RA'D SÛRESİ

Medine'de inmiştir. Veya 27. âyet müstesna, diğerlerı Mekke'de inmiştir. 43 âyettir.

1

"Elif. Lâm. Mim. Râ. Bunlar, apaçık Kitabın âyetleridir. Rabbinden sana indirilen bu Kitap haktır. Fakat insanların çoğu îman etmezler."

A- "- Elif. Lâm. Mim. Râ."

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, sûrenin başında bulunan bu harflerin her biri bir kelimeden alınmış olup "Ben Allah, bilirim ve görürüm" demektir.

B- "- Bunlar, apaçık Kitabın âyetleridir."

Bunlar, o hayret verici, mükemmel, başkaca bir vasfa ihtiyacı olmayan, bütün kitaplar arasında el-Kitap olarak bilinen, el-Kitap isminin kendisine tahsis edilmeye layık olduğu yegâne Kitabın âyetleridir. Şu halde burada Kitap, Kur’ânin tamamını, yahut o zamânâ kadar Kur’ân'dan nazil olmuş olan kısmı ifade etmektedir.

Nitekim Yûnus sûresinin başında da geçti. Çünkü vasıfsız ve mutlak olarak zikredilen Kitaptan ilk akla gelen mâna budur. Ve ancak bu tefsire göre, bu kelâmdan kastedilmekte olan, âyetlerin, Kitabın vasıfları olan kemal sıfatları ile vasiflandırılmasi hususu anlaşılmış olur.

Ama Kitap, yalnız bu sûre demek olursa, bu husus anlaşılmaz, çünkü bu sûrenin, o vasıflarla tanınması ve sarahaten vasıflandirılmaya ihtiyaç olmaması, bu derece değildir. Kaldı ki, bu âyetler, sûrenin bütün âyetleri demektir. Şu halde "Bunlar" işareti, her âyeti göstermelidir ve tafsilatı Yûnus sûresinde zikredildiği gibi, bunun bir zorlama olduğu gayet açıktır.

C- "Rabbinden sana indirilen bu Kitap haktır."

Yani yalnız bu sûre değil, anılan Kitabın tamamı, anlattığı her hususta gerçek ve olanlara tıpatıp uygundur; hakkaniyetin kendisine tahsis edilmesine yalnızca O layıktır; çünkü hakkaniyeti çok köklüdür.

Bu kelâm, başkasında hiç hak yoktur, anlamında değildir. Hattâ onun hak olması, diğer Semavî Kitapların hak olmalarını da gerektirmektedir. Çünkü o, kendisinden önceki Kitapları tasdik etmekte ve onlara da gözcülük etmektedir.

D- "Fakat insanların çoğu îman etmezler."

İnsanların çoğu bu apaçık hakka îman etmezler; çünkü onu hakkıyla düşünüp incelemezler.

Şu halde onların îman etmemesi konusu, bu Kitabın hak olmak vasfıdır; çünkü tasdik ve tekzip mercii, odur. Yoksa kimilerinin dediği gibi onun indirilmiş olma vasfı değildir. Bir de, bu kelâm, ihbar olarak değil, vasıf olarak varittir.

2

"Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır.

İkisi de belli bir müddet için hareket etmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi yerk yerinde düzenleyip âyetleri açıklamaktadır."

A- "Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır."

Görmekte olduğunuz gökleri yüksek olarak yaratan, demektir. Bu da, "Fiil büyük yapan, sivrisineği de küçük yapan Rabbimi tenzih ederim!" kabilindendir. Yoksa göklerî önce yarattı, sonra onları yükseltti, anlamında değildir.

Allah'ın (celle celâlühü), Arş'a istiva etmesi, korumak ve tedbir ile ona hâkim olması, demektir. Yahut O'nun emri Arş'a hâkim olmuştur. Hanefî âlimlerine göre, Arş'a istiva, Allah'ın (celle celâlühü) keyfîyetsiz bir sıfatıdır.

Arş'a istiva, hangi mânaya göre olursa olsun, ondan murat, Arş'ı icat etmeye ve yaratmaya yönelmesi demek değildir.

Allah'ın, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirmesi, onlardan istediği hareketlerde Kendisine zeki ve itâatli kılması demektir.

B- "İkisi de belli bir müddet için hareket etmektedir."

Güneş de, ay da, İlâhî iradenin gereği olarak, devirlerini tamamladıkları belli müddet için, güneş bir senede devrini tamamlamak üzere, ay da bir ayda devrini tamamlamak üzere hareket etmektedir. Her birinin belli bir yörüngesi vardır. Yahut her ikisi de, hareketlerinin sona ereceği bir vakte değin hareket edecekler ve kendilerinden istenen bütün enerjiyi kuvveden fiile çıkaracaklardır. Yahut her ikisi de, bir gayeyi tamamlamak üzere hareket etmektedirler.

C- "O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi yerli yerinde düzenleyip âyetleri açıklamaktadır."

Allah (celle celâlühü), gökleri yükseltmek, istiva ve boyun eğdirme gibi hususlarda bütün yaratılmışların işlerini, yahut melekler âlemi ile ilâhî âlemin işlerini, hikmet ve maslahatın gereğine uygun olarak yerk yerinde düzenleyip sonsuz kudretine ve yüksek hikmetine delâlet eden âyetlerini açıklamakta, onları mufassal olarak getirmektedir.

Bu âyetler, zikredilen acayip fiiller ile ondan sonra gelen o yavaş, yavaş oluşan kozmik hâdiselerdir ki, bunlar dünyada tedbir ve takdirin gereği olan acayip sonuçları meydana getirirler.

İşte Rabbiniz bütün bunları, müşahede edip tafsilatına muttak olduğunuzda, ceza ve mükâfat için Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için yapmıştır.

Zira bunları hakkıyla tefekkür eden kimse, kesin olarak inanır ki bu hârikalıkları baştan yaratmaya muktedir olan bir kuvvet, her şeye kaadırdır ve bu sağlam tedbirlerin, mutlaka ulaşılması gereken akıbetleri ve gayeleri vardır ve bu akıbetler ve gayeler, Peygamberlerin lisanıyla, mükelleflerin ımtihan edilmeleri, sonra amellerine göre karşılık görmeleri olarak anlatikmiştir. O halde uhrevî ecza ve mükâfata kesin olarak inanmak gerekir.

3

"Yeryüzünü döşeyen de, onda oturaklı dağları ve ırmakları meydana getiren de, orada ürünlerin her birinden çift çift yetiştiren de, gündüzü gece ile örten de O'dur. Hiç şüphesiz bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır."

A- "Yeryüzünü döşeyen de, onda oturaklı dağları ve ırmakları meydana getiren de, orada ürünlerin her birinden çift çift yetiştiren de, gündüzü gece ile örten de O'dur."

Bundan, önce yükseklerdeki kanıtlar açıklandıktan sonra burada da dünyadaki deliller anlatılmaktadır.

Yani yeryüzünü enine boyuna döşeyen, onda sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren O'dur.

Bu kelâmda, ırmakların dağlarla beraber bir tek fitlin tümleci olarak zikredilmesi, işaret ediyor ki, dağlar, ırmakların menseldir. Ayrıca dağların, yeryüzünü, ayakların sabit basmasına halel getirecek sarsıntıdan ve buna bağlı olarak hayatin alt üst olmasından koruma faydası yanında başka bir faydasını daha beyan ediyor ki, dağlar su ve bitki çeşitleri ile hayat kaynağıdır.

Yine orada ürünlerin her birinden çift çift yetiştiren de Allah'tır (celle celâlühü). Yani dünyada bulunan ürünlerin her bir türünden iki çeşit ve iki sınıf yaratan da O'dur.

Ürünlerin iki çeşit ve sınıf olması, beyaz ve siyah olmaları gibi renk bakımındandır, yahut tatlı ve ekşi olmaları gibi tat bakımındandır, yahut küçük ve büyük olmaları gibi hacim bakımındandır, yahut sıcak ve soğuk olmaları gibi keyfiyet bakımındandır, yahut benzer vasıflar bakımındandır.

Gündüzü gece ile örtmek, zahiren gök âyetleri ile ilgili ise de, dünyadaki âyetler konusunda sayılması, dünyada gerçekleşmesi itibariyladır. Zira gece, dünyanın gölgesinden başka bir şey değildir. Nitekim dünyanın gölgesinin üstünde olan göklerde hiç gece yoktur. Bir de, gece ile gündüzün, ürünlerin oluşmasıyla ilgisi vardır. Üstelik gece ile gündüz de, ürünler gibi karşılıklı bir çifttir.

B - "- Hiç şüphesiz bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır."

Zikredilen bu olaylarda, yeryüzünün döşenmesinde, dağlarla direklendırilmesinde, nehirlerin akıtılmasında, ürünlerin yaratılmasında ve gecenin gündüzü örtmesinde, düşünen bir toplum için pek çok açık ve kuvvetli deliller vardır ki, bunlar, o hârika fiillerin sonuçlarıdır. Bunları Yaratanın hikmeti ne kadar da yücedir!

Âyette "düşünen bir toplum için" denilmiş, çünkü onları düşünmek, insanı sonuçta şöyle bir hükme götürür: Bütün bunların bu hârika nizam ve uygun tarzda var olmaları, her şeye muktedir olan, her işinde hikmet bulunan, istediğini yapan, dilediğini gerçekleştiren, hükmü engeli enemeyen bir Kudretin varlığını gerektirmektedir.

İşte Hamîd (her övgünün gerçek mercü) ve Mecîd (şan, şeref, ihsan ve keremin yegâne kaynağı) O'dur.

4

"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir tek su ile sulanır. Halbuki yemişlerinde onların bir kısmım bir kısmına üstün kılarız, işte bunlarda hiç şüphesiz aldım kullanan bir toplum için ibretler vardır."

A- "- Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır."

Burada diğer birtakım âyetler anlatılmaktadır. Yeryüzünde bırbirine bitişik, güzel, tuzlu; verimli, verimsiz; sert, yumuşak ve benzerleri gibi değişik vasıflarda birçok toprak parçaları ile üzüm bağları, hububatın her türünden ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır.

Hububat, hayatin direği olduğu halde, üzüm bağlarının ondan önce zikredilmesi, üzüm bağları diğer ürünlerden farklı, daha açık ve köklü olduğu içindir.

Yeryüzündeki toprak parçalarının özel halleri ve sıfatları, kudreti yüce Halikın Yaratanın, yeryüzünü yayıp döşerken sırf yaratmasıyla oluştuğu halde bu âyetteki "Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar" ifadesinin de onunla beraber zikredilmemesi, bu hallerin, o toprak parçaları için pek köklü sıfatlar oldukarına işaret içindir.

B- "- Bunların hepsi bir tek su ile sulanır."

Anlatılan yeryüzünün değişik vasiflardak bütün toprakları, üzüm bağları, ekinler ve hurma bahçelerinin hepsi, tek çeşit su ile sulanır; bu su ister yağmur suyu olsun, ister ırmak suyu olsun, tabiatında bir farklılık yoktur.

C- "- Halbuki yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız"

Bu meyvelerin oluşma sebepleri birbirine benzediği halde sırf kudret ve irademizle tatlarında bir kısmını bir kısmına üstün kılarız.

D- "- İşte bunlarda hiç şüphesiz aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır."

Aklını kullanan, bir toplum için, bunlarda birçok açık âyetler vardır. Zira bu acayip halleri akl edenler, tereddütsüz ve kesin olarak hükmeder ki, o birbirine bitişik, fakat vasıfları zıt olan toprak parçalarında bunca hârikaları yoktan var eden, sekileri, renklen, tatları ve kokulan farklı ürünleri yaratan ve onları gönüller açan bahçeler haline getiren Kudret, yok ettiği canlıları tekrar hayata döndürmeye de muktedirdir; hatta ona kıyasla bu daha kolaydır.

Bu hallerin kendileri âyetler oldukları halde "Bunlarda âyetler, ibretler" var denilmesi, büyük âyetler olduklarını ifade etmek içindir. Yahut "İşte bunlar" işareti ile, işaret edilenler, külk hallerdir; âyetler ise, değişik zamanlarda ve mekânlarda tedricî olarak oluşan birimleridir.

Bu hallerin, ibretti mânâlara delâleti, daha önce zikredilenlerden daha zahir olduğu için, bunların âyetler olmaları, sadece akl kullanmak şartına bağlanmıştır, işte bundan dolayıdır k, her akl sahibi için gayet açık olan, tatta birbirinden üstün kılınmaları farklılığından başka bir şey zikredilmemistir. Halbuki farklılık, diğer özelliklerde ve keyfiyetlerde de asgari bir düşünme ile anlaşılmaktadır. Sanki bunda düşünmeye bile hacet yoktur.

Bu kelâm, müşriklerin gerçek akıl sahipleri olmadıklarına tarizdir.

5

"Ey Resûlüm! Kafirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, onların:

Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız? demeleridir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar, boyunlarında tasmalar bulunanlardır ve işte onlar, ateş yaranıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır."

A- "- Ey Resûlüm! Kafirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, onların:

Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız? Demeleridir."

Ey Resûlüm Muhammed! Sen onların haline şaşıyorsun ama, asıl en çok şaşılacak şey, Allah'ın (celle celâlühü) her şeye kaadir olduğunun kanıtları olan ve sana gönderilen âyetleri gördükten sonra onların, böyle demeleridir.

Onların bu ret ve inkârlarının konusu, toprak olduktan sonra büfiil yeniden yaratılmaları değil, fakat buna istidatları olmasıdır.

Bu kelâm, onların azgınlık ve inkârlarda çok ileri gittiklerini apaçık bildirmektedir.

Bu hitabın, muhatap olabilecek herkes için geçerli olması caizdir. Yani ey bu âyetlere bakan kimseler! Bu hârikaları yaratanın kudretine mi şaşıyorsunuz? Öyleyse bu deliller ortada iken, Allah'ın (celle celâlühü) ölümden sonra yeniden yaratmaya muktedir olduğunu inkâr edenlere daha çok şaşmaksınız; çünkü bu, ondan daha kolaydır.

Ancak "Müşrikler, senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar." (Ra'd 13/6) ifadesine en münasip düşen, birinci görüştür.

B- "- İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar, boyunlarında tasmalar bulunanlardır ve işte onlar, ateş yaranıdır. Onlar orada ebedî kaiacaklardir."

Basiret sahiplerini îmâna zorlayan o açıklanan büyük âyetleri gördükleri halde Allah'ın (celle celâlühü), ölümden sonra yeniden yaratma kudretini inkâr edenler, Rablerini inkâr edip bu inkârlarını ısrarla sürdürenlerdir.

Zira onların, Allah'ın (celle celâlühü) kudretini inkâr etmeleri, Rablerini inkârdır; hem de nasıl bir inkârdır! Ve işte onlar, boyunlarında, kendisinden kurtulmaları imkânsız olan dalâlet tasmaları bulunanlardır.

Yahut kıyamet günü onların boyunlarına tasmalar takılacaktır. Ve işte zikredilen vasıfları taşıyanlar, cehennem yaranıdır; onlar orada temelli kalacaklardır.

6

"O müşrikler, bir de, senden o iyilikten önce o kötülüğü acele istiyorlar. Halbuki kendilerinden önce nice benzer azap örnekleri gelip geçmiştir.

Hiç şüphesiz insanlar zulmettikleri halde Rabbin onlar için mağfiret sahibidir. Hiç şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir."

A- "- O müşrikler, bir de senden, o iyilikten önce o kötülüğü acele istiyorlar. Halbuki kendilerinden önce nice benzer azap örnekleri gelip geçmiştir."

Müşrikler, kendileri için afiyet ve ihsan olan mühletten önce, uyarıldıkları azabı acele istiyorlar. Nitekim onlar, Resûlüllah'ın uyarısıyla alay ederek bunu istemişlerdi.

Halbuki kendilerinden önce kendileri gibi hakkı yalanlayanların nice azap benzerleri gelip geçmiştir. Şu halde onlara ne oluyor ki, onlardan ibret almıyorlar ve benzer azapların kendilerine de inmesinden çekinmiyorlar!

"Hiç şüphesiz insanlar zulmettikleri halde Rabbin onlar için mağfiret sahibidir. Hiç şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir." (Ve inne rabbeke lezû mağfiratin linnâsi alâ zulmıhim ve inne rabbeke le-şedîdül-ıkaab).

İnsanlar, günahlar ve suçlar islemek suretiyle kendi nefislerine zulmettikleri halde hiç şüphesiz Rabbin onlar için bağışlayıcıdır; insanlar zâlim de olsalar, Rabbin, onların cezasını acilen vermez; cezalarını tehir etmekle onlara mühlet verir.

Hiç şüphesiz Rabbinin azabı da pek çetindir; onlardan dilediğine dilediği zaman azap eder. Bu itibarla onların acele olarak istedikleri azabın tehiri, tamamen ihmal edildiği için değildir.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın affı ve müsamahası olmasaydı, hiç kimse rahat bir hayat yaşamazdı. O'nun ceza vaadi ve azabı da olmasaydı, insanlar birbirini yerdi."

7

"Kâfirler diyorlar ki:

Ona, Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi! Sen ancak bir uyarıcısın. Zaten her toplumun bir rehberi vardır."

A- "- Kâfirler diyorlar ki:

Ona, Rabbinden bir mucize indirilmek değil miydi!"

Bunu söyleyenler de, İlâhî azabı alay yoluyla acele isteyenlerdir. Onların kâfirler olarak ifade edilmeleri, kendilerini zemmetmek ve karşısında sağır dağların bile secdeye kapandığı Allah'ın (celle celâlühü) o büyük âyetlerini inkâr etmelerini teşhir etmektir.

Onlar, başlarını kaldırıp bu âyetlere bakmamışlar bile ve onları âyetler cinsinden bile saymamışlar ve onlar inat ve serkeşliklerinin ifadesi olarak:

"Ona da, Mûsâ (aleyhisselâm) ve İsa'ya (aleyhisselâm) indirilen âyetler gibi bir âyet indirilmek değil miydi!" demişlerdir. Yoksa, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olan en küçük âyette bile, gerçek akıl sahiplerine ye terk ibret vardır.

B- "- Sen ancak bir uyarıcısın. Zaten her toplumun bir rehberi vardır."

Yani ey Resûlüm! Sen de, senden önceki peygamberler gibi ancak bir uyarıcısın; yaptıklarının kötü sonuçlarını onlara bil diriyorsun; sana düşen de ancak, peygamberliğini bildiren delilleri ortaya koymaktır ve bu da ziyadesiyle hâsıl olmuştur; onların istedikleri âyetleri getirerek onları ilzam edip susturmak ise, gerekli değildir.

Ve her toplumun hususi bir peygamberi vardır; o peygamberin hususi bir hidâyeti vardır; bu hidâyetin sınırını ancak Allah (celle celâlühü) bilir. Yahut her toplumun, şanı yüce kaadir bir hidâyetçisi vardır ki, O da Allah'tır (celle celâlühü).

Sana düşen ise yalnız uyarmaktır. Onun için onların inatlarına ve sana indirilmiş olan âyetleri inkâr etmelerine, onları hafife almalarına aldırma!

8

"Her dişinin neye gebe kaldığını, rahimlerinin de neyi eksik, neyi ziyade edeceğini ancak Allah bilir. Zaten O'nun katinda her şey ölçü iledir."

A- "- Her dişinin neye gebe kaldığını, rahimlerinin de neyi eksik, neyi ziyade edeceğim ancak Allah bilir."

Bundan önceki gerçeklerin beyanından sonra burada da Allah (celle celâlühü), ilim ve kudretinin sonsuzluğuna, hikmet ve maslahatlara bina edilmiş olan kaza ile kaderinin her şeyi kapsadığına delâlet eden hakikatleri zikretmektedir.

Bundan amaç, her topluma muayyen türden âyetlerin tahsis edilmesinin, bunu gerektiren hikmetlere binaen olduğuna dikkat çekmektir. Bununla, Allah (celle celâlühü), onların hidâyetine son derece kaadir olduğunu göstermektedir.

Fakat bununla beraber Allah fi, hiç kimseye öğretmediği hikmetinin gereği olarak ancak, dilediği kimseyi hidâyete eriştirir.

Sonuçta her dişinin neye gebe olduğunu, yalnız ceninin tekâmülünden sonra değil, fakat ana rahmine düştüğü andan itibaren doğuncaya kadar, yine, rahimlerinin de, ceninin büyüklüğü ve küçüklüğü gibi cüsse olarak ve hamilelik süresinden az bir zamanda veya daha fazla bir zamanda doğması gibi müddet olarak, neyi eksik, neyi ziyade edeceğini ancak Allah (celle celâlühü) bilir.

Deniliyor ki, Dahhâk, iki senede doğmuştur. (Hamilelik süresi iki sene sürmüştür.) Herîm b. Hayyân ise dört senede doğmuştur, işte bundan dolayı kendisine herîm (ihtiyar) adı verilmiştir.

Yine, doğacak çocukların sayısını da, ana rahmine düştüğü andan itibaren ancak Allah (celle celâlühü) bilir.

Rivâyet olunuyor ki, Şerik dördüz olarak doğmuş

B- "- Zaten O'nun katinda her şey ölçü iledir."

Allah (celle celâlühü) katında her şeyin bir ölçüsü vardır; o ölçünün dışına taşılması mümkün değildir. Nitekim başka bir âyette de, "Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer 54/49) denilmektedir. Zira öz madde olsun, onun vasıfları olsun, vücuda gelen her şeyin, yaratilış aşamalarının her birinde belli bir vakti ve özel bir hak vardır; bunun dışına çıkılamaz.

9

"O, gizliyi de, açığı da bilendir; O, pek büyüktür, yücedir."

Allah (celle celâlühü), hissedilemeyen varlıkları da, hissedilen varlıkları da yegâne bilendir.

Bir görüşe göre de, burada gizli, mevcut olmayan, açık da mevcut olan demektir.

10

"Sizden, sözü gizleyen ile onu açığa vuran ve geceleyin saklanan ile gündüzün dolaşan kimselerin halleri O'na göre birdir."

Allah (celle celâlühü), bundan önce bütün yaratılış aşamalarında insanın bütün hallerini bildiğini ve ilminin, gizli âlemi de, açık âlemi de kuşattığını beyan buyurduktan sonra burada da insanların yaptıkları bütün fiilleri ve sözleri de bildiğini ve Kendi ilmine göre açık ile gizli arasında fark bulunmadığını beyan etmektedir.

Âyette gizli ve saklının önce zikredilmesi, O'nun sonsuz ilmini izhar etmek içindir. Yani sanki Allah (celle celâlühü), gizli ve saklı olan şeyleri açık olanlardan önce bilmektedir. Yoksa yukarıda belirtıldiği gibi, hakikatte O'nun ilmine göre hepsi eşittir.

11

"Önünde ve arkasında onu Allah'ın azabından koruyan takipçi melekler vardır. Bir toplum, kendilerinde olan ahlâkı bozmadıkça, Allah, onlardaki saadeti kesinlikle bozmaz. Allah bir topluma bir kötülük dileyince de, artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur. Zaten onların Allah'tan başka bir yardımcıları da yoktur."

A- "- Önünde ve arkasında onu Allah'ın azabından koruyan takipçi melekler vardır."

Bir şeyi gizleyenin de, onu açığa vuranın da ve geceleyin saklananın da, gündüz dolaşanın da önünde, arkasında ve her tarafında takipçi melekler vardır. Yahut yaptığı ve yapacağı amelleri vardır.

Günah işlediği zaman o melekler, kendisine mühlet vermek ve mağfiret dilemek suretiyle onları Allah'ın (celle celâlühü) azabından korurlar. Yahut onları zararlardan korurlar. Yahut o melekler, Allah'ın (celle celâlühü) emri için onların hallerini denetlerler.

Bir diğer görüşe göre ise, bu takipçiler, sultanların etrafında, kendilerince onları Allah'ın (celle celâlühü) kaderinden koruyan bekçiler ve muhafızlardır.

B- "- Bir toplum, kendilerinde olan ahlâkı bozmadıkça, Allah, onlardaki saadeti kesinlikle bozmaz."

Bir toplum, kendi iyi davranışlarını, yahut Allah'ın (celle celâlühü), insanlar üzerinde yarattığı İlâhî fıtratı ve iyilik melekelerini bozmadıkça, onları zıtlanyla değiştirmedikçe, Allah (celle celâlühü) da onlardaki nimet ve afiyeti bozmaz.

C- "- Allah bir topluma bir kötülük dileyince de, artik onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur. Zaten onların Allah'tan başka bir yardımcıları da yoktur."

Bir toplumun kötü seçiminden dolayı ve müstahak olmasından ötürü, Allah (celle celâlühü) onlara bir kötülük dileyince de, artık onun geri çevrilmesi imkânsızdır. Ve onların işlerini düzene sokup kendi elleriyle, kendilerindeki iyi hak bozmalarından dolayı Allah'ın (celle celâlühü) onlar için dilediği kötülüğü engelleyecek bir yardımcıları da yoktur.

Bu kelâm, delâlet ediyor ki, Allah'ın (celle celâlühü) muradının gerçekleşmemesi imkânsızdır. Yine bu kelâm, zımnen bildiriyor ki, onlar doğrudan doğruya ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmek, cezanın acilen gelmesini istemek ve başkaca mucizeler dilemekle, kendilerindeki fıtratı değiştirmişler ve bundan dolayı da Allah'ın (celle celâlühü) gazabına ve azabına müstahak olmuşlardır.

12

"Korku ve ümit için size o şimşeği gösteren ve yağmur yüklü ağır bulutları meydana getiren de yalnız O'dur."

Yıldırımdan korkmak ve yağmuru umut etmek için size şimşeği gösteren yalnız O'dur.

Korkunun ümitten önce zikredilmesinin sebebi, açıktır; çünkü korku konusu, kişinin nefsidir veya hazırlanmış rızkıdır. Umut konusu ise beklenen rızktır.

13

"Gök gürültüsü, Allah'ı övmekle tesbih eder; melekler de O'nun heybetinden dolayı tesbih ederler. Onlar Allah hakkında çekişip dururken O, yıldırımlar gönderir de, onları dilediğine isabet ettirir. O, azabı da pek çetin olandır."

A- "Gök gürültüsü, Allah'ı övmekle tesbih eder; "

Yağmur bekleyen insanlar, gök gürültüsü duyduklarında "Sübhânallâhı ve'l-hamdü hilâli / Allah'ı tesbih ederiz, Allah'a hamd olsun" diyerek korku ve ümitlerini ifade ederler.

Bunun gök gürültüsüne isnat edilmesi, onun, insanları buna sevk etmesinden dolayıdır.

Yahut gök gürültüsü kendisi, Allah'ı tesbih eder, demektir. Yani gök gürültüsü, Allah'ın birliğine ve O'nun lütûfkâr olduğuna delâlet etmektedir; bu da, hamdini gerektirmektedir.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) gök gürlemesı karsısında, "Sübhâne men vüsebbihur-ra'du bi-hamdihî / Gök gürültüsünün kendisine övmekle tesbih ettiği Rabbimi tesbih ederim" dediği rivâyet edilmiştir.

Gürültü şiddetlenince de, "Allahümme lâ taktülnâ, bi-ğazabike ve lâ tühkknâ bi-azâbike ve âfinâ kable zâkke / Allahım, bizi gazabınla öldürme, bizi azabınla helâk etme ve ondan önce bize afiyet ihsan et" derdi.

Hazret-i Ali'nin de, gök gürlemesme karşı, "Senin tesbih ettiğini ben de tesbih ederim" dediği rivâyet edilmiştir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Yahudiler, Peygamberimize gök gürültüsünün ne olduğunu sordular. Peygamberimiz buyurdu kı:

- O, Meleklerden bir melek olup bulutların idaresiyle vazifekdir; elinde ateş kılıçları vardır; onlarla bulutları sevk etmektedir."

Hasen'den rivâyet olunduğuna göre: "Gök gürültüsü gibi hâdiselerle vazifeli olanlar, melekler değil. Allah'ın (celle celâlühü) başka mahlûklarıdır."

B- "- Melekler de O'nun heybetinden dolayı tesbih ederler."

Yani melekler Allah'ın (celle celâlühü) celâlinden dolayı, yahut gök gürültüsünün heybetinden dolayı Allah'ı (celle celâlühü) tesbih ederler.

C- "- Onlar Allah hakkında çekişip dururken O, yıldırımlar gönderir de, onları dilediğine isabet ettirir."

Buradaki muhataplar da, "Korku ve ümit için size o şimşeği gösteren..." âyetindeki muhataplardır. Onlara hitap kıpı ile hitap edilmemesi, onların hitap derecesinden düşürüldüklerini, onlardan yüz çevrildiğini zımnen bildirmek ve hitaba ehil olan herkese bunların cinayetlerini saymak içindir.

Yani şimşekleri göstermek, yağmur yüklü bulutları meydana getirmek ve yıldırımları göndermek gibi O'nun sonsuz ilmine ve kudretine delâlet eden o hârika hâdiseleri gerçekleştiren yalnız O'dur. Bunları îmanklar akıl etmektedir.

Yahut yıldırımları gönderen, gök gürültüsüdür. Yahut vazifek melektir. Ve diğer melekler de, bunun gereği olan tesbihi, hamdı ifa ederler ve O'nun heybetinden korkarlar.

Ve halleri zikredilen kâfirler, zelil, değersiz ve hakir oldukları halde Allah (celle celâlühü) hakkında çekişip dururlar. Nitekim onlar, ölüm ötesi hayatı inkâr ederler; alay yoluyla acele azap isterler ve başka mucizeler talep ederler.

Bu âyette kastedilen, Lebîd'în kardeşi Erbed b. Rebîa'ya isabet eden yıldırımdır. Şöyle ki, Erbed b. Rebîa ile Amir b. Tufeyl, suikast için Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldiler. Onlar Mescide girdiklerinde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir grup sahabi ile birlikte oturuyordu. Amiri gördüklerinde dikkatle onun cemaline baktılar. Âmir, en yakışıklı insanlardan biri idi.

Âmir, arkadaşı Erbed'e:

"- Sen, benim Muhammed'le konuşmaya başladığımı görünce, onun arkasından dolaş ve kılıçla vur!" diye önceden ona takmat vermişti.

Sonra Amir, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmaya başlayınca, Erbed, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) arkasına dolaştı; sonra kılıcını kınından bir karış kadar çekti, işte o anda Allah (celle celâlühü), onu durdurdu; kılıcını çıkaramadı. Âmir de, durmadan ona "Vur!" işareti veriyordu.

O anda Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de o hali gördü ve:

"- Allah'ım! Dilediğin bir şeyle ikisinin de müstahakkını ver!" diye dua etti. Hava açık bir yaz günü olduğu halde aniden Erbed'e bir yıldırım isabet etti, onu yaktı. Amir de kaçmaya başladı; sonra Selûk kabilesinden bir kadının evine konuk oldu. Sabah olunca silahını kuşandı. Fakat korkudan beti benzi gitmişti. Sonra atma bindi ve çölde atını koşturup:

"- Ey Ölüm Meleği! Sana meydan okuyorum!" diye şiir okumaya başladı ve şunu dedi:

"- Lât'a yemin ederim ki, eğer Muhammed ile Ölüm Meleği, çölde karşıma çıkarsa, mızrağımla ikisini de delik deşik edeceğim!"

O anda Allah (celle celâlühü), bir melek gönderdi: melek kanadıyla bir tokat vurup onu yere çarptı; hemen onun dizinde büyük bir şiş meydana geldi. Bunun üzerine Amir, yine o Selûk kadının evine döndü ve şunu söyledi:

"- Deve şişi gibi bir şiş ve Selûk kadının evinde bir ölüm!.." Sonra atına binip evine doğru yola çıktı ve yolda atın sırtında öldü.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetten kastedilen, Hasen'den rivâyet edilen şu hâdisedir: Arap azgınlarından bir adam vardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ona ashabtan bir cemaat gönderip kendisini Allah'a (celle celâlühü) ibadet etmeye davet etti. O da, sahâbîlere:

"- Bana söyler misiniz; beni ibadetine davet ettiğiniz İlah, kimdir? Maddesi nedir? Altından mıdır, gümüşten midir, bakırdan mıdır, demirden midir, }roksa inciden midir? dedi.

Onun bu sözleri, sahabenin çok ağrına gitti ve hemen Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanma döndüler ve:

Resûlallah! Bu adam kadar kâfir kalpli ve Allah'a isyankâr görmedik! dediler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Tekrar ona gidin!" buyurdu. Sahabîler tekrar gittiklerinde yine eski sözünü tekrarladı, hatta daha da çirkinini söyledi. Sahabîler yine Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yamna dönüp yaptıklarını anlattılar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yine:

"- Tekrar ona gidin!" buyurdu. Sahabîler bu kez onunla tartışırken, birden gökte bir bulut beliriverdi; gök gürlemeye başladı; şimşek çaktı ve yıldırım o kâfiri çarpıp kendisim yaktı. Sahabîler bunu Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermek için yola koyulup koşmaya başladılar. Onları ashab karşıladı ve

Sizin adamınız yandı! dediler. Onlar da:

Siz nereden biliyorsunuz? Deyince ashab:

Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy geldi, dediler.

D- "- O, mihak (azabı) da pek çetin olandır."

Allah'ın (celle celâlühü) kuvvet ve kudreti pek çetindir.

14

"Hak dua, ancak O'na olandır. O'ndan başka dua ettikleri putlar, kendilerine hiçbir şeyle karşılık veremezler. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir ki, su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası da ancak sapıklıktadır."

A- "Hak dua, ancak O'na olandır."

Yerini bulan ve kabul olan dua, yalnız O'na olan duadır. Âyetin metninde duanın, hak kelimesine izafe edilmesi, onun, hakla alâkadar olduğunu, hakkın ona mahsus olduğunu, bâtıl ve dalâlet: şaibesinden uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın (celle celâlühü) huzuruna layık olan dua, ancak O'nun içindir; icabete şayandır. Nitekim bu kabilden olarak Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurur ki:

"- Kimin hicreti Allah'a ve Resulüne ise, onun hicreti Allah'a ve Resulüne dır (Yani gerçek hicrettir.)" Ancak birinci görüş tercihe daha şayandır. Çünkü bundan sonra gelecek "Kâfirlerin duası da ancak sapılclıktadır" cümlesi de buna delildir.

Bu cümle ile bundan önceki cümlenin makabli ile bağlantısı, eğer bu âyet Erbed ile Âmir hakkında nazil olmuşsa, Erbed ile Amirin helâk edilmesinin, Allah'tan (celle celâlühü) bir azap ile ve Resûlüllah'ın onlara olan bedduasının icabeti ile olması itibariyladır. Yahut kâfirlerin, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı mücadele vermeleri yüzünden onlara azabının geleceği vaadi ve duasının onların aleyhinde icabetiyle sakındırılmaları itibariyladir.

B- "- O'ndan başka dua ettikleri putlar, kendilerine hiçbir şeyle karşılık veremezler. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir kı, su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası da ancak sapıklıktadır."

O müşriklerin Allah'tan (celle celâlühü) başka dua ettikleri putlar, taleplerinden hiçbir şeye karşılık vermezler. Onlar ancak eline kap gibi bir şey almadan, kendiliğinden ağzına su gelsin diye, uzaktan suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir ki, su asla onun ağzına girecek değildir. Çünkü su, şuursuz bir varlık olup onun susuzluğunu asla anlamaz ve onun istediği gibi, suyun, onun ağzına girebilmesi şöyle dursun, su elini bile ona uzatamaz.

Bu kelâmda, müşriklerin, İlahlarına olan dualarından hiçbir şeyin hâsıl olmaması ve bu konudaki görüşlerinin sakat olması bakımından onların hali, ne yapacağını bilmeyen, bazen su ağzına gelsin diye uzaktan elini suya doğru uzatan şaşkın bir susuzun haline benzetilmektedir.

Ancak bu benzetmede iki tarafın bütün yönleriyle birbirine benzemesi mülâhaza edilmemektedir. Çünkü su haddi zatında faydalı bir şeydir. Onların ilâhları ise böyle değildir.

Bu kelâmdan kastedilen, bu duaya icabetin hiç olmayacağıdır. Ancak bu kelâm, onlarla istihza etmek makamında kullanılmıştır. Yani onların duasının icabeti, imkânsız bir şeyin gerçeklemesine bağlanmıştır.

15

"Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez, yalnız Allah'a secde ederler."

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar ve cinler de, bunlardan gölgesi olanların, yani insanların gölgesi de, sabah aksam ister istemez, yalnız Allah'a fiş- secde ederler;

O'ndan başka ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak hiçbir şeye secde etmezler; boyun eğmezler. Zira apaçık bir hakikattir ki, hepsi isteseler de, istemeseler de, Allah'ın azametine, ondaki var etme ve yok etme hükmüne boyun eğmek zorundadırlar; O'nun hükmünden başka hiçbir varlığın hükmünün müdahalesi olamaz.

Bu ilâhî hüküm, bütün vakitler için geçerli olduğu halde sabah ile akşamın zikre tahsis edilmesi, bu iki vakitte daha bariz olmasından dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, burada secdeden murat, gerçek secdedir. Zira kâfirler de, mecburiyet halinde secdeyi Allah'a (celle celâlühü) tahsis ediyorlardı. Nitekim bir âyette meal olarak şöyle denilmektedir: "Onlar, gemiye bindikleri, zaman, elini yalnız O'na tahsis kılarak yalnız Allah'a yalvarırlar" (Ankebût 29/65).

İnsanların gölgelerinin de Allah'a (celle celâlühü) secde etmelerinin izahına gelince, mümkündür ki, Allah (celle celâlühü), gölgelerde de bir nevi anlayış ve akıl yaratır da, onunla Allah'a (celle celâlühü) secde ederler.

Nitekim Allah (celle celâlühü), bu anlayış ve aklı dağlar için de yaratmış da, dağlar tesbih ile meşgul olmuşlar ve tecelli eserleri dağlarda meydana gelmiştir. İbnü'l-Enbârî böyle demektedir.

Gölgelerin secdesinden, gölge sahibine bağlı olarak onlarda da görülen secde şekli de, kastedılebilir.

Ancak malûmunuz olduğu üzere kâfirin, şiddet ve zaruret hâlinde secdesini yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis etmesi bir fayda vermez. Zira onların, rahatlık zamanlarında putlarına tapmaları, âyetin ifade ettiği hasretme mânâsına halel getirmektedir.

Bundan dolayı en isabetli izah, bu secdenin boyun eğmek anlamında olmasıdır. Bir de, hepsinin var etmede ve yok etmede boyun eğdikleri gerçeğini ortaya koymak, o kâfirlerin, Allah'tan (celle celâlühü) başkasını dost edinmelerinden dolayı kendilerini lçrnamak, onların, Allah'a (celle celâlühü) secde etmeleri gerçeğini ortaya koymaktan daha etkilidir.

Bütiin varlıklar, Allah'a (celle celâlühü) boyun eğdikleri halde burada yalnız akıl sahibi olan varlıklar zikre tahsis edilmiş, çünkü varlıklar içinde umde olan onlardır ve onların boyun eğmeleri, diğer varlıkların da boyun eğdiklerine delildir. Kaldı ki, bundan sonraki âyette bu beyan edilmektedir.

16

"Ey Resûlüm! De ki:

-Şu göklerin ve bu yerin Rabbi kimdir? De ki:

Allah'tır! De ki:

O halde O'ndan başka, kendilerine hiçbir fayda veya zarar vermek gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz? De ki:

Kör ile gören bir olur mu hiç! Yahut o karanlıklar ile bu aydınlık, bir olur mu hiç! Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki:

- Allah her şeyi yaratandır ve O, bir tektir; mutlak hükümrandır."

A- "- Ey Resûlüm! De ki.:

-Şu göklerin ve bu yerin Rabbi kimdir?"

Bu kelâm, göklerin, yerin ve her ikisinde bulunan bütün varlıkların mutlak yaratıcısının ve onların bütün hallerinde Mütevelksinin yegâne hâldmı Allah (celle celâlühü) olduğu hakikatini ortaya koymaktadır.

B- "- De ki:

Allah'tır!"

Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), böyle cevap vermesinin emredilmesi, bu cevabın değişmez olduğunu, kendisi ile hasmın, bu cevapta eşit olduklarını zımnen bildirmek, içindir. Yahut bu emir, onların itiraflarını hikâye etme emridir.

Bu da, bu hususun, onlar için de kaçınılmaz olduğunu bildirmek içindir. Sanki şöyle denilmiştir:

Ey Resûlüm! Onların itiraflarını hikâye et; böylece onların aleyhinde sabit olan hüccet ile onları sustur. Yahut bu emir, ilzam edilmekten kaçınmak için, eğer cevapta tereddüt ederlerse, kendilerine bu cevabı telkin etmek içindir. Zira onlar o durumda inkâra muktedir olamazlar.

C- "De kı:

O halde O'ndan başka, kendilerine hiçbir fayda veya zarar vermek gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?"

Ey Resûlüm! Onları ilzam edip susturmak için de kı; göklerin ve yerin Rabbinin emrine, onlarda bulunan her şeyin boyun eğdiğini anladıktan sonra da mı O'ndan başka, üstelik âciz dostlar edineceksiniz? O dostlar kı, başkasına fayda temin etmek ve başkasına zarar verebilmek şöyle dursun, kendi nefislerine bile bir fayda veremezler veya gelecek zararı önleyemezler.

Hulâsa,  sız, göklerin ve yerin Rabbinin Allah (celle celâlühü) olduğunu anladıktan sonra da mı O'ndan başka âciz dostlar edindiniz? Halbuki bu gerçeği bildiğinize göre, siz yalnız O'nu dost edinmekydiniz; ama siz bunun aksını yaptınız.

Bu kelâm da,

"-İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi sız Beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? "(Kehf 18/50) mealindeki âyet kabilindendir.

D- "- De ki:

- Kör ile gören bir olur mu hiç!"

Burada o kâfirlerin çürük görüşleri, hissedilen şeyler suretiyle tasvir edilmektedir. Ey Resûlüm! İbadeti ve onun müstahakkını bilmeyen cahil müşrik ile bunu bilen tevhit ehlinin bir olması mümkün mü, diye sor onlara. ..

Birincisi her şeyden gafil olan sözde mabud, ikincisi de her şeyi bilen gerçek mabud anlamında da kullanılmış olabilir.

E- "- Yahut o karanlıklar ile bu aydınlık, bir olur mu hiç!"

O küfür ve dalâletten ibaret olan karanlıklarla tevhit ve îmandan ibaret olan aydınlık hiç bir olabilir mi?

F- "- Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü?"

Bundan önceki kelâm-ı kerim, şu gerçekleri bildirdi: Kâfirlerin. Allah'ın (celle celâlühü) dışında bir mabud olarak putları dost edinmeleri, sırf dalâlet ve bariz hatadan ibarettir. Bunun bâtıl olduğu herkesçe açıktır. Onlar bu halleriyle, hiçbir şeye yol bulamayan kör gibidirler.

Onların lehine hüccet olmak şöyle dursun, yanlışlarına kaynak teşkl edecek bir şüphe bile mevcut değildir, işte bu hakikatler, bu kelâm ile de tekit edilmektedir.

Yani onlar, Allah'a fi, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar koşmadılar k, bu yaratmalar kendilerince birbirine benzer görünsün ve: "İşte bunlar da, O'nun yaratması gibi yarattılar ve O ibadete müstahak olduğu gibi bunlar da bu sebeple ibadete müstahaktır" dıyebilsinler de, bu da onların hatasına kaynak teşkil etsin... Aksine onlar, tamamen yaratma kudretinden uzak olan şeyleri O'na ortak koştular.

Bu kelâm, onların fikirlerinin çürüküğüne açıkça tariz ve onlarla istihza anlamını taşımaktadır.

G- "- De k:

- Allah her şeyi yaratandır ve O, bir tektir; mutlak hükümrandır."

Ey Resûlüm! Hakkı tahkik ve onları hakka irşat için de ki; Allah (celle celâlühü) her şeyi yaratandır; O'ndan başka yaratan yoktur kı, ibadet istihkakında O'na ortak olsun ve O, İlahlıkta bir tektir; yegâne İlahdır; her şeye hükümrandır. O halde O'nun ortağı olması nasıl düşünülebilir!

17

"O, gökten bir su indirdi de dereler kendi durumlarınca sel olup aktı. Bu sel de, üstte kabaran köpüğü yüklenip taşımıştır.

Süs veya eşya yapmak isteyerek ateşte eritilen şeylerde de benzeri köpükler olur.

İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük "hiç" olur gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır.

İşte Allah böyle misaller vermektedir."

Bundan önce müşriker ve sirk, körlüğe ve karanlıklara benzetildi; tevhit ehli ve tevhit de, görmeye ve aydınlığa benzetildi.

Bu âyette de, ınahz-ı hak olan Kur’ân-ı Azimüsşanin Cenab-ı Allah tarafından, istidatları farklı olan boş kalplere akması, tefekkür ve hıfz olarak kalplere, müzâkere ve tilâvet olarak da dillere akması; ruhanî hayat ile bağlı olarak kalplere ve dillere yerleşmesi, gökten yağan yağmurların, insanların muhtaç olduklar menfaatleri sunmak üzere yeryüzünü ve üzerindekileri ihya etmek için, İlâhî hikmetin gerektirdiği miktarda kuru derelerde o zanıânâ değin olmayan seller halinde akmasına benzetilmiş;

Kur’ân, ruhları süslemek, ebedî sevince ulaştırmak ve iki cihanda faydaların kaynağı olmak cihetiyle de, altin ile gümüşe ve kendilerinden uzun zaman faydalanılan âlet ve edevatın yapıldığı demir ve benzeri maddelere benzetilmiştir.

Kâfirlerin, kusurlu bakışlarından dolayı müptelâ oldukları bâtıl da, müdahalesiz olarak ve safiyetlerine (doğalarına) halel getirmeden kendiliğınden onların üstünde meydana gelip süratle yok olan köpüğe benzetilmiştir.

Yağmurun gökten inmesi, gök tarafından inmesi demektir.

Sel akan dereler de, bütün dereler değil, fakat yağmurun isabet ettiği bölgedeki derelerdir. Zira malûm olduğu üzere her yağan yağmur, bütün bölgelere yağmaz.

Derelerin kendi miktarlarınca (durumlarınca) sel olup akmaları, insanların menfaati için, Allah'ın (celle celâlühü) tayin buyurduğu ve hikmetinin gerektirdiği miktarda sel olup akması demektir.

Yahut derelerin büyüklük ve küçüklüğüne göre az Veya çok olarak değişik miktarlarda akmaları demektir. Bu sellerin miktarlarında farklılık, derelerin doluluk oranlarıyla değil, derelere akan küçük kanalların azlığı veya çokluğu ile alâkakdır. Zira küçük derelere akan sellerin kanalları, büyük derelere akan sellerin kanallarından daha az olur.

Sonuç olarak akan sellerde de, eritilen madenlerde de meydana gelen köpük, sonuçta bir "hiç" olup gider.

İnsanlara fayda veren saf su ve hâlis madde ise, yeryüzünde kalır. Şöyle ki, o suların bir kısmı, dere yataklarında kalır. Bir kısmı da yer damarlarından pınarlara, gözelere ve kuyulara geçer. Maden filizlerinin, bir kısmından süs eşyası, bir kısmından da çeşidi âlet-edevat yapılacak malzeme çıkar ve bunların hepsinden de uzun süre çeşitli faydalar temin edilir.

İşte Allah (celle celâlühü), irşat ve hidâyette son derece lütûfkâr ve inayet sahibi olduğunu göstermek için her konuda böyle hârika misaller vermektedir.

"işte Allah böyle misaller vermektedir" cümlesi, verilen temsilin şanını tazim etmekte ve daha önce zikredilen, "İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir" cümlesini de tekit etmektedir.

18

"Rablerinin emrine icabet edenler için en güzel mükâfat vardır.

Ona icabet etmeyenlere gelince, eğer yeryüzündeki şeylerin hepsi ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, kurtulmak için mutlaka onu feda ederlerdi.

İşte onlar yok mu, hesabın kötüsü onlarındır. Varacakları yer de cehennemdir. Ne kötü yatak!"

A- "- Rablerinin emrine icabet edenler için, en güzel mükâfat vardır."

Hak ile bâtılın mevcut halleri ile akıbetleri beyan edildikten sonra, burada da, teşvik ve uyarı olarak daveti ikmal etmek üzere hak ile bâtıl mensuplarının akıbetleri beyan edilmektedir.

Yüce Rabbimizin hakka dâvetleri pek çeşitlidir. Bu davetlerin en etkiksı de, bu gibi misaller verilerek yapılan davettir.

Çünkü bu davet seldi, anlayışsız kalplerin, hakikatleri anlamasına daha güzel vasıta olmakta ve serkeş nefislere boyun eğdirmek için de en güçlü vesile olmaktadır. Nasıl böyle olmasın ki, bu temsiller, aklî olan şeyleri, hissî (hissedilen) varlıklarla tasvir etmek ve uzak mânâları ünsiyet halinde göstermekten ibarettir.

O halde hangi davet icabete ve kabule bundan daha uygun olabilir?. Âyetteki güzel mükâfattan kastedilen cennettir.

B- "- Ona icabet etmeyenlere gelince, eğer yeryüzündeki şeylerin hepsi ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, kurtulmak için mudaka onu feda ederlerdi."

Yani Rablerinin emrine icabet etmeyip apaçık hakka karşı inat edenlere gelince, eğer yeryüzündeki malların bütün çeşitleri, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hepsi onun olsa, yahut dünya tarihi boyunca yeryüzünde elde edilmiş malların hepsi onun olsa ve onun yanında bir misli daha olsa, maruz kalacakları azaptan kurtulmak için mutlaka onu feda ederlerdi.

Bu kelâm, onları bekleyen azabın, hiçbir ifade ile anlatılamayacak kadar korkunç olduğunu bildirmektedir.

C- "- İşte onlar yok mu, hesabın kötüsü onlarındır. Varacakları yer de cehennemdir. Ne kötü yatak!"

Burada cehennem kelimesinin sarih olarak zikredilmiş olması, bundan önce onun karşıtı olarak zikredilen güzel mükâfatın da cennet olduğunu teyit etmektedir.

19

"Rabbinden sana indirilenin haktan ibaret olduğunu bilen kimse, körün ta kendisi gibi midir? Bunu ancak gerçek, akıl sahiplen düşünür."

A- "- Rabbinden sana indirilenin haktan ibaret olduğunu bilen kimse, körün ta kendisi gibi midir ?"

İndirilenden murat, Kur’ân'dır. Kur’ân, insanlara büyük menfaatler ve faydalar sağlamak bakımından gökten indirilen yağmur ile saf altına benzetilmiştir.

Haktan murat, ötesinde başka bir hak bulunmayan yegâne hak demektir. Yahut verilen misallerle kendisine işaret edilen hak demektir.

Yani yegâne hak olan Kur’ân'ı bilen kimse, dağın tepesinde yanan ateşi, göremeyen, en büyük ve yüksek mertebede bulunan bu Kitabı takdir etmeyen ve bu yüzden de cehalet karanlıklarında ve dalâlet çukurlarında şaşkın kalan kör kimse gibi olur mu hiç! Yahut kör kimseden murat, verilen misalleri anlamayan kimse demektir. Kör olarak ifade edilmesi, ziyadesiyle takbih içindir.

B- "- Bunu ancak gerçek akıl sahipleri düşünür."

Verilen misalleri düşünerek ikisinin arasındaki büyük farkı ve uzaklığı, ancak alışkanlık ve vehim engelinden tamamen kurtulmuş olan hâlis akıl sahiplen anlar.

20

"Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verilen sözü bozrnay anlardır."

Yani onlar, "Kaalû Belâ'da (Allah'ın ruhlara,

"- Ben sızın Rabbiniz degıl mıyım?" diye sorması üzerine, ruhların

"- Elbettekı Rabbimizsin' diye cevap verdiklerinde) Allah'ın (celle celâlühü) İlahlığını tanıd'klarına dâir olan ahdi yerine getirenler ve Allah'a (celle celâlühü) îman ile diğer sözler gibi Allah (celle celâlühü) veya kullar ile kendi aralarında verdikleri sözleri bozmayanlardır.

"Verilen sözü bozmayanlar" ifadesi, tahsisten sonra tamım kabilindendir. Ayrıca bu ifade, süreklilik mânâsını da tekit etmektedir.

21

"Ve onlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği bağları bitiştirenler ve Rablerinden sakınanlar ve kötü hesaptan korkan kimselerdir."

Yani onlar, sıla-ı rahim, mü’minlerin dostluğu ve hak üzerinde olan bütün peygamberlerden hiçbirini ayırmadan hepsine îman etmek hususunda Allah'ın (celle celâlühü) bitiştirilmesini emrettiği bağları bitiştirenlerdir. Buna, kediden tavuğa kadar, canlıların hukuku ve bütün insan hakları da dahildir.

Ve onlar, Rablerinin celâl ve heybetinden korkarlar da, bu yüzden emirlerine karşı gelmezler ve kendileri hesaba çekilmeden, önce kendi kendilerim hesaba çekerler. Bu da, daha önce zikredildıği gibi, bu hesabın son derece korkunç olduğuna delâlet etmektedir.

22

"Yine onlar, Rablerinin rızası uğruna sabreden, namazı da dosdoğru kılan ve kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve açık olarak harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar yok mu, dünya yurdunun güzel sonu yalnız onlarındır."

A-"- Yine onlar, Rablerinin rızası uğruna sabreden, namazı da dosdoğru kılan ve kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve açık olarak harcayan ve kötülüğü iyilike savan kimselerdir."

Onlar, insanlar için riya ve gösteriş, kendi nefsi için de ziynet ve kibir düşünmeksizin sadece Allah (celle celâlühü) rızasını talep etmek üzere, nefsin hoşlanmadığı şeylere sabreden, farz namazları dosdoğru kılan ve kendilerine verdiğimiz rızkın harcanması kendilerine farz olan kısmını gizli ve açık olarak harcayanlardır.

Burada gizli harcama, serveti bilinmeyenler veya zekâtı vermemeke itham edilmeyenler içindir. Yahut kendilerine açıkça zekât verildiğinde, onur meselesi yapıp onu almaktan kaçınanlara zekâtı gizlice vermek ve harcamak demektir. Zekâtı açık olarak vermek de, böyle olmayan içindir. Yahut gizli zekât vermek, farz olmayan zekât içindir ve açık olarak vermek de, farz zekât içindir.

Ve onlar, iyiliği kötülükle savan, kendilerine yapılan kötülüğe hoşgörüyle bakıp iyilik eden, yahut işledikleri kötülükten sonra onu taldben bir iyilik yapanlardır.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, "başkalarından kendilerine gelecek kötülüğü güzel sözlerle savanlar"dır.

Hasen'a göre onlar, mahrum bir akis alar bile, kendilerini mahrum bırakanlara verirler; kendilerine yapılan zulmü affederler; başkalan onlara sıla-ı rahimde bulunmasa da, onlar sıla-ı rahimde bulunurlar.

Ibn Keysan ise, onlar, günah işledikleri zaman tevbe ederler, sekinde yorumlamıştır.

Bir diğer görüşe göre de, onlar, dinen yasak olan bir şeyi gördükleri zaman, onu değiştirmeyi emrederler.

B- "- İşte onlar yok mu, dünya yurdunun güzel sonu yalnız onlarındır."

Yani o büyük sıfatlara ve güzel melekelere sahip olanlar yok mu, dünya yurdunun güzel sonu ve cennet yalnız onlarındır.

23

"O yurt, Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salâh ehli olanlarla beraber girecekler. Melekler de, her kapıdan onların yanına varacaklardır."

A- "- O yurt, Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salâh ehli olanlarla beraber girecekler."

Adn kelimesi, aslında ikamet etmek anlamındadır. Sonra cennetlerden birinin adı olmuştur.

Bir görüşe göre ise Adn, cennetin orta sidir.

Burada babalardan murat babalar ile annelerdir.

Yani onların ailelerinden faziletçe kendi mertebelerinde okmayanlar da, onların hatırı ve büyüklüğü hürmetine kendileriyle beraber Adn cennetlerine girerler.

Bu kelâm-ı kerim, derecelerin şefaade yükselebildiğine ve bu sıfatlara sahip olanların, aralarındak akrabalık ve bağlılıktan dolayı, fazla ünsiyet bulmaları için birlikte cennete girdiklerine delildir.

Âyette, salâh kaydının zikredilmesi, sadece nesep bağına sarılanların boş umutlarını kesmek içindir.

B- "- Melekler de, her kapıdan onların yanına varacaklardır."

Meleker de, konakların her kapısından, yahut yardım ve armağan kapılarından onların yanına varacakar.

24

"Melekler:

- Sabrettiğinizden dolayı size selam olsun! işte dünya yurdunun sonucu ne güzel! Diyecekler."

Melekler, bu şekilde selâmetin devamını onlara müjdeliyorlar. Yani bu büyük saadet, sabretmeniz sebebi iledir. Yahut katlandığınız meşakkat ve güçlüklerin bedelidir. Hulâsa,  eğer siz dünyada yorulduysanız, şimdi de istirahat edeceksiniz.

Zikredilen faziletlerin içinden burada yalnız sabrın zikre tahsis edilmesi, daha önce zikredildiği gibi, onların hepsinde sabrın katkısı var ve ilâve bir meziyeti de vardır ki, onların hepsinde işin dikreğıdir ve Allah (celle celâlühü) rızası için sabır olmadıkça, hiçbirine itibar edilmez.

Dünya yurdunun sonucundan murat cennettir.

Rivâyet: olunuyor ki, Peygamberimiz her sene başında şehitlerin mezarlarını ziyaret eder ve bu âyeti okurdu- Keza Dört Halife'nin (radıyallahü anh) de, bunu yaptıkları rivâyet olunmaktadır.

25

"Allah'ın ahdini kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştiriîmesini emrettiği bağları da koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar yok mu, işte lanet onlar içindir; kötü yurt da onlarındır."

Bu insanlardan kastedilenler, birinci grubun mukabik olanlar ve onların sıfatlarının zıtlarını taşıyanlardır. Yani bunlar, Allah'ın (celle celâlühü) ahdini ikrar ve kabul ile pekiştirdikten sonra onu bozarlar ve Allah'ın bitiştiriîmesini emrettiği bağları da koparırlar.

Nitekim hak üzerinde birleşmiş olan bütün peygamberlere îman etmek emredilmişken, onlar, o peygamberlerin bir kısmına îman ederler; bir kısmim ise inkâr ederler. Yine onlar, akraba haklarına, mü’minlerin dostluğuna ve daha önce sayılan diğer haklara da riâyet etmezler.

Âyette, onların, Rablerinden korkmadıkları, kötü akıbetten çekinmedikleri sarih olarak zikredilmemiş, çünkü onların Allah'ın (celle celâlühü) ahdini bozmaları ve anılan bağları koparmaları buna da delâlet etmektedir.

Yine bunların sabretmedikleri de zikredilmemiş, çünkü sabrın, sayılan iyilikler için tahakkukunun itibar edilmesi, bu iyiliklerin muteber olması içindir. Bu itibarla dünya kadar iyiliklerden uzak olan kimseler için sabrın zikredilmesinin bir sebebi yoktur.

Nitekim, feri hükümler şöyle dursun, îmanın aslı etrafında dolaşmayan kimselerin, namaz kılmadıklarının ve zekât vermediklerinin zikredilmesinin de bir sebebi yoktur.

Eğer harcamadan, nafile harcama kastedikrse, onun bu insanlarda bulunmaması da, Allah'ın (celle celâlühü) emrettiği bağların koparılmasına dahildir.

Kötülüğü iyilikle savmak ise, bu insanlarda bulunmadığı, geçen ifadelerden de, gelecek ifadelerden de açıkça anlaşılmaktadır.

Zira ahdi bozmakla ve emre muhalefet etmekle Allah'ın (celle celâlühü) ihsanına aldırmayan ve "yeryüzünde fesat çıkaranlar" cümlesinde de belirtildiği gibi, baştan zulüm etmek ve fitne koparmakla fesat çıkaran kimseden, kötülüğe iyilikle karşılık vermek nasıl düşünülebilir!

Kaldı kı, bunun zikredilmesi, "işte lanet onlar içindir..." cümlesiyle anlatılan cezaya sebep olmakta onun da katkısı olduğunu bildirir.

İşte lanet, yani Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinden uzaklaştırılırla onlar içindir ve dünyanın kötü akıbeti, yahut cehennem azabı onlarındır. Zira cehennem onların yurdudur.

Halbuki tefsirlerin çoğuna göre, anılan hususun, anılan cezaya katkısı olmadığı açıktır. Çünkü kötülüğe kötülükle karşılık vermeye izin verilmiştir. Ve kötü sözü iyi sözle savmak, keza kendisine zulmeden kimseye malî yardımda bulunmamak ve kendisiyle sila-ı rahmi kesene sıla-ı rahimde bulunmamak, sorumluluk gerektirmez.

Onun, bazı nafile hakların ihlâli konusunda bitiştirilmesi emredilenlere dahil edilmesinde ise bir sakınca yoktur. Çünkü onlara dahil edilmesi, bazı peygamberleri inkâr etmek, ana-babaya isyan etmek ve diğer vacip hakların terki gibi azimetlerin ihlalinin tâli hususlarından olması itibarıyladır.

26

"Allah dilediğine rızkı genişletir ve daraltır.

Onlar dünya hayatıyla şimardılar. Halbuki ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir."

A- "- Allah dilediğine rızkı genişletir ve daraltır."

Yani Allah (celle celâlühü), hiç kimsenin etkisi olmaksızın ve hikmeti hakkında bilgisi bulunmaksızın, hikmetinin gereği olarak, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Böylece bazen tedricî olarak azaba yaklaştırmak ve azabı arttırmak için kâfirin rızkını genişletir. Bazen de mükâfatı arttırmak için mü’minin rızkını daraltır. Şu halde kâfir, rızkının genişletildiğine aldanmamak ve mü’min de, rızkının daraltılmasından dolayı umutsuzluğa düşmemekdır.

B- "- Onlar dünya hayatıyla şimardılar."

Mekke halkı, Allah'ın (celle celâlühü) ihsanına sevinmek olarak değil, fakat gurur ve kibir olarak, dünya hayaüyla ve dünyada kendilerine verilen nimetlerle sunardılar.

C- "- Halbuki âhirdin yanında dünya hayati, geçici bir faydadan başka bir şey değildir."

Yani dünya hayati ve o hayatin nimetleri, âhiret nimetleri, yanında yolcunun kumanyası ve çobanın azığı gibi geçici bir faydadan ibarettir. Hulâsa,  onlar, âhiret nimetlerinden yüz çevirip dünya bazlarına razı oldular. Oysak onların, kendileriyle şımardıkları dünya nimetleri, yüz çevirdikleri âhiret nimetleri yanında faydası pek az ve çabuk tükenen şeylerdir.

27

"Kâfir olanlar diyorlar ki:

- Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi? De kı:

Şüphesiz Allah dilediğini saptırır; Kendisine yöneleni de hidâyete erdirir."

A- "Kâfir olanlar diyorlar ki:

Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mıydı?"

Bu kâfirlerden murat, Mekke halkıdır. Onların böyle kâfir olarak ifade edilmeleri, onları zemmetmek ve bu söyledikeriyle küfürlerini tescil etmek içindir. Zira onların bu söyledikeri, kibir ve inadın en son mertebesielir.

Onlara göre sanki Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olan o muazzam ve gayet açık mucizeler mucize değilmiş de, onlar, İlâhî hikmetin gerektirmediği ve gerçeklesmesinden sonra hiç kimsenin kabul etmemek gücü kalmayan bir takım fizik mucizeleri talep ettiler. İşte bundan dolayı onlara şöyle cevap verilmesi emi edilmiştir:

B- " De ki:

Şüphesiz Allah dilediğini, saptırır; Kendisine yöneleni de hidâyete erdirir."

Allah'ın (celle celâlühü) bu dilemesi, onu gerektiren bir hikmetin sonucudur. Yani o kendi hür ihtiyarını tahsiline harcadığı için onda sapıklık yaratır ve onu o sapıklığın bataklığında bırakır. Çünkü Allah (celle celâlühü), ona lütûfkâr olmanın ve kendisini irşat etmenin, bir fayda vermeyeceğini bilmektedir.

Yani ey Mekke kâfirleri! Kibir, inat, serkeşlik ve fesada batmak sıfatlarında sizin gibi olanlara bütün mucizeler gelse de, hidâyete, ermeleri mümkün değildir.

Buradak hidâyet, yüce Allah'a eriştiren hidâyettir; yoksa Cenâb-ı Allah'a eriştiren yolu mutlak olarak göstermek değildir; çünkü o, hidâyete erenlere mahsus değildir.

Bu ifadede hidâyet erenler için son derece büyük bir teşrif vardır. İn âb ede bulunmak, hakka yönelmek, nazil olan açık delillerin muhtevasını İyice tefekkür edip incelemektir. İnâbe kelimesinin asıl mânâsı, hayır nöbetine girmektir.

Bu ifade, azgınlık ve inatlarını tamamen bırakmaları için kâfirlere büyük bir teşviktir.

28

"Onlar îman eden kimselerdir. Kalpleri de Allah'ın zikriyle mutmain olur. Bilesiniz ki, kalpler, ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

A "Onlar îman eden kimselerdir."

Eğer hidâyetten, devanı eden bir hidâyet kastedikrse, izahı açıktır; çünkü îmanın buna sebep olduğu açıktır. Eğer olmayan hidâyetin ihdas edilmesi kastedikrse, bu takdirde îman edenlerden murat, gelecekte îman edenler, demektir. Nitekim "Takva sahipleri için hidâyettir." (Bakara 2/2) mealindeki âyet de bu kabilden olup, gelecekte takva sahibi olanlar, demektir. Yoksa îmanın kendisi, hidâyetin kendisine sebep olmaz.

B- "- Kalpleri de Allah'ın zikriyle mutmain olur."

Allah'ın zikri, kendisinde şüphe olmayan mucize kelâmıdır. Nitekim: "Bu indirdiğimiz mübarek bir zikirdir" (Enbiyâ 21/50), "Zikri Biz indirdik ve hiç şüphesiz onu Biz koruyacağız" (Hicr 15/9) denilmektedir.

Yani onlar, isteyecekleri Kur’ân'dan daha büyük bir mucize olmadığını bikirler.

C- "- Bilesiniz kı, kalpler, ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

Kalpler, nefislerin meylettiği dünyalıklaria değil, yalnız Allah'ın (celle celâlühü) zikriyle mutmain olur. Bu, açık bir gerçektir.

Diğer mucizeler içinde kalplerin yalnız Kur’ân'la mutmain olmasının izahı şöyledir: Diğer mucizeler, itminan ifade etmek bakımından, şanlı Kur’ân mesabesinde değildir. Çünkü Kur’ân kıyamete dek, bakidir; onu herkes görür ve bütün kalpler, onunla mutmain olur.

Bu âyet-i kerime bize bildiriyor ki, kâfirlerin, gerçeklen anlayan kalpleri yoktur; onların yürekleri, hava ve hevesler peşindedir. Nitekim onlar, Allah'ın (celle celâlühü) zikriyle mutmain olmadılar ve o, en açık ve kuvvetli mucize iken onu mucize saymadılar.

Diğer bir görüşe göre ise, kalpleri Allah (celle celâlühü) korkusundan mustarip iken, O'nun rahmet ve mağfiretini anmakla kalpleri mutmain olur. Nitekim başka bir âyette şöyle denilmektedir: "Sonra hem bedenleri, hem de kalpleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar." (Zümer 39/23).

Yahut oların kalpleri, Allah'ın birliğine delâlet eden delilleri anmakla, yahut Allah'ı anmakla, Onunla ünsiyet bulmak ve O'na bütün varlığıyla yönelmek ile mutmain olur. Bu takdirde hidâyetten murat, devamı ve sürekliliğidir.

29

"îman edip yararlı işler de yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir."

30

"Ey Resûlüm! Böylece kendisinden önce birçok ümmetler gelip geçen bir ümmete seni gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Halbuki onlar Rahmani inkâr ediyorlar. De ki:

- O Rahman benim Rabbimdir. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. Yalnız O'na tevekkül ettim ve tevbem (dönüşüm) de ancak O'nadır."

A- "- Ey Resûlüm! Böylece kendisinden önce birçok ümmetler gelip geçen bir ümmete seni gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Halbuki onlar Rahmani inkâr ediyorlar."

Ey Resûlüm! Böylece kendisinden önce birçok ümmetler gelip geçen bu ümmete seni bu açık ve kuvvetli mucize ile gönderdik ki, sana vahiy ettiğimiz bu şanı yüce Kitabı onlara okuyasın ve onlara rahmet olarak kendilerini hakka hidâyet edesin. Halbuki onlar, rahmeti her şeyi içine almış ve nimeti her şeyi kuşatmış olan Rahmani inkâr ediyorlar.

Burada Allah'ın, Rahman vasfıyla zikredilmesi, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) göndermesinin, sırf rahmetinin tezahürü olduğunu bildirmek içindir.

Nitekim diğer bir âyette de,

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ 21/107) denilmektedir.

İşte gerçekler böyle iken, o kâfirler, onun kadrini bilemediler; nimetine şükretmediler. Özellikle senin gibi bir peygamberi kendilerine göndermek ve dinî ve dünyevî faydaların yegâne kaynağı olan Kur’ân'ı indirmekle onlara bahşettiği muazzam nimeti hiç görmediler.

B- "De kı:

- O Rahman benim Rabbimdir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur."

Bir görüşe göre bu, Mekke müşriklerine secde emredildiğinde, "Rahman da nedir?" dedikleri zaman nazil olmuştur.

Yani, sizin inkâr ettiğiniz ve Kendisini tanımadığınız Rahman, benim Rabbimdir.

Rab, terbiye anlamındadır. Terbiye, bir şeyi yavaş, yavaş kemale erdirmektir. Sonra mübalağa için vasıf olarak kullanılmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise Rab, sıfattır. Yani Rahman, beni yaratandır ve beni kemal mertebelerine erdirendir.

Bu cümlenin, "O'ndan başka hiçbir İlah, yani ibadete müstahak bir varlık yoktur" cümlesinden önce zikredilmesi, ibadet istihkakının, İlahlığa bağlı olduğuna dikkat çekmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, Ebû Cehil Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Yâ Allah, yâ Rahman!" dediğini duydu; sonra müşriklerin yanına döndü ve: "Muhammed, gerçekten iki İlaha dua ediyor" dedi. İşte o zaman bu âyet ile,

"De ki: Allah'a dua edin, yahut Rahmân'a dua edin!" (İsrâ 17/110) âyeti nazil oldu.

C- "- Yalnız O'na tevekkül ettim ve tevbem (dönüşüm) de ancak O'nadır."

Ben bütün işlerimde ve öz ektikle size karşı muzaffer olmak için, başka hiçbir kimseye değil, yalnız Allah'a, tevekkül ettim ve tevbem de ancak O'nadır.

Nitekim diğer bir âyette de,

"Günahın için de bağışlanma dile!" (Muhammed 47/19) denilmektedir.

Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun emredilmesi, tevbenin faziletini, Allah katindaki önemini ve tevbenin peygamberlerin vasfı olduğunu bildirmek ve kâfirleri de içinde bulundukları halden dönmeye en anlamlı ve güzel şekilde teşvik etmek içindir.

Zira Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), tevbeyi gerektiren en küçük günah işlemek şaibesinden bile münezzeh iken, tevbe etmek, ona bile emredildiğine göre, onlar küfür ve çeşitli günahlara boğulmuş iken, tevbe etmeleri kesinlikle zorunlu olmakdır.

Yahut benim de dönüşüm, sizin de dönüşünüz ancak Allah'adır. O zaman O benimle sizin aranızda hükmedecektir ve sizin yaptıklarınıza karşı sabretmiş olduğumdan dolayı benim mükâfatımı verecektir.

31

"Eğer gerçekten bir Kur’ân'la dağlar yürütülseydi, yahut onunla yeryüzü parçalansaydı veyahut onunla ölü konuşturulsaydı, o Kur’ân, bu Kur’ân olurdu.

Hayır, bütün emir ve ferman, ancak Allah'ındır, îman edenler bil meçtiler mı ki, Allah dileseydi, bütün insanları hidâyete erdirirdi?

Allah'ın vaadi gelinceye kadar kâfirlere, yaptıklarından dolayı büyük belâ çarpıp duracak, yahut o belâ, evlerinin yakınma inecek. Şüphe yok ki, Allah, vaadinden asla dönmez."

A- "- Eğer gerçekten bir Kur’ân'la dağlar yürütülseydi, yahut onunla yeryüzü parçalansaydı veyahut onunla ölü konuşturulsaydı, o Kur’ân, bu Kur’ân olurdu."

Burada kastedilen, Kur’ân-ı Azim'in yüce şanını belirtmek ve kâfirlerin fikirlerinin bozuk olduğunu beyan etmek olabilir. Nitekim, o kâfirler, Kur’ân'ın yüce şanını takdir edemediler ve onu mucize kabilinden bile saymadılar.

Bunun için de Kur’ân'dan başka, Mûsa'ya (aleyhisselâm) verilen mucizelerden istediler. Yahut bundan kastedilen, o kâfirlerin kibir ve inattaki aşırılıklarını ve dalâlet ile fesattaki israrlarını beyan etmektir.

Birincisine göre mânâ şöyledir:

Eğer gerçekten bir Kur’ân'la, yani onun indirilmesiyle, yahut dağlara okunmasıyla, Mûsâ için Tûr dağında olduğu gibi, dağlar yürütülseydi, yahut Mûsâ elindeki asâsıyla taşa vurduğunda olduğu gibi, onunla yeryüzü yarılıp ırmaklar ve pınarlar meydana gelseydi veyahut İsâ için olduğu gibi, onunla, ölü konuşturulsaydı, o, bu. Kur’ân olurdu.

Zira Kur’ân, Allah'ın kudret ve heybetinin acayip eserlerini içermek hususunda en zirve noktada bulunmaktadır.

Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

"Eğer Biz bu Kur’âni bir dağa indirseydik, muhakkak ki, onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün." (liaşr 59/21)

Yoksa Kur’ânin icaz vasfı kastedilmemektedir. Çünkü icazın bu acayip eserlerde etkisi olmadığı gibi, öğüt, uyarı ve korkutmada da ölüler için etkisi yoktur. Zira onun bu etkisi, akıl sahiplerine mahsustur. Üstelik bu vasıflarının, ölülerin konuşturulmasıyla alâkası da yoktur. Bu ölülerin akıl sahibi kılınmalarının itibar edilmesi ise, burada kastedilen mübalağa mânâsına halel getirmektedir.

Onların mucize talepleri, her ne kadar anılan hususların Kur’ân vasıtasıyla gerçekleşmesiyle ilgili olmayıp o acayip olayların Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle gerçekleşmesiyle ilgili ise de, fakat onların talepleri, kendi iddialarına göre, Kur’ânin hârikaları içermediğine bina edildiği için, Kur’ânin hârikaları içerdiğini ve her hârikanın kaynağı olmaya layık olduğunu kuvvede ifade etmek ve Kur’ân'ın yüce şanı hakkındaki fikirlerinin son derece sakat olduğunu bekitmek üzere, o hârikaların gerçekleşmesi Kur’ân'la bağlantık olarak ifade edilmiştir.

Yani eğer onların istedikleri mucizelerin benzerlerinin gerçekleşmesi, ilâhî hikmetin gereği olsaydı, onların tezahür kaynağı, kendilerinin mucize saymadığı bu Kur’ân olurdu.

Bu kelâm-ı kerim, pek açık olarak, Kur’ânin yüce şanını beyan etmekte ve onları, akıl sakatlığiyla vasıflandırmaktadır.

B- "Hayır, bütün emir ve ferman, ancak Allah'ındır."

Vücut bulmak için de, yok olmak için de bütün kâinatın, üzerinde döndüğü çark Allah'ın emridir. O, üstün hikmetinin gereği olarak, dilediğim yapar ve irade buyurduğuna hükmeder.

C- "- iman edenler bilmediler mi ki, Allah dileseydi, bütün insanları hidâyete erdirirdi?"

İman edenler hâlâ bilmediler mi ki, Allah dileseydi, o kâfirlerin istedikleri büyük hâdiseleri göstererek bütün insanları hidâyete erdirirdi. Yahut îman edenler, bütün emir ve ferman, ancak Allah'ın (celle celâlühü) olduğunu bildiler de, bu bilginin gereği olan o zikredilenleri mi bilemediler?

Sonuç olarak, onlar bilmediler mi ki, Allah (celle celâlühü) eğer onların hidâyetini dileseydi, mutlaka onları hidâyete erdirirdi. Fakat Allah, onu dilemedi; çünkü îman edenler, kâfirlerin de îmanda kendileriyle birleşmek için, kâfirlerin istedikleri mucizelerin gösterilmesini istiyorlardı.

İkinci tefsire göre, (bu âyetten kastedilen, o kâfirlerin kibir ile inatta çok aşırı olduklarını ve dalâlet ile fesatta ısrarlı bulunduklarını beyan etmek olduğuna göre) mânâ şöyledir:

Eğer onlarin istedikleri o acayip hâdiseler Kur’ân'la gerçeldeştirılmış olsa da, onlar Kur’ân'a yine kesinlikle îman etmezler.

Buna göre bu âyet de,

"Eğer Biz gerçekten melekleri onlara indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp onların karşısına getirseydik, Allah dilemedikçe, yine de îman edecek değillerdi." (En'âm 6/111) mealindeki âyet kabilindendir.

Sonuç olarak, onlar bunu istiyor diye olacak değildir. Fakat bütün emir ve ferman, ancak Allah'ındır (celle celâlühü); o, dilerse, onların istedikleri hâdiseleri gerçekleştirir; dilemezse de, gerçekleştırmez. Hiç kimsenin O'na tahakkümü ve zorlayıcı talebi olamaz.

Bir rivâyete göre, Ebû Cehil ve benzerleri, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki:

"Eğer sen peygamber isen, Kur’âninla, şu dağları Mekke'den yürüt de, yerimizi genişlet ki, yerlerini bağ-bahçe ve hurmalık yapalım.

Nitekim Dâvûd (aleyhisselâm) için dağlar boyun eğmişti. Eğer iddia ettiğin gibi sen de, peygamber isen, Allah katinda sen de, ondan aşağı değilsin.

Yahut rüzgâr, Süleyman'ın (aleyhisselâm) emrine verildiği gibi, Kur’ân'ınla, rüzgârı bizim emrimize ver ki, rüzgâr üzerinde Şam'a yolculuk edip ticaret yapakm. Zira bu uzun yolculuk bize çok zor geliyor. Yahut Kur’ân'ınla, ölmüş atalarımızdan iki, üç adam dirilt!" işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu takdirde yeryüzünün kat' olunması, yürümekle kat' edilmesi anlamında olur. Bu takdirde, daha önce zikredilen iki tefsire göre ihtiyaç duyulduğu gibi, mezkur fiillerin Kur’ân'a isnat edilmiş olmasının, anlatılan şekilde izahına da ihtiyaç kalmaz.

D- "- Allah'ın vaadi gelinceye kadar kâfirlere, yaptıklarından dolayı büyük belâ çarpıp duracak, yahut o belâ, evlerinin yakınma inecek. Şüphe yok ki, Allah, vaadinden asla dönmez."

Yani ölüm, yahut kıyamet gelinceye kadar -zira her ikisi de kesinleşmiş hükümdür; geri çevrilemez- Mekke halkı olan o kâfirlere, küfürdeki ısrarlarından dolayı öldürüknek, esir alınmak, yağma ve savaş ganimetlerinin alınmasi gibi büyük belâlar çarpıp onları huzursuz ve perişan edip duracak, yahut o belâlar, onların evlerinin yakınına inecek de, onların kıvılcımları kendilerine de isabet edecek ve onlar dehşete düşeceklerdir.

Onların yaptıklarının sarih olarak beyan edilmemesi, korkunçluğunun veya müstehcenliğinin zımnen belirtilmesi içindir.

Bu kelâm, delâlet ediyor ki, Allah'ın (celle celâlühü) vaadi geldiğinde onlara çarpacak azap, son derece çetin olacak ve ondan önceki azap ise, ona göre hafif bir esinti olacak.

Sonra Allah (celle celâlühü) bunu tahkik etmek üzere, "Şüphe yok ki, Allah, vaadinden asla dönmez" buyurmuştur.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Büyük belâdan murat, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği savaşçı müfrezeleridir ki, bunlar, o kâfirlere yurtlarında saldırıp bazen onlarla çarpışıyorlardı, bazen mallarını alıp getiriyorlardı ve bazen de sırf onlara korku veriyorlardı."

Bu izaha göre, belânın onlara çarpması da, evlerinin yakınma inmesi de, bu mücahitlerin hallerindendir.

Buna göre, âyette zikredilen inmek anlamındaki fiilin, hitap kipi Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) hitap olması ve ondan, Peygamberımizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye'ye inmesinin kastedılmesı ve Allah'ın (celle celâlühü) vaadinden de, Mekke fethinin kastedilmesi de caizdir.

32

"Ant olsun ki, ey Resûlüm! Senden önce de peygamberlerle alay edildi de, Ben inkâr edenlere mühlet verdim; sonra onları yakalayıverdim. İşte azabım nasilmiş?"

Ey Resûlüm! Senden önce de birçok peygamberle alay edildi de. Ben o inkâr edenleri bir süre emniyet ve refah içinde bıraktım.

Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için, müşriklerden gördüğü tekzip ve alay yoluyla olan taleplerden dolayı bir tescili ve bir de ceza vaadidir. Hulâsa,  ey Resûlüm! Bu hal, sana mahsus değildir; fakat eskiden beri süregelen bir şeydir; senden önce de birçok peygambere karşı yapıldı da, bunu yapanlara bir süre mühlet verdim.

Âyette, onların kâfir vasfıyla zikredilmeleri, kendilerine mühlet verilenlerin alay edenlerden başkaları oldukları için değil, fakat iki vasfa da sahip olduklarım bildirmek içindir. Yani Ben, kâfir olup da alay edenlere mühlet verdim; yoksa yalnız alay etmelerine rağmen demek değil.

"Sonra onları yakalayıverdim. İşte azabım nasilmiş?!" ifadesi, onların azaplarının son derce ağır ve çetin olduğunu açık olarak bildirmektedir.

33

"Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden Zat ile böyle olmayan, bir midir! Kâfirler Allah'a ortaklar koştular. De ki:

Onlara ad verin! Yoksa siz dünyada bilemeyeceği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa anlamsız laf mı ediyorsunuz?

Hayır, hileleri kâfirlere süslü gösterildi de onlar doğru yoldan alıkonuldubar. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola getirecek yoktur."

A- "Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden Zat ile böyle olmayan, bir mıdır!"

Yani herkesin kazandığı hayır veya şerri gözetleyip muhafaza eden, hiçbir şey Kendisine gizli kalmayan, hatta herkese amelinin karşılığını veren Allah (celle celâlühü) ile böyle olmayan ilâhlar bir midir! Şanı bu kadar yüce olan Allah (celle celâlühü) ile hatırı sayılır eşyadan bile sayılmayan putlar bir midir kı, onları Allah'a ortak koşuyorsunuz?

B- "- Kâfirler Allah'a ortaklar koştular. De ki:

Onlara ad verin! Yoksa siz dünyada bilemeyeceği bir şeyi mı Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa anlamsız laf mı ediyorsunuz?"

Bu kadar yüce sıfatları olan Allah, böyle olmayan sahte ilâhlar gibi mıdır? Böyle iken o kâfirler, yalnız bir ortak değil, Allah'a (celle celâlühü) birçok ortaklar koştular.

"De ki: Onlara ad verin!" cümlesi, onlar için susturma üstüne susturmadır. Yani onları adlandırın! Kimdir onlar? isimleri nedir? Yahut onları vasıflandırın ve bakın, kendileriyle ibadete müstahak olacak, ortak olmaya ehil olacak vasıfları var mı?

Yoksa sız dünyada Allah'ın bilemeyeceği ibadete müstahak ortakları mı Allah'a haber veriyorsunuz? Halbuki göklerde ve yerde Allah'ın bilmeyeceği zerre kadar bir şey mi vardır! Yoksa siz onları ortak olarak isimlendirirken, anlam ve gerçeği olmayan laf mı ediyorsunuz?

Bu da, "Bu, onların, ağızlarıyla söyledikleri boş sözlerdir." (Tevbe 9/30) mealindeki âyet kabilindendir.

İşte bunlar da, Kur’ânin, beşer kudreti haricinde bulunduğunu ve Allah'ın (celle celâlühü) kelâmından olduğunu haykıran hârika üsluplardır. Ey âlemlerin Rabbi, ne kadar da mübareksin!

C- "- Hayır, hileleri kâfirlere süslü gösterildi de onlar doğru yoldan alıkonuldular."

Zemmedilmek ve küfürlerinin tescili için onlar, burada kâfir vasfıyla zikredilmişlerdir.

Onların hileleri, onların, batılları yaldızlamaları, yahut şirkleriyle Müslümanlığa karşı tertip içinde olmaları demektir.

D- "- Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola getirecek yoktur."

Allah (celle celâlühü), kötü tercihi sebebiyle kimde sapıklık yaratırsa, yahut kimi inÂyetinden mahrum bırakırsa, onu hidâyete eriştirecek hiçbir kuvvet yoktur.

34

"Dünya hayatında onlara bir azap vardır. Âhiret azabı ise, elbette daha çetindir. Onları Allah'ın azabından koruyacak kimse de yoktur."

Dünya hayatında öldürülmek, esir alınmak ve onların uğradıkları diğer musibetler gibi onlara ağır bir azap vardır. Zira küfürlerinden dolayi bu azaplara uğratılıyorlar.

Ahiret azabı ise, şiddet olarak da, müddet olarak da elbette ondan daha çetindir. Onları bu Allah'ın azabından koruyacak kimse de yoktur.

35

"Takva sahiplerine vaat olunan cennetin vasfı şudur:

Altından ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, takva sahiplerinin mutlu sonudur. Kâfirlerin sonu ise o ateştir."

Yani küfür ve günahlardan sakınan takva ehline vaat olunan o pek acayip vasıfları olan cennetin bazı vasıfları da şunlardır:

Altından ırmaklar akar. Yemişleri, mevsimlik değil, süreklidir. Gölgeleri de, dünya gölgeleri gibi güneşle kayıp olmaz, işte zikredilen vasıflan olan cennet, küfür ve günahlardan sakınan takva sahiplerinin son durağıdır.

Kâfirlerin son durağı ise, o cehennem ateşidir.

Bu âyet, apaçık, takva sahiplerini umutlandırmakta ve kâfirlerin umudunu da kesmektedir.

36

"Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilen Kur’ân'a sevinirler. Senin aleyhinde birleşen gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır. De ki:

- Bana, yalnız Allah'a ibadet etmem ve O'na ortak koşmama emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de ancak O'nadır."

A- "- Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilen Kur’ân'a sevinirler. Senin aleyhinde birleşen gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır."

Kendilerine Kitap verilenlerden kastedilen, Abdullah b. Selam, Kâ'b ve benzerleri gibi Müslüman olan, ya da Kitap ehli Yahudiler ile Hıristiyanlardan îman eden seksen kişidir.

Bunların kırkı, Necrank; sekizi Yemenk ve otuz ikisi de Habeşistank'ydı.

İşte bunlar Kur’ân'a seviniyorlardı; çünkü Tevrat ve İncil'de vaat edilen Kitap odur. Kâ'b b. Eşref ve Necran piskoposları Seyyid ile Akıb ve onlara bağlı olanlar gibi Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), karşı düşmanlıkta birleşen gruplardan, onun bir kısmını, yani inşa veya nesih olarak yeni getirilen hükümleri inkâr eden de vardır.

Yoksa onların inkâr ettikleri kısım, kendi tahriflerine uygun olan kısım değildir. Eğer öyle olmuş olsa, daha baştan, bunun yegâne sebebinin, kendi elleriyle işledikleri cinayetler olduğu teşhir edikrdi. Kendi Kitaplarına uygun kısımları ise, onunla sevinmedilerse de, inkâr da etmediler.

Bir görüşe göre, Kur’ân'ın inmesine sevinenlerden murat, Kitap Ehlinin avamı olabilir. Zira onlar da Kur’ân'ın inmesine seviniyorlardı.. Çünkü Kur’ân, kendilerine göre kısmen de olsa onların Kitaplarını tasdik ediyordu.

Bu takdirde "Senin aleyhinde birleşen gruplardan" cümlesi, tamamlayıcı olur. Yani onlardan kimi gruplar da, Kur’ân'ın bir kısmını inkâr ederler.

B-"Deki:

- Bana, yalnız Allah'a ibadet etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu."

Ey Resûlüm! Onları ilzam etmek ve inkârlarını reddetmek üzere de ki; bana, yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibadet etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanı, yahut O'na ortak koşmak fiilim işlememem emrolundu.

Bundan murat, ibadet emrini Allah'a hasretmektir; yoksa mutlak emri, yalnız O'nun ibadetine hasretmek değildir. Yani ey Resûlüm! De ki; bana indirilen Kur’ân'da ben, ancak Allah'ın ibadeti ve tevdii di ile emrolundum ve sizin bunu inkâr etmenizin imkânsız olduğu da açıktır.

Zira bütün peygamberler ve Kitaplar bunda müttefiktir.

Nitekim diğer bir âyette meal olarak şöyle denilmektedir:

"De ki: Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayakm" (Akı imrân 3/64)

O halde size ne oluyor ki, Uzeyr'i ve Mesih'i O'na ortak koşuyorsunuz?

C- "- Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de ancak O'nadır."

Ben, insanları yalnız O'nun tevhidine çağırıyorum; başkasına çağırmıyorum, yahut ilâhî Kitapların ve peygamberlerin üzerinde ittifak etmedikleri başka bir şeye çağırmıyorum. O halde siz niçin inkâr ediyorsunuz? Ve mükâfat için benim dönüşüm de, ancak O'nadır.

Bu açık hüccet, onların aleyhinde sabit ve kaçınılmaz olduğu için, onları ilzam etmek ve susturmak üzere Peygamberimiz'in ifc, bununla onlara hitap etmesi emredildi.

Bundan sonra da, onların, ilk olarak getirilen, yahut neshedilen hükümlerin yerine getirilen dinin fer'i hükümlerini inkâr etmelerini reddetmek konusunda bundaki hikmeti beyan etmek üzere şöyle denilmektedir:

37

"Ve böylece Biz Kur’ân'ı Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan, ant olsun ki, Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır."

A- "- Ve böylece Biz Kur’ân! Arapça bir hüküm olarak indirdik."

Biz, Kur’ân'ı bütün meselelerde ve hâdiselerde hükmeden yegâne hâkimi olarak, yahut kendisiyle hükmedilen yegâne hüküm kaynağı olarak indirdik.

Kur’ân'ın tamamı hükümlerden ibaret olmadığı halde bu vasıfla zikredilmesi, onun hükümlerine riâyet etmenin ve bu hükümlerin kesin olarak muhafazasının zorunluluğunu kuvvetle ifade etmek içindir.

Kur’ân'ın Arapça olması vasfının belirtilmesi, onun eski semavî Kitaplardan farklı olmasının bir yönü de bu olduğuna işaret etmek içindir. Üstelik hikmetin gereği budur; çünkü ancak Arapça olmasıyla anlaşılması ve icazının idrâki kolay olur.

Eğer Kur’ân'ın, her konuda yegâne hakem olduğu zikredilmeyip bundan önce zikredilen,

"Bana, yalnız Allah'a ibadet etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu"

kelâmında belirtildiği gibi, indirilen Kur’ân'ın, üzerinde ittifak edilmiş olan dinlerin temel prensiplerini içermesinin zikriyle iktifa edilmiş olsa, bundan sonraki âyetlerde zikredilen, onların arzularına uymak, Allah'ın dilediğini silip dilediğini bırakması ve her belli bir zaman için bir Kitap olması hususlarının zikri bu kadar anlamlı ve uyumlu olmazdı.

Çünkü üzerinde ittifak edilen şeyde ne uymak, ne de kendisine uydurmak düşünülemez.

B- "- Eğer sana gelen bu ikmden sonra onların arzularına uyarsan, ant olsun ki, Allah tarafindan senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır."

Eğer sana gelen o Arapça hükmün muazzam ilminden sonra, sana indirilen hakka muhalefet konusunda, Kıblenin tahvilinden sonra Beytül-makdise doğru namaz kılmak gibi onların arzularına uyarsan, ant olsun ki, Azîz Allah taralından, senin işlerini düzenleyecek ve sana belâlar getirmek isteyenlere karşı sana yardım edecek, ne bir dostun olur, ne de seni kötülük sahalarından koruyacak, bir koruyucun olur.

Burada zamir makamında Allah kelimesinin zikredilmesi, İlâhî mehabeti arttırmak içindir.

Ezherî diyor ki: "Ulûhiyet vasfı, mâbud, hâlik, râzık ve müdebbir olmak vasıflarından üstündür."

Bu gibi uyarılar, kâfirlerin umutlarını kesmek ve mü’minleri dinde sebata teşvik etmek içindir.

38

"Ant olsun ki, senden önce de birçok peygamberler göndermişiz ve onlara da eşler ve çocuklar vermişizdir.

Allah'ın izni olmadan bir mucize getirmek hiçbir peygamberin elinde değildir. Her belli bir zaman için de bir Kitap vardır."

A- "- Ant olsun ki, senden önce de birçok peygamberler göndermişiz ve onlara da eşler ve çocuklar vermişizdir. Allah'ın izni olmadan bir mucize getirmek hiçbir peygamberin elinde değildir."

Bu âyet, müşriklerin, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) evlenmek ve çocuk sahibi olmakla ayıplamalarını reddetmektedir. Nitekim onlar, "Bu peygambere ne oluyor? O da yemek yiyor..." (Furkan 25/7) diyorlardı..

Allah'ın (celle celâlühü) izni ve iradesi olmadan, kendisinden istenen mucizeleri getirmek, hiçbir peygamberin elinde değildir. Allah'ın izin ve iradesi de, kâinat işlerinin ve özellikle de bu gibi büyük hâdiselerin çarkının, üzerinde döndüğü hikmet ve maslahatlar üzerine bina edilmiştir.

B- "-Her belli bir zaman için de bir Kitap vardır."

Her belli bir müddet ve vakit için belli hükümler vardır; bu hükümler, İlâhî hikmetin gereği olarak kullara yazılmıştır.

Zira bütün dinî hükümler, kulların dünyevî ve uhrevî hallerini ıslah etmek içindir. Ve bunun gereği olarak da, zamanın değişmesine bağlı olarak onların hallerinin değişmesiyle o hükümler de değişmektedir. Tıpkı zamanla hastaların hallerinin değişmesiyle ilaçların da değişmesi gibi.

39

"Allah, dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Ana Kitap ise ancak O'nun katindadır."

A- "- Allah, dilediğini siler ve dilediğim bırakır."

Allah (celle celâlühü), zamânâ göre hikmetinin gereği olarak, neshini dilediği hükümleri nesheder ve onun yerine maslahata uygun olanı koyar. Yahut maslahata uygun olanı neshetmeden bırakır.

Yahut yeni getirerek olsun, yerinde bırakarak olsun, mutlak olarak, maslahata uygun olanı sabit kılar.

Yahut muhafız meleklerin âdeti olduğu üzere yazdıkları bütün sözlerden ve fiillerden cezayı mucip olmayanları onların tuttukları defterlerden, siler ve diğerlerim de sabit bırakır.

Yahut tevbe edenlerin günahlarını siler ve onların yerine sevapları koyar. Yahut bir nesli siler ve diğerlerini sabit bırakır. Yahut cismanî âlemden bozulanları siler ve kâinatı sabit bırakır.

Yahut dilediği eceli, saadeti ve bedbahtlığı siler. İbn Mes’ûd ve İbn Ömer'den (radıyallahü anh) de böyle rivâyet olunmaktadır. Böyle diyenler, kendilerini saadetlilerden kılması için Allah'a (celle celâlühü) yakarırlar. Câbir, bunu Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) de rivâyet etmiştir.

En münasip olan ise, hepsini kapsaması için silmeye de, sabit kılmaya da genel bir mâna vermektir.

Silmek ve sabit kılmak hususuna onların inkâr ettikleri konular da öncelikle dahildir.

B- "- Ana Kitap ise ancak O'nun katindadır."

Kitabın ask ola Levh-i Mahfuz ancak Allah (celle celâlühü) katindadır. Zira silinen ve sabit olan her şey, olduğu gibi onda yazılıdır.

40

"O müşriklere vaat ettiğimiz azabın bir kısmını muhakkak ki sana göstereceğiz, yahut daha önce senin ruhunu alırız. Artık sana düşen, ancak tebliğ etmektir. Hesap ise yalnız Bize aittir."

"O müşriklere daha önce va'dettiğimiz ve bundan, sonra va'dedeceğımız azabın bir kısmını mutlaka sana göstereceğiz, yahut ondan önce senin ruhunu alacağız."

Artık sana düşen, peygamberlik hükümlerini tamamıyla duyurmaktır; yoksa tebliğ ettiklerini ve ezcümle vaat ettiğin azabı tahakkuk ettirmek değildir. Onların kötü amellerinin muhasebesi ve muahezesi ise Bize aittir.

Hulâsa,  durum ne olursa olsun, onlara vaat ettiğimiz dünyevî azabın bir kısmını muhakkak onlara göstereceğiz, yahut onlara göstermeyeceğiz. O husus Bize aittir. Sana düşen ise, ancak peygamberliği tebliğ etmektir. Sen onun ötesine karışma; Biz onların da hakkından geliriz; sana vaat ettiğimiz zaferi mutlaka tamamlarız. Bunun gecikmesi, seni tasalandırmasın. Zira gecikmesi, Bizim bildiğimiz gizli maslahatlara binaendir.

Bundan sonra Allah Resulünün (sallallahü aleyhi ve sellem) gönlünü hoş etmek için, azabın ön işaretlerinin doğduğunu şöyle zikretmektedir:

41

"Görmüyorlar mı ki. Bizim kudretimiz arza erişiyor ve onu etrafından eksiltiyoruz. Zaten ancak Allah hükmeder; O'nun hükmünü bozacak bir kuvvet yoktur. O, hesabı da pek çabuk görendir."

A- "Görmüyorlar mı ki, Bizim kudretimiz arza erişiyor ve onu etrafından eksiltiyoruz."

Onlar, kendilerine vaat ettiğimiz azabın inmesini inkâr ettiler, yahut ondan kuşku duydular, yahut bakıp görmediler mi ki, Bizim kudretimiz küfür toprağına erişiyor ve onu Müslümanlara yavaş, yavaş fethettiriyoruz ve İslâm ülkesine katıyoruz ve halkını da öldürmek, esir almak ve sürgün etmek yoluyla ortadan kaldırıyoruz.

İşte bu, o azaptan değil midir!

"Onlar, Bizim gelip kâfirlere ait olan toprakları çevresinden eksilttiğimizi görmezler mı? Şu halde üstün gelen onlar mı?" (Enbiyâ 21/44) mealindeki âyet de bu kabildendir.

B- "- Zaten ancak Allah hükmeder; O'nun hükmünü bozacak bir kuvvet yoktur. O, hesabı da pek çabuk görendir."

Nitekim işaret ve eserleri görüldüğü gibi, Allah (celle celâlühü) İslâm için izzet ve ikbale hükmetti; kâfirler için de zillet ve bedbahtlığa hükmetmektedir.

Ve Allah'ın (celle celâlühü) hükmü her zaman geçerlidir; onu iptal edecek hiçbir kuvvet yoktur. Ve O, hesabı da pek çabuk görendir; pek yakında onların hesabını da görecektir ve görüldüğü gibi onları öldürmek, esir almak ve sürgün ile cezalandırdıktan sonra ahirette de çeşidi azaplarla onları cezalandıracaktır.

İbn Abbâs diyor ki: "Yani’seriul-hısâb', pek çabuk intikam alan demektir."

42

"Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Halbuki bütün tuzaklar Allah'a aittir. O, herkesin ne kazanacağını bilir. Bu dünya yurdunun sonunun kimin olacağını kâfirler yakında bileceklerdir."

A- "Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Halbuki bütün tuzaklar Allah'a aittir. O, herkesin ne kazanacağını bilir."

Yani Mekke kâfirleri tuzak kurdukları gibi onlardan öncekiler de, kendi peygamberlerine ve mü’minlere tuzak kurmuşlardı.

Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli etmek içindir. Yani onların tuzaklarının önemi ve etkisi yoktur. Hattâ hakikatte mevcut bile değildir.

Zira bütün tuzaklar Allah'a aittir; onların tuzakları yok hükmündedir.

Çünkü mekır kelimesinin mânâsı, başkası farkında olmadan ona kötülük ulaştırmaktır.

Onların bütün yapıp yapmadikları şeyler ise, Allah'ın (celle celâlühü) bilgisi ve kudreti dahilindedir. Onlarda olan ise, fiil ve tesir olmaksızın, sırf teşebbüstür.

Nitekim. "O, herkesin ne kazanacağını bilir" cümlesi de bu hakikati beyan etmektedir. Ve bunun gereği olan da, Allah'ın (celle celâlühü), dostlarını koruması ve tuzak kuranları da cezalandırmasıdır.

Çünkü herkesin yaptığının karşılığı bu sekide verilmiş olur. İşte böylece anlaşılmış oluyor ki, onların tuzakları, tuzak kurdukları kimseye hiçbir etki yapmaz ve bütün tesirler Allah'a aittir. Nitekim O, onların işlemiş oldukları bütün günahlardan dolayı ve ezcümle onların tuzakarından dolayı hiç ummadıkları şekilde kendilerini muaheze edecektir.

Yahut onların kurdukları bütün tuzaklar, aslında onların, peygamberlere yönelik tuzakları değil, fakat Allah'ın (celle celâlühü) onlar hakkında tuzağıdır. Zira kötü tuzak, sahibine döner. Fakat onlar bunu bilmezler.

B- "- Bu dünya yurdunun sonunun kimin olacağını kâfirler yakında bileceklerdir."

O kâfirler şimdi bilmiyorlarsa da, ilâhî ilmin gereğiyle hükmedilip de herkesin, yaptıklarının karşılığını bulduğu zaman, onlar, güzel akıbetin, iki fırkadan hangisinin olacağını bilecekerdir.

43

"Kâfirler, Sen gönderilmiş peygamber değilsin, diyorlar. Ey Resûlüm! De ki:

- Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitap ümi bulunan peygamber yeter."

Bir görüşe göre, bunu söyleyenler, Yahudüerin reisleridirr.

Ey Resûlüm! Onlara de ki; benimle sizin aranızda şahit olarak Allah (celle celâlühü) yeter; çünkü O, benim peygamberliğime dâir öyle kesin hüccetler ve açık belgeler göstermiştir ki, bunlar, başka bir şahide ihtiyaç bırakmamaktadır.

Yine, yanında Kur’ân ilmi ve onun mucize nazmı bulunan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yeter. Yahut kitap Ehlinden Müslüman olan âlimler şahit olarak yeter; çünkü onlar, Peygamberin kendi Kitaplarında yazılı olan vasıflarına şâhitlik etmektedirler.

Bu âyet, ittifakla Medenî'dir, yani Medine'de inmiştir. Dolayısıyla Medine'de Müslüman olan Kitap Ehli âlimleri ile tefsir edilmesinde tarih uyuşmazlığı söz konusu değildir.

Yahut yanında Levh-i mahfuz ilmi bulunan Allah (celle celâlühü) şahit olarak yeter. Yani kimin ibadete müstahak olduğu konusunda benimle sizin aranızda şahit olarak Allah (celle celâlühü) yeter.

Nitekim Allah'ın (celle celâlühü) Kitabı, Kendi ibadetine davet ile doludur ve beni de çeşidi teyitlerle teyit etmiştir. Yine, Levh-ı mahfuz'da sabit olan şeylerin ve ezcümle benim peygamberliğim hakkındaki ilmin kime mahsus olduğu konusunda da şahit olarak Allah (celle celâlühü) ile Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) yeter.

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse Ra'd sûresini okursa, kendisine, geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün bulutların miktarı kadar ona sevap verilir. Bu kimse, kıyamet gününde, Allah'ın ahdine vefa gösterenler zümresine dahil olarak haşır olur." Allah, doğruyu en iyi bilendir.

0 ﴿