NAHL SÛRESİ128 Âyettir. Son üç âyeti Medine'de, diğerleri Mekke'de inmiştir. 1"Allah'ın emri gelmiştir. O halde onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları ortaklardan tamamıyla uzak ve yücedir." A- " Allah'ın emri gelmiştir. O halde onu istemekte acele etmeyin." Allah'ın (celle celâlühü) emri kıyamettir, yahut onu da, kâfirlere va'dedilen azabı da kapsayan genel bir mânâdır. Buna Allah'ın emri denilmesi, tazim için, korkunç göstermek için, bir de onun tahakkukunun ve gelmesinin, Allah'ın mutlaka infaz edilecek hükmüne ve üstün takdirine bağlı olduğunu bildirmek içindir. Allah'n emrinin gelmesi, yaklaşmış olması demek olup, mutlaka gelmesi beklenen bir şeyin, gerçekleşmiş gibi kabul edilmesi, ya da yakın unsurlarının gelmesi anlamında olup, sebeplerin halının, sebep oldukları şeye isnat edilmesi, kabilindendir. Hangi mânâ olursa olsun, bu âyet, onun son derece yalan olduğuna dikkat çekmektedir. Âyetteki "acele etmeyin" hitabı, özellikle kâfirler içindir. Kâfirlerin kıyameti acele istemeleri istihza yoluyla olsa da, hakikate hamledilmiş ve bir nevi gazap için men edilmişlerdir. Yoksa bu hitap, kâfirlerle beraber mü’minler için de değildir. İster Allah'ın emrinden zikredilen mânâ kastedilsin, ister özellikle kâfirler için va'dedilen azap kastedilsin, mü’minlerin, kıyamet anlamındaki veya onu da, diğer azabı da kapsayan bir mânâdaki Allah'ın emrini acele istemeleri tasavvur olunamayacağı için, bu yasak onları kapsamaz. İkincisi, malûm olduğu üzere, mü'minler istese de, istemeleri hakikat yoluyladır; kâfirlerin ise istihza yoluyladır. Rivâyet olunur ki, "Kıyamet yaklaştı" (Kamer 54/1) âyeti nazil olunca, kâfirler kendi aralarında dediler ki: "Bu adam, kıyametin yaklaştığını söylüyor. Şirndilik bazı işlerinizi durdurun da bakalım ne olacak." Sonra kıyametin kopması gecikince, "Bir şey görmüyoruz" dediler. İşte o zaman da "İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı." (Enbiyâ 21/1) âyeti nazil oldu. Bunun üzerine kâfirler çekindiler ve kıyametin yaklaşmasını beklediler. Sonra aradan uzun zaman geçince, dediler ki: "Ey Muhammed! Bizi korkuttuğun şeyi göremiyoruz." İşte bunun üzerine de "Allah'ın emri gelmiştir" âyeti nâzıl oldu. O anda Resûlüllah ayağa sıçradı. İnsanlar da başlarını kaldırıp dikkat kesildiler. Ama ondan sonra "O halde onu istemekte acele etmeyin" cümlesi de nazil olunca, insanlar rahatladı. İşte bu rivâyette de, bazılarının dediği gibi, âyetteki hitabın umumî olup mü’minleri de kapsadığına dâir hiçbir delâlet yoktur. Zira onların rahatlamalarının sebebi, kıyametin gelmesinden murat, hakiki gelmek değil, iddialı gelmektir. Ve acele istemenin imkânsız olması ve bunun için men etmenin de anlamsız olması, hakikisine göredir. Zira men edilen bir şeyin, kısmen mümkün olması gerekir. B- " Allah, onların koştukları ortaklardan tamamıyla uzak ve yücedir." O kâfirlerin kıyameti acele istemeleri, onların şirklerinin neticelerindendir. Onların şirkleri de, Allah'a (celle celâlühü) yakışmayan aczi ve başkasına muhtaç olmayı, vaatleri gerçekleştirmeye bazılarının engel olabileceği inancını O'na isnat etmeyi gerektirmektedir. Bu arada müşrikler şunu da demişlerdi: "Eğer azabın geleceği doğru ise, putlar, bize şefaat ederek bizi o azaptan kurtaracaklardır." İşte bütün bunlar bu kelâm ile reddedilmiştir. Yani Allah, onların ortak koşmalarından Zatıyla münezzeh ve mukaddestir. Bu gibi bâtıl şeylerin onlardan sâdır olmasına sebep olan, onların Allah'a ortak koşmalarıdır. Yahut Allah kendileri hakkında irade buyuracağı bir azabı onlardan kaldırabilecek güce sahip bir ortağı olmaktan, münezzeh ve mukaddestir. 2"Allah kendi emriyle meleklerini, kullarından dilediği kimseye vahiyle, gerçekten Benden başka İlah olmadığına dâir uyarın ve artık Benden korkun, diye gönderir." Bundan önce Cenâb-ı Kibriya'nın herhangi bir işte bir ortağı olmak şaibesinden münezzeh ve mukaddes olduğuna icmali olarak dikkat çekildikten sonra bu kelâmla, tevhit kesin olarak beyan edilmektedir. Yine bu kelâm, bize bildiriyor ki, bu din, peygamberlerin cumhûrunun, üzerinde ittifak ettikleri ve insanları ona davet etmekle emrolundukları yegâne hak dindir. Ayrıca bu kelâm, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmesi ile teşriin sırrına ve vahiy göndermenin keyfiyetine de işaret etmektedir. Bir de, şu gerçeğe dikkat çekilmektedir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara va'dettiğı azap ve onun yakınlaşması konusunda kesin bilgi sahibidir. Bu da, onların, bu bilginin Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsus olmasını imkânsız görmelerini ortadan kaldırmakta ve kıyametle azabı acele istemeleri ile, onların tekziplerinin de bâtıl olduğunu ortaya koymaktadır. Burada meleklerden murat, Cebrâîl’dir. Vahidî diyor ki; "Reis olduğu zaman, bir kişi de çoğul (melekler) olarak ifade edlir." Yahut meleklerden murat, Cebrâîl ve onunla beraber Allah'ın (celle celâlühü) emriyle vahyi muhafaza eden meleklerdir. Âyetteki ruh, Kur’ân'ın da dahil olduğu vahiy demektir. Zira Kur’ân, ölü kalplere hayat vermektedir. Yahut beden için ruh ne ise, din için de vahiy odur. Âyetteki muhataplar (uyarın), kendilerine peygamberler nazil olan meleklerdir. Âmir Allah'tır, melekler ise, emri aktaranlardır. "Ve artık Benden korkun!" hitabı ise, acele isteyenler içindir. Yani durum böyle olduğuna göre, Allah (celle celâlühü) câri olan âdeti gereğince melekleri peygamberlerine indirip İlâhlıkta ortağı olmadığına dâk insanları uyarmalarını emrettiğine göre, artik siz de bu emrin içeriğini ihlâl etmekten, ona ters düşecek şekilde ortak koşmaktan, ezcümle kıyameti, azabı acele istemekten ve istihzadan salcının. 3"Allah gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır. O, onların koştukları ortaklardan münezzehtir." Tevhidin naklî delilinin beyanından sonra, burada da aklî delilinin beyanına başlanmaktadır. Yani Allah (celle celâlühü), gökleri ve yeri bu hârika nizam üzere yaratmıştır. Allah, Zatıyla ve özellikle de, fiilleriyle ve ezcümle bu iki muazzam varlığı yoktan vücuda getirmesiyle, onların o ortak koşmalarından ve hiçbir şey yaratamayan, hayata döndürmeyen ortaklardan münezzehtir. 4"O, insanı bir damla sudan yaratmıştır. Böyle iken insan, Rabbine apaçık bir hasım kesilmiştir." Bundan önceki âyette, yaratılmışların tafsilatlarına şâmil olan Allah'ın küllî yaratmasına dikkat çekildikten sonra burada da, bu külk yaratıştaki yaratılmışların sayımına başlanmakta ve hepsinin başında da insanla ilgili olan bir fiil bulunmaktadır. Allah (celle celâlühü) ilk insanı değil, insan nevini; hissi ve hareketi olmayan, seyyal olup şekil ve vaziyet muhafaza edemeyen bir damla sudan yaratmıştır. Böyle iken insan yaratıldıktan sonra, Rabbine karşı hüccet beyan eden bir mücadeleci, bir savunucu oluvermiştir. Bu mânâ, minnet makamına daha münasiptir. Allah (celle celâlühü) bu şekilde kendi kudretine ve birliğine delil getirme gücünü ihsan etmekle, minnet etmektedir. Yahut insan, Yaratanını inkâr eden bir hasım oluvermiş ve: "Kemikler çürümüşken onlara kim hayat verecek?" (Yâsîn 36/78) demektedir. Bu mânâ, kâfirlerin fiillerini saymak makamına daha münasiptir. Rivâyet olunur ki, Ubey b. Halef el-Cümehî, elinde çürümüş bir kemik olduğu halde Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelip: "Ey Muhammed! Bu kemik böyle çürüdükten sonra Allah'ın buna hayat vereceğini mi söylüyorsun?" demiş. İşte o zaman bu âyet nazil olmuştur. 5"Şu davarları da yaratmıştır. Onlarda sizin için ısıtıcı maddeler ve daha birçok menfaatler vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz." Deve, sığır, keçi ve koyundan da sekiz çift yaratmıştır. Siz onların yünlerinden, kıllarından, derilerinden sizi soğuktan koruyan giysiler yaparsınız. Onlardan sütlerini sağmak, sırtlarına binmek, onlara yük yüklemek, toprak sürmek v.s. gibi birçok konuda daha faydalanırsınız. Bunlara menfaatler denilmesi, hepsim kapsadığı içindir. Bir de, nimetlerle minnet etmek makamına daha münasip olan da budur. Isıtıcı faydalarının, menfaatlerinden önce zikredilmesi, aşağıdan yukarıya çıkmak üslubuna riâyet içindir. Ve onlardan etleri, iç yağları ve diğer kısımları da yersiniz. Muhtemeldir ki, bunlardan yemek, bunların sebebi ile hâsıl olan ürünlerden yemektir. Zira yenen hububat ve meyveler de, develerin kiraya verilmesiyle, yavrularının yetiştirilmesiyle, sütleri ve derileriyle kazanılmaktadır. 6"Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken sizin için onlarda bir güzellik de vardır." Açıklanan çeşitli zaruri menfaatlerin yanı sıra bir de, akşamları o hayvanları otlaklardan ağıllarına alırken ve sabahları da onları ağıllardan salıverirken insanların gözünde bir güzellik ve onların yanında bir itibar da vardır. Akşamları onları ağıllarına almanın, sabahları onları sakvermekten önce zikredilmesi, vârid olmak, sâdır olmaktan önce geldiği içindir. Bir de, birincisi, zikredilen güzelliği göstermekte daha açık ve daha tam olduğu içindir. Çünkü birincisinde, hayvanlar gaip iken hazır olurlar ve araziye gitmeden önceki hallerinden daha güzel bir halde, karınları dolu, kaburgaları kalkmış ve memeleri şişkin olarak dönerler. 7"Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı da, ancak meşakkatle varabileceğiniz memleketlere taşırlar. Şüphe yok ki, Rabbiniz çok şefkatlidir, pek merhametlidir." A- " Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı da, ancak meşakkatle varabileceğiniz memleketlere taşırlar." Ağırlıklar, yolcunun eşyasidır. Yahut kendi bedenleridir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Memleketlerden murat. Yemen, Mısır ve Şam'dır." Herhalde İbn-i Abbâs, Mekke halkının ticaret yaptıkları memleketlerin bu yerler olduğunu düşündüğü için böyle tefsir yapmıştır. İkrime de: "Bundan murat Mekke'dir" diyor. Herhalde İkrime de, onların ağırlıklarının ve yüklerinin, evlerinden çıktıkları zaman daha fazla olduğunu ve hamuleye daha çok ihtiyaçları olduğunu düşündüğü için böyle tefsir etmiştir. Zahir olan görüşe göre, bu memleket, uzak her yere şâmildir. Yani bu develer olmasa, değil ağırlıklarınızı da yanınızda götürmek, kendi başınıza ağırlıksız olarak bile ancak çok meşakkat çekerek o uzak memleketlere varabilirdiniz, demektir. B- "Şüphe yok ki, Rabbiniz çok şefkatlidir, pek merhametlidir." İşte Rabbiniz size karşı çok şefkatli ve pek merhametli olduğu içindir ki, bunca büyük nimetleri size bahşetmiş ve zor işlen size kolaylaştırmıştır. 8"Allah, size binmeniz için ve süs olarak atları, katırları ve eşekleri de yaratmıştır. Allah sizin bilemeyeceğiniz daha nice vasıtaları da yaratacaktır." A- " Allah, sîze binmeniz için ve süs olarak atları, katırları ve eşekleri de yaratmıştır." Âyetteki binmeniz için tabiri, bu hayvanların en büyük menfaatlerini illet olarak göstermek içindir. Yoksa şüphesiz bunlarla yük taşıma imkânı da vardır. Bu hayvanlara binmenin faydası, daha önemli olduğu için, önce o, sonra süs olmaları zikredilmiştir. B- " Allah sizin bilemeyeceğiniz daha nice vasıtaları da yaratacaktır." Allah (celle celâlühü) sayılan nimet sınıfları dışında sizin mahiyetini ve yaratılış keyfiyetini bilemeyeceğiniz daha nice vasıtaları da dünyada sizin için yaratacaktır.2 Yahut zikredilen dünya nimetlerinden başka cennette de sizin bilemeyeceğiniz nimetleri yine sizin için var edecektir. Bu nimetler, Peygamb erimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'tan rivâyet ederek söyledikleriyle işaret buyurduğu nimetlerdir. Nitekim kutsî hadiste Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuşmr: "Ben, iyi kullarım için gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir beşer kalbinin düşünemediği büyük nimetler hazırladım." Bu kelâm, şu hakikati de haber veriyor olabilir. Allah (celle celâlühü) bâtın ve zahir nimetleri gibi, tevhidini gerektiren üstün kudretine delâlet eden bizim bilmediğimiz daha nice yaratıklar da hakkeder. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunur ki, arşın sağında yedi gök, yedi yer ve yedi deniz büyüklüğünde nurdan bir ırmak vardır. Cebrâîl (aleyhisselâm) her seher vakti bu ırmağa girip yıkanır. Böylece nuruna nur, cemaline cemal ve azametine azamet katmış olur. Sonra silkinin onun teleklerinden saçılan her damladan şu kadar bin melek yaratılır. Her gün bu meleklerden yetmiş bin melek, el-Beytülma'mûr'a, yetmiş bin melek de Kabe'ye girer ve bir giren, bir daha kıyamete kadar oradan geri dönmez. 9"Doğru yolu göstermek, ancak Allah'a aittir. Yollardan bir kısmı eğri büğrüdür. Allah isteseydi, muhakkak hepinizi hidâyete eriştirirdi." A- " Doğru yolu göstermek, ancak Allah'a aittir." Allah (celle celâlühü) rahmetinin ve kesin vaadinin gereği olarak, sırât-ı müstakıymı göstermeyi Kendisine hak kılmıştır. Bu dosdoğru yol, yolcularını hakka, tevhide ulaştırır. Allah'ın (celle celâlühü) dosdoğru yolu göstermesi, deliller yaratmak, insanları Kendisine davet etmek için peygamberler göndermesi ve Kitaplar indirmesiyle gerçeldeşmektedir. Bunun hakikati de, zikredilen delillerin yaratılmasıdır. Allah (celle celâlühü) bunu yapmıştır. Nitekim O bu hârika kâinatta öyle parlak deliller yaratmıştır kı, her bırı, ışığı yol gösteren bir fener ve ateş mesabesindedir. Yine O, müjdeleyen ve uyaran peygamberler göndermiş ve onlara Kitaplar ve ezcümle hakkın hakkaniyetini haykıran, büyük küçük bütün sırları açıklayan, delillerden istifade etme yolunu gösteren, hidâyet işaretlerine ulaştıran, dalâlet çöllerinden ve felâket uçurumlarından kurtaran bu vahyi, Kur’ân'ı da indirmiştir. Nitekim görüldüğü üzere Allah (celle celâlühü) önce, Cenâb-ı Kibriya'nın Zatı itibarıyla, şirk vehminin etrafında dolaşmaktan münezzeh ve yüce olduğunu beyan etmiş, sonra peygamberlere vahiy indirmenin sırrını, insanları uyarmalarını, onları tevhide davet etmelerini ve şirkten men etmelerini nasıl emrettiğini açıklamış; sonra da istidlal yolunu göstererek Allah'ın (celle celâlühü) fiilleri itibarıyla da şirkten münezzeh olduğunu beyan etmiştir. Buna önce, "Allah gölden ve yeri hak olarak yaratmıştır. O, onların koştukları ortaklardan münezzehtir" buyurmak suretiyle bütün cismani âleme taallûk eden fiilinden başlamişur. Sonra da gökler ile yer arasındaki varlıklara taallûk eden fiillerini açıklamıştır. Bunda da önce muhatapların nefislerine taallûk eden fiilinden başlamıştır. Sonra da yaşamaları için gerekli olan şeyleri zikretmiştir. Daha sonra da beşer ilminin haricinde bulunan şeyleri de yaratmaya kaadir olduğunu beyan etmiştir: "Ve Allah sizin bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratacaktır." (âyet 8) İşte bütün bunlar, tevhit yolu için beyan üstüne beyan ve ikame üstüne ikamedir. B- " Yollardan bir kısmı eğri büğrüdür." Yolların bir kısmı, hak istikametinde değildir, yolcularım hakka ulaştıramamaktadır. Bu yollar dalâlet yollarıdır; hepsi de eğri büğrü olan bu yollar sayılamayacak kadar çoktur. C- " Allah isteseydi, muhakkak hepinizi hidâyete eriştirir di." Allah (celle celâlühü) sizin hepinizi zikredilen tevhide hidâyet etmek, sizi Kendisine ulaştıran hidâyete eriştirmek isteseydi, mutlaka hepinizi bu hidâyete eriştirirdi. Fakat Allah bunu istememiştir; çünkü O'nun istemesi, onu gerektiren hikmete bağlıdır. Ve o istemekte de hikmet: yoktur. Zira mükellefiyet çarkının üzerinde döndüğü, mükâfat ve cezaya müncer olan şey, ancak cüz'î ihtiyardır ki, cezanın bağlı olduğu ameller o ihtiyara terettüp etmektedir. Makamın ve güzel intizamın gereği olan izahat budur. 10"Size gökten suyu indiren de O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacak yeşillikler." Kaahir kudretiyle size buluttan, yahut gök tarafından yağmur indiren O'dur. Yağmurlar hem sizin içecek su ihtiyacınızı karşılar, hem de hayvanlarınızı otlatacak yeşilliklerin bitmesini sağlar. Bu yeşilliklerden murat, yerden, topraktan biten her şeydir. İster bitki olsun, ister ağaç olsun. 11"O su ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer ürünlerin hepsinden yetiştirir. Hiç şüphesiz bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir delil vardır." A- "O su ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer ürünlerin hepsinden yetiştirir." Bu kelâmda da, insanlara topraktan bahşedilen nimetler beyan edilmektedir. Yani Allah (celle celâlühü) gökten indirdiği yağmur suyu ile sizin için bu ürünleri yetiştirir. Önce ekinlerin zikredilmesi, bütün gıdaların ask ve geçim kaynaklarının direği olduğu içindir. Zeytinin önce zikredilmesi, üstün vasfından dolayıdır. Zira zeytin bir bakıma katık, bir bakıma da meyvedir. Üzümlerden önce hurmaların zikredilmesi, hurmanın asaletinin ve bekasının zahir olmasından dolayıdır. Zikredilen bu ürünler, "ve diğer ürünlerin hepsinden" genel ifadesine dahil olduğu halde, bunların zikre tahsis edilmeleri, üstünlüğünü zımnen bildirmek içindir. İnsanların değil, hayvanların gıdaları oldukları halde bu ürünlerden önce bitkilerin, ağaçların zikredilmesi, bitkilerin ve ağaçların, beşerî müdahale olmaksızın yetişmelerinden dolayıdır. Yahut bitkilerin ve ağaçların, bu ürünlerden önce zikredilmeleri, güzel ahlâkı göstermek içindir. Zira bunun gereği olarak, insanın elinin altındaki ile ilgilenmesi, kendi nefsiyle ilgilenmesinden önce gelmelidir. Yahut muhatapların çoğu davar sahipleri olup ekinleri ve meyveleri olmadığı içindir. Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat, otlatılanların önce zikredılmesıdir; yoksa onların gıdasının önce zikredilmesi değildir. Otlatılan hayvanların önce zikredilmesi ise, onların, insanlar için en üstün ve en gerekli besin olan hayvanî gıda olmalarından dolayıdır. B- " İliç şüphesiz bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir delil vardır." Şüphe yok ki yağmurun indirilmesinde ve açıklanan şeylerin yetiştirılmesinde düşünen bir toplum için, büyük deliller vardır; bu deliller, ilâhlığın Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu deliller, Allah'ın sonsuz ilmini, kudretini ve hikmetini içermektedir. Zira toprağa atılan taneye veya çekirdeğe, rutubetin nasıl sirayet ve nüfuz ettiğini, sonra aşağısının nasıl çatladığını, ondan çıkan damarların toprağın derinliklerine nasıl yayıldığını, baş aşağı bile konulmuş olsa, yarılan toprağın üstünden düzgün olarak nasıl çıktığını, ondan nasıl gövde çıkıp geliştiğini, ondan da nasıl yapraklar, çiçekler, taneler ve şekilleri, renkleri, özellikleri ve tabiatları değişik olan meyvelerin meydana geldiğini, bu meyve ve ürünlerin de kendi benzerlerini üretmeye kabil çekirdekleri nasıl taşıdığını, bu yetişme sisteminin sonsuzluğunu, üstelik hepsine göre maddelerin bir olduğunu, toprak tabiatlarının, nisbetinin ve hava tesirlerinin eşit olduğunu düşünen bir kimse; gayet iyi anlar ki, fiilleri ve eserleri böyle olan bir kudret, en değersiz varlıkların, O'nun özel olan sıfatlarında, yani İlahlıkta ve ibadet istihkakında O'na ortak olması şöyle dursun, kemal sıfatlarından herhangi birinde O'na benzemesi bile mümkün değildir. Allah (celle celâlühü) bundan son derece münezzehtir ve yücedir. Bu yolda yürümek, fikrî mukaddimelerin tertibine muhtaç olduğu için Allah (celle celâlühü) bu âyet-i kertineyi, tefekkür ile tamamlamıştır. 12"Allah, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize vermiştir. Yıldızlar da Allah'ın fermanıyla hareket ederler. Hiç şüphesiz bunlarda aldım kullanan bir toplum için pek çok deliller vardır." A- " Allah, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize vermiştir." Gece ile gündüz, sizin uykularınız, geçiminiz, ürünlerin oluşması ve olgunlaşması için birbirini izlemektedir. Güneş ile ay da seyirlerinde ve doğrudan doğruya, yahut bin diğerinin halefi olarak aydınlatmalarında, salâhları onlara bağlanmış ürünlerin ve ezcümle mufassal ve mücmel olarak anlatilan ürünlerin ıslahı için birbirini takip etmektedir. Bütün bunlar sîzin maslahatlarınız ve menfaatleriniz içindir. Bunların insanlara teshir edilmiş olmalarından murat, "Bunu bize teshir eden Allah'ı tenzih ederiz..." (Zuhruf 43/13) ve benzeri âyetlerde olduğu gibi, diledikleri şekilde onlarda tasarruf etme imkânına sahip olmaları demek değildir. Fakat insanların menfaatlerinin ve maslahatlarının tahakkuk edeceği şekilde Allah'ın onları yönetmesidir. Böylece sanki onlar insanlara teshir edilmiş ve insanlar istedikleri gibi onlarda tasarruf ediyorlar. Bunun teshir olarak ifade edilmesi, bu varlıldann idaresinin muhataplara göre ne kadar imkânsız olduğuna işaret etmek içindir. B- " Yıldızlar da Allah'ın fermanıyla hareket ederler." Diğer yıldızlar da, hareketlerinde, üçgen, dörtgen gibi konumlarında Allah'ın (celle celâlühü) fermanına bağlıdır. Yahut diğer yıldızlar da, Allah'ın irade ve istemesiyle yaratılış gayelerine hizmet ederler. Yıldızların insanlara faydaları, gece-gündüz ile güneş ve ay gibi açık olmadığı için, âyette, "onları sîze teshir kılmıştır" denilmemiş, fakat onların da Allah'ın hâkimiyeti altında oldukları beyan edilmiştir, Bir görüşe göre, yıldızların da Allah'ın (celle celâlühü) fermanıyla hareket ettiklerinin belirtilmesi, bitkilerin yetişmesinde yıldızların hareket ve konumlarının müessir olduğu iddiasına cevap olması içindir. Eğer bu iddia teslim edikrse, izahı şöyledir. Bitkiler de zat ve sıfatları itibariyle mümkün varlıklardandır ve mümkün olan bazı vecihlerle meydana gelmektedir. O halde devir ve teselsül lâzım gelmemesi için bunların da Vâcib-ül Vücûd (varlıği zorunlu) muhtar bir mucidi olması gerekir. Fakat bu izah, âyette zikredilenlerin, Allah'ın varlığına, kudretine ve ihtiyarına delil olarak zikredilmiş olduklarını kabul etmeye bınaendır. Halbuki malûm olduğu gibi gerçek bu değildir. Zira bu konu, hasımla münakaşa edilen ve kabulünde tereddüt bulunan bir konu değildir. Nitekim diğer âyetlerde şöyle denilmektedir: "Ant olsun ki, onlara, gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir, diye sorsan, mutlaka, Allah derler. O halde nasıl haktan çevrilip döndürülüyorlar?" (Ankebût 29/61). "Ant olsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir? diye sorsan, mutlaka, Allah (celle celâlühü) derler. (Ankebût 29/61). Bu âyetlerde zikredilenler, tevhit delilleridir. Zira şanı bu kadar yüce olan bir Kudrete, cansız birtakım varlıkların, İlahlıkta O'na ortak olmaları şöyle dursun, hiçbir şeyin hiçbir konuda O'na ortak olması vehim bile edilemez. C- " Hiç şüphesiz bunlarda aldım kullanan bir toplum için pek çok deliller vardır." Mücmel ve mufassal olarak zikredilenlerle ilgili belirtilen teshirde aklını kullanan bir toplum için bir çok açık deliller vardır. Bu ulvî eserler, müteaddit olduğu ve onlardaki büyük kudret, ilim ve hikmetin Allah'ın birliğine delâleti daha açık olduğu için âyetin metninde deliller (âyetler) kelimesi çoğul olarak zikredilmiş ve delillerin bulunması, tefekküre ihtiyaç olmaksızın sadece aklı kullanmaya bağlanmıştır. Bununla beraber, "bunları akıl eden kimseler için pek çok deliller vardır" mânâsı da murat olabilir. Buna göre "bunlar" işaretiyle işaret edilenler, ulvî (yüce) âlemde yaratılmış olan ince acayipliklerdir ki, bunları anlamaya ancak hikmet âlimlerinin malık pirleri kalkişabilir. Ve şüphe yok ki, onların tefekküre ihtiyaçları daha fazladır. 13"Yeryüzünde sizin için renkleri başka başka yarattığı şeylerde de öğüt alan bir toplum için hiç şüphesiz bir delil vardır." Yeryüzünde hayvanlardan ve bitiklerden başka başka sınıflardan -onların başka başka olmaları, genellikle renkleri itibarıyla olmaktadır- Allah'ın emrine teshir edilmiş olarak, yahut kendi özelliklerine hallerine ve keyfiyetlerine bağlı olarak, sizin için yarattığı şeylerde... Yahut bunların, renkleri ve sınıfları başka başka kılınmiştır ki, istediğiniz sınıftan faydalanabilesiniz. Âyette, "öğüt alan bir toplum için"denilmiş, çünkü bunun için asgari bir öğütlenmeye ihtiyaç vardır çünki, zarurî olan bilgilerden de zaman, zaman gaflet edilebilir. 14"Kendisinden taptaze bir et yiyesiniz ve ondan bir takım süs eşyası çıkanısınız diye denizi hizmetinize veren de O'dur. Gemilerin denizde suları yara yara gittiklerini de görüyorsun. Bütün bunlar Allah'ın kereminden payınızı aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir." A- " Kendisinden taptaze bir et yiyesiniz ve ondan bir takım süs eşyası çıkara siniz diye denizi hizmetinize veren de O'dur." Bundan önce hayvanlar ve bitkiler olarak karadaki nimetler açıklandıktan sonra burada da deniz nimetleri sayılmaya başlanmaktadır. Allah denizi, yolculuk için, inci ve mercanlarını çıkarmak için ve avlanmak için kendisinden faydalanmanız mümkün olacak şekilde yaratmıştır. Balıkların, hayvan oldukları halde âyette et olarak ifade edilmeleri, onlardan faydalanmanın ancak onları yemekle sınırlı olduğuna işaret etmek içindir. Taptaze olarak vasiflandırılmaları ise, etlerinin lezzetini bildirmek ve bozulmaması için bekletilmeden bir an önce tüketilmesine dikkat çekmek içindir. Bir de, Allah'ın acı sularda etleri taptaze lezzette hayvanları yaratmaya nasıl kaadir olduğunu bildirmek içindir. Âyette, balıklara et denilmesinden dolayı, İmam Mâlik ve Sevrî'ye göre, bir kimse, et yemeyeceğine dâir yemin etse, balık yemekle yeminini bozmuş olur. Buna cevap olarak deriz ki; yeminlerde asıl olan hakan örfüdür. Ve hiç şüphesiz mutlak olarak et zikredildiğinde balıklar anlaşılmaz. İşte bundan dolayıdır kı, bir kimse, hizmetçisine et satın almasını emredip de hizmetçi de balık getirse, emri yerine getirmiş olmaz. Nitekim malûm olduğu üzere Allah (celle celâlühü): "Allah katında, yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü kâfir olanlardır." (Enfâl 8/55) mealindeki âyette kâfiri, yürüyen hayvan olarak vasiflandırmiştir. Böyle iken, yürüyen hayvana binmeyeceğine yemin eden kimse, kâfirin sırtına binmekle yeminini bozmuş olmaz. Denizden çıkarılan süs eşyasından murat, inci ve mercan gibi değerli taşlardır. Kadınların taktıkları bu süs eşyası için erkeklere minnet edilmesi, kadınlar da kendilerinden olduğu, yahut kadınlar bu süsleri erkekleri mutlu, etmek üzere kullandıkları içindir. B- " Gemilerin denizde suları yara yara gittiklerini de görüyorsun. Bütün bunlar Allah'ın kereminden payınızı aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir." Gemilerin denizde ileri-geri hareketini ve seyrini zorlaştıran ters rüzgârlara rağmen göğüsleriyle suları yara yara gittiklerini de görürsün. Bütün bunlar, ticaret için yolculuk yapıp Allah'ın bol rızkından payınızı aramanız için ve büyük nimetlerinin haklarını takdir edip de tevhit ve itaatler ile onları eda etmeniz içindir. Özellikle bu nimetten sonra şükrün zikredilmesi, deniz yolculuğunda, kara yolculuğu için gerekli olan hazırlıklar yapmaksızın, hatta hiç hareket etmeden, ağır yüklerle beraber az bir zamanda ve tehlikeler içinde uzun mesafe kat' edilebildiği içindir. Âyette şükürden önce, "matiubunuza ermeniz için" ifâdesinin de zikredilmemesi, bunun ve hâsıl olmasının sarahatle belirtilmesine gerek olmadığını zımnen bildirmek içindir. 15"Allah, sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yaratmıştır." Sağlam dağlarla ilgili izahat Ra'd sûresinin başında geçtmışı. Dağlar yaratılmadan önce yer, basit tabiatlı ve hafif bir küre idi. Ve diğer gezegenler gibi dönerken veya en ufak bir hareket ettirici sebeple sarsılabilirdi. Sonra dağlar yaratılınca, kenarlarda farklılıklar meydana geldi ve dağların ağırlıkları yerin merkezine doğru kaydı. Böylece dağlar, kazık vazifesi görmeye başladı. Diğer bir görüşe göre de, Allah (celle celâlühü) yeri yaratınca, topraklar kaymaya başladı. O zaman melekler: "Kimse bunun üzerinde duramaz" dediler. Sonra dağlar yaratıldı ve yer dağlarla sağlamlaştırıldı. 16"Daha nice alâmetler de yaratmıştır. Onlar yıldızla da yollarını bulmaktadırlar." A- " Daha nice alâmetler de yaratmıştır." Yolcuların gündüzleri kendileriyle yollarını buldukları dağlar, ovalar ve rüzgârlar gibi daha nice alâmetler yaratmıştır. Rivâyet edilir kı bazı insanlar, topraklan koklayarak yollarını bulabiliyorlardı. B- " Onlar yıldızla da yollarını bulmaktadırlar." Çöllerde ve denizlerde yolculuk yapanlar, başka alâmetler bulunmadığı için yıldızlarla da yollarını bulabilmektedirler. Burada yıldızdan murat, yıldızların cinsidir. Diğer bir görüşe göre ise, Süreyya, Ferkadan (Kuzey kutbuna yakın iki yıldız), Benât-ı na'ş (cenaze yıldızları) ve Cediy (oğlak) yıldızlarıdır. Âyetteki "onlar" zamiri, her halde Kureyş içindir. Zira onlar, ticaret için çok yolculuk yapıyorlardı ve yolculuklarında yollarını yıldızlarla bulmakta meşhur idiler. 17"O halde yaratan Allah, yaratmayan putlar gibi olur mu hiç! Yine de mi düşünmeyeceksiniz?" A- " O halde yaratan Allah, yaratmayan putlar gibi olur mu hiç!" Bu muazzam varlıkları yaratan, bu hârika işleri yapan, yahut her şeyi yoktan var eden Allah (celle celâlühü) hiçbir şeyi yaratmayan putlarla mukayese edilebkr mı hiç! Kâfirlerin Allah'a ortak koşmalarının ve putlara tapmalarının bâtıl olduğunu açıkça gerektiren hakikatler sayıldıktan sonra, bu kelâm da, kâfirleri hüccetle susturmakta ve onların şirklerinin ve putlara tapmalarının son derece anlamsız olduğunu ifade etmektedir. Zira bunu gerektirecek bir benzerliği bile reddetmektedir. Âyette, yalnız yaratmanın zikriyle iktifa edilmiş, çünkü, bu konudaki delillerin en muazzamı, en açığıdır ve yaratmak, diğer delillerin de tâbi olduğu bir asıldır. Yahut delillerin her biri, özel bir mahlûk olduğu içindir. Yani Allah'ın (celle celâlühü) birliğine, yegâne ilah olduğuna ve ibadetin yegâne müstahakkı olduğuna açıkça delâlet eden O'nun bu kâinatın kaynağı olduğu anlaşıldıktan sonra, O'nunla bu vasıflardan tamamen uzak olan bir varlık arasında benzedik düşünülebilir mi? Nitekim onların ortak koşmalarının hükmü ve gerekçesi, puta tapanlara göre bu benzediğe dayanmaktadır. B- " Yine de mi düşünmeyeceksiniz?" Hâlâ mülahaza edip de düşünmeyecek misiniz? Çünkü bu hakikat o kadar açıktır ki, tezekkürden başka bir şeye ihtiyacı yoktur. 18"Allah'ın nimetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız. Hiç şüphesiz Allah Gafuur'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm'dir (pek merhamet edicidir)." A- " Allah'ın nimetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız." Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) bazı nimetleri sayıldıktan sonra bu kelâm da, O'nun nimetleri için icmali bir hatırlatmadır. Zahire göre bu kelâm; "Ve sizin bilemeyeceğinizi de yaratacaktır"(Nahi 16/8) mealindeki âyet gibi, o nimetlerin sayımına tamamlama olarak onun hemen akabinde zikredilmesi uygun olurdu. Belki de arada, "O halde yaratan Allah, yaratmayan putlar gibi olur mu hiç?" (Nahl 16/17) âyetinin zikredilmesi, vahdaniyet demleri olarak açıklanan fiillerden sonra hemen hüccet ile ilzam etmek ve susturmak için zikredilmiştir. Ayrıca inşallah ileride vâkıf olacağın bir sırrı daha vardır. Siz eğer Allah'ın (celle celâlühü) zikredilen nimetleri ile tafsilatı zikredilmeyip de; "O Allah ki, yeryüzündekilerin hepsini sizin için yaratmıştır." (Bakara 2/29) gibi âyetlerde genel olarak ifade edilen nimetlerini saymaya kalkarsanız, icmali olarak da olsa, sayılarını saptayamazsınız. Nerde kaldı kı, onların şükrünü eda etmek... Biz bu konunun tahkikini Allah'ın lütfü keremiyle İbrâhîm sûresinde yapmıştık. B- " Hiç şüphesiz Allah Gafuur'dur, Rahîm'dir." Nitekim Allah (celle celâlühü) nimetlere nankörlük etmek, onların hukukunu eda etmeyi ihlâl etmek gibi sizden sâdır olan taksiratları affetmekte ve siz, çeşitli küfürleriniz ve ezcümle Hâlik ile başkası arasına fark koymamak gibi yaptıklarınızla nimetlerden mahrum edilmeyi hak ettiğiniz halde, yine size onları bolca bahşetmektedir. İşte bunların her biri bir nimettir; hem de nasıl nimettir. Şu halde bu cümle, nimetleri sayamamanın illetidir. Âyette, mağfiret, rahmetten önce zikredilmiş, çünkü tahliye, süslemeden önce gelmektedir. 19"Zaten Allah gizlemekte olduklarınızı da, açıklamakta olduklarınızı da biliyor." Allah gizlemekte olduğunuz inançları ve işleri de biliyor; bunlardan açıklamakta olduklarınızı da biliyor. Hulâsa, O'nun kuşatıcı bilgisine göre sizin sırrınız de, açığınız da eşittir. Bu kelâm, açıkça azap vaadini ifade etmekte ve ilâhlık vasıflarının Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğuna delâlet etmektedir. Önce sırrın zikredilmesi. Bakara ve Hûd sûrelerinde zikrettiğimiz sebepten dolayıdır ki, her ikisine de taallûk eden İlâhî ilmin eşit olduğunu en beliğ şekilde İfade etmektedir. Sanki sırra taallûk eden İlâhî ilim, açığa taaüûk edenden önce gelmektedir. Yahut açığa vurulan her şey, daha önce mutlaka kalpte gizlidir. Bu itibarla İlâhî ilmin o şeyin ilk haline taallûku, ikinci haline taallûkundan önce gelmektedir. 20"Allah'tan başka taptıkları putlar, hiçbir şeyi yaratamazlar. Zaten onlar kendileri yaratılmışlardır." Burada, putların ibadete müstahak olmalarına ters düşen vasıflarını ve hallerini saymakla onların bu istihkaktan uzak olmalarının, bir şüphe-şâıbe kalmayacak şekilde tahkikine ve izahına başlanmaktadır. O hallerin beyanına her ne kadar ihtiyaç yoksa da, putlara tapanların gayet ahmak olduklarına ve ancak sarahatten anlayacaklarına dikkat çekmek için bu izahat yapılmıştır. Yani o kâfirlerin Allah'tan başka taptıkları İlahlar, hiçbir şeyi yaratamazlar; çünkü zaten kendileri yaratılmışlardır. Hâlikıyeti nefyetmek ile mahlûkıyyet arasında, gerçekte birbirini gerektirmek, hali mevcut ise de, mefhûm itibarıyla böyle birbirini gerektirmek olmadığı için onların yaratılmış oldukları sarahaten belirtilmiştir. Yani o putların hak ve öz varlıklarının gereği olan, yaratılmışlıktır. Zira o putlar, mümkün varlıklar olup, mahiyetleri ve vücutları itibarıyla mucide muhtaç bulunmaktadırlar. O putların yaratılmış olmaları, onların yontulması ve tasvir edilmesi anlamında da olabilir. Buna da yaratma denilmesi, birincisine (hiçbir şeyi yaratamazlar) şeklen benzeşme hâsıl olması, bir de o putların, kendi tapanları tarafından yapıldıklarını, tapanlarından da daha âciz olduklarını ziyadesiyle ifade etmek, bu arada akıllarının gayet zayıf olduğunu bildirmek içindir. Nitekim kendi hâliklarına kendi mahlûklarını (yaptıklarını) ortak koşmuşlardır. Birinci yaratmaya da bu mânâyı vermenin, hiçbir izahı yoktur; çünkü o yaratmaya (yontma, tasvire) olan kudret, ibadetin istihkak sebebi asla değildir. 21"Onlar ölülerdir; diriler değil. Ne zaman dirilip mahşere gönderileceklerinin de farkında olamazlar." A- " Onlar ölülerdir; diriler değil." O putların mahlûk olduklarını ispat etmek, hayat sahibi olmamalarını gerektirmez; çünkü bazı yaratılmışlar, hayat sahibidir. İşte bundan dolayı "onlar ölülerdir" denilmiştir. Bazı ölüler, geçmişte hayat sahibi oldukları için ve hayvanı cesetleriyle Allah'ın (celle celâlühü) dilediği zaman onlardan hayvan yaratacağı meniler gibi bazıları da, ileride hayat sahibi olacakları için, "dinler değil" denilmiştir. Yani onlar hiçbir zaman hayat sahibi değil, mutlak olarak ölüdürler. B- " Ne zaman dirilip mahşere gönderileceklerinin de farkında olamazlar." O bâtıl İlahlar, kendilerine tapanların, ne zaman dirilip mahşere gönderileceklerinin bile farkında değillerdir. Bu kelâm, onlarla istihza anlamını ifade etmektedir. Zira cansızların, görülen şeyleri bile idrak etmeleri, herkesçe bikndiği gibi, imkânsızdır. Şu halde ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar olan) Allah'tan başka kimsenin bilmedikleri şeyleri nasıl bilecekler! Bu kelâm bize bildiriyor ki, ölümden sonra dirilme, mükellefiyetin gereklerindendir ve onun vaktini biknek de, İlahlık için gerekli bir vasıftır. 22"Sizin İlâhınız bir tek İlahdır. Ahirete inanmayanlar yok mu, onların kalpleri inkarcıdır; kendileri de büyüklük taslayanlardir." A- "Sizin İlâhınız bir tek İlahdır." Bu kelâm, hüccetin ikamesinden sonra iddia edileni sarahatle belirtmek ve neticeyi özetlemektir. Yani sizin ilâhınıza hiçbir şeyde hiçbir şey ortak olamaz. B- " Ahirete inanmayanlar yok mu, onların kalpleri inkarcıdır." Ahirete ve onun hallerine, ezcümle zikredilen ölümden sonraki dirilmeye ve ondan sonra onların cezasını ve zilletini gerektiren uhrevî cezaya inanmayanlar yok mu, onların kalpleri, Allah'ın (celle celâlühü) birliğini, yahut ona delâlet eden âyetleri inkâr etmektedir. C- " Kendileri de büyüklük taslayanlardir." Onlar Allah'ın birliğini, yahut ona delâlet eden âyetleri kabul etmekten büyüklük taslayanlardir. Hulâsa, açıklanan hüccet ve delillerden, İlahlığın, Allah'a (celle celâlühü) mahsus olduğu sabit oldu. Bunun sonucu olarak da, onların inkârdaki ve büyüklük taslamadaki ısrarları kalmaktadır. 23"Hiç şüphe yoktur ki Allah, onların gizlemekte olduklarını da, açıklamakta olduklarını da kesinlikle bilmektedir. O, şüphesiz büyüklük, taslayanları sevmez." A- " Hiç şüphe yoktur ki Allah, onların gizlemekte olduklarını da, açıklamakta olduklarını da kesinlikle bilmektedir." Hiç şüphesiz Allah, onların kalplerinde gizledikleri inkârı da, onların açığa vurdukları büyüklük taslamayı ve Kur’ân'la ilgili olarak "eskilerin masalları" demeleri gibi çirkin sözlerini de kesinlikle bilmektedir. Sonunda onları bundan dolayı cezalandıracaktır. B- " O, şüphesiz büyüklük taslayanları sevmez." Bu cümle, kelâmın zımnen ifade ettiği ceza vaadinin illetidir. Yani Allah (celle celâlühü) tevhidi, yahut ona delâlet eden âyetleri kabul etmekten büyüklük taslayanları sevmez. Yahut bütün büyüklük taslayanları sevmez. Şu halde zikredileni kabul etmekten büyüklük taslayanları nasıl sever? 24"Onlara, Rabbiniz ne indirdi, denildiği zaman, ’eskilerin masallarını' elerler." Bundan önce onların dalâleti beyan edildikten sonra bu kelâm da, onların saptırmasını beyan etmektedir. Onlara gelen heyet, yahut Müslümanlar, yahut kendilerinden bazıları istihza yoluyla o inkarcılara ve büyüklük taslayanlara: "Rabbiniz ne indirdi ?" dedikleri zaman, "eskilerin masakarı" diye cevap verirler. Yani sızın incürildiğini iddia ettiğiniz şey, eskilerin masalları ve bâtıllarıdır; indirilme diye bir şey yoktur, derler. Bir görüşe göre bunu söyleyenler, Hacc mevsiminde Mekke, girişlerini tutup Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ne indiğini soran hacıları peygamberden nefret ettirenlerdir. 25"Kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için öyle diyorlardı. Dikkat! Yüklendikleri yük ne kötüdür!" Onlar kendi dalâletlerinin günahlarını tam olarak, -yani musibetlerin mü’minlerin günahlarına kefaret olmanın aksine, bunların musibetleri günahlarına kefaret olup ondan bir şey eksiltmeden- taşımaları ve davet ettikleri şeyin dalâlet olduğunu bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmının saptırma vebalini de yüklenmeleri için öyle diyorlardı. Zira her ikisi de bu günahta ortaktırlar. Çünkü bin saptırıyor, diğeri de ona itaat ediyor. Bundan dolayı ikisi de o günahı yüklenirler. 26"Onlardan öncekiler de gerçekten hile yapmışlardı. Sonunda Allah'ın emri onların, binalarının temellerine erişti de, tavan, tepelerine çöktü. Ve onlara bu azap, fark edemedikleri yönden gelmişti." A- " Onlardan öncekiler de gerçekten hile yapmışlardı. Sonunda Allah'ın emri onların, binalarının temellerine erişti de, tavan, tepelerine çöktü." Bu onların kurdukları tuzağa kendilerinin düşeceklerine, hilelerinin gailesinin kendi başlarına geleceğine dâir bir vaat anlamındadır. Tıpkı kendilerinden önceki eski ümmetlerin âcil (dünyevî) azaba uğramaları gibi. Onlar, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tuzaklar kurmuşlardı. Sonunda Allah'ın emri ve hükmü, onların binalarının temellerine, yahut direklerine erişti de, o binaları temellerinden sarstı da, binalarının tavanları tepelerine çöktü. Zira temel ve direkler gittikten sonra binanın ayakta kalması mümkün değildir. O hileci kâfirlerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için tuzaklar tasarlayıp kurmaları ve Allah'ın (celle celâlühü) o hile ve tuzakları boşa çıkarıp onların helakine sebep kılması, öyle bir kavmin haline benzetilmiş ki, onlar, binalar yapıp binaları direklerle sağlamlaştırmışlar. Sonunda felâket, direklerine isabet edip onları yıkmış da, tavanlar tepelerine çökmüş ve neticede hepsi helâk olmuşlardır. B- "Ve onlara bu azap, fark edemedikleri yönden gelmişti." Bu azap onlara, hiç ummadıkları, beklemedikleri yönden gelmişti; onlar, kendi arzuları olan bunun aksini bekliyorlardı. Kur’ân-ı Azîm için eskilerin masalları diyen bu hilebaz kâfirlere de, eski kavimlere geldiği gibi hiç ummadıkları yönden bir azap gelecektir. Bu azaptan murat, dünyevî azaptır. Zira bundan sonraki âyet, kıyamet azabını anlatmaktadır. 27"Sonra kıyamet günü Allah onları rezil edecek ve diyecek ki, uğurlarında düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede? Kendilerine ilim verilmiş olanlar diyecekler ki, şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir." A- " Sonra kıyamet günü Allah onları rezil edecek." Bu temsilden anlaşılan azap, yahut onların bu şekilde zikredilen azabı, dünyadaki cezalarıdır. Kıyamet gün ünü de ise şahitlerin huzurunda rezillik azabı ile onları rezil edecek. Âyette "onlar" diye bahsedilenler, Kur’ân hakkında iftirada bulunanlardır. Yahut hem onlar, hem de temsil ettikleri hilecilerdir. Ancak bu şekilde düşünülmesine âyetin önü ve sonu müsait değildir. İleride bu daha iyi görülecektir. B- " Ve diyecek ki, uğurlarında düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?" Onları takbih ve rezil etmek üzere Kur’ân'a iftirada bulunan ve putlara tapanlara Allah, peygamberler ve mü'minler, size bâtıl olduklarını beyan ettiklerinde, onları benim ortağım kabul edip uğrunda peygamberlere ve mü'minlere düşman kesildiğiniz o putlar şimdi nerede? Diyecek. Buradaki ortaklık, onların yalan izafelerini hikâye etmek içindir. Bu itibarla hem istihza, hem takbih anlamını da taşımaktadır. Bu sorudan murat, istihza ve susturma kabilinden şefaat veya müdafaa için o ortak saydıkları şeyleri huzura getirme isteğidir. O ortakların nerede olduğunun sorulması, onların gerçekten gaip olmalarını gerektirmez. Burada bâtıl İlahlar ile tapıcıları arasına bir engel konmak gibi bir durum yoktur. Eğer gerçekten İlah olsalar, kendilerine umut bağlayanlar onlara en çok muhtaç oldukları bir saatte orada olurlardı. Soru onların hiç oknadıklarını ortaya koymaya yeterlidir. Aslında böyle bir ortaklık iddiasında bulunacak ilah da yoktur, onların bulunduğu bir yer de yoktur. C- " Kendilerine ilim verilmiş olanlar diyecekler ki, şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir." Mahşer ehlinden kendilerine tevhid delillerine dâir ilim verilmiş olup da dünyada o kâfirleri tevhide çağırdıklarında, kâfirlerin de kendilerine karşı mücadele verdikleri ve büyüklük tasladıkları peygamberler ve mü'minler, onları tahkir için, perişan hallerine sevinçlerini göstermek, daha önce onlara öğüdediklerini açıklamak ve onlara yaptıkları vaatleri tahkik etmek için diyecekler ki, bugün gerçekten rezillik, zillet, perişanlık ve azap, Allah'ı, âyetlerini ve peygamberlerini inkâr edenleredir. 28"Melekler, kendilerine zulmedici olarak canlarını alacakları sırada, biz hiçbir kötülük yapmıyorduk, diyerek barış önerecekler. Onlara şöyle denilecek: Hayır! Sizin yaptığınız şeyleri elbette ki Allah çok iyi bilendir. " A- " Melekler, kendilerine zulmedici olarak canlarını alacakları sırada, biz hiçbir kötülük yapmıyorduk, diyerek barış önerecekler." Bu kelâm, o rezillik ve azabı, ölüme kadar küfrü devam edenlere tahsis etmektedir. Ömrünün sonunda da olsa, içlerinden îman edenlerse bu hükmün dışındadır. Onlar öyle kimselerdir ki, meleklerin canlarını almaya geldikleri zamânâ kadar küfürlerini sürdüreceklerdir. Bunlar kendi nefislerine zulmedici olarak vasıflandırılmışlardır. Çünkü onların küfürleri kendi kendilerine zulümdür, hem de nasıl bir zulüm. Nitekim onlar küfürleri sebebiyle kendi nefislerini ebedî azaba maruz bırakmışlar ve Allah'ın verdiği fıtratı değiştirmişlerdir. Nihayet melekler onların bu halde canını alırken, onlar barış teklif edecekler, düşmanlığı terk edecekler ve dünyada sürdürdükleri kibri ve çetin inadı terkedip, biz dünyada hiçbir kötülük yapmıyorduk, şirk beslemiyorduk, deyip inkarlarını reddeceklerdir. Bu onların En'âm sûresi 23. âyette belirtilen "Rabbimiz, Allah'a ant olsun ki, biz müşrikler değildik" sözleri gibidir. Onların kendi şirklerini kötülük olarak ifade etmeleri, onun kötülük olduğunu itiraf anlamına gelir. Yoksa bunu kendilerinden sâdır olduğunu itiraf etmekle beraber şirkin kötü olduğunu inkâr anlamında değildir. "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk" ifadesi, barışın tefsiri de olabilir. Buna göre barıştan murat, ona delâlet eden kelâm demektir. Her iki takdirde bu cümle 27. âyetteki "Ortaklarım nerede?" sorusuna cevaptır. Nitekim En'âm sûresinde de böyledir. Yoksa bu cümle, maruz kaldıkları rezillik ve azaba müstehak olmadıkları iddiasıyla kendilerine ilim verilmişlerin sözlerine cevap değildir. B- "Onlara şöyle denilecek: Hayır! Sizin yaptığınız şeyleri elbette ki Allah çok iyi bilendir." Kendilerine ilim verilmiş olan kimseler, onların bu iddialarını reddetmek ve nefyettiklerini ispat etmek üzere diyecekler ki, Hayır siz yaptıklarınızı yapınız; Allah (celle celâlühü) sizin yaptığınız şeyleri gayet iyi bilendir; işte şimdi sizi onlardan dolayı cezalandıracağı zamandır. 29"Haydi, kendisinde temelli olarak kalacağınız Cehennemin kapılarından girin! İşte o kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!" Her sınıf, kendisi için hazırlamış olan Cehennem kapısından girsin! Diğer bir görüşe göre ise, burada Cehennem kapıları, Cehennemin çeşitli azaplarıdır. Buna göre girmek, o azaba katlanmaktır. Kibirlenenlerden murat, tevhidi kabul etmekten kibirlenenlerdır. Nitekim "Kalpleri inkarcıdır; kendileri de büyüklük taslayanlardır" (âyet 22) mealindeki âyette de belirtildi. Onların tekebbür unvanıyla zikredilmeleri cehennemde ebedî kalmalarına sebep olan şeyin bu olduğunu zımnen bildirmek içindir. "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk" (âyet 28) cümlesini, "Biz kendi inancımıza göre hiçbir kötülük yapmıyorduk" şeklinde tevil ederek, bu kelâmlarında kendilerini yalanlama olmadığını söylemek, mezkûr red cümlesi (Hayır! Sizin yaptığınız şeyler...) ve En'âm süresindeki, "Gör ki, onlar kendi kendilerini nasıl yalanladılar" âyetler dolayısıyla mümkün değildir. 30"Takva sahiplerine de, Rabbiniz ne indirdi, denecek. Onlar, hayır indirdi, diyecekler. İşte bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Ahiret yurdu ise, muhakkak daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu hakikaten güzeldir!" A- " Takva sahiplerine de, Rabbiniz ne indirdi, denecek. Onlar, hayır indirdi, diyecekler.". Burada takva sahiplerinden murat, mü’minlerdir. Onların takva ile vasiflandırılmaları, verdikleri cevabın takvadan kaynaklandığını zımnen bildirmek içindir. Rivâyet olunur ki, Arap kabileleri, Peygamberimiz hakkında bilgi getirmek için hac mevsiminde adamlarını gönderiyorlardı. Bu kabilelerin temsilcileri Mekke girişlerine geldiklerinde Mekke yoluna sıralanmış olan küfür propagandacıları, onları engelliyorlardı; geri dönmelerini tavsiye ediyorlardı ve onlara: " Onu hiç görmeseniz, sizin için daha hayırlı olur" diyorlardı. Kabilelelerin temsilcileri de: "Eğer biz, Muhammed’i görmeden ve durumuna muttak olmadan geri dönersek, en kötü temsilci oluruz" diyorlardı ve Peygamberimizin ashabiyla görüşüyorlardı. Ashab da, onlara gerçekleri anlatıyordu. İşte "hayır indirdi" diyenler bunlardır. B- " İşte bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Ahiret yurdu ise, muhakkak daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu hakikaten güzeldir!" Dünyada güzel ameller yapanlara, yahut ihsanda bulunanlara güzel mükâfatlar vardır. Ahiret yurdunun mükâfatı ise, dünyada kendilerine verilen mükâfattan muhakkak daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu olan âhiret yurdu gerçekten güzel mi güzeldir. 31"O güzel yurt, girecekleri adn cennetleridir; altından ırmaklar akmaktadır. Orada onlar için diledikleri her şey vardır. İşte Allah takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır." Cennette, cennet ehli için, arzuladıkları bütün zevkler ve lezzeder mevcuttur. İşte Allah (celle celâlühü), mezkûr takva sahiplerinin de öncekide dahil oldukları, o şirkten ve günahlardan sakınanların hepsini, bu mükemmel mükâfat ile mükâfatlandırır. 32"O takva sahipleri ki, melekler, size selâm olsun, yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık Cennete girin, diyerek onların canlarını tertemiz alırlar." Burada "temiz olarak" ifadesinden murat, kendilerine zulmetmek pisliğinden temizlenmiş demektir. Bu bize anlatıyor ki, takvada işin esası, zikredilen şeylerden ölüme kadar temiz kalmaktır. Bu itibarla bu ifade, mü'minler için takvayı süreki kılmalarını, başkaları için de tahsilini teşvik etmektedir. Bir görüşe göre de, tayyib olarak; yani meleklerin onlara cennet müjdesini vermesiyle sevinçli ve keyifli olarak, demektir. Yahut ruhlarının, tamamen Cenâb-ı Mukaddes'e yönelmek üzere alınmasına sevinerek, demektir. El-Kurezî diyor ki, "Mü'minîn ruhu alınacağı zaman ölüm meleği ona gelir ve kendisine, sana selâm olsun, ey Allah'ın dostu, Allah (celle celâlühü) sana selâm göndermiştir, der ve ona cenneti müjdeler." Burada cennetten murat Adn Cennetleridir. Bundan dolayı, cennet, ilâve bir vasıfla vasıflandırılmamiştır. Adn Cennetlerine girmelerinden murat, zamanı gelince girmektir. Bu büyük bir müjdedir. Yoksa, bundan murat, cennet bançelerinden bin olan kabre girmek değildir. Çünkü bu, cennetin kendisine girmek kadar büyük bir müjde değildir. "Yapmış olduğunuz iyi işler" de, takva ve itaat üzere sebat etmek demektir. Bir görüşe göre ise, meleklerin can alması, onları haşre hazırlamaları demektir. Cennete girme emri ancak o zaman gerçekleşccektir. 33"O kâfirler, meleklerin, kendilerine gelmesinden, yahut Rablerinin buyruğunun gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemiş, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi." A- " O kâfirler, meleklerin, kendilerine gelmesinden, yahut Rablerinin buyruğunun gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?." Sözü edilen Mekke kâfirleri, canlarını azapla almak üzere meleklerin, yahut Rablerinin azap buyruğunun kendilerine gelmesinden başka bir şey mı beldiyorlar? Kâfirler, bunu hiçbir zaman beklemezken, bunu beklediklerinin ifade edilmesi, beklenen bir şey gibi mutlaka kendilerini bulacağı için değil, fakat onu gerektiren sebeplere tevessül ettikleri için, sanki onun gelmesini istiyorlar ve yolunu bekliyorlar. Yukarıda belirtildiği gibi, Rablerinin buyruğundan murat, dünya azabıdır, kıyamet değildir; çünkü bundan sonra gelecek olan, "Allah onlara zulmetmemiş, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi. Sonunda yaptıklarının cezası onları çarpmış" ifadesi, kendilerine isabet edenin dünya azabı olduğu hususunda gayet sarihtir. B- " Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı." Bu kâfirlerin işlediği, şirk, zulüm, tekzip ve istihza gibi fiilleri, kendilerinden önceki ümmetler de işlemişlerdi. C- " Allah onlara zulmetmemiş, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi." Allah (celle celâlühü) zikredilecek azapları ile onlara zulmetmemiş, fakat onlar, bu azabı gerektiren çirkin fiillerini sürdürerek kendilerine zulmetmişlerdi. 34"Sonunda yaptıklarının cezası onlara çarpmış ve alay etmekte oldukları şey onları sarıvermişti." Kendi kendilerine yaptıkları zulümler ve bu yaptıklarının kötü sonuçları, onları çepeçevre kuşattı. 35"Allah'a ortak koşanlar dediler ki, Allah dileseydi, ne biz, ne de babalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye tapmaz ve O'nun haram kıldığından başka hiçbir şeyi haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere apaçık tebliğden başka bir şey düşer mi?" A- " Allah'a ortak koşanlar dediler kı, Allah dileseydi, ne biz, ne de babalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye tapmaz ve O'nun haram kıldığından başka hiçbir şeyi haram kılmazdık." Bu ortak koşanlardan murat, Mekke müşrıkleridir. Burada onların küfürlerinin başka bir çeşidi anlatılmaktadır. Yani bu müşrikler dediler la; eğer Allah, bizim başka bir şeye tapmamamızı dileseydi, ne biz, ne de dinimizde kendilerine uyduğumuz babalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye tapmaz ve O'nun haram kıldığından başka Bahire, Sâibe gibi (Mâide 5/103) şeyleri haram kılmazdık. Mekke kâfirleri bu sözlerini Resûlüllahi (sallallahü aleyhi ve sellem) tekzip için ve onun peygamberliğini eleştirmek için söylüyorlardı. Gerekçeleri de şuydu: Allah'ın dilediği mutlaka olur, dilemediği de mümkün olmaz. Şu halde eğer peygamberlerin söyledikleri ve Allah'tan naklettikleri gibi Allah, bizim tevhit inancımızı kendisine bir ortak koşmamamızı ve haram saydıklarımızdan bir şeyi haram saymamamızı dileseydi, sonuç farklı olurdu. Öyle olmadığına göre Allah'ın onlardan hiçbir şey dilemediği ve dolayısıyla peygamberlerin bunu kendiliklerinden söyledikleri sabit olmuş olur. İşte Allah (celle celâlühü), onların bu sözlerine şöyle cevap, vermektedir: B- " Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı." Daha önceki ümmetler de, kendileri gibi bu çirkin fiilleri işlemişler; peygamberleri, hataları için kendilerini uyardıkları ve hakka hidâyet etmeye çalıştıkları zaman, onlar Allah'a ortak koşmuşlar; O'nun haram kıldığını haram saymamışlar; peygamberlerinin sözlerini reddetmişler ve onlara karşı bâtıl ile mücadele vermişlerdi. C- " Peygamberlere apaçık tebliğden başka bir şey düşer mi?" Allah'ın (celle celâlühü) mesajlarını, emir ve yasaklarının asıllarını tebliğ eden peygamberlere apaçık tebliğden, hak yolu göstermekten, vahiy hükümlerini ve ezcümle Allah'ın, kendi gücünü ve ihtiyarını hakkın tahsili için harcayanları mutlaka hidâyetine eriştirdiğini ortaya koymaktan başka bir şey düşer mi, onların bundan başka vazifesi var mı? Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen buyurur ki: "Ama Bizim uğrumuzda cihat edenleri Biz mutlaka yollarımıza eriştiririz." (Ankebût 29/69). Fakat onların istidlalinin gereği olan, kendileri istesinler veya istemesinler, onları zorla hidâyete eriştirmek ve sözlerini onlarda infaz etmek ise, peygamberlerin vazifesi değildir ve mükellefiyet çarkının üzerinde döndüğü hikmetle hiç ilgisi yoktur. Bu yüzden onun sonuçlarının görülmemesi, peygamberlerin hak olmadıklarına veya Allah'ın bunu dilemediğine delil olarak ileri sürülemez. Zira kulların fiillerinde, mükâfat ve cezayı gerektiren şeylerin ilâhî irade ile gerçekleşmesi için, kulların, ihtiyarlarını onlara yöneltmesi ve tahsili için cüz'î ihtiyarlarını harcamalan gerekir. Aksi takdirde mükâfat da, ceza da zaruri olmuş olurdu. Bu kelâm, sebebiyet bildirmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı; ama yaptıkları bâtıldır; çünkü peygamberlerin vazifesi, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını duyurmaktan ibarettir; yoksa onların gereklerini insanlara zorla uygulatmak değildir. Bu kelâmm ifade tarzı bize bildiriyor ki, peygamberler bu tebliğe memurdur ve onların bunları tebliği, insanların bir hakkıdır. Bu izahatla anlaşıldı ki, "Allah dileseydi..." kelâmını istihza anlamına hamletmek, cevaba münasip olmaz. Allah (celle celâlühü) doğruyu en iyi bilendir. 36"Ant olsun ki, Biz her bir ümmete, Allah'a ibadet edin ve Tâğuttan sakının, diye emretmeleri için bir peygamber göndermişizdir. İşte onlardan bir kısmına Allah hidâyet vermiştir. Kimine de sapıklık hak olmuştur. Artık siz yeryüzünde bir gezin de, peygamberleri yalan sayanların sonu nice olmuş, bir görün!" A- " Ant olsun ki, Biz her bir ümmete, Allah'a ibadet edin ve Tâğuttan sakının, diye emretmeleri için bir peygamber göndermişizdir. İşte onlardan bir kısmına Allah hidâyet vermiştir. Kimine de sapıklık hak olmuştur." Bundan önce, insanları icbar etmenin, peygamberlik vazifelerinden olmadığı gibi, mükâfat ve cezayı gerektiren ihtiyarî fiillere taallûk eden ilâhî irade babından da olmadığı beyan edildikten sonra, burada da, ilâhî iradenin, kulların fiillerine nasıl taallûk ettiği tahkik edilmektedir. Biz, eski ümmetlerden her bir ümmete özel bir peygamber gönderdik ve "Yalnız Allah'a ibadet edin, Şeytandan ve dalâlete çağıran herkesten sakının!" diye onlara emrettik; Peygamberler de, yalnız Allah'a ibadet etmeyi ve Tâğuttan sakınmayı tebliğ ettiler. Bunun üzerine insanlar fırkalara ayrıldılar. Onlardan bir kısmı, güçlerini ve cüz'î ihtiyarlarını hakkın tahsiline harcadılar, Allah da, onları hakka döndürdü, Kendine ibadet ve Tâğuttan sakınma konusunda onlara hidâyet etti. Bir kısmı ise, dalâletteki inat ve ısrarlarından, güçlerini hakkın tahsiline harcamamalarından dolayı, ölüm anına kadar sapıklık içinde kaldılar. Hidâyetleri için ilâhî iradenin olup olmaması, onların, hakka yönelip yönelmemesine göre hâsıl olmuştur. Yoksa icbar ve zorlama ile olmamıştır. B- " Artik siz yeryüzünde bir gezin de, peygamberleri yalan sayanların sonu nice olmuş, bir görün!". Ey Kureyş! Yeryüzünü bir dolaşın, gezin de, Ad, Semûd Kavminin ve onların yolundan gidip de haklarında sapıklığın sabit olduğu tekzip çilerin sonu nasıl oluyormuş bir görün. Umulur ki, onların yurtlarında, diyarlarında göreceğiniz helâk ve azaptan ibret alırsınız. Bu gezme emrinin sadece onlar hakkında dalâletin sabit olduğunu haber vermeye tertip edilmesi ve onlara azap geldiğinin haber verilmemesi, bunun beyana muhtaç olmadığını ve haber vermenin görmek yerini tutmadığını zımnen bildirmek içindir. Âyette görme emri, gezme emrine tercih edilmiş, çünkü görme gezmeden sonra gerçekleşir. Bir de şu gerçeği bildirmek içindir. Eski ümmetlerin bu akıbetinde ana sebep, onların tekzibi ve "Allah dileseydi, kendisinden başka hiçbir şeye tapmazdık" seklindeki gerekçeleridir. 37"Ey Resûlüm! Sen onların hidâyete ermelerine çok düşkünlük göstersen de, bil ki, Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur." A- " Ey Resûlüm.! Sen onların hidâyete ermelerine çok düşkünlük göstersen de, bil ki, Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete erdirmez.". Ey Resûlüm! Sen Olanca gayretinle Kureyş'i hidâyete erdirmeye çalışsan da, bil ki Allah (celle celâlühü) kendi kötü ihtiyarlariyla dalâlet yarattığı Kureyş'te, icbar ve zorlama ile hidâyet yaratmaz. Ya da sen onların hidâyetine çok düşkünlük göstersen de, buna muktedir olamazsın. Çünkü Allah, saptırdığını hidâyete erdirmez ve bunlar da o zümredendir. B- " Onların yardımcıları da yoktur." Hidâyet için kendilerine yardım edecek, yahut azabı onlardan defedecek bir yardımcıları da bulunmamaktadır. 38"O kafirler, Allah ölen bir kimseyi diriltemez, diye olanca yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Öyle değil, bu, O'nun bizzat Kendisine karşı hak bir vaadidir. Fakat insanların çoğu bilmez." Bu âyette de, kâfirlerin bâtıl inançlarından biri olan, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleri beyan edilmektedir. Onlar olanca güçleriyle yemin ederek bunu inkârda bulundular. Allah (celle celâlühü) da, hak sözüyle onların iddiasını en beliğ şekilde reddetti. Yani Allah (celle celâlühü) gerçekleştirilmesi sabit olan bir vaadi olarak onları diriltecektir. Çünkü O'nun vaadinin yerine gelmemesi imkânsızdır. Yahut bu dirilme, hikmetinin gereklerindendir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler; çünkü onlar, Allah'ın ilim, kudret, hikmet ve diğer kemal sıfatları ile hakkında mümkün olanlardan ve olmayanlardan haberdar değillerdir. Yaratılış sırrını, onun uzak gayesini, dirilmenin Allah'ın, câri âdeti olarak gözettiği hikmetinin gereklerinden olduğunu da anlamazlar. Bundan dolayı insanların çoğu, Allah'ın onları dirilteceğini bilmezler; bunun için de dirilmenin olmayacağını veya onun Allah'ın hak bir vaadi olmadığını söylerler. Sonuçta onlar: "Gerçekten, gerek bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaatte bulunuldu; bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" (Mü'minûn 23/83) derler. 39"Hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyi onlara açıklaması ve kâfirlerin de kendilerinin yalancı olduklarını bilmeleri için Allah ölüleri diriltecektir." Âyetteki "onlara" zamkı, ölenlerin hepsi içindir. Çünkü bu açıklama, mü’minleri de kapsamaktadır. Zira mü’minler her ne kadar dirilmeyi biliyorlarsa da, hakikati bizzat gördüklerinde durum tamamen vuzuha kavuşacak ve onların bilgisi yakıyn mertebesine ulaşacaktır. Yeniden dirilmenin de dahil olduğu ve onların muhalefet ettikleri bütün hakikatlerin açıklanması, Allah'a ortak koşma, yeniden dirilmeyi inkâr, hak vaadin yalanlanması, özellikle de "Allah ölüleri diriltemez" iddiasında kendilerinin yalancı olduklarının ortaya çıkması için, Allah onları yeniden diriltecektir. Çünkü onlar, her şeyi olduğu gibi ve gerçek sûretlerıyle bizzat gördüklerinde, bu kesin bilgi hâsıl olacaktır. Hakkın, "hakkında anlaşmazlığa düştükleri şey" olarak ifade edilmesi, onun azametine delâlet etmesi içindir. Âyette zikredilen hususların, dirilmenin sebep ve gayesi kılınması da şunun içindir. Kâfirler dirümeyi gerçekleştirmenin hak olduğunun ortaya konmasının, inkârlarında yalancı olduklarını ortaya çıkardığını gördükleri zaman, bu onları inkârlarından caydırıcı olacağı gibi, kabul etmeye de teşvik, edici olur. Çünkü zorunlu olarak bu, gerçekleştirmek azimetinin doğruluğuna delâlet etmektedir. Bir de, gayelerin müteaddit olması, gaye kılınan fiilin vukuuna daha çok delâlet eder. Yoksa zatı itibarıyla dirilmenin aslî gayesi, mükafat ve cezadır. Mükâfat ve ceza da, hayatın en uzak gayesidir. Yaratıksın gayesi ise, Allah'ın (celle celâlühü) marifeti ve ibadetidir. Bunların burada zikredilmemesi, başka yerlerde tekerrür ettiği ve malûm olduğu içindir. 40"Biz, bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz ancak’ol!' dememizdir. O da hemen oluverir." Bundan önce yeniden dirilmenin mutlaka olacağına dikkat çekildikten sonra burada da, baştan olsun, tekrar olsun, mutlak olarak yaratılmanın keyfiyeti beyan edilmektedir. İlâhî irade ona taallûk etmeden önce bir şey değil iken, ona bir şey denilmesi, İlâhî irade taallûk, ettiği zaman vücut bulması itibariyladır. Yoksa ondan önce bir şey olduğu için değildir. Yani büyük olsun, küçük olsun, Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz ancak "ol!" demektir. Biz ona "ol!" deyince o da hemen oluverir. Şu halde bu âyet de "O, herhangi bir şeyin olmasını dilediği zaman, yalnız, "ol!" der, o da hemen oluverir." (Mü'minûn 23/68) âyetinin ifade ettiği hakikati ifade etmektedir. Aslında madde boyutunda orada ne söz vardır, ne de sözün söylendiği varlık vardır; ne emir vardır, ne de memur vardır. Dolayısıyla âyetin zahirinden anlaşıldığı gibi, yaratma sebebinin "ol" demekten ibaret olması da gerekmez. Nitekim "Bir şeyi yaratmak istediği zaman O'nun emri (yaptığı) "Ol" demekten ibarettir." (Yâsîn .36/82) âyetinin zahiri de, bu inhisarı ifade etmektedir. Zira burada emirden murat, sözü de, fiili de kapsayan bir mefhumdur ve onun "ol" kelimesine inhisar etmesinin zorunlu bir sonucu olarak, yaratma sebepleri de mutlak şekilde buna inhisar etmiş olur. İşte bundan dolayı hakikatte yaratmakla ilgili bu ifadeler, Allah'ın (celle celâlühü) iradesinin taallûkuna göre, İlâhî kudret dahilinde olan mümkün varlıklarm vücuda gelmesinin kolaylığınm temsilî bir anlatımı ve süratle meydana gelmesinin tasviridir. Bu temsil ve tasvir de, itâatli memurun, emrine itaat edilen bir âmirin, işi yaptırmasında kullandığı sembollerle ifade edilmektedir. Bu itibarla kastedilen mânâ şudur: Bizim irademiz taallûk ettiği zaman, bir şeyi icat etmemiz, olabilecek en hızlı şekilde ve en kısa sürede tecelli eder. Âyette Allah'ın bu eylemi "hususi söz" anlamına gelen emir olarak ifade edilince, mutlak icadın mutlak söz olarak ifade edilmesi icap etmiştir. Bu konuyu iyi düşünmek gerekir. Âyet-i kerimede gerçekten akılları ve fikirleri dehşete düşüren bir mükemmeliyet vardır. 41"Kendilerine Allah uğrunda zulmedildikten sonra hicret edenlere gelince, hiç şüphesiz onları bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse, âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür." A- " Kendilerine Allah uğrunda zulmedildikten sonra hicret edenlere gelince, hiç şüphesiz onları bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz." Herhalde bu âyete konu olanlar, Resülullah'ın ashabından Mekke kâfirlerinin kendilerine zulmedip onları yurtlarından çıkardıktan sonra Habeşistan'a hicret eden ve bu hicret dönüşü Allah'ın bu âyette buyurduğu gibi Medine'ye güzel bir şekilde yerleştirilen Habeşistan muhaciri müslümanlardır. Nitekim Katâde de böyle demektedir. Meşhur görüş olduğu üzere bu sûrenin son âyeti hariç, diğerlerinin Mekke'de nazil olduğu görüşüne en münasip olanı da budur. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu âyet Suheyb, Bilâl, Ammâr, Habâb, Âyıs, Cübeyr ve Ebû Cendel b. Süheyl (radıyallahü anh) adlarındaki ashab hakkında nazil olmuştur. Müşrikler, bu zatları yakalamışlar ve onları İslâm'dan döndürmek için kendilerine işkence yapmaya başlamışlar. Bunun üzerine Suheyb onlara: "Ben yaşlı bir adamım, sizin yanınızda olsam size bir faydam olmayacağı gibi, size karşı olmam da bir zarar getirmez" diyerek onları ikna etmiş ve kendi malından onlara fidye verdikten sonra Medine'ye hicret etmiştir. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) onu görünce, kendisine: " Ey Suheyb, akşverişin çok kârlı oldu" demiş, Hazret-i Ömer de " Suheyb ne güzel kuldur. O Allah'tan korkmasa da O'na isyan etmez" demiştir. İbn Abbâs'tan rivâyet edilen bu görüş, el-Assam'dan rivâyet edilen, sûrenin tamamının Medine'de nazil olduğu görüşüne uygundur. Bu âyetten itibaren sûrenin sonuna kadarki âyetlerin Medine'de nazil oldukları şeklinde Katâde'den gelen rivâyet ise, bu âyetin iki hicret (Habeşistan ile Medine hicretleri) muhacirleri hakkında nazil oldukları şeklinde naklettiğimiz görüşe hamledilmektedir. Bu durumda sûre Medine'de iki hicret arasında nazil olmuştur. Resûlüllah'ı bu muhacirlerden saymaya âyetin nazmı da, Peygamberimizin yüce şanı da müsait değildir. Onların güzel bir şekilde yerleştirilmeleri, kendilerine zulmeden Mekkeliler'e bütün Araplar'a ve bütün doğu ve bati halklarına galip gelmeleri şeklinde de tefsir edilmiştir. B- " Eğer bilirlerse, âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür." O muhacirlerin mezkûr amellerinin âhiretteki mükâfatı, dünyada kendilerine verilen mükâfattan elbette daha büyüktür. Hazret-i Ömer'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, muhacirlerden birine beytülmalden bir şey verdiği zaman, şöyle derdi: "Al şunu, Allah (celle celâlühü) sana mübarek eylesin. Bu, Allah'ın (celle celâlühü) dünyada sana vaat ettiğidir; âhirette sana sakladığı ise bundan daha üstündür." Eğer kâfirler bilselerdi ki, Allah (celle celâlühü), bu muhacirlere her iki cihan saadetim verecek, onlar da muhacirlerin dinini kabul ederlerdi. Diğer bir görüşe göre ise, eğer muhacirler, mükâfatlarını bilselerdi, daha çok cihat ederlerdi, yahut hicrette uğradıkları musibetlerden ve sıkıntılardan dolayı üzülmezlerdi. 42"Onlar sabredenler ve yalnız Rablerine tevekkül edenlerdir." O muhacirler, kâfirlerin eziyetleri, aileleri ile vatan ayrılığı gibi sıkıntılara katlananlar ve yalnız Rablerine tevekkül ederek, başkasından yüz çevirip bütün işlerini Allah'a havale edenlerdir. 43"Ey Resûlüm! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilgi sahiplerine sorun." A- " Ey Resûlüm! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik." Bu âyet, Kureyş'in iddiasını reddetmektedir. Nitekim onlar, "Allah, insanlardan elçisi olmayacak kadar yücedir" demişlerdi. Onların, "Allah dileseydi, biz O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık" (âyet 35) sözlerinin dayanağı da bu idi. Yani İlâhî hikmetin gereği olarak ilâhî sünnet şöyle cereyan etmektedir: Allah (celle celâlühü) kamunun daveti için birtakım insanlar gönderir; insanlara tebliğ etmeleri için bu mümtaz kişilere melek vasıtasıyla emirlerini ve yasaklarını vahyeder. B- "Eğer bilmiyorsanız, bilgi sahiplerine sorun." Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yapılan hitaptan maksat, hitabın içeriğine kâfirlerin dikkatini çekmek olduğundan, burada hitap, kâfirlere yöneltilmiştir. Yani eğer siz bilmiyorsanız, Kitap ehline, yahut târih âlimlerine, yahut ilim ve tahkik ehli olarak bilinen herkese sorun ki, bu hakikatleri size anlatsınlar. Bu âyet delâlet ediyor ki, Allah (celle celâlühü) kamunun daveti için hiçbir zaman melek göndermemiştir. "Melekleri elçiler kılan Allah..." (Fâtır 35/1) âyetinin mânâsı ise, melekleri meleklere, yahut peygamberlere elçi kılmıştır, demektir. Yine bu âyet delâlet ediyor ki, Allah (celle celâlühü) bir kadını ve bir çocuğu da peygamber olarak göndermemiştir, İsa'nın henüz beşikte iken, nebi peygamber olması ise, buna ters düşmez; çünkü nebi, resulden daha kapsamlı bir mânâ ifade etmektedir. (Resul, ayrı bir Kitabı ve şeriatı olan peygamberdir. Nebi ise, ayrı bir Kitabı ve şeriatı olmayıp, kendisinden önceki diğer bir peygamberin Kitabı ve şeriatı ile hükmedebilir.) Yine bu âyet işaret ediyor ki, bilinmeyen konularda âlimlere başvurmak zorunludur. 44"Onlar apaçık mucizeler ve Kitaplarla gönderilmişlerdi. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlamaları için sana da bu Kur’ân'ı indirdik." Burada Kur’ân'a zikir denilmiş, çünkü Kur’ân, gafiller için bir hatırlatma ve uyarmadır. Yani Mekke ballanın da öncelikle dahil oldukları bütün insanlara, Kur’ân'daki hükümleri, şer'î kuralları; bunlardan başka azabı gerektiren amellerinden dolayı çeşitli cezalarla helâk edilmiş olan ümmetlerin hallerini; sadra şifa veren tafsilâtk biçimde açıklaman için; onların düşünüp hakikatlere, içindeki ibretlere karşı uyanmaları ve eski ümmetlere isabet eden azaplara sebep olan günahlardan sakınmaları için, sana da bu Kur’ân'ı gönderdik. Âyetin metninde kullanılan tübeyyin kelimesi, maksudu sarahat ile beyan etmeyi de, buna delâlet eden irşadı da kapsadığı için, mutlak kıyas da buna dahil olmaktadır. Bu kıyas ister şer'î hükümlerde olsun, ister başka konularda olsun... 45Bak. Âyet 46. 46"Kötülük tuzakları kuranlar, Allah'ın, kendilerini yere batırıvermesinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalayamayacağından emin mi oldular ? Onlar Allah'ı bundan hiç de âciz bırakacak değillerdir." Bu kâfirler, Resûlüllah'a karşı tuzak kurup ashabını îmandan alıkoymak isteyen Mekkekler'dir. Yoksa bazılarının dediği gibi, peygamberlerin helaki için tuzak kuranlar da değil, her iki fırkayı kapsayan kâfirler de değildir. Zira bundan maksat, Mekke kâfirlerini, eski ümmetlere isabet eden çeşitli cezaların benzerlerinden sakındırmaktır. Yani ey Resûlüm! Biz sana Kur’âni indirdik, ki, insanlara içeriğini ve ezcümle çeşitli azaplarla helâk edilen ümmetlerin haberlerini mükemmel olarak açıklayasm ve onlar da bunları düşünüp anlasınlar. Onlar düşünüp anlamadılar mı? Yoksa Resûlüllah'a kötülük tuzakları kuranlar, mü’minleri îmandan alıkoymaya çalışanlar, Allah'ın (celle celâlühü), Kaarun'a yaptığı gibi kendilerini yere batırıvermesinden emin mi oldular? Yahut onlar bunu düşündüler mi? Veya gaflet hallerinde, güvenk yerlerinden, yahut arzularının geleceğini umdukları yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar seyirlerinde ve ticaret yerlerinde dönüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalayamayacağından emin mi oldular? Dönüp dolaşma halinin vehmettirdiğinin aksine onlar, Allah'ı bundan hiç de engelleyemezler ve kaçmakla da kurtulamazlar. Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) yakalamasının pek çetin ve feci olduğunu bildirmektedir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, zâlime mühlet verir; ama sonunda onu yakalayınca, artık kurtulamaz." 47"Yoksa onlar bir endişe içinde iken, Allah'ın onları yakalamasından güvende midirler? Demek ki, hiç şüphesiz senin Rabbin, çok şefkatlidir, pek merhametlidir." A- " Yoksa onlar bir endişe içinde iken, Allah'ın onları yakalamasından güvende midirler?" Kendilerinden önce bir kavim helâk edildiği için onlar da, helâk ve azap korkusu ve endişesi içinde iken, Allah'ın azabının bu halde onları yakalamasından güvende olduklarını mı sanıyorlar? Yoksa Allah'ın, onların nefislerini ve mallarını yavaş yavaş azaltarak kendilerini yakalayamayacağını, sonunda helâk olmaktan da kurtulacaklarını mı zannediyorlar? Âyette bu üç hâlin zikredilmesinden murat, Allah'ın (celle celâlühü), hangi veçhile olursa olsun, onları helâk etmeye kaadir olduğunu beyan etmektir; yoksa helaklerini bu üç hale inhisar ettirmek değildir. B- " Demek ki, hiç şüphesiz senin Rabbin, çok şefkatlidir, pek merhametlidir." Nitekim siz âcil bir cezaya müstahak olduğunuz halde, sizi acilen cezalandırmıyor ve size halindik vasfıyla muamele ediyor. 48"Allah'ın yarattığı her hangi bir şeyi görmediler mi ki, onun gölgeleri zelil olarak ve Allah'a secde ederek sağa sola döner." Onlar hiç Allah'ın yarattığı her hangi bir şeye bakmadılar mı ki, onun gölgelerinin, Yaratanin iradesinin gerektirdiği şekilde yavaş yavaş küçüldüğünü, âdeta Allah'a secde eder gibi sürekli sağa sola döndüğünü farketınediler. Gölgelerin secde etmesinden murat, uzayıp kısalması, sağa sola dönmesi, ilâhî iradeye bağlı kalması, ona göre şekil alması ve teshir edildiği hallerden imtina etmemesidir. Hulâsa, gölgeler, güneşin yükselip alçalmasiyla, yahut doğuş ve batış yerlerinin değişmesiyle bir taraftan bir tarafa döner. Zira güneş senenin bir gününde Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiriyle belli bir günlük yörüngede dönmektedir. Ve gölgeler, zeki olarak kendilerine takdir edilmiş uzamaya ve kısalmaya bağlı kalırlar. Yahut gölgelerin zeki olması, secde şeklinde yere yapışması demektir. Zaten gölge sahipleri olan cisimler de, Allah'ın hükmüne boyun eğmişlerdir. Bir görüşe göre, sağdan murat, feleğin sağıdır ki, onun doğu tarafıdır. Çünkü yıldızlar, doğudan doğup yükselirler ve parlarlar. Feleğin solu da, doğusunun mukabik olan batı tarafıdır. Zira gölgeler, günün başında doğuda başlar ve batıda yerin dört yönünden birine düşer. Zeval (gün ortası) vaktinde de doğudan yerin dörtbir yönüne düşer. 49"Şu göklerde olanlar, bu yerdeki bütün canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan yalnız Allah'a secde ederler." Bundan önce gölgelerin ve onların sahipleri olan dünya cisimlerinin secdeleri ve boyun eğmeleri beyan edildikten sonra burada da, gölgelen olsun veya olmasın, kendi iradeleriyle hareket eden yaratılmışların secdeleri beyan edilmektedir. Yani bütün göklerde ve yerde var olan bütün canlılar, asla büyüklük taslamadan, ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasına değil, yalnızca Allah'a (celle celâlühü) secde ederler; ancak O'na boyun eğerler. Âyette ifade edilen inhisar, tersi inhisara da şâmildir, bütün fertlerin secdesini kapsayan inhisara da şâmildir. Ancak muhatapların haline daha münasip olan fertlerin, inhisarıdır. Nitekim, "Allah dedi ki, iki İlah edinmeyin" (Nahl 16/51) âyeti de bunu bildirmektedir. Âyette, "şu göklerde olanlar" denildikten sonra "ve bütün melekler" denilmesi, başka âyetlerde Cebrâîl’in meleklerden sonra zikredilmesi kabilinden olup tazim içindir. Yahut göklerdekilerden, ruh denilen mahlûk veya göklerdeki melekler kastedilir ve meleklerden de yer melekleri olan muhafızlar (hafaza) kastedikr. "Büyüklük taslamadan", kaydı, melekler içindir. Melekler, yüce şanlarıyla beraber Allah'a ibadet ve secde etmekten büyüklük taslamazlar. 50"Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne em rolün ursa onu yaparlar." A- " Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar." Onlar, kaahir olarak üstlerinde bulunan Rablerinin heybet ve celalinden korkarlar. Nitekim diğer bir âyette de, "Kulları üstünde kaahir olan ancak O'dur" (En'âm 6/18) denilmektedir. Yahut onlar, Rablerinin, kendilerine üstlerinden bir azap göndermesinden korkarlar. B- " Ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar." Yani o melekler, kendilerine emredilen itaatleri ve tedbirleri yerme getirirler. Emrolunmak fiilinin, faili meçhul olarak zikredilmesi, Celâl sünnetinin böyle câri olduğuna binaendir ve faili sarahatle belirtmeye gerek olmadığını bildirmek içindir. Çünkü bu fiilin, O'ndan başkasına isnat edilmesi imkânsızdır. Bu âyet delâlet ediyor ki, melekler de mükelleftir ve korku ile umut mertebeleri arasında bulunmaktadırlar. 51"Allah buyurdu ki, iki İlah edinmeyin! İlah ancak bir tek İlahdır. O halde yalnız Benden korkun!" A- " Allah buyurdu ki, iki İlah edinmeyin! İlah ancak bir tek İlahdır." Bu kelâmda Allah kelimesinin zikre tahsis edilmesi, İlahlığm yalnız Kendisine mahsus olduğunu bildirmek içindir; yasaklanan ise, O'na ortak koşmaktır. Yoksa yasaklanan, yalnız iki İlah edinmek değil; istenen şey, yalnız iki İlah edinmemekle hâsıl o karamaktadır; ancak İlahlığı tamamen Allah'a tahsis etmekle hâsıl olmaktadır. Yani Allah (celle celâlühü) bütün, mükelleflere buyurdu ki: "İki İlah edinmeyin; İlah ancak bir tek İlah'dır." Allah'ın İlahlığı ise zaten müşriklerce de kabul edilmektedir. B- " O halde yalnız Benden korkun!" Eğer bir yüce varlıktan korkacaksanız, başkasından değil, sadece Benden korkun! Zira göklerde ve yerde Kendisine secde edilen, bir tek Benim. 52"Şu göklerde ve bu yerde ne varsa, ancak O'nundur. Din de temelli olarak yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" Bu kelâm, göklerde ve yerde bulunan her şeyin, niçin hassaten yalnız Allah'a boyun eğdiklerini açıklamakta ve korkuyu yalnız Kendisine tahsis etmeyi tahkik etmektedir. Gördüğünüz şu göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin yaratılışı da, mülkiyeti de ancak O'nundur. Dinde itaat ve boyun eğme de, ancak O'na vacip ve sabittir. Bu hiçbir zaman değişmez.; çünkü yukarıda belirtildiği gibi, kendisinden korkulmaya yegâne layık olan tek İlah yalnız Allah'tır. Dindeki külfet de O'nun içindir; mü’minlere mükâfatı, kâfirlere azabı hiç kesilmeyecek olan yine O'dur. O halde bütün varlıkların yalnız Kendisine secde etmesi, her şeyin O'na ait olması, Kendisine ortak koşulmasını yasaklaması ve dinin Kendisi için olması gibi mezkûr hususlar açıklandıktan sonra, bu vasıflara sahip Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? Halbuki bunlar, korkuyu O'na tahsis etmeyi gerektirmekte ve halleri anlatılan o putlardan korkmanızı ve onlara itaat etmenizi gerektirecek hiçbir şey olmadığını ortaya koymaktadır. 53"Size gelen her nimet, işte ancak O Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman, yine ancak, O'na yalvarırsınız." Büyük-küçük, ne olursa olsun, size ulaşan her bir nimeti ihsan eden, sadece O Allah'tır. Sonra size küçücük bir zarar dokunduğunda, onun giderilmesi için başkasına değil, ancak ve ancak Allah'a yalvarırsınız. 54"Sonra sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir güruh, hemen Rablerine ortak koşarlar." Buradaki sonra kelimesi, zararın dokunma süresinin uzun olduğuna ve uzun bir süreden sonra zararın kalktığına delâlet için değil, tam tersine ona terettüp eden şirk mertebesinin, dalâletin en uzak mertebesi olduğuna işaret içindir. Eğer bu hitap, bütün insanlara ise, bu fırka, kâfir olan fırka demektir. Eğer hitap yalnız kâfirlere ise, ’içinizden bir güruh" ifadesi, beyan içindir. Yani siz kâfirler fırkası, demek olur. Ancak hitap, kâfirler için olduğu takdirde onlardan bir kısmı ibret alıp küfründen vazgeçmiş de olabilir. Nitekim diğer bir âyette: "Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı, orta (doğru) yolu tutar." (Lokman 31/32) denilmektedir. Bu görüşe göre, anılan ifade yine beyan içindir. 55"Kendilerine verdiğimiz nimete nankörlük etmek için sanki bunu yaparlar. Haydi, bir süre daha yaşayın; fakat yakında bileceksiniz." A- " Kendilerine verdiğimiz nimete nankörlük etmek için sanki bunu yaparlar." Onlardan zararı kaldırmak nimetine nankörlük için sanki bunu yapmaktadırlar. Onların şirkten gayesi, nimete nankörlük etmek ve bu nimetin Allah (celle celâlühü) tarafından olduğunu inkâr etmektir. B- " Haydi, bir süre daha yaşayın; fakat yakında bileceksiniz." Bu emir, tehdit içindir. Burada doğrudan doğruya onlara hitap edilmesi. İlâhî gazabın son haddini ifade etmek içindir. Yani haydi bakalım, siz bir süre daha yaşayın; ama yakında bu işinizin akıbetini ve size inecek azabı anlayacaksınız. Bu ifade, o nankör kâfirler için, pek ağır bir vaat olup yakalanmalarının pek çetin ve ifade edilemeyecek kadar ağır olduğunu zımnen bildirmektedir. 56"Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilemedikleri nesnelere de pay çıkarıyorlar. Allah'a ant olsun ki, uydurmakta olduğunuz bu şeylerden hiç şüphesiz sorguya çekileceksiniz!" A- " Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilemedikleri nesnelere de pay çıkarıyorlar." Bu kelâm da, onların cinayetlerini saymaktadır. Yani onlar, kendilerine zarar dokunduğunda Allah'a yalvarmak ve zarar kalktığında da O'na ortak koşmak gibi yapacaklarını yapıyorlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz ekinlerden, hayvanlardan ve diğer mallardan da; hakikatlerini ve değersizliklerini bilemedikleri o cansız varlıklara, cehalet ve beyinsızlık olarak Allah'a ortak koştukları ve kendilerine fayda vereceklerini ve şefaat edeceklerini iddia ettikleri putlara da ibadet olarak pay ayırıyorlar. B- " Allah'a ant olsun kı, uydurmakta olduğunuz bu şeylerden hiç şüphesiz sorguya çekileceksiniz!" Dünyada iftiranızla ibadete layık gördüğünüz o İlahlardan dolayı, hiç şüpheniz olmasın kı siz kınanma ve takbih olarak sorguya çekileceksiniz. Kelâmın başında yemin zikredilmesi ve son derece gazap belirterek doğrudan doğruya onlara hitap edilmesi, açıkça şiddetli ceza vaadini ifade etmektedir. 57"Onlar, kız çocukları Allah'a mahsus kılıyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. Sevdikleri erkek çocuklar da kendilerinin oluyor." Bu âyete konu olan Huzaa ve Kinane kabileleridir kı, onlar, meleklerin Allah'ın (celle celâlühü) kızları olduklarını söylüyorlardı. Sübhânallâh! Allah, onların söylediklerinden münezzehtir. Yahut onların, bu gibi büyük sözü söylemeye cüret etmelerine taaccüp ifade etmektedir. 58"Onlardan birine kız doğumu müjdelendiği zaman öfkesini içine akıtarak yüzü kapkara kesilir." Bu kabile insanlarından birine kızının olduğu müjdelendiği zaman, içi hüzün ve kızgınlık dolarak, insanlara karşı utanç duymaktan yüzü kapkara kesikr. Yüzün kapkara kesilmesi, büyük keder ve üzüntünün kinaye olarak ifadesidir. 59"Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenmeye uğraşır durur. Aşağılık duygusu içinde doğan kızı yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kadar kötü!" A- " Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenmeye uğraşır durur. Aşağılık duygusu içinde doğan kızı yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün!" Bu insanlardan birine kız doğumu müjdesi verilince, bir taraftan utancından kendi kavminden gizlenir, toplum içine çıkmamaya çalışır; öte yandan da, zillet içinde bu kızı yanımda mı tutayım, yoksa onu diri diri toprağa mı gömeyim! diye kendi kendine düşünür, durur. B- " Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kadar kötü!" Onların erkek çocukları kendilerinden sayıp, zillet ve hakaret olarak telakki ettikleri kızları Allah'a mahsus kılmaları ne kadar kötü bir davranış, verilen ne kadar kötü bir hükümdür. Oysa ki Allah, eşten de, çocuktan da münezzehtir. Şu halde onların hatasının esası, kızları kendileri için kabul etmemeleri, onları Allah'a mahsus kılmalarıdır; yoksa erkek çocukları, kendilerinin saymaları veya erkek çocukları Allah'ın saymamaları değildir. Ancak bu hatanın esası, olması gerekenin tersini yapmış olmaları da olabilir. Nitekim başka âyetlerde de: "Demek erkek size, dişi O'na öyle mi? O zaman bu insafsızca bir taksim." (Necm 53/22) denilmektedir. 60"Kötü sıfat, ahirete îman etmeyenler içindir. Yüce sıfat ise Allah'ındır. Zaten Azîz ve Hakîm olan ancak O'dur." A- " Kötü misal (sıfat), âhirete îman etmeyenler içindir. Yüce misal (sıfat) ise Allah'ındır." Ölümleri halinde yerlerini almaları için çocuğa ihtiyaç duymak, yardımlarını görmek için erkek çocukları tercih etmek, utançlarını kaldırmak için ve açlık korkusuyla kızları diri diri toprağa gömmek gibi çirkinlikte misal sayılabilecek kadar kötü olan sıfatlar, o âhirete îman etmeyenler içindir. Bütün bu sıfatlar, aciz, kusur ve aşırı cimrilikten kaynaklanmaktadır. Zatî vaciplik (Zatın varlığımn zorunlu olması), mutlak zenginlik, sınırsız cömertlik, yaratılmışların sıfatlarından münezzeh olmak ve ezcümle onların söylediklerinden uzak olmak gibi mutlak yücelikte misal sayılan sıfatlar ise, ancak Allah'ındır. B- " Zaten Azîz ve Hakim olan ancak O'dur." Kâmil kudrete ve özellikle onları günahlarından dolayı sorumlu tutmaya yegâne kaadir olan ve bütün yaptıklarını üstün bir hikmetin gereği olarak yapan ancak Allah'tır. İşte bunlar da, Allah'ın (celle celâlühü) hârika sıfatlarındandır. 61"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden acilen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir vakte değin ertelemektedir. Ecelleri gelince de, ne bir saat geri kalırlar, ne de ilen gidebilirler." A- " Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden acilen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." Allah (celle celâlühü), kâfirleri; küfürleri, günahları ve ezcümle onların sayılan çirkinlikleri yüzünden acilen cezalandırmaya kalksaydı, yeryüzünde hiç bir canlı kalmaması gerekirdi; zâlimlerim, zulümlerinin uğursuzluğuyla hepsini tamamen helâk etmesi icap ederdi. Bu kelâm, "Zaten Azîz ve Hakîm ancak O'dur" cümlesinin sarih ifadesi olup, onların işledikleri çirkinliklerin son haddine vardığını bildirmektedir. Diğer bir âyette ise: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere erişmekle kalmaz" (Enfâl 8/25) denilmektedir. Ebû Hüreyre bir adamın "Şüphesiz zâlim, ancak kendi nefsine zarar verir" dediğini duyunca, şöyle demiştir: "Llayir! Vallahi, zâlimin zukmü yüzünden toy kuşu bile yuvasında ölür." Demiştir. İbn-i Mes’ûd da şöyle demiştir: "İnsan oğlunun günahından dolayı, yahut zâlim bir hayvan yüzünden, pislik böceği bile deliğinde ölebilir. " Eskiler derler ki: "Babalar, yok ederse, çocuklar yaşamaz." Ve dünyada insanlar, zulümleri sebebiyle helâk olsalar, dünyada başka canlıların da kalmaması lâzım gelir; çünkü hayvanlar, insanların faydaları için yaratılmışlardır. Nitekim bir âyette, "O Allah ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratmıştır." (Bakara 2/29) denilmektedir. B- " Fakat onları belirli bir vakte değin ertelemektedir. Ecelleri gelince de, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri gidebilirler." Allah (celle celâlühü) insanları, işledikleri yüzünden hemen cezalandırmaz; onları ömürleri için, yahut azapları için belli bir vakte kadar erteliyor ki, üresinler ve azapları daha da ağırlaşsın. Ama belirlenmiş süreleri gelince, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri gidebilirler. Süre geldiğinde ondan ileri gitmek (o süreden geride kalmak) tasavvur edilemediği halde bunun zikredilmesi, süreden geri kalmanın imkânsız şeylerden olduğunu bildirmek konusunda, mânâyı daha kuvvetli olarak ifade etmek içindir. Bu, "Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca, Ben şimdi tevbe ettim, diyenler ile kâfk olarak ölenler için kabul edilecek tevbe yoktur." (Nisa 4/18) meâlindeki âyet kabilindendir. Zira kâfir olarak ölen bir kimse hiç tevbesi olamayacağı halde tevbeleri kabul edilmeyenler zümresinden sayılmıştır. Bu, ikisinin de bu konuda eşit olduklarını bildirmek içindir. Bunun tefsiri Yûnus sûresinde tafsilatlı olarak geçmişti. 62"Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a mahsus kılıyorlar. Dilleri de, en güzel sonucun gerçekten kendilerinin olduğu yalanını anlatır durur. Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve şüphesiz onlar, ateşin öncüleri olacaklardır." A- " Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a mahsus kılıyorlar. Dilleri de, en güzel sonucun gerçekten kendilerinin olduğu yalanını anlatır durur." Onlar hoşlanmadıkları şeyleri kendi iddialarına göre, Allah'a nispet ediyorlar. Bu cümle, daha önce zikredilenin bir tekrarı mahiyetinde olup onları tekrar takbih etmektedir. Bir de bu cümle, bundan sonra gelecek "Dilleri de, en güzel sonucun..." cümlesine bir ön hazırlık mahiyetindedir. Yani onlar, bu yanlışları yaptıkları halde, dilleri Allah katında en güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatır, durur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbime döndürülmüş olsam bile, şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır." (Fussilet 41/50). B- " Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve şüphesiz onlar, atesm öncüleri olacaklardır." Bu kelâm, onların söylediklerini reddetmekte ve onun aksini ispat etmektedir. Yani hiç şüphesiz onlar için, umdukları güzel akıbetin aksine, daha ağırı olmayan cehennem ateşi azabı vardır ve onlar gerçekten ateşin öncüleri olacaklardır. Yahut onlar ateşe terk olunacaklardır. 63"Ey Resûlüm! Allah'a ant olsun ki, senden önceki milletlere de peygamber göndermişizdir. Fakat şeytan onların yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti. İşte bugün o, onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır." A- " Ey Resûlüm! Allah'a ant olsun ki, senden önceki milletlere de peygamber göndermişizdir. Fakat şeytan onların yaptıklarım kendilerine süslü göstermişti. İşte bugün o, onların velisidir." Bu kelâm, Resûlüllahi, kâfirlerden gördüğü cehaletler için teselli etmektedir ve ondan dolayı onlar için bir ceza vaadidir. Yani Biz, onlara da peygamberler göndermiştik. Peygamberler onları hakka davet etmişlerdi; onlar ise, bu çağrıya olumlu cevap vermemişlerdi. Çünkü şeytan, onların yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti de, bu yüzden onlar, küfürlerinde ısrar etmişlerdi. İşte şeytan, onlara yaptıklarını süslü gösterdiği gün nasıl onların velisi olduysa, onlar ateşte yanarken de onların velisi odur. O, ne de kötü bir velidir! Veli, yardımcı demektir. Demek ki bugün onların şeytandan başka yardımcısı da yoktur. Bu ifade, onların yardımcisiz kalacakların kuvvetle anlatmak içindir. "Onların" zamiri, Kureyş müşriklerini anlatıyor da olabilir. Çünkü şeytan eski ümmetlere de yaptıklarını süslü göstermişti. O halde Kureyş müşriklerinin velisi de şeytandır. Çünkü Kureyş müşrikleri de onlardandır. Yahut onların emsalinin velisi şeytandır. B- " Ve onlar için elem verici bir azap vardır." Ahirette onlar için, elem verici bir azap olan cehennem vardır. 64"Biz bu Kitabı (Kur’ân'ı) da sana, sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyleri insanlara açıklayasın diye ve îman eden bir zümreye de bir hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik." Biz Kur’ân'ı sana, sırf, tevhit, kader, fiillerin hükümleri ve âhiret ahvak gibi, hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri, insanlara açıklayasın diye gönderdik. Ayrıca îman eden bir zümreye, hidâyet ve rahmet vesilesi olsun diye indirdik. Hidâyetin, rahmetten önce zikredilmesi, vücut olarak hidâyetin önce olmasından dolayı olsa gerektir. Kur’ânin hidâyet ve rahmet olması mü’minlere tahsis edilmiştir; çünkü Kur’ânin eserlerini ganimet edinen mü’minlerdir. 65"Allah semadan (yukarıdan) bir su indirdi ve onunla, ölümünden sonra yeryüzünü ihya etti. Muhakkak ki bunda, dinleyen zümre için hiç şüphesiz bir delil vardır." Yukarıdan suyun indirilmesinde, onunla, ölü toprağın ihya edilmesinde, bu gibi uyarıları tefekkür ve izan ile dinleyen bir zümre için, Allah'ın varlığina, sınırsız ilmine, kudretine ve hikmetine delâlet eden bir delil var ki, hem de nasıl bir delil! Sözü edilen insanlar için "dinleyen" denilmesi, böyle olmayanların sağır gibi sayılmasından dolayıdır. 66"Hiç şüphe yok ki, sizin için davarlarda da bir ibret vardır. Size onların karınlarından dışarıya çıkardıkları şeyler ile kan arasından çıkan, içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyo-ruz." Evet, bu ibret o kadar büyük bir ibrettir ki, idrakinde akıllar hayrete düşer ve büyük dehaların anlayışı da onu anlamakta bocalar. İbn-i Abbâs in şöyle dediği rivâyet edimektedir: "Hayvan yemini yediğinde yem, onun işkembesinde (midesinde) sindiri-kp pişince, onun alt kısmı fers olur; orta kısmı süt olur ve en üst kısmı da kan olur." İbn-i Abbâsin anlatmak istediği şu olsa gerek: Onun ortasında olan kısım, süt maddesi olur ve onun üst kısmı da bedeni besleyen kan maddesi olur. Zira süt ve kanın işkembede oluşmadıkları, tartışma götürmez bir gerçektir. Fakat ciğer, işkembede (midede) sindirilmiş olan yemeğin özünü çeker ve onun posası olan fers kalır. Sonra ciğer devam eden hazmı süresince o özü içinde tutar ve onu dört sıvı karışıma ayrıştırır. Ciğer, bu sıvının, safra ve sevda ihtiyacından artakalanını da ayrıştırıp onları da böbreğe, öde ve dalağa pompalar. Sonra geri kalanı da uzuvlara ihtiyaçları nispetinde dağıttır. Böylece hepsine Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiriyle uygun olan hakkını ulaştırır. Sonra eğer bu hayvan dişi ise, mizacında berd (serinlik) ve rutubet üretmek için, gıdası miktarın ca karışımı fazla olur. Böylece fazla üretilen kısım, önce cenin için rahme gönderilir. Cenin rahimden ayrılınca o fazla kısım, yahut onun bazısı memelere dökülür ve çevresindeki beyaz etlerin etkisiyle beyaz rengini alır ve tadı da lezzetk kılınıp sonunda süt haline gelir. İşte bu karışımları, sütü, onların bulundukları yerleri, mecraları, onları meydana getiren sebepleri, onlarda her an ona uygun şekilde tasarruf eden kuvvetlerin teshiri konularındaki hârika işleri düşünen kimse, O'nun ilmini, kudretinin, hikmetinin kemalini, şefkat ve rahmetinin sonsuzluğunu kabul etmek zorunda kalır. Sütün hâlis olmasi, kan ve artik ile yan yana olmasına rağmen kaahir kudretin aralarına koyduğu bir engel nedeniyle birbirlerine hiç karışmamaları ve sonuçta kan ile artık vasıflarının şaibesinden temiz olmasıdır. Yine süt, boğazdan kolayca geçen bir maddedir. Eskiler derler ki: "Süt, kimsenin boğazında kalmamıştır." 67"Hurma ağacının meyvelerinden ve üzümlerden de şerbet ve güzel bir rızık elde edersiniz. Hiç şüphesiz bunda, aklını kullanan bir millet için büyük bir ibret vardır." A- " Hurma ağacının meyvelerinden ve üzümlerden de şerbet ve güzel bir rızık elde edersiniz." Seker, şarap demektir, bir görüşe göre de, şıra demektir. Diğer bir görüşe göre ise yemek demektir. Güzel rızık da, kuru hurma, pekmez, kuru üzüm ve sirke gibi ürünlerdir. Bu âyet her ne kadar şarabın haram kılınmasından önce nazil olmuşsa da, yine de şarabın kerahetine delâlet etmektedir ve en azından kınama ile minneti ifade etmektedir. B- " Hiç şüphesiz bunda, aklını kullanan bir millet için büyük bir ibret vardır." Tefekkür ve dikkatli nazarla akıllarını kullanan bir toplum için bunda pek açık ve büyük bir ibret vardır. 68"Rabbin bal arısına da ilham etti ki; dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda kendine yuvalar edin!" Allah bal arısına ilham etti. Her şeyi bilen ve her şeyden, haberi olan Allah'tan başkasının bilemeyeceği yöntemlerle ona bilgi öğretti. İnsanların yaptıkları çardaklar, üzüm çardakları, çatılarıdır. Diğer bir görüşe göre bal arıları için yaptıkları özel çardaklardır. Buna göre mânâ şöyledir: Rabbin bal arısına ilham etti ki, sahipleriniz olmadığı zaman, dağlarda ve ağaçlarda yuvalar edin; sahiplerin olduğu zaman da, onların size yaptıkları çardaklarda yuva edin! 69"Sonra meyvelerin, her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir! Onların karınlarından, renkleri, başkabaşka, kendısinde insanlara şifa bulunan bir şerbet çıkar. Hiç şüphesiz bunda düşünen bir kavım için büyük bir ibret vardır." A- " Sonra meyvelerin, her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir!" Tatlısından tuzlusuna kadar arzu ettiğin her meyveden ye ve Rabbinin kaahir kudretiyle, acı çiçeklerin, karnında tatlı bala dönüştürülmesi için, yahut baktı yapımı için sana kolaylaştırdığı yollara, yahut evine geri dönerken, yolunu şaşırıp karıştırmayarak Allah'ın kolaylaştırdığı yollara gir! B- " Onların karınlarından, renkleri başka başka, kendisinde insanlara sifa bulunan bir şerbet çıkar." Bundan önce bal arısına emredilenler sıralandıktan sonra, burada da, balda Allah'ın kudretiyle meydana gelen hârikalar beyan edilmektedir. Burada şarap, bal demektir. Meşrubat gibi içildiği için ona şarap denilmiştir. Bal arısının, güzel kokulu çiçekleri ve yaprakları yemesinden sonra neticede bunların bala dönüştüğünü, sonra da kışa saklamak için onu kustuğunu iddia edenler, şarap kelimesiyle ye emrinin kullanılmış olmasını delil olarak göstermektedirler. Bazılarının iddiasına göre ise, bal arısı, çiçeklerde ve yapraklarda dağınık halde bulunan küçük tatlı parçaları (özleri) ağzıyla alır ve bunları yuvasına koyar; nihayet bunlar çok miktarda toplanınca bala dönüşür. Bu görüşü savunanlar, âyetteki "karınlar"ı "ağızlar" olarak tefsir etmektedirler. Balın rengi, bal arısının veya oğul un yaşına veya bal maddesine bağlı olarak değişmekte, kara, sarı ve kırmızı farklı renklerde olabilmektedir. Balın balgam hastalıklarında ve diğer bazı hastalıklarda kendi başına veya başka maddelerle beraber kullanılarak insanlara şifa olduğu bir gerçektir. Zira içinde bal bulunmayan macun, hemen hemen yok gibidir. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre, bir adam Peygamberimize geldi ve: "Benim kardeşim karnından şikâyet ediyor" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "O hastaya bal içir" buyurdu. Adam gitti, sonra yine geldi ve: "Ben ona bal içirdim; ama faydası olmadı" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Haydi git ona bal içir; çünkü Allah doğruyu söylemektedir; senin kardeşinin karnı yalan söylemektedir" dedi. Adam gitti ve yine hastaya bal içirdi; hasta şifa buldu ve bağdan kurtulmuş gibi eski zindeliğine kavuştu. Diğer bir görüşe göre, Kur’ân'da, yahut Allah'ın (celle celâlühü) beyan buyurduğu bal arısının hallerinde, insanlara şifa vardır, demektir. İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "Bal, derde devadır, Kur’ân da, kalplere şifadır. O halde siz iki şifadan ayrılmayın: Bal ve Kur’ân, " C- " Hiç şüphesiz bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır." Zikredilen ilâhî kudretin eserlerinde tefekkür eden bir toplum için, hiç şüphesiz büyük bir ibret vardır. Zira özellikle bal arısının sahip olduğu o ince bilgileri ve uzman mühendislerin bile ancak ince ve hassas âlet ve edevat ile başarabildikleri güzel sanatı ve doğru taksimatları içeren acayip çalışmaları düşünen bir kimse, kesin olarak hükmeder ki, bunları ona ilham eden ve gösteren kaadir ve hakim bir yaratıcı vardır. 70"Sizi ancak Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Sizden kimi de vardır ki, çok şey bildikten sonra hiçbir şey bilmez hale gelsin diye ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz Akah, her şeyi bilendir; her şeye kaadir olandır." A- " Sizi ancak Allah, yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Sizden kimi de vardır ki, çok şey bildikten sonra hiçbir şey bilmez hale gelsin diye ömrün en kötü çağma kadar yaşatılacak." Allah, bundan önce zikredilen suyun, bitkilerin, hayvanların ve bal arısının acayip hallerini zilorettikten sonra burada da, insanın ömür boyu karşılaştığı bazı olağanüstü durumlara ve bu aradaki hârika gelişmelere işaret buyurmaktadır. Âlimler insan ömrünü dört aşamaya ayırmışlardır. Birincisi büyüme ve gelişme çağıdır. İkincisi, idrâk ve gençlik çağıdır. Üçüncüsü az çöküş çağıdır. Buna orta yaşlılık çağı da denikr. Dördüncüsü, büyük çöküş çağıdır. Buna da ihtiyarlık çağı denir, Yani ey insanlar! Sizi ancak Allah (celle celâlühü) yarattı. Sonra üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan iradesinin gerektirdiği ecellerle çocuk olarak, genç olarak ve ihtiyar olarak sizi vefat ettirecek. Sizden kimileri vardır kı, çok şey bildikten sonra hiçbir şey bilmez hale gelsin, yahut bildiği şeyi bilmez hale gelsin, yahut önceleri akıl edebildiği halde akıl edemez hale gelsin diye, ömrünün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, ömrün en rezil çağı, yetmiş beş yaşından sonraki ömürdür. Katâde'n (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, doksan yaşından sonraki ömürdür. Diğer bir görüşe göre ise, doksan beş yaşından sonraki ömürdür. Âyetin metninde "Redd / döndürülmek" fiilinin kullanılması, bu yaşa kadar yaşatılmanm, kuvvetten sonra zafiyete döndürülmeyi anlatmak içindir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Biz kime uzun ömür verirsek, onun gelişmesini tersine çeviririz." (Yâsîn 36/68). Akıl ve güç eksikliğinde çocuğa benzeyen düşkün ihtiyar ömrünün durumundan daha kötüsü yoktur. B- " Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir; her şeye kaadir olandır." Allah (celle celâlühü) her şeyi bildiği için sizin ömürlerinizin miktarını da bilmektedir. Ve O her şeye de kaadirdir. Güçlü ve zinde bir genci aniden öldürmeye de, bir pir-i faniyi uzun süre yaşatmaya da kaadirdir. Bu kelâm şu hakikate dikkat çekmektedir: Ecellerin farklı olması, ancak kaadir ve hakim olan Allah'ın takdiriyledir. Onların bünyelerinin terkibini yapan, mizaçlarını (kan şunlar mı) belli bir nispette düzenleyen O'dur. Eğer bunlar, tabiatların gerekleri olsaydı, bu kadar çok farklılıklar olmazdı. 71"Allah rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Üstün kılınanlar, ellerinin altındakilere verip de, bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Artık Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?" A- " Allah rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kılmıştır.. Üstün kılınanlar, ellerinin altındakilere verip de, bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar." Allah rızkta sizi farklı kılmıştır; ekerinizin altındakilere verdiğinden fazla size rızık vermiştir. Rızık ta başkasından üstün kılınanlar, Allah'ın onlara verdiği rızkı, yaratılış ve rızık verilme vasıflarında ortakları olan ekerinin altındakilere verip de rızkın tasarrufunda ve tedbirinde onları kendilerine eşit duruma getirmezler; Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan ancak az bir şey onlara verirler. Şu halde insan olmak ve Allah (celle celâlühü) tarafından yaratılmış bulunmak vasıflarında kendilerinin ortakları olan o ellerinin altındaki insanlarla, kendilerine mahsus olmayıp fakat kendilerine de, onlara da şâmil olan, sadece istihkakında onlara misal oldukları rızıkta eşit olmaya razı olmayan bu müşriklere ne oluyor ki, ancak Allah'a layık olan, O'nun zatına mahsus bulunan ilâhlık ve mabutlukta, itibar derecesinden bile uzak bulunan bazı yaratılmışları O'na ortak koşuyorlar? Malûm olduğu üzere bu, müşriklerin yaptıklarının son derece çirkin bir şey olduğunu anlatmak için takbih alarak verilen bir temsildir. Nitekim bilâyette şöyle denilmektedir: "Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde, size verdiğimiz rızklarda, birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz derecede sizinle eşit ortaklarınız var mı?" (Rûm 30/28). B- " Artik Allah'ın nimetini, mi inkâr ediyorlar?" Onlar, Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar ki, böyle O'na ortak koşuyorlar? Zira onların tutumları, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine bahşettiği nimetleri ortaklarına izafe etmelerini ve o nimetlerin Allah katından olduklarını inkâr etmelerini gerektirmektedir. Yahut Allah (celle celâlühü) bu üstün hüccetleri kendilerine bahşettikten sonra, bunları inkâr mı ediyorlar? Yahut mânâ şöyledir: Efendiler kendi rızıklarını kölelerine vermiyorlar; onların da, kölelerinin de rızıklarını veren Benim. Şu halde onlar, kölelerine bir şey verdiklerini sanmasınlar. O ancak Benim, efendilerinin eliyle verdiğim rızıktır. Bu itibarla rızıkta hepsi eşittir. Onların kölelerinden bir üstünlüğü yoktur. Onlar bu hakikati niçin anlamıyorlar da, Allah'ın nimetini inkâr ediyorlar? Şu halde bu kelâm, rızıkta üstün kılınanların iddiasını, yahut bu iddiayı bildiren fiillerini reddetmek anlamını ifade etmektedir. Yahut mânâ şöyledir; Rızıkta üstün kılınanlar, üstünlüklerinin bir kısmını kölelerine veriyor değillerdir ki hepsi onda eşit olsunlar... Kaldı kı rızıkta üstün kılınmaları, bakalım, şükür mü ederler, nankörlük mü ederler diye imtihan edilmeleri içindir. Onlar bunu anlamıyorlar mı kı, Allah'ın nimetini inkâr ediyorlar? Sanki şöyle denilmiştir: Onlar Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar kı, kölelerine rızıklarını vermiyorlar? Ebû Zer'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, Resûlüllah'ın, "Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Öyleyse giydiğinizden onları giydirin ve yediğinizden onlara ye dirin" dediğini duyduktan sonra, kölesine kendisinden farksız olarak abasının cinsinden aba giydirdiği ve gömleğinin cinsinden gömlek giydirdiği görülmüştür. 72"Allah, kendilerinizden size eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için çocuklar ve torunlar meydana getirdi ve güzel şeylerden size rızık verdi. Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü, ediyorlar?" A- " Allah, kendilerinizden size eşler yaratti. Eşlerinizden de sizin için çocuklar ve torunlar meydana getirdi ve güzel şeylerden size rızık verdi." Allah (celle celâlühü) sizin cinsinizden size eşler yarattı kı, onlarla ünsiyct bulaşınız; bütün işlerinizi düzene koyasınız ve sizin gibi çocuklarınız olsun. Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü), Havva'yı Âdem'in (aleyhisselâm) eğe kemiğinden yarattı, demektir. Âyette "Eşlerinizden de sizin için çocuklar yarattı" denilmesi, çocukların meşru eşlerden olmasının zorunlu olduğunu ve evliliğin asıl gayesinin çocuk yapmak olduğunu bildirmek içindir. Hafîd, hizmete koşan kişi demektir. Bir görüşe göre ise hafîdler torunlardır. Bir diğer görüşe göre ise hafideler kız çocuklarıdır. Böyle ifade edilmeleri, onların evlere daha mükemmel hizmet verdiklerinden dolayı minnet veçhesini bildirmek içindir. Bir başka görüşe göre ise bunlar, kadının ilk kocasından olan çocuklarıdır. Başka bir görüşe göre de çocuklardır. Buna göre bu atıf, vasıfların farklı olmasından dolayıdır. Onlar kızların kocalarıdır, damatlardır diyenler de vardır. Güzel şeylerden verilen rızık, lezzetk şeylerden, yahut helâl olan şeylerden verilen rızıktır. B- " Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü, ediyorlar?" Hâlâ onlar şanı bu kadar yüce olan Allah'ı inkâr edip de putların, kendilerine fayda vermesi, bahire gibi hayvanların haram olması gibi bâtıl şeylere inanıyorlar? Ve Allah'ın zikredilen nimetleriyle beyanın ihata edemeyeceği diğer nimetlerini inkâr mı ediyorlar? Nitekim onlar bu nimetleri putlara izafe ediyorlar. 73"Müşrikler, Allah'tan başka, kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna güçleri yetmeyen putlara mı tapıyorlar?" Müşrikler, Allah'ın nimetine nankörlük edip de O'ndan başka, kendilerine göklerden yağmur yağdıramayan, yerde bitkiler yetiştiremeyen bir rızka da malik olmaya güçleri yetmeyen putlara mı tapıyorlar? Putların re'sen bunlara güçlen yoktur. Çünkü hareketsiz ve cansızdırlar. Yahut mânâ şöyledir: O kâfirler, canlı olup işleri başarabildikleri halde bu rızıktan bir şeye güçleri yetmemektedir. Şu halde hissiz cansız putlarının buna nasıl güçleri yeter? 74"Ey müşrikler! O halde Allah'a benzerler koşup durmayın! Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir; siz ise bilemezsiniz." A- " Ey müşrikler! O halde Allah'a darb-ı mesel vermeyin, benzerler koşup durmayın!" Burada doğrudan doğruya müşriklere hitap edilmesi, bu yasağın pek ehemmiyetli olduğunu bildirmek içindir. Ortak, koşmamak yerine, darb-ı mesel vermeyin ifadesinin kullanılması, herhangi bir şeyde Allah'a ortak koşmayı yasaklamak kastı içindir. Çünkü darb-ı nıesekn esası, bir hali diğer bir hale, bir kıssayı diğer bir kıssaya teşbih etmektir. Yani hiçbir şeyi Allah'ın şanına teşbih etmeyin! Âyetin ifade tarzı delâlet ediyor ki, bu yasak, Allah (celle celâlühü) tarafından onlara bahşedilen o sayılan nimetlere terettüp etmektedir. Onların ortak koştukları putlar ise, tafslati geçen yaratılma nimeti, rızıkta üstün kılınma nimeti, eşler ve çocuklar nimeti şöyle dursun, göklere yağmur yağdırmaya, yerde bir rızık yetiştırtmeye malik olmaktan bile pek uzak bulunuyorlar, B- " Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir; siz ise bilemezsiniz." Bu cümle mezkûr yasağın illeti ve ondan dolayı ceza vaadidir. Yani Allah (celle celâlühü) sizin yaptıklarınızın ve yapmadıklarınızın hakikatini ve gayet ağır ve çirkin şeyler olduklarım bilir; siz ise bunu bilemezsiniz; bilmiş olsaydınız onları yapmazdınız. Yahut Allah (celle celâlühü) eşyanın hakikatini bilir; sız ise bilemezsiniz. Onun için siz kendi yanlış görüşlerinizi bırakın ve size gelen emirlere ve yasaklara uyun! Şöyle bir mânâ da verilebilir: Siz Allah'a darb-ı mesel vermeyin; şüphesiz O, nasıl misal verdiğinizi bilir, siz bilemezsiniz. Bu yüzden de dalâlet uçurumlarından yuvarlanırsınız. 75"Allah, hiçbir şeye mâlik ve kaadir olmayan memlûk (başkasının malı) bir köle ile tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, gizli açık harcayan kimseyi misal verir. Onlar eşit olurlar mı hiç! Elhamdü lillâh / Allah'a hamdolsun! Hayır, o insanların çoğu bilmiyorlar." A- " Allah, hiçbir şeye mâlik ve kaadir olmayan memlûk (başkasının malı) bir köle ile tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, gizli açık harcayan kimseyi misal verir." Burada Allah (celle celâlühü) bu konuda darb-ı mesekn nasıl verildiğini onlara öğretmektedir. Allah (celle celâlühü) onlara kendi Cenabının hak ile Kendisine ortak koştukları şeylerin halinin birbirinden çok uzak ve birbirlerine zıt olduklarına delil gösterilecek öyle bir şey zikrediyor ki, bu onların irtikap ettiklerinin anlamsız olduğunu açıkça haykırmaktadır. Burada kulun (kölenin) memlûk olarak vasıflandırılması, onu hür insandan temyiz etmek içindir. Çünkü her ikisi de, Allah'ın kullarıdır. Bunda, hepsinin Allah'ın kulları oldukları mânâsı da mündemiçtir. "Hiçbir şeye kaadir olmayan" kaydı da, onu, kısmî tasarruf yetkisi olan mükâteb (belli bir ücret karşılığmda âzât edilmesi için kendisiyle velisi arasında bir anlaşma yapılmış olan) köle ile mezun köleden ayırt edilmesi içindir. Güzel rızık, helâl, hoş rızık demektir, yahut insanlarca güzel ve makbul sayılan rızık demektir. Gizli ve açık harcamaktan murat, her zaman lûtfu ihsan olarak harcamalarda bulunmak ve açıktan yapılan yardımı kabul etmeyenlere de gizlice yardımı etmektir. Yine bu ifadede, Allah'ın (celle celâlühü) gizli ve açık nimetlerinin sınıflarına da işaret vardır. Önce gizli harcamanın zikredilmesi, onun açık harcamadan üstün olduğunu bildirmek içindir. Hiçbir şeye malik ve kaadir olmayan kölenin mukabik olarak "mallara malik olan hür" denilmemiştir. Oysa ki bu Allah'ın hali ile iki kısım insanın halinin tamamen farklı olduğuna daha çok delâlet etmektedir; ama hür insanların da, Allah'a kulluk yularıyla bağlı oldukları, sahip oldukları mallara malik olmalarının ise, kendilerinin etkisiyle değil, sırf Allah'ın onlara rızık vermesiyle olduğu hakikatini tahkik için böyle denilmiştir. Bir de, misalden kastedilen mânânın, yani misal konusu iki insanın halleri arasındaki farkın daha kuvvetli olarak ifade edilmesi içindir. Zîra başkasının mülkü olan köle, malik kul gibi olamayacağına göre, cansız putlar ile bütün kâinatın Mâliki ve âlemlerin Yaratıcısı için başka nasıl bir mukaayese yapılabilirdi ki... B - " Onlar eşit olurlar mı hiç!" Zikredilen sıfatlara sahip olan köleler ile hürler, insan olmak ve Allah tarafından yaratılmış olmak vasıflarında eşit oldukları halde ve hürlerin harcadıkları şeyler, meydana getirilmesi, mal edinilmesi bakımından kendilerinin gerçek mânâda etkisi olmayıp onlara Allah'ın bir vergisi iken, onlar eşit olurlar mı hiç! Onlar eşit olmadıklarına göre, Alemlerin Rabbi hakkındaki nasıl bir düşünceniz var ki, zekilerin de en zelili olan putları O'na ortak koşuyorsunuz? C- " Elhamdü lillâh / Allah'a hamdolsun! Hayır, o insanların çoğu bilmiyorlar." Bütün övgüler Allah'ındır; çünkü nimetler, başka vasıtaların eliyle hâsıl olsa da, şüphesiz bütün nimetlerin, sahibi ancak O'dur. Bu itibarla değil tapılmaya layık olmak, O'nun dışında hiç kimse gerçek anlamda bir övgüye bile layık olamaz. Bu kelâm, bize şu gerçeği irşat etmektedir: Zikredilen kimselerin eliyle gerçekleşen nimetler de, hakikatte Allah'a aittir. Nitekim âyetteki, "bir rızık verdiğimiz..." ifadesinden de bu hakikat anlaşılmaktadır. Hayır, o insanların çoğu, zikredilen hakikati bilmezler ve bundan dolayı da Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerini başkasına izafe ederler ve o nimetler için ona kulluk ederler. "O insanların çoğu bilmiyorlar" denilmesi, bazılarının bunu bildiklerini, fakat inat olarak gereğini yapmadıklarım zımnen bildirmek içindir. Nitekim ileride gelecek 83. âyette, "Onlar Allah'ın nimetini bilirler; sonra da inkâr ederler." denilmektedir. 76"Allah şu iki kişiyi de misal verir. Onlardan biri dilsizdir; hiçbir şeyi beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür. Onu nereye gönderse hiçbir hayır getirmez. Şimdi bu adamla, doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu hiç!" A- " Allah şu iki kişiyi de misal verir. Onlardan biri dilsizdir; hiçbir şeyi beceremez." Allah (celle celâlühü), geçen misalin delâlet ettiği hakikate daha vazıh ve açık delâlet eden başka bir misak de vermektedir. İki kişiden biri anadan doğma dilsizdir; kıt anlayışı ve kötü idrâki yüzünden, ne kendi nefsi için, ne de başkası için kendi kavrayışı ve ferasetıyle hiçbir şeyi beceremez. B- "- Ve efendisinin üstüne bir yüktür." Bundan önce o kişinin mutlak olarak hiçbir gücünün olmadığı zikredildikten sonra bu cümle de, onun kendi nefsinin maslahatlarını düzenleme gücünün olmadığını beyan etmektedir. C- " Onu nereye gönderse hiçbir hayır getirmez." Efendisi, onu ne işe gönderse başaramaz, hiçbir iş beceremez. Bu cümle de, o kişinin, efendisinin en ufak bir işini bile yapmaya muktedir olmadığını beyan etmektedir. D- " Şimdi bu adamla, doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse, eşit olur mu hiç!" Mezkûr kötü vasıflara sahip olan bu adam, mantıklı, fikir, beceri ve rüşte sahip, insanları bütün faziletlerin kaynağı olan adalete teşvik ederek insanlara faydalı olan ve avam olsun, havas olsun, herkese iyiliği ve yararı dokunan, bunun yanı sıra kendisi de doğru yolda yürüyen kimse ile, eşit olur mu hiç! Mezkûr sıfatların mukabili, memuriyet hakkının bile olmamasıdır. Bu iki sıfatın hulâsası da, kâmil bir âmirlik liyakatidir ki, bu, bütün güzellikleri hâiz olmayı gerektirmektedir. Şunu da bil ki, bundan murat, geçmiş misak hikâye etmek değil, fakat misak zikredilenlerle inşa etmektir. Şu da uzak bir ihtimal değildir: Allah (celle celâlühü), iki fırkanın yaratılışını onların vasıflarıyla misal vermektedir. Onların yaratılışı da böyle gerçekleşmiştir. Bundan amaç, onların eşit olmayışlarını, Allah (celle celâlühü) ile onların ortak koştuklarının eşk olmalarının imkânsız olduğuna delil saymaktır. Böylece bu, geçmiş bir misakın hikâye edilmesidir. 77"Şu göklerin ve bu yerin gaiplerini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Kıyamet işi ise, göz açıp kapama gibi veya daha yakındır. Şüphesiz Allah, her şeye kaadirdir." A- Şu göklerin ve bu yerin gaiplerini bilmek ancak Allah'a mahsustur." Yaratılmışların bilgisiyle ilgili meçhulleri; ne müşahede, ne de delil ile bilinmesine imkân bulunmayan gaiplikleri bilmek, ancak Allah'a mahsustur; başkaları ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak bu bilgilere sahip değillerdir. Bundan murat, her şeyin ilim olarak Allah'a mahsus olduğunu beyan etmektir; yoksa yaratılma ve mülk olarak bu ihtisası beyan etmek değildir. Gerçi yaratılma ve mülkiyet itibarıyla da bu, yine Allah'a mahsustur. Bu kelâm zımnen bildiriyor ki, Allah'ın ilmi, huzûrîdir, gaybî değildir. Zira gaiplerin haddi zatında tahakkukları da, Allah'a göre ilimdir. B- " Kıyamet işi ise, göz açıp kapama gibi veya daha yakındır." Göklerin ve yerin bilinmezliği yönünden münakaşalara en çok konu olan, kıyametin süratli gelişi, yahut vuku bulacağı zaman, göklerde ve yerde kıyamet eserlerinin zuhur etmesi gibi konulardır. Çünkü kıyametin bizzat vuku bulması vakti, Allah'a mahsus olan gaipliklerdendir. Bu kanuda açık bilgi yoktur. Zaman itibarıyla göz açıp kapamadan da daha süratli olabilir. Çünkü göz açıp kapama zamanı bize göre oldukça kısa ise de, onun daha da kısa zamanlara bölünmesi mümkündür. Kıyametin geliş sürati ise, başka zamanlara taksimi kabil olmayan bir zamanda gerçekleşir. Çünkü o, hareketin başlamasından ibarettir. Yahut kıyametin gelişinin çok yakın olduğu ifade edilmek üzere "göz açıp kapayacak kadar veya daha da yakın" denmiştir. Hangi mânâya göre olursa olsun, bu, kıyametin süratle gelişi için temsilî bir ifadedir. Nitekim kıyametin gelişinin sürati, bu sûrenin başında "Kıyamet geldi" diye ifade edilmişti. C- "Şüphesiz Allah, her şeye kaadirdir." Allah'ın (celle celâlühü) kıyameti de olabilecek en süratli şekilde getirmeye gücü yeter. Yahut hakikati ve keyfiyeti Allah'a mahsus gaipliklerden olan kıyametin gerçekleşmesi, kâfirlerin inkâr ettikleri ve imkân dahilinde olmadığını iddia ettikleri, dirilerin öldürülmesi ve önceki-sonraki bütün ölülerin dirdtilmesi işinin, süratle halledilmesi ve kolay gerçekleşmesi, bir göz açıp kapamak kadar veya ondan daha da kısadır. Allah (celle celâlühü) her şeye kaadir olduğu gibi elbette buna da kaadirdir. Diğer bir görüşe göre ise, göklerin ve yerin gaipliği, bizzat kıyamet gününün kendisinden ibarettir. Zira kıyamet gününün özel bilgisi Allah'tan başka herkesçe meçhuldür. 78"Ve Allah sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmediğiniz halde çıkarmıştır. Süksedesiniz diye de size kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir." A- " Ve Allah sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmediğiniz halde çıkarmıştır." Bu cümle 72. âyetteki "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı" cümlesine atıf olup onunla beraber tevhit delilleri manzumesine dahildir kı, 65. âyette "Allah, yukarıdan bir su indirdi"; 70. âyette "Allah sizi yarattı"; 71. âyette "Allah kiminizi kiminize üstün kıldı" ifadeleri de bu delillere dahildir. B- " Şükredesiniz diye de size kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir." Allah (celle celâlühü) ilim ve marifetleri tahsil etmek üzere duyu organlarınızı; cüzi şeyleri hissedip kalplerinizle idrâk etmeniz için, beyan buyurduğu müştereklikleri ve farklılıkları anlamanız için, sonuçta sizde kesin ilimlerin hâsıl olmasıyla bu ilimleri kullanarak kesbî ilimleri tahsil imkanı elde etmeniz için, bunları size vermiştir ki, size bahşedilen çeşitli nimetleri anlayıp Allah'a şükredesiniz. Âyette, kulaklar, gözlerden önce zikredilmiş. Çünkü kulak, vahyi telakki yoludur. Yahut kulak idrâki, göz idrâkinden önce hâsıl olduğu içindir.. 79"Gök boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah'tan başkası ratmuyor. Hiç şüphesiz bunda îman edecek bir toplum için açık ibretler vardır." A- " Gök boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşlara bakmıyorlar mı?" Kuşlar, kendileri için yaratılmış olan kanatlar ve uçuşa müsait imkânlarla uçmak için teshir edilmişlerdir. Bu ifade de mübalağa (kuvvetli anlatım) vardır; çünkü teshirin mânâsı, bir şeyi başkasına boyun eğdirmek ve dilediği gibi onda tasarruf edebilecek hale getirmektir. Denizleri, gemileri, hayvanları insana teshir etmek gibi. Buradaki teshir, içinde dilediği gibi uçması için havayı kuşa teshir etmektir. Aslında yer çekimi kanunlarına göre, kuşun tabiatının gereği yere düşmek olduğu halde, Allah o tabiatı uçmaya teshir etmiştir. Bu, uçmanın, kuşun tabiatının gereği olmayıp, Allah'ın teshiriyle olduğuna dikkat çekmektedir. Gök boşluğu / semânın cevvi, yerden ve atmosferden uzak olan boşluktur. Yerden en uzak olan nesne ise Levh-i Mahfuz'dur. B- " Onları Allah'tan başkası tutmuyor." Kuşlar, havada kanatlarını açıp kapatırken (kanat çırparken) ve dururken, onları tutan ancak Allah'ın sınırsız kudretidir. Zira onların cisimlerinin ağırlığı ve havanın kıvamının hafifliği, kuşların yere düşmesini gerektirir. Onların ne üstlerinde bir askı, ne de altlarında bir direk vardır. C- " Hiç şüphesiz bunda îman edecek bir toplum için açık ibretler vardır." Kuşların uçmaya teshir edilmesinde, onların kanatlarının, kuyruklarının hafif yaratılması; cisimlerinin de, kanatlarını ve kuyruklarını açtıklarında ağırlık olarak, aşağıdaki kıvamı ince havayı delemeycek kadar hafifletilmesi, önündeki havaya büyük bir hızla çarptığında onu yaracak şekilde vücudunun dizayn edilmesi suretiyle uçmaya en uygun biçimde yaratılmalarında, hiç şüphesiz îman edecek bir toplum için açık ibretler vardır. Bu ibretler, îman edecek bir topluma tahsis edilmiştir, çünkü bundan faydalanacak olan onlardır. 80"Allah, evlerinizi sizin için bir mesken kıldı ve sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, hafif bulduğunuz evler, yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir zamânâ değin bir ev eşyası ve bir faydalı mal kılmıştır." Allah taştan ve çamurdan bina ettiğiniz evlerinizi, ikamet zamanlarında barınacağınız sabit meskenler kıldı; bunlarda huzur ve sükûn buluyorsunuz. Sizin için davar derilerinden de o malûm evlerinizden farklı evler kıldı ki, bunlar da büyüklü küçüklü çadır çeşitleridir. Gerek göçerken, söküp yüklemekte ve taşımakta, gerekse konaklarken indirip kurmakta sız bu çadır evleri hafif ve kolayca kullanırsınız. Koyun yünlerinden, deve yapağılarından ve keçi kıllarından da, ihtiyacınızı karşılayacak, eskiyip çürümeye yüz tutuncaya, yahut siz ölünceye kadar kullanabileceğiniz ev eşyası ve faydalanacağınız mallar yaparsınız. 81"Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi birbirinizin darbelerinden koruyacak zırhlar yarattı. İşte itâatli olmanız için Allah nimetini size böyle tamamlamaktadır. A- " Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı." Allah (celle celâlühü), sizin hiçbir katkınız olmaksızın sizin için bulutlar, ağaçlar, dağlar ve diğerleri gibi gölgelikler yarattı; siz sıcaktan korunmak için bunların gölgesinden faydalanıyorsunuz. Allah (celle celâlühü) bunu da minnet saymış, çünkü özellikle, o diyarlar çok sıcaktır. B- " Dağlarda da sizin için barınaklar yaratti." Allah (celle celâlühü) dağlarda da sizin için mağaralar, oyuklar ve dehlizler, barınacağınız yerler meydana getirdi. C- " Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi birbırınizın darbelerinden koruyacak zırhlar yaratti." Allah (celle celâlühü) sizi sıcaktan soğuktan koruyacak elbiseler yapmak üzere pamuk, keten, yün ve diğer maddeleri yarattı.. Âyette, yalnız sıcağın zikredilmesi, iki zıttan birinin zikredilmesiyle diğerinin de kastedilmesi kabilindendir. Ya da o diyarlar sıcak olduğundan dolayı, onlar için asıl önemli olan şeyin sıcaktan korunmak olduğundan sadece sıcakla iktifa edilmiştir. Ve savaşta sizi kıkçlarm darbesinden ve mızrakların vuruşundan meydana gelebilecek yaralardan koruyacak zırhlar ve miğferler yapacacağınız madenler yarattı. Allah (celle celâlühü) hepimizin Kendisine karşı minnet borçlu olduğumuzu bu âyette beyan buyurmaktadır. Nitekim herkese bahşettiği bütün nimetlerini zikretmektedir. Önce 80. âyette, "Evlerinizi sizin için bir mesken kıldı..." buyurarak mukimlere mahsus olan nimetlerini zikretmiştir. Sonra davar derilerini kullanabileceğimizi anlatarak, çadır ve benzeri şeyleri temin etmeye gücü yeten misafirlere mahsus olan nimetini zikretmiştir. Sonra da buna muktedir olmayan ve ancak tabu gölgelerden faydalanabildi bütün insanlara şâmil olan nimetini, ardından da herkes için barışta ve savaşta gerekli olan nimetlerini zikretmiştir. Bundan sonra şöyle demektedir: D- " İşte itâatli olmanız için Allah nimetini size böyle tamamlamaktadır." Size bolca bahşedilen zahirî, bâtınî, enfüsî ve âfâkî nimetlere bakıp da, onları size bahşedenin hakkını tanımanız, neticede yalnız O'na inanmanız, O'na ortak koştuklarınızı bırakmanız ve O'nun emrine boyun eğmeniz için, yahut azaptan veya şirkten kurtulmanız için, bir görüşe göre de, zırhları giymekle yaralanmaktan kurtulmanız için, işte Allah nimetini böyle tamamlamaktadır. 82"Ey Resûlüm! Yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğden ibarettir." Burada hitabın onlardan çevrilip Resûlüllah'a yöneltilmesi, kendisini teselli içindir. Yani eğer onlar İslâm dininden yüz çevirirlerse ve onlara verilen delilleri, ibretleri ve öğütleri kabul etmezlerse, artik senin tarafında bir taksirat kalmaz; çünkü senin vazifen, açıklayıcı tebliğden ibarettir ve sen bunu gerçekten fazlasıyla yaptın. 83"Onlar Allah'ın nimetini bilirler; sonra da onu inkâr ederler. Zaten onların çoğu kâfirdir." Bu kelâm beyan ediyor ki, onların İslâm dininden yüz çevirmeleri, asla Allah'ın sayılan nimetlerini bilmemelerinden değildir. Zira onlar, o nimetleri bilirler ve onların Allah'tan (celle celâlühü) olduğunu da kabul ederler; ama sonra da kendi fiilleriyle, yani o nimetleri verenden başkasına tapmakla veya "Bu, ilâhlarımızın şefaatiyledir" veya "şu sebepledir" demelde Allah'ın nimetini inkâr ederler. Bir görüşe göre de, Allah'ın nimeti, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğıdır. Onlar, oğullarını tanıdıkları gibi, onun peygamberliğini mucizelerle bilekler; sonra da inat olarak onu inkâr ettiler. Burada bilmek ve inkâr etmek fiillerinin mutlak olarak bütün müşriklere isnat edilmesi, bir kavmin bazısının halinin, hepsine isnat edilmesi kabilindendir. Tıpkı "Filanoğulları falanı öldürdüler" denmesi gibi. Oysa katıl, ancak onlardan bir kışıdır. Zira müşriklerin bir kısmı böyle değildir. Âyette de: "Zaten Onların çoğu, kâfirdir", denilmektedir. Yani onların çoğu, kalpleriyle inkâr etmektedirler; zikredilenleri kabul etmemektedırler. Kemiyet olarak kemali bildiren onlar hakkındaki mutlak küfür hükmü, birinci, fırkanın keyfiyet olarak kemaline ters düşmez. "Onların çoğu" ifadesinin izahı olarak şöyle de denilmiştir: Onların bazısı, akıllarının noksanlığı veya ibret gözüyle bakmakta kusur etmeleri yüzünden Allah'ın nimetini bilmediler. Yahut mükellefiyet çağına erişmedikleri için onların aleyhinde hüccet sabit olmamıştır. 84"O gün, her ümmetten bir şahit (peygamber) getireceğiz. Sonra kâfirlere özür için izin verilmeyecek, Rablerini razı etmeleri de istenmeyecektir." Bu getirilecek şahit, her ümmetin kendi peygamberidir. Her peygamber, kendi ümmetinin îmanı, itaati, küfür ve isyanı hakkında şâhitlik edecektir. Sonra kâfirlere özür için izin verilmeyecek; çünkü onların haklı bir özrü yoktur. Kâfirlerin bu hali, kendilerine "Alçaldıkça alçalın orada! Artık Bana karsı konuşmayın!" (Mü'minûn 23/108) denileceği zamandır. Bu hal, onlar için peygamberlerinin, onların aleyhinde şâhitlik etmesinden de daha ağırdır. Ve o kâfirlerden, Rablerini razı etmeleri de istenmeyecektir; onlara, "Rabbinizi razı edin" denmeyecektır. Çünkü âhiret, amel yurdu değil, ceza ve mükâfat yurdudur. 85"O zâlimler, azabı gördüklerinde, artık azap onlardan hafifletilmeyecek, onlara mühlet de verilmeyecektir." Zâlimler, kendi zulümleriyle hak ettikleri Cehennem azabını gördüklerinde, artık o azap kendilerinden hafifletilmeyecek ve onlara yeniden herhangi bir mühlet: de verilmeyecektir. Nitekim diğer bir âyette de, "Aksine kıyamet kendilerine öyle ani gelir ki, onları şaşırtır." (Enbiyâ 2140) denilmektedir. 86"Allah'a ortak koşanlar, ortaklarını gördükleri zaman derler ki, Rabbimiz! îşte bunlar, Senden başka tapmış olduğumuz ortaklarımızdır. Onlar da bunlara, siz hiç şüphesiz yalancılarsınız, diye söz atarlar." Allah'a ortak koşanlar, dünyada yalvardıkları putları, yahut onları küfre sevk etmelde küfürde ortak oldukları, azgınlık ve dalâlette arkadaş bulundukları şeytanları gördükleri zaman derler ki: "işte bunlar, Senden başka tapmış olduğumuz, itaat ettiğimiz ortaklarımızdır." Onlar, azabın o taptıkları putlarla kendileri arasında pay edilmesi umuduyla bunu söylüyorlar. Fakat ortakları bunlara, "siz hiç şüphesiz yalancılarsınız" diyerek onları hayal kırıklığına uğratıyorlar ve hiç de suçu üstlenmiyorlar. İşte bunu duyduklarında, kendilerini tekzip etmelerini, müdafaa etmelerini, dolayısıyla azaptan kurtulmalarını beklerken bu acı gerçekle karşılaşırlar. Onlar, putlara taptıkları ve onlara itaat ettikleri halde putlar, kendilerini yalancı olarak nitelemişlerdir. Çünkü putlar, onların kendilerine tapmalarına razı değillerdi. Şu halde onların tapmaları, meleklerin, "Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı." (Sebe' 34/41) âyetinde dendiği gibi putlara değil cinlere idi. Yani putlar, onların bize tapmalarına biz razı olmadık, buna razı olan cinlerdir, demek istiyorlardı. Yahut putlar, Allah'ı (celle celâlühü) tenzih etmek için, kendilerini ortaklar ve İlahlar olarak vasıflandırılmalarmı tekzip ederler. Şeytanlar da, onların, kendilerine tapmalarına razı iseler de, ancak onları buna icbar etmemişlerdir. Nitekim İblis diyor ki: " Zaten, benim, size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım; sız de benim davetime hemen uydunuz" (İbrâhîm 14/22). Demek istiyor ki, siz hakikatte bize tapmadınız; ancak kendi hava ve heveslerinize taptınız. 87"O gün müşrikler, Allah'a teslimiyet arz edecekler. Uydurdukları o İlahlar ise, ortadan kaybolmuştur." Dünyada kibirlilik taslayanlar, o gün Allah'ın üstün ve galip hükmüne teskmiyet ve itaat gösterecekler ve onların, Allah'ın ortakları olduğuna, onların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine dâir uydurdukları, bâtıl olup ortadan kaybolacaktır. Bu, koştukları ortakların, kendilerini tekzip edip onlarla ilgileri olmadığını söyledikleri zamandır. 88"İnkâr edip de insanları Allah yolundan alıkoyanlar vok mu, işte onlara, yapmakta olduklara bozgunculuktan dolayı azaplarım kat kat arttıracağız." Kendileri küfre gittikleri gibi bir de, başkasının Müslüman olmasına engel olup onları küfre sevk edenler yok mu, onlara, kendi küfürleriyle hak ettikleri azaba bir azap daha katacağız. Bu ilâve azap konusunda denilmiştir ki, develer, katırlar ve yılanlar büyüklüğünde akrepler onları sokacaklar ve sokulan, kırk sene bunun sıtmasında kalacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, onlar ateşten çıkarılıp Zemherıre atılacaklar. O zaman şiddetli soğuktan, hemen ateşe götürülmelerini isteyecekler. Onların sürekli bozgunculukları, mezkûr alıkoymalarıdır. 89"O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit çıkaracağız. Ey Resûlüm! Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Her şey için mükemmel bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak bu Kitabı parça parça sana indirdik." A- " O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit çıkaracağız. Ey Resûlüm! Sem de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz." Bu kelâm, tehdidi katlamak için geçen kelâmın tekrarıdır. Bu ifade tarzından anlaşılıyor ki, peygamberlerin, kendi ümmetleri hakkındaki şahitlikleri, onların huzurunda cereyan edecektir. Peygamberlerin bu şahitliği, onların mazeretlerini kesmek içindir. Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şâhitliği ise, hem o ümmetler, hem de şahitleri hakkında olacaktır. Nitekim bir başka âyette şöyle denilmektedir: "Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman onların halleri nice olacak?" (Nısâ 4/41). Diğer bir görüşe göre ise, "seni de kendi ümmetine şahit olarak göstereceğiz" demektir. Âyette zikredilen günden murat, kıyamet günüdür. B- " Her şey için mükemmel bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak bu Kitabı parça parça sana indirdik." Din işleriyle ilgili her şey için ve ezcümle ümmetlerin, peygamberleri ile olan halleri için, yine bu âyet-i kerimede bildirildiği gibi şahitlerin getirilmesi ve Peygamberimizin de hepsine şahit olarak getirilmesi konusu için mükemmel bir açıklama, âlemler için bir hidâyet ve rahmet kaynağı -zira kâfirlerin bu Kitabın eserlerinin ganimetlerinden mahrum kalmaları Kitaptan değil, onların taksiratından kaynaklanmaktadır- ve özellikle Müslümanlar için bir müjde olarak bu mükemmel Kitabı parça parça sana indirmiş bulunuyoruz. Şu halde bu âyet de Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), hepsine şahit olacağı konusunda bir delil gibidir. Kur’ân'ın bütün din işleri için bir açıklama olması, bazıları hakkında Kur’ân'da nas bulunması bazısını da sünnete havale etmesi itibarıyladır. Nitekim Kur’ân, Peygamberimize uymayı, ona itaat etmeyi emretmektedir. Ve Kur’ân'da Peygamberimiz hakkında, "O, havadan (arzusuna göre) konuşmaz" (Necm 53/3) denilmektedir. Yine Kur’ân'da icmaa teşvik vardır. Ve peygamberimiz ümmetinin, kendi ashabına uymasından hoşnut olacağını bildirmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Benim ashabım, yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız, hidâyete erışksi-niz." Ashab (radıyallahü anh) da, içtihat etmişler ve içtihat yollarını göstermişlerdir. Bu itibarla Sünnet, İcmâ ve Kıyas da, Kur’ânin açıklamasına ıstinadenciır. Kur’ân'da bazı kapalı ifadelerin bulunması, onun mükemmel bir açıklama olmasına zarar vermez. Çünkü bu mükemmeliyet, keyfiyet itibarıyla değil, kemiyet itibarıyladır. Nitekim, "Zaten Ben, kullara zallâm (çok zulmedici) değilim.." (Kaf 50/29) âyetinin tefsirinde de şöyle denilmiştir, Bu, ifade de, filan adam, kölesine zâlimdir; kölelerine de zallamdır, denilmesi kabilindendir. "(Yani çoğul için mübalağa kipi kullanılmaktadır. Yoksa çok zulmedici anlamında değildir.) 90"Muhakkak ki, Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emretmekte; çirkin işleri, kötülük ve azgınlığı da yasaklamaktadır. O, tutasınız diye size öğüt vermektedir." A- " Muhakkak ki, Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emretmekte; çirkin işleri, kötülük ve azgınlığı da yasaklamaktadır." Allah (celle celâlühü), hidâyet ve rahmet olarak ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdiği Kur’ân'da adaleti, yani ifrat ile tefrit arasındaki orta yolu emretmektedir. Adalet, bütün faziletlerin başı olup şu meziyetleri kapsamaktadır: Akıl ve meleke kuvvetinin fazileti olan, hürriyet ile ahmaklık arasında bulunan orta hikmet. Hayvanî şehvet kuvvetinin fazileti olan, hayasızlık ile şehvet sönüklüğü arasında bulunan iffet. Yırtıcı öfke kuvvetinin fazileti olan, tehevvür ve korkaklık arasında bulunan şecaat (cesaret). İtikat (inanç) hikmeti olan, ateizm ile şirk atasında bulunan tevhid. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Adalet, tevhidin kendisidir." Yine inanç hikmeti olan, cebir (insanın belirlenmış kadere mecbur olduğu fileri) ile kader (insanın kendi kaderini kendisinin belirlediği fikri) arasında bulunan kesbi (iktisap hürriyeti filerini) kabul etmek. Ameli hikmet olan, ibadetsizlik ile ruhbanlık (ibadetin dışında bir işle meşgul olmamak) arasında bulunan vaciplerin edası ile ibadet etmek. Ahlakî hikmet olan, cimrilik ile israf arasında bulunan cömertlik. İhsan, emredilen işi layıkıyla yerine getirmektir. Bu da kemiyet (sayı) itibarıyla olabilir. Nafileleri eda etmek gibi. Yahut keyfiyet itibarıyla olur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buna işaretle şöyle buyurmuştur: "İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmendir. Zira sen O'nu gör emiyor s an, O, seni şüphesiz görmektedir." Akrabaya yardım etmek, onların muhtaç oldukları şeyleri kendilerine vermektir. Âyetteki bu ifade, önemine binaen, genelden sonra hususi olanı zikretmek kabilindendir. Fuhuş, ifrat derecesinde şehvet kuvvetine bağlılıktir. Zina gibi. Münker, şer'an veya aklen yasak olan, öfke kuvvetinin eserlerini ifrat derecesinde göstermektir. Bağy, insanlara karşı üstünlük taslamak, azgınlık ve tahakküm etmektir. Bu da, şeytanî ve vehmî kuvvetin eserlerinden olup yukarıda zikredilen şehvet ve öfke kuvvetlerinin rezaletlerinden hâsıl olmaktadır. İnsanlarda ne kadar şer varsa, mutlaka bu kısımlara dahil olup bu üç kuvvet (şeytanî vehim, şehvet, öfke) vasıtasıyla sâdır olmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh): "Bu âyet, Kur’ân'da hayırları ve serleri en çok toplamış olan âyettir. Eğer Kur’ân'da bu âyetten başka bir şey olmasaydı, hidâyet ve rahmet olma hususunda her şeyin mükemmel açıklanması, İçin bu âyet yeterli sayılırdı" demektedir. B- " O, tutasınız diye size öğüt vermektedir." Allah (celle celâlühü) sizin öğüt almanızı ve aldığınız öğütleri tutarak emir ve yasaklara uymanızı istediği için, size öğüt vermektedir. 91"Ahit verdiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı pek İyi bilir." Bu ahit, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen biattir. Zira bu biat, aslında Allah (celle celâlühü) ile biadeşmektir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler." (Fetih 48/10) Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiğiniz ahdin ve biatin, hükümlerini yerine getiriniz ve muahede sırasında, Allah'ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten sonra, ettiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah (celle celâlühü) verdiğiniz ahdi ve yemininizi bozmanızı gayet iyi bilmektedir ve bunun karşılığım size verecektir. 92"İpliğini iyice büküp egirdikten sonra onu söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir toplum diğer bir toplumdan daha güçlü olduğu için yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinmeyin. Allah, bununla sizi ancak imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde hiç şüphesiz size açıklayacaktır." A- " İpliğini iyice büküp eğir dikten sonra onu söküp bozan kadın gibi olmayın." Siz yemininizi bozmak hususunda ipliğini iyice büküp eğirdikten, onu muhkemleştiren, fakat daha sonra onu söküp bozan şapşal ve bunak kadın gibi hareket etmeyin, Deniliyor ki, bu kadın Rayta binti Sa'd b. Temim adındaki kadındır. Bu şapşal kadın, bir arşın uzunluğunda bir ip bükme aleti (kirman), bir parmak uzunluğunda bir iğ ve ona göre büyük bir ağırşak hazırlayıp cariyeleriyle birlikte sabahtan öğleye kadar ip büküyormuş; sonra cariyelerine emir verip bütün büktüklerini onlara söktürüyormuş. B- " Bir toplum diğer bir toplumdan daha güçlü olduğu için yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinmeyin." Siz de böyle ahmak bir kadına benzeyerek yeminlerinizi aranızda fesat vesilesi yapmayın; sayıca ve malca çokluğunuz ve onların azlığı yüzünden, yahut anlaşmak olduğunuz toplumun düşmanlarının çokluğu ve kuvveti için haksizlik etmeyin; Kureyş'in yaptığı gibi yapmayın. Nitekim Kureyş, anlaşmak olduğu toplumun düşmanlarında üstünlük gördüğü zaman, atiklerini bozup onların düşmanlarıyla muahede yapardı. C- " Allah, bununla sizi ancak imtihan etmektedir." Allah size bu şekilde bir imtihan, bir sınama muamelesi yapıyor ki, bakalım, Allah'a verdiğiniz ahde ve Resûlüllah'a ettiğiniz biate vefa gösterecek misiniz, yoksa Kureyş'in çokluğuna, gücüne, görünüşe bakarak mü’minlerin azlığma ve zafiyetine aklanacak mısınız? D- "Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde hiç şüphesiz size açıklayacaktır." Allah (celle celâlühü) kıyamet günü sizin amellerinizin karşılığı olan mükafat ve cezayı verirken bu ihtilâfınızda kimin haklı, kimin haksız olduğunu size açıklayacaktır. 93"Allah, dileseydi, sizi elbette tek bir ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır; dilediğini de hidâyete erdirir. Zaten yaptıklarınızdan hiç şüphesiz sorumlu tutulacaksınız." Eğer Allah (celle celâlühü) zorlama ve icbar etmeyi dilemiş olsaydı, sizi İslâm dini üzerinde ittifak etmiş bir tek ümmet kılardı. Fakat Allah (celle celâlühü) bunu dilememistir. Çünkü böyle olması, hikmet kuralına ters düşer. O cüzi ihtiyarın olumsuz kullanılması durumunda dilediği kimsede dalâlet yaratır ve yine cüz'î ihtiyarını olumlu tahsil edilmesi halinde de dilediğini hidâyete erdirir. Zaten siz hepiniz kıyamet günü, dünyada yaptıklarınızdan hiç şüphesiz sorumlu tutulacaksınız. Bu âyet hidâyet ve dalâlet çarkının, üzerinde, döndüğü şahsî gayrete işaret etmektedir. 94"Yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinmeyin; aksi halde bir ayak, yere sağlam bastıktan sonra kayabilir. Allah yolundan alıkoyduğunuz için de kötülüğü tadarsınız ve pek büyük azap sizin olur." A- " Yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinmeyin." Bu âyet, geçen âyette zımnen ifade edilen hususu sarahaten belirtmektedir. Bundan amaç, yasaklanan şeyin çirkinliğini pek kuvvetlice beyan etmek ve bundan sonraki konuya hazırlık yapmaktır. B- "Aksı halde bir ayak, yere sağlam bastıktan sonra kayabilir." Aksı takdirde bir kimse, îman etmekle hakta sabit kadem olduktan sonra ayağı hak yolundan kayabilir. C- "Allah yolundan alıkoyduğunuz için de kötülüğü tadarsınız ve pek büyük azap sizin olur." Sız, başkalarını Allah (celle celâlühü) yolundan, ahde vefa ve îman yolundan alıkoyduğunuz için de dünyevî azabı tadarsınız; çünkü biati bozup dinden dönen kimse, bunu başkasına da yol yapmış olur. 95"Allah'a olan ahdi az bir bahaya satmayın. Eğer anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır, " A- " Allah'a olan ahdi az bir bahaya satmayın." Bu, Kureyş'in, Müslümanların malî durumunu zayıf görüp islâm dininden dönmeleri için onlara teklif ettikleri dünyalıktır. B- " Eğer anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan sızın için daha hayırlıdır." Siz gerçekten ilim ve temyiz ehli iseniz, Allah (celle celâlühü) katındaki inayet, nimet ve uhrevî mükâfat sizin için daha hayırlıdır. Bu cümle, mezkûr yasağın tahkik yoluyla illetidir. Nitekim bundan sonraki cümle de, daha hayırlı olmasının ılletidir. 96"Sizin yanınızdaki her şey tükenir; Allah katındakiler ise bakidir. Ant olsun ki, sabredenleri, yapmakta olduklarının en güzeliyle mutlaka mükâfatlandıracağız." A- " Sizin yanınızdaki her şey tükenir; Allah katındakiler ise bakidir." Sizin faydalandığınız dünya nimetleri ne kadar büyük olursa olsun, sayıları ne kadar fazla olursa olsun ve süreleri de ne kadar uzun olursa olsun, dünyadaki bütün varlıklarla birlikte tükenecektir. Allah'ın hazinesmdekı dünyevi ve uhrevî rahmeti ise bakidir, uhrevî olan rahmetin bakı olması zahirdir. Dünyevîsi de, uhrevîsi ile bağlantık olup onu gerektirdiğinden, o da bâld olanlara dahil olmaktadır. B- " Ant olsun ki, sabredenleri, yapmakta olduklarının en güzeliyle mutlaka mükâfatlandıracağız." Bu kelâm da, "Şüphesiz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır" kelâmından anlaşılan vaadin yemink tekit ile tekrarıdır. Bu, dinde sebat etmeye ziyadesiyle teşvik içindir. Ant olsun kı, müşriklerin eziyetine, islâm uğrunda maruz kaldıkları meşakkatlere ve ezcümle ahitlere vefaya ve yoksulluğa sabreden Müslümanları mezkûr sabırlarından dolayı mutlaka mükâfa dan duracağız. Burada "en güzeliyle" ifadesinin kullanılması, onun güzelliğının mükemmeliyetini bildirmek içindir. Nitekim "ve âhiret sevabının güzelliğini verdi." (Al-i İmrân 3/148) âyeti de bu kabildendir. Yoksa anılan ifade, onun güzelinin mükâfatının verilmeyeceği, yalnız en güzelinın mükâfatının verileceği anlamında değildir. Zira bu mânâ, hiç kimsenin aklına bile gelmez. Yani Biz, onların mükâfatını amellerinin en üstün kısımlarına, göre vereceğiz; mezkûr amellerinin asgarisi için de en mükemmeknin karşılığı olan bol mükâfatı vereceğiz; yoksa mükâfatları, güzellik mertebelerine göre, yani güzeline güzel mükâfat, en güzeline de en güzel mükâfat vereceğiz, demek değildir. Bu kelâm, güzel bir taahhüdü, sabır sırasında olabilecek bazı şikâyetlerin affedileceğinin, onların da güzel sabır sayılacağının taahhüdünü açık olarak ifade etmektedir. Yahut Biz onları, amellerinin en güzeliyle mükâfatlandıracağız, demektir. Burada amllerin en güz ehni, vacip ve menduplar gibi yapılması tercih edilen veya haramlar ve mekruhlar gibi yapılmaması istenen amellerle tefsir etmeye ve bunu, ceza ve mükâfatın asıl sebebinin bu ameller olduğu, yoksa mubahlar gibi fiili ve terki eşit olanlar olmadığı gerekçesiyle izah etmek mümkün değildir. Çünkü, onların üzerinde bulundukları hususi güzel ameller üzerinde sebat etmeye ve semerelerini tahsil etmeye kendilerini teşvik etmek makamı buna müsait değildir. Aksine onların bazı amellerim mükâfat sebebi olmaktan çıkarmak, rahmetin çemberini genişletmek makamında, onu sınırlamak kabilinden olur. 97"Erkekten veya kadından kim mü’min olarak iyi amel işlerse, Biz de hiç şüphesiz onu güzel bir hayat ile yaşatırız ve mükâfatlarını, hiç şüphesiz yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz." Bundan önce mü'minlerden bir taife, üzerinde bulundukları hususi birtakım iyi ameller üzerinde sebata teşvik edildikten sonra burada da mü'minlerin hepsi bütün iyi amellere teşvik edilmektedir. Bu, büyük mükâfatların o mü’minlere ve onların mezkûr amellerine mahsus olduğu vehmim ortadan kaldırmak içindir. Yani hangi amel olursa olsun, erkekten veya kadından kim, mü’min olarak iyi amel işlerse, Biz de hiç şüphesiz onu güzel bir hayat ile yaşatırız. "Erkekten veya kadından" denilmesi, hepsine şümulünü kuvvetle beyan etmek içimdir. "Mü’min olarak" denilmesi, mükâfata hak kazanılmasında veya azabın hafifletilmesinde kâfirlerin amellerine itibar edilmemesindendir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Onların yaptıkları her biri işi ele alırız da, onu saçılmış zerreler haline getiririz." (Furkan 25/23). Yahut sâlih amel işleyenin dünyada güzel bir hayat ile yaşatılması, eğer zengin ise, zahirdir, eğer fakir ise, kanaat ile kısmetine razı olmak ve uhrevî mükâfatı beklemekle hayati mutlu olur. Tıpkı oruçlu bir kimsenin, gece nimetlerini düşünmekle gündüzleri de mutlu oknası gibi. Günahkâr ise bu mutluluktan mahrumdur. Çünkü günahkâr fakir ise bu gayet açıktır; eğer zengin ise, ihtirası ve zenginliğin elden gitmesi endişesi, hayatından tat almasına imkân vermez, Ve âhirette de mezkûr sabredenler için yaptığımız gibi, mükâfatlarını hiç şüphesiz yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz. Şu halde bu cümlede, mânâ itibarıyla tekrar şaibesi yoktur. 98"Ey Resûlüm, Kur’ân okuduğun zaman, Allah'ın rahmetinde kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!" Netice olarak, mezkûr mükâfatın, iyi ve güzel amele bağlı olduğu anlaşiknca, bu kelâmda da, iyi ameli güzelleştiren ve fesat şaibesinden kurtaran şey gösterilmektedir. Burada Kur’ân okumaktann murat, onu okumak istemektir. Bu şekilde sebep olunan şeyin sebeple ifade edilmesinden murat, okumaya bitişik olan irade olduğunu bildirmek içindir. Yani ey Resûlüm! Kur’ân okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş o şeytanın vesvesesinden ve hatıra getireceği şeylerden seni korumasını Allah'tan (celle celâlühü) dile ki, okuma sırasında sana vesvese vermesin. Zira şeytanın böyle bir girişimi vardır. Nitekim Allah (celle celâlühü) bir âyette buyuruyor ki; "Ey Resûlüm! Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de insanî arzular katmaya kalkışmasın!" (Hac 22/52). Burada hitabın Resûlüllah'a tevcih edilmesi ve iyi ameller içinden, okunmak istendiği zaman, istiâzenin (sığınmanın) Kur’ân kıraatine tahsis edilmesi, bunun Resûlüllah'tan başkası için ve diğer iyi amellerde daha önemli olduğuna dikkat çekmek içindir. Zira ne önünden, ne de arkasından bâtılın yaklaşmadığı Resûlüllah, Kur’ân okurken kendisine bu emredildiğine göre, başkası için ve diğer amellerde bu işin ne kadar gerekli olduğunu varın siz hesap edin! Kur’ân okurken isüâze emri, mendubiyet ifade etmektedir. Cumhûrun görüşü de budur. Ata'ya göre ise bu emir, vücup ifade etmektedir. Ebû Hüreyre ile İmam Mâlik, İbni Şîrîn, Davud ve kurralardan Hamza, âyetin zahirine göre hükmederek, kıraatten sonra istiâzede bulunmuşlardır. İbn-i Mes’ûd: " Ben Resûlüllah'ın huzurunda Kur’ân okurken’eûzü bissemî'ıl-alîmi mıneşşeytaankracîm / kovulmuş şeytandan her şeyi işitene ve bilene sığınırım' dedim. Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdu: - Eûzü billahi mineşşeytaanırracîm / kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım, de. Cebrâîl kalemden levh-i mahfuzdan bana böyle okuttu." 99"Şu muhakkak ki: îman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenlere onun hiçbir hükmü yoktur." İman edip de, bütün işlerini Allah'a havale edenlere; şeytanın tasallutu ve hâkimiyeti yoktur. Zira şeytanın vesvesesi onları etkilemez ve onun daveti, onlardan cevap bulmaz. Bu cümle istiâze emrinin, yahut onun kastedilen cevabının, yani "O, seni korur" gibi bir gizli cümlenin illetidir. 100"Onun hükmü, ancak onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." Şeytanın, icabet gerektirebilen daveti ile olan tasallutu ve velayeti demektir; yoksa zorlama ve icbar ile olan tasallutu ve velayeti demek, değildir; çünkü bu, her iki fırka (hak ile batıl fırkaları) için de söz konusu değildir. Nitekim Allah (celle celâlühü) şeytanın söylediklerini şöyle hikâye etmektedir: "Benim sizin üzerinizde bir hükmüm yoktu. Yalnız sizi davet ettim, siz de icabet ettiniz" (İbrâhîm 14/22). Zaten Allah "onu dost edinenler üzerindedir" buyurmakla bunu açıklamaktadır. Yani şeytanın hükmü, ancak "onu dost edinenler, dost edinip dâvetine icabet edenler ve ona itaat edenler üzerindedir. Zira icbar edden kimse, bu durumdan uzaktır. Ayrıca şeytanın hükmü, kendisini dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir. Bu, şeytan sebebiyle ortak koşanlar de mektir. Zira onları Allah'a ortak koşmaya sevk eden şeytandır. Bu âyetten önce mütevekkil mü’minlere şeytanın hükmünün olmadığı zikredildikten sonra burada da onun hükmünün müşrik dostlarına mahsus olduğunun zikredilmesi, Allah'a tevekkül hak ile şeytan dostluğu hak arasında mefhum olarak olabilse bile, gerçekte bir orta hal olmadığına ve Allah'a tevekkül etmeyen kimsenin, farkında olmadan şeytanın dostları zümresine dahil olduğuna delildir. Zira bundan önceki illet, bu âyet ile tamamlanmaktadır. Bu itibarla âyet, tevekküle ve zıddından kaçınmaya ziyadesiyle teşvik etmektedir. 101"Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zamanki Allah neyi tedricen indireceğini en iyi bilendir- müşrikler, Sen ancak bir iftiracısın, dediler. Hayır! Onların çoğu bilmezler." Biz, Kur’ân'dan bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz, bir âyeti diğer bir âyet ile neshettiğimiz zaman -ki Allah (celle celâlühü), neyi evvel, neyi sonra indireceğini ve hepsinin de hikmet ve maslahatın gereği olarak indiklerini en iyi bilendir. Zira her vaktin gereği, diğer vaktin gereğinden farklıdır. Nitekim nice maslahatlar vardir kı, başka bir vakitte tersine dönüşür. Çünkü maslahatları gerektiren sebepler değişmektedir. Ve şer'î hükümler de ancak, dünyevî ve uhrevî maslahatlar içindir; maslahatlara bağlı olarak döner- neshin hikmetim bilmeyen cahil kâfirler: "Sen ancak bir iftiracısın; Allah adına uyduruyorsun; önce bir şeyi emrediyorsun; sonra fikrin değişiyor, onu yasaklıyorsun" dediler. Burada müşriklerin bu sözünü hikâye etmek, o küfrün, şeytanın dürtülerinden kaynaklandığını ve onların şeytanın dostları olduklarını zımnen bildirmek içindir. Hayır! Onların çoğu; hiçbir şey bilmezler. Ya da nesihte üstün hikmetler olduğunu bilmezler. Bu hüküm, onların çoğuna isnat edilmiş, çünkü onların bazıları bunu bil dilden halde inat olarak inkâr ederler. 102"Ey Resûlüm! De ki, îman edenlere sebat vermek, Müslümanlara hidâyet kaynağı ve müjde olmak üzere Rûhulkudüs (Mukaddes ruh) Kur’ân'ı hak olarak Rabbin katından parça parça indirmiştir." Gerek bundan önceki âyette, gerekse bu âyette tenzil (tedricî olarak indirmek) fiilinin kullanılması Kur’ân'ın tedricî olarak indirilmesinin üstün hikmetin gereği olduğunu zımnen bildirmektedir. Yani ey Resûlüm! O müşriklere de ki, îman edenlere Allah'ın kelâmı olduğu hususundaki îmanlarında sebat vermek, önceki âyetleri nesneden âyetleri düşünüp uygun maslahatların gözetildiğini tefekkür etmeleriyle inançlarının kökleşmesi ve kalplerinin mutmain olmasını temin etmek, hükmüne boyun eğmiş Müslümanlara da hidâyet kaynağı ve müjde olmak üzere bu Kur’ân, Cebrâîl vasıtasıyla sabit bir hak ve hikmete uygun olarak, ilk nüzulünde de, nesh edilmiş halinde de hikmetten asla ayrılmayan bir vahiy şeklinde Rabbin katından tedricî olarak indirilmiştir. Bu âyet delâlet ediyor ki, âyetler inşa (ilk nüzul) olarak hak oldukları gibi, nesih olarak da o derecede haktir. Kur’ân'ın bu hayatî faydalarının mü’min ve Müslümanlara tahsis edilmesi, onların dışındaki kâfirler için mezkûr şeylerin zıtlarmın hâsıl olduğuna bir tarizdir. 103"Ant olsun ki, Biz onların, Kur’ân'ı ancak ona bir insan öğretiyor, dediklerini de biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Bu Kur’ân'ıse, apaçık bir Arapça'dır." A- " Ant olsun ki, Biz onların, Kur’ân'ı ancak ona bir insan öğretiyor, dediklerini de biliyoruz." O müşriklerin, çirkin söylemleri dışında, Cebrâîl’in indirdiği apaçık bir hakikat olan Kur’âni ona bir insan öğretiyor dediklerini biz elbetteki biliyoruz. Bu kelâmın, çeşitli tekitlerle süslenmesi, içerdiği tehditleri tahkik içindir. Müşriklerin bir insandan kastettikleri, Amir b. El-Hadremî'nin kölesi Cebr el-Rûmî'ydi. Bir görüşe göre ise, Cebr ile Yesîr adlanndakı kişileri kastediyorlardı. Bu iki şahıs, Mekke'de kılıç yapıyorlardı ve Tevrat ile İncil okuyorlardı. Resûlüllah da oradan geçerken okuduklarını duyuyordu. Diğer bir görüşe göre ise, müşriklerin kastettikleri, Huvaytib b. Abdüluzzâ'nın kölesi Abis idi. Bu zat Müslüman olmuştu ve kitapları vardı. Bir diğer görüşe göre ise, bu zat, Selman el-Fârisî idi. Müşriklerin, Kur’âni Resûlüllah'a öğrettiğini iddia ettikleri şahsın isminin sarih olarak zikredilmesi, onların yalanının ortaya çıkması için daha etkili olacağı halde zikredilmemiş olması, onların bu hitaplarından asıl maksatlarının, Resûlüllah'ın Kur’âni muayyen bir şahıstan öğrendiğini iddia etmek değil, fakat her kim olursa olsun, bir insandan öğrendiğini iddia etmeleriydi. Halbuki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öncekilerin de, sonrakilerin de ilimlerinin kaynağı idi. B- "Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Bu Kur’ân'ıse, apaçık bir Arapça'dır." Yani Kur’ân'ı kendisinden öğrendiğini söyledikleri şahsın dili yabancıdır, Arapçası düzgün değildir; bu Kur’ân'da ise, pek üstün bir Arapça beyan ve fesahat vardır. Bu ıkı cümle, o müşriklerin eleştirisini çürütmek için, Kur’ânin mânâ olarak mucize olduğu gibi, nazmı itibarıyla da mucize olduğunu açıklamak içindir. Yani ey müşrikler! Eğer siz, Kur’ân'ı Resûlüllah'a bir insanın öğrettiğini iddia ediyorsanız, pekiyi, söyler misiniz, bütün dünyanın, karşısında âciz kaldığı bu hârika nazmı, o doğru dürüst Arapça bilmeyen yabancı şahıs, nasıl öğretebilir? O müşriklerin eleştiri esnasında bu gibi asılsız hurafelere teşebbüs etmeleri, onların son derece âciz kaldıklarına delildir. 104"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, şüphesiz Allah onları hidâyete eriştirmez ve onlar için elem verici bir azap vardır." Allah'ın âyetlerinin Allah katından olduklarını tasdik etmeyenler ve onlar hakkında o söyledikleri saçma şeyleri söyleyip bazen onu iftira olarak, bazen de insanlar tarafından öğretilmiş eskilerin masalları olarak vasiflandıranlar yok mu, şüphesiz Allah (celle celâlühü) onları hakka, kurtuluş yoluna, matluplarına eriştirmez; çünkü onlar, içinde bulundukları kötü halleri yüzünden buna layık değillerdir. Ve onlar için ahirette de elem verici bir azap vardır. Bundan önce o müşriklerin şüpheleri temizlendikten ve eleştirileri reddedildikten sonra bu kelâm da, Allah'ın âyetlerini inkâr edip Resûlüllah'a iftira atanlara ve bunu insanlardan öğrendiğini iddia edenlere, büyük bir tehdit ve azap vaadidir. 105"Asıl Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan uydururlar ve işte onlar yalancıların ta kendileridir." A- " Asıl Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan uydururlar." O müşriklerin, "Sen ancak bir iftiracısın" sözleri, Kur’ân'ın, Rûhulkudüs vasıtasıyla Allah (celle celâlühü) katından indirilmiş olduğu tahkik edilmek suretiyle reddedildikten sonra bu âyet de, yine mezkûr sözlerini reddetmek ve ancak kendilerinin müfteri olduklarını belirterek bunu kendilerine iade etmektedir. Birbiriyle bağlantık olan bu âyetler arasında "Ant olsun kı Biz... biliyoruz" âyetinin zikredilmesi, onun açıkça malûm olduğu gibi, birinci ret ile şiddetli bağlantısından dolayıdır. Allah en iyi bilir, mânâ şöyledir: Asıl müfteri, Allah'ın âyetlerini tekzip eden, onun iftira olduğunu ve insanlardan öğrenildiğini söyleyenlerdir. Yani hakikatte asıl iftira, mezkûr veçhile tekzibidir. Çünkü onun hakikati yalandır. Ve yalan ve iftira olmak noktasında, Allah'ın kelâmı olan bir şeyin O'nun kelâmı olmadığına hükmetmek, Allah'ın kelâmı olmayan bir şeyi, O'nun kelâmı olduğuna hükmetmek gibidir. Âyetin metninde iftiranın yanı sıra bir de yalanın da sarih olarak zikredilmesi, çirkinliğini ziyadesiyle beyan etmek içindir. Bir görüşe göre de mânâ şöyledir: Yalan uydurmak, ancak Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseye yaraşır. Çünkü o, ceza beklemiyor kı, bundan vazgeçsin... Allah'ın âyetlerine inanan ve cezadan korkan kimseden ise, iftira sâdır olması elbette ki mümkün değildir. B- " Ve işte onlar yalancıların ta kendileridir." Hakikatte, Allah'ın mezkûr âyetlerine inanmamak vasfını taşıyanlar, yalancılardır, ya da en büyük yalancı onlardır. Zira Allah'ın âyetlerini yalanlamaktan ve bu gibi bos söylemlerle onları eleştirmekten daha büyük yalan yoktur. Bunun sırrı da şudur: Allah'ın yaratmasıyla hakikatte vaki olan bir şeyin vaki olmadığını veya vaki olmayan bir şeyin vaki olduğunu haber vermekten ibaret olan sade yalan (kizb), Allah'ın yalnız fiiline karşı çıkmak olur. Tekzip (yalanlamak) ise, Allah'ın fiiline ve onu bildiren sözüne, bunun her ikisine birden karşı çıkmak olur. Ya da âdeti yalan söylemek olan kimseyi, ne din, ne de insanlık ondan vazgeçiremez. Bir diğer görüşe göre ise, burada yalancılar, Peygamberimiz hakkında, "Sen ancak bir iftiracısın" diyenlerdir. 106"Kim, îmanından sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi îman ile mutmain olduğu halde, inkâra zorlanan kimse hariç- kim kalbini küfre açarsa Allah'ın gazabı işte onların üzerinedir. Onlar için pek büyük bir azap da vardır." Bundan önce Allah'ın âyetlerine hiç inanmayanların halı beyan edildikten sonra, burada da Allah'ın âyetlerine îman ettikten sonra onları inkâr edenlerin hak beyan edilmektedir. Yani kalbi îman ile mutmain olduğu, halde, kendi canından veya bir uzvundan olmak korkusu ile inkâra zorlanan kimse hariç, kim, îmanından sonra küfür kelimesini'söylerse, kim inanarak ve gönlü hoş olarak kalbini küfre açarsa, Allah'ın ifade edilemeyen en büyük gazabı işte onların üzerindedir ve onlar için pek büyük bir azap vardır. Çünkü bunların cürmünden daha büyük cürüm yoktur. Âyetteki istisna (kalbi îman ile mutmain olan hariç) ilâhî gazap, azap veya zemmedilmek hükmünden müstesnadır. Anılan hükme mahkûm olmak için küfür kelimesini söylemek yeterlidir, çünkü küfür sözle de gerçekleşir. Zorla îman etmekte ise, kalbin îman ile mutmain olması, bir fayda vermez. Kalbin îman ile mutmain olmasının fayda vermesi, icbar ile olan küfür içindir. Yani küfre icbar edilen kimse, eğer kalbi îman ile mutmain olup inancı değişmezse, bu hükümden müstesnadır. Âyette bu noktanın, sarih olarak belirtilmemesi, bunun hakikatte küfür olmadığına işarettir. Bu âyet delâlet ediyor ki, îman kalbî tasdiktir. Rivâyet olunur ki, Kureyşliler, Ammâr ile ebeveyni Yâsir ve Sümeyye'yi islâm dininden dönmeye icbar ettiler. Yâsîr ile Sümeyye ise bunu reddettiler. Bunun üzerine Kureyşliler Sümeyye'yi iki deve arasına bağladılar ve "bu kadın, erkekler için Müslüman oldu" diyerek edep yerine mızrakla vurup şehit ettiler. Yâsîr'i de şehit ettiler. İşte İslâm uğruna ilk şehit edilenler bu ikisidir. Ammâr ise icbar edildiği şeyi dili ile söyledi. Bunu gören Müslümanlar: " Yâ Resûlallah, Ammâr, kâfir oldu" dediler. Resûlüllah ise: "Hayır, Ammâr başından ayağına kadar îman doludur; îman, onun etine, kanına işlemiştir" buyurdu. Sonra Ammâr ağlayarak Resûlüllah'a geldi. Allah resulü onun gözyaşlarını silmeye başladı ve buyurdu ki: "Eğer onlar yine seni icbar ederlerse, sen de yine o söylediğini söyle!" İşte bu hadis de, zorunlu icbar karşısında küfür kelimesini söylemenin caiz olduğuna delildir. Bununla beraber en faziletli olan tavır, ebeveyninin yaptığı gibi, dinin izzetini gösterip zahirî küfürden de sakınmaktır. Rivâyet olunur ki, (yalancı peygamber) Müseykmetülkezzâb, iki Müslüman yakaladı ve onlardan birine: " Muhammed hakkında ne diyorsun?" diye sordu. O da, " Muhammed, Allah'ın Resulüdür dedi. Müseykme: " Pekiyi, benim hakkımda ne düşünüyorsun? diye sordu. O da: " Sen de öylesin" dedi. Bunun üzerine Müseykme onu serbest bıraktı. Müseykme bu sefer diğerine: " Muhammed hakkında ne diyorsun?" diye sordu. O da, " Muhammed, Allah'ın Resulüdür dedi. Müseykme: " Pekiyi, benim hakkımda ne düşünüyorsun? diye sordu. O da: " Benim kulağım çok ağır duyuyor" dedi. Sonra yine bu cevabını tekrar etti. Bu hâdise peygamberimize ulaşınca buyurdu ki: " Birincisi ruhsatı uygulamış, ikincisi ise hakkı haykırmış." 107"İşte bu, şüphesiz onların bu dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmemesinden ötürüdür." İmandan sonra küfür, yahut mezkûr tehdit, şüphesiz onların dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmelerinden ve Allah'ın her şeyi kuşatmış olan ilminde kâfir olan topluluğu îmâna ve îmanda sebat etmeyi gerektiren sürekli hidâyete, zorunlu icbar ile erdirmemesinden ibarettir. Bu itibarla Allah (celle celâlühü) onları bâtıldan ve onun sebep olduğu gazap ve azaptan korumaz. Eğer dünya hayatını âhirete tercih etmek veya Allah'ın kâfirleri icbar hidâyeti ile hidâyet etmemek şıklarından biri olmasa, mesela, âhireti dünya hayatına tercih etmiş olsalardı veya Allah onları icbar hidâyeti ile hidâyet etmiş olsaydı, bu sonuç olmazdı. Fakat ikincisi, İlâhî hikmete ters düşer. Birincisi de onlar için olacak bir şey değildir. İşte bundan sonraki âyetle buna işaret edilmektedir. 108"İşte onlar Allah'ın, kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür bastığı kimselerdir ve işte onlar gafillerin ta kendileridir." Zikredilen çirkin vasıfları taşıyanlar, Allah'ın kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür bastığı kimselerdir. Onlar bu yüzden hakkı tefekkür ve idrâk etmekten imtina etmişlerdir. Ve onlar gerçek gafillerin ta kendileridir. Zira akıbetleri düşünmekten gafil kalmak kadar büyük gaflet yoktur. 109"Hiç şüphe yok ki, onlar, ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir." Bu gafil insanlar, ömürlerini zayi etmişler ve onu, ancak ebedî azaba götüren yolda harcamışlardır. 110"Sonra şüphesiz Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret edip sonra da sabrederek cihat edenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra hiç şüphesiz Rabbin Gafurdur, Rahimdir." Şüphesiz yine Rabbin, Ammâr ve arkadaşları gibi, İslâm dininden dönmek için işkence gördükten sonra ve kalpleri îman ile mutmain olduğu halde müşrikleri razı eden sözleri söyledikten sonra İslâm yurduna hicret edip sonra da Allah (celle celâlühü) yolunda cihat eden ve cihadın zorluklarına katlananların yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra hiç şüphesiz senin Rabbin; onların daha önce işledikleri hatalar için çok bağışlayıcıdır ve ondan sonra yaptıklarının mükâfatı olarak bahşedeceği nimetler konusunda da onlar hakkında pek merhametlidir. 111"O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz olarak ödenir." Kıyamet günü, insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna durdukları zaman, herkes gelip özür beyan etmekle kendi canını kurtarmak için uğraşır; başkasının haliyle ilgilenmez ve: "Beni, beni..." diye yalnız kendi nefsi için yalvarır ve herkese de yaptığının karşılığı tam olarak ödenir. "Zaten onlar mağdur olmayacaklardır." Onların ecirleri eksik olarak ödenmeyecektir. Yahut sebepsiz olarak onlara azap edilmeyecek ve azapları günahlarından fazla olmayacaktır. 112"Allah, bir memleketi misal verdi. Bu memleket güven ve huzur içindeydi; rızkı her yerden bol bol ona gelirdi. Derken o memleket, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı." A- "Allah, bir memleketi misal verdi." Allah (celle celâlühü), bu misak özellikle Mekke halkına vermektedir. Yahut bu misal, Allah'ın (celle celâlühü) nimet verip de nimetin şımarttığı, bu yüzden de yaptıkları nankörlükleri yapanlar ve yaptıklarından ötürü Allah'ın nimetlerini zahmete çevirdiği her toplum içindir ve Mekke halin da öncelikle buna dahildir. B- " Bu memleket güven ve huzur içindeydi; rızkı her yerden bol bol ona gelirdi. Derken o memleket, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti." Bu memleket, her tür korkudan emniyet içinde idi. Hiçbir şey, halkını rahatsız etmiyordu; Halkın yiyecekleri de her yönden yeterinden fazla oraya geliyordu. Bir zaman geldi ki, bu memleket halkı, Allah'ın kendilerine bahşettiği devamlı rızık ve güven nimetine nankörlük ettiler. Âyetin metninde kullanılan çoğul kipinin çeşidi zımnen bildiriyor ki, az nimetlere nankörlük bile bu azabı gerektirdiğine göre, çok nimetlere nankörlük etmenin azabı, çok daha ağır olmalıdır. C- " Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı." Allah (celle celâlühü) da, o memleket halkına, daha önce yaptıklarından, yahut anlatılan nankörlüklerinden dolayı açlık ve korku sıkıntısını onlara tattırdı. Onları tamamıyla kuşatan, açlık, korku ve zararları, insanı örten elbiseye benzetilmiş ve bunun için istiare yoluyla "libas / elbise" kelimesi kullanılmıştır. Daha önceki kelâmda güvenlik, rızıktan önce zikredildiği halde, burada rızıksızlıktan kaynaklanan açlığın güvensizlikten kaynaklanan korkudan önce zikredilmiş olması, tattırmaya daha münasip olmasından dolayıdır. (Bunun için âyetin metnindeki kelimeler diziminde onunla yan yana zikredilmiştir.) Yahut onunla rızkın gelmesi arasındaki münasebetin gözetilmesi içindir. 113"Ant olsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de, onu yalan saydılar. Sonunda onlar zulm ederlerken azap onları yakalayıverdi." Bu kelâm da, verilen misalin devamı olup, onların nimetlere nankörlük etmelerinin, yalnız akla karşı gelmek değil, fakat aynı zamanda Allah'ın insanlar üzerindeki hüccetine de karşı gelmek olduğunu beyan etmektedir. Ant olsun ki, o memleket halkına kendi cinslerinden, aslını ve nesebini bildikleri peygamber gelip onlara nimete şükretmenin vacip olduğunu haber verdi ve yaptıklarının kötü akıbetiyle onları uyardı da, onlar, peygamberliğini, yahut zikredilenleri haber vermesini yalanladılar. Onlar daha önce bir nebze azap tattıktan sonra bu sefer onların kökünü kazıyan azap kendilerini yakalayıverdi. Bu azap onları yakalarken de onlar; azabın caydırıcı ilk aşamasını tattıkları halde yine de yaptıklarından vazgeçmeyerek, hâlâ Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine nankörlük etmek ve peygamberini yalanlamak gibi zulümlerine devam ediyorlardı. Bu kelâm delâlet ediyor ki, onlar küfür ve inada tamamen batmışlar ve mutat her haddi aşmışlardı. Azabın, peygamberi yalanlamalarına terettüp etmesi, Allah'ın câri sünnetine binaendir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Biz bir topluma peygamber göndermeden ona azap edecek değiliz" (Isrâ 17/15). Bu kelâm ile temsil tamamalanmış olur. Misal ister, özellikle Mekke halkı için verilmiş olsun, ister temsil konusu olan toplumun hal ve hareketlerini uygulayan bütün toplumlar için verilmiş olsun, Mekke halkının hali, yan yana dizilen okların birbirlerine paralelliği gibi, o memleket halkının haline paraleldir; tek bir haslette bile aralarında fark yoktur. Buna nasıl hayır demlebilir ki, Mekke halkı güvenk bir haremde bulunuyorlardı. İnsanlar onların etrafında koşuşuyorlardı; onların kalbinde korkunun hayaline bile yer yoktu ve her türlü meyve ve ürünler oraya toplanıyordu. Onlara kendilerinden bir peygamber geldi; hem de öyle bir peygamber ki, sabâ rüzgarı ile bati rüzgarı estiği sürece onun yüksek rütbesinin idrâkinde akılların hayreti devam edecektir. Sonra Mekke halkı, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler ve Resûlüllah'ı yalanladılar. Allah da, onlara açlık ve korku elbisesini giydirip tattırdı. Nitekim Resülullah'ın, "Allah'ım! Hazret-i Yûsuf’un (aleyhisselâm) yedi felâketi gibi yedi felâket ile, onlara karşı bana yardım eyle!" duasıyla Mekke halkına, her üründe şiddetli bir kıtlık ve bunakm isabet etti. Hattâ Mekke halkı, hayvanlarm leşini, köpek ölülerini, yakılan kemikleri ve kana batırılan yapağıyı da vemek zorunda kaldılar. Ve Resülullah'ın müfrezelerinden dünya bütün genişliğıyle onlara dar geldi. Sonra Bedir savaşında da onları o azap yakalayıverdi. Bu makamın ve güzel nizamın gereği olan bu mânâdır. Tefsir ehlinin ekseriyetine göre ise, "Ant olsun kı, onlara kendilerinden peygamber geldi" cümlesindeki "onlara" zamiri, Mekke halkı içindir. Bu görüşe göre, Mekke halkının misak zikredildikten sonra onların hak sarih olarak zikredilmektedir ve resulden murat, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve azaptan murat, Bedir savaşında Mekke hakana isabet eden feci yenilgidir. Ancak bu görüş tahkikten uzaktır. Nitekim bundan sonraki âyetten de hakikat anlaşılmaktadır: 114"Artık Allah'ın size rızık olarak verdiğinden helâl ve temiz olanları yeyin; eğer Allah'a ibadet ediyorsanız, O'nun nimetine de şükredin." Bu kelâm, temsilin neticesiyle bağlan tık olup onları o akıbetin benzerine sürükleyecek davranışlardan alıkoymaktadır. Yani Allah'ın nimetlerine nankörlük eden, O'nun Resulünü yalanlayan toplumun hali, onların başına gelen bunca felâket sizce anlaşıldıktan sonra, artik içinde bulunduğunuz nimetlere nankörlük ederek Resûlüllah'ı yalanlama haline son verin ki, onların başına gelenler sizin başınıza da gelmesin. Ve Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerinin hakkını bilin; Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emirlerine ve yasaklarına uyun ve Allah'ın size rızık olarak verdiğinden, helâl ve teniz olarak yeyin ve bakireler (Mâide 5/3) ve benzerlerini haram sayma iftiranızdan da vazgeçin. Eğer Allah'a ibadet ediyorsanız, yahut eğer sizin ilâhlarınızın ibadetinden, Allah'a ibadeti kastettiğiniz iddiası doğru ise, Allah'ın nimetine şükredin; o nimetlerin hakkını bilin ve onlara nankörlükle karşılık vermeyin. Hiç şüphesiz bu kelâmın ifade ettikleri; onları tamamen yok eden azabın, ön işaretleri ortaya çıkmakla beraber azabın kendisinin henüz bekleniyor olması halinde tasavvur edilebilir. Azap gerçekleştikten sonra ise, artık kim onları sakındırır ve kime yemek ve şükür emredikr? (işte bu da, tefsir ehlinin ekseriyetinin anılan görüşünün isâbetli oknadığını göstermektedir). O görüşe izah bulmak için, "Onlar zulmederlerken azap onları yakalayıverdi, cümlesini, azabı önceden haber vermek anlamı yüklemeye de; emir ve yasaklarla onların ıslahına gayret edilmesi mânidir. Vahidînin yaptığı gibi, bundan sonra 116. âyette gelecek yasak hitabı kâfirlere müteveccih olduğu halde, burada yemek emri hitabının mü’minlere tevcih edilmesini, yani, "siz ey mü’minler topluluğu! Allah in, size rızık olarak verdiği ganimetlerden yeyin" şeklinde tefsir etmek; Kur’ân'ın yüce şanına lâyık bir mânâ değildir. 115"Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kılmıştır. Ancak kim mecbur kalır da, başkalarının haklarına saldırmaksızın, ölçüyü de aşmaksızın onlardan yerse, onun için bir günah yoktur. Çünkü şüphesiz Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahmidir (pek merhamet edicidir)." Bu âyet, onlara rızık olarak verdiklerinden yemelerim emrettiği şeylerin niçin helâl olduklarının illetini beyan etmektedir. Yani Allah size ancak bunları haram kılmıştır; sizin haram olduklarını iddia ettiğiniz bahîrelerı, şaibeleri ve benzerlerini (Mâide: 5/103) haram kılmamıştır. Artık kim, zaruretten dolayı mecbur kalır da, başka bir mecburun hakkına saldırmaksizın ve zaruret miktarını da aşmaksızın, bunlardan bir şey yerse, Allah (celle celâlühü) ondan dolayı kendisini sorumlu tutmaz. Çünkü, şüphesiz Allah (celle celâlühü) çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Âyetin metninin başında inhisar (sadece) ifade eden kelimenin zikredilmesi, bunlara ilâve edilen yırtıcı hayvanlar ile evcil eşekler dışında, haram olan hayvansal yiyeceklerin bunlardan ibaret olduklarını ifade etmek içindir. 116"Allah'a karşı yalan uydurmanız için dillerinizin gevelediği yalana dayanarak, şu helâldir, şu da haramdır, demeyin. Allah'a karşı yalan uyduranlar, kesinlikle felâh bulmazlar." A- " Allah'a karşı yalan uydurmanız için dillerinizin gevelediği yalana dayanarak, şu helâldir, şu da haramdır, demeyin." Bu kelâm, onların kendi arzularına göre haram ve helâl saymalarının yasağını pekiştirmektedir; Yani sizin, "Şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kılınmıştır" sözlerinizle, sizin dillerinizin yalan yere hayvanlardan helâl ve haram olarak vasıflandırdıkları hakkında; "Şu helâldir, bu da haramdır" demeyin. Sizin bu vasıflandırmanız; değil bir vahye veya ona bina edilen bir kıyasa istinat etmek, bir mülahazanın ve fikrin sonucu bile değildir. Hulâsa, sadece dillerinizin yalanı vasıflandırması, onu insanların gözünde güzel tasvir etmesi ve süslü göstermesi için bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram saymayın. Sanki sizin dilleriniz yalan ve iftiranın kaynağı olduğu için, yalanın mahiyetini bilen, onun hakikatini kavrayan bir şahıs gibi yalanı insanlara vasıflandırmakta, onu vazıh şekilde tanıtmakta ve en açık biçimde tarif etmektedir. Bütün bunlar, Allah'a karşı yalan uydurmamanız içindir. Zira helâl ve haramın ölçüsü, sadece Allah'ın emridir. Bu itibarla helâle ve harama hükmetmek, asılsız olarak, helâl ve haram saymayı Allah'a isnat etmek anlamında olur. B- " Allah'a karşı yalan uyduranlar, kesinlikle felâh bulmazlar." Herhangi bir konuda yalan olarak Allah'a iftira edenler, ulaşmak için iftira ettikleri amaçlarına kesinlikle ulaşamazlar. 117"Dünyada onlara pek az bir menfaat, âhirette ise onlar için elem verici bir azap vardır." Onların içinde bulundukları cahiliyye fiillerindeki menfaatleri pek azdır. Âhirette ise onlar için tarif edilemeyecek kadar elem verici büyük bir azap vardır. 118"Sana anlattıklarımızı ise, daha önce özellikle Yahudilere haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı." A- Sana anlattıklarımızı ise, daha önce özellikle Yahudilere haranı kılmıştık." "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Sırtlarında, yahut bağırsaklarında taşıdıkları, yahut da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kılmıştık." (En'âm 6/146) âyetinde sana anlattıklarımızı ise, daha önce özellikle Yahudilere haram kılmıştık; onların dışında öncekilerden ve sonrakilerden hiçbir topluma haram kılmadık. Bu kelâm, haram etlerin, açıklananlardan ibaret oldukları konusunda geçen zikredilen hasrin (inhisarın) tahkikidir. Çünkü bu kelâm, Yahudilerin iftira ve yalanlarıyla bu hükme olan muhalefetlerini iptal etmektedir. Zira Yahudiler, "Bunların haram kılındığı ilk ümmet biz değiliz; bunlar, Nûh ve İbrâhîm ümmetleri ile onlardan sonra gelenlere de haramdı ve nihayet bize kadar öyle geldi" diyorlardı. B- " Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı." Biz onları Yahudilere haram kılmakla kendilerine zulmetmedik; fakat kendilerine onlar zuknedıyorlardı. Zira onlar, bu cezalarının sebeplerini işlemişlerdi. Nitekim onların suçları şu âyette teşhir edilmektedir: Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine daha önce helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa 4/160). Allah şu âyette de onların ağzına taş kapatmaktadır: "Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in, (Yakub'un) kendisine haram kıldıkları dışında, her türlü yiyecek Isrâiloğulları'na helâl idi. De ki, eğer doğru sözlü iseniz, haydi Tevrat'ı getirin de okuyun." (Al-i İmrân 3/93). Rivâyet olunur kı, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilere böyle meydan okuyunca, onlar apışıp kaldılar ve Tevrat'ı çıkarıp göstermeye cesaret edemediler. Zaten Tevrat'ta, temiz şeylerin kendilerine haram kılınmasının sebebinin kendi zulüm ve azgınlıklarının şiddetli cezası olduğu olabildiğince açık olarak beyan edilmiştir. Bu kelâm, haram kılınmak konusunda Yahudiler ile diğer ümmetler arasındaki farka dikkat çekmektedir. 119"Sonra şüphesiz Rabbin, cehalet yüzünden kötülüğü yapıp arkasından tevbe ederek durumunu düzeltenler hakkında, bundan sonra Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahimdir (pek merhamet edicidir)." Cehalet sebebiyle, Allah (celle celâlühü) ile azabı hakkındaki cehaletleri ve şehvetlerinin kendilerine galip gelmesinden dolayı akıbetlerini düşünmemeleri sebebiyle, Allah'a iftira etmek gibi kötülükleri yapıp arkasından yaptıklarından tevbe ederek amellerini düzeltenler, yahut iyi hale girenler hakkında, hiç şüphesiz Rabbin, kötülükleri çok bağışlayandır, emirlerine ve yasaklarına itaat edenlere de, pek merhametlidir. Âyette "şüphesiz Rabbin" ifadesinin tekrar edilmesi, vaadi pekiştirmek ve gerçekleştirilmesine son derece önem verildiğini göstermek içindir. 120"İbrâhîm, gerçekten bâtıldan yüz, çevirip hakka yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmet idi ve o, asla Allah'a ortak koşanlardan olmamıştır." İbrâhîm (aleyhisselâm) ancak dağınık olarak bir ümmette bulunabilen beşerî faziletleri hâiz olduğu için kendi başına bir ümmetti. O tevhid ehlinin reisi ve tahkik sahiplerinin önderi idi. O, şirk ehliyle mücadele etti ve hiçbir şüphe bırakmayan açık ve kuvvetli delillerle müşriklerin ağzına taş bastırdı ve onların bâtıl görüşlerini kesin burhanlarla ve beyinlere işleyen hüccetlerle çürüttü. İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kendi başına bir ümmet olması, yalnız kendisi mü'min ve diğer bütün insanlar kâfir oldukları içindi. Diğer bir görüşe göre ise, burada ümmet kelimesi, önder anlamındadır. Zira insanlar ona yöneliyor ve onun hal ve hareketlerine uyuyorlardı. Nitekim başka bir âyette de: "Ey İbrâhîm, Ben seni insanlara imam (önder) kılacağım." (Bakara 2/124) denilmektedir. Müşriklerin şirkleri, peygamberliği eleştirmeleri ve Allah'ın helâl kıldıklarını haram saymak gibi görüşleri çürütüldükten sonra bunun akabinde İbrâhîm'in (aleyhisselâm) zikredilmesi, İslâm dininin hakkaniyetinin ve şirk ile kollarının bâtıl olmasının tartışma götürmez bir gerçek olduğunu bildirmek içindir. İbrâhîm (aleyhisselâm) temel şeyler olsun, tâli şeyler olsun, müşriklerin dinlerinin hiçbir konusunda onlardan olmamıştır. İbrâhîm'in asla müşriklerden olmadığı gayet açık bir gerçek iken, burada sarahatle zikredilmesi, yalnız, Kureyş kâfirlerinin: "Biz atamız İbrâhîm'in dini üzerindeyiz" şeklindeki iddialarını reddetmek için değil, fakat hem onların iddialarını, hem de; "Uzeyr Allah'ın oğludur" (Tevbe 9/30) sözleriyle şirke düşen Yahudilerin İbrâhîm'in (aleyhisselâm) de kendi dinlerinden olduğu konusundaki iftira ve boş iddialarını reddetmek içindir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "İbrâhîm, ne Yahudi, ne de Hıristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslümandı. Asla müşriklerden olmadı" (Al-i İmrân 3/67). Zira zikredilen haram sayma konusu ile gelecek Cumartesi konusu ancak bu izahla intizam göstermiş olur. 121"O, Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Allah, onu seçmiş ve dosdoğru yola hidâyet etmişti." A- " O, Allah'ın nimetlerine şükıediciydi.". Bu kelâmın Arapça metninde geçen kille cemi (ondan aşağı sayıları ifade eden) kipinin tercih edilmiş olması, bize bildiriyor ki, İbrâhîm (aleyhisselâm) az nimetlerin şükrüne bile halel getirmezdi. Şu halde çok nimetlerin şükrüne nasıl halel getiririr? Bir de, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) onların mezkûr temsilde belirtildiği veçhile yaptıkları nankörlük gibi Allah'ın nimetlerine nankörlük etmediğim sarih olarak belirtmek için anılan kip kullanılmıştır. B- " Allah, onu seçmiş ve dosdoğru yola hidâyet etmişti." Allah peygamberlik için İbrâhîm'i seçmiş, onu, Kendisine ulaştıran dosdoğru yola, yani islâm dinine hidâyet etmişti. Bu hidâyetin neticesi, Hazret-i İbrâhîm'in hidâyet bulması değil, fakat bunun yanı sıra insanları da hidâyete irşat etmesidir. Zira seçmek karinesinden de bu anlaşılmaktadır. 122"Ve Biz ona bu dünyada, güzellik verdik. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir." A- " Ve Biz ona bu dünyada, güzellik verdik." Bu güzellik, bütün insanlar arasında Hazret-i İbrâhîm'in övgüyle anılmasıdır. Hattâ bütün semavî dinlerin mensupları onu önder olarak kabul etmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, bu güzellik, halillik ve peygamberlik makamıdır. Bir başka görüşe göre ise, namaz kılanların, "İbrâhîm'e salâtü selâm ettiğin gibi" demeleridir. B- " Hiç şüphesiz, o, ahirette de iyilerdendir." Yani Hazret-i İbrâhîm, cennette de yüksek derece sahiplerindendir. Nitekim Hazret-i İbrâhîm de, duasında şöyle niyazda bulunmuştur: "Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecek içinde de, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl!" (Şuarâ 26/83-85). 123"Sonra sana, bâtıldan yüz çevirip hakka yönelen İbrâhîm'in dinine uy, diye vahyettik. İbrâhîm de, hiçbir zaman müşriklerden olmamıştır." A- " Sonra sana, Bâtıldan yüz çevirip hakka yönelen İbrâhîm'in dinme uy, diye vahyettik." Millet kelimesi, Allah'ın (celle celâlühü) peygamberleri lisanıyla kulları için teşri buyurduğu dindir. Fakat Allah'a itaat itibarıyla dine millet denilmektedir. Bunun izahı şöyledir. Bu ilâhî düzen, ilâhî emir olarak onu uygulayanlara isnat edildiğinde ona millet denilmektedir. Onu ikame edene isnat edildiğinde de ona dîn denilmektedir. Râgıb el-Isfahânî der ki, "Millet ile arasındaki fark şudur. Millet, ancak peygambere izafe edilmektedir. Allah ile ümmet fertlerine hiç izafe edilmemektedir ve şer'i hükümlerin parçaları için değil, ancak bütünü için kullanılmaktadır. İbrâhîm'in milletinden murat, yukarıda Sırât-ı müstakıym (dosdoğru yol) olarak ifade edilen İslâm dinidir. Peygamberimizin yüksek derecesiyle ve yüce mertebesiyle beraber, Hazret-i İbrâhîm'e uyması gibi konular dinin asıllarıdır. Yoksa zamanın değişmesiyle değişen şer'î hükümler değildir. B- " İbrâhîm de, hiçbir zaman müşriklerden olmamıştır." Bu cümle 120. âyette geçen cümlenin tekrarı olup ziyadesiyle tekit ve İbrâhîm'in onların itikat ve amellerinden münezzeh olduğunu açıklamak içindir, 124"Cumartesi tatili ancak onda anlaşmazlığa düşenlere farz kılınmıştı. Hiç şüphesiz Rabbin, kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir." A- " Cumartesi tatili ancak onda anlaşmazlığa düşenlere farz kılınmıştı." Cumartesi gününe tazim, o gün çalışmayip ibadetle meşgul olmak ve avlanmamak, onda anlaşmazlığa düşenlere farz kılınmıştı. Bu kelâm, bu konudaki genel olumsuz emri (avlanmamayı) tahkik ve izah edip Hazret-i İbrâhîm'e uyma emrinin o genel emirle bağdaşmaması vehmini ortadan kaldırmaktadır. Nitekim "Sana anlattıklarımızı, daha önce özellikle Yahudilere haram kılmıştık" (118) âyetinin tefsirinde de anlatıldı. Zira Yahudiler iddia ediyorlardı ki, cumartesi tatili, İslâm'ın (hak dinin) şiarlarındandır ve İbrâhîm (aleyhisselâm) de bu şiara riâyet ediyordu. Yani ey Resûlüm! Cumartesi tatili, senin uymakla emrolunduğun İbrâhîm'in dininin hükümlerinden ve milletinin şiarlarından değildir ki, seninle bazı müşrikler arasında kısmî bir alaka bulunsun. Isrâiloğulları'na Cumartesi tatilinin emredilmesi, ondan uzun bir zaman sonra olmuştur. Mûsâ (aleyhisselâm), Yahudilere haftanın bir gününü ibadete ayırmalarını emretti ve bunu da Cuma günü olarak tayin etti. Yahudiler ise, ona karşı çıktılar ve: "Biz, Allah'ın (celle celâlühü) göklerin ve yerin yaratılışını tamamladığı gün olan Cumartesi gününü istiyoruz" dediler. Yalnız Yahudüerden küçük bir grup, Cuma gününe razı oldular. Allah da onların Cumartesi günü tatil yapmalarına izin verdi ve kendilerini, o gün avlanmalarını haram kılmakla imtihan etti. Bunun üzerine Cuma gününe razı olanlar Allah'ın emrine itaat ettiler. Onlar Cumartesi günü avlanmıyorlardı. Onlardan sonra gelenler ise, avlanmamaya sabretmediler. Allah da onları maymunlar suretine döndürdü; ıtâat edenler ise, bu azaba uğratılmadı. B- " Hiç şüphesiz Rabbin, kiyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir." Allah iki fırka arasındaki husumet ve ihtilâfı, kıyamet günü halledecektir; her fırkaya layık olduğu mükâfat ve azabı verecektir. Bu kelâm imâ ediyor ki, dünyada iki fırkadan birinin maymunlar suretine döndürülmesi ve diğerinin de kurtarılması, âhirette karşılaşacakları mükafat ve azaba göre hiç de önemli değildir. Kur’ân'ıcazının gerektirdiği mükemmel izah budur. Diğer bir görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: Cumartesi hâdisesinin vebak olan, hayvanların suretine döndürülme cezası, ancak, bu konuda tutarsız (ihtilaflı) davranıp da, zaman zaman avlanmayı helâl sayan, zaman zaman da haram sayan kimselere mahsustur. Halbuki onlara kesin olarak vacip olan, Allah'ın emrettiği gibi, haram olması hükmüne her zaman uymalarıdır. Aralarında hükmetmenin amellerinin karşılığının verilmesi olarak tefsir edilmesi, fiillerinin değişik olması, bazen yasağı ihlal etmeleri ve bazen de harama riâyet etmeleri itibariyladır. Bu hâdisenin burada zikredilmesinden amaç, müşrikleri, Allah'ın emirlerine muhalefet edenlerin ve Kendisine karşı isyan edenlerin maruz kaldıkları ilâhî gazap ile uyarmaktır. Nitekim Allah'ın nimetlerine nankörlük eden memleketi misal olarak vermekten amaç da budur. Fakat hiç şüphesiz âyette geçen "aralarında" kelimesi de, delâlet ediyor ki, bu hükümden murat, iki arka arasındaki ihtilâfı halletmektir. Ve mezkûr uyarmak için, mesh (onları insan suretinden çıkarmak) hâdisesinin, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhîm'in milletine uyması emrinin hikâyesi ile Peygamberimizin bu millete davet etmesi emrinin hikâyesi arasında zikredilmesi, ağacı kabuklarından, ayırmak kabilinden olur, 125"Resûlüm! Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadelet et. Şüphesiz Senin Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir." A- " Resûlüm! Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadelet et." Ey Resûlüm! Sen, kendilerine peygamber olarak gönderildiğin ümmetini, bazen Sırât-ı müstakıym olarak, bazen de İbrâhîm'in Sââl milleti olarak ifade edilen Rabbinin yolu olan İslâm'a, muhkem ve doğru sözlerle hakkı açıklayan ve şüpheyi kaldıran delille, yine ikna edici hitaplarla ve faydalı ibretlerle, senin kendilerine nasihat ettiğini ve menfaatlerini istediğini açıkça anlayacakları veçhile davet et! Şu halde birincisi (hikmet), hakikatlerin takbi olan ümmetin havassinm daveti içindir, ikincisi (güzel öğüt) de avamın daveti içindir. Ve onlardan inatlı olanlarla da, sert tutumlarını yatıştırmak ve alevlerini söndürmek için münazara ve mücadele yollarının en güzeli olan yumuşaklık, kolay üslubu seçmek, meşhur mukaddimeleri kullanmak yoluyla mücadele et. Tıpkı İbrâhîm el-Halil'in (aleyhisselâm) yaptığı gibi. B- " Şüphesiz Senin, Rabbin, yolundan, sapanları en iyi bilendir. O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir." Şüphesiz, insanları davet etmeye seni memur kıldığı hak yolundan sapanları, bunca hikmetleri, öğütleri ve ibretleri gördükten sonra da hakkı kabul etmekten yüz çevirenleri en iyi Rabbin bilir ve yolunu, hidâyeti bulmuş olanları da en iyi O bilir. Bu kelâm, zikredilen iki emrin illetidir. Allah en iyi bilir, mânâ şöyledir: Ey Resûlüm! Davet ve münazarada mezkûr yoldan yürü. Zira Allah (celle celâlühü) müktesep istidadının gereği olarak dalâletten vazgeçmeyecek olanların hakin de ve kendisinde açık bir hayır olduğu için sonu hidâyet olanların hâlini de en iyi bilendir. Bu itibarla Rabbinin sana emir buyurduğu davet yöntemi, hikmetin gereği olan yöntemdir. Bu yöntem, hidâyet olacaklarımı hidâyeti için ve dalâlette kalacakların özrünü kaldırmak için yeterlidir. Yahut ey Resûlüm! Sana düşen ancak zikredilen davet ve güzel mücadeledir. Hidâyet ile dalâletin hâsıl olması ve amellerin karşılığının verilmesi ise, Allah'a aittir. Zira dalâlette kalanları ve hidâyet olacak olanları en iyi Kendisi bilmektedir. Sonunda her ikisine de lâyık oldukları karşılıkları verecektir. Âyette, Allah yolundan sapanların önce zikredilmesi, kelâmın asıl konusu onlar olduğu içindir. Âyetin metninde; dalâlet (sapmak) mânâsı, hadis (sonradan olan) bir şeye delâlet eden fiil kipi ile ifade edilmiş, çünkü dalâlet, Akahin, insanları, üzerinde yarattiğı fıtratı değiştirmek ve davetten yüz çevirmektir. Bu ise arızî bir haldir. Fıtrat üzerinde sebat etmekten ve davetin gereği olan yolda gitmekten ibaret olan ihtida ise, böyle değildir. 126"Eğer ceza verecekseniz, size verilen cezanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, katlananlar için daha hayırlıdır." A- " Eğer ceza verecekseniz, size verilen cezanın misliyle ceza verin." Bundan önce Allah (celle celâlühü) Peygamberimize mahsus olan, davet ile ilgili onun uygun veçhile olmasını emrettikten sonra akabinde burada da, hepsini ilgilendiren konular için, hem Peygamberimiz, hem de onun mensuplarını kapsayan bir hitapla hitap etmektedir. Burada, Müslümanların âdil eylemlerine ceza denilmesi, kâfirlerin verdikleri cezaya şeklen benzeşmek içindir veya sebep konusunun ismini sebep için kullanmak kabilindendir. Bundan maksat, Müslümanları cezalandıranlara karşı da adaleti gözetmeleri; mücadele, savaşla sonuçlandığı veya niza ve vuruşma ile neticelendiği zaman da aşırı gitmemeleridir. Zira emredilen davet, hiçbk' zaman adaletten ayrılmaz. Buna nasıl hayır denilebilir ki, emredilen hakka davet, yüzleri tapılan cihetlerden vazgeçirmeyi ve onların geçmişte yaptıklarının geçersiz olduğuna, eski atalarının bağlı bulundukları dinin bâtıl olduğuna hükmeden ve akşik olmadıkları bir anlayışa yönelmelerini gerektirmektedir. Ve hakikatler karşısında çaresiz kalmışlar; gerekçeleri tükenmiş, hüccet ve münazara kapıları kapanmıştır. Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud savaşında Hazret-i Hamza'ya (radıyallahü anh) işkence yaparak bedeninin uzuvlarını kestiklerini görünce, şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki, Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa, senin yerine onlardan yetmiş kişiye bunun aynısını yapacağım!" işte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. O zaman Peygamberimiz yemininin kefaretini verdi ve bu niyetinden vazgeçti. B- " Ama sabrederseniz, elbette o, katlananlar için daha hayırlıdır." Âyetteki emir, sınırı aşmama şartıyla misillemenin, mubah olduğuna delâlet ediyorsa da "Eğer ceza verecekseniz" cümlesi tarizi kapalı olarak affı teşvik etmektedir. Bu cümlede ise, tekit olarak bu husus sarahaten zikredilmiş tu:. 127"Resûlüm! Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlara üzülme; kuracakları tuzaktan da kaygı duyma!" A- " Resûlüm! Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir." Bundan önce, Peygamberimizin başkasını tarizi olarak sabra teşvik etmesinden sonra burada kendisine sarahaten sabır emredilmiş, çünkü Peygamberimizin Allah (celle celâlühü) hakkındaki ilmi fazla ve güveni sağlam olduğundan dolayı, ahlâkın azimetlerine (asıl hükümlerine) bütün insanlardan önce kendisi muhataptır. Yani ey Resûlüm! Kâfirler tarafından uğratıldığın çeşitli acılara, eziyetlere, onlardan gördüğün tamamıyla haktan yüz çevirmeye sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ı zikretmek, O'nun sanını tefekküre dalmak ve bütün himmetinle O'na yönelmekle olur. Bu âyet, Peygamberimizi ziyadesiyle teselli etmekte, sabrın meşakkatlerini hafifletmekte ve onu şereflendirmektedır. Yahut senin sabrın da ancak, güzel akıbetleri hazırlayan üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan ilâhî irade iledir. Şu halde bu teselli, güzel sonuçlara şâmil olması cihetiyledir. Diğer bir görüşe göre ise, senin sabrın ancak Allah'ın muvaffak kilmasıyla ve yardımiyladır. Şu halde bu teselli, yalnız sabrı kolaylaştırması ve müyesser kılması cihetiyledir. B- " Onlara üzülme." Kâfirlerin sana îman etmelerinden ve sana tâbi olmalarından ümidin kesilince de üzülme. Bu da, "Kafirler topluluğuna üzülme!" (Mâide 5/68) âyetinin mânâsını ifade etmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, yani mü’minler için ve onlara yapılanlara üzülme, demektir. Ancak birinci tefsir, âyetin mükemmeliyetine daha münasiptir: C- " Kuracakları tuzaktan da kaygı duyma!" Onların ileride sana kuracaktan tuzaktan da gönlün daralmasın, sıkıntı duymasın. Birincisi (onlara üzülme), onlarla ilgili bir matlubun elden çıkmasına üzülmeme emridir. İkincisi de, onların tarafından gelecek bir kötülükten dolayı elem duymama emridir. Özellikle birinci tefsire (kâfirlere üzülme) göre, bunların olmaması, emredilen sabrın gereklerinden olduğu halde ayrıca sarahatle zikredilmeleri, ziyadesiyle teldt için ve bu teselliye son derece önem verildiğini göstermek içindir. Yoksa bütün varlığıyla Allah'a (celle celâlühü) yönelip O'ndan başka her türlü mânilerden uzak duran kimsenin kalbine bir matlup gelir mı kı, onun elden çılana sına üzülmemesi emredilsin veya bir mahzur aklına gelir mi, ona düşmekten korkmaması emredilsin! 128"Şüphe yok ki, Allah, takva sahipleri ve güzel amel edenlerle beraberdir." Bu kelâm geçen emirlerin illetidir. Burada Allah'ın onlarla beraber olmasından murat, daimi velayettir la, onun sahibi etrafında şikâyet, hüzün ve gönül darlığı şaibesinden hiçbir şey dolaşmaz. Takvadan murat, onun üçüncü mertebesidir ki, onun aşağısmdaki şirkten sakınma mertebesi ile her türlü günahtan kaçınma mertebesini de içinde toplamaktadır, yani gönlünü Haktan ve bütün varlığıyla kendini O'na vermekten kendisini meşgul eden her şeyden uzak durmaktır. İşte Allah'ın velÂyetini (dostluğunu) temin eden gerçek takva budur. Allah'ın bu dostlarına, "Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir." (Yûnus 10/62) müjdesi verilmiştir. Hulâsa, Allah (celle celâlühü) o takva sahiplerinin velisidir ki, onlar tamamıyla Allah'a yönelip kalplerini O'ndan meşgul eden her şeyden uzak dururlar da, elden çıkmasından dolayı üzülmek veya vaki olmasından korkmak şöyle dursun, akılları bir matluba, yahut bir mahzura hiç takılmaz bile. İşte yukarıda işaret edildiği gibi, emredilen sabırdan kastedilen budur ve bu sabırla Allah'a yakınlık hâsıl olur ve gaye tamalanmiş olur. Nitekim diğer bir âyette de; "Artık sabret; güzel akıbet, takva sahiplerinindır." (Hûd 11/49) denilmektedir. Yoksa sırf günahlardan sakınmak, terkine ruhsat bulunan azimetlerden hiçbir şeye medar olamaz. Şu halde işaret edilen sabır ve ondan sonra zikredilenler, nasıl buna medar olabilir? Fakat buna medar olan sabır, zikredilen mânâdaki sabırdır. Su halde sanki "Allah, sabredenlerle beraberdir" denilmiştir. Nitekim "ihsan ehli" denilmesi de, bu sabrın, insanların ulaşmak için yarıştıkları ihsan kabilinden olduğunu zımnen bildirmektedir. Nitekim diğer bir âyette de, "Sabret; çünkü şüphesiz Allah, ihsan ehlinin ecrini zayi etmez." (Hûd 11/15). Bir de, "Gerçek şudur ki, takva ve sabır sahiplen yok mu, işte Allah, o ihsan ehlinin ecrini zayi etmez." (Yûsuf 12/90) âyetinde, sabrın da, ihsanın da, takva kabilinden oldukları bildirilmektedir. İhsanın hakikati şudur: Amelleri layık veçhile gerçekleştirmektir. Bu amellerin vasıf güzelliğidir ki, bu güzellik, zati güzelliği meydana getirir. Peygamberimiz ihsanı şöyle tarif etmiştir: "Allah'ı görüyormuş sun gibi O'na ibadet etmendir. Zira sen O'nu görmüyorsan, O, sem şüphesiz görmektedir." Âyette takva, ihsandan önce zikredilmiş, çünkü tahliye, (boşaltma), tabliyeden (bakım ve süslemeden) önce gelmektedir. Âyetteki takva sahipleri ile, ihsan ehlinden murat, bunların cinsi (hepsi) olabilir. Buna göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de öncelikle bu zümreye dahildir. Yahut bunlardan Peygamberimiz ile onun tâbileridır. Onların bu vasıflarla ifade edilmeleri, kendilerini övmek içindir. Bu da işaret ediyor ki, Peygamberimizin hal ve hareketleri, bu ümmetin kendisiyle hidâyet bulmasına vesile olmaktadır. Nitekim bir zat, taziyet için İbn-i Abbâs'a (radıyallahü anh) şu şiiri söylemişti: "Isbir, nekün bike sâbkîne feinnemâ sabrurraıyyeti inde sabrkra'si / Sabret ki, biz de sabredenlerden olalım; zira reis sabrederse reaya sabreder." Herem b. Hayyan'dan rivâyet olunduğuna göre, ölüm hastalığinda birisi, ona: " Vasiyet et!" demiş. O da: " Vasiyet, ancak maldan olur. Ben size Nahl sûresinin son âyetlerini tavsiye ediyorum!" demiş. Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Nahl sûresini okursa, Allah (celle celâlühü) dünyada ona bahşettiği nimetlerin hesabını sormayacak. Ve eğer bu sûreyi, okuduğu gün veya gece ölürse, kendisine güzel bir vasiyetle ölen kimsenin ecri verilir." Bir tek olan Allah'a hamdolsun; O'nun Resulüne ve Resulünün bütün ailesine selâm olsun! |
﴾ 0 ﴿