilik etmiş görüyoruz; onun için bunu da yap da, iyiliğin tam olsun.

Yahut biz seni iyilik etmeyi âdet edinmişlerden görüyoruz; onun için sen âdetini bozma!

79

"Yûsuf dedi ki:

- Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Aksi takdirde hiç şüphesiz biz zâlimler oluruz."

A- "- Yûsuf dedi ki:

- Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız."

Zira Yûsuf’un, kardeşi Bünyâmin'i alıkoyması, diğer kardeşlerinden aldığı fetva gereğince oluyordu. Bundan dolayı onu ihlâl edemezdi.

Kardeşleri, Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan hitaplarında "sen" zamirini kullandıkları halde, onun, konuşmasında "biz" zamirini kullanması, hükümdarların üslubu böyle olduğu içindir. Yahut bu konuda kardeşini alıkoyup koymamanın, kendisinin kararına bağlı olmayıp yetkili kişilerin kararına bağlı olduğunu bildirmek içindir.

Yûsuf’un, "malımızı çalan" demeyip de, "malımızı yanında bulduğumuz" demesi, hakkı ifade etmek ve konuşmalarında yalandan sakınmak ile beraber meramını da tam olarak ifade etmek içindir. Çünkü onlar, yüklerinde anılan maşrapanın bulunmasını, hırsızlıktan başka bir mânâya hamletmezler.

B- "- Aksi takdirde hiç şüphesiz biz zâlimler oluruz."

Yani biz, başkasını alıkoyduğumuz takdirde sizin kanunlarınıza göre zâlimler oluruz ve bizim kanunlarımızda da böyle bir hak yoktur.

Karşılıklı konuşmalarından kastedilen mânâ budur. Bunun dışında Bâtınî bir mânâsı daha vardır ki o da, Allah'ın (celle celâlühü) Bünyâmin'i almamı vahiy ile emretmesi, O'nun bildiği maslahatlar içindir. Bunun için eğer ben, ondan başkasını alıkoyacak olursam, zâlim olurum ve vahyi uygulamamiş olurum, demektir.

80

"Kardeşleri Yûsuf tan ümitlerini tamamen kesince, gizlice görüşmek üzere bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki:

Babanızın sizden Allah adına söz aldığını ve daha önce Yûsuf hakkında yaptığınız haksızlığı bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verinceye, yahut benim için Allah hüküm verinceye kadar ben bu yerden asla ayrılmayacağım. Zaten O, hükmedenlerin en hayırlısıdır."

A- "- Kardeşleri Yûsuf'tan ümitlerini tamamen kesince, gizlice görüşmek üzere bir yana çekildiler."

Yûsuf’un kardeşleri, Yûsuf’un, önerilerini kabul etmesinden ümitlerini tamamen kesince, gizlice görüşmek üzere bir kenara çekildiler.

Onların bu ümitsizliğe düşmelerinin sebebi, Yûsuf’un (aleyhisselâm) onların isteklerinden Allah'a (celle celâlühü) sığınması idi. Zira onun bu durumdan Allah'a (celle celâlühü) sığınması, bunun en sevmediği şeylerden olduğuna, sakınılması gereken şeylerden olduğuna ve kendisinden Allah'a sığınılması gereken şeylerden olduğuna delâlet etmektedir. Bir de "Aksi takdirde biz zâlimler oluruz" ifadesi de bunu pekiştirmektedir.

B- "- Büyükleri dedi ki:

Babanızın sizden Allah adına söz aldığını ve daha önce Yûsuf hakkında yaptığınız haksızlığı bilmiyor musunuz? Artık babamı bana izin verinceye, yahut benim için Allah hüküm verinceye kadar ben bu yerden asla ayrılmayacağım."

Onların yaşça büyükleri olan Rûbîl, yahut akılca büyükleri olan Yehûzâ, yahut reisleri olan Şem'un bunu söylemişti. Herhalde onlar konuyu gizlice görüşürken diğer kardeşler, hep birlikte geri dönmeyi önerirken büyükleri bunu kabul etmemiş ve "Siz bilmiyor musunuz ki, babanız Allah'a (celle celâlühü) yemin ettirerek sizden söz almıştı ve daha önce de siz Yûsuf hakkında taksirat yapmıştınız, biz şüphesiz onu koruyacağız, demiştiniz; ama babanızın ahdini korumamıştınız.

Artık Mısır'dan ayrılıp kendisine dönmem için babam bana izin yahut verdiğimiz sözü bozmayacak şekilde benim için Allah (celle celâlühü) hüküm verinceye, yahut da herhangi bir sebeple kardeşimin kurtulmasına hüküm verilinceye kadar ben buradan asla ayrılmayacağım" demişti.

Rivâyet olunur ki, onlar kardeşlerini bırakması için azizle konuştular. Bu bağlamda Rübîl dedi ki:

-Ey hükümdar! Sen mutlaka kardeşimizi bize vereceksin, aksi takdirde’ben öyle bir avazla bağıracağım ki, Mısır'daki bütün hamile kadınlar, mutlaka çocuğunu düşürecek ve insanların bedenlerindeki kıllar dikikp elbiselerinden diş an çıkacak.

Yakub'un (aleyhisselâm) oğulları öfkelendikleri zaman kimsenin gücü onlara yetmezdi. Fakat onlardan biri öfkelendiği zaman yine onlardan biri ona dokununca öfkesi sakinleşirdi. İşte büyükleri böyle öfkelenince, Yûsuf kendi oğluna:

Git de ona dokun! dedi. O da yanına gidip ona dokununca, Rubîl:

Bu kim? Mutlaka Yakub'un soyundan birileri, vardır! dedi.

C- "- Zaten O, hükmedenlerin en hayırlısıdır."

Zira Allah (celle celâlühü), yalnız hak ve adaletle hükmeder.

81

"Babanıza dönün ve deyin ki:

Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti ve biz bildiğimizden başkasına şâhitlik etmedik. Biz gaibin bekçileri de değiliz."

Biz, onun aleyhinde şâhitlik etmedik; ancak bildiklerimize şâhitlik ettik; yalnız azizin maşrapasının onun yükünden çıktığını gördük. Biz gerçek durum, gördüğümüz gibi mi, yoksa başka türlü mü, onu da bilmiyoruz.

Yahut biz sana onu getireceğimize söz verirken, onun hırsızlık yapacağını, yahut böyle bir şeyle karşılaşacağımızı veyahut da Yûsuf yüzünden uğradığın musibete onun yüzünden de uğrayacağını bilmiyorduk.

82

"İçinde bulunduğumuz şehre de, aralarında bulunduğumuz kafileye de sor! Hiç şüphesiz biz doğru söylüyoruz."

İstersen adam gönder; Mısır halkına, yahut Mısır yakınında o münâdînin, bize yetiştiği kasaba halkına olanları sor; kafile arkadaşlanmıza da sor; çünkü olanlar, onlarca da bilinmektedir. Kafile arkadaşları da, Ken'an'dan Yakub'un komşuları idi.

Bir görüşe göre de kafile arkadaşları, Sana t'tan idiler.

83

"Babaları dedi ki:

Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Artık sabretmek güzeldir. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü şüphesiz O, Alîm'dir (her şeyi bilendir); Hakîm'dir (her işinde hikmet sahibidir)."

A- "- Babaları dedi ki:

Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi."

Onlar, babaları Yakub'un yanma dönüp söylediklerini ona söyledikten sonra babaları böyle dedi. Bu kısım, beyana muhtaç olmayan müsellem bir husus olduğu ve beyana muhtaç olan, babalarının cevabi olduğu için o kısım hazfedilmiştir.

Yakub'un (aleyhisselâm), "Hayır" diye reddettiği, onların sarih kelâmı değildir; çünkü sarih kelâmları doğrudur. Onun reddettiği, kelâmlarının zımnen ifade ettiği, buna sebep olmaktan berî olmalarıdır; sözleri ve fiilleri ile buna sebep olmadıklarıdır.

Yani gerçek durum, böyle değildir; fakat nefisleriniz, bir şeyi size süslü göstermiş de, siz onu yapmışsınız. Yakub'un (aleyhisselâm) bundan kastettiği, hırsızın, fiilinden dolayı alıkonulması yönündeki fetvaları idi.

B- "- Artık sabretmek güzeldir."

Benim işim, artık güzelce sabretmektir. Yahut, artık sabretmek, daha güzeldir.

C- "- Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü şüphesiz O, Alîm'dir, Hakîm'dir."

Allah (celle celâlühü), Yûsuf’u, kardeşlerini ve Mısır'da alıkonulan Bünyâmin'i umarım bana getirir. Çünkü O, şüphesiz her şeyi ve ezcümle benim bakm ile onların hâlini bilendir ve O, bütün işlerinde hikmet sahibidir ve beni bu musibete duçar etmesi de ancak yüksek bir hikmet içindir.

84

"Babaları onlardan yüz çevirdi ve;

"- Ah Yûsuf'um ah!" dedi ve kederini içine gömerken üzüntüden iki gözü ağardı."

A- "Babaları onlardan yüz çevirdi ve:

- Ah Yûsuf'um ah! Dedi."

Babaları, onların söylediklerinden hiç hoşlanmadığı için onlardan yüz çevirdi ve en büyük üzüntüsünü belirtti.

Burada hâdise, Yûsuf’un iki kardeşinin musibeti iken, Yakub Yûsuf için üzüntüsünü beyan etmiş, çünkü Yûsuf’u kaybetmesi, daha eski de olsa, onun üzüntüsü en büyük üzüntü idi; bütün kalbini sarmış, unutulmaz bir yara idi. Bir de Yakub Mısır'daki iki oğlunun da hayatta olduklarına güveniyordu; yerlerini biliyordu ve döneceklerini umuyordu. Yûsuf hakkında ise, Allah'ın (celle celâlühü) rahmet ve ihsanından başka hiçbir umudu yoktu..

Hadiste şöyle denilmektedir: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn / Biz, Allah için varız ve yine O'na döneceğiz" kelâmı, Muhammed ümmetinden başka hiçbir ümmete verilmemiştir. Nitekim malûm olduğu üzere Yakub o musibete duçar olunca, "İnnâ lillâh" dememiş, fakat bu söylediğini söylemiştir."

B- "- Ve kederini içine gömerken üzüntüden iki gözü ağardı."

Üzüntü sebebiyle ağlamaktan iki gözü ağardı. Zira fazla göz yaşı, gözün karasını yok edip bulanık bir beyaza çevirir.

Bir görüşe göre Yakub'un gözleri tamamen görmez olmuştu.

Diğer bir görüşe göre ise gözleri pek zayıf görüyordu.

Rivâyet olunur ki, Yûsuftan ayrıldığı günden itibaren onunla tekrar buluşuncaya kadar seksen sene müddetle Yakub'un gözleri hiç kuru kalmadı. Ve o zaman yeryüzünde, Allah (celle celâlühü) katında Yakub'tan (aleyhisselâm) daha muhterem bir insan yoktu.

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre, kendisi, Cebrâîl (aleyhisselâm)’a:

Yakubun Yûsuftan dolayı olan üzüntü ve kederi ne kadardı? diye sormuş ve Cebrâîl de:

Bir ananın yetmiş evlâdının ölüsünü görmesinin üzüntüsü kadardır, diye cevap vermiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

Pekiyi, onun mükâfatı ne kadardır? diye sormuş ve Cebrâîl de:

Yüz şehidin mükâfatı kadar. Ve bu müddet içinde bir an olsun, Yakub'un (aleyhisselâm) Allah (celle celâlühü) hakkındaki iyi zanm bozulmadı, demiştir.

Bu âyet-i kerime, musibetler hâlinde teessüf ve ağlamanın caiz olduğuna delildir. Zira bundan uzak durmak, teklife dahil değildir. Çünkü ağır musibetlere karşı pek az kimse kendi nefsine hâkim olabilir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, oğlu İbrâhîm için ağlamış ve şöyle buyurmuştur: "Kalp, hüzün duyar; göz de, yaş döker; fakat Rabbimizi gazaba getirecek bir şeyi söylemeyiz. Ey İbrâltim! Biz gerçekten senin için hüzün içindeyiz!"

Musibetler hâlinde caiz olmayan ise, yüksek sesle bağırıp feryat etmek, yüzleri, göğüsleri dövmek, yakaları yırtmak ve elbiseleri parçalamak gibi cahillerin yaptığı hareketlerdir.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre, kendisi, bazı kızlarının çocukları için ağlayıp göz yaşı dökmüş; fakat itidali bozmamıştı. Bunun üzerine kendisine:

Ey Allah'ın Resulü! Sen kendin ağlıyorsun; Halbuki bizi ağlamaktan men etmiştin, dediler. O da buyurdu kı:

Ben sizi ağlamaktan men etmedim; ben sizi iki ahmakça sesten men ettim: Sevinç halindeki aşırı ses ve üzüntü halindeki aşırı ses.

85

"Oğullan dediler ki:

Vallahi, sen hâlâ Yûsuf’u anıyorsun. Sonunda hastalanacaksın, yahut helâk olanlardan olacaksın!"

Oğulları babalarına, Allah'a yemin olsun ki, sen durmadan hâlâ Yûsuf’un fecaatini anıyorsun; sonunda helake yüz tutan bir hasta olacaksın, yahut bu keder, seni eritecek veya bu yüzden Öleceksin, dediler.

86

"Yakub dedi ki:

Ben üzüntü ve kederimi ancak Allah'a arz ediyorum ve ben sizin bilemediğiniz şeyleri Allah tarafından biliyorum.".

Yakub'un oğulları, teselli ve şikâyet yoluyla öyle deyince, o da dedi kı; ben bu halimi size veya başkasına şikâyet etmiyorum ki, siz beni teselliye kalkışıyorsunuz; ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a (celle celâlühü) arz ediyorum; O'na sığmıyorum; bu üzüntünün giderilmesi için O'nun kapısında yalvarıyorum ve Allah'ın (celle celâlühü) sizin bilmediğiniz ihsanını ve rahmetini biliyorum.

Onun için O'nun bana rahmet ve ihsanda bulunmasını ve ricamı geri çevirmemesini niyaz ediyorum. Yahut ben Yûsuf’un hayatından, Allah tarafından vahiy ve ilham yoluyla, sizin bilemediğiniz şeyleri, biliyorum.

Deniliyor ki, Yakub (aleyhisselâm) rüyasında Ölüm Meleğim gördü ve ona Yûsuf’u sordu; o da hayatta olduğunu söyledi.

Diğer bir görüşe göre ise, Yakub (aleyhisselâm), Yûsuf’un rüyasından biliyordu kı, ilende ana-babasi ve kardeşleri huzurunda secdeye kapanacaklardır.

87

"Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini iyice araştırın,

Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin; çünkü şüphesiz kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden umudunu kesmez."

Yakub (aleyhisselâm) oğulların elan, Yûsuf ile kardeşi Bünyâmin'i araştırmalarını istemiş ve Mısır'da kalan büyük kardeşlerinden söz etmemiş, çünkü onun orada kalması kendi isteği iledir; o halın kalkması zor değildir.

Yakub'un (aleyhisselâm) bu sözleri, oğullarını, "Ve ben sizin bilemediğiniz şeyleri Allah tarafından biliyorum" sözünde müphem kalan bazı hakikatlerle irşattır. Sonra Yakub (aleyhisselâm), "Çünkü şüphesiz kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden umudunu kesmez" sözleriyle de, emrinin gereğini terk etmekten oğullarını sakındırmaktadır.

Yani, ey oğullarım! Kullara hayat veren Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin; çünkü şüphesiz Allah'ı (celle celâlühü) ve O'nun sıfatlarını bilmeyen kafirler güruhundan başkası O'nun rahmetinden umudunu kesmez. Zira arif olan zatlar, hiçbir halükârda Allah'ın rahmetinden umutlarını kesmezler, demektedir.

88

"Nihayet Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde dediler ki:

- Ey Aziz! Bize ve ailemize kıtlık çarptı ve biz değersiz bir sermaye ile geldik. Fakat sen bize ölçeği tam ver ve bize bağışta bulun. Şüphesiz Allah bağışta bulunanları mükâfatlandırır."

Yakub'un (aleyhisselâm) oğulları, babalarının emri gereğince tekrar Mısır'a döndükten sonra nihayet Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde... demektir. Onların bu emri süratle yerine getirdiklerim zımnen bildirmek için, bir de, bunun, zikre ve beyana muhtaç olmayan muhakkak bir husus olduğu için bu kısım zikredilmemiştir.

Bir görüşe göre, onların getirdiği sermaye, Bedevî Araplarin emtiası olan yün ve tereyağıydı.

Diğer bir görüşe göre ise, çam kozalağı ile kuru yemişti.

Nebatat ve keş peynirinin kavutu olduğunu söyleyenlerle, ancak düşük değerle alınan ayarı düşük dirhemlerdi, diyenler de varrdır.

Yakub oğullarının, sermaye olarak anılan emtiayı getirip takdim etmeleri, Yûsuf’un (aleyhisselâm) şefkat ve merhametini mucip olup taleplerinin karşılanmasına vesile olması içindi.

Dahhâk ile İbn Cüreyc'e göre, âyetteki tasadduk, kardeşleri Bünyamın'in kendilerine verilmesidir. Babalarının emrine göre hallerine en münasip olan mânâ da budur. Yahut müsamaha gösterip değersiz sermayeyi kabul etmek ve ölçeği tam olarak vermektir.

Yahut ihsan olarak, değerinden fazlasını vermektir. Onu tasadduk olarak ifade etmeleri, tevazu içindir. Yahut bir miktar da karşılıksız olarak vermektir. Bu son görüş, sadaka almanın haram olmasının. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsus olmasına bınaendir.

Yakub'un (aleyhisselâm) oğullan, önce babalarının emrinden işe başlamamalan, kendi zayıf hallerini gösterip karşı tarafın kalbini yumuşatarak şefkat ve merhameti celp etmek içindir. Bununla beraber bu kelâmın iki mânâsı vardır.

Zira onların, "Ve bize bağışta bulun. Şüphesiz Allah bağışta bulunanları mükâfatlandırır" sözleri, her iki mânâya da hamledilebilir. Bunun için muhtemeldir ki, Yûsuf bu kelâmlarını birinci mânâya (kardeşlerinin verilmesine) hamletmiştir.

İşte onun için onların arzına ve zımnen ifade ettikleri kardeşlerinin geri verilmesi talebine cevap olarak bundan sonraki âyette zikredilecek olan sözlerini söylemiştir.

89

"Yûsuf dedi ki:

- Siz cahilliğiniz yüzünden Yûsuf'a ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?"

İşte Yûsuf sözlerinde yalnız onların kardeşi Bünyaminin durumunu konu etmesi gerekirken, Yûsuf'a yaptıklarını da konu etmiştir. Çünkü onların yapmak istedikleri, her ikisinin de aleyhine idi.

Zira bundan kastedilen, onu Yûsuftan uzaklaştırıp bu şekilde onu zelil etmekti. Hattâ Yûsuf (aleyhisselâm) o kadar üzgündü ki, onlarla güçlükle konuşuyordu.

Siz, cahil iken, yaptiklarınızın çirkin olduğunu, yahut akıbetini bilmediğiniz için yapmış olduğunuz o fiillerin çirkinliğini, yahut akıbetini anladıktan sonra ondan tevbe ettiniz mi?

Yûsuf (aleyhisselâm) bunu, onları ayıplamak, kınamak için değil, fakat onların aczini ve miskinliğini gördüğünde kendilerine acıdığı için onlara öğüt olarak ve kendilerini tevbeye teşvik için söylemiştir.

Muhtemeldir ki, Yûsuf (aleyhisselâm) bu kelâmı, onların kelâmından bağlantısız olarak ve onların hak ve vazifesinin, bütün taleplerinden vazgeçip yalnız Bünyâmin'i talep etmek olduğuna dikkat çekmek içindir.

Hattâ muhtemeldir ki, Yûsuf (aleyhisselâm), vahiy ve ilham yoluyla, babasının tavsiyesine ve onları, kendisini ve kardeşini araştırmak için gönderdiğine vâkıf olmuş ve onların başka şeylerle meşgul olduklarını görünce, bunu söylemiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Yûsuf’un kardeşleri, Yakub'un (aleyhisselâm) mektubunu Yûsuf'a verdiler. Yakub (aleyhisselâm) mektubunda şunu yazıyordu; "Bu mektup, İbrâhîm Halilullâhin oğlu, İs hak Zebâhullâhin oğlu, İsrâilullah Yakub'tan, Mısır Azizme'dır. İmdi, biz musibete duçar olmuş bir aileyiz.

Benim dedemin elleri ve ayakları bağlanmış ve ateşe atılmıştır. Fakat Allah (celle celâlühü) o ateşi serinlik ve selâmet kılarak onu kurtarmıştır. Babam ise, öldürülmek üzere bıçak, ensesine konulmuş, fakat Allah (celle celâlühü), onun fidyesi olan kurbanı verip kendisini kurtarmıştır. Bana gelince, bir oğlum vardı ve evladımdan en sevdiğim idi.

Bir gün kardeşleri onu kıra götürdüler; sonra kana bulanmış gömleğim bana getirdiler ve: "Onu kurt yedi" dediler. Ondan sonra ona ağlamaktan gözlerim kör oldu. Sonra, bir oğlum daha vardı; o da giden oğlumun, ana bir kardeşi idi. Ben onunla teselli buluyordum. Kardeşleri onu yanlarında Mısır'a götürdüler; sonra döndüler ve onun hırsızlık yaptığını ve bundan dolayı da onu alıkoyduğunu söylediler.

Halbuki biz, öyle bir aileyiz ki, ne kendimiz hırsızlık yaparız, ne de çocuklarımız hırsızlık yapar. İmdi, sen onu bana gönderirsen iyi olur; yoksa sana öyle bir bedduada bulunacağım kı, senin yedi sülalene bile erişecek. Vesselam!"

Yûsuf (aleyhisselâm) bu mektubu okuyunca, dayanamadı ve o söylediklerini söyledi.

Diğer bir görüşe göre ise, Yûsuf (aleyhisselâm) mektubu okuyunca, ağladı ve şu cevabı yazdı: "Atalarının sabredip muzaffer oldukları gibi, sen de sabret, ki, muzaffer olasın!"

90

"Onlar:

Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun, dediler. O da:

Evet, ben Yûsuf'um; bu da kardeşim, Allah bize gerçekten lütufta bulundu. Çünkü şüphesiz kim Allah'a karşı takvâlı olup sabrederse, şüphesiz Allah da güzel davrananların mükâfatını zayi etmez, dedi."

A- "- Onlar:

Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun, dediler."

Yûsuf’un kardeşleri, bunu yadırgamak ve taaccüp için söylediler.

Bir görüşe göre, Yûsuf, konuşurken kardeşleri onu şekil ve şemailinden tanıdılar.

Diğer bir görüşe göre ise, Yûsuf tebessüm edince, kardeşleri onu ön dişlerinden tanıdılar.

Bir diğer görüşe göre ise, Yûsuf, başındaki tacı çıkarınca, başının yan tarafında bulunan beyaz ben gibi işaretinden kendisini tanıdılar. O benin benzeri, Sâre ve Yakub'ta (aleyhisselâm) da vardı.

"Evet, ben Yûsuf'um; bu da kardeşim. Allah bize gerçekten lütufta bulundu." (Kaale ene yûsüfü ve hazâ ahî, kad mennallâhü aleynâ).

Yûsuf (aleyhisselâm) onlara cevap verirken, kendini daha fazla tanıtmak, kardeşinin şanını tazim etmek ve "Siz Yûsuf'a ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?" cümlesiyle ifade edilenleri tamamlamak için, "Bu da benim kardeşim" cümlesini de ilâve etti.

Yani bu da benim, ana-baba bir kardeşim. Sanki şöyle demiştir: sız bizi birbirimizden uzaklaştırıp bizi zelil etmek için bize yaptıklarınızı biliyor musunuz? İşte ben Yûsuf'um; bu da benim kardeşim. Allah (celle celâlühü), uğradığımız belâdan bizi kurtarmakla, ayrılıktan sonra bir araya getirmekle, zillet sonrası izzet vermekle ve hasretten sonra ünsıyet vermekle bize lütufta bulundu.

Yûsuf’un kelâmından, Bünyâmin'i talep etmelerine verilecek cevabın işareti de çıkarılabilir. Yani o, sizin kardeşiniz değil, benim kardeşimdir. Bunun için onu talep etmeye hakkınız yoktur. Sonra bunun gerekçesini de şöyle açıklamaktadır:

B- "- Çünkü şüphesiz kim Allah'a karşı takvâlı olup sabrederse, şüphesiz Allah da güzel davrananların mükâfatını zayi etmez."

Kim, bütün hallerinde takva üzere olursa, yahut kendi nefsini Allah'ın gazabından ve azabından korursa ve bu yolda mihnetlere, yahut itaatlerin meşakkatine, yahut nefsinin çektiği günahlara karşı sabrederse, şüphesiz Allah (celle celâlühü) da, güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.

91

"Kardeşleri dediler ki:

- Allah'a andolsun ki, gerçekten Allah seni bize üstün kılmış ve gerçekten biz hata etmişiz." 4

4 Aruz veznine uygun bu Âyetin ihtişamından, Ziya Paşa merhum çok meşhur bı beyitmde istifade etmiştir.

Zalimlere bir gün dedirir kudret-ı Mevlâ

"Tallahi lekad asarekallahü aleynâ"

Vallahi, gerçekten Allah fi, zikrettiğin üstün vasıflarla seni bize üstün kılmış ve biz sana yaptıklarımızı yaparken gerçekten taammüden günah işlemişiz. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü) seni aziz, bizi ise zelil kıldı.

Onların bu kelâmı, zımnen tevbe ve istiğfar ifade etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, Yûsuf, bundan sonraki sözlerim söylemiştir.

92

"Yusuf dedi ki:

- Bugün sizi kınamak yok; Allah sizi affeder. Zaten O, merhametlilerin en merhamethsidır."

A- "- Yûsuf dedi ki:

Bugün sizi kınamak yok; Allah sizi affeder."

Sanıldığı gibi bugün bile sizi kınamak yok; başka günler nasıl olabilir! Bugün Allah sizi affeder. Niteltim Allah (celle celâlühü), onların yaptıkları tevbe ile, onların cürüm ve günahlarını affetti.

B- "- Zaten O, merhametlilerin en merhametli sidir."

Allah (celle celâlühü), küçük günahları da, büyük günahları da bağışlar ve tevbe edenin tevbesini kabul buyurmakla ona lütufta bulunur.

Yûsuf’un (aleyhisselâm) büyük keremindendir ki, kardeşleri, ona şöyle haber gönderdiler:

Sen sabah akşam bizi yemeğe davet ediyorsun; biz ise, sana yaptığımız haksızlıktan dolayı senden utanıyoruz. Yûsuf (aleyhisselâm) da onlara dedi ki:

Ben. Mısır halkına hükümdar oldumsa da, onlar bana ilk gözleriyle bakıyorlardı ve şöyle diyorlardı:

Rabbimiz ne kadar yücedir ki, vaktiyle yirmi dirheme satılan bir köleyi hükümdar lalmıştır. Şimdi ben de sizinle şeref kazandım ve gözlerinde büyüdüm. Zira insanlar, sizin benim kardeşlerim olduğunuzu ve benim İbrâhîm'in (aleyhisselâm) torunlarından olduğumu anladılar.

93

"Şu gömleğimi götürün de, onu babamın yüzüne koyun, görür olarak gelsin ve bütün ailenizi bana getirin!"

Bir görüşe göre bu gömlek, o an sirtinda bulunan gömlekti.

Diğer bir görüşe göre ise, bu gömlek, İbrâhîm'den (aleyhisselâm) miras kalan ve Yûsuf’un boynundaki muskalıkta bulunup da kuyuda çıplak kaldığında Cebrâîl’in (aleyhisselâm) gelip ona giydirdiği gömlekti. Bu gömleği babasına göndermesini Cebrâîl (aleyhisselâm) emretmiş ve ona vahiy etmişti kı, cennet rüzgarının esintisi, kendisi yüzünden musibete duçar olana isabet edince, mutlaka şifa bulacaktır.

Aileden murat, Yakub (aleyhisselâm) ile ailesinden sayılan kadınlar ve çocuklardır. Deniliyor ki, gömleği Yehûzâ taşıyordu ve şöyle demişti: "Vaktiyle kan bulaştirılmış gömleği taşıyarak ben babamı üzmüştüm; ben vaktiyle onu üzdüğüm gibi şimdi de ben onu sevindireceğim. Deniliyor ki, Yehûzâ, Mısır'dan Ken'an'a kadar olan seksen fersahlık yolu baş açık, yalın ayak olarak o gömleği taşımıştı.

94

"Kafile, Mısır'dan ayrılınca, babalan yanındakilere:

Eğer bana bunamış demezseniz, ben hiç şüphesiz Yûsuf’un kokusunu alıyorum, dedi."

Allah (celle celâlühü), gömleğe geçen Yûsuf’un kokusunu, Mısır'ın Arış kentinden yola çıkan kafilede bulunan Yehûzâ'nın Ken'an'a yönelmesiyle Yakub'a seksen fersahlık uzaklıktan duyurdu.

95

"Onlar da:

Vallahi, hiç şüphesiz sen hâlâ o eski buhranındasın, dediler."

Yakub'un yanındakiler ona dediler ki; senin Yûsufa olan aşırı sevginden, her zaman onu anmandan ve ona kavuşmayı ümit ettiğinden ötürü sen hâlâ eski buhran ve yanlışlığındasın. Onlar, Yûsuf’un öldüğünü zannediyorlardı.

96

"Nihayet müjdeci gelip de, gömleği onun yüzüne koyar koymaz, Yakub'un gözleri derhal açıldı. Size, sizin bilemediğiniz şeyleri ben gerçekten Allah tarafından bilirim, demedim mı? Dedi."

Yehûzâ müjdeci olarak, nihayet gelince, gömleği Yakub'un yüzüne koydu, yahut Yakub kendisi gömleği yüzüne koydu.

Yakub'un söylediği, "sizin bilemediğiniz" ifadesinden kastettiği eğer "Ben gerçekten Yûsuf’un kokusunu duyuyorum" cümlesıyse onun bu hitabı, Ken'an'da yanında bulunanlar içindir.

Yok eğer "Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" cürnlesiyse, bu hitap, oğulları içindir. Nitekim "Sizin bilemediğiniz şeyleri ben bilirim" ifadesine en münasip olan da bu ikincisidir. Zira Allah'ın rahmetinden umut kesmemek emrinin temek, Allah (celle celâlühü) tarafından Yakub'a (aleyhisselâm) verilen ilimdir.

Rivâyet olunur ki, Yakub (aleyhisselâm): "Yûsuf nasıldır?" diye müjdeciye sordu. O da: "Mısır hükümdarıdır" dedi. Yakub (aleyhisselâm): "Ben hükümdarlığı ne yapayım? Sen ondan ayrılırken hangi din üzerinde idi?" dedi. O da: "islâm dini üzerinde" dedi. Yakub (aleyhisselâm) "İşte şimdi nimet tamam oldu" dedi.

97

"Oğulları dediler ki:

- Ey babamız! Bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkârlar olduk."

Suçunu, itiraf eden kimsenin, suçlanmamak ve kendisi için af dilemek hakkı doğduğu için, sanki onlar, Yakub'un kendilerini affedeceğinden emin idiler. İşte bundan dolayı onlar, kendileri için af dilenmesi talebiyle iktifa etmişler ve suçlarının itirafım da bunun içine dere etmişlerdi.

98

"Yakub:

- Sizin için Rabbimden sonra af dileyeceğim. Çünkü Gafur (çok bağışlayan), Rahîm (çok merhamet eden) yalnız O'dur, dedi."

Yakub'un bu sözü, kendisinin onları affettiğini zımnen bildirmektedir.

Bir görüşe göre Yakub duasının icabet vaktini yakalamak için, onlar için af dilemeyi seher vaktine kadar,

Diğer bir görüşe göre ise Cuma gecesine kadar geciktirdi.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar için Yûsuftan helallik alıncaya veya Yûsuf’un, onları affettiğini anlayıncaya kadar geciktirdi. Zira zâlimin bağışlanması için, mazlumun onu affetmesi şarttır. Şu rivâyet de bunu desteklemektedir:

Rivâyet olunur ki, Yakub (aleyhisselâm) oğullarının affı içki dua ederken kendisi ayakta Kıbleye karşı duruyormuş; Yûsuf da onun arkasında durup "âmin!" diyormuş ve oğulları da ikisinin arkasında zeki ve huşu içinde duruyorlarmış. Onlar yirmi sene müddetle bu minval üzere dua etmişler.

Nihayet bîtap düşüp sonlarının helâk olacaklarını zannettikleri bir sırada Cebrâîl (aleyhisselâm) inip şöyle demiştir: "Bilesin ki Allah, evlâdın hakkındaki duanı kabul buyurdu. Oğulların da, senden sonra peygamberlik şanına layık bir hayat yaşayacaklarına kesiti söz verdiler.

Eğer bu sözleri doğru çıkarsa, peygamberlik onlar için de gerçeldeşir. Oğullarından sâdır olan hareketler ise, onların peygamberlik vazifesini sürdürme taleplerinden önce sâdır olmuştur.

Başka bir görüşe göre ise, Yakub'un (aleyhisselâm) bu sözünden murat, bu duayı devamlı yapacağıdır. Nitekim rivâyet olunur k, Yakub (aleyhisselâm), yirmi küsur sene müddetle her Cuma gecesi oğulları için mağfiret duasında bulundu.

Başka bir rivâyete göre ise, Yakub (aleyhisselâm) seher vaktinde namaza kalktı; namazı bitirince de, şöyle dua etti: "Allah'ım! Yûsuftan dolayı şikâyetimi ve sabırsızlığımı benim için bağışla! Çocuklarımın, kardHanımlarına yaptiklarını da bağışla!" Allah (celle celâlühü) da, "Allah, seni de, çocuklarını da bağışladı!" diye kendisine vahiy buyurdu.

99

"Ailesi Yûsuf’un yanına girdikleri, zaman, ana-babasını kucakladı ve: İnşallah, güven içinde Mısır'a girin, dedi."

Rivâyet olunur k, Yûsuf (aleyhisselâm), yanına gelmeye hazırlanmak için, babasına büyük miktarda değerli elbiseler ve iki yüz binek hayvanı gönderdi. Sonra Yûsuf (aleyhisselâm) ile hükümdar, dört bin asker, devletin ileri gelenleri ve bütün Mısır halkıyla beraber Yakub'u (aleyhisselâm) karşıladılar.

Yakub (aleyhisselâm) ile karşılaştıklarında kendisi, oğlu Yehûzâ'ya dayanarak yürüyordu. Yakub, süvarilere ve kalabalığa bakınca, "Yehûzâ, bu, Mısır Fir’avun’u mudur?" dedi.. Yehûzâ da, "Hayır, o senin oğlundur" dedi.

Nihayet Yakub, Yûsuf ile karşılaşınca ona: "Esselâmü aleyk, ey hüzünleri kaldıran!" dedi.

Bir görüşe göre, Yûsuf, babasına dedi ki: "Ey babacığım! Benim için öyle ağladın k, sonunda gözlerinden oldun. Sen bilmiyor muydun ki, sonunda kıyamet bizi bir araya getirecektir? Yakub da: "Elbette biliyordum, fakat korkuyordum ki, sen dininden olursun da, kıyamette de bir araya gelmemiz mümkün olmaz."

Bir görüşe göre, Yakub ile evlâdı, Mısır'a girdiklerinde kadın erkek, yetmiş iki kişi idiler. İsrâiloğulları, Mûsâ (aleyhisselâm) ile beraber Mısır'dan çıktıkları zaman, çoluk çocuk ve çok yaşlılar dışında altı yüz bin beş yüz yetmiş küsur erkek idiler. Çoluk çocuk ve çok yaşlılar da, bir milyon iki yüz bin idiler.

Nihayet ailesi Yûsuf’un yanma girdikleri zaman, Yûsuf, ana-babasını ve teyzesini kucakladı. "Babaları İbrâhîm, İsmail ve İshakin İlahı..." (Bakara 2/133) âyetinde de ifade edildiği üzere, nasıl anıca baba gibi kabul edilirse, teyze de anne gibi kabul edilmektedir. Yahut da Yakub (aleyhisselâm), Yûsuf’un (aleyhisselâm) annesinin ölümünden sonra teyzesiyle evlenmişti. Hasen ve İbn İshak diyorlar k: "Yûsuf’un annesi hayatta bulunuyordu. Onun için te'vile ihtiyaç yoktur."

Herhalde Yûsuf (aleyhisselâm), karşılama yerinde bir çadır kurdurmuş; onlar da orada huzuruna girmişler, Yûsuf da orada onları kucaldanıış ve: "İnşallah, bütün sıkıntılardan ve kötülüklerden emin olarak Mısır'a girin!" demişti.

100

"Yûsuf, ana-babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi k:

- Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçek İçilmiştir. O, gerçekten bana lütufta bulundu. Zira beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz Rabbim dilediği kimseye lütfedicidir. Şüphesiz O, A'lîmdır (her şeyi bilendir); Hakimdir (her işinde hikmet sahibidir)."

A- "- Yûsuf, ana-babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi ki:

- Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçek kılmıştır. O, gerçekten bana lutufta bulundu. Zira beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi."

Onlar hep birlikte Mısır'a indikten sonra Yûsuf, kardHanımlarına gösterdiği ikramın üstünde, ana-babasma saygı olarak onları tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve ana-babasi ile kardeşleri, onu selâmlamak üzere secdeye kapandılar.

Zira ayağa kalkmak, tokalaşmak ve el öpmek gibi hareketler, tazım ve saygının ifadeleri olarak insanlar arasında yaygın âdetlerden oldukları gibi, onlara göre de secde, selamlamak ve iyi dilekte bulunmak ifadesi idi.

Diğer bir görüşe göre ise bu secde, alnı yere değdirmeden, yalnız eğilmekten ibaretti. Ancak âyetin metninde "Harrû" kelimesinin kullanılması, bu görüşe engeldir. (Zira anılan kelime, alın yere gelecek şekilde secde anlamında kullanılmaktadır.)

Bir diğer görüşe göre de, onlar, Yûsuf'a kavuştukları için Allah'a şükür olarak secdeye kapandılar. Ancak Yûsuf'un, "Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur" demesi, bu görüşü reddetmektedir.

Bu secdeyi, "Yûsuf’u. Kıble gibi yaparak secdeye kapandılar" şeklinde izah etmek ise, apaçık bir zorlama olur. Bu secdenin, onların tahtın üstüne çıkartılıp oturtulmalarından sonra zikredilmesi de, bu konuda sarih olarak bir şey ifade etmez. Zira zikirdeki tertibin, gerçekleşme tertibine göre olması gerekmez. Belki de secdenin sonra zikredilmesi, ondan sonra kendisiyle irtibatlı olarak gelen ifadelerle uyum sağlamak içindir.

Yûsuf kardeşlerini kınamaktan sakındığı için bu kelâmında kuyu kıssasını sarahatle zikretmemiştir. Zira zahire göre bu kelâm sırasında kardeşleri de huzurda bulunuyorlardı. Çünkü bu kelâm, onların secdeye kapanmalarından sonra söylenmiştir. Bir de, "ve sizi çölden getirdi" ifadesi ile iktifa edilmiştir.

Yûsuf kardeşleri ile arasını bozma fiilini şeytana isnat etmekle de, gerçekten kardHanımlarına ziyadesiyle ihsanda bulunmuştur.

B- "Şüphesiz Rabbim dilediği kimseye lütfedicidir."

Yani Rabbim, dilediği kimse için, tedbirleri güzellik ve kolaylıkla ihsan eder ve sonuçta tedbirler, isâbetli ve hikmete uygun olur. Ne kadar çetinlikler olursa olsun O'nun tedbirine göre gayet kolaylıkla çözümlenir.

C- "Şüphesiz O, Alimdir; Hakimdir."

Şüphesiz Allah (celle celâlühü), her şeyi ve ezcümle bütün maslahatları da bilir ve her işi hikmetinin gereği olarak gerçekleştirir.

Rivâyet olunur ki, Yûsuf (aleyhisselâm), Yakub'un elinden tutup gümüş ve altın hazinelerini, yiyecek, giyecek ve süâh depolarını da gezdirdi. Sonra onu kâğıt deposuna götürünce Yakub (aleyhisselâm) ona dedi ki:

"- Oğulcuğum! Senin yanında bu kadar kâğıt varken, ne diye sekiz konaklık mesafeden bana mektup yazmadın?"

Yûsuf (aleyhisselâm):

"- Cebrâîl bana böyle emretti" dedi. Yakub (aleyhisselâm):

"- Sen ona niçin? diye sorar mısın?" dedi. Yûsuf da:

"- Ben konuyu ona açarım" dedi. Sonra Cebrâîl’e sordu. Cebrâîl dedi ki:

"- Allah (celle celâlühü) bana öyle emretti; çünkü sen,

"- Yûsuf’u kurdun yemesinden korkarım" dedin;

Allah (celle celâlühü): "- Niçin benden korkmadı?" dedi.

Rivâyet olunur ki, Yakub (aleyhisselâm) bundan sonra Yûsuf ile beraber yirmi dört sene kaldı; sonra vefat etti ve Şam'da babası İshakin yanma gömülmeyi vasiyet etti. Yûsuf (aleyhisselâm) bizzat cenazesini oraya götürüp defnetti; sonra yine Mısır'a döndü ve babasından sonra yirmi üç sene yaşadı. Nihayet onun da ömrü tamamlanınca ve bu hayatın kendisi için de devamlı olmayacağını düşününce, ebedî ve sonsuz hayatı özledi; ölümü temenni etti ve şöyle dedi:

101

"Ey Rabbim! Gerçekten hükümdarlıktan bana nasibimi verdin ve bana rüyada görülen hâdiselerin yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da, âhirette de benim velimsin. Müslüman olarak benim canımı al ve beni Sâlihler zümresine kat!"

A- "- Ey Rabbim! Gerçekten hükümdarlıktan bana nasibimi verdin ve bana rüyada görülen hâdiselerin yorumunu da öğrettin."

Eğer hadislerin yorumundan maksat, İlâhî Kitapların kapalı sırlarının ve peygamberlerin (aleyhisselâm) sünnetlerinin inceliklerinin öğretilmesi ise, bu kelâmdaki tertibin izahı açıktır. Ama eğer zahir olduğu üzere, ondan rüyaların yorumunun öğretilmesi kastediliyorsa, herhalde hükümdarlığın verilmesinin, ondan önce zikredilmesi, bu makam, Allah'ın (celle celâlühü) ona bahşettiği nimetleri sayma makamı olduğu içindir.

Zira rüya yorumunun öğretilmesi de haddi zatında büyük bir nimet ise de, hükümdarlık, ondan daha görldü bir nimettir. Birinci mânâya göre ise, bu izah mümkün değildir. Çünkü onda öğretilmek, imkânın nihaî amacı olarak vârid olmaktadır.

B- "- Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da, âhirette de benim velimsin. Müslüman olarak benim canımı al ve beni Sâlihler zümresine kat!"

Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim! Dünyada da, âhirette de her şeyimin mâliki Sensin. Yahut dünyada da, âhirette de nimetleri bana bahşeden Sensin. Sen bana dünya nimetlerini tamamladığın bir zamanda Müslüman olarak canımı al ve mertebe ile şerefte beni Hûdler zümresi atalarıma, yahut kamu Hûdler zümresine ilhak eyle! Zira nimetler ancak böylelikle tamam olur.

Deniliyor ki, Yusuf böyle dua edince Allah (celle celâlühü), hoş ve temiz olarak onun canını aldı. Mısır halkı, onu nereye gömecekleri konusunda şiddetli görüş ayrılığına ve ağır tartışmalara girdiler; hatta bu yüzden birbirleriyle savaşmaya bile hazırlandılar. Sonunda kendisi için mermerden bir tabut yapıp onu bu tabutla Nil nehrine defnetmekte karar kıldılar ki, Nil suları üzerinden aktıktan sonra Mısır'a ulaşsın ve hepsi eşit olarak onunla bereketlensinler.

Yûsuf’un (aleyhisselâm), Efrayim ile Mîşâ adlarında iki oğlu oldu. Efrayim'in de Nûn adındaki oğlu oldu. Nûn'un da Yûşâ adında -Mûsâ'nın (aleyhisselâm) yardımcısı olan- bir oğlu oldu.

Yûsuf tan sonra Amâlika firavunları, Mısır hükümdarlığını ele geçirdiler ve Mûsâ gönderilinceye değin İsrâiloğulları, Yûsuf (aleyhisselâm) ile atalarının dinine bağlı olarak onların egemenliği altında yaşadılar.

102

"İşte bu kıssa, gaip haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin."

Ey Resûlüm Muhammed! Yûsuf’un (aleyhisselâm) bu kıssası, hiç kimsenin bilmediği haberlerdendir. Onu sana vahyediyoruz. Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşleri, başına gaileler açmak üzere onu kuyunun dibine atmaya karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin ki, onların sırlarına tamamıyla vâkıf ve muttali olasın ve onların işlerinin iç yüzünü kavrayasm.

Bu kelâmdan murat, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) onların sadece karar ve hile meclislerinde bulunmadığını ifade etmek değil, fakat hiçbir mecliste ve mekânda onlarla beraber bulunmadığını ifade etmektir. Bunun zikre tahsis edilmesi, kıssanın başı ve en gizli halleri olmasından dolayıdır. Nitekim "onlar hile yaparken" ifadesi de, bunun, onların en gizli halleri olduğunu bildirmektedir.

Bu hitap her ne kadar Resûlüllah (aleyhisselâm) için ise de, fakat bundan murat, kendisini yalanlayanları ilzam etmektir.

Yani, Ey Resûlüm! İşte Yûsuf’un kıssası da kimsenin bilmediği haberlerdendir. Onu Biz, sana vahyediyoruz. Zira vahiy dışında onu bilmene imkân yoktur. Çünkü onu başkasından dinlemediğin ve kitap okumadığın, seni yalanlayanların kuşku duymadıkları bir gerçektir. Ve bu hâdise olurken, sen onların arasında da değildin ki, onu olduğu gibi bilesin de, onlara duyurasm, demektir.

Bu kelâm, kâfirlerle istihza anlamını da taşımaktadır. Sanki onların bunda kuşkuları varmış da, onların kuşkularını kaldırıyormuş. Ayrıca bu kelâm, bize zımnen bildiriyor ki, kadar, o hâdiseye uygun olan, kıssanın zikredilen şeklidir; Kitap Elıhnin naklettikleri îse gerçek değildir.

Hulâsa,  bu gibi tahkik, eğer vahiy değilse, ancak olaya hazır ve şahit olmakla tasavvur edilebilir. Şu halde bu bilgi, orada hazır bulunmakla olmadığına göre, o zaman kesin olarak vahiy iledir.

"İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin." (Al-i İmrân 3/44) âyeti ile "Ey Resûlüm! Mûsa'ya emrimizi vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun" (Kasas 28/44) âyeti de bu kabildendir.

103

"Sen ne kadar üstüne düşsen de, insanların çoğu îman edecek değillerdir."

Bu insanlardan murat, bütün insanlardır, yahut Mekke halkıdır.

Ey Resûlüm! Sen îmâna gelmeleri için ne kadar çaba harcasan ve senin doğruluğuna delâlet eden kesin mucizelerin fazlasını da göstersen, insanların çoğu, yahut Mekke halkı, küfürde kararlı ve inatta ısrarlı oldukları için, îman edecek değillerdir.

Rivâyet olunur ki, Yahudiler ile Kureyş, Yûsuf’un kıssasını sordukları zaman, Müslüman olacaklarını da vaat etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onu Tevrat'a uygun olarak kendilerine haber verdiği halde onlar Müslüman olmayınca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üzüldü. İşte o zaman bu âyet nazil oldu.

104

"Sen bunun için onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur’ân, âlemler için bir öğütten ibarettir."

Ey Resûlüm! Sen, diğer tarihçilerin yaptıkları gibi, bunu onlara haber vermek, yahut Kur’ân karşılığmda bir ücret de istemiyorsun. Bu Kur’ân, sadece kendilerine mahsus değil, fakat bütün âlemlere Allah (celle celâlühü) tarafından bir öğütten ibarettir.

105

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar o delillerin yanından geçerken yüz çevirirler."

Ey Resûlüm! Senin onlara gösterdiklerin dışında da göklerde ve yerde gök cisimleri ile yıldızlar, onlarda meydana gelen değişiklikler, dağlar, denizler ve yerde bulunan sayısız acayip şeyler gibi, Yaradan'ın varlığma, birliğine, sonsuz ilim, kudret ve hikmetine delâlet eden öyle âyetler ve alâmetler vardır ki, onlar o delilleri gördükleri halde onlara aldırmazlar; onlara ibret gözüyle bakmazlar ve onları hakkıyla tefekkür etmezler.

Bir kıraate göre ise âyetin metnindeki "vel'ard" kelimesi, ayrı bir cümlenin basıdır. Buna göre yeryüzünün âyetlerinden murat, yok olmuş eski ümmetlerin kalıntıları ve diğer âyetler ve ibretlerdir.

106

"Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a îman ederler."

Onların çoğu, Allah'ın (celle celâlühü) varlığını ve Yaratan olduğunu ikrar ederken de, O'ndan başkasına tapmakla, yahut hahamları ve rahipleri İlah edinmekle, yahut -hâşâ sümmü hâşâ!- O'nun çocuk edindiğini söylemekle, yahut O'na ışık ve karanlığı ortak koşmakla, ancak ortak koşarak Allah'a (celle celâlühü) îman ederler.

Bir görüşe göre bu âyet, Mekke halkı hakkında, bir görüşe göre de münafıklar hakkında,

Diğer bir görüşe göre ise Kitap Ehli hakkında nazil olmuştur.

107

"Allah tarafından kuşatıcı bir azap gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini güven içinde mi gördüler?"

Allah (celle celâlühü) tarafından onların hepsini kapsayacak bir azap gelmesi veya kıyamet için hiçbir hazırlıkları yokken ve önceden bir alâmeti de görülmeden kıyametin kopması karşısında kendilerini güven içinde mi gördüler?

108

"Ey Resûlüm! De ki:

İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, Allah'a basiretle davet ediyoruz. Allah'ı tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim!"

Ey Resûlüm! De ki; işte bu samimi îman ve tevhide davet benim yolumdur; ben ve bana uyanlar, körü körüne değil, fakat açık beyan ve hüccetle Allah'a (celle celâlühü) davet ediyoruz.

Âyetin devamı da, makabline tekit mahiyetindedir.

109

"Senden önce de kentler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Onlar, yeryüzünde hiç gezmediler mi kı, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görsünler! Takva sahipleri için âhiret yurdu mutlaka daha hayırlıdır. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?"

A- "- Senden önce de kentler halkından kendilerine vahyettiğimız erkeklerden başkasını peygamber göndermedik."

Bu âyet, müşriklerin, "Allah dileseydi, melekleri indirirdi." (Mü'mınûn 23/24) sözlerini reddetmektedir.

Peygamberler, kentler halkından gönderilmişler, çünkü kentliler, daha bilgili ve daha halim olur. Çöl halkında ise cehalet, kabalık ve sertlik vardır.

B- "- Onlar, yeryüzünde hiç gezmediler mi ki., kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görsünler! Takva sahipleri için âhiret yurdu mutlaka daha hayırlıdır. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?"

Onlar, şimdiye kadar yeryüzünde, kendilerinden önceki peygamberleri ve âyetleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğu konusunda hiç bilgi sahibi olmadılar mı? Bunu bir düşünsünler de, onları yalanlamaktan sakınsınlar. Şirkten ve günahlardan sakınanlar için âhiret hayati mutlaka daha hayırlıdır. Bu gerçeği anlamak için hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

110

"Nihayet peygamberler ümitlerini kesip de kendilerinin gerçekten yalanlandıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız erişir de dilediğimiz kimse kurtuluşa erdırilir; suçlular güruhundan ise azabımız asla geri çevrilmez."

A- "Nihayet peygamberler ümitlerini kesip de kendilerinin gerçekten yalanlandıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız erişir de dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir."

Onların içinde bulundukları refah ve bolluk sizi aldatmasın. Zira onlardan öncekilere de, kendilerine o kadar mühlet verildi ki, peygamberler, dünyada onlara karşı muzaffer olacaklarından neredeyse ümitlerini kesmişlerdi. Yahut onların îmanından ümitlerini kesmişlerdi; çünkü onlar, tamamen küfre dalmışlardı ve hiç aldırmadan azgınlıkta ısrar ediyorlardı. Ve kâfirlerin tekzibi, düşmanlığı ve peygamberlerin, Allah'tan yardım beklemeleri o kadar uzun sürdü ki, sonunda neredeyse içlerindeki zafer sesi ve umudu kendilerini tekzip ediyordu; nihayet ümitsizlik hissettiler ve dünyada kendilerine yardım gelmeyeceğini vehmettiler. İşte o zaman ansızın Allah'ın îftş- yardımı onlara erişti.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, "Onlar Allah'ın kendilerine vaat ettiği yardımın hiç gelmeyeceğini zannettiler."

Eğer bu rivâyet sahih ise, herhalde bu zandan kastettiği, vesvese ve insanın içinden geçen şeyler gibi insanın kalbine doğan şeylerdir. Bunu zan olarak ifade etmesi, durumun vahametini göstermek içindir. İki taraftan bîrini tercih etmek anlamındaki zan nin ise, hiçbir İmanlı ümmetin fertlerinden, sadır olması bile düşünülemez.

Diğer bir görüşe göre ise, zan ve tekzip fiillerinin zamirlerinin her ikisi veya biri, peygamberlerin gönderildikleri ümmetleri içindir; yani bu zanna kapılanlar, kendileri değil, ümmetleridir.

Allah'ın kurtuluşunu dilediği kimseler, peygamberlerle onlara îman edenlerdir.

B- "Suçlular güruhundan ise azabımız asla geri çevrilmez."

Onlara azabımız indiği zaman artık azap, onlardan asla çevrilmez.

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), kurtuluşlarını dilediklerinin kimler olduklarını beyan etmektedir.

111

"Ant olsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için çok ibretler vardır. Bu Kur’ân, uydurulabilecek bir söz değildir. Hayır, o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi de açıklayan bir Kitaptır; îman eden bir toplum için de bir rahmet ve bir hidâyettir."

"- Ant olsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için çok ibretler vardır. Bu Kur’ân, uydurulabilecek bir söz değildir.

Hayır, o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi de açıklayan bir Kitap'tır; îman eden bir toplum için de, bir rahmet ve bir hidâyettir."

O peygamberlerin ve ümmetlerinin kıssalarında, hissî hükümlerin şaibesinden temiz olan akıl sahipleri için alınacak çok ibretler vardır. Bu Kur’ân, uydurulacak bir söz değildir. Aksine o, kendinden önceki semavî Kitapları tasdik eden ve dinde kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi de açıklayan bir Kitap'tir.

Zira dinî olan her şey, bizzat veya vasitak olarak Kur’ân'a istinat etmektedir. Ve Kur’ân, kendisini tasdik eden îmanklar için dalâletten hidâyette ve hayra erdiren bir rahmettir. Kur’ânin bu faydaları, îmanklara tahsis edilmiştir, çünkü ondan faydalanan onlardır; başkaları ise, onun hidâyetinden ve hayırların dan faydalanmazlar.

Rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kölelerinize Yûsuf sûresini öğretin; zira hangi Müslüman onu okuyup da ailesine ve kölelerine de öğretirse, mutlaka Allah (celle celâlühü) ölüm anındaki zorlukları ona kolaylaştırır ve hiçbir Müslüman kimseyi kıskanmama gücünü ona bahşeder."5

5 Oryantalistler, Kur’âni Kerimin özgünlüğünü tartışılır hale getirmek için, bazı sûrelerin "Eski ahid" le büyük benzedik taşıdığına dikkat çekerler. Bu konuda en kuvvetli delil olarak da "Yusuf Sûresini" gösterirler. Gerçekten Tevratta'ki "Yusuf Kıssa"sı ile Kur’ândaki "Yusuf Sûresi" arasında, bilhassa olayların aksı bakımından çok büyük benzedik vardır.

Cezayirli mütefekkir, merhum Malik Binnebi, Tevrattaki Kıssa ile, Kur’ândakı Yûsuf Sûresini âyet âyet yan yana koyarak yaptiğı bir araştırmadan sonra ortaya gelen "Ayetleri Karşılaştırma Tablosunda", ıkı metin arasındaki farkları, aykırılıkları ve Kur’ânin "ulviyetini" teker teker göstermiştir. Netice olarak, Tevrattaki kıssa'nın, olayların vukuundan çok sonra yazılmış olduğunu, üstelik kabilevî bir hikaye çeşnisinde bulunduğunu halbuki Sûre-i Yûsuf’un ise manevi, nebevi ve ilâhî vasfı ile çok üstün ve başka olduğunu ortaya koyarak, Kur’ânin özgünlüğüne karşı uyandırılmak istenen şüpheleri iptal etmiştir.

(Kur’ân-ı Kerîm Mucizesi, Malik Bitınebi, terc: Ergun Göze, 3. baskı, s. 138-190. İstanbul, 2003)

0 ﴿