İBRÂHÎM SÛRESİ

Mekke'de inmiştir ve 52 âyettir.

1

"Elif. Lâm. Râ."

Bu harflerin tefsiri ile ilgili izahlar, daha önce defalarca geçti.

"- Bu Kur’ân, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, O yegâne galip ve her övgüye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitaptır."

Bu Kur’ân-ı Azîm öyle bir Kitaptır ki, Allah katından olduğunu ortaya koyan, hak inancı açıklayan, içindeki apaçık belgelerle, insanları, tamamen cehalet karanlıklarından ibaret küfür ve dalâletten, sırf nurdan ibaret hakka çıkarman için onu sana indirdik. Fakat bu nasıl olsa olur, anlamında değil, çünkü sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Bu ancak, Rabbinin müyesser ve muvaffak kılmasiyla olur.

"Kendisine yöneleni de hidâyete erdirir." (Ra'd 13/27) âyetinde belirtildığı gibi, onların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları, onların hakka yönelmelerine bağlı olduğu için, âyette izin kelimesi kullanılmıştır ki, izin, huzura girmek isteyenlere kapıyı açmaktır, iznin bu manâsıyla bütün insanlar için geçerli olduğu açıktır.

Kur’ânin, bütün insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş olması da, bu izne bağlıdır. Bu iznin, kötü tercihlerine istinat eden şartınin yerine gelmemesine bağlı olarak bilfiil bazı insanlar için tahakkuk etmemesi, buna halel getirmez.

Haddi zatında hak açıklığı ve kendi dişındakileri açıklayıcı özelliği sebebiyle Allah'a (celle celâlühü) ulaştınci bir vasıta olduğu için mecazî olarak bazen aydınlık, bazen de yol olarak ifade edilmektedir. İşte bunun için bu âyette aydınlıktan sonra açıklayıcı olmak üzere, Azizin ve Hamîdin yolu, denilmiştir.

Burada azîz (pek güçlü.) ve hamîd (her övgüye layık) vasıflarının zikre tahsis edilmesi, bu yolun emniyetine ve sonunun övgüye layık olduğuna işaret etmek suretiyle bu yola gitmeyi teşvik etmek içindir.

2

"O Allah ki, şu göklerde ve bu yerde bulunan her şey ancak O'nundur. Çok çetin, azaptan vay kâfirlerin haline!"

Göklerde ve yerde bulunan dahik ve haricî her şeyin, mülkiyet olarak ve tasarruf olarak Allah'ın olması, O'nun ne kadar muazzam bir güce sahip olduğunu göstermekte ve insanların bunu bilmesinin zorunlu olduğunu beyan etmektedir.

"Vay kâfirlerin haline!" ifadesi, Kitabı inkâr eden ve onunla, karanlıklardan aydınlığa çikarılmayanlar için azap vaadidir.

3

"O kâfirler ki, dünya hayatını âhirete tercih ederler; Allah yolundan alıkoyarlar ve onda bir eğrilik ararlar, işte onlar uzak bir sapıklıktadırlar."

Kâfirler, Allah (celle celâlühü) yolundan alıkoymak istedikleri kimselere:

- Bu yol sıkıntılı bir yoldur; doğru bir yol değil, çetrefılk bir yoldur, derler.

Kâfirlerin her vasfı, Allah'ın yolunda itibar edilen münasip mânâlardan birine tekabül etmektedir. Şöyle ki, örtmek anlamındaki küfür, Allah yolunun aydınlık olmasına tekabül etmekledir; akıbetin vahametini gösteren fâni dünya hayatını tercih etmek de, ilâhî yolun akıbetinin sonunun övgüye layık olmasına tekabül etmektedir ve ondan alıkoymak da, o yolun güvenk olmasına tekabül etmektedir.

Bu kelâm-ı kerim, o kâfirlerin, azgınlıkta çok aşırı olduklarına açıkça delâlet etmektedir.

4

"Onlara iyice anlatabilsin diye Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır; dilediğini de hidâyete erdirir. Zaten O, yegâne Azîz'dir (galiptir); Hakîm'dır (sonsuz hikmet sahibidir)."

A- "Onlara iyice anlatabilsin diye Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik."

Senden önce eski ümmetlere gönderdiğimiz her peygamberi, başkasının tercümesine ihtiyaç olmaksızın, İlâhî emirleri kendi kavmine iyice anlatabilsin ve onlar da, kolaylıkla ve süratle onları alıp gereklerini yerine getirsinler diye, yalnız kendi kavimlerinin ittifakla konuştukları dil ile gönderdik. İster o peygamber, onların içinden gönderilmiş olsun, ister olmasın.

Ancak bu kural, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında tamamen gözetilmemiştir; çünkü Peygamberimiz lisanları pek çeşitli olmasına rağmen bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir.

Ve Peygamberimız'e gönderilen ilâhî Kitabın, bütün ümmetlerin dilleri ile olması, çekişmelere, kelimelerin değişmesine ve birçok tahrif elinin ona uzanmasına daha çok sebep olurdu.

Bir de, müteaddit dillerle olması halinde onların yalnız bir kısmında icaz olması, eleştiricilerin eleştirmesine malzeme olurdu. Bütün dillerde icaz olması ise, insanları ister istemez îman etmek zorunda bırakmaya ve beyanı tercüme ve tefsire hasretmeye yakın bir durum olurdu.

İşte bu hikmet, izzet ve celâl Sahibinden haber veren nazmın, beyana ihtiyacı olmayan faydaları sağlayan bir tek dil ile olmasını gerektirmiştir. Bir de müteaddit dillerle olması hâlinde tercüme ihtiyacı kat kat olurdu.

Zira her ümmet için küllî muvafakatlerin ve bir haslette bile olsa ferdî muhalefetlerin bilinmesi gerekir. Ve bu da ancak bir kişinin veya müteaddit: kişilerin hepsini tercüme etmesiyle tamam olur ki, bu da, imkânsıza yakın bir şeydir.

Sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk önce dâvetine muhatap olan kendi şerefli kavmi olduğu ve onların dili de, dillerin en üstünü olduğu için bu muhkem Kitap, gayet açık olan Arapça olarak nazil olmuş ve hükümleri bütün ümmetler arasına yayılmıştır.

Diğer bir görüşe, göre ise, Biz her peygamberi yalnız Muhammed'ın kavminin diliyle gönderdik, demektir. Zira Allah (celle celâlühü) bütün semavî Kitapları Arapça olarak indirmiş; sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) onları tercüme etmiştir.

Yahut her peygamber, kendisine nazil olan Kitabı kendi kavminin diline tercüme etmiştir. Ancak "Onlara iyice, anlatabilsin, diye" ifadesi, bu görüşü reddetmektedir. Çünkü burada "onlara" zamiri, kavmi ifade etmektedir. Ve bütün semavî Kitapların, Araplar'a anlatılmaları için nazil olmadıklar açıktır.

B- "- Artık Allah dilediğini saptirir; dilediğini de hidâyete erdirir."

Allah Hü, dalâletin sebeplerine baş vuranlardan dilediği kimsede sapıklık yaratır, yahut onu İlâhî inayetten mahrum bırakır ve ona lütfetmez; çünkü kendisine fayda vermeyeceğini bilir ve dilediğini de, ondaki hakka yönelmeden dolayı muvaffakiyet lütfederek hidâyete erdirir.

Bu kelâm, takdirinde şöyledir: Peygamberler de, kendilerine indirilen Kitabı kavimlerine açıkladılar. Artık Allah (celle celâlühü), dilediğini saptırır; çünkü onlar, ancak buna layıktir. Ve dilediğini de hidâyete erdirir; çünkü onlar da hidâyete ehildir.

Âyetin metninde hidâyetten önce saptırmanın zikredilmiş olması, saptırma, olan bir şeyi eski hâlinde bırakmak, hidâyet ise, olmayan bir şeyi ihdas etmek olduğu içindir, yahut peygamberler tarafından yapılan açıklama ve öğütün sapıklar için etkili olmayacağını, bunda ana sebebin Allah'ın eklemesi olduğunu kuvvetle ifade etmek içindir.

Zira bu şekilde, dalâletin buna terettüp etmesinin, hidâyetin terettüp etmesinden daha süratli olduğu imajı verilmiş olur. Zaten bu gerçektir; zira daha önce zikredildiği gibi karanlıklardan aydınlığa çıkarılmaları, Allah'ın iznine bağlanmıştır.

C- "- Zaten O, yegâne Azîz'dir, Hakîm'dir."

Allah'ın dilemesine hiçbir kuvvet karşı duramaz ve her saptırma ve hidâyeti de O, ancak üstün bir hikmet için yapmaktadır. Ve peygamberlere tevdi edilen vazife, ancak İlâhî mesajları tebliğ etmek ve hak yolu açıklamaktır. Hidâyet ve ulaştırma ise, ancak Allah'ın elindedir. O dilediğini yapar ve istediğine hükmeder.

5

"Ant olsun ki, Mûsa'yı, ’kavmini o karanlıklardan bu aydınlığa çıkar ve Allah'ın günlerini onlara hatırlat' diye mucizelerimizle gönderdik. Muhakkak ki bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için birçok ibretler vardır."

A- "- Ant olsun ki, Mûsa'yı, ’kavmini o karanlıklardan bu aydınlığa çıkar ve Allah'ın günlerini onlara hatırlat' diye mucizelerimizle gönderdik."

Burada, "Onlara iyice anlatabilsin diye Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" kelâmında mücmel kalan hususların izahına başlanmaktadır.

Fir’avun'un helâk olmasından sonra Mûsa'yı,

"Ey Mûsâ! Onların ilâhları gibi sen de bize bir İlah yap!" diyen İsrâıloğulları'na, küfür ve cehalet karanlıklarından îman, tevhit ve diğer İlâhî emirlerin aydınlığma çıkarıp, Allah'ın nimetlerini ve belâsını onlara hatırlatması için gösterdiği mucizelerle gönderdik, demektir.

Nitekim diğer bir âyette de,

"Ve Allah'ın size olan nimetini hatırlayın!" (İbrâhîm 14/6) denilmektedir.

Ancak bu hatırlatılması emredilen, yalnız kendilerinin karşılaştıkları değil, fakat hem kendilerinin karşılaştıkları, hem de kendilerinden önce eski ümmetlerin karşılaştıkları nimetler ve belâlardır.

Nitekim diğer bir âyette de,

"Sizden öncekilerin haberi size ulaşmadı mı?" (İbrâhîm 14/9) denilmektedir. Yahut Allah'ın günlerinden murat, nimetleri ve belâları içeren günlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın günleri, Allah'ın, kendilerinden önceki ümmetlerin başına getirdiği olaylardır. Nitekim "Arapların günleri" de, onların vakaları, savaşları ve çarpışmaları anlamındadır. Yani eski ümmetleri yok eden hâdiseleri onlara hatırlat, demektir.

Ancak ileride anlatılacağı gibi, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bu emri yerine getirmek konusunda, kendilerinin ve eski ümmetlerin yaşadıkları nimetleri de, sıkıntıları da hatırlatması bu görüşü reddetmektedir.

B- "Muhakkak ki bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için birçok ibretler vardır."

Şüphesiz ki, belâlara çok sabredenler, nimetlere çok şükredenler için, bu hatırlatmada, yahut bütün o nimetlerde ve belâlarda, yahut da onların günlerinde Allah'ın birliğine, kudretine, ilmine ve hikmetine delâlet eden birçok büyük ibretler vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bütün mü'minler için bu ibretler vardır. Buna göre mü'minlerin, "çok sabreden, çok şükreden" vasıflarıyla zikredilmeleri, sabır ve şükrün, mü'min in vasıfları olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Yani kâmil sabra, şükre veya îmâna layık olan herkes için... Yoksa bilfiil bu vasıfları taşıyanlar için değil. Çünkü bu, mezkûr hatırlatmanın illetidir. Zira kendi yaşadığı veya kendisinden öncekilerin yaşadıkları nimetleri ve belâları düşünüp şükür ve sabrın veya îmanın akıbetini, dikkatie tefekkür eden kimse, bunlardan hiç ayrılmaz.

İbret almak, çok sabredenlere ve çok sükredenlere tahsis edilmiş, çünkü onlardan faydalananlar bunlardır. Yoksa o ibret verici şeylerin, başkalarına gizli olduğu için değildir. Çünkü açıklama herkes için hâsıl olmaktadır.

Âyetin metninde çok sabredenlerin, çok şükredenlerden önce zikredilmesi, sabır konusu olan belânın, şükür konusu olan nimetlerden önce olmasından dolayıdır. Bir de, şükür, sabrın akıbeti olduğu içindir.

6

"Mûsâ, kavmine şöyle demişti:

Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani O, sizi işkencenin en kötüsüne uğratan ve oğullarınızı kesip kadınlarınızı ise kendileri için sağ bırakmakta olan Fir’avungilden kurtarmışti. İşte bunlarda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır."

A- "Mûsâ, kavmine şöyle demişti:

Allah'ın size olan nimetini hatırlayın."

Burada Mûsa'nın (aleyhisselâm), kavmini o zikredilen karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kendisine emredilen hatırlatmaya girişmesinin, beyanına başlanmaktadır.

Asıl maksat, o vakitte vuku bulmuş hâdiseleri hatırlatmak iken, hatırlatmanın vakte bağlanmasının sırrı hakkında daha önce birçok defa açıklama yapıldı.

Mûsâ (aleyhisselâm), Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, diyerek teşvikle sözüne başlamış, çünkü bu, nefis için daha makbul ve daha meylettiricidir.

B- "- Hanı O, sizi işkencenin en kötüsüne uğratan ve oğullarınızı kesip kadınlarınızı ise kendileri için sağ bırakmakta olan Fir’avungilden kurtarmıştı. İşte bunlarda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır."

Fir’avun'un adamları, Isrâiloğulları'nın yeni doğan oğlan çocuklarını kesiyorlardı, çünkü Fir’avun gördüğü bir rüyaya veya kâhinlerin kehanetlerine göre, onlardan, Fir’avun'un saltanatını yıkacak bir çocuk dünyaya gelecekti. İşte Fir’avun ile adamları bunu önlemeye çalıştılar; fakat ilâhî takdire bir şey yapamadılar.

7

"Hani Rabbiniz, size; ant olsun ki, eğer şükrederseniz, şüphesiz size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok çetindir, diye bildirmişti."

Mûsâ (aleyhisselâm), İsrâiloğulları'na önce Allah'ın onlara olan nimetlerini sarahaten hatırlattı ve ondan önce kendilerine isabet eden sıkıntıları da zımnen ifade etti. Sonra ikinci olarak da, şükrettikleri takdirde Allah'ın, nimetini artıracağını ve nankörlük ettikleri takdirde de azap edeceğini va'dettiğini hatırdan çıkarmamalarını onlara emretti.

Yani, ey İsrâiloğulları! Eğer siz, sizi kurtarmak, düşmanınızı helâk etmek gibi size bahşettiğim sayısız nimetlere şükrederseniz ve onlara karşılık îman ve itaatte bulunursanız, hiç şüphesiz nimete nimet katarak onları artıracağım; ama eğer nankörlük edip de onları küçümserseniz ve görmezlikten gelirseniz, hiç şüphesiz azabım çok çetindir; siz de ondan isabet alabilirsiniz.

Kerem sahiplerinin âdeti, mükâfat vaadini sarih olarak ifade etmek, ceza vaadini ise tariz yoluyla ifade etmek olduğuna göre kerem sahiplerinin en büyüğü olan Allah (celle celâlühü) hakkında ne düşünebilirsin? (Elbette kı, O'nun kelâmında bu üslup olacaktır).

8

"Mûsâ dedi ki:

- Eğer siz ve yeryüzündekilerin hepsi nankörlük etse de, bilesiniz ki, Allah hiç şüphesiz bütün âlemlerden müstağnidir; bütün övgülerin yegâne merciidir."

Mûsâ (aleyhisselâm), Isrâiloğulları'na dedi ki; ey İsrâiloğulları! Eğer siz ve yeryüzündeki bütün yaratılmışlar, Allah'ın nimetine nankörlük ederseniz ve şükretmezseniz, hiç şüphesiz Allah, sizin şükrünüzden de, başkalarının şükründen de müstağnidir ve kimse O'nu övmese de, Kendi Zatiyla, bütün övgülerin müstahakkıdır. Zira bunu gerektiren sayısız nimetleri vardir. Yahut melekler, hatta âlemdeki her zerre O'nun hamdini, övgüsünü haykırmaktadır.

Hamd, nimet ve diğer faziletlerin karşılığmda yapıldığı için, Allah'ın kemaline daha çok delâlet etmektedir.

Bu kelâmda, şart cümlesinin cevabı hazfedilmiştir. Yani eğer sız nankörlük ederseniz, onun vebak ancak size aittir; çünkü Allah (celle celâlühü), hiç şüphesiz şükredenlerin şükründen müstağnidir.

Herhalde Mûsâ kendi kavminde inat delillerini, küfür ile fesattaki ısrarlarının işaretlerini müşahede edince ve teşvik ile tarizi korkutmanın kendilerine fayda vermediğini kesin olarak anlayınca bunu söylemiştir. Yahut onlara Allah'ın mezkûr sözlerini öğüt verdikten sonra, o sözlerin mefhumunu tahakkuk ettirmek ve onları nankörlükten sakındırmak için söylemiştir.

9

"Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez."

"Peygamberleri onlara mucizeler getirmişlerdi de, onlar ellerini kendi ağızlarının üstüne bastılar ve dediler ki:

- Biz size gönderileni gerçekten inkâr ettik ve biz kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz."

A- "- Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi ?"

İşte ondan sonra burada da Mûsâ (aleyhisselâm), eski ümmetlerin başına gelenleri hatırlatarak kavmini korkutmaya başlıyor ki, kavmi, geçmişte mü'minler fırkasının da, kâfirler fırkasının da karşılaştıkları iyi ve kötü hâdiseleri düşünsünler de, içinde bulundukları serden arınsınlar ve Allah'a (celle celâlühü) yönelsinler.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, Mûsâ'nın sözlerinden olmayıp mâkablinden bağlantısız olarak, Allah'ın (celle celâlühü) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki kâfirlere hitabıdır. Bu görüşe göre, Mûsa'nın hatırlatması, Isrâiloğulları'na mahsus olan sevinç ve üzüntü halleriyle ilgilidir.

Ve buna göre, mezkûr Allah'ın günleri de, yalnız İsrâiloğulları'nın başına gelen felâket günleri ile tefsir edilir. Ancak bu görüşün isabetten uzak olduğu açıktır. Bir de, bu görüşe göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki kâfirlere hatırlatmak için, burada sayılanların başına gelenlerin zikre tahsis edilmesinin sebebi de anlaşılmaz. Çünkü bunlardan önce, eskilerden başka örnekler vardır.

B - "- Onları Allah'tan başkası bilmez."

Onların sayıları o kadar çok ki, onu Allah'tan (celle celâlühü) başkası bilmez.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Adnan ile İsmail arasında isimleri bilinmeyen otuz baba vardır.

İbn Mes’ûd bu âyeti okuduğu zaman, nesepleri (şecereleri) sayanlar, yalan söylüyor, diyordu. Yani onlar, neseplerin ilmine vâkıf olduklarını iddia ediyorlar. Oysa ki, Allah (celle celâlühü), bu ilmi, tamamıyla kullara öğretmemiştir.

C- "- Peygamberleri onlara mucizeler getirmişlerdi de, onlar ellerim kendi, ağızlarının üstüne bastılar ve dediler ki:

- Biz size gönderileni gerçekten inkâr ettik."

Eski kavimlere peygamberleri açık ve büyük mucizeler getirdiler; her peygamber, kendi ümmetini karanlıklardan nura çıkarmak için hak yolu ve hidâyeti gösterdi. Kavimleri ise, büyük tepkilerinin ifadesi olarak dillerim ve ondan sâdır olan sözleri işaret ederek ellerini kendi ağızlarının üstüne bastılar ve bu şekilde peygamberlerin bunu telakki ve muhafaza etmelerine dikkat çekmek ve’bundan başka cevap yok' anlamında tasdik ve îmandan umutlarını kesmelerini istediler ve dediler ki; biz sizin iddianıza göre size gönderilen ve peygamberliğinizin doğruluğuna delil olarak gösterdiğiniz delilleri gerçekten inkâr ettik. Bu kelâm da,

"Biz, Mûsa'yı (aleyhisselâm) mucizelerimizle gönderdik." (Hûd, 11/96) âyeti kabilındendir.

Yahut onlar, peygamberlerin getirdiklerine karşı duydukları büyük öfke ile ellerim ısırdılar. Nitekim diğer bir âyette de, "Onlar size karşı duydukları öfkeden parmaklarını ısırdılar" (Al-i İmrân 3/119) buyurulmaktadır.

Yahut kendim gülmekten tutamayan kimsenin yaptiğı gibi peygamberlere taaccüp ve onlarla alay etmek için bunu yaptılar. Ya da peygamberleri susturmak ve ağızlarını kapamalarını emretmek anlamında böyle yaptılar.

Veya gerçek olarak, yahut temsilî olarak, peygamberlerin konuşmalarına engel olmak için ellerini onların ağızlarına bastılar, ya da peygamberler, onların azgınlıklarına ve inatlarına taaccüp ifadesi olarak, ellerini kendi ağızlarına bastılar. Nitekim bundan sonraki âyette gelecek "Allah hakkında şüphe mi var?" sözleri de taaccüplerini bildirmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar, dinî ve dünyevî nimetlerin yegâne sebebi olan peygamberlerin öğütlerini, nasihatlerini ve hükümlerini reddettiler. Çünkü onlar bunları kabul etmeyince sanki, onları, geldikleri yere geri gönderdiler.

D- "- ...ve biz kendisine çağırdığınız şeye karsı derin bir kuşku içindeyiz."

Biz, sizin bizi çağırdığınız Allah'a îman ve tevhit konularında derin bir kuşku içindeyiz.

Bu itibarla onların bunda kuşku içinde olmaları, peygamberlerin kendileriyle gönderildikleri açık delilleri kesin olarak inkâr etmelerine ters düşmez. Zira onlar, o delilleri kesin olarak inkâr etmişlerdi. Nitekim onları mucizeler cinsinden bile saymamışlardı. İşte bundan dolayıdır ki, bize açık bir delil getirin, demişlerdi.

10

"Peygamberleri onlara dedi ki:

-Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe mi var?

Oysa ki O, günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir vakte kadar yaşatmak için sizi hak dine çağırıyor. Onlar dediler kı:

- Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Sız atalarımızın taptıklarından bizi döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse apaçık bir delil getirin bize!"

A- "- Peygamberleri onlara dedi ki:

-Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe mi var?"

Âyetin metninde kullanılan istifham üslubunda, Allah'ın yüce sahasını şüphe şaibesinden ziyadesiyle tenzih etmek ve akıllarının sakatlığını tescil etmek anlamı da vardır. Yani Yüce Allah'ın, varlığı, birliği ve yalnız O'na îman etmenin zorunluluğu gibi şanları, zahirlerin en zahiri ve her şeyden daha açık olduğu halde, hakkında şüphe mi var ki, siz bu konuda derin bir şüphe içinde oluyorsunuz?

Peygamberlerin nihaî amacı, kavimlerini îman ve tevhide davet etmek ve mucizeleri göstermek de, bunun vesilesi olduğu için, onlar, kâfirlerin,

"- Biz size gönderileni gerçekten inkâr ettik..." şeklindeki sözlerine cevap vermemişler ve nihaî amacı beyan etmekle iktifa etmişler; sonra o inkârın akabinde de, onların inkâr ettikleri şeyin aslında gerçek olduğuna delâlet eden şeyi zikretmek üzere,

"- O, gökleri ve yeri yoktan var edendir" demişlerdir. Yani gökleri, yeri ve onlardaki varlıkları hârika bir nizam ile var etmesi, sizin, hakkında derin kuşku içinde olduğunuz şeyin kesin olarak varlığına delildir.

B- "Halbuki O, günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir vakte kadar yaşatmak için sizi hak dine çağırıyor."

Allah, bize gönderdiğine îman etmeye sizi davet ediyor; yoksa sizin, "bizi çağırdığınız şeye..." sözünüzün vehmettirdiği gibi, ben kendiliğimden sizi ona davet etmiyorum. İşte O, kul hakları dışında kalan, sizinle Kendisi arasındald günahlarınızı affetmeye sizi davet ediyor. Çünkü İslâm, o günahların hepsini siler.

Deniliyor ki, Kur’ânin her yerinde kâfirlere yapılan vaat, mü'minlere yapılan vaatten farklı olarak böyle zikredilmektedir. Herhalde bu, şunun içindir: Mağfiret (bağışlamak), kâfirlere hitap olarak zikredildiği zaman, yalnız îmâna terettüp etmektedir.

Mü'minler hakkında zikredildiği zaman ise, itaat, günahlardan sakınmak ve benzeri şeylerle beraber zikredilmektedir. Bu itibarla, mü'minler günahlardan sakınmak konusunda kul haklarını da ödemiş olarak kabul edilirler.

Bir görüşe göre de, günahlarınızın bedeli olan cezaları bağışlamak için...

Ve îman ettiğiniz takdirde, sizi, Allah'ın (celle celâlühü) tayin ettiği bir vakte kadar, ömürlerinizin sonuna kadar yaşatmak için...

C- "- Onlar dediler ki:

- Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Siz atalarımızın taptıklarından bizi döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse apaçık bir delil getirin bize!"

İddia ettiğiniz peygamberliğe sizi ehil kılacak bizden bir üstünlüğünüz yoktur. Siz, ibadeti yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis etmekle, bizi, atalarımızın tapmakta oldukları putların ibadetinden döndürmek istiyorsunuz.

Halbuki bunu gerektiren bir şey de yoktur. Eğer durum bizim dediğimiz gibi olmayıp sizin iddia ettiğiniz gibi, siz Allah (celle celâlühü) tarafından gönderilmiş peygamberler iseniz, öyleyse sizin bizden üstün ve o rütbeye layık olduğunuza, yahut iddia ettiğiniz peygamberliğin doğruluğuna delâlet eden apaçık bir delil bize getirin ki, biz de, atalarımızdan beri tapmakta olduğumuz ilâhları bırakalım.

Halbuki peygamberler, onlara o kadar açık ve büyük mucizeler getirmişlerdi ki, sağır dağlar bile onların karşısında secdeye kapanırdı. Fakat onlar kibir için, inat için ve arkalarmdakilere bunun açık delil cinsinden olmadığını göstermek için o büyük sözleri söylemişlerdi.

11

"Peygamberleri onlara dedi ki:

Evet, biz sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim size bir hüccet getirmemiz elimizden gelmez. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler!"

A- "- Peygamberleri onlara dedi kı:

Evet, biz sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine lütfeder."

Peygamberler (aleyhisselâm), ilk sözlerinde onlara yakınlık hissettirmek için bu sözü söylemişler. Bu kelâm, onlara tahsis edilmiş, çünkü onların ilzamı kastedilmektedir. Daha önce geçen Allah (celle celâlühü) hakkındaki şüphe ise, umumîdir. Ancak onun da akabinde gelen kelâm yine hususîdir.

Evet, sızın dediğiniz gibi, biz de, ancak sizin gibi beşeriz; fakat Allah (celle celâlühü), kullarından dilediğine peygamberlik lütfeder; bu, Allah'ın özel bir ihsanıdır; onu gerektiren bir sebep okmaksızm, sırf ihsan ve keremiyle dilediğine verir.

Peygamberler bunu tevazu olarak ve nefislerini sindirmek için söylemişlerdir.

Yahut biz, meleklerden değiliz, fakat suret olarak, sizin gibi beşeriz ve beşer emsine dahıkz. Fakat Allah (celle celâlühü) dilediğine fazilet, kemal ve istidat bahşeder. O'nun dilemesi de, ancak, o peygamberlerin liyakatini bildiği içindir, işte peygamberlik seçimini mihverini oluşturan da, ancak o fazilet, kemal ve istidattır.

B- "- Allah'ın izni olmadan bizim size bir hüccet getirmemiz elimizden gelmez."

Allah'ın (celle celâlühü) izni olmadan, sizin istediğiniz apaçık delil şöyle dursun, hiçbir delil getirmek bile hızım için mümkün değildir. Zira bu, O'nun yüce iradesine bağlı bir iştir.

C- "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler!"

Bu, peygamberlerin, mü'minlere tevekkül emridir. Onların bundan maksatları, mü'minleri kaçınılmaz olan tevekküle sevk etmektir. Nitekim bundan sonraki âyet de bunu ifade etmektedir.

12

"Hem bizim yollarımıza hidâyet ettiğine göre, ne diye biz Allah'a tevekkül etmeyelim?

Biz sızın bize verdiğiniz eziyete ant olsun ki, katlanacağız. Tevekkül edenler, artik yalnız Allah'a tevekkül etsinler!"

Allah'a (celle celâlühü) tevekkül etmemek için hangi mazeretimiz var la! Halbuki Allah (celle celâlühü), bizim hakkımızda, bunu gerektiren ve sağlayan muameleyi ihsan etmiş; nitekim hepimizi hidâyete erdirmiş; dinde gidilmesi gereken yolu bize göstermiş ve bizi o geniş yolun yolcusu kılmıştır.

Kâfirlerin verdikleri eziyet, tevekkülde rahatsızdık ve ıstırabı mucip olduğu için, peygamberler, kâmil azimetlerini bildirmek üzere yemin tekidiyle, ’Biz de sızın bize verdiğiniz eziyete ant olsun ki, katlanacağız' demişlerdir. Yani sizin gösterdiğiniz inatla, o istediğiniz mucizeleri istemekle ve diğer hayır hareketlerinizle bize verdiğiniz eziyete ne yapıp edip katlanacağız.

Ve tevekkül edenler, tevekküllerinde sebat etsinler! Burada da murat, geçen tevekkülde olduğu gibi, tevekkülü kendi nefislerine vacip kılmaktır. Tevekkül edenlerden murat da, mü'minlerdir. Onların bu şekilde ifade edilmeleri, daha önce tevekkül ile vasıflan diril dıkları içindir.

13

"O kâfirler peygamberlerine dediler ki:

Sizi hiç şüphesiz yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlak ve muhakkak ekilimize döneceksiniz! Rableri de onlara:

Zâlimleri mutlak ve muhakkak helâk edeceğiz! diye vahyettı."

A- "- O kâfirler peygamberlerine dediler ki:

Sizi hiç şüphesiz yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlak ve muhakkak dinimize döneceksiniz!"

Herhalde bunu söyleyenler, o eski ümmetlerin hepsi değil, fakat Şuayb (aleyhisselâm) kavmi ile benzerleri gibi, çirkin sözleri nakledilen o kâfir ümmetlerden küfürde çok aşırı olan azgınlardır. İşte bundan dolayı bunun yerme yalnız "dediler ki..." denilmemiştir.

İşte onlar, sayısız apaçık mucizeleri gördükten sonra da peygamberlere karşı gelmek ve hakka düşmanlık etmelde kalmayıp, imkân dairesinde olmayan büyük şeyler söylemişler; iki muhal şeye yemin etmişlerdir.

B - "- Rableri de onlara:

Zâlimleri mutlak ve muhakkak helâk edeceğiz! diye vahyetti."

Kâfirlerin küfrü ve azgınlığı, îmanlarından tamamen umut kesilmiş bir dereceye varınca, Rableri de, peygamberlere, "Zâlimleri hiç şüphesiz helâk edeceğiz!" diye vahiy etti.

14

"Ve ey îman edenler! Onlardan sonra oraya hiç şüphesiz sizi yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan, tehdidimden de çekmen kimseler içindir."

A- "- Ve ey îman edenler! Onlardan sonra oraya hiç şüphesiz sizi yerleştireceğiz."

Onların, "Ant olsun ki, biz sizi topraklarınızdan kesinlikle çıkaracağız" sözlerine karşılık, onlara ceza olarak sizi, helâk edilmelerinden sonra onların topraklarına ve yurtlarına hiç şüphesiz yerleştireceğiz. Nitekim başka bir âyette de, "Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de, o bereketli toprakların doğu bölgesine de, batı bölgesine de vâris kıldık" (A'râf 7/137) denilmektedir.

B- "- İşte bu, makamımdan korkan, tehdidimden de çekinen kimseler içindir."

Zâlimleri helâk edip mü'minleri onların yurtlarına iskân etmek, insanların âlemlerin Rabbinin huzuruna varmak üzere mezarlarından kalkacakları gün, Rablerinin huzurunda gerçekleşecek duruşmadan, korkanlar için ve kâfirlere vaat edilen azaptan çekinenler için sabit ve muhakkaktır. Yahut Benim, kendisine hazır ve nazır olup amellerini muhafaza ettiğimden korkanlar için...

Bu, takva ehli için muhakkaktır. Nitekim diğer bir âyette de, "Akıbet, takva sahiplerinin dir" (A'râf 7/128) denilmektedir.

15

"Peygamberler fetih istediler. Her inatçı zorba da hüsrana uğradı."

Peygamberler, düşmanlarına karşı Allah'tan yardım istediler. Nitekim diğer bir âyette de,

"Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi" (Enfâl 8/19) denilmektedir.

Yahut peygamberler, aralarında hakemlik ve hükümet istediler, demektir. Nitekim diğer bir âyette de,

"Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile fethet" (A'râf 7/9) denilmektedir.

Bu fethi isteyen, peygamberlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise bunu isteyen her iki taraftır. Zira onlar, haklının muzaffer kılınmasını, haksızın da helâk edilmesini Allah'tan dilemişlerdi.

Yahut Rableri, onları helâk edeceğim, diye vahyetti ve, onlara, fetih isteyin, dedi.

Hulâsa,  peygamberler fetih istediklerinde kendilerine yardım edildi, onlar dileklerine kavuştular, felâha erdiler; her inatçı zorba, yani inatçı olan kavimleri ise, matluplarından mahrum kaldılar. Yahut bu, o inatçıların da hak üzerinde olduklarını iddia etmelerine binaendir. Yahut kâfirler, peygamberlere karşı yardım istediler, fakat hüsrana uğradılar ve iflah olmadılar.

Kâfirlerin zorba ve inatçı olarak zikredilmeleri bu vasıflarını tescil etmek içindir. Yoksa onların bir kısmının böyle olmadığı ve onların hüsrana uğramadıkları anlamında değildir.

Yahut hepsi de yardım istediler, fakat sonuçta peygamberlere yardım edildi; vaat gerçekleşti; her inatçı zorba ise, hüsrana uğradı.

16

"Ardından da o inatçı zorbaya cehennem vardır. Orada kendilerine irinli su içirilecektir"

Önünde cehennem vardır. Zira dünyada cehennem onu gözetmektedir; kendisi de cehennemin kenarında durmaktadır; ahirette oraya bilfiil atılacaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, hayatının ardından ona cehennem vardır. Ve orada kendisine irink su içirilecektir.

Mücâhid ve diğer bazı zatlara göre, bu irinli su, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sudur. Cehennemin azap çeşitlerinden yalnız bunun zikre tahsis edilmesi, cehennemin en ağır azaplarından olmasından dolayıdır.

17

"Onu yudum, yudum içmeye çalışacaksa da, boğazından geçiremeyecek ve her yandan kendisine ölüm saldıracak, Halbuki o ölecek değildir. Bunun ardından da daha ağır bir azap vardır."

Şiddetk susuzluktan ve hararetten dolayı onu yudum yudum, içmeye çalışacaksa da, boğazından geçiremeyecek; boğazına takılacak ve nice uğraşmalardan sonra zar zor yutabilecek.

Böylece hem hararet ve susuzlukla, hem de bu şekilde yutmakla azabı uzadıkça uzayacak. Ve her yandan, yahut cesedinin her yanından, hatta saçlarının dibinden ve ayaklarının baş parmağından bile kendisine ölüm sebepleri saldıracak, oy said o, bütün bu zahirî sebeplerin aksine ölmeyecek; hatta kendisini tamamen kaplayan bu çeşitli azaplardan elem de duymayacak. Ve onun önünde de daha ağır bir azap olacak.

Öyle ki, her vaktin azabı, bir öncekinden daha ağır olacaktır. Böylece bu ifade, dünya azabında âdet olduğu üzere zamanla hafifleme olacak vehmini de tamamen bertaraf etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu ağır azap, ebedî olarak cehennemde kalmaktir.

Bir diğer görüşe göre ise, ruhların hapsedilmesıdir. Bir başka görüşe göre ise, daha önce zikredilen fetih istemekten ve hüsrana uğramaktan murat, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) duasıyla Allah'ın (celle celâlühü) Mekke halkına verdiği kıtlık yıllarıdır ve onların mahrum bırakılmalarıdır. Ve Allah (celle celâlühü) onun yerine kendilerine cehennem ehlinin irinlerini vaat etmiştir.

18

"Rablerini inkâr edenlerin durumu şöyledir: Onların amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül yığını gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte bu, büsbütün uzak sapıklığın ta kendisidir."

A- "Rablerini inkâr edenlerin durumu şöyledir: Onların amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül yığını gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler."

Bu kelâm, mukadder bir sualin cevabı mahiyetindedir. Sanki, pek iyi, onların sıla-ı rahim, köleleri azat etmek, fidye verip estilerı azat etmek, tehlikede olanları kurtarmak, konukları ağırlamak gibi iyi amelleri ne oldu da, sonuçları böyle kötü oldu? diye sorulmuş da buna cevap olarak denilmiş ki, işte Rablerini inkâr edenlerin garip hak şöyledir... işte onların sayılan iyi işleri, Allah'ı tanımak, O'na îman etmek ve O'na yönelmek temek üzerine bina edilmediği için, fırtına rüzgârlarının savurduğu bir kül yığınına benzetilmiştir. Yani onlar kıyamet gününde kazandıkları amellerin, mükâfat veya azabın hafifletilmesi gibi bir faydalı sonuç göremezler. Tıpkı, mezkûr kül yığını gibi yaptıkları havaya gider.

Kâfirlerin, putlar adına yaptıkları amellerin korkunç cezaları da olduğu halde burada yalnız, faydalı sonuçlarını görmeyeceklerinin beyan edilmesiyle iktifa edilmesi, onların putlara karşı olan inançlarının ve Allah (celle celâlühü) katında kendilerine şefaatçi olacakları iddialarının bâtıl olduğunu sarahaten belirtmek ve bir de, onlarla istihza etmek ve gazap beyan etmek içindir.

B- "- İşte bu, büsbütün uzak sapıklığın ta kendisidir."

Bu temsilin açıkça bildirdiği, onların kendilerini kârlı sandıkları halde dalâlette olmaları, büsbütün doğru yoldan, yahut mükâfata ermekten uzak olmanın ta kendisidir.

19

"Görmez misin ki, Allah, gökleri hak olarak yaratmıştır? O, dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir halk getirir."

Bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir; fakat ondan murat ümmetidir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu hitap, kâfirlerin her bir ferdi içindir. Zira bundan sonra, gelecek "O, dilerse sizi ortadan kaldırır" ifadesi de, buna uygundur.

Âyetteki görme, kalp görmesidir. Yani kalbinle idrâk etmez mism ki, Allah (celle celâlühü) gökleri ve yeri hikmet ile ve yaratılması gerektiği şekilde yaratmıştır. O, dilerse sizi tamamen yok eder ve sizin yerinize, sizinle onlar arasında hiçbir alâka bulunmayan yepyeni bir halk yaratır.

Allah'ın (celle celâlühü) zikredilen şeylere muktedir olduğunu, gökleri ve yeri bu hârika nizam üzere yaratmaya muktedir olduğu delili üzerine bina etmesi, istidlal yolunu göstermek içindir. Zira bu gibi muazzam cisimleri yaratmaya muktedir olan kuvvet, bu halkı başka bir halkla değiştirmeye daha kolaylıkla muktedir olur. İşte bunun için bundan sonra şöyle denilmektedir:

20

"Zaten bu, Allah'a göre hiç de zor değildir."

Sizi tamamen ortadan kaldırıp yerinize başka yepyeni bir halkı getirmek Allah'a (celle celâlühü) göre imkânsız da değil, zor da değildir. Zira Allah (celle celâlühü) zatiyla, mümkün olan her şeye kaadirdir. O'nun bu kudreti, bazı varlıklara mahsus değildir. Ve şanı böyle olan Allah (celle celâlühü), Kendisine îman edilmeye, mükâfatı umulmaya ve azabından korkulmaya yegâne layıktır.

21

"Kıyamet gününde hepsi Allah için (O'nun emri için) dışarı çıkacaklar. O zaman zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki:

Biz, şüphesiz size uymuştuk. Şimdi siz, Allah'ın azabından bir şeyi bizden savabilir misiniz? Onlar da diyecekler ki:

Allah bizi hidâyete erdirseydi, biz de size yol gösterebilkdik. Şimdi artık kıvransak da, sabretsek de birdir. Bizim için hiçbir sığınacak yer yoktur."

A- "- Kıyamet gününde hepsi Allah için (O'nun emri için) dışarı çıkacaklar. O zaman zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki:

Biz, şüphesiz size uymuştuk. Şimdi siz, Allah'ın azabından bir şeyi bizden savabilir misiniz?"

Kıyamet günü bütün insanlar, Allah'ın emri ve muhasebesi için mezarlarından dışarı çıkacaklar. Yahut kendi zanlanna göre, Allah için ortaya çıkacaklar. Çünkü onlar dünyada çirkinlikleri gizlice işlerken, bunun Allah'a gizli kalacağını sanmışlardı.

Kıyamet günü bu halleri Allah'ın huzurunda ortaya çıkacaktır.

O zaman, dünyada fikren zayıf olup da başkasının peşme takılanlar, pHanımlarına düştükleri ve kendilerini ayartan reislerine diyecekler ki; biz dünyada, peygamberleri yalanlamakta ve onların öğütlerinden yüz çevirmekte size uymuştuk; şimdi siz Allah'ın azabından bir şeyi bizden savabilir misiniz?

Bu istifhamdan murat, reislerini kınamak, ayıplamak, azarlamak ve kafalarına vurmaktır.

B- "- Onlar da diyecekler ki:

- Allah bizi hidâyete erdirseydi, biz de size yol gösterebilirdik. Şimdi artik kıvransak da, sabretsek de birdir. Bizim için hiçbir sığınacak yer yoktur."

Dünyada kibirlilik ve reislik taslayanlar da, kendi tâbilerinin ayıplamalarına cevap olarak ve onlara yaptıklarından özür dileyerek diyecekler ki; eğer Allah (celle celâlühü) bizi îmâna hidâyet ve muvaffak etseydi, biz de size hidâyet yolunu gösterirdik.

Fakat biz sapkınlığa düştük ve sizi de saptırdık; biz kendi nefsimiz için ne seçmişsek, sizin için de onu seçtik. Yahut, eğer Allah (celle celâlühü), azaptan kurtulma yoluna bizi hidâyet etseydi, biz de sizi hidâyet ederdik ve şimdi sizi azaba maruz bırakmanın aksine azabı sizden savardık.

Fakat önümüzde kurtuluş kapısı kapandı ve artık kurtuluş imkânı kalmadı. Artık karşılaştığımız azapta kıvransak da, sabretsek de birdir; ikisinde de kurtuluş çaresi yoktur.

"Artık kıvransak da..." cümlesi, Yûsuf 12/52. âyetinin minvali üzere, her iki fırkanın (reisler ile tâbilerin) kelâmı da olabilir. Nitekim şu rivâyet de bunu teyit etmektedir:

Rivâyet olunur ki, onlar, "Gelin, şikâyet edip kivranakm" diyecekler ve beş yüz sene böyle yapacaklar; ama kendilerine hiçbir faydası olmayacak. Sonra, "Gelin, sabredelim" diyecekler ve o kadar zaman da sabredecekler, fakat yine kendilerine hiçbir faydası olmayacak, işte o zaman bunu söyleyecekler.

Tâbilerin, reisleri kınamaları, kıvranmak kabilinden olduğu için, reisleri cevaplarına, "Bizim için hiçbir sığınacak yer yoktur" cümlesini de ilâve etmekle, bu kıvranmanın bir faydası olmayacağını beyan etmişlerdir.

22

"İş olup bitince şeytan da diyecek ki:

Şüphesiz Allah size hak olanı va'detti; ben de size va'detmiştim, fakat size yalan söylemiştim. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi küfre çağırdım; siz de hemen bana icabet etmiştiniz.

Öyleyse beni yermeyin de, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Şüphesiz ben daha önce, beni, Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim. Şüphesiz zâlimler için dayanılmaz bir azap vardır."

A- "İş olup bitince şeytan da diyecek ki:

Şüphesiz Allah size hak olanı vaat etti; ben de size vaat etmiştim, fakat sîze yalan söylemiştim. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi küfre çağırdım; siz de hemen bana icabet etmiştiniz. Öyleyse beni yermeyin de, kendinizi yerin."

Tâbilerın, reisleri kınadıkları şekilde her iki fırka da, kendilerim saptıran şeytanı kınadıkları ve hesaplar görülüp cennet ehli cennete ve cehennem ehli de cehenneme alındığı zaman, şeytan da, bedbaht insanların ve cinlerin mahfilinde hatip olarak onlara diyecek ki:

"- Şüphesiz Allah (celle celâlühü) size hak olan ölümden sonraki dirilmeyi ve cezayı vaat etti; ben de, bu dirilmenin de, cezanın da olmayacağını ve olsa bile, putların size şefaat edeceklerini bâtıl olarak vaat etmiştim; fakat size yalan söylemiştim.

Zaten benim size karşı bir tasallut gücüm veya doğruluğuma delâlet eden bir hüccetim yoktu. Ben sadece sizi küfre çağırdım; siz de hemen bana icabet etmiştiniz, öyleyse beni, size verdiğim bu vaatten dolayı yermeyin; çünkü bunda bir icbar ve zorlama yoktu.

Siz asıl kendinizi yerin, çünkü ben, hüccetsiz ve delilsiz olarak, sadece, süslemek ve cazip göstermekle sizi çağırdığımda kendi tercihinizle hemen bana icabet ettiniz. Ama Rabbiniz, açık dektiler ve hüccetlerle sizi hakka davet ettiğinde O'na icabet etmediniz."

Şeytan bu sözleriyle, kendisine hiç kınama yönetilmesin, demek istemiyor; fakat onların buna kendisinden daha fazla müstahak olduklarını beyan etmek istiyor.

Mu'tezile'nın iddia ettiği gibi, bu âyet, kulun, kendi fiilinde bağımsız olduğuna delâlet etmez. Bunda, mükellefiyet çarkının üzerinde döndüğü fiil kudretinin tesiri olması yeterlidir. Zira Allah (celle celâlühü), kul, tercihini kullandığı şekilde fiillerini yaratır. Saadet ve bedbahtlık da buna terettüp etmektedir.

B- "- Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz."

Şeytan konuşmasının devamında diyecek ki, sizin içinde bulunduğunuz azaptan ben sizi kurtaracak değilim; siz de içinde bulunduğum azaptan beni kurtaracak değilsiniz.

Anılan kurtarma, imkân dahilinde olmadığı halde bunun belirtilmesi, bu hususu ziyadesiyle beyan etmek ve başkasını kurtarmak bir yana, kendisinde o azaba, duçar olduğunu ve kurtarılmaya muhtaç bulunduğunu bildirmek içindir.

C- "- Şüphesiz ben daha önce, beni, Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim."

Ben, beni Allah'a ortak koşmanızdan beri olduğumu, bunu kabul etmediğimi zaten söylemiştim. Nitekim diğer bir âyette de,

"Kıyamet günü şeytanlar, sizin şirkinizi reddedeceklerdir." (Fâtır 35/14) denilmektedir.

Yani sizin beni Allah'a ortak koşmanız, size yardım edeceğim konusunda sizi umutlandırmıştı. Size göre, siz beni mabut kabul etmekle, benim üzerimde hakkiniz var ve benim de buna istekli olacağını sanmıştınız. Bugün bunu reddediyorum. Zaten bunu hiç sevmemiştim; kabul etmemiştim ve bundan uzak durmuştum. Onun için sizinle benim aramda hiçbir alâka kalmamıştır.

Yahut "ben, zaten Âdem'e secde etmekten geri durmakla, beni Kendisine ortak koştuğunuz Allah'ı inkar etmiştim." Bu görüşe göre bu cümle, onları niçin kurtaramayacağını beyan etmektedir. Zira Allah'ı inkâr eden kimse, ister müdafaa yoluyla olsun, ister şefaat yoluyla olsun, kurtarmak ve yardım etmek imkânından uzaktır.

D- "- Şüphesiz zâlimler için dayanılmaz bir azap vardır."

Bu cümle, şeytanın kelâmının devamıdır. Yahut o kelâma dahil olmayıp doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından söylenırıiştk:. Zira şeytanın emsalinin hikâye edilmesi, kendi nefislerim muhasebe etmek ve akıbetlerini düşünmek için, dinleyicilere bir rahmet ve ikazdır.

23

"iman edip de iyi işler de yapanlar, Rablerinin izniyle, içinde ebedî kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada onlara iyi dilekler, selâm vardır."

İman ve iyilik sahipleri, Rablerinin emri, inayeti ve hıdâyetiyle, melekler tarafından bu cennetlere sokulacaklardır. Orada melekler, Rablerinin izniyle onları selamlayacaklardır.

24

"Görmüyor musun, Allah nasıl misal getirmektedir: İyi söz, kökü yerde sabit, dalları da gökte olan güzel bir ağaç gibidir."

Bu hitap, Resûlüllah içindir. Yani tevhit kelimesi, yahut tesbih, hamd, istiğfar, tevbe ve hakka davet kelimeleri, şekli olarak değil, fakat manevî hüküm olarak bir güzel ağaç gibidir ki, bu ağaç, damarlarını toprağa, dallarını da göğe salmıştır.

25

"O ağaç her zaman Rabbinin izniyle yemişini verir. Sırf öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böylece misal getirir."

İşte o güzel ağaç, Allah'ın (celle celâlühü), meyveler için tayin buyurduğu her vakitte, Yaratanının iradesiyle meyve verir.

Bu vasıflandırılan ağaçtan murat, hurma ağacıdır. Nitekim bu konuda kesintisiz senetle hadis de rivâyet olunmaktadır. Yahut bir cennet ağacıdır.

İşte bu gibi misallerde ziyadesiyle anlatım ve öğüt olduğu için, Allah (celle celâlühü) böyle misaller vermektedir.

26

"Kötü bir sözün misali de, kökü yerden koparılmış, ayakta kalma imkânı kalmamış kötü bir ağaç gibidir."

Küfür kelimesi ile küfre davet kelimeleri, yahut hakkı yalanlamak, yahut hepsim kapsayan anlamda kötü kelime, yahut her çirkin kelime, kötü bir ağaç gibidir. Dendir ki, bu, Ebû Cehil karpuzu ve ekinlere zarar veren hayırsız bitkilerdir.

Kötü ağaç misalinde üslubun değiştirilmiş olması, aslında maksadın bu misal olmadığını, bunun açık olup herkesçe bilindiğini bildirmek içindir.

İşte bu ağacın damarları, gövdeye yakın olduğu için, damarlar koparılınca ağacın ayakta kalma imkânı kalmaz.

27

"Allah, îman edenleri hem dünya hayatında, hem de ahirette o sabit söz ile sebatlı kılar. Zâlimleri de Allah saptırır. Zaten Allah dilediğini yapar."

A- "Allah, îman edenleri hem dünya hayatında, hem de ahirette o sabit söz ile sebatlı kılar."

Allah (celle celâlühü), kendilerince hüccet ile sabit olan ve kalplerine iyice yerleşen o hârika sıfatı zikredilen güzel kelime ile, îrnan edenleri dünya hayatında da sebatlı kılar; onlar, dinleri sebebi ile işkenceye uğratılsalar da hiçbir zaman o güzel kelimeden ayrılmazlar.

Meselâ, Zekeriyya ve Yahya peygamberler ile Cercis ve Şem'un ve ateşle dolu hendek adamlarının yakarak öldürdükleri mü'minler gibi. Ve bu güzel kelime sahipleri kıyamet gününde de duruşmada kendilerine itikatları sorulduğunda hiç tereddüt etmezler ve kıyametin korkunç hallerinden dehşete kapılmazlar. Yahut kabir sualinde o güzel kelime üzerinde sebatlı kılınırlar.

Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minîn nasıl can verdiğini anlattıktan sonra buyurdu ki:

"Mü'min öldükten sonra ruhu tekrar cesedine döner ve ona iki melek gelir ve onu oturturlar.

Sonra kendisine sorarlar:

-Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? O da cevap verir:

-Rabbim Allah'tır. Dinim islâm'dır. Peygamberim de Muhammed'dır (sallallahü aleyhi ve sellem). O zaman gökten bir münadi, Benim kulum., kesinlikle doğru söyledi, der.

İşte "Allah îman edenleri o sabit söz ile sebatlı kılar, kelâmının mânâsı budur ve mezkûr ağacın, her zaman yemişini vermesinin misali de budur."

Sa'lebî tefsirinde diyor ki:

"Hicrî 386 yılında Ebû Kaasım b. Habîb bana nakletti.

Dedi ki, Ebû Tayyib Muhammed b. Ali el-Hayyât'tan dinledim, o da Sehl b. Ammâr el-Amelî'den dinlemiş ki ben Yezid b. Harun'un ölümünden sonra onu rüyamda gördüm ve ona,

-Allah sana ne muamele buyurdu? diye sordum..

O da dedi kı;

-Mezarda, çok sert görünüşlü iki melek bana geldi ve,

-Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? diye sordular.

-Ben de beyaz sakalımı tuttum ve onlara dedim ki:

-Benim gibi bir adama bunlar sorulur mu? Ben, bu sorularınızın cevaplarını seksen sene insanlara anlattım! Bunun üzerine melekler beni bırakıp gittiler."

B- "- Zâlimleri de Allah saptırır."

Allah (celle celâlühü), mü'minleri üzerinde sebatlı kıldığı haktan, hür irade ve seçimlerinin gereği olarak zâlimleri saptırır; istedikleri sapkınlığı onlarda yaratır.

Bu zâlimlerden murat, kâfirlerdir. Zira bu zâlimlerin mukabili mü'minlerdir. Kâfirlerin zâlim olarak vasıflandırılmaları, eşyayı yerine koymadıkarı, hakkı sahibine vermedikleri içindir. Yahut kendi nefislerine zulmettikleri içindir. Nitekim onlar, Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı değiştirmişler de, sabit söze gelmenin yolunu bulamamışlardır.

Yahut bu zâlimlerden murat, taklitte kalmak ve apaçık delillerden yüz çevirmeke kendi nefsine zulmeden, bu yüzden de fitne yerlerinde sebatlı bir duruş ortaya koyamayan ve hakk ve hidâyet yoluna girmeyen herkestir.

Bu görüşe göre, îman edenlerden murat da, îmanda samimî olan ve köklü bir inanca sahip bulunan kimsedir. Nitekim sabit kılmak da, bu mânâyı bildirmektedir. Ancak bu izah, içten olmaması hâlinde tevhit kelimesinin, misal olarak verilen istikrarsız ağaç kabilinden olmak vehmini verir.

C- "- Zaten Allah dilediğini yapar."

Allah (celle celâlühü) üstün hikmetine bağlı olarak, kadesinin gerektirdiği sekide bazı insanları hak üzerinde sabit kılar ve diğer bazılarını da saptırır.

28

"Ey Peygamberim! Allah'ın nimetlerini nankörlükle değiştirenleri, kavimlerini de helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi?"

A- "- Ey Peygamberim! Allah'ın nimetlerini nankörlükle değiştirenleri. .."

Bu kelâm., Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) veya herkesi, en az seviyede bir idrâke sahip olan kimseden bile sadır olmaması gerekeny o bâtıl fiilleri işleyen kâfirlere taaccüp ettirmek içindir.

Yani ey Resûlüm! Allah'ın (celle celâlühü) nimederinin şükrünü değiştirip onun yerine büyük bir nankörlük koyan, yahut nimetin kendisini nankörlüğe çeviren kimseleri görmedin mi?

Zira onlar o nimetlere nankörlük edince, o nimetler onlardan alındı. Böylece onlar, nimetleri nankörlüğe çevirmiş oldular. Meselâ, Mekke halkı gibi. Nitekim Allah (celle celâlühü) onları yarattı; Kendi katından rızk olarak her şeyin ürünlerinin getirildiği güvenk, dokunulmaz Mekke'ye yerleştirdi; onları Beytullah'ın hadimleri kıldı ve onları Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müşerref kıldı.

Onlar ise, bunca nimetlere nankörlük ettiler. Bunun üzerine yedi sene kıtlığa uğratıldılar ve Bedir savaşında öldürüldüler, esir alındılar. Sonunda nimetleri alınmış ve yerine zeki nankörler olarak kaldılar.

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

"Bunlar, Kureyş'in en günahkâr iki koludur ki, Muğîreoğulları ile Umeyyeoğulları'dır. Muğîreoğulları Bedir savaşında belâlarını buldular. Umeyyeoğulları ise, bir zamânâ kadar dünya nimetlerinden faydalandılar."

Öyle anlaşılıyor ki, Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bundan sonra gelecek "De ki: Biraz yaşayın..."(İbrâhîm 14/30) cümlesini bununla tefsir ediyorlar.

B- "- ... kavimlerini de helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mı?"

Onlar, kavimlerine şirk ve dalâlet yolunu göstermekle onları helâk yurduna sürüklediler.

29

"Onları cehenneme sürükleyecekler. Ne kötü karargâh orası!"

Burada olduğu gibi önce ibham, sonra da beyan yapılması, açıkça korkunçluğu ifade etmektedir.

30

"İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na bir takım ortaklar koştular. De ki: Biraz yaşayın; sonunda gidişiniz o ateşedir."

A- "- İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na bir takım ortaklar koştular."

Onlar, kendileri saptıkları gibi, mensup bulundukları kavimlerim de Allah'ın (celle celâlühü) doğru yolu olan tevhitten saptırmak ve onları küfür ve dalâlet bataklığına düşürmek için, tek ve yegâne maksut olan, misli bulunmayan ve yegâne Kahhâr olan Allah'a isimde, yahut ibadette bir takım ortaklar koştular.

B- "- De ki: Biraz yaşayın; sonunda gidişiniz o ateşedir."

Ey Resûlüm! O kendileri sapmış ve başkalarını da saptırmış olan kâfirleri tehdit ve onları teşhir için ve bir de şu gerçekleri bildirmek için onlara söyle:

Onlar, hakkı kabul etmekten şiddetle kaçındıkları, bâtıla tamamen boğuldukları ve hiçbir şekilde ondan dönmeyecekleri için, kendilerinden yüz çevrikp nasihat cihetine gitmemeye, kendi durumlarıyla baş başa bırakılmaya müstahak olmuşlardır ve onların, ilâhî inayetten mahrum bırakıldıklarını kuvvetle ifade etmek ve vahim akıbeti acilen beyan etmek için, onlar, bundan men edilmemişler, aksine yapmaları emredilerek denilmiş ki; siz içinde bulunduğunuz şehvetleri (dünya lezzetlerini) ve ezcümle o büyük nimedere nankörlük etmeyi ve putlara tapmakta başkalarını da kendinize uydurmayı biraz daha sürdürün; sonunda gidişiniz yalnız o ateşedir.

Öyleyse bu gıdısın gereği olan şeyleri yapmalısınız ve icabı olan halleri sürdürmelisiniz. Hattâ sizin bu hâliniz aslında o ateşe girmenin bir suret ve misakdır. Nitekim mezkûr "kavimlerini helâk yurduna sürükleyenler..." (İbrâhîm 14/28) ifadesi de buna işaret etmektedir. Bu itibarla "Sonunda gidişiniz..." cümlesi, mezkur emrin illetidir.

Bu kelâmda, her türlü ifadenin üstünde, ağır tehdit ve kuvvetli vaat vardır.

Yahut onların halini tasvir etmek ve onları bu sonuca götüreni ifade etmek üzere de ki:

"Biraz yaşayın!.."

Buna göre bu kelâm, bildiriyor ki, onlar içinde bulundukları zevklere, şehvetlere tamamen daldıkları ve hiçbir şey, onları bundan alıkoyamadığı için, şehvet ve zevklerin âmiri tarafından buna memur edilmişler, onun hükmüne ve emrine boyun eğmişlerdir ve tıpkı itaat edilen bir âmirin hizmetine koşan bir memur gibi olmuşlardır.

Bu izaha göre,

"Sonunda gidişiniz..." cümlesi, mezkûr emrin illeti değil, fakat kelâmın siyakından anlaşılan bir şartın cevabıdır. Sanki, şöyle denilmiştir:

Sizin haliniz budur. Eğer bunu sürdürürseniz, sîzin gidişiniz o ateşedir. Buna göre tehdit ve vaat, mezkur emirde değil, fakat bundadır.

31

"îman eden kullarıma söyle ki, namazlarını gereğince kılsınlar; kendisinde ne alış- veriş, ne de dostluk bulunmayan, bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızklardan gizli- açık harcasınlar!"

İman eden kulların zikre tahsis edilmesi, onları yüceltmek ve kulluk vazifelerini ve hukukunu ifa edenlerin onlar olduklarına dikkat çekmek içindir.

Bu âyet, îman eden kulların, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) son derece itaatkâr olduklarını ve onun emirlerine süratle uyduklarını bildirmektedir.

Allah (celle celâlühü) için yapılan harcamalarda en faziletk olan, nafile harcamalarda gizli yapmak, vacip harcamalarda ise açık yapmaktır.

Bu emirlerden murat, mü'minleri Allah'ın nimetlerine, bedenî ve mali ibadetlerle şükretmeye ve kâfirlerin yaptıkları gibi dünya nimetlerine dalmayı, onlara ziyadesiyle meyletmeyi terk etmeye teşvik etmektir.

Kıyamet gününde alıs-veriş ve dostluk bulunmamaktan murat, bir bedel ödemek, malından fidye vermek veya bir dostun, şefaat etmesiyle ilâhî azaptan kurtuluş mümkün olmayacağını bildirmektir.

Yahut onların dünyada konuştukları alış-verıs ve dostluğun eserinin ve faydasının olmayacağını, ancak, Allah için yapılan harcamaların faydalı olacakını bildirmektir.

Bunların faydalarının kalmayacağını hatırlatmak, faydası ebedî olan Allah yolunda harcamayı en güçlü şekilde teşvik etmektir.

Yahut mal biriktirmek ve harcamalardan geri durmak, genellikle ticaret ve ilerisi için hazırlık maksadıyla olduğuna ve kıyamette bunlar mümkün olmadığına göre, ölüm zamanına kadar mal biriktirmenin bir anlamı olmaz.

32

"Allah, O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı; gökten de su indirip onunla size rızk olarak türlü ürünler yetiştirdi; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin yararınıza akıttı."

A- "- Allah, O'dur ki, gökleri ve yeri yaratti; "

Allah (celle celâlühü) gökleri ve bütün gök cisimlerini, yeri ve yerde, bulunan bütün mahlûkaati yaratan yüce varlıktır.

Bundan önce Allah'ın nimetlerine nankörlük eden kâfirlerin halleri zikredildikten ve mü'minlere de, Allah'ın nimetlerine şükür olarak ibadet merasimlerini ifa etmeleri emredildikten sonra, burada da, bütün insanlar için şükretmeyi ve îtâat etmeyi gerektiren muazzam nimetlerin ve büyük lütufların tafsilatına başlanmaktadır. Bundan amaç, mü'minleri buna teşvik etmek, şükre halel getiren, onun yerine küfür ve günahları koyan kâfirleri de takbih etmektir.

B- "- Gökten de su indirip onunla size rızk olarak türlü ürünler yetiştirdi; "

Buluttan su indirdi. Zira yüksekte bulunan her şeye sema denir. Yahut felekten su indirdi. Çünkü nassların zahirlerinden anlaşıldığına göre, yağmur, felekten başlayarak bulutlara, oradan da su olarak yeryüzüne inmektedir. Yahut yağmuru semavî sebeplerle indirdik.

Şöyle ki, bu sebepler (kâinat sistemi), yerden aldıkları nemi (buharı) yükseklere çıkarmakta ve ondan da yağmur yağdıran bulutlar oluşmaktadır.

Ürünlerin yetişmesi, her ne kadar Allah'ın (celle celâlühü) irade ve kudretiyle oluyorsa da, fakat cari olan Allah'ın âdetine göre ürünlerin şekil ve keyfiyetleri, su ve toprak karışımımdan meydana gelen maddelerden vücut bulmaktadır.

Allah (celle celâlühü) suda etken bir kuvvet ve toprakta da kabil bir kuvvet yaratmıştır. İşte bu iki kuvvetin birleşmesiyle ürün çeşitleri doğmaktadır. Allah (celle celâlühü), sebeplerin kendilerini hiç yoktan yarattığı gibi, eşyayı da sebepsiz ve maddesiz olarak da yaratmaya kaadirdir.

Fakat ürünlerin böyle tedricî ve aşamak olarak meydana getirilmesinde, gerçek basiret sahipleri için, Allah'ın muazzam kudretine delâlet eden yeni yeni birçok hikmetler ve ibretler vardır; bunların, defaten meydana getirilmesinde yoktur.

C- "- İzni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin yararınıza akıttı."

Her şeyin bağlı bulunduğu Allah'ın izniyle ve sizin iradenizle, denizde yüzüp gitmeleri için Allah (celle celâlühü), gemileri emrinize verdi; siz, gemilerin nasıl imal edilecekleri hakkında Allah'ın size verdiği ilham İle gemi yapmaya muktedir kılındınız.

"Allah'ın izniyle" denilmesi, zahirî halden görüldüğü gibi, bu işin, insanların emekleri ve âletleri kullanmalarıyla gerçekleşmediğini sarahaten bildirmek içindir.

Yine Allah (celle celâlühü) ekinlerinizi, bahçelerinizi sulamak ve diğer ihtiyaçlarınızı karşılamak için nehirleri de sizin yararınıza akıttı.

33

"Düzenli seyreden güneşi ve ayı da size faydalı olmaları için yarattı; geceyi ve gündüzü de sizin yararınıza meydana getirdi."

Dünyayı aydınlatmaları için ve mevcudiyetleri güneş ile aya bağlı kılınmış olan şeylerin ıslahı için, güneş ve ayı, düzenk bir seyir takip etmeye memur kılmıştır. Yine, uykularınızın, çalışmalarınızın, ürünlerinizin oluşması ve olgunlaşması için gece ve gündüzü sizin hizmetinize vermiştir.

Allah'ın (celle celâlühü), insanlara bahşedilmiş olan çeşitli nimetleri zikretmesi ve her birini de müstakil bir cümle ile ifade buyurması, onların şanını yüceltmek, değerlerinin yüksek olduğuna dikkat çekmek ve her birinin kendi başına, şükrü gerektiren pek büyük bir nimet olduğunu sarahaten bildirmek içindir.

Göklerin yaratılması ile güneş ve ayın yaratılması arasında açık bir münasebet olduğu halde onların bir arada zikredilmeyip güneş ile ayın sonra zikredilmesi, şunun içindir: Göklerin zikri, yerin zikrini gerektirir. Yerin zikri de, yağmurun gökten yere indirilmesinin zikrim gerektirir. O da, yerden rızkın çıkarılmasının zikrini gerektirir ki, felek ve nehirler vasıtasıyla hâsıl olanlar da bu cümledendir.

Yahut Bakara sûresinde de belirtildiği gibi, göklerin ve yerin yaratılması ile güneş ve ayın memur edilmesinin bir tek nimet gibi vehmedilnıesinden kaçınılması içindir.

34

"O, istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini sayacak olursanız, sayamazsınız. Hiç şüphesiz insan, çok zâlim, çok nankördür."

A- "-- O, istediğiniz her şeyden, size verdi."

Allah (celle celâlühü), sizin istediğiniz her şeyden, hikmet ve maslahata bağlı olarak iradesinin gerektirdiği şekilde bir kısmını verir. Nitekim başka bir âyette de meal olarak şöyle denilmektedir:

"Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse, eklediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen veririz..." (İsrâ 17/18)

Yahut her şeyden, sızın zımnen istemiş olduğunuz o sizin muhtaç olduğunuz ve hayatınızın nizamının bağlı olduğu miktarı veririz. Yahut istidat lisanıyla istediğiniz her şeyi veririz. Yahut istediğiniz her şeyi veririz.

Bir görüşe göre ise, takdiri şöyledir. İstediğiniz ve istemediğiniz her şeyden size veririz.

B- "- Allah'ın nimetini sayacak olursanız, sayamazsınız."

Sız, Allah'ın (celle celâlühü) size bahşetmiş olduğu nimetlerini icmal ile de sayacak olsanız, sayamazsınız; çünkü onlar nihayetsizdir. Bunun aksi nasıl söylenebilir ki, yoksulluk ve iflasın en son derecesinde olsa bile, insanların her ferdi, çeşitli ilâhî inayetlerle desteklenmekte ve türlü türlü musibetlerle karşı karşıya bulunm aktadır.

İşte bu haliyle düşündüğünüz takdirde, onu, haddi hesabi olmayan nimetler içinde görürsün. Öyle ki her saat ve her an, ona sayısız nimetler bahsedilmektedir.

Eğer senin bunda şüphen varsa, bir an için düşenelim ki, bir insan, bütün dünyaya malik olsa, bütün milletlere hükmetse, bütün ordular onun komutasını dinlese, bütün derebeyler heybetine boyun eğseler, her istediğini elde etse, her arzusuna erse, bir rakibi ve ortağı olmaksızın, dünyanın bütün malları onun olsa, hatta tutakm ki, dünyanın taşı, toprağı pahak yakutlar ve değerli inciler onun olsa, sonra farz edekm ki, susuzluktan veya açlıktan canı boğazına gelse, şimdi bu durumda, kendisini kurtaracak bir lokma ekmeğe veya bir yudum suya bütün varını yoğunu verip de hayatını kurtarmak mı ister, yoksa ölmeyi tercih edip de malını mülkünü arkasında faydasız olarak mı bırakır?Elbette kı, elinde ne varsa hepsini harcar ve bu alış verişte zarar etmek şaibesi olmaz (bu akitte kendisi kârlıdır). Şu halde kazanılmaları pek kolay da olsa, isteyen onları geceleri de, gündüzleri de elde etmek imkânına sahip de olsa, o adam İçin bu bir lokma ekmek ve bir yudum su, bütün dünya malından bin kat hayırlıdır.

Farzedehm ki, bir adam hiç nefes alıp veremiyor ve bundan dolayı ölecek hale geliyor; bir nefes alıp vermek için, bütün varını yoğunu vermez mı? Elbette verir ve yaptığından da çok memnun olur. Şu halde bir nefes alıp vermek, bütün dünya mallarından ve arzularından daha hayırlıdır.

Oysa ki, bu nefes alıp verme, gece ile gündüzün, uyku ile uyanıklık zamanlarının her anında her insana bahsedilmektedir. Bu hakikat, hiçbir akıl sahibine gizli kalmayacak kadar gayet açıktir.

Eğer sen hakkın hakikatine ve büyük, küçük bütün sırlara vâkıf olmak istiyorsan, bilmeksin ki insan, mümkünat âleminde yaşamasının gereği olarak, üstün kemâlât ve hârika melekeleri elde etmekten tamamen uzaktır.

Öyle ki, eğer kendisi ile ilâhî alâka ve inayet arasındald irtibat kesilirse, varlık âleminde karargâhı, yurdu kalmaz ve o ancak helâk ve zeval uçurumlarından yolduk ve hiçlik çukurlarına yuvarlanır.

Fakat geçen her zaman ve her anda Cenâb-ı Hak tarafından onun zatına ve diğer ruhanî, nefsî ve cismanî sıfatlarına, ancak Alîm ve Habîr (her şeyden haberdar) Allah'ın bileceği sayısız feyizler yağar.

Bunun izahı şöyledir: İnsan başlangıçta var olma hakkına zorunlu olarak sahip olmadığı gibi, vatlığının bekaası hakkına da sahip değildir; her ilcisi de, Yaratan (celle celâlühü) tarafından lûtfedilmektedir.

Bu itibarla aslî olan yolduğunun bütün cihetlerinin kapıları tamamen kapattırılmadan vardığı tasavvur edilemediği gibi, varlık sebebi ile vücut bulduktan sonra da arızî yokluğun bütün cihetlerinin kapıları kapattırılmadan da bekaası tasavvur edilemez. Çünkü varlığın devamı da, zorunlu varlığın hususiyetlerindendir.

Ve malûm olduğu üzere, insanın varlığının tevakkuf ettiği varlık sebepleri, yani onun illetleri ve şartları, her ne kadar gerçekleşen varlık simidi olduğu için, onların da sınırk olmaları gerekiyorsa da, onun varlığtinda etkisi olan yokluk sebepleri böyle değildir.

Zira tek bir şey için sayısız engellerin olması imkânsız değildir. İmkânsız olan ancak, o manilerin, varlık hâlinde bulunmalarıdır, işte o sayısız manilerin kalkması, yani varlığın her anında haddi zatında vücudu imkân dahilinde iken, yok halinin devam etmesinin sınırsız olduğu, evet iddia değil, bir hakikattir.

Keza, başlangıçta da, bekaa olarak da, vücudun, yakın ve uzak illetleri ve şartları için de durum böyledir. Keza, vücuda bağlı olarak gerçekleşen kemal, nitelikleri için de aynı şey söz konusudur.

Böylece anlaşılmış oluyor ki, her an, çeşitli yönlerden ona sayısız nimetler yağmaktadır.

Ey Yüce Rabbim! Seni tenzih ederim; Sana "Sübhânallah" derim. Senin hükümranlığın ne kadar da muazzamdır! Gözlerin bakşları Sana erişmez; akıllar tefekkürleriyle Seni kavrayamaz. Senin şanının benzen yoktur. İhsanın da nihayetsizdik.

Biz Seni tanımakta şaşkınız ve şükürlerinin merasiminden âciziz. Biz, marifet yolunu bulmayı Senden ditiyoruz ve nimetlerinin hakkını eda etmek için muvaffakiyet niyaz ediyoruz. Biz Seni hakkıyla hamd ve sena edemeyiz. Senden başka İlâh yoktur. Senden bağışlanma diliyoruz ve Sana dönüyoruz!  

C- "- Hiç kuskusuz insan, çok zâlim, çok nankördür."

Kuşku yok ki insan, şükründen gafil kalmalda, yahut nimeti yerine koymamakla çok zulmetmektedir. Yahut kendi nefsini mahrumiyete maruz bırakmakla kendi kendine çok zulmetmektedir. Ve insan çok da nankördür.

Diğer bir görüşe göre ise, insan, sıkıntı anlarında çok şikâyet ve feryat etmekte çok zulmetmekte ve nimet halinde de nimetleri toplayıp infaktan kaçınmakla nankörlük etmektedir.

Zulüm ve nankörlük hükmünün tasdiki, insanın bazı fertlerinde bulunmasıdır. Allah'ın nimetlerini nankörlükle değiştirenler (âyet: 28), öncelikle buna dahildir.

35

"Hani bir zaman İbrâhîm, şöyle demişti:

-Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl; beni de, neslimi de putlara tapmaktan uzak tut!"

A- "- Hani bir zaman İbrâhîm şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl; "

Bundan murat, Mekke kâfirlerinin başka bir çeşit cinayetlerini beyan etmekle. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) geçmiş taaccübünü tekit etmektir. Nitekim Mekke kâfirleri umumî nimetlere nankörlük etmişler ve ataları İbrâhîm'e (aleyhisselâm) de karşı gelmişlerdir.

İbrâhîm (aleyhisselâm), namazı gereğince kılmaları, putlara tapmaktan sakınmaları ve Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine şükretmeleri için onların atasını Mekke-i Mükerreme'ye yerleştirmişti ve Allah'tan orayı güvenk bir şehir kılmasını, türlü türlü ürünlerden rızıklar vermesini ve uzak yerlerden insanların kalplerini onlara meylettirmesini dilemişti.

Allah (celle celâlühü) da onun duasını kabul buyurdu ve Mekke'yi güvenk mukaddes ve her yerden ürünler getirilen bir yer kıldı. Mekke kâfirleri ise, bunca büyük nimetlere nankörlük ettiler ve mukaddes kenti helâk kenti yaptılar ve Allah'a ortak koşup yapacakların yaptilar.

Ey Rabbim! Mekke-i Mükerreme şehrini, yahut onun halkını güvenk kıl; bu kenti, hiç kimsenin korkmadığı, herkesin kendini güven içinde hissettiği, bir şehir haline getir. Nitekim Bakara 2/125 âyetin tefsirinde bu konu geçti. Buradaki ifade ile Bakara 1.26. âyetteki ifadenin farkı şudur: Orada istenen, güvenk olma vasfına sahip bir şehir kılınmasıdır. Burada istenen ise, yalnız güvenliktir.

Eğer İbrâhîm'in (aleyhisselâm) birden fazla niyazda bulunduğuna hamledikrse, o takdirde herhalde önce her iki hususu da niyaz etmiş; fakat birisi için niyazı hemen kabul olmuş, diğeri ise hikmetin gereği olarak, kendisine takdir edilmiş vakte kadar tehir edilmiş; sonra dua ve niyazda âdet olduğu üzere İbrâhîm (aleyhisselâm) duasını tekrarlamış.

Yahut: önce istediği, diğer memleketlerde olduğu gibi yerleşme imkânını sağlayan mücerret güvendir ve bu da kabul olunmuştur. İkincisi ise, malûm güvendir. Yahut ikisinde de istenen her iki husustu ve ikisi de verilmişti, ikinci kez istenmesi ise, devam etmesi içindir.

Buna göre burada yalnız güvenin istenmesi, asıl maksat bu olduğu içindir. Yahut carı olan âdete göre, bir şehir olduktan sonra şehir olarak devam eder. Fakat güven öyle değildir.

Eğer anılan iki âyet, ilk akla geldiği gibi, İbrâhîm'in. (aleyhisselâm) niyazının bir olduğuna ve hikâyesinin tekerrür ettiğine (iki kere zikredildiğine) hamledikrse, o takdirde zahire göre, istenen her iki husustur ve bu, ilk zikredilen âyette anlatılmıştır. Burada ise, yalnız güven istemenin zikriyle iktifa edilmiştir. Bu da, bazılarının dediği gibi, güven nimetinin şükrü gerektirmekte daha etkili olduğu ve bunun için kâfirlerin gafletinden dolayı onları tahkir etmek makamına daha münasip olduğu için değildir; fakat şehir olmasının niyazı, "Artık Sen de, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledıci kıl..." (âyet 37) âyetinde hikâye edilmektedir.

Çünkü bu âyette istenen, sırf hac için oraya gitmeleri değil, fakat onların yanında yerleşmeleridir. Bu da, şehir kılınmasının isteğinin aynısı olup başka bir ibare ile hikâye edilmiştir.

İbrâhîm (aleyhisselâm) ilk Mekke'ye geldiğinde bu duayı yapmıştı.

Nitekim Said b. Cübeyr'in İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre, İbrâhîm (aleyhisselâm), İsmail (aleyhisselâm) ve Hacer'i Mekke'ye yerleştirdikten sonra, Şam'a doğru yola çıkınca, Hacer de, arkasından gitti ve:

- Bizi bu bitkisi, suyu olmayan ıssız yerde kime bırakıyorsun? demeye başladı, İbrâhîm (aleyhisselâm) ise ona cevap vermiyordu. Nihayet Hacer:

Yoksa Allah mı sana bunu emretti?" deyince, İbrâhîm (aleyhisselâm) de:

Evet!., dedi. Hacer:

Öyleyse O, bizi zayi etmez, dedi ve duruma razı oldu. İbrâhîm (aleyhisselâm) yürümeye devam etti ve nihayet Gedclâ tepesine çıkınca, dönüp onları bıraktığı vadiye baktı ve:

Rabbimiz! Ben, çocuklarımdan bir kısmını... bir vadiye yerleştirdim, dedi. Bu âyet ile tefsiri yapılan âyetin bir arada zikredilmeyip aralarına fasıla konulması, minneti tekrarlamak ve her birinin, çok şükür gerektiren pek büyük bir nimet olduğunu bildirmek içindir.

B- "- Beni de, neslimi de putlara tapmaktan uzak tut!"

Beni ve neslimi, üzerinde bulunduğumuz tevhid üzere, islâm dini üzerine ve putlara tapmaktan uzak durma hak üzerine sebattır.

Bu kelâm-ı kerim delâlet ediyor ki, peygamberlerin masumiyeti, Allah'ın (celle celâlühü) inâyetiyledır.

Zahire göre onun evlâdından murat, onun sulbünden olan evlâdıdır. Bu itibarla bu âyet İbn Uyeyne (radıyallahü anh) için hüccet olamaz. O diyor ki:

- İsmail peygamber evlâdından hiçbir kimse putlara tapmamıştır. Ancak her kavmin bir taşı vardı ve onlar, ’bu da bir taştır; Beytullah da taştır' deyip onun etrafında dönüyorlardı ve o taşa devvâr diyorlardı, işte bundan dolayı, Beytullah'ın etrafında döndü, demeyip, Beytullah'ı tavaf etti, demek daha uygun olur.

Keşke putlara tapmalarından dolayı Kureyş'i takbih ve teşhir eden Kur’ân âyetlerinin, nasıl İbn Uyeyne'nin dikkatini çekmediğini bilseydim... Kaldı ki, İbn Uyeyne'nin kelâmından, kendisinden kaçtığı şeye geri dönüp saldırmak gibi bir netice çılmıaktadır.

36

"Rabbim! O putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Artık kim bana uyarsa, o, gerçekten bendendir; kim de bana karşı gelirse, onlar hakkında da muhakkak ki, sen, Gafûrsun (çok bağışlayansın), Rahîmsin (çok merhamet edensin)."

A- "Rabbim! O putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular."

O putların insanlardan birçoğunun sapmasına sebep olması,

"Dünya hayatı onları aldattı" (En'âm 6/70) meâlindekı âyet kabılmden-dir. Yani dünya hayatı, onların aldanmasına sebep oldu.

Bu kelâm, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) duasının illeti mahiyetindedir. Başında nidanın gelmesi, ona itina gösterildiğini ve kabule icabet isteğini izhar etmek içindir.

B- "- Artık kim bana uyarsa, o, gerçekten bendendir; kim de bana karşı gelirse, onlar hakkında da muhakkak ki, sen, Gafursun, Rahimsin."

Onlardan kim benim çağırdığım tevhide, İslâm dinine uyarsa, o, gerçekten benim bir parçamdır. İbrâhîm (aleyhisselâm), kendisine mahsus olduğunu kuvvetle ifade etmek için böyle demiştir. Yahut o, gerçekten benimle beraberdir; din işlerinde benden ayrı değildir.

İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kendisine uymamayı, kendisine karşı gelmek olarak ifade etmesi, bu davetinin sürekli olacağını ve kendisine uymayanların, isyanlarından dolayı uymadıklarını, yoksa onlara davet erişmediğinden olmadığını bildirmek içindir.

Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok kı, onlar hakkında da Sen bağışlayıcı ve rahmet edicisin; tevbeden önce de, tevbeden sonra da onları bağışlamaya ve onlara merhamet etmeye Kaadirsin.

Bu kelâm-ı kerim delâlet ediyor ki, Allah (celle celâlühü) her günahı ve hatta şirki de bağışlayabilir. Ancak ilâhî vaat, şirk ile diğer günahlar arasına fark koymuştur. (Şirki bağışlamayacağını beyan etmiştir.)

37

"Rabbimiz! Ben, çocuklarımdan bir kısmını Senin Beyt-i Haram'ın yanında ekine elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim.

Ey Rabbimiz! Onlar, namazı ona doğru kılsınlar diye bunu yaptım. Artık Sen de, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve çeşitli, ürünlerden onlara rızık ver! Umulur ki, bu nimetlere şükrederler."

A- "Rabbimiz! Ben, çocuklarımdan bir kısmını Senin Beyt-i Haramin yanında ekine elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim."

İbrâhîm'in (aleyhisselâm) duasında çoğul zamirini kullanması (Rabbimiz! demesi), bazılarının dediği gibi, kendisi ve evlâdı daha önce zikredil dilden için değildir. Eğer bunun için olsa, bundan önce geçen "Rabbim! O putlar..." duasında da çoğul zamiri kullanırdı. Hayır, çoğul zamirinin kullanılmasının sebebi şudur:

Bu dua ve duanın kabul edilmesi için ön takdim olarak zikredilen "Ben çocuklarımdan bir kısmını... yerleştirdim" ifadesi, onun zürriyetiyle alâkalıdır. Bu itibarla Allah'ın, onların Rabbi olduğunu bekitmek, duanın kabulünde ve dilenen şeylerin verilmesinde daha etkili olur.

İbrâhîm'in zürriyeti, oğlu İsmail (aleyhisselâm) ile onun evladıdır. Zira İsmail'in itminan veçhile iskân edilmesi, zımnen onun evladının da iskânı sayılır.

Rivâyet olunur ki, İsmail'in annesi Hâcer, İbrâhîm'in zevcesi Sâre'nın cariyesi idi. Sonra Sâre, onu İbrâhîm'e (aleyhisselâm) bağışladı. Daha sonra Hâcer, İsmail'i doğurunca, Sâre Hâcer ile İsmail'i kıskandı ve İbrâhîm'den onları oradan çıkarmalarını istedi. İbrâhîm (aleyhisselâm) de, onları Mekke toprağına götürdü. İşte orada Allah (celle celâlühü) Zemzem kaynağını meydana getirdi.

Ekine elverişli olmayan vadiden murat, Mekke vâdisidirr.

Bu ifadeden kastedilen, iskân için gerekli imkânlar hiç olmadığı halde sadece Allah'a yakınlık ve O'nun komşuluğuna sığınmak için olduğunu göstermektir. Nitekim kutsiyet (haram) vasfının belirtilmesi de, iltica edilen mekânın izzetini ve kötülüklerden masun olduğunu bildirmektedir.

Bu mekânın haram olması, onun kutsiyetini ihlâl etmenin ve ona saygısızlık etmenin haram kılınmış olmasıdır. Yahut Beytullah, asırlar boyunca her zaman zorlu hükümdarların saygı duyduğu bir mekân olagelmiştir.

Yahut burası tufandan muhafaza edilmiş ve tufan orayı istila etmemiştir. İşte bundan dolayı ona atik (âzat) denilmiştir.

Bir zamanlar orada bina olmayıp o mekânın, sellerin sağ tarafını ve sol tarafını aşındırdığı yüksekçe bir mekân olduğu halde ona beyt (ev) denilmesi, gelecekte İbrâhîm İn orayı bina edeceği itibarıyla değildir. Çünkü buna göre, kutsiyet vasfının da bu itibarla olması lazım gelir. Hayır, ona beyt denilmesi, evveliyatı itibarıyladır. Zira Kâbe-i Muazzama'nın birkaç kere bina edildiği hususunda şüphe yoktur; bu konudaki görüş ayrılığı bunun kaç kere olduğuna dâirdir. Nitekim bunu Bakara sûresinde Allah'ın lûtfu keremiyle zikrettik.

"Ey Rabbimiz! Onlar, namazı ona doğru kılsınlar diye bunu yaptım." (Rabbena li-yukıymussalâte).

İnsanlar, onu kıble yaparak, ondan bereketlenerek, namazlarını kılsınlar diye bunu yaptım.

Bütün dinî şiarların içinden namazın zikre tahsis edilmesi, onun faziletinden dolayıdır.

Cümlenin başında nidanın tekrar edilmesi ve vasıta kılınmasi, namazın edasına son derece önem verildiğini, onların o susuz ve bitkısiz vadiye iskân edilmelerinden nihaî amacın bu üstün maksat ve âk talep olduğunu belirtmek içindir. Bütün bunlar da, ancak bu şekilde hâsıl olabilen duasının icabetine ve dileğinin verilmesine zemin hazırlamak içindir.

"Artık Sen de, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver!" (Fec'ale fidelen minen-nâsi tehvî ileyhim verzukhüm mines-semerât).

Eğer "insanlardan bir kısmının gönülleri..." yerine "bütün insanların gönülleri" denilmiş olsaydı, Fars ve Rum halklarının ziyaretçilerinden orada büyük izdihamlar meydana gelirdi. Bazılarının, buna ilâve olarak, "Böyle denilmiş olsaydı, şüphen olmasın ki, Yahudiler ve Hıristiyanlar da hacca geleceklerdi" şeklindeki sözleri ise, bu makama münasip değildir. Çünkü burada istenen, haccetmek için insanların gönüllerinin oraya meylettirilmesi değil, fakat onlarla beraber oraya yerleşmek içindir.

İbrâhim'in (aleyhisselâm) bu duasının ilk sonuçları şöyle hâsıl oldu: Meşhur bir rivâyetle, Cürhüm kabilesinden bir kafile Şam'a gitmek üzere oradan geçerken, bir kuşun, dağın üstünde döndüğünü gördüler ve birbirlerine, "Bu kuş, suyun üstünde dönüyor" dediler. Sonra yaklaşınca baktılar ki, Hâcer, suyun başında duruyor. Ona dediler ki:" Eğer istersen, biz senin yanında kalır, sana can yoldaşı oluruz; bu su yine senindir" dediler. Hâcer de, onlara izin verdi, İsmail, gençlik çağına gelip Hâcer ölünceye kadar o insanlar orada kaldı ve İsmail onlardan biriyle evlendi.

Ve ürünlerden, oraya iskân ettiğim zürriyetime, yahut onlarla beraber oraya gelip yerleşen insanlara rızk ver! Burada duanın, "Allah'a ve âhiret gününe îman edenleri çeşitli meyvelerle besle..." (Bakara 2/126) âyetinde olduğu gibi mü'minlere tahsis edilmemesi, namaz kılmanın zikriyle iktifa edildiği içindir.

Yani Beytullah'ın yakınında çeşitli ürünlerin yetiştiği köyler, kasabalar meydana getir, yahut uzak memleketlerden oraya çeşitli ürünler sevk ettir. Nitekim bunun her ikisi de gerçeldeşmiştir. Hattâ Mekke'de ilkbahar, yaz ve güz ürünleri aynı günde bulunmaktadır.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, Tâif, Fillistin toprağından idi. İbrâhim (aleyhisselâm) bu duayı yapınca, Allah (celle celâlühü), Harem bölgesine rızk olarak, onu Filistin'den kaldırıp bugünkü yere koydurdu.

Zührî'nin rivâyetine göre ise, Allah İbrâhîm'in duası için, Şam kasabalarından birini kaldırıp Tâife naklettirdi.

"Umulur ki, bu nimetlere şükrederler." (Le-allehüm yeşkürûn).

Namaz kılarak ve diğer kulluk merasimlerini yerine getirerek o nimetlere umulur ki şükrederler.

İbrâhîm'in (aleyhisselâm), güzel edebe riâyet etmekle, yakarış, ihtiyacı arz etmek, rahmetin inmesini dilemek ve şefkatin celbini talep etmek kurallarına bağlı kaldığı gayet açıktır. Zira o, vadinin ekinsiz olduğunu zikretmekle, istedikleri şeylere son derece muhtaç olduklarını beyan etmiş ve Beyt-i Haram'ın yanında iskân edildiklerini zikretmekle de, kerem Sahibinin komşuluğunun, nimetlerin bahsedilmesini gerektirdiğine işaret etmiştir. Yaşamak imkânları hiç bulunmadığı halde bu iskânın sadece namaz kılmak ve beytin hukukunu eda etmek için olduğunu zikretmekle de, duanın icabeti için gerekı olan bütün unsurları hazırlamış olur. İşte bundan dolayıdır ki, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) duası, hüsnü kabul görmüştür.

38

"Rabbimiz! Şüphe yok ki, Sen, bizim gizlediğimizi de açıkladığımızı da bilirsin. Zaten ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz."

A- Rabbimiz! Şüphe yok ki, Sen, bizim gizlediğimizi de, açıkladığımızı da bitirsin."

Sen bizim gizlediğimiz ve açikadığımız bütün ihtiyaçlarımızı elbette ki bırksin. Zira gizlenen şeyler şöyle dursun, insan, gizleyeceği şeyi henüz düşünmeden Allah (celle celâlühü) onu bilir.

Âyette, "gizlediğimizi" kelimesinin, "açıldadığımızı" kelimesinden önce zikredilmesi, Allah'ın (celle celâlühü) ilmine göre ikisinin bir olduğunu en anlamlı veçhile tespit etmek içindir. Sanki Allah'ın (celle celâlühü) ilmi, açıktan önce gizliye taallûk etmektedir. Yahut sır ve gizlilik mertebesi, açık mertebesinden önce olduğu için gizli, önce zikredilmiştir. Zira açığa vurulacak her şey, mutlaka ondan önce gizlidir. Bu itibarla Allah'ın (celle celâlühü) ilminin birinci haline taallûk etmesi, ikinci haline taallûk etmesinden öncedir, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) bundan maksadı şudur:

Ey Rabbim! Bu ihtiyaçları, onların hazırlık ve tamamlayıcı unsurlarını izhar etmek, bunlar Sana malûm olmadığı için değil, fakat Senin azametine kulluk ile huşu ve izzetine karşı da zillet izhar etmek, Senin katmdaklere ihtiyacımızı arz etmek ve biran önce nimetlerine erişmek içindir.

B- "- Zaten ne yerde, ne de gökte hıçbk şey Allah'a gizli kalmaz."

Zira Allah yegâne bizzat Atim olandır. Bu itibarla her ne olursa olsun ve hangi zamanda olursa olsun, varlık âlemine giren bir şey, onun haddi zatında var olması, Allah'a (celle celâlühü) göre bilginin kendisidir.

Yerde ve gökte bulunanlar, bunların içinde karar kılmış olan varlıkarı da, onların parçaları olan varlıkarı da kapsamaktadır.

Yerin, gökten önce zikredilmesi, bize yakınlık itibarıyladır ki, bu, bizim ilmimize göre farklılık gerektirmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin bu cümlesi, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kelâmının hikâyesi olmayıp doğrudan doğruya Allah'ın (celle celâlühü) kelâmından olup İbrâhîm'i (aleyhisselâm) tasdik için söylenmiştir. Tıpkı "İşte onlar böyle yapıyorlar." (Neml 27/34) âyeti gibi.

39

"İhtiyar halimde bana İsmail ve İshâk'ı bağışlayan Allah'a hamd olsun! Hiç şüphesiz Rabbim, duayı işitendir."

A- "ihtiyar halimde bana İsmail ve İshaki bağışlayan Allah'a hamd olsun!"

İhtiyar hatimde, çocuğum olmaktan umudum kesildiği sırada... Burada ihtiyarlık kaydının zikredilmesi, nimeti tazim, etmek ve şükrünü izhar etmek içindir.

Rivâyet olunur ki, İbrâhîm (aleyhisselâm) doksan dokuz yaşında iken İsmail doğdu ve yüz on iki, yahut yüz on yedi yaşında iken de İshâk doğdu.

B- "Hiç şüphesiz Rabbim, duayı işitendir."

Rabbim duayı kabul edendir. Bu cümle, Allah'ı (celle celâlühü) bu güzel sıfatla sürekti olarak vasıflandırmak itibarıyla hamd ile şükrün tamamlayıcısı olmaka beraber bir zeyil olarak mezkûr bağışlamanın da illetidir.

Bu kelâm, nimetin kat kat olduğunu bildirmektedir. Nitekm onların bağışlanması, "Ey Rabbim! Bana Hûdlerden bağışla!" (Sâffât 37/100) duasından sonra gerçekleşmiştir, işte bunun için burada bağışlanma ile duanın kabulü beraber zikredilmiştir.

40

"Ey Rabbim! Beni ve neslimden gelecekleri, namazı gereğince kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! Bu duayı kabul eyle!"

A- "Ey Rabbim! Beni ve neslimden gelecekleri, namazı gereğince kılanlardan eyle!"

Neslimden mezkûr kısmını ve onların yolundan giden evlâtlarımı, namazı gereğince kılanlardan eyle!

Âyette, "Ey Rabbim!..." denilmesi, bu konuda asıl önderin kendisi olduğunu, neslinin ise kendisinin tabileri olduklarını ve onların zikrinin kendisinin münasebetiyle olduğunu zımnen bildirmek içindir. Yoksa burada neslinin zikri, "Rabbimiz! Ben, çocuklarımdan bir kısmını... yerleştirdim" kabilinden değildir. Zira bu kelâmda, aslında henüz gerçekleşmemiş olan iskânın zikri, nesliyle ilgili olan duaya hazırlık içindir.

Bu dua, neslinin bir kısmına tahsis edilmiş, çünkü Allah (celle celâlühü) tarafından kendisine bildirilmişti ki, onların bir kısmı namaz kılmayacaklar. Bu da, "Ey Rabbimiz" İkimizi Senin için Müslümanlardan (boyun eğenlerden) kıl ve neslimizden de Müslüman bir ümmet meydana getir!" (Bakara 2/128) meâlindeki âyet kabilindendir.

B- "Ey Rabbimiz! Bu duayı kabul eyle!"

Benim ve neslimin, namazı gereğince kılanlardan olmamız, bu yolda sebat göstermemiz ve putlara tapmaktan uzak kalmamız hakkındaki duamı kabul eyle!

41

"Ey Rabbimiz! Hesap kurulacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!"

Ey Rabbim! Dinî konularda ve başka konularda beşer olarak uzak kalamadığımız en iyinin (evlânın) terki gibi benden ve ana-babamdan ve neslimden olsun veya olmasın bütün mü'minlerden sâdır olan taksiratı bağışla!

İbrâhîm'in (aleyhisselâm) ana-babasma istiğfarı, müşrik ana-babaya istiğfar edilmeyeceği kendisine bildirilmeden önce idi.

Diğer bir görüşe göre ise, ana-babasindan murat, Âdem ile Havva'dır (aleyhisselâm).

Bir diğer görüşe göre ise, bu dua ana-babasınm Müslüman olmaları şartıyladır. Ancak Mümtehınne sûresinin 4. âyeti bu görüşü reddetmekledir. Bu konunun kısmen izahı Tevbe sûresinde geçti. Tamamı ise, Allah'ın lûtfu keremiyle Meryem sûresinde gelecektir.

Bil ki; İbrâhîm'den hikâye edilen dualar ile zikirler ve onlarla ilgili şeyler, hikâye edilen tertibe göre ve hepsi birlikte sâdır olmamıştır; fakat değişik zamanlarda sâdır olmuş ve tertipli olarak hikâye edilmiştir. Böyle olması, onun dinî durumu zuhur ettikten sonra, insanları irşat etmesi, dinî ve dünyevî maslahatlar için Allah'a yalvarması gerçekleştikten sonra kâfirlerin kötü halini bildirmek içindir.

42

"Ey Resûlüm! Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ı habersiz sanma! Ancak, Allah, onların cezasını, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."

A- "Ey Resûlüm! Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ı habersiz sanma!"

Bu hitap Resûlüllah içindir. Bundan murat, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem), zâlimlerin yaptıklarından Allah'ı (celle celâlühü) habersiz sanmama konusunda uyarmaktır. Bu da, "ve salcın, müşriklerden olma!" (En'âm 6/14) meâlindeki âyet ile benzerleri kabibndendir.

Ayrıca şunu bildirmektedir: Bu iş, son derece sakınılması gereken o kadar bir husustur ki, bu duruma düşmesi mümkün olmayan kimse bile bundan men edilmiştir.

Yahut Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), men edilmesi, onlara aldırmayıp kendilerini cezalandırmaması anlamındadır. Bu şekilde ifade edilmesi, mübalağa içindir ve bir de, böyle sanmanın, Allah'ın onların yaptıklarından habersiz bulunduğunu sanmak gibi olduğunu bildirmek içindir.

Zira yaptıklarını bilmek, mutlaka onların cezalandırılmasını gerektirmektedir. Şu halde eğer onlar cezalandırılmayacaksa, bu cezayı gerektiren onların kötü amellerinden habersiz olmaktan dolayı olur. Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için teselli, kuvvetli bir vaat ve kâfirlerle diğer zâlimler için de pek ağır bir ceza vaadidir.

Yahut bu âyetin hitabı, onların acilen cezalandırılmalarını isteyen, yahut Allah'ın (celle celâlühü) sıfatlarını bilmediği için onlara mühlet verildiğine aldanıp da hiç cezalandırılmayacaklarını vehmeden herkes içindir.

Bir görüşe göre de âyetin mânâsı şöyledir: Salan sanma ki, Allah onlara, yaptıklarından habersiz olanın yaptığı muameleyi yapmaktadır; hayır, onların amellerini muhafaza edenin ve onların küçüğünün de, büyüğünün de karşılığını verenin muamelesini yapmaktadır.

Burada zâlimlerden murat, Mekke hakandan, Allah'ın nimetlerine nankörlük etmek, kavimlerini helâk yurduna sürüklemek ve Allah'a ortaklar koşmak gibi kötülükleri sayılan kimselerdir.

Nitekim "De ki: Biraz yaşayın..." (İbrâhîm 14/30) âyetinde azap tehirinin hikmetinin belirtilmesi de bunu bildirmektedir. Yahut bu zâlimlerden murat, bütün zâlimlerdir ve Mekke müşrikleri de öncelikle bunlara dahildir.

"Ancak, Allah, onların cezasını, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor." (İnnemâ yuahhıruhüm li-yevınin teşhasu filtil-ebsâr).

Görüldüğü gibi. Allah (celle celâlühü), onların cezalarını acilen vermemekte ve onlara, dünya nimederi içinde mühlet vermektedir.

Sen ey Resûlüm! Mevcut halini sürdür; Allah'ı (celle celâlühü) onların yaptıklarından habersiz sanma ve onların amellerinin gereği olan dayanılmaz azabın ertelenmesinden dolayı üzülme! Zira onun ertelenmesi, daha da ağırlaştırılması içindir.

Yahut bu ertelenmeyi görüp de Allah'ın onları hiç cezalandırmayacağını sanma; çünkü bu ertelenme, cezanın daha da ağırlaştırılması içindir. Yahut gördüğün ertelemeden dolayı, Allah'ın onlara, yaptıklarından habersiz onların yaptığı muameleyi yapacağını ve onları yaptiklarından dolayı cezalandırmayacağını sanma; bu, ancak cezayı ağırlaştırma hikmetinden dolayıdır.

"Gözlerin dışarı fırlayacağı..." ifâdesindeki gözlerden murat, mahşerdek kâfirlerin gözleridir. Şu halde malûm kâfirler de öncelikle bu zümreye dahildir.

43

"Onlar gönülleri bomboş olarak, gözleri hiç kıpırdamadan, başlarını göğe doğru kaldırmış vaziyette koşarlar."

Gönülleri, aşırı şaşkınlık ve dehşetten dolayı akıl ve anlayıştan bomboş olarak, gözleri de, başka zaman her an kıpırdadığı halde şimdi hiç kıpırdamadan ve hep açık kalarak, başlarını da göğe doğru kaldırmış vazıyette korku, zillet ve panik içinde kendilerini çağırana doğru koşarlar. Yahut gözleriyle O'na yönelirler ve korku ile heybetten gözlerini O'dan hiç çevirmezler.

Gönüllerin hayırdan bomboş olması izahı ise, bu makama münasip düşmez.

44

"Ey Resûlüm! İnsanları, kendilerine azap gelecek günden korkut! O zaman zâlimler:

- Rabbimizl Bize yakın bir vakte kadar mühlet ver ki, dâvetine icabet edekm ve peygamberlere uyakm, diyecekler. Onlara denilir ki:

- Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?"

A- "- Ey Resûlüm! İnsanları, kendilerine azap gelecek günden korkut!"

Bundan önce onların azabının ertelenmesinin hikmeti bildirildikten sonra bu âyette de Peygamberimiz'e hitap edilerek onları uyarması ve korkutması emredîlmektedir.

Bu insanlardan murat, zâlim olarak ifade edilmiş olan kâfirlerdir. Nite-km azabın gelmesi ifadesinin zahiri de bunu gerektirmektedir. Yahut bu insanlardan murat, bütün insanlardır. Zira uyarı, her iki fırkayı da kapsamaktadır.

Nıtekm "Sen ancak zikre (Kur’ân'a) uyanı uyarırsın." (Yâsîn 36/11) denilmektedir. Azabın onlara gelmesi ise, her iki fırkanın da mahşerde, olmaları hasebiyle ikisini de kapsamaktadır; ancak azabın bilfiil dokunması, kâfirlere mahsustur.

Bu gün, pek korkunç vasıflarla vasıflandırılan kıyamet günüdür.

Diğer bir görüşe göre ise, onların ölüm günleridir ki, sekerât ile ve müjde vermeyen "size sevinç yok!" diyen meleklerle karşılaşmakla azap göreceklerdir. Yahut dünya azabı ile helâk olacakları gündür. Ancak geçen hasır (Ancak, Allah, onların cezasını ifadesi) bu görüşe mânidir.

"O zaman zâlimler:

- Rabbimizl Bize yakın bir vakte kadar mühlet ver ki, dâvetine icabet edekm ve peygamberlere uyalım, diyecekler." (Feyekuulül-lezîne zalemû rabbenâ ahhirnâ ilâ ecelin karîbin nücib da'veteke ve nettebiurrusül).

Onların zâlimler olarak zikredilmeleri, onların zulümlerini tescil etmek ve karşılaştıkları azabın, zulümleri sebebiyle olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Zikredilen insanlardan murat, Müslümanları da kapsayacak umumî bir mâna olduğu takdirde, o zaman da, yani o insanlardan zulmedenler, yani kâfirler, demek olur.

Yahut uyarılan diğer ve eski ümmetlerden, şirk ve yalanlama ile zulmetmiş olan herkes diyecek ki... demektir. Zira azabın gelmesi, hepsini kapsamaktadır. Nitekim onların, peygamberlere uyacakları vaadini vermeleri bunu bildirmektedir.

Yani zâlimler diyecekler ki; ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri döndür ve bize yakın bir vakte kadar mühlet ver ki, sana ve tevhidine olan dâvetine, yahut peygamberlerin lisanıyla olan dâvetine icabet edelim ve peygamberlere, bize getirdikleri şeylerde uyakm, daha önce davete icabet ve peygamberlere uymak hususunda gösterdiğimiz taksiratı telâfi edelim.

Bu kelâm, işaret ediyor ki, o zaman onlar, peygamberlerin Allah (celle celâlühü) katından gönderildiklerini tasdik edecekler.

Bu kelâmda çoğul kelimesinin (peygamberler) kullanılması, hepsinin bir tevhit üzerinde ittifak etmeleri ve onların Resûlüllah'a isyanları, bütün peygamberlere isyan anlamında olması itibarıyladır, yahut burada hikâye edilen, bütün ümmetlerin zâlimleridir ve maksat, her ümmetin, kendi peygamberine uyacağı vaadini beyan etmektir.

"Onlara denikr ki:

- Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?" (Evelem tekûnû aksemtüm min kablü mâleküm min zeval)

Kınamak ve takbih etmek üzere kendilerine denilir ki; daha önce dünyada size mühlet verilmedi mi ve o zaman siz, şımarıldıkla ve cehaletle, içinde bulunduğunuz dünya nimetlerine zeval olmadığına yemin etmediniz mi? Yahut lisan-ı hal ile bunu söylememiş miydiniz? Nitekim siz, kâşaneler bina etmiştiniz ve uzun emeller kurmuştunuz ve o hayattan şimdiki hale intikal edeceğinizi hiç içinizden geçirmemiştiniz.

Bu kelâm, mühlet zamanının uzun sürdüğünü zımnen bildirmektedir. Yahut siz daha önce, ceza ve mükâfat için, bu dünya yurdundan başka bir yurda intikal olmayacağına yemin etmemiş miydiniz? Nitekim başka bir âyette de meal olarak şöyle denilmektedir:

Onlar, Allah ölen bir kimseyi diriltmez, diye olanca güçleriyle Allah'a ant içtiler." (Nahl 16/38)

Beyhakî, Muhammed b. Kâ'b el Karazî'den rivâyetle diyor ki: "- Cehennem ehlinin beş duası olacak. Allah (celle celâlühü) bunların dördüne cevap verecek. Beşincisinden sonra ise onlar, bir daha ebediyen konuşamayacaklar.

Onlar şöyle derler:

"- Rabbimiz! bizi iki defa öldürdün; iki defa da dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha bu ateşten çıkmaya yol var mıdır?" (Mü'min 40/11).

Allah (celle celâlühü) da onlara şöyle cevap verecektir:

"- İşte bunun sebebi şudur: Tek Allah'a ibadet etmeye davet edildiği zaman inkâr edersiniz. O'na ortak koşulunca da tasdik edersiniz. Artık hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır."(Mü'min 40/12).

Sonra derler ki:

"- Rabbimiz! Gördük, duyduk; şimdi bizi dünyaya geri gönder de, iyi işler yapakm. Artık kesin olarak inandık" (Secde 32/12). Allah (celle celâlühü) da onlara şöyle cevap verecektir:

"- Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım!" (Secde 32/14).

Sonra diyecekler ki:

"- Rabbimiz! Bize yakın bir vakte kadar mühlet ver ki, dâvetine icabet edekm ve peygamberlere uyalım!" (İbrâhîm 14/44).

Allah (celle celâlühü) da onlara şöyle cevap verecektir:

"- Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?" (İbrâhîm 14/44).

Sonra diyecekler ki:

"- Rabbimiz! Bizi çıkar; daha önce yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!" (Fâtır 35/37).

Allah (celle celâlühü) da onlara şöyle cevap verecektir:

"- Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? Şimdi tadın azabı! Zâlimlerin yardımcısı da yoktur" (Fâtir 35/37)

O zaman onlar şöyle diyecekler:

"- Rabbimiz! Azgınlığımız bizi aldattı; biz bir sapıldar topluluğu idik" (Mü'minûn 23/106).

Allah (celle celâlühü) da onlara şöyle cevap verecektir:

"- Alçaldıkça alçalın orada ve Bana karşı konuşmayın!" (Mü’minûn 23/108). Bundan sonra artik onlar ebediyen bir daha konuşamayacaklardır. Ondan sonra onların öyle feci nefes alıp vermeleri var ki!.. O zaman artık umutları tamamen kesihr ve birbirlerine dönüp birbirlerinin yüzlerine havlamaya başlarlar. Ve cehennem onlarin üzerine kapatikr. Allah'ım! Biz Sana iltica ediyoruz ve Senin himayene sığmıyoruz. Senin komşuluğun azizdir, Senin övgün yücedir ve Senden başka İlah yoktur.

45

"Ve siz kendilerine zulmedenlerin bölgelerinde oturdunuz.

Onlara nasıl muamele ettiğimiz de size apaçık belli oldu. Ve size misaller de getirmiştik."

A- "- Ve siz kendilerine zulmedenlerin bölgelerinde oturdunuz."

Siz, küfür ve günahlarla kendi nefislerine zulmedenlerin yurdunda oturdunuz ve onların küfürlü ve günahlı hayatlarım yaşadınız ve işledikleri yüzünden karşılaştıkları cezaları hiç aklınızdan geçirmediniz.

Bu kelâmda, "kendilerine zulmedenler" denilmesi, zulüm sonucunun mutlaka kendi sahibine döneceğini bildirmektedir.

Kendilerine zulmedenlerden murat, mühlet isteyenlerin ve onlara cevap olarak zikredilen hitabın, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uyarılanlara mahsus olması takdirinde, helâk edilen bütün eski ümmetlerdir. Mühlet istemek ile mezkûr hitabın hepsine şâmil, olması halinde ise, Hûd ve Nûh (aleyhisselâm) kavimleri gibi ilk kavimlerdir. Bu hitap ile bundan sonrakiler ise, en son gelenleri itibarıyladır.

B- "- Onlara nasıl muamele ettiğimiz de size apaçık belli oklu."

Onların tarihî eserlerini görmek ve tevatür derecesindeki haberleri dinlemekle, onların zulüm ve bozgunculukları yüzünden kendilerim nasıl cezalandırdığımız ve helâk ettiğimiz de size apaçık belli oldu.

C- "- Ve size misaller de getirmiştik."

Eğer geçen hitap, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından korkutulanlara mahsus olması takdirinde, Kur’ân-ı Azim'de size misaller beyan ettik, demektir. Geçen hitabın, bütün zâlimleri kapsaması takdirinde ise, peygamberlerin lisanlanyla size misaller beyan ettik, demektir.

Biz size, onların yaptıkları işlerin vasıflarını ve onlara verilen cezaları anlattık. Bunlar o kadar garip hâdiselerdir ki, her zâlime misal olarak verılmek-dir. İşte Biz, bu misalleri size getirdik la, onlardan ibret alasınız; kendi yaptıklarınızı onların yaptıklarıyla ve akıbetlerinizi onların âkıbetleriyle kıyaslayasinız ve dünya azabından âhiret azabı için bir sonuç çıkarasınız; sonuçta da içinde bulunduğunuz küfür ve günahlardan vazgeçesiniz.

Yahut size beyan ettik ki, siz de küfürde ve azaba müstahak olmakta onlar gibisiniz.

46

"Onlar gerçekten, tuzaklarını kurmuşlardı. Onların kurdukları tuzaklar Allah katında malûmdur. Halbuki onların tuzakları yüzünden dağlar yerinden gidecek değildi."

Allah bu âyette geçmiş peygamberlerin şeriatlarının ve açık mucizelerinin, yeryüzünde kökleri yerin derinliklerine inen dağlar mesabesinde olduğunu, dağları nasıl yerlerinden oynatamazlarsa, şeriatları ve açık mucizeleri de etkileyemeyeceklerini anlatmaktadır.

47

"Sakın, Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü şüphe yok ki Allah, Azizdir (yegâne galiptir); intikam sahibidir."

Burada Allah'ın (celle celâlühü) verdiği sözden murat, -Allah en iyi bilir- bazı müfessirlerin dedikleri gibi,

"Hiç şüphesiz Biz, peygamberlerimize yardım edeceğiz." (Mü'min 40/51) ve "Allah hükmetti ki, ant olsun Ben ve peygamberlerim galip geleceğiz." (Mücâdile 58/21) âyetlerinde beyan edilen söz değildir.

Zira bu söz, azaba ve özellikle de âhiret azabına mahsus değildir. Fakat bu söz, 42. âyette geçen "Ancak, Allah, onların cezasını... erteliyor" ifadesiyle Allah'ın (celle celâlühü) zâlimlere azap edeceğini vaat etmesidir. Bu itibarla sanki şöyle denilmiştir:

Hani Biz, kıyamet gününde zâlimlere azap edeceğimizi sana söz verdik ve karşılaşacakları zorluklan, dünyaya geri döndürülme isteklerini, buna karşın onlara verdiğimiz cevabı haber verdik ve geçmiş ümmetlerden, helâk edileceklerini peygamberlerine söz verdikten sonra zulümleri yüzünden helâk ettiğimiz toplumların hallerini düşünmemekle onları ayıpladık.

Artık sen, peygamberlerimize verdiğimiz sözden caymayacağımız hakkındaki, kesin îmanını sürdür. Çünkü şüphe yok kı Allah (celle celâlühü), bütün tuzaklar karşısında yegâne Gaalip ve yenilmez bir Kaadirdir ve düşmanlarından dostlarının intikamını almaktadır.

48

"Yerin başka bir yere ve göklerin başka göklere çevrildiği ve bir ve yegâne Kahhâr (pek kahredici) olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün olanlar olacaktır."

Bil ki, tebdil bazen, "dirhemleri dinarlarla tebdil ettim" misalinde olduğu gibi., zatta (maddenin özünde) olur. Nitekim "Derilerini başka derilerle tebdil ederiz." (Nisa 4/56) âyetindeki tebdil de bu anlamdadır. Bazen de tebdil, "halkayı yüzüğe tebdil ettim., yani şeklini değiştirdim" misalinde olduğu gibi, sıfatlarda olur. Nitekim "Allah onların kötülüklerini iyiliklere tebdil eder." (Furkaan 25/70) âyetindeki tebdil de, bazı görüşlere göre bu kabildendir.

Bu âyet-i kerimedeki tebdilin, bu iki mânâdan hangisinde kullanıldığına dâir bir sarahat yoktur.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, o gün yer, gümüşten bir yerle ve gökler de altından göklerle tebdil edilecektir.

İbni Mesûd'un rivâyetine göre, o gün yer, gümüş gibi beyaz ve üzerinde kan akıtılmamış ve bir hata işlenmemiş gibi temiz bir yerle tebdil edilecektir.

İbni. Abbas ise rivâyetinde, o günkü yer, yine bu yerdir; değiştirilen ancak onun sıfatlarıdır, dedikten sonra sıfatların değişmesine misal olarak da şu şiiri okumuştur: "Ve mennâsü binnâsillezîne ahidtehüm — Şimdiki insanlar, o bildiğin insanlar değil; evler de bildiğin evler değil."

İbn Abbâs devamla diyor ki, gökler de, yıldızların dökülmesiyle, güneş ile ayın tutulmasıyla ve göklerin yarılıp kapı kapı açılmasıyla, değişikliğe uğratılacaktır.

Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) Peygamberimizden rivâyet ettiği şu hadis de buna delâlet etmektedir:

"O gün yer, başka bir yerle değiştirilecek de, açılıp uzatilacak ve Ukaz sahtiyanı den gibi yüzünde eğri büğrü bir şey kalmayacaktır."

Âyette, yerin tebdilinin, göklerden önce zikredilmesi, bize daha yakın olması ve ondaki değişikliklerin sonuçları bize göre daha büyük olduğu içindir.

Allah'ın huzuruna çıkanlardan murat, bütün, insanlardır, yahut zâlimlerdir.

Onların çıkmalarından murat, toprağın altında bulunan cesetlerden çıkmaları, yahut gizli olarak işledikleri ve ortaya çıkmayacağını iddia ettikleri amellerıyle ortaya dökülmeleridir.

Onlar, hesap ve ceza için tek ve kahhâr olan Allah'ın huzuruna çıkacaklardır. Burada Allah'ın (celle celâlühü) iki vasfının zikredilmesi, durumun korkunçluğunu ve mehabetini göstermek, şirkin bâtıl olduğunu izhar etmek, o gün intikam akılacağım ve va'dedilen azabın geleceğini tahkik etmek içindir. Zira emir, hiç kimsenin eleştiremeyeceğı, zarar veremeyeceği ve karşı duramayacağı yegâne Gaalip ve Kaadir olanın elinde olunca, durum daha da ağır ve çetin olur. İşte Kahhâr bunu ifade etmektedir.

49

"O gün günahkârların yan yana zincire vurulmuş olduğunu görürsün."

Hesap ve ceza için Allah'ın (celle celâlühü) huzuruna çıkacakları gün, yahut yer değiştirileceği gün, yahut vaadini gerçekleştireceği, gün günahkârların, cürüm ve günahlarda oldukları gibi yine yan yana zincirlere, bukağılara vurulmuş olduklarını görürsün;

yahut kendilerini ayartan şeytanlanyla beraber zincirlere vurulduklarını görürsün;

yahut onların sahip oldukları bâtıl inançlar, zillete düşüren melekeler ve kötü ameller, kendilerine uygun vahşet saçan korkunç suretler ve şekiller aldıktan sonra onlarla yan yana zincirlere vurulmuş olduklarını görürsün;

yahut ellen ve ayakları boyunlarına bağlı olarak zincirlere vurulmuş olduklarını görürsün.

50

"Onların gömlekleri katrandır. Yüzlerini de o ateş bürüyecektir."

A- "- Onların gömlekleri katrandır."

Katran, çabuk yanan pis kokulu siyah bir sıvıdır. Cehennem ehlinin derileri bununla sıvanır ve onlar için gömlek gibi olur ki, cehennem ehli, azabın her dört çeşidini de tatsınlar:

Yakması,

atesm onların derisinde çabuk ilerlemesi, nefret ettirici rengi ve pis kokusu.

Kaldı ki, bizim gördüğümüz ateş ile o ateş arasındaki fark, anlatılamayacak kadar büyüktür. Bizim gördüğümüz ateş, sanki âhiret ateşinin sadece ismidir. Ondan Allah'ın (celle celâlühü) umumî keremine ve O'nun geniş muhafazasına sığınırız.

Muhtemeldir ki, âyetin bu ifadesi, nefsin özünü kuşatan ve ona elemler ve kederler celbeden kötü melekeleri ve insana yabancı olan şer ve fesatları temsilî olarak anlatmaktadır. Hattâ, mezkûr katran, onların bu dünya hayatında giydikleri ve kendilerine şiar edindikleri o çeşitli azapları gerektiren bâtıl inançların ve kötü amellerin aynısı olup âhiret hayatında şiddetli azapları gerektiren günahlar bu şekilde anlatılmış olabilir. Allah (celle celâlühü) bizleri, lütfü keremiyle ondan muhafaza buyursun!

B- "- Yüzlerini de o ateş bürüyecektir."

Yani katrandan gömlek gibi onların bedenini sarıp emen o ateş, yüzlerini de bürüyecektir. Ateş, onların her tarafını bürüyeceği halde yalnız yüzün zikre tahsis edilmesi, zahirî uzuvların en azizi ve en şereflisi, olduğu içindir.

Nitekim diğer bir âyette meal olarak şöyle denilmektedir:

"Kıyamet gününde yüzünü azabın şiddetinden korumaya çalışan kimse... (Zümer 39/24). Yahut yüzün zikre tahsis edilmesi, hakkın idrâki için yaratılmış olan şuurların ve duyuların toplandığı yer olduğu içindir. Onlar ise, haktan yüz çevirip bu şuurları ve hisleri, hakkı düşünmek için kullanmamışlardır. Nasıl ki kalp de, iç uzuvların en şereflisi ve marifet yeri iken onlar, oraya cehaletler doldurmuşlardır.

İşte bundan dolayıdır ki, "O ateş yandıkça tırmanıp kalplerin üstüne çıkmaktadır" (Hümeze 104/7) denilmiştir. Yahut zikre tahsis edilmesi, yüzün katransız olmasından dolayıdır. Zaten katran olunca, ateşin bürümesinin zikrine hacet kalmaz.

Herhalde yüzlerin katransız kalması, zaman zaman alevler açıldığında tanınmaları ve şahitler huzurunda rezil rüsva olup azaplarının kat kat artması içindir.

51

"Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için onları huzuruna toplayacaktır. Şüphe yok ki Allah, hesabi pek çabuk olandır."

A- "- Allah herkese kazandığının karşılığım vermek için onları huzuruna toplayacaktır."

Herkesin kazandığı küfür ve günahların uygun karşılığım vermek için Allah onları böyle huzuruna toplayacaktır. Yahut onlar mezarlarından kalkıp tek ve kahhâr olan Allah'ın huzuruna bunun için çıkacaklardır; itâatli her nefsin kazandığı hayrın ve âsi nefsin de kazandığı şerrin karşılığının verilmesi için onlar Allah'ın huzurunda toplanıp hesaba çekileceklerdir.

Âyette, yalnız âsilerin azabının zikredilmesi, makamın, itaatlilerin durumuna da delâlet etmesinden dolayıdır. Özellikle daha önce geçen geniş rahmetin zikri, zaten bahtiyar kulların hâlini bildirmektedir.

B- "- Şüphe yok ki Allah, hesabı pek çabuk olandır."

Zira Allah'ın (celle celâlühü) icra buyurduğu bir iş, O'nu diğer işlerden meşgul etmemektedir. Böylece O, en kısa zamanda hesabı bitkir ve ona göre karşılık verir. Yahut Allah'ın (celle celâlühü) gelişi pek süratlidir; en kısa zamanda gelir. Yahut intikamı pek süratlidir. Nitekm İbn Abbâs (radıyallahü anh), "O, hesabı pek süratlidir" (Ra'd 13/41) âyetinin tefsirinde böyle demiştir.

52

"İşte bu, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek İlah olduğunu bilsinler ve akl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir."

Bu sûrenin, yahut şanlı Kur’ân'ın ihtiva ettiği çeşitli öğütlere ve uyarılara ihtiyaç olmadan da yalnız "Ey Resûlüm! Zâlimlerin yaptikarından Allah'ı habersiz sanma sakın." (14:42) âyetinden "Şüphe yok ki Allah, hesabı pek çabuk olandır" (âyet:51)âyetine kadar zikredilenler bile, öğüt ve uyarı olarak yeterlidir.

Eğer "Ey Resûlüm! İnsanları... korkut!.." (14:44) kelâmında korkutma, yalnız kâfirlere mahsus ise, burada da insanlardan yalnız kâfirler murat olur. Eğer anılan korkutma, hem kâfirlere, hem de mü'minlere şâmil ise, buradak insanlar da, her ikisine şâmü olur. Fakat açıkanan' azap yine yalnız zâlimlere mahsustur.

Âyettek, "kendisiyle uyarılsınlar" cümlesi, mukadder bir cümleye atıftır. Yani kendisiyle öğütlenmek veya uyarılmak için...

Yahut âyetin metnindeki belâğ kelimesi tebliğ anlamındadır ve bu, anlamaları ve uyarılmaları için bir bildiridir, demektir. Nitekm "Peygambere ancak belâğ (tebliğ) düşer."(Nûr 24/54) âyetinde anılan kelime tebliğ anlamındadır.

Yahut onunla uyarılmaları için indirilmiştir, yahut okunmuştur.

Ve eski ümmetlerin helâk edilmesi, başkalarının onların yerine iskân edilmeleri ve zikredilen ve zikredilecek başka hâdiseler gibi açık delilleri tefekkür etmekle, Allah'ın (celle celâlühü) bir tek İlah olduğunu, hiçbir ortağı olmadığını bilsinler ve akl sahipleri, daha önce bildikleri tevhidi ve Allah'ın (celle celâlühü), kullarına karşı olan muameleleri gibi işlerini iyice düşünüp öğüt alsınlar ve sonuçta insanı alçaltan kâfirlerin vasıflarından uzak dursunlar ve kendilerine büyük haz veren hak itikat ve iyi işlerle korunsunlar diye anılan tebliğ yapılmıştır.

Âyette, uyarılmak önce zikredilmiş, çünkü tefekkürün sebebi uyarıdır ve nihaî gaye olan bilmenin ve öğüt almanın aracı da tefekkürdür.

Âyette, öğüt almanın akıl sahiplerine tahsis edilmesi, bu bilmenin kâfirlere mahsus olduğuna işaret ettiği gibi, âyetin başmdak "işte bu" işaretinin de, kâfirlerin durumunu göstermek için yapılan uyarılara işaret olduğuna delâlet etmektedir. Yoksa anılan "İşte bu" işareti, hem kâfirler hakkında, hem de mü'minler hakkında zikredilen hususları kapsayan sûrenin tamamı için değildir. Zira sûrenin tamamında onlar için bundan başka yeni faydalar da vardır.

Tebliğin temin ettiği tevhit inancı ile ona terettüp eden hükümler, kâfirlere göre yeni bir husus, akıl sahiplerine göre ise üzerinde sebat etmek olduğu için, birincisine, bilmek fiili kullanılarak, ikincisine de öğüt almak fiili kullanılarak işaret edildi ve gerçekleşme sırasına da riâyet edildi.

Bir de, bu tertibe göre kelâm, güzel netice ile sona ermiş olur. Allah küller âlimden daha iyi bilir. Allah saadet ve güzellikle tamamlamamızı müyesser eylesin ve iki cihanda rızasını kazanmayı bize nasip eylesin. Amin.

Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuşlardır: "Bir kimse, İbrâhîm sûresini okursa, putlara tapanların ve tapmayanların sayısınca ona her bir sayı için on sevap verilir."

Bir tek olan Allah'a hamdü senalar olsun.

0 ﴿