HICR SÛRESİ

99 Âyettir. 87. âyeti Medine'de, diğer âyetler Mekke'de inmiştir.

1

"Elif. Lâm. Râ."

Bunun tefsiri hakkındaki izahlar, Ra'd sûresinin başında ve benzerlerinde geçti.

"Bunlar, Kitabın ve apaçık Kur’ân'ın âyetleridir."

Şanı yüce bu sûre, diğer semavî Kitaplar arasında el-Kitab olarak malûm olan ve mutlak olarak bu ismin kendisine tahsis edilmesine layık olan o Kitabın, müstakil bir isim ile ifade edilen bir kısım âyetleridir.

Şu halde burada Kitap, Kur’ân'ın tamamından, yahut o zamânâ kadar nazil olmuş bölümlerin tamamından ibarettir. Zira o zaman mutlak olarak zikredilen Kitaptan, ilk akla gelen bu mânadır ve âyetleri herhangi bir vasıfla vasıflandırmak da bu mânâya terettüp etmektedir; Yoksa Kitabı bu sûreden ibaret saymak mânâsına gelmemektedir.

Zira sûrenin bu vasıfla tanınması, o mertebede meşhur olmadığından dolayı, o kemal vasfının, bütün, âyetler için geçerli olduğunun sarahatle belirtilmesine ihtiyaç vardır.

Kur’ân'ın apaçık olması demek, ihtiva ettiği hükümleri ve hikmetleri, yahut rüşd ile dalâlet yollarını apaçık göstermesi, yahut hak ile bâtılı ve helâl ile haramı birbirinden açıkça ayırması demektir.

Burada hem Kitap, hem de Kur’ân vasıflarının zikredilmesi. Kur’ân'ın yüce şanını iki yönden tazim, etmektedir: Birincisi, Kur’ân-ı Kerim bütün ilâhî Kitapların kemal sıfatlarını taşıdığı için, sanki o Kitapların tamamı sayılır. İkincisi, Kur’ân'ın diğer semavî Kitaplar arasında mümtaz bir yerinin bulunması, kendi tarzında hârika olması ve her türlü beyanın da üstünde bulunmasıdır. 1

1 Anlaşılmaktadır kı, Kur’ân Ketimde kitap kelimesi dini kitaplar ve bilhassa Kuranın kendisi için kullanılmaktadır. Çünkü Kur’ân, vahiy eseri olan din utanlarının hepsinin özünü ihtiva, büzülmüş taraflarını da tashih etmekte ve kendisim bu tavrıyla en son, en üstün "Kitap" olarak takdim etmektedir

Âyetin metninde, ikinci vasıf, birinciden sonra zikredilmiş. Çünkü Kur’ân'ın, diğer ilâhî Kitapların üstün vasıflarını taşıdığına dikkat çekildikten sonra diğer Kitaplardan, imtiyazlı olduğuna işaret etmek, övgüde daha etkili olur. Ancak böyle olunca, onun imtiyazının diğer Kitapların kemal vasıflarına hâiz olmadan, müstakil özel vasıflara sahip bulunmasından kaynaklandığının vehmedilmesi bertaraf edilmiş olur.

Bu kelâm, Neml sûresinin başında da gelecektir; ancak orada Kur’ân ke-' limesi, Kitab kelimesinden önce zikredilmektedir. Onun sebebi de orada anlatılacaktır.

2

"İnkâr edenlerin çoğu, o zaman, keşke biz de Müslüman olsaydık, diye temenni edeceklerdir."

Burada onların inkârından murat, Kitabı, Kur’ân'ı, onun Allah (celle celâlühü) katından olduğunu inkâr etmeleridir. Bu, bize bildiriyor ki, onların inkârı, onun Allah (celle celâlühü) katından olduğu bilinmesine rağmen inadına yapılan inkârdır.

Onların, Kur’ân'ın hükümlerine boyun eğmiş, emirlerini dinlemiş olmayı temenni etmeleri, kıyamet gününde, yahut ölecekleri zaman, yahut kendi halleri ile Müslümanların hallerini görecekleri zaman, yahut da günahkâr Müslümanların da sonunda cehennemden kurtulacaklarını görecekleri zaman olacaktır.

Ebû Mûsâ el-Eşarî'den rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü cehennem ehli hepsi cehennemde toplanacak ve aralarında Kıble ehlinden Allah'ın dilediği bir kısmı Müslümanlar da bulunacaktır. İşte o zaman kâfirler, o Müslümanlara diyecekler ki:

- Siz Müslüman değil miydiniz? Onlar da:

- Elbette ki Müslümandık, diyecekler. Kâfirler:

- Fakat yine de Müslümanlığınız sîze bir fayda vermemiş ve sız de bizimle beraber cehenneme girdiniz, diyecekler. O Müslümanlar:

- Bizim günahlarımız oldu da, ondan dolayı böyle cezalandırıldık diyecekler. O zaman Allah onlar için kâfirlere gazap edecek ve o Müslümanlara lûtfu kercmiyle muamele buyurup Kıble ehlinden cehennemde bulunan herkesin oradan çıkarılmasını emir buyuracak. Böylece Müslümanlar, cehennemden çıkarılacaklardır. İşte o zaman kâfirler, Müslüman olmayı temenni edeceklerdir.

Mücâhid, İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir:

- Kıyamet günü müslümanlar Rabbimiz katında şefaat edilecek ve O da rahmetini gönderecek; nihayet Rabbimiz "Müslüman olan herkes cennete girsin" buyuracaktır; işte o zaman kâfirler, Müslüman olmayı temenni edeceklerdir.

Gerçek şudur ki, bu hadisler, şiddetli temenniye hamledilmektedir. Yoksa temenni etmeler yalnız bir vakte mahsus değil, kıyametin her sahnesinde sürekli olacaktır.

3

"Resûlüm! Onları bırak; yesinler, eğlensinler boş murat onları oyalayadursun. Fakat yakında bileceklerdir."

A- " Resûlüm! Onları bırak; yesinler, eğlensinler boş murat onları oyalayadursun."

Ey Resûlüm! Öğüt ve uyarıda bulunarak onları, içinde bulundukları halden men etmeyi bırak; çünkü onları o hallerinden vazgeçırtmek mümkün değildir. Onları tamamen kendi hallerine bırak; hatta yapmakta olduklarını yapmaya devam etmelerini emret; onlar yesinler, dünyalıklariyla eğlensinler ve onların uzun yaşama beklentisi, arzularına kavuşmak, durumlarının düzenli gitmesi ve akıbetlerinin de mutlak hayır olması gibi boş umutları, onları, sana uymaktan, akıbetlerini düşünmekten, yahut îman ve itaatten oyalaya dursun. Zira onların kaygısızca yeyip eğlenmeleri kendilerini bu sonuca götürür.

Önce yemenin zikredilmesi, onların eğlenmesinin de, hayvanların yemek içmekle eğlenmeleri kabilindendir.

Âyetteki emirlerden murat, yeme, eğlenme ve oyalanmayı yeni ihdas etmeleri değil, fakat bunlara devam etmeleridir. Onlar aslında bilfiil bunları yapıyorlardı.

Yahut onların bu hayatının tadını kaçıran uyarılara ve öğütlere aldırmadan eğlenmeleridir. Zira bu şekilde eğlenmeleri, yeni bir husus olup onları kendi hallerine bırakmaya terettüp edebilir. Bu görüşe göre mezkûr fiillerden murat vahim sonuçlarından gafil olarak akıbetlerinin kötülüğüne hiç aldırmadan o fiilleri işlemeleridir.

Bunun mezkûr emre (onları bırak) terettüp ettiğinde hiç şüphe yoktur. Zira onları, içinde bulundukları çirkinliklerin irtikâbından men etmek, onların eğlenmelerinin tadını kaçırır ve hayadarını bulandırır.

İşte bunun için Allah Peygamberimiz'e onları kendi hallerine bırakmasını emir buyurmuş ki, onlar zevk ü sefalarına devam etsinler de, ecel kendilerini ansızın yakalayiversin.

B- " Fakat yakında bileceklerdir."

Onlar yakında; yaptıklarının ne kadar kötü olduğunu, akıbetlerinin vahametini ve onları mezkûr temenniye (keşke biz de Müslüman olsaydık demeye) sevk eden gerçek durumu anlayacaklardır. Zira onlar senin uyarı ve öğütlerinle bunu anlamadılar. Bu kelâm pek ağır bir vaat ve tehdit üstüne tehdit olmakla beraber peygamberimize verilen onları bırakma emrinin de illetidir. Zira bunu bilmeleri onlara nasihat etmeyi bırakmanın illetidir.

Bu âyet, hüccetle ilzamdır ve ziyadesiyle uyarıdır. Zira vazgeçme emri, ancak uyarının tekerrüründen ve inatla inkârın gerçekleşmesinden sonra tahakkuk etmektedir; Keza emre terettüp eden yemek, eğlenmek ve oyalanmak da böyledir.

4

"Helâk ettiğimiz hiçbir kent yoktur ki, hakkında Bizce bilinen bir yazgısı olmasın."

Burada onların, azapları acilen dünyada verilen eski ümmetlere dahil edilmeyip azaplarının kıyamete tehir edilmesinin sırrı beyan edilmektedir.

Bazılarında yaptığımız gibi, deprem gibi felâketlerle ahâlisini helâk ettiğimiz, yahut diğer, bazılarında yaptığımız gibi ahalisini helâk edip, bomboş bıraktığımız hiçbir kent yoktur ki, Levh-i Mahfuz'da kaydı; vukuu, İlâhî hikmetin gereği olduğu için değiştirilmesi mümkün olmayan, gözetilmesi zorunlu olan, unutulması ve gafil kalınması mümkün olmayan Bizce belli bir yazgısı olmasın. Bu itibarla o sürenin öne alınması veya geriye bırakılması, asla tasavvur olunamaz.

5

"Hiçbir ümmet, ecelini ne geçer, ne de ondan geri kalabilir."

Bundan önce helâk edilen eski ümmetlerden her birinin helaki için belli bir vakit olduğu ve onların helakinin Levh-i Mahfuz'da yazıldığı gibi gerçekleştiği beyan edildikten sonra burada da, o ümmetlerden ve diğerlerinden her birinin bir yazgısı olduğu ve o yazgının öne alınmasının, ya da geriye bırakılmasının mümkün olmadığı beyan edilmektedir.

Bu makam, onların azabının mutlaka gerçekleşeceğini kuvvetle beyan etmek makamı olduğu halde, ecellerin öne ahnmayacağınm önce zikredilmesi, tahakkukta bunun önce olması itibariyladır, yahut burada kastedilen, onlar azaba müstahak oldukları halde azaplarının tehir edilmesinin sırrını beyan etmektir.

Daha önce, onların Kıyamet günü Müslüman olmayı temenni edeceklerini beyan ederek işaret edildiği gibi, azaplarının kıyamete tehir edilmesi ve gerçek durumu bilecekleri zamânâ kadar kendi halleriyle bas başa bırakılmalarının emredilmesi, üstün İlâhî hikmetin gereğidir. Ezcümle, Allah ili-, Kiyamet gününe kadar, onlardan da îman edecek kimselerin çıkacağını bildiği için, muayyen vakte kadar onların ecellerini tehir etmiştir.

6

"Müşrikler dediler ki:

- Ey kendisine Kur’ân'ındirilen Muhammed! Hiç şüphesiz sen mecnunsun!"

Müşriklerin Kur’ân'ı inkâr etmeleri ve akıbetleri beyan edildikten sonra, burada da kendisine Kur’ân'ındirilen Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr etmeleri anlatılmaktadır. Bunu söyleyenler Mekke müşrikleridir. Onlar azgınlık ve dalâlette son derece ısrarlı oldukları için bunu söylemişlerdi.

Onların, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde hitap etmeleri, (ey kendisine Kur’ân'ındirilen demeleri); bunu teslim edip inandıkları için değil, fakat Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) alay etmek ve "hiç şüphesiz sen mecnunsun" şeklindeki bâtıl hükümlerinin gerekçesini bildirmek içindir.

Bu sözleri de Fir’avun'un, "Hiç şüphesiz size gönderilen peygamber mecnundur" (Şuarâ 26/27) sözleri kabilindendir.

Onların, demek istedikleri şudur: Ey böyle harikulade bir hâdise yaşadığını iddia eden kişi; savunduğun bu dava, sana vahyin inmesi sırasında gördüklerinle ilgili iddiaların ancak senin mecnun olmanı gerektiriyor.

7

"Eğer doğru söyleyenlerden ise, bize melekleri getirmeli değil miydin?"

Eğer sen davanda doğru isen, senin peygamberliğine şahadet edecek ve uyarılarda seni destekleyecek melekleri getirmeli değil miydin? Bu âyet de,

"Ona bir melek indirilip de kendisiyle beraber o da uyarıcı olmak değil miydi?" (Furkan 25/7) mealindeki âyet kabilindendir.

Yahut peygamberlerini yalanlayan eski ümmetlere azap getiren melekler geldiği gibi, yalanlamamızdan dolayı bize de azap melekleri gelmek değil miydi? Zira Allah (celle celâlühü) şüphesiz buna muktedirdir ve işinin yürümesi için senin de buna ihtiyacın olduğu kesindir; çünkü başka türlü seni tasdik etmeyeceğiz.

Yahut eğer sen, kendilerini yalanlayan ümmetlerinin azap edildiği o doğru peygamberlerden isen, sen de bize melekleri getirmeliydin.

8

"Biz melekleri ancak hak ile indiririz. Zaten o zaman onlara mühlet verilmez."

A- " Biz melekleri ancak hak ile indiririz."

Bu kelâm, o müşriklerin hikâye edilen sözlerine cevap olarak ve anlamsız taleplerini reddetmek için yalnız Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) yönelik söylenmiştir. Onların hikâye edilen sözleri, şiddetle cevap gerektirdiği için, onun reddi olarak söylenen bu kelâm, daha öncesine cevap olarak söylenmiş olan

"Kur’ân'ı şüphesiz Biz indirdik.."(15/9) âyetinden önce zikredilmiştir.

Nitekim "De ki; Onu ancak Allah size getirir..." (Hûd 11/33) âyetinde de aynı yol takip edilmiştir. Zira bu âyet de, "öyleyse bize vaat ettiğini haydi getir" (Hûd 11/32) mealindeki kelâmlarına cevap olduğu halde,

"Benim öğütlerim size fayda da vermez..." (Hûd 11/34) âyetinden önce zikredilmiştir. Halbuki o, onların ilk kelâmları olan,

"Ey Nûh! Bizimle mücadele ettin..." (Hûd 11/32) sözlerine cevaptır.

İşte bu da, zikredildiği gibi, cevabı şiddetle gerektirmesinden dolayıdır ve bir de iki cevaptan biri sual ile bitişik olması içindir. Bunun aksi ise, her iki cevabın da, sualinden fasılalı olması lâzım gelir.

Onların talebine verilen bu cevapta, taleplerinin ifade tarzına uygun olarak "melekler onlara gelmez" denilmeyip mevcut ifadenin kullanılması, onların, taleplerinde hata ettikleri gibi, ifade tarzında da hata elliklerini bildirmek içindir.

Zira yüce mertebelerinden dolayı, mutlak olarak gelmek fiilinin, meleklere isnat edilmesi uygun olmaz. Çünkü gelmek fiili, eşit mekânlardan birinden diğerine intikal için, hatta aşağıdan yukarıya intikal için de kullanılmaktadır.

Meleklerin hareketlerinin amacı, o kâfirlerin isteğinin gereği olması da onların herhangi bir beşerin hâkimiyetine girmeleri de mümkün değildir. Meleklerin şanına yaraşan, yüksek makamdan inmek ve onun da, yüce Rab tarafından indirilmek yoluyla olmasıdır.

Meleklerin hak ile indirilmesi, hikmetin gerektirdiği şekilde ve ilâhî sünnete uygun olarak indirilmeleridir. Nitekim,

"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak ile yarattık" (Hicr 15/85) âyetinde de hak, bu anlamdadır.

O müşriklerin talepleri ise, onların hakir ve değersiz mertebeleriyle beraber, huzurlarında şahadette bulunmak için indirilmeleridir. Bu ise, sıhhat ve hikmete sığacak bir hâdise asla değildir. Zira meleklerin indirilmesi, vahit kabilin dendir ki, bu kapı, peygamberlerin dışında kâmil mü’minlere bile açılmaz. Şu halde o kâfirler gibi alçaklara nasıl açılabilir? O kâfirler hakkında hikmete uygun olan, eski ümmetlerden onların benzerlerine yapıldığı gibi, azap için ve köklerim kazımak için indirilmeleridir. Ve bu yapılsa, onların kökleri tamamen kazınmış olur.

B- " Zaten o zaman onlara mühlet verilmez."

Bu kelâm, onların ileri sürdükleri mukaddimelerin, arzularının aksı olan bir sonucu doğuracağını bildirmektedir. Nitekim,

"O takdirde senin ardından kendileri de fazla kalamazlar." (İsrâ 17/76) mealindeki âyet de, buna benzer bir hakikati bildirmektedir. Yani eğer Biz melekleri indirseydik, peygamberlerini tekzip ve onlarla alay eden diğer ümmetler gibi onlar da geri bırakılacak değillerdi. Onlar âcil bir azaba müstahak oldukları halde kader kalemi, onların azabının kıyamete ertelenmesini yazmıştır. Nitekim,

" Resûlüm! Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş murat onları oyalaya dursun" (Hicr 15/3) âyetinde de bu husus mücmel olarak belirtilmişti.

Ancak ilâhî hikmet, onların tamamen yok edilmelerine mâni olmuştur; çünkü Allah'ın (celle celâlühü) ilini ve iradesi, onların nesillerinden bir kısmının îman etmesine ve kendilerinin azaplarının daha da artmasına taallûk etmiştir. Azaplarının tehirinin hikmeti olarak, bazılarının îman etmesini söylemek ise, bu makama uymaz; çünkü bu makam, onların küfürde, fesatta, kibir ve inatta çok ileri gittiklerini beyan etmek makamıdır.

Yüce Kur’ân'ın gerektirdiği icazın gereği budur. Diğer bazı tefsir âlimlerine göre ise meleklerin indirilmesi ilâhî hikmete uygun değildir; çünkü o takdirde mecburi olarak tasdik edeceklerdi. Yahut sizin görebileceğiniz suretlerle size gelmelerinde bir hikmet yoktur; çünkü bu, sizin şüphenizi, daha da arttırır, demektir.

Yahut meleklerin indirilmesi, ancak hak ile ve fayda hâsıl olması için olur. Halbuki Allah o kâfirlerin hallerinden biliyordu ki, onlara melekleri indirmiş olsa da, yine küfürlerinde ısrar edeceklerdi. Böylece onların indirilmesi, abes, bâtıl olurdu ve indirilmeleri hak ile olmamış olurdu.

Bu tefsir âlimlerinin görüşlerinden her biri diğerlerinin kesinliğini ihlâl ettiği gibi, bunlardan birinin vaki olmasının farz edilmesi de,

"Zaten o zaman onlara mühlet verilmez" kelâmının ifade ettiği âcil azabı gerektirmez.

Bu izahlar, onların meleklerin getirilmesine ilişkin taleplerinin, meleklerin şahadette bulunmaları için olduğuna, göredir. Eğer meleklerin getirtilmesi onlara azap etmek içinse, o takdirde mânâ şöyledir:

Biz melekleri azap için indirmeyiz; onları ancak, hikmetin ve kaçınılmaz kesin maslahatın gerektirdiği hak ile indiririz. Ve onların talep ettikleri gibi melekleri indirse idik onların azabının kıyamete kadar tehirini gerektiren hikmete uygun olmazdı. Bu daha önce belirtildiği gibi, onlara merhamet için değil, fakat azaplarını daha da ağırlaştırmak içindir.

Melekleri azap için göndermenin hikmete uygun olmayacağı ifadesi, bir nevi onların azaba müstahak olmadıkları vehmini akla getirdiği için âyetteki mevcut ifade kullanılmıştır. Netice itibarıyla sanki şöyle denilmiştir: Eğer Biz melekleri indirseydik, onlara mühlet verilmezdi. Bu ise, azaplarının ağırlaştırılması için tehir edildiği hikmetine uygun olmazdı.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki hak kelimesi vahiy anlamındadır.

Bir başka görüşe göre ise, azap demektir. Bu izahların hepsini tefekkür ederek hakikati bulmaya çalışmak gerekir.

9

"Kur’ân'ı şüphesiz Biz indirdik; hiç şüphesiz onu koruyacak da Biziz."

Bu kelâm, o müşriklerin Kur’ân'ın Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah (celle celâlühü) tarafından indirildiğini inkâr etmelerine, bundan dolayı Peygamberimizle alay etmelerine reddiyedir ve Peygamberimize de tesellidir. Yani onların inkâr ettikleri, Allah (celle celâlühü) tarafından sana indirildiğini reddettikleri, bundan dolayı sana delilik isnat ettikleri ve indirenini tanımadıkları Kur’ân'ı, Biz muazzam şanımızla ve âlicenaplılığımızla indirdik ve onu, kendisine yakışmayan her şeyden koruyacak da Biziz. Onların tekzibi ve kendisiyle alay etmeleri de, öncelikle buna dahildir. Onlar tekzip ve istihzalarından hiçbir sonuç alamayacaklardır. Kur’ân'ı mücerret tahriften, ilâveden, eksiltmeden ve benzeri şeylerden korumak ise, bu makama uygun değildir. Şu halde doğru olan, bu korumayı, Kur’ân hakkında yapılan her türlü eleştiri ve hakkaniyetine karşı verilen; her mücadeleden korumak anlamına hamletmektir.

Kur’ân'ın korunmasından, Allah (celle celâlühü) katından indirildiğine delil olarak icaz ile korunması anlamı da kastedilebilir. Zira eğer bu Kur’ân, başkası tarafından olsaydı, onda ziyade, noksan ve çelişkiler bulunurdu. Âyetin bu iki cümlesi, Zât-ı Kibriya'nın kemal ve azametine ve Kur’ân'ın şanının pek yüce olduğuna apaçık delâlet etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, hiç şüphesiz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) koruyacak da Biziz, demektir. Buna göre, bu kelâm da, "Zaten Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67) âyetinde bildirilen hakikati açıklamaktadır.

Bu kelâm, müşriklerin ilk bâtıl sözlerinin cevabı ve reddi olduğu halde tehir edilmiş olmasının sebebi daha önce zikredildi. Bir de, bu kelâm, bundan sonraki kelâm ile irtibatlı olduğu için burada zikredilmiştir:

10

"Resûlüm! Ant olsun ki, senden önceki eski ümmetlere de peygamberler göndermişizdir."

Ey Resûlüm! Ant olsun ki biz, bütün yaptıklarının ve yaşantilarınm hak dine uygun olup olmadığını takip etmek üzere senden önceki bütün milletlerden, kavimlerden de peygamberler gönderdik.

11

"Onlara bir peygamber gelmemiştir ki, onunla alay eder olmasınlar."

Ey Resûlüm! O eski ümmetlere gönderdiğimiz her peygamberle de o ümmetler, bu kâfirlerin sana yaptıkları gibi, alay ettiler.

Görüldüğü gibi burada, bu yapılanların, her zaman cahillerin, peygamberlerine karşı yaptıkları bir âdet olduğu beyan edilerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmektedir.

12

"Biz böylece onu günahkârların kalplerinin içine sokarız."

Resulün yanında, Allah (celle celâlühü) katından bir Kitap olması hasebiyle, onların Resul ile alay etmeleri, zımnen Kitap ile de alay etmeleri demektir. İşte bunun için âyette böyle denilmiştir. Yani onların, kendi peygamberlerîyle ve onların getirdikleri Kitaplarla istihza etme hastalığını onların kalplerine verdiğimiz gibi, vahiyle istihza etme hastalığını Mekke müşriklerinin, yahut onların da öncelikle dahil oldukları bütün günahkârların kalplerine de verdik. Onlar, hakkı kabul etmeye liyakatleri olmayan ilâhî inayetten mahrum kimseler oldukları için, hikmeti kavramaya ehil kılınmamışlardır.

13

"Onlar, öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken hâlâ Kur’ân'a inanmıyorlar."

Önceki ümmetler, tekzip ve istihzada bulundukları zaman, Allah'ın Neonları helâk etmek sünneti ve yolu sabit olduğu halde, bundan ibret almıyorlar ve hâlâ Kur’ân'a inanmıyorlar.

14

Bak. Âyet 15.

15

"Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de gözlerimiz bağlanmış; daha kadar bize büyü yapılmıştır, derler."

Eğer meleklerin gelmesini talep eden inatçı müşriklere gökten yeni bir kapı (kimilerinin dediği gibi malûm gök kapılarından biri değil) açsak ve onların oraya yükselmelerini müyesser kılsak da, onlar vasıta ile veya vasıtasız olarak oradan yukarı çıksalar ve oradaki, acayiplikleri açıkça görseler, yahut gelmelerini istedikleri meleklerin o kapıdan yukarı çıktıklarını gün boyu açıkça müşahede etseler, aşırı inatlarından, kibirlilik taslamalarından ve hakkı kabul etmekten imtina etmelerinden dolayı, yine de diyecekler ki:

"Gözlerimiz bağlanmış; daha kadar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bize büyü yapmıştır."

Nitekim diğer büyük mucizeler gösterildiğinde de aynı şeyi söylüyorlardı.

Âyetin ifade tarzından anlaşılıyor ki., onlar bunu gizlice söylüyorlardı ve onlara göre, gördükleri gerçek değil, sanki büyü ile kendilerine hayal ettirilmektedir.

Âyette, "Gözlerimiz bağlanmış" cümlesinden sonra "sanki bize büyü yapılmıştr" cümlesinin zikredilmesi, gözleriyle gördükleri dışmdakilerı de inkâr ettiklerini beyan etmek içindir.

Zira onların her birinin göklere çıkması, başkası tarafından görülüyorsa da, gözleriyle görmelerine bakılmaksızın, onu yaşamak olarak bilinir. İşte bundan dolayı onlar, bunun, göz bağlanmasından ayrı bir büyü türü olduğunu iddia ediyorlar.

16

"Ant olsun ki, Biz gökte birtakım burçlar yarattık ve ibretle bakanlar için onu donattık."

Bu burçlar, gezegenlerin dolaştıkları meşhur on iki burçtur. Bunların durumları ve özellikleri farklıdır. Nitekim cumhûrun ittifakına göre gök düz olduğu halde burçların farklılıkları rasat ve deney ile sabit olmuştur.

Göklerin tezyin edilmesi, onu şekilleri değişik olan burçlarla ve gezegen olsun, sabit olsun, yıldızlarla donatmak demektir. Buna göre tezyin mânâsı zahirdir.

Yahut göklere bakanlardan murat, tefekkür edenler, ibret alanlar, gök cisimlerinden, Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz kudretine ve hikmetine delil bulanlar demektir. Buna göre, göklerin tezyin edilmesi, güzel sonuçlar veren hârika bir nizamda düzenlenmesi demektir.

17

"Ve orayı her kovulmuş şeytandan koruduk."

Şeytan, kendisine yıldızlar (parçaları) atılarak kovulur; sonuçta şeytan göklere çıkamaz; gök ehline vesvese veremez; göklerde tasarruf edemez ve göklerin ahvaline vâkıf olamaz.

18

"Ancak kulak hırsızlığı yapmak isteyen olursa, onu da apaçık bir alev kovalar."

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, önceleri şeytanlar, göklere çıkmaktan engellenmiyorlardı. Nihayet İsâ (aleyhisselâm) doğunca, üç gökten men edildiler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) doğunca da, bütün göklerden men edildiler.

Âyetin metninde geçen Şihâb kelimesi, alev mânâsında kullanıldığı gibi, bazen yıldızlar ve oklar anlamlarında da kullanılmaktadır.

Ma'mer diyor ki:

- Ben, İbni Şihâb ez-Zührî'ye, câhiliye döneminde yıldızlar anlıyor muydu, diye sordum. O da dedi ki:

- Evet, yıldızlar düşüyordu ve onların parçalarından şeytanlara atılıyordu. Sonuçta şeytanlar öldürülüyorlardı, yahut tekrar kulak hırsızlığına dönmemeleri için sersemletilip bozguna uğratılıyorlardı.

- Peki, "Halbuki daha önce biz onun bazı kısımlarında haber dinlemek için oturacak yerler bulup oturuyorduk" (Cin 72/9) âyetine ne diyorsun?

- Resûlüllah gönderildikten sonra şeytanların işleri ağırlaştırıldı ve zorlaştırıldı.

İbni Kuteybe diyor ki:

"Şeytanların taşlanması hâdisesi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmeden önceydi. Fakat o zaman gökler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildikten sonraki gibi şeytanlardan o kadar sağlam korunmuyordu.

İbn-i Abbâs ise,

"Şeytanlar, meleklerden kulak hırsızlığı yapmak için birbirlerinin sırtına çıkarak dünya semasına kadar çıkarlar, işte o zaman onlar yıldız parçalarıyla taşlanırlar. Atılan taşlar, onlara mutlaka isabet eder. Sonuçta Allah'ın (celle celâlühü) dilediği şekilde bazı şeytanların yüzleri ve yanları yanar. Bazıları da sersem hale getirilirler ve onlar gulyabani olup çöllerde insanları yollarından saptırırlar" diyor

Kurtubî, bu alevin öldürüp öldürmediği konusunda âlimleri görüş ayrılığına düştüğünden bahsederken, İbn-i Abbâs, bu alev, yaralar, yakar, sersemletir; fakat öldürmez, demekte;

Hasen ile bir grup âlimler ise, bu alev öldürür, demektedirler. Kurtubî birinci görüşü sahih bularak tercih etmiştir.

19

"Yeryüzünü de uzatıp yaydık. Orada sabit dağlar da yerleştirdik; orada her ölçülü şeyden de yetiştirdik."

Sabit dağlarla ilgili açıklama Ra'd sûresinin başında geçmişti.

Yeryüzünde, yahut hem yeryüzünde hem dağlarda, zat (öz madde), sıfat ve miktar olarak hikmet ölçüsüyle ölçülü her şeyden yetiştirdik. Yahut altın, gümüş ve diğer madenlerden, tartılan her şeyden, ya da güzel ve münasip her şeyden, veya nimet kabilinden ölçülüp takdir edilen her şeyden de yetiştirdik..

20

"Orada sizin için ve rızıkları size ait olmayanlar için geçimlikler de yarattık."

Orada sizin için ve aile fertlerinizden, kölelerinizden, hizmetçilerinizden, hayvanlardan ve benzerlerinden rızıkları size ait olmayanlar için, yiyecekten, giyecekten ve yaşamak için gerekli olan diğer şeylerden geçimlikler de yarattık.

"Rızıkları size ait olmayanlar" denilmesi, onların ihtiyaçlannı kendilerinin karşıladıklarını sanmalarını reddetmek ve onların da, kendilerinin de rızıklarmı verenin Allah (celle celâlühü) olduğu gerçeğini ortaya koymak içindir.

21

"Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçü ile tedricen indiririz."

A- " Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır."

Zikredilen şeyler de öncelikle dahil olmak üzere, mümkün bütün eşyanın hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır.

Hazine aslında, yalnız değerli malların muhafaza edildiği mekândır. Halkın örfünde ise en çok, hükümdarların ve sultanların insanların erzakını sakladıklan mekânlar için kullanılmaktadır.

Allah'ın (celle celâlühü) her şeyi ihata eden kudreti dahilinde bulunan sayısız eşya, bilgi, sahiplerine kapalı olması, onların son derece ihtiyaçlarına ve isteklerine rağmen ellerinin ulaşmaması, Allah'ın (celle celâlühü) iradesi, vücuduna taallûk eder etmez; gecikmeksizin meydana gelmesi, her an O'nun icadına ve yaratmasına hazır olması bakımından, sultanın hazinelerinde muhafaza edilen değerli mallara benzetilmiştir.

B- " Biz onu ancak belli bir ölçü ile tedricen indiririz."

Biz, eşyadan her hangi birini, ancak ilâhî hikmetin ve ona bağlı olan ilâhî iradenin, gerektirdiği muayyen bir miktar ile yaratıp vücuda getiririz. Yoksa ilâhî kudretin gerektirdiği miktarda onu yaratmayız; çünkü ilâhî kudret sonsuzdur.

Zira bütün sıfatlar, miktarlar ve vakitler imkân ve kudreti taallûk etme istihkakı bakımından eşit oldukları halde, bir şeye belli bir sıfatı, belli bir miktarı ve mahdut bir vakti tahsis edip diğerlerine etmemek, bunu gerektiren bir hikmet sonucu olmalıdır. İşte eşyayı, kudret hazinesinde bulunduğu çoklukta yaratmamanın sırrının izahı budur.

Eşyanın yaratılması, yüce âlemden aşağı âleme bir lûtfu kerem yoluyla olduğu ve tedricen yapıldığı için âyetin metninde indirmek fiili kullanılmıştır.

Nitekim "Sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi" (Zümer 39/6) mealindeki âyette de aynı sebepten dolayı indirme fiili geçmektedir.

Bir de bu, tedricî olarak meydana geldiği için burada tenzil (tedricen indirmek) fiili kullanılmıştır.

22

"Biz, yüklü, aşılayıcı olarak rüzgârları gönderdik de, gökten bir su indirdik ve onunla su ihtiyacınızı karşıladık. Zaten siz suyu böyle dep dayamaz diniz.."

A- " Biz, yüklü, aşılayıcı olarak rüzgârları gönderdik de, gökten bir su indirdik ve onunla su ihtiyacınızı karşıladık."

Hayırdan ibaret olan yağmur bulutlarını meydana getiren rüzgârlar, hamilelere benzetilmiştir. Nitekim öyle olmayan rüzgarlar da akime (kısıra) benzetilmektedir. Yahut aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderdik. Zira rüzgârlar ağaçları ve bitkileri aşılamaktadır.

B- " Zaten siz suyu böyle depolayamazdınız."

Allah, "Her şeyin hazineleri bizim yanımızdadır" (15/21) kelâmıyla Kendi Cenabına ispat ettiği vasfı, bu kelâmla da insanlardan nefyetmektedir. Yani suyu icat etmeye, onu bulutlarda depolamaya ve onu indirmeye kaadir olan Biziz; siz buna muktedir değilsiniz;

Yahut Biz suyu indirdikten sonra, onu göllerde, kuyularda ve pınarlarda depolayan siz değilsiniz. Sizin ihtiyacınızı karşılamak için onu depolayatı yine Biziz. Oysa suyun, tabiatı itibarıyla toprakta batması ve kaybolması gerekirdi.

23

"Hiç şüphesiz Biz diriltiriz ve Biz öldürürüz. Zaten her şeye de Biz vâris oluruz."

A- " Hiç şüphesiz Biz diriltiriz ve Biz öldürürüz."

Hayata kabil bazı cisimlerde hayatı meydana getiren de Biziz; hayatı ondan kaldıran da Biziz. Bazen, hayvan ve bitki hayatlarını da kapsaması için, hayat vermeden ve hayat almadan, daha genel bir mânâ kastedilir.

B- " Zaten her şeye de Biz vâris oluruz."

Her şey yok olduktan sonra bakı kalan, mecazi mülkiyetler sona erince, yegâne mâlik, başta da, sonunda da her şeyin hâkimi yalnız Biziz; insanlar için ise, ancak şeklî tasarruf ve mecazî mülkiyet vardır.

Bu kelâm, zahiren görüldüğü üzere, sonra gelenlerin, öncekilerin vârisleri olmadıklarına dikkat çekmektedir.

24

"Ant olsun ki, Biz, sizden önce gelip geçenleri de, sonraya kalanları da bilmişizdir."

Ant olsun kı, Biz, doğum olarak ve ölüm olarak sizden önce gelip geçenleri de, doğum olarak ve ölüm olarak sizden sonraya kalanları da, yahut babaların sulbünden çıkanları da, henüz çıkmayanları da, yahut islâm'da, cihatta ve itaatte önde olanları da, geride olanları da biliriz. Sızın ahvalinizden hiçbir şey Bize gizli kalmaz.

Daha önce Allah'ın kudretinin sonsuzluğuna delil getirildikten sonra bu kelâm da, O'nun ilminin sonsuzluğunu beyan etmektedir.

Bir görüşe göre de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), cemaat namazında birinci safı teşvik buyurdu. Bu yüzden ashab arasında birinci safa girmek için izdiham meydana geldi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, güzel bir kadın Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) arkasında namaz kılıyordu. Bazı insanlar onu görmemek için öne geçtiler; bazıları da onu görmek için arkaya geçtiler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzıl oldu.

Ancak makabline de, bundan, sonra kı âyete de münasip olan mânâ birincisidir.

25

"Şüphesiz ancak senin Rabbin onları kıyamette toplayacaktır. Çünkü O gerçekten Hakîm'dir, Alîm'dir."

A- " Şüphesiz ancak senin Rabbin onları kıyamette toplayacaktır."

Kıyamet günü onları huzuruna toplamaya ve kıyamet ahvalini yönetmeye yegâne kaadir olan O'dur. Zira o müşrikler bunu imkânsız görüp inkâr ediyorlardı ve "Bu kemikler çürüdükten sonra onlara kim hayat verir" diyorlardı.

Burada Rab unvanının kullanılması, hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. Yani Rab olduğu için buna kaadirdir.

B- " Çünkü O Hakîm'dir, Alîm'dir."

O'nun hikmeti pek üstündür ve O, bütün işlerini gayet mükemmel yapmaktadır. Zira hikmet, eşyanm hakikatini olduğu gibi bilmek ve işleri layıkıyla yapmaktır. Yine, O'nun ilmi de her şeyi kuşatmıştır.

Âyette hikmet vasfının önce zikredilmesi, haşır ile cezanın hikmetin gereği olduğunu bildirmek içindir.

26

"Ant olsun ki, Biz insanı kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir kara balçıktan yarattık."

İnsan nevini, onun aslını ve ilk ferdini, hârika bir yaratılışla diğer fertlerin yaratılışını da icmali olarak ihtiva eder şekilde yarattık.

Bir görüşe göre, âyetin metnindeki salsâl kuru çamur kelimesi ile mesrıûn (şekil verilebilen) kelimesinin mânâsı kokuşmuş çamur demektir

Birinci mânâya göre âyetin Arapça metninde mesnûn kelimesinin kara balçıktan sonra zikredilmesi, ilk şekil verilişinin kuru çamur halinde değil, kara balçık halinde gerçekleştiğine dikkat çekmek içindir.

Öyle sanılıyor ki Allah (celle celâlühü) kara balçığı dökmüş de ondan içi boş bir insan timsalini tasvir buyurmuş, sonra da bu insan heykeli kurumuş. Sonra Allah onu başka bir maddeye dönüştürmüştür. Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.

27

"Cinleri de daha önce, derinin deliklerine bile geçen ateşten yaratmıştık."

Can, cinlerin arasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise cân, İblistir. İnsanın karşıtı olarak zikredilmesinden de zahiren anlaşıldığı gibi, bundan bütün cinler de kastedilmiş olabilir. Çünkü bir cins, bir maddeden yaratılmış olan bir fertten üremış ise, o cinsin tamamı o maddeden yaratılmış sayılır.

Âyetteki "daha öncekien murat, insanın yaratılmasından önceki dönemdir. Bundan da anlaşılıyor kı, daha önce âyet 24'te zikredilen, "sizden önce gelip geçenler"den, cinlerin kastedilmesi ve "geri kalanlar" dan da insanların kastedilmesi ve "sizden" hitabının da hem insanlar, hem de cinler için olması caizdir.

Basit cisimlerde hayatın yaratılması imkânsız değildir. Nitekim mücerret maddelerde (hücrelerde) hayatın yaratılması bile imkânsız değildir. Cüzlerinin ekserisi ateş olan bileşik cisimlerde hayatin yaratılması ise, çok daha kolaydır. Çünkü bu bileşik cisimlerin hayatı kabul etmesi, cüzlerinin ekserisi toprak olan bileşik cisimlerden daha kolaydır.

Âyette cinlerin ateşten yaratıldıklarının ifade edilmesi, yaratıldıkları maddelerin çoğunun ateş olması itibarıyladır. Nitekim, "Sizi topraktan yarattı" (Rûm 30/20) âyeti de bu kabildendir.

Bu âyet-i kerimedeki ana tema, Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz kudretini ve insanlarla cinlerin ilk yaratılışlarını beyan etmektir. Şu halde âyet, haşır imkânının tevakkuf ettiği ikinci mukaddimeye dikkat çekmektedir ki, o da maddelerin bir araya getirilmeyi ve diriltilmeyi kabul etmesidir.

28

"Hani Rabbin meleklere demişti ki:

- Ben mutlaka kuru bir çamurdan, şekil verilebilen kara balçıktan bir insan yaratacağım."

Bir görüşe göre bu kelâm, Allah (celle celâlühü) meleklere hitap ederken kullanılan ibarenin aynı değildir; fakat zahire göre meleklere:

"Ben bir mahlûk yaratacağım; o şöyle şöyle olacak" denilmiş, ancak bu hâdise anlatıhrken yalnız beşer (insan) ismi ile iktifa edilmiştir.

Bir başka görüşe göre ise, dokunan, dokunulabilen kesif bir cisim yaratacağım, demektir. Ya da derisi çıplak, yün ve kıl ile örtülü olmayan bir mahlûk yaratacağım, demektir.

Bu âyette ki, "kuru bir çamurdan, şekil verilebilen kara balçıktan bir beşer yaratacağım" ifadesi ile Sâd süresindeki "topraktan bir beşer" ifadesi arasında bir çelişki yoktur.

Zira bu hâdise hikâye edilirken, toprağın bozulması, kararması ve yaratılış aşamalarında geçirdiği değişildiklerin anlatılmaması, anlatılan hâdisenin gerçeldeşmesi sırasında da bunun oknadığını gerektirmez. Hülasa, Sâd sûresinde anlatılmaması, buradaki anlatımla iktifa edildiği içindir.

29

"Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üfürdüğüm zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!"

Ben, ona insan suretini ve beşer hilkatini verdiğim zaman, yahut bedeninin cüzlerini tesviye edip ona itidalli tabiatlar verdiğim ve ruhumdan üfürdüğüm zaman, onu selâmlamak ve tazım için secdeye kapanın. Yahut Ademi kıble yaparak Allah'a secdeye kapanın. Zira Âdem'de, Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin ve hikmetinin akıl almaz özellikleri tezahür etmiştir,

Allah in ruhundan üfürmesi meselesine gelince, aslında orada ne üfürme, ne de üfürülen vardır. Bu ancak bilfiil hayati ona kaabil olan maddeye aktarmaktan ibarettir. Yani, Ben onun istidadını kemale erdirince ve kendisine hayat veren, Benim emrimden olan ruhu ona aktarınca... demektir.

30

"Meleklerin hepsi, topluca hemen secde ettiler."

Allah ......., Âdem'i yaratti; sonra ona insan sureti verdi; sonra ona ruh üfürdü. O zaman bütün melekler topluca hemen secde ettiler, tek bir melek bile bundan geri kalmadı; hiçbirisi diğerlerinden geç de kalmadı.

En mükemmel secdenin toplu halde yapılan secde okluğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. İşte bu secde topluca yapılmıştir.

Meleklerin bu secdesi, bu âyet ile Sâd süresindeki âyetin gerektirdiği gibi hikâye edilen şartlı emre mi terettüp ettiği, yoksa başka yerlerdeki âyetlerin gerektirdiği gibi şartsız emre mi terettüp ettiği konusunda, Allah'ın lütfü keremiyle Bakara sûresinde gerekli izahatı vermiştik.

31

"Ancak İblis hariç; o, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı."

İblis binlerce melek içinden, yalnız kendisi cin olduğu halde yine meleklerden sayılmıştır.

Yahut meleklerden, doğurup çoğalan bir ayrı cins vardı ve İblis de onlardandı.

Bu âyet-i kerime, İblisin görüşünün son derece sakat olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim İblis, bir günah içinde üç günah işlemiştir: Emre muhalefet, kibirlilik taslayıp Âdem'i tahkir etmek, cemaatten ayrılıp o şerefli, Allah'a (celle celâlühü) yakın melekler zümresine dahil olmaktan kaçınmak.

32

"Allah, ey İblis! Secde edenlerle beraber olmamanın sebebi ne, buyurdu."

Allahü teâlâ, Âdem'e secde edenler, şerefte bu kadar yüksek mertebeye sahipken, senin onlarla beraber olmamanın sebebi nedir diye İblis’e sordu.

İblisin secdesi gerçeklesmeyince ona yapılan kınama sadece secde edenlerden geri kaldığı için değil, fakat zikredilen üç günahın her biri içindir.

Nitekim A'râf sûresinde,

"Sana emrettiğim zaman, secde etmeni engelleyen ne odu?" ve Sâd sûresinde de,

"Ey İblis! Kudret elimle yarattığım Âdem'e secde etmene engel olan nedir?" denilmektedir.

Ancak her yerde bunların tamamı zikredilmeyip başka yerlerdeki zikriyle iktifa edilmektedir. Bir de, bununla bildiriliyor ki, o üç günahtan her bin, kınanması için ve hareketinin yanlış olduğunu göstermek için yeterlidir. Bakara, İsrâ, Kehf ve Tâhâ sûrelerinde doğrudan doğrudan doğruya kınama anlamı terkedilmiştir.

33

"İblis, ben kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi."

İblis, ben anasırın (unsurların) en şereflisi ve en üstünü olan ateşten yaratıldığım için, kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir balçıktan yarattığın kesif bir cisme secde etmem, bu benim durumuma uygun olmaz, dedi.

Bu âyette, İblisin, Âdem'den (aleyhisselâm) daha hayırlı olduğu, ana maddesinin de daha üstün olduğu iddiasına icmali olarak işaret etmekle bırakılması, "Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın; onu çamurdan yarattın" kelâmın da kı sarahatle iktifa edilmesinden dolayıdır.

Lânetli İblis, burada, Âdem'in (aleyhisselâm), unsurların en değersizi ve aşağısı olan topraktan yaratıldığını anlatmakla kalmayıp, toprağın da, en kötü halı olan kokuşmuş durumundakınden yaratıldığını anlatmıştır, A'râf, Sâd ve İsrâ sûrelerinde ise,

"Ben çamurdan yarattığın adama secde mi ederim?" demek suretiyle, iblis, Ademi'in topraktan yaratıldığını söylemekle iktifa etmiştir.

Iblisin, cevabını suale uygun olarak, vermemesi, tartışmadan kurtulmak içindir. Zaten tartışma onun ne haddine! Hulâsa olarak şöyle demiş oluyor:

"Ben emre uymaktan ve melekler zümresine dahil olmaktan imtina etmedim; ben şanıma layık olmayan benden aşağı olan birine boyun eğmekten imtina ettim."

Allah onu kahreylesin! O, akîm bir kıyas yolundan gitmiş ve fazilet ile kemal çarkının, üzerinde döndükleri şeyin, İlâhî marifetlerle süslenmek ve en çirkini, âlemlerin Rabbinin (celle celâlühü) emrine karşı gelmek olan kötü melekelerden kurtulmak olduğundan gafil kalmıştır.

34

"Allah şöyle buyurdu:

- Öyleyse çık buradan! Çünkü sen gerçekten kovuldun!"

A- " Allah şöyle buyurdu:

- Öyleyse çık buradan!"

Bu, "aziz melekler zümresinden çık" demektir. Yoksa gökten çık, anlamında değildir.

Zira İblisin Âdem'e cennette vesvese vermesi, bu kovmadan sonra olmuştur. "Oradan aşağı in" (A'râf: 7/13) âyeti ise, bu konuda sarih değildir; çünkü yüce âlemden çıkmak da, aşağı inmektir; hem de nasıl bir inmek!

Eğer İblisin, Âdem'e verdiği vesvese, cennet kapısından ona seslenmek yoluyla olmuşsa, "cennetten çık" demektir. Nitekim Hasen-ı Basrî'den de böyle rivâyet olunmuştur.

Bu vesvese, İblisin, cennete girmek için yılanı vesile yaparak oraya girmesinden sonra şifahî olarak da vuku bulmuş olabilir. Nitekim İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) böyle rivâyet olunmuştur. Bu durum, İblisin, üstün hikmetin gereği olarak şahitler huzurunda kovulmasiyla çelişmez.

B- " Çünkü sen gerçekten taşlandın, kovuldun!"

Sen gerçekten bütün hayır ve bereketlerden kovuldun. Zira kovulan kimse, taşlanır. Yahut sen gerçekten semavî alevlerle kovuldun.

Bu İlâhî kelâm, İblisin şüphesine verilecek cevabı zımnen ifade eden bir tehdittir. Zira nassa kıyasla karşı çıkan kimse, kovulmuş bir lânetlidir.

35

"Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır."

Lanet, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmaktır. Kulların diliyle de söylense, bu, Allah tarafından gerçeldeştirildiği için Sâd sûresinde,

"Şüphesiz Benm lanetim senin üzerinedir" denilmiştir.

Âyette, "kıyamet gününe değin" denilmesi, İblisin asıl azap ve cezasının kıyamete ertelendiğini ve son derece fecaa tiyle beraber lanetin, İblisin fiilinin tam cezası olmadığını, o cezanın kıyamet gününde gerçekleşeceği ve bu azabın anlatılamayacak kadar korkunç olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Ayrıca "Kıyamete değin" denilmesi, kıyamette bu lanetin sona ereceği anlamına gelmez, fakat kıyamette laneti unutturacak çeşith azaplara maruz kalacağı için, lanet kalkmış gibi sayılır.

Diğer bir görüşe göre ise, insanlar, en uzun müddeti "kıyamete değin" diye ifade ettikleri için böyle denilmiştir. Nitekim,

"Gökler ile yer durduğu müddetçe cehennemde kalacaklardır" (Hûd: 11/107) âyeti de bu kabildendir.

36

"İblis dedi ki:

- Ey Rabbim! Öyleyse insanların tekrar dirilecekleri güne değin bana mühlet ver!"

İblis, kovulması ve lanetlenmesi üzerine,

"Rabbim! Beni rahmetinden yoksun kılıp kovduğuna göre, Âdem ile zürriyeti yok olduktan sonra ceza ve mükâfat için tekrar dirilecekleri kıyamet gününe değin bana mühlet ver, o zamana kadar benim canımı alma" dedi.

İblisin bundan maksadı, onları azdırmak için zaman bulması, onlardan intikam alması ve ölümden kurtulması idi. Zira kıyamet gününden sonra ölmek artık imkânsızdır.

37

Bak. Âyet 38.

38

"Allah buyurdu ki:

- Sen şüphesiz o belli vaktin gününe değin mühlet verilmişlerdensin."

Allah İblis’e, yaratılış hikmetinin gereği olarak, ecelleri, birinci sûr nefhasına kadar ertelenmiş olanlardansın, dedi. Birinci nefhada ise, Allah'ın dilediği müstesna, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, cansız olarak yere düşecektir.

Bu konudaki âyetlerde geçen günlerin hepsinden bir tek günün murat olması da caizdir. İbarelerdeki değişildik ise, değişik mânâlara itibar edildiği içindir. Şöyle ki, kıyamet gününe dirilme günü denilmesi, İblisin gayesi o şekilde tahakkuk ettiği içindir.

O güne din günü denilmesi, zikredilen ceza günü olması itibarıyladır. Ona o belli vaktin günü denilmesi de, zikredilen husustan dolayıdır. Bu değişik ifadelerin kullanılmasının sebeplerini elbette yalnız Allah bilir; o bilgiyi yalnız Kendisine, saklamıştır. Muhtemeldir ki, bütün halkın helaki, dirilmeleri ve hesaplarının görülmesi bir günde gerçekleşecektir.

İblis de, o günün başında ölecek; o günün ortalarında dirilecek ve o günün geri kalan kısmında da cezası başlayacaktır.

Rivâyet olunur ki, İblisin ölmesi ile dirilmesi arasında, dünya yıllarından kırk yıl olacak; tıpkı iki sûr neması arasındaki zaman kadar.

"Ben Medine'ye geldiğimde mü'minlerin emiri Hazret-i Ömer'i (radıyallahü anh) ziyaret etmek istedim. Baktım ki, Kâ'bul Ahbar etrafındaki büyük bir halkaya konuşuyor ve diyordu ki:

- Âdem'in (aleyhisselâm) vefatı yaklaşınca,

" Ey Rabbim! Düşmanım İblis’e kıyamet gününe kadar mühlet verilecek; o benim öldüğümü görünce sevinecek" dedi.

Ona cevaben:

"Ey Âdem! Sen cennete gireceksin; lânetli İblis’e ise kıyamete kadar mühlet verilecek ki, öncekilerin de, sonrakilerin de tattıkları ölüm acısı kadar o tek başına o acıyı tatsın" denildi.

Sonra Âdem Azrail'e, ölümü İblis’e nasıl tattıracağını anlatır mısın, diye sordu. Azrail anlatınca, Âdem, Suâl, bu bana yeter, dedi.

Bunun üzerine insanlar korkuya kapılıp bağrışmaya başladılar ve Kâ'bul-Ahbâr'a, o nasıldır? diye sordular. O ise anlatmak istemedi. Fakat insanlar ısrar ettiler.

O zaman dedi ki, birinci nefhadan sonra Allah (celle celâlühü), Azrail'e şöyle diyecek:

"Ben sana, yedi gök sakinleri ile yedi yer sakinlerinin kuvvetlen kadar bir kuvvet verdim; bu gün Ben kızgınlık ve gazap vasfının tamamını da sana verdim. Haydin, Benim gazabım ve heybetimle rahmetimden kovduğum

İblis’e git de, ona ölümü ve insanlarla emlerden öncekilerin de, sonrakilerin de tattıkları ölüm acısını, kat kat ona tatür. Giderken de zebanilerden, kızgınlık ve gazap dolu yetmiş bin kişiyi yanma al. Onların her birinde de cehennem zincirleri ve bukağılan olsun! Onun kokuşmuş ruhunu yetmiş bin ateş çengeline tak ve Mâlik'e seslen de, bütün cehennemlerin kapılarını açsın.

Bunun, üzerine Azrail de, öyle korkunç bir suretle inecek ki, eğer bütün göklerin ve yerlerin sakinleri onu o surette görseler, hepsi korkudan ansızın oluverirler, işte Azrail, bu surette iblisin yanına varır ve ona, dur bakalım, seninle işim var, ey habis! Ant olsun kı, sana ölümü tattıracağım. Sen ne günler gördün! Ne nesiller saptırdın! İşte sana mühlet verilen o belli vakit şimdi bitiyor der.

O zaman mel'ûn doğuya kaçacak; fakat orada da Azrail'i karsısında görecek.

Sonra batıya kaçacak; fakat orada da Azrail'i karşısında görecek. Sonra denizlere dalacak; fakat denizler onu kabul etmeyip dışarı atacak. Ondan sonra durmadan yeryüzünde kaçacak; fakat sığınacak yer bulamayacak ve kurtulması mümkün olmayacak. Sonra dünyanın ortasında Âdem'in mezarı yanında duracak ve doğudan batıya, batıdan da doğuya toprağa bulanmaya başlayacak.

Nihayet Âdem'in cennetten indirildiği yere gelecek. Orada zebaniler, kendisine çengeller asmış olacaklar ve yeryüzü de ateş cemresi gibi olacak, işte o zaman zebaniler, iblisin etrafını çevirecek ve ona çengeller takacaklar ve Allah'ın (celle celâlühü) dileyeceği zamana kadar azap içinde can çekişecek. Âdem ile Havva'ya da, gelin, bu gün düşmanınızın ölümü nasıl tattığını seyredin, denilecek.

Onlar da gelip İblisin içinde bulunduğu şiddetli azabı görecekler ve: Rabbimiz! Bize olan nimetini tamamladın! diyecekler.

39

"İblis dedi ki:

- Rabbini! Beni azdırmana karşılık ant olsun ki, yeryüzünde günahları onlara mutlaka süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım!"

Mu'tezile'ye göre kul, kendi fıihn yaratıcısı kabul edildiği için onlar, burada iğvâyı dalâlet veya dalâletin sebebi olarak tevil ederler. Bu da, Allah'ın (celle celâlühü) İblis’e, Âdem'e secde etmesini emretmesiyle olmuştur. Mu'tezile, Allah'ın (celle celâlühü) İblis’e mühlet vermesine ve Ademoğullarını azdırması için İblisi musallat kılmasına da şu mazereti ileri sürüyor:

Allah İblisin de, ona tâbi olanların da küfür üzere öleceklerini ve cehenneme gireceklerini, İblis’e mühlet verse de, vermese de, sonucun değişmeyeceğini, biliyordu. Bir de, İblis’e mühlet verilmesiyle, ona muhalefet edenlerin hakkı ödenmiş olur; zira sevaplarının artmasına hak kazanmış olurlar.

40

"Ancak onlardan hâlis kılınmış kulların müstesna."

Kendi itaatin için hâlis kıldığın ve şaibelerden temizlediğin kulların, müstesna. İşte benim hilelerim, bu kullara tesir etmez.

Yahut kendilerini Allah'a hâlis kılmış kulların müstesna.

41

"Allah buyurdu ki:

- İşte Bana varan dosdoğru yol budur."

Hâlis kılınmış kulların İblisin azdırmasından kurtulması, yahut İhlasın kendisi, zikzak ve sapma olmaksızın Bana varan yegâne dosdoğru yoldur.

En zahir olan görüşe göre, sırat-ı müstakimin bu olduğunun belirtilmesi, İblisin;

"Ant olsun ki, onları saptırmak için Senin sırat-ı müstakimine oturacağım; sonra ant olsun ki, onlara önlerinden ve arkalarından yaklaşacağım" demesinden dolayıdır.

42

"Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak sapkınlardan sana uyanlar müstesna."

O hâlis kullarım üzerinde, sapkınlardan sana uyanların dışında senin azdırma tasallutun ve tasarrufun yoktur, olamayacaktır.

Bu kelâm, İblisin söylediklerinin, bir tespiti olmakla beraber, hâlis kulların şanını tazim ve onların yüksek mertebesini beyan etmekte, azdırma pençelerinin bu bahtiyar kullardan kesildiğini ve İblisin, sapkınları azdırmasının, onlara hâkimiyet yoluyla olmadığını, fakat onların kendi kötü tercihleriyle olduğunu bildirmektedir.

43

"Hiç şüphesiz cehennem, onların hepsinin buluşma yeridir."

Cehennemin, İblis’e uyanların veya sapkınların buluşma yeri olduğunda hiç şüphe yoktur. Cehennemde onlara va'dedilen azapların fecaati ise, her türlü ifadenin üstündedir.

44

"Cehennemin yedi kapısı vardır. Her kapı için onlardan ayrılmış bir güruh vardır."

A- "Cehennemin yedi kapısı vardır."

Cehenneme yedi kapıdan girilir. Zira onlardan cehenneme girenler pek çoktur. Yahut cehennemin yedi tabakası vardır; cehennem, ehli, kendi dalâlet ve İblis’e uyma mertebelerine göre bu tabakalara inerler. O tabakalar da şunlardır: Cehennem, Lazza, Hutameh, Saîr, Sekar, Cahîm, Hâviyeh.

B- "Her kapı için onlardan ayrılmış bir güruh vardır."

İblis’e uyanlardan, yahut sapkınlardan, istidatlarına göre, diğerlerinden ayrılmış, hangi kapıdan gireceği tesbit edilmiş, her kapıya göre belli bir güruh vardır. Bunların en yüksek mertebesi, tevhit ehli olan günahkârlar içindir.

İkincisi, yahudiler içindir. Üçüncüsü, hıristiyanlar içindir. Dördüncüsü sâbiîler içindir. Beşincisi, mecûsiler içindir. Altıncısı, müşrikler içindir. Yedincisi münafıklar içindir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre;

Cehennem tabakası, ilâhlık iddiasında bulunanlar içindir. Lazza tabakası, ateşperestler içindir. Hutameh tabakası, putlara tapanlar içindir. Sekar tabakası, yahudiler içindir, sair tabakası, hıristiyanlar içindir. Cahîm tabakası, sâbiîler içindir. Hâviyeh tabakası, tevhid ehli olan günahkârlar içindir.

Cehennem kapılarının yedi taneden ibaret olması, muhtemeldir ki, insanı helâk eden şeylerin de yedi tane olmasından dolayıdır. Bunlar, hissedilen varlıklar için beş duyu ve diğerleri için de şehvet ve gazap kuvvetlerinin istekleridir.

45

"Şüphesiz takva sahipleri cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır."

Küfürde ve ağır günahlarda İblis’e uymaktan sakınanlar -çünkü diğer günahlardan sakınmasalar da onlar bağışlanabilir- şüphesiz ki ebedî olarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır; her biri için bir cennet ve bir pınar olacaktır. Yahut her biri için birçok cennet ve pınar olacaktır. Nitekim diğer bir âyette de,

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkanlar için iki cennet vardır." (Rahman 55/46) denilmektedir.

46

"Onlara, oraya selâmetle ve güvenli olarak girin, denecek."

Allah (celle celâlühü) tarafından onlara böyle emir verilerek cennete girmeleri istenecek. Diğer bir kıraate göre ise, Allah meleklere, "onları selâmetle cennetlere sokun!" diye emredecek, demektir.

Ya da onlara: "Oraya her zaman size selâm verilmek üzere ve güven içinde girin, denecek.

47

"Biz onların kalplerinden her türlü kini söküp attık; hepsi kardeşler halinde tahtlar üzerine karşı karşıya oturacaklardır."

Biz, cennet ehlinin kalplerinden, dünyada birbirlerine karşı duydukları her türlü kini söküp attık.

Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) : "Umuyorum ki, ben, Osman (radıyallahü anh), Talha (radıyallahü anh) ve Ziibeyir (radıyallahü anh) de bunlardan olacağız" dediği rivâyet edilmiştir.

Mücâhidin de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Cennet ehli nereye dönseler, tahtları da kendileriyle beraber dönecektir. Böylece onlar, her zaman karşılıklı olacaklardır."

48

"Orada onlara hiçbir yorgunluk değmeyecek ve onlar oradan çıkarılmayacaklardır."

Cennette kendileri için gerekli olan şeyleri elde etmek üzere yorgunluk gerektiren bir çalışma olmayacaktır; çünkü istedikleri her şey, hiçbir ış görmeden hâsıl olacaktır. Yahut cennette onlar ağır işler görseler bile, hiç yorulmayacaklardır. Çünkü onlar son derece kuvvetli olacaklardır. Ve onlar ebediyen cennetten çıkarılmayacaklardır; zira nimetin tam olması için devamlı olması gerekir.

49

Bak. Âyet 50.

50

"Ey Resûlüm! Kullarıma haber ver ki, şüphesiz Gafur ve Rahîm olan yegâne Benim ve azabım da, pek elem verici azabın ta kendisidir."

Bu kullardan murat, bundan önce zikredilen' takva sahibi kullardır.

Bu kelâm, daha önce geçen mükâfat ve ceza vaatlerine bir fezleke ve izah mahiyetindedir.

Gafur sıfatı zımnında mağfiretin zikredilmesi, bize bildiriyor ki, takva sahiplerinden murat, büyükleri de, küçükleri de dahil, bütün günahlardan sakınanlar değildir.

Allah'ın (celle celâlühü) Zatının mağfiret ve rahmetle, hasr şeklinde vasıflandırılmasi ve azap vermekle vasıflandırılmaması, bize bildiriyor ki, mağfiret ve rahmet, Allah'ın Zatinin gerekleridir; azap ise ancak, onu gerektiren haricî, bir sebeple tahakkuk etmektedir.

51

"Onlara İbrâhîm'in konuklarından da haber ver."

Bundan maksat, korku içinde bulunan İbrâhîm (aleyhisselâm) ile ailesine verilen müjdeden, Lût'un (aleyhisselâm) kavmine inen azaptan ve korku içinde bulunan kendisi ile ona tabî olan ailesinin kurtarılmasından ibret alınması ve Allah'ın, mücrimlerden mutlaka intikam alacağına dikkat çekilmesi, Allah'ın azabının da, en büyük elem verici azap olduğunun bilinmesidir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna, göre, İbrâhîm'in bu konukları Cebrâîl ve onunla beraber bulunan iki melek idi.

Muhammed b. Kâ'b, Cebrâîl ile yanında bulunan yedi melek idi, diyor.

Bir görüşe göre de, bunlar, Cebrâîl , Mîkâil ve İsrafil idiler.

Dahhâk, bunların dokuz melek; Süddî, parlak delikanlılar suretinde on bir melek; Mukaatil de, on iki melek olduğunu rivâyet etmiştir.

Burada, o meleklerin elçi oldukları belirtilmemiş, çünkü onlar İbrâhîm'e (aleyhisselâm) elçi olarak gönderilmemişti. Fakat ileride belirtileceği gibi Lût (aleyhisselâm) kavmine gelen melekler ise elçi olarak gönderilmişlerdi.

52

"Hani onun yanına girdikleri zaman, selâm, demişlerdi. İbrâhîm de, kadar biz sizden çekiniyoruz, dedi."

İbrâhîm (aleyhisselâm) konuklarına kızartılmış bir buzağı getirdiğinde, onlar ondan yemeyince bunu söylemişti. Çünkü onların âdetine göre, kendilerine gelen konuk, hazırlanan yemeği yemezse, onun hayır için gelmediğini tahmin ediyorlardı. Yoksa onun yanına ilk geldiklerinde bunu söylemedi.

Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

"Ellerini yemeğe uzatmadığını görünce, onları yadırgadı ve bu yaptıklarından dolayı içine bir korku düştü." (Hûd 11/70)

Şu halde İbrâhîm'in (aleyhisselâm) korkusu, onların vakitsiz ve izinsiz yanma girmeleri sebebi ile olamaz; eğer öyle olmuş olsa, o zaman "selam" demezlerdi ve İbrâhîm (aleyhisselâm) de, onlara yemek hazırlamaya koyulmazdı. Onlara yemek getirmesinin burada zılcredılmemesı, başka yerdeki zikriyle burada iktifa edildiği içindir. Nitekim görüldüğü üzere burada, İbrâhîm'in onların selâmım aldığı da zikredılmemiştir.

53

"Konuklar, korkma; çünkü şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz, dediler."

Müjdelenen kimsenin etrafında korku ve hüzün dolaşmaz. Bunun aksı nasıl olur kı, bu müjde, kendisinin ve ailesinin uzun zaman afiyet ve selâmette kalacağını haber vermektedir.

Diğer bir âyette de, bilgin bir oğul yerine, halîm bir oğul denilmektedir. Bu çocuk, İshak'tır. Nitekim diğer bir âyette de,

"Onun zevcesine İshâk'ı müjdeledik." (Hûd 11/71) denilmektedir. Burada Ishak'a da Yakub'un (aleyhisselâm) müjdelendiğinın zikredilmemesi, Hûd süresindeki zikriyle iktifa edildiği içindir.

54

"İbrâhîm, bu ihtiyarlık bana çökmüşken mi beni müjdeliyorsunuz? Neyi müjdeliyorsunuz bana artık, dedi."

İbrâhîm çocuk yapmaya hiç de müsait olmayan bir yaşta kendisine çocuk müjdesi verilmesine ziyadesiyle taaccüp etti ve ilâve etti:

"Hangi acayip şeyi bana müjdeliyorsunuz artık?" Zira vukuu tasavvur edilemeyen bir şeyi müjdelemek, âdete göre hiçbir şeyi müjdelememek demektir. Yahut beni hangi açıdan müjdeliyorsunuz?

55

"Konuklar, sana gerçeği müjdeledik; sakın, ümitsizliğe düşenlerden olma artık, dediler."

Biz sana, mutlaka olacak bir şeyi, kesin bir hâdiseyi müjdeliyoruz, yahut hak olan yolu, Allah'ın emrini müjdeliyoruz. Sakın, ondan ümitsizliğe düşenlerden olma. Zira Allah (celle celâlühü), ebeveynsiz olarak da insan yaratmaya kaadirdir. Şu halde bir ihtiyar erkek ile kısır bir yaşlı hanımdan çocuk yaptırmaya neden kaadır olamaz!

İbrâhîm'in bundan maksadı, kullar arasında câri olan Allah'ın sünnetine göre taaccübünü ifade zımnında Allah'ın nimetini tazim etmektir; yoksa Allah'ın kudretine göre bunun imkânsız olduğunu ifade etmek değildir. Nitekim meleklerin, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma, sözleri de bunu bildirmektedir. Zira şüphesi olmuş olsa, "salcın şüphe edenlerden olma" gibi bir ifade kullandırdı.

56

"İbrâhîm dedi ki, sapıklardan başka kim Allah'ın rahmetinden umut keser?"

Marifet yolundan, doğru yoldan sapıp da Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinin genişliğini ve ilmi ile kudretinin kemalini bilmeyenlerden başkası, Allah'ın rahmetinden umut kesmez. Nitekim Yakub (aleyhisselâm) da şöyle demişti:

"Allah'ın rahmetinden ancak kâfir güruh umudunu keser" (Yûsuf 12/87). İbrâhîm'in (aleyhisselâm) bundan maksadı, kendi ümitsizliğim en beliğ şekilde reddetmektir. Yani ben, Allah'ın rahmetinden umudumu kesmiyorum; benim söylemek istediğim, benim halimin zahiren o büyük nimete müsait olmamasıdır.

Bu diyalog, melekler ile yalnız İbrâhîm (aleyhisselâm) arasında değil, fakat onlarla Sâre arasında da geçmiştir. Nitekim Hûd sûresinde beyan edildi. Burada onun zikredilmemesı, oradaki zikriyle iktifa edildiği içindir. Nitekim bu da, buradaki zikriyle iktifa edildiği için orada zikredilmemiştir.

57

"Yine İbrâhîm dedi ki, Ey elçiler! Asıl göreviniz nedir?"

İbrâhîm sözüne devamla onlara, bize verdiğiniz müjdenin dışında size verilen asıl görev nedir? diye sordu.

İbrâhîm'in (aleyhisselâm) mezkûr kelâmından sonra bu kelâmının başında da "İbrâhîm dedi ki" ifadesinin tekrar edilmesi, bu iki kelâm arasında meleklerin de kelâmları olduğuna, onların da bu arada bazı şeyler söylediklerine sarahatle delâlet etmektedir. İbrâhîm'in (aleyhisselâm) bu son kelâmı, ayrıca onların kelâmlarının önemine de bir işarettir. Zira iki kelâm arasında "dedi ki" ifadesinin tekrar edilmesi, bu kelâmın birinci ile bağlantılı olmadığını ve onun üzerine bina edilmediğini bildirmektedir.

İbrâhîm (aleyhisselâm) daha önce onlara, elçiler unvanıyla hitap etmediği halde burada bu unvanla hitap etmesi, meleklerin burada zikredilmeyen kelâmları, gelişlerinin sırf anılan müjde için olmadığını, asıl kendisi için gönderildikleri başka bir işleri daha bulunduğunu zımnen ifade etmektedir. Bu itibarla sanki İbrâhîm (aleyhisselâm) şöyle demiştir:

"Eğer sizin işiniz yalnız bize bu müjdeyi vermek değil ise, öyleyse o asıl işiniz nedir?"

Bu izahtan da anlaşılıyor kı, İbrâhîm (aleyhisselâm), meleklerin bütün işlerinin bu müjdeden ibaret olmadığını biliyordu; çünkü melekler birden fazla idiler. Halbuki müjde için, birden fazla meleğe ihtiyaç yoktur. İşte bundan dolayıdır ki, Zekeriyya ve Meryem'e yalnızca bir melek gönderilmiştir, gibi bir izaha da ihtiyaç kalmadığı gibi, melekler, korkularını gidermek için bir ara anılan müjdeyi de vermişler. Halbuki eğer maksadın tamamı müjde olmuş olsaydı, ilk önce ondan söze başlarlardı, şeklinde bir izaha da gerek yoktur.

58

"Dediler ki, biz kadar suçlu bir toplumun helaki için gönderildik."

Bu mücrim toplum, Lût (aleyhisselâm) kavmidir. Onların mücrim bir toplum olarak vasıflandırılmaları, onları zem ve tahkir etmek içindir.

59

"Ancak Lût ailesi hariç. Hiç şüphesiz biz onların hepsini kurtaracağız."

Şüphesiz biz, hepsi cürüm işlemiş bir kavme gönderildik; fakat Lût ailesi hariç. Biz o kavmi helâk edeceğiz; fakat Lût: ailesini kurtaracağız.

60

"Fakat Lût'un karısı müstesna; hiç şüphesiz biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik."

Biz, Lût'un (aleyhisselâm) karısının kâfirlerle beraber helâk olması için onlarla beraber geri kalanlardan olmasını takdir ettik.

61

Bak. Âyet 62.

62

"Elçiler Lût ailesine gelince, Lût onlara, siz kadar, bizce tanınmayan bir taifesiniz, dedi."

Bu âyetlerde de mücrim kavmin helâk edilmesi ve Lût kavminin kurtarılması beyan edilmeye başlanmaktadır.

Lût (aleyhisselâm) bu sözü elçilere ilk başta söylememiş; fakat ilerideki âyetlerde zikredilen gelişmelerden sonra ve nihayet çaresiz kalınca, elçilerle kötü niyetlerini gerçekleştirmek isteyen kavminden maruz kaldığı şiddet ve sıkıntı karşısında, konuklarından umduğu yardımı da görmeyince, kendisi konuklarını kurtarmak için bütün gücüyle mücadele verirken, onların kendisine yardım etmediklerini görünce, bu tutumlarını reddetmek anlamında bunu söylemiştir.

Nitekim gerçekten melekler Lût ile beraber müdafaaya ve savunmaya hiç girmemişler; nihayet kavmine,

"Keşke, benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı, veya muhkem bir kaleye sığmabilseydim" (Hûd 11/80) demişti.

Nitekim tafsilatı Hûd sûresinde geçti. Yoksa bazılarının dediği gibi melekler daha ilk geldiklerinde Lût (aleyhisselâm), onların yüzünden kendisine bir kötülük gelecek korkusuyla bunu söylememiştir.

63

"Dediler ki; Hayır, biz onların, şüphe edegeldikleri azabı yerine getirmek için sana geldik."

Biz, senin onlara va'dedip de onların da seni yalanladıkları azabı, yerine getirmek için sana geldik:

Bazılarının dediği gibi meleklerin bu sözünden sonra Lût'un çaresizlik içinde bunalması mümkün değildir. Zira bu sözleri, durumu tamamıyla açıklamaktadır. Artık bundan sonra Lût'un üzülüp bunalması nasıl mümkün olabilir?

Bunun mânâsı, "biz seni üzmek için değil, fakat seni sevindirmek için geldik" demek değil; "biz seni yardımsız onlarla başbaşa bırakmadık; fakat senin onlara va'dedip de onların da yalanladıkları azapla, onları yok etmek için geldik" demektir.

Her halde meleklerin bu sözlerinin, Lût (aleyhisselâm) ile kavmi arasında cereyan eden mücadeleyi anlatan âyetlerden önce zikredilmiş olması, İbrâhîm'e (aleyhisselâm), Lût'un kavminin helaki ve Lût'un ailesinin kurtarüması müjdesinin verilmesinin zikrinden hemen sonra, Lût'a da bu müjdenin verildiğini anlatan kelâmın zikredilmesi içindir. Bu da, kurtarılmanın keyfiyetinin ve aşamalarının tertibinin beyanını gerektirdiğinden, önce buna icmali olarak işaret edilmiş, sonra da o kavmin yaptıkları ve onlara yapılanlar zikredilmiştir. Ve gerçekleşme sırası başka yerde gözetildiği için, burada bu sıranın bozulmasına bakılmamıştır.

64

"Ve biz sana gerçeği getirdik. Hiç şüphesiz biz doğru söyleyenleriz."

Biz sana, kendisinde şüphe ve kuşku olmayan onların azabını getirdik.

Azabın bu şekilde ifade edilmesi, ondan şüpheyi daha kesin olarak kaldırmak içindir.

Yahut bu gerçekten murat, mezkûr azabın geleceğini haber vermek içindir.

"Hiç şüphesiz biz doğru söyleyenleriz" cümlesi de, teldt mahiyetindedir. Yani biz sana söylediğiniz hak haberle geldik ve hiç şüphesiz biz o haberde doğruyuz. Yahut biz her kelâmda doğruyuz. Buna göre, bu cümle, onların bu haberde de doğru olduklarına delildir. Birincisine göre ise, tekit üstüne tekittir.

65

"Artık gecenin bir kısmında aileni yola çıkar. Sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, salcın dönüp de arkaya bakmasın ve emrolunduğunuz yere gidin."

Burada onların kurtarılma aşamaları anlatılmaktadır.

Yani gecenin bir bölümünde, yahut gecenin sön bölümünde, yahut da gecenin ilk karanlıkları bastıktan sonra aileni yola çıkar ve sen de, onlara kuvvet vermek, onları hızlandırmak ve onların hallerine muttali olmak için, arkalarından yürü.

Lût'un kavminin, arkasından yürümesinden maksat, onları sevk etmesi olduğu halde, bu ifadenin kullanılmayıp mevcut ifadenin tercih edilmesi, mânâya mübalağa vermek, içindir. Zira sevk bazen bir kısmının önünden, bir kısmının da arkasından yürümekle olur ve böylece arkadakılerin hakliden habersiz kalınmış olur.

Ve görmeye dayanamayacağı arkadaki korkunç manzarayı görmemek için veya gende kalan kâfirlere isabet eden azabın ona da isabet etmemesi için sizden hiç kimse sakın dönüp de arkaya bakmasın, yahut sizden hiç kimse, her hangi bir iş için geride kalıp da azaba maruz kalmasın.

Bir görüşe göre de, onlar, hicrete şartlanmak için bundan yasaklandılar. Yahut bundan murat, gende bıraktıklarına gönülden bağlı kalmamalarıdır. Yahut bu emir süratli yürümeleri içindir; zira dönüp geriye bakan, mutlaka biraz durmak zorunda kalır.

Bu emirlerde Lût'un (aleyhisselâm) karısının istisna edilmemesi, bu istisnanın gerçekleşmediği anlamında değildir. Zira bu istisnanın burada yapılmaması, başka yerlerde defalarca zikredilmesiyle iktifa edilmesinden dolayıdır.

Ve gitmeye emrolunduğunuz Şam'a, yahut Mısır'a doğru gidin.

66

"Lût'a şu hükmümüzü vahyettik: Sabaha çıkarlarken mutlaka onların kökü kesilmiş olacaktır."

Biz, Lût'a (aleyhisselâm) kesinleşmiş bu- hüküm olarak bildirdik ki; o çirkin sıfatları taşıyan mücrim kavim sabaha çakarken mutlaka onların kökleri kazınmış olacak ve geride bir ferdi bile hayatta kalmayacaktır.

67

"Şehir halkı sevinerek konukların yanına geldiler."

Daha önce dikkat çekilip icmali olarak işaret edildikten sonra burada da, o kavmin, konukların gelişine vâkıf olmaları üzerine yaptıkları, söyledikleri ve bunlara terettüp eden şeyler anlatılmaya başlanmaktadır. Yani Sedûm halkı, kötü niyetleri için konukların gelişlerine sevinerek Lût'un (aleyhisselâm) evine geldiler.

İşte bundan dolayıdır ki, Lût onlara "Allah'tan korkun ve beni rezil etmeyin." demiştir.

Lût kelâmında, o fuhşun kendisini sarahaten men etmemiştir. Zira bunun kendilerine faydası olmayacağını biliyordu.

Diğer bir görüşe göre İse, burada Allah'tan (celle celâlühü) korkmaktan murat, o fuhşu irtikâp etmekten sakınmaktır. Fakat "korkun" emrinin, Lût ile ilgili olan iki emir arasında zikredilmiş olması, keza bun dan sonraki âyetin hitabının da onun için olması, bu görüşe müsait değildir.

68

"Lût dedi ki: Bunlar gerçekten benim konuklarımdır. Sakın beni utandırmayın."

Lût'un onlara "konuklarım" demesi, kendi kanaatine binaen dır; çünkü melekler, konukların kılığında ve suretinde bulunuyorlardı.

Lût'un bunu tekitle (gerçekten) ifade etmesi, onların kendisinin konuğu olduğunu kavminin inkâr etmesi değil, bu gerçeği ortaya koyarak kendilerine önem verdiğini, haklarını gözetmek ve kendilerini kötülükten korumak için mücadeleye hazır olduğunu göstermek içindir.

İşte bundan dolayı "Sakın beni utandırmayın" demiştir. Yani sız onlara bir kötülük yapmaya kalkıştığınız takdirde benim sizin yanınızda bir değerim ve saygınlığım olmadığını anlayacaklar.

Yahut konuklarımı rezil etmekle beni de rezil etmeyin. Çünkü bir insanın konuğuna yapılan rezillik, kendisine yapılmış sayılır.

69

"Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin."

Benim himayemde bulunan kimselere o çirkin fiili yapmakla beni rezil ve tahkir etmeyin.

Lût'un kavmini "beni utandırmayın!" sözüyle men etmesinden sonra onların, konuklarına kötülük yapmaları kendisi için daha ağır ve daha çok utanç verici olurdu. Zira himayecinin haberi olmadan himayesi altındaki kimseye yapılacak kötülük, müsamaha ile karşılanabilse de, haberi olup da onu müdafaa için tavır aldıktan sonra yapılacak kötülük, çok daha fazla utanç verici olur.

70

"Dediler ki: Ey Lût! Biz seni elâlemin işine karışmaktan (konuk kabul etmekten) men etmemiş miydik?"

Biz seni misafir kabul etmekten, yabancıların işine karışmaktan men etmemiş miydik?

Zira o mücrim insanlar, yabancılara bu kötü fiili yapıyorlardı. Lût (aleyhisselâm) da elinden geldiği kadar onlara engel olmaya çalışıyordu. Onlar da Lût'un yabancıları korumasını men ediyorlardı. Bu itibarla sanki onlar şöyle demişler: Senin söylediğin utanç ve rezillik, bizim tarafımızdan değil, senin tarafından, sana gelmiştir. Zira sen onları konuk, etmesen, sana karsı bu yapılmayacaktı.

71

"Lüt dedi ki: Siz eğer düşündüğünüzü yapacaksanız, işte kızlarım!"

İşte benim kızlarım sayılan sizin eşleriniz... Zira her ümmetin peygamberi, onların babası sayılır. Yahut işte benim kızlarım; onlarla evlenin! Onlar daha önce Lût'un kızlarıyla evlenmek istemişler, fakat onların habaseti ve denk olmamaları yüzünden Lût tekliflerini geri çevirmişti. Yoksa Lût'un daha önce bunu reddetmesi, Müslüman kadınlarla kâfir erkekler arasında evlilik meşru olmadığı için değildi. Nitekim konunun tafsilatı Hûd sûresinde geçmişti.

72

"Ey Resûlüm! Senin hayatın hakkı için, hiç şüphesiz onlar sapıklık sarhoşluklarında bocalamakta idiler."

Bu, Allah'ın Peygamberimizin hayatına yemin etmesidir. Yahut o meleklerin, Lût'un (aleyhisselâm) hayatına yemin etmeleridir.

Onlar, azgınlıklarında, yahut doğru ile yanlışı temyiz ettiren akıllarını başlarından alan şiddetli sapıklıklarında bocalamakta idiler, o halde nasihati nasıl dinlerlerdi!

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "onlar" zamiri, Kureyş içindir. Buna göre bu cümle bir ara cümlesidir.

73

"Nihayet güneş doğarken o korkunç ses, onları yakaladı."

Yani o korkunç felâket sesi; bir görüşe, göre Cebrâîl’in sesi, onları yakaladı.

74

"Sonunda topraklarının üstünü altına getirdik; üzerlerine de kurumuş balçıktan taşlar yağdırdık."

Onların bulundukları şehrin, yahut kasabaların topraklarının üstünü altına getirdik.

Daha önce de belirtildiği gibi, toprağın üstünün altına getirilmesi, daha korkunç ve fecidir,

Ve bu alt üst hâdisesi sırasında üzerlerine de taşlaşmış çamurlar, yahut üzerinde, hedefinin adı yazılı olan taşlar yağdırdık. Bunun da tafsilâtı Hûd sûresinde geçmişti.

75

"Hiç şüphesiz bunda, ibret alanlar için birçok ibret kaynakları vardır."

Hiç şüphesiz zikredilen kıssada, düşünenler, hakkı alametlerinden tanımak için ferasetlerini kullanıp dikkatle bakanlar için, hakkın hakikatini gösteren birçok alâmetler vardır.

76

"Hiç şüphesiz o kasabaların harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir."

Onların kentlerinin ve kasabalarının tarihî kalıntıları, halâ insanların kullandığı işlek bir yol üzerindedir; insanlar bu yolu kullanırken o târihî eserleri görmektedirler.

77

"Hiç şüphesiz bunda, îman edenler için ibret vardır."

Hiç şüphesiz zikredilen kentlerde, kasabalarda, yahut insanların gözü önünde olup bitenleri gelip geçenlerin görmesinde, Allah'a ve Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) îman edenler için büyük ibretler vardır. Zira diyarları ıssız bırakan azabın onlara isabet etmesinin sebebinin, kendi kötü fiilleri olduğunu anlayanlar, ancak îman edenlerdir. Başkaları ise, bu azapları, bir rastlantı olarak veya tabiat olayları olarak, değerlendirirler.

78

"Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler."

Eyke halici Şuayb'in kavmidir. Eyke kelimesi, birbirlerine dolanmış yoğun ağaçlar anlamındadır. Onların ağaçlarının çoğu, hurma ağacına benzeyen mukl denilen ağaçti.

79

"Onlardan da öç almışızdır. Bu iki kent de hiç şüphesiz apaçık bir yol üzerindedir."

Rivâyet olunur ki, Allah (celle celâlühü) yedi gün müddetle onlara şiddetli bir sıcak hava musallat etti. Sonra onlara bir bulut gönderdi. Onlar da rahat bulmak umuduyla o bulutun altma sığındılar. İşte o sırada Allah o buluttan onların üzerine ateş yağdırdı ve ateş hepsini yaktı, işte "gölge günü azabı" denilen azap budur.

Bu iki kent, Sedûm ile Eyke kentleridir. Yahut Eyke ile Medyen şehirleridir. Zira Şuayb bu iki şehre gönderilmişti. Bu itibarla iki şehirden birinin zikredilmesi, diğerine de dikkat çekmektedir,

80

"Ant olsun ki, Hicr halkı da gönderilmiş peygamberleri yalan saydılar."

Semûd Kavmi de, Sâlih peygamberi yalanlamıştı. Peygamberlerden birini yalanlayan kimse, bütün peygamberleri yalanlamış sayılır (Onun için peygamberleri yalan saydılar, denilmiştir). Çünkü bütün peygamberler, tevhit inancında ve ümmetler ile asırlara göre değişmeyen dinlerin asıl hükümlerinde ittifak halindedirler.

Diğer bir görüşe göre ise burada peygamberlerden murat, Sâlih Ve onunla beraber olan mü’minlerdir..

Hicr, Medine ile Şam arasında bulunan bir vadidir; Semûd Kavmi burada oturuyordu.

81

"Onlara da mucizelerimiz vermiştik; fakat onlardan yüz çevirmişlerdi."

Bu mucizeler, peygamberlerine indirikniş olan mucizelerdir. Yahut o deve, onun su nöbeti, su içmesi ve sütünün sağılması mucizeleridir. Yahut onlara gösterilen delillerdir. Onlar ise bu mucizelerden tamamen yüz çevirmişlerdi; hatta onları engellemeye çalışmişlardı. Nitekim deveye yaptıklarını yapmışlardı.

82

"Onlar dağları oyup güvenli evler yapıyorlardı."

Bu evlerin güvenk olması, muhkem olmalarından dolayı, yıkılmaktan, hırsızların delik açıp girmelerinden ve düşmanların tahrip etmelerinden emniyette olmalarıdır. Yahut kendilerince bu evlerin azaptan güvenk olmalarıdır. Zira onlar, bu evlerin, kendilerini azaptan koruyacaklarını sanıyorlardı,

Câbir'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Biz Resûlüllahla (sallallahü aleyhi ve sellem) beraber Hıcr'den geçtik. Oradan geçerken bize buyurdu ki, nefislerine zulmedenlerin meskenlerine girmeyiniz; ancak bunlara isabet eden azabın size de isabet etmesinden çekindiğiniz için ağlayarak meskenlerine girmeniz hariç... Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) binitini hızla sürüp oradan uzaklaştı."

83

"İşte sabahlarlarken onları da o korkunç ses yakaladı."

Daha önce Hûd sûresinde de bu ifade geçti.

Bir görüşe göre Cebrâîl Şia bir korkunç sesle haykırmıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, gökten onlara öyle korkunç bir ses gelmişti ki, bunun içinde yıldırım sesi de vardı, yeryüzündeki her şeyin sesi de vardı. İşte o sesten dolayı kalpleri paramparça olmuştu.

A'râf sûresinde ise, "Onları zelzele yakaladı" denilmektedir. Belki de o da o korkunç ses anlamındadır. Şöyle ki, korkunç ses, havanın şiddetli dalgalanmasına ve bu da zelzeleye sebep olmaktadır. Nitekim Hûd sûresinde izahı geçti.

84

"Kazanmakta oldukları şeyler onlara hiçbir fayda sağlamadı."

Onların yaptıkları, sağlam evler, geniş servetler ve külliyetli hazırlıklar, kendilerine inen azabı savamadı.

Bu kelâm, onlarla istihza anlamını ifade etmektedir.

85

"Biz gökleri, yeri ve aralarındaki her şeyi ancak hak olarak yaratmışızdır. Kıyamet de hiç şüphesiz gelecektir. Sen artık onlara güzel muamele et."

A- " Biz gökleri, yeri ve aralarındaki her şeyi ancak hak olarak yaratmışızdır. Kıyamet de hiç şüphesiz gelecektir."

Gökleri, yeri ve aralarındaki her şeyi ancak hak olarak, hikmete ve maslahata gayet uygun olarak yaratmışızdır. Öyle ki, bunlar, sürekli bir bozukluk ve istikrarlı bir şerre asla müsait değildir. İşte bundan dolayıdır ki, ilâhî hikmet, onların fesadını bertaraf etmek ve kalanları salâha irşat etmek için bu gibi kavimlerin helakini gerektirmiştir.

Yahut Biz, onları ancak, amellerin karşılığım vereceğimiz ceza günü adalet ve insafı gerçekleştirmek için yaratmışızdır. Nitekim "Kıyamet de hiç şüphesiz gelecektir" cümlesi de bunu bildirmektedir.

B- " Sen artık onlara güzel muamele et."

Allah seni yalanlayanlardan kıyamette intikam alacaktır. Artık sen onlardan güzelce yüz çevir, onların eziyetlerine katlan, onlardan intikam almak için acele etme ve onlara hoşgörülü ve hakin olarak muamele et.

Diğer bir görüşe göre ise bu âyetin hükmü, kılıç (kıtal) âyetiyle neshedilmiştir.

86

"Şüphe yok ki, Rabbin, hakkıyla yaratanın, kemaliyle bilenin ta kendisidir."

Şüphe yok ki, seni kemale erdiren Rabbin, seni ve mutlak olarak bütün varlıkları hakkıyla yaratanın ve senin hallerin ile bütün varlıkların hallerini bütün tafsilatıyla bilmektedir. Bu itibarla seninle onlar arasında cereyan edenler de O'na gizli değildir. Öyleyse O, aranızda, hükmetmesi için bütün işlerini Kendisine havale etmeye pek lâyıktır.

Yahut sizi yaratan, hallerinizi de tafsilatıyla bilen, bugün için onlara güzel muamele etmenin maslahata daha uygun olduğunu, savaş emri gelince de onun maslahata daha uygun olduğunu bilen O'dur.

Şu halde her iki tefsire göre de, bu cümle, güzel muamele emrinin illetidir.

87

"Ant olsun ki, sana, tekrarlanan yedi âyet ve yüce Kur’ân'ı verdik."

Bu yedi âyet, Fatiha sûresinin yedi âyetidir. Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, İbn-i Mes’ûd, Ebû Hureyre (radıyallahü anh) ile tâbıî âlimlerinden Hasen, Ebü'l-Aliye, Mücâhid, Dahhâk, Saîd b. Cübeyr ve Katâde (radıyallahü anh) de bu görüştedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu yedi, Kur’ân'ın yedi uzun süresidir kı, bunların yedincisi Enfâl ve Tevbe sûreleridir. Zira bu İki sûre, bir sûre hükmündedir, işte bundan dolayıdır ki, iki sûre arasında besmele fasılası yoktur.

Bir başka görüşe göre ise, yedinci sûre, Yûnus süresidir (Diğerleri de, Bakara, Al-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm ve A'râf sûreleridir.) Yahut bu yedi sûre, yedi Hâ-Mîm sûreleridir.

Bunların, Kur’ân'daki yedi bölüm olduğunu söyleyenler de vardır (ki, bunlar emirler, yasaklar, müjdelemek, uyarmak, darbı mesel, nimetleri saymak) .

Eğer zahir görüş olduğu üzere, bundan murat, Fatiha sûresi ise, ona tekrarlanan (el-mesânî) denilmesinin sebebi açıktır; çünkü namazlarda tekrarlanmaktadır. Bazılarının dediği gibi, namazların dışında da tekrarlanması, bu vasıflandırmaya sebep olamaz. Bir de, namazlarda Fatiha sûresinden sonra başkaca da Kur’ân okunduğu için bu vasfı almıştır. Fâtiha'nın nüzulünün tekerrür etmesi (iki kere nazil olması) ise, bu vasıflandırmaya sebep olamaz. Zira ikinci kez nazil olmadan önce de bu vasıfla vasıflandırılıyordu. Çünkü Fatiha sûresi ittifakla Mekke'de nazil olmuştur.

Eğer bu vasıftan murat, başka sûreler ise, onun böyle vasıflandırılmasının sebebi şudur: O sûrelerin her birinin okunması ile lâfızları, yahut kıssaları ile öğütleri tekrarlanmaktadır.

Yahut el-mesânî kelimesi sena (övgü) kökündendir. Zira Allah'ın senasını içermektedir.

Anılan yedi bölüm murat olduğu takdirde ise, bu vasıflandırmanın sebebi, onlarda kıssaların, öğütlerin, ceza ve mükâfat vaatlerinin ve diğer bazı hususların tekrar edilmesidi. Bir de o bölümler, Allah'ın senasını içerdikleri içindir. Sanki Allah, güzel fiilleri ve sıfatlarıyla sena edilmiş olur.

El-mesânî vasfından, aynı sebeplerden dolayı, yahut icaz ile sena edildiği için Kur’ân da murat olabilir. Yahut ondan Allah'ın (celle celâlühü) bütün Kitapları da kastedilmiş olabilir.

Eğer Fatiha âyetleri veya sûreler murat ise, ondan sonra "ve yüce Kur’ân" ifadesinin zikri, küllün kısma, yahut umumun, hususa atfı kabilinden olur. Eğer mânâlar murat ise, o takdirde bir vasfın, diğer bir vasfa atfı kabilinden olur. Yani Biz sana, el-mesânî ve Kur’ân-ı Azîm denilen Kitabı verdik, demektir.

88

"Sakın o kâfirlerden bir kısmına verdiğimiz dünya malına göz dikme; onlardan dolayı da üzülme ve mü’minlere alçak gönüllü ol."

Kâfirlerden kimilerine verdiğimiz dünyanın süslerine, ziynetlerine, güzelliklerine ve cazibelerine salan tamah etme, rağbet gösterme, göz dikme; zira dünyadaki bütün mal ve yiyecek çeşitleri, sana verilene göre son derece değersizdir; tamamen itibarsızdır.

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hadisinde şöyle denilmektedir:

"Bir kimseye Kur’ân verilip de o kimse, başkasına verileni kendisininkinden daha üstün görürse, pek büyük bir nimeti küçümsemiş ve küçük bir nimeti de pek büyütmüş olur."

Rivâyet olunur ki, Kurayza ve Nadroğulları yahudilerine ait yedi kafile, Busra'dan ve Ezriat'tan gelmiş. Bunlarda çeşitli kumaşlar, güzel kokular, mücevherler ve diğer mallar varmış. Bu kafileleri gören Müslümanlar,

"Bu mallar bizim olsaydı, bunlarla çok güçlenirdik ve Allah yolunda da harcardık" demişler, işte bunun üzerine Müslümanlara,

"Size öyle yedi âyet verilmiştir ki, onlar, bu yedi kafileden daha hayırlıdır" denilmiştir.

Ve o zengin kâfirler, îman edip de sana tâbi olanlar zümresine katılmadılar ve onların sayesinde zayıf Müslümanlar kuvvetlenmediler diye de üzülme ve mü’minlere karşı alçak gönüllü ol, onlara şefkat göster, yumuşak davran ve zenginlerin îmanından gönlünü hoş tut.

89

"Ve de ki: Şüphesiz apaçık uyarıcı benim!"

Onlara de ki, uyarıcı olan ve Allah'ın (celle celâlühü) azabının nüzulünü açıklayan benim.

90

Bak. Âyet 91.

91

"Nitekim Biz, Kur’ân'ı kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’ân'ı parçalara ayırtanlardır."

Kur’ân'ı hak ve bâtıl kısımlarına ayıranlara da azabı indirmişizdir. Nitekim o kâfirler, inat ve düşmanlık olarak diyorlardı kı; Kur’ân'ın bir kısmı haktır; Tevrat ve İncil'e uygundur; bir kısmı da bâtıldır, onlara muhaliftir.

Yahut onlar Kur’ân'ı istihza olarak kendi aralarında bölüşüyorlardı. Nitekim bazıları, "Bakara sûresi benimdir" diyordu. Bazısı da, "Al-i İmrân sûresi benimdir" diyorlardı.

Yahut onlar, okuyup tahrif ettikleri Kitaplarını kısımlara ayırmışlar; bir kısmını tasdik etmişler, bir kısmını da tekzip etmişlerdi.

Bu iki âyet, daha önce zikredilen, "Ant olsun ki, sana... verdik" (âyet 87) kelâmiyla bağlantılıdır. "Sakın kâfirlerden bir kısmına verdiğimiz dünya malına göz dikme" kelâmının arada zikredilmesi de, Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli içindir.

Ondan sonra da, bu makamın, teşbihten pek yüce olduğu belirtilmektedir. Nitekim Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden önce de, sonra da hiç kimseye verilmemiş olan büyük nimetler verilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu iki âyet,

"Ve de ki, şüphesiz apaçık uyarıcı benim" kelâmiyla bağlantılıdır. Çünkü bu kelâm, uyarı emri kuvvetindedir. Sanki şöyle denilmiştir:

Sen Kureyş'i uyar; nitekim Biz, Kur’âni kısımlara ayıranlara, yani Yahudilere azap indirmişizdir. Bu azap, Nadroğulları'nın başına gelen hâdisedir. Buna göre, beklenen hâdise, gerçekleşmiş gibi kabul edilmiştir.

Nitekim o hâdise sonra gerçekleşti. Ancak malûmun olduğu üzere kendisiyle uyarı yapılan azabın benzetildiğı şeyin gerçekleşmesinin kesin olması ve uyarı yapılan kimselerce bilinmesi gerekir. Çünkü ancak o zaman benzetmenin faydası tahakkuk etmiş olur.

Kurayza ve Nadroğulları'nın azabı ise, gerçekleşmemiş; zira onun hakkında daha önce bir vaat yoktur. Bu itibarla onlar bu azap hakkında gaflet ve şüphe içindedirler. Beklenen şeyin, gerçekleşmiş olarak kabul edilmesi, icazın yüksek bir makamıdır. Fakat bunu gerektiren bir makama tesadüf etmesi gerekir.

Mânâ şöyle de olabilir: Kur’âni sihir, sik ve eskilerin masalları gibi kısımlara taksim edenleri uyar; nitekim Biz, o taksimatçılara azap indirmişizdir. O taksimatçılar on iki kişi olup hac mevsiminde Mekke girişlerini bölüşmüşler ve insanları Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îman etmekten alıkoymak için her biri, bir girişe oturmuşlardı. Bunlardan bazıları, Mekke'ye gelen insanlara,

"Bizim dinimizden çıkana aldanmayın; zira o, gerçekten bir sihirbazdır" diyorlardı. Diğer bazısı da, "O, bir yalancıdır" diyordu. İşte Allah bunları Bedir savaşında ve ondan önce uğrattığı felâketlerle kendilerini helâk buyurdu.

Ancak bundan önceki görüşe yapılan itiraz, aynı gerekçelerle bunun için de geçerlidir. Bir de, Velid b. Muğîre, As b. Vâil ve Esved b. Muttalib gibi uyarılanların bir kısmı, Bedir savaşında taksimatçılann çoğunun helakinden önce helâk olmuşlardı.

Bir görüşe göre de, âyette zikredilen muktesimlerden murat, Sâlih peygambere (aleyhisselâm) gece suikast yapmaya yemin edip de sonra Allahü teâlâ tarafından helâk edilen cemaattir. Ve malûmun olduğu üzere onların azabı, gerçekleşmiş bir azap olduğu ve Kur’ân'da bildirildiği veçhile, uyarı yapılanlarca da malûm olduğu için, kendisiyle uyarı yapılan azap, ona teşbih edilebilir.

Zikredilen görüşler içinde doğruya en yakın olan görüş, bu iki âyetin, "Ant olsun ki, sana... verdik" (âyet: 87) kelâmıyla bağlantık olmasıdır ve muktesimlerden de, iki Kitap ehlinin murat olmasıdır.

Yani Biz, sana, tekrarlanan yedi âyet ve yüce Kur’âni verdik; bu verişimiz, iki Kitabı ehillerine indirmemiz gibidir. Onlara indirilen iki Kitabın isimleri zikredilmemiş, çünkü amaç, iki veriş arasındaki benzerliği beyan etmektir; yoksa amaç, verişlerin taallûk ettiklerini beyan etmek değildir.

"Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler..." (En'âm 6/20) âyetinde tatbik edildiği gibi, teşbihin iki tarafı birbiriyle uyumlu olduğu için,

"Nitekim muktesimlere vermişizdir" denilmemesi, iki veriş arasındaki farka dikkat çekmek içindir. Çünkü birinci veriş, ikramdır. İkram verişi ile azap verişi arasında da büyük farklar vardır. Ancak bu, onun, kendisine teşbih yapılan taraf olmasına halel getirmez. Kendisine teşbih yapılan tarafin böyle farklı olması mümkündür. Çünkü onun kendisine teşbih yapılan taraf olması, kendilerince müsellem olmasından ve zaman itibarıyla daha önce olmasından dolayıdır; yoksa onun zatına ait bir meziyetten dolayı değildir.

Nitekim (namazda tahiyyattan sonra okunan) haliliyye (İbrâhîm Haki) salavati da bu kabildendir. Onda da teşbih (Peygamberimiz'e getirilen salavatın ona getirilen salavata teşbihi), Allah'ın (celle celâlühü) İbrâhîm'e ve ailesine bahşettiği rahmetin, Peygamberimizinkinden (sallallahü aleyhi ve sellem) daha tam ve mükemmel olduğundan dolayı değil, fakat zaman itibarıyla evvel olduğu için ve Kur’ân-ı Azim'de sarahaten zikredildiği içindir. Bu itibarla teşbihte, kendisine teşbih yapılan tarafın, teşbih edilen taraftan üstün olduğunu bildirme şaibesi bile yoktur.

Başka bir görüşe göre de mânâ şöyledir:

"Ve de ki: Şüphesiz apaçık uyarıcı benim. Nitekim Biz Kitaplarda indirmişizdir ki, sen uyarıcı olarak geleceksin." Buna göre muktesimler, Kitap ehlidir.

92

Bak. Âyet 93.

93

"Resûlüm! Rabbin hakkı için, Biz onların hepsini yapmakta oldukları işlerden dolayı hiç şüphesiz sorguya çekeceğiz."

Biz kıyamet günü muktesimler olsun, diğerleri olsun, kâfirlerin bütün sınıflarını, dünyadaki bütün sözlerinden ve hareketlerinden dolayı kınama ve takbih sorgusuna çekeceğiz ve yaptıklarının tam cezasını vereceğiz. O halde zikredilen Kur’âni taksim ve parçalama da öncelikle bu yaptıklarına dahildir.

Bu kelâmı ifade tarzı, pek çetin ve ağır bir ceza vaadini açıkça bildirmektedir.

94

"Artık emir olunduğun hakikati açıkla ve müşriklerden yüz çevir!"

Açıklanması sana emrolunan, o sana verilen mükerrer yedi ile Kur’ân-ı Azim'de zikredilen şeriatları açıkla. Yahut emrolunduğun gibi hak ile batılı birbirinden ayır ve müşriklerden yüz çevir; onların söylediklerine iltifat etme; onlara aldırma ve onlardan intikam almaya kalkışma.

95

"Seninle alay edenlere karşı şüphesiz Biz sana yeteriz."

Onların kökünü kazımak ve onları tamamen yok etmek için Biz yeteriz.

Bir görüşe göre Peygamberimiz'le (sallallahü aleyhi ve sellem) alay edenler, Kureyş'in eşrafından beş kişi idi: Velid b. Mugîre, As b. Vâil, Haris b. Kays b. Talâtile, Esved b. Abdi Yağus, Esved b. Muttalib.. Bu beş kişi, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) eza vermekte ve onunla alay etmekte çok ileri gidiyorlardı.

Nihayet Cebrâîl (aleyhisselâm) nazil olup:

"Onların hakkından gelmek için ben memur edildim" dedi. Sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) Velid'in bacağına işaret etti. (Yani oradan belanı bul, demek istedi.)

O anda Velid, okların yanından geçerken bir ok, onun elbisesine takıldı. O da kibrinden, dönüp de oku çıkarmadı. O ok, onun ayağının arkasındaki bir damara isabet edip onu kesti. İşte Velid, bu yaradan öldü.

Yine Cebrâîl (aleyhisselâm) As'ın ayağının tabanına işaret etti. O anda işaret ettiği yere bir diken battı. As "Böcek beni soktu" dedi. Sonra ayağı, şişip el değirmeni kadar oldu. Sonra o yaradan öldü.

Cebrâîl Esved b. Muttalib'in de iki gözüne işaret etti. Sonra onun iki gözü de kör oldu.

Cebrâîl Haris'in de burnuna işaret etti. Burnundan irin gelmeye başladı; sonra ondan öldü.

Esved b. Abdi Yeğus da, bir ağacın dibinde otururken Cebrâîl (aleyhisselâm), ona işaret etti. O anda kafasını ağacın gövdesine vurmaya başladı ve yüzünü de dikenlere vurmaya başladı; sonunda da öldü.

96

"Onlar Allah ile beraber başka bir ilah edinenlerdir. Onlar yakında bileceklerdir."

A- " Onlar Allah ile beraber başka bir ilah edinenlerdir."

Allah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli etmek ve onun ağır yükünü hafifletmek için o kâfirleri bu şekilde vasıflandırmıştır. Zira onların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile istihza etmekle kalmadıklarını, fakat en büyük suç olan Allah'a ortak koşmaya da cüret ettiklerini bildirmiştir.

B- " Onlar yakında bileceklerdir."

Onlar yaptıklarının akıbetini yakında anlayacaklardır.

97

"Ant olsun ki, onların söylemekte oldukları şeylerden dolayı kalbinin daraldığını biliyoruz."

Onların söylemekte oldukları şirk kelimelerinden, Kur’ân'a dil uzatmalarından, Kur’ân'la ve seninle alay etmelerinden dolayı kalbinin daraldığını biliyoruz.

Bu cümlenin tekit ile süslenmesi, içerdiği tesellinin tahkikini ifade etmek içindir.

98

"Sen artık Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!"

Karşılaştığın daralma ve sıkıntılarda sen Allah'a (celle celâlühü) hamdederek, O'nu tesbih ve takdis ederek O'na sığın ve secde edenlerden ol! Allah (celle celâlühü), sana yeterlidir ve O, kederini kaldıracaktır. Yahut seni apaçık hakka hidâyet etmesinden dolayı O'na hamd ederek, söylediklerinden tenzih et.

Rivâyet olunur ki Peygamberimiz ağır bir ış karşısında kalınca, hemen namaza sığınırdı.

99

"Ve sana yakıyn (olan ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!"

Ölüm, yaratılmış her canlıya kesin olarak erişeceği için ona yakıyn denilmektedir.

Gelmek fiilinin ölüme isnat edilmesi, ölümün, canlının peşinde olduğunu, onu bulmak istediğini bildirmek içindir. Yani hayatta olduğun müddetçe ibadete devam et; bir an bile ona halel getirme.

Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

"Bir kimse, Hicr sûresini okursa, muhacirlerin ve ensarın ve ayrıca Muhammed ile alay edenlerin sayısınca, her biri için on sevap kazanır"

0 ﴿