İSRÂ SÛRESİMekke'de nazil olmuştur. 111 âyettir. 26, 32, 33, 57. âyetiyle 73-80. âyetleri Medine'de nazil olmuştur. 1"Kendisine âyetlerimizden, bir kısmını göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi işitenin, her şeyi bilenin ta kendisidir." A- " Kendisine âyetlerimizden bir kısmını göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketk kıldığımız Alescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." İsrâ, özellikle gece seyir ettirmek (yolculuk yaptırmak) anlamında olduğu halde, âyette bir de gece kelimesinin zikredilmesi, İsrâ zamanının az olduğunu ifade etmek içindir. Zira "leylen / gece" kelimesindeki nekrelik, bir bölüm mânasını ifade etmektedir. Âyette Peygamberimiz'in kul olarak ifade edilmesi, Peygamberimiz'in, kendini tamamen Allah'a (celle celâlühü) kulluk etmeye verdiğini ve bunda en uzak mertebeye, en yüksek dereceye eriştiğini bildirmek içindir. Nitekim İsrâ'nın başlangıcı ve nihayeti de buna işaret etmektedir. İsrâ'nın başlangıç mekânı hakkında ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre Mescid-i Haramin kendisidir, zahir olan da budur. Nitekim Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben, Alescid-i Haram'da Beytullah'ın yanında Hıcir'de bulunduğum bir sırada, uyku ile uyanıklık arasında bir durumda iken, Cebrâîl bana Burak'ı getirdi." Diğer bir görüşe göre, Isrâ'nin başlangıç mekânı, Ümmü Hâni binti Ebî Talibin evidir. Mescid-i Haram'dan murat, haremdir. Mescidi ihata ettiği için ona bu isim verilmiştir. Yahut bütün harem mescit olduğu için böyle ifade edilmiştir. İbn-i Abbâsin (radıyallahü anh) şöyle dediği rivâyet edilmektedir: " Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazından sonra Ümmü Hânî'nın evinde uyurken olanlar oldu ve o da bunları Ümmü Hânî'ye anlattı. Sonra Resûlüllah mescide çıkmak üzere ayağa kalkınca, Ummü Hânî, kavmi kendisini yalanlar endişesiyle, gitmesini engellemek üzere elbisesinden tuttu. Resûlüllah: " Beni yalanlasalar da, gidip anlatacağım" dedi.. Nihayet Resûlüllah, Mescid-i Haram'a çıkınca, Ebû Cehil, gelip onun yanma oturdu. Resûlüllah da Ebû Cehil'e Isrâ hâdisesini anlattı. Bunun üzerine Ebû Cehil: " Ey Kâ'b b. Lüey b. Gaalib topluluğu! Yanıma koşun!" dedi ve onlar gelince de bunu kendilerine anlatti. O zaman taaccüp ve inkâr ifadesi olarak kimi insanlar, el çırpmaya, kimileri de ellerini baslarının üzerine koymaya başladılar ve îman etmiş olanlardan bazıları da dinden döndüler. Bazıları da, Hazret-i Ebû Bekir'e (radıyallahü anh) koşup olanları ona anlattılar. O da " Eğer o söylediyse, doğru söylemiştir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir'e (radıyallahü anh): " Bunda da mı onu tasdik edeceksin?" dediler. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de: " Size göre bu olaydan daha çok akıl ötesi bir durum olsa da, ben yine onu tasdik ederim" dedi. İşte bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir'e (radıyallahü anh) "Sıddık" adı verildi. İsrâ hâdisesini dinleyenler içinde Beytülmakdisi bilenler vardı. Onlar da, Beytükrıakdisi (Hazret-i Süleyman mabedi) kendilerine anlatmasını istediler. O anda Beytüîmakdis, gayet açık olarak Resûlüllah'a gösterildi ve o da, bakarak anlatmaya başladı. Soranlar: " Anlattıkları kesinlikle doğru" dediler. Sonra: " Bir de, bizim yoldaki kervanımızı anlat" dediler. Resûlüllah da onlara kervandaki develerin sayısını ve durumların anlattı ve : "- Kervan, şu gün, güneşin doğmasıyla beraber, önde alacak bir deve olduğu halde gelecek" dedi. O gün gelince, Seniye tepesi tarafına çıkıp kervanı gözlemeye başladılar. Derken onlardan biri: " Vallahi, işte güneş!" diye haykırdı, diğer biri de: " Vallahi, işte kervan geliyor; önde de Muhammed'in dediği gibi alacak bir deve var!" dedi. Sonra yine de îman etmediler. Allah onları kahreylesin! Isrâ'nın tarihinde de ihtilâf edilmiştir. Bir görüşe göre Hicret'ten bir sene önce olmuştur. Enes ve Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre İsrâ, peygamberlik gelmeden vuku bulmuştur. İsrâ'nın, uyanıklık hâlinde mi, yoksa uykuda mı olduğu konusunda da ihtilâf vardır. Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre İsrâ, uyku hâlinde olmuştur. Ancak görüşlerin, ekseriyeti bunun aksinedir. Hak olan görüşe göre İsrâ, peygamberlikten önce uykuda, peygamberlikten sonra da uyanıklık hâlinde vuku bulmuştur. İsrâ'nın cisimle mi, yoksa ruhla mı olduğu noktasında da ihtilâf edilmiştir. Hazret-i Âişe'den rivâyet olunduğuna göre, Resülullah'ın bedeni kaybolmamış, miraç ruhuyla olmuştur. Muâviye'nin rivâyetine göre de Resülullah'ın İsrâ'si, yalnız ruhuyla gerçekleşmiştir. Hak olan görüşe göre ise İsrâ, bedenen gerçekleşmiştir. Nitekim bu durum, İsrâ hâdisesinin başındaki tenzihten (Sübhane) ve onun zımnen ifade ettiği taaccüpten de anlaşılmaktadır. Zira bedenle olan İsrâ, harikulade bir hâdise olma ve imkânsız görülüp reddedilme noktasında, ruhla olan İsrâ gibi değildir, işte bundan dolayıdır ki, Kureyş buna taaccüp etmiş ve onu mümkün olmayacak bir olay olarak kabul etmiştir. Aslında bunda bir imkânsızlık yoktur. Zira Hendesede (Geometride) sabittir ki, güneşin kutru (çapı), dünyanın yüz altmış küsur katıdır. Sonra dünya feleğinin tersine dönen en büyük feleğin hareketiyle, bir saniyeden az bir zamanda dünyanın alt tarafı, üst tarafına gelmektedir. Ve sabit bir gerçektir ki, cisimler, hareketin de dahil olduğu durumları kabul etmekte eşit bulunuyorlar. Ve Allah (celle celâlühü), imkân dahilinde olan her şeye kaadirdir. Bu itibarla Allah (celle celâlühü), o hareketi, hatta ondan hızlı bir hareketi Peygamberimizin bedeninde veya onu taşıyan, binitte yaratmaya da muktedirdir. Zaten eğer Mırac, normal şartlara göre imkânsız olmasaydı, mucize sayılmazdı. Mescid-i Aksa, Beytülmakdis'tır. Ona Mescid-i Aksa (en uzak mabet) denilmesi, onun ötesinde Müslümanlarca kutsal kabul edilen başka mescit olmamasındandır. Aksa (en uzak) vasfının kullanılması, tenzih ve taaccüp mânasını açıkça güçlendirmektedir. Mescid-i Aksa çevresinin bereketi, din ve dünya bereketidir. Zira orası vahyin indiği ve peygamberlerin (aleyhisselâm) ibadet ettikleri topraklardır. Isrâ'da Peygamberımiz'e gösterilen bir kısım büyük âyetlerden biri de, gecenin bir kısmında bir aylık yol gitmesidir. Bu yolculuğun, henüz gideceği yere ulaşmadan, Beytülmakdis'i görmeden, peygamberler kendisine temessül etmeden ve onların yüce makamlarına vâkıf olmadan gerçekleşmiş olması, onun Miracin gayelerinden olmasına halel getirmez. B- "Şüphesiz O, her şeyi işitenin, her şeyi bilenin ta kendisidir." Allah Peygamberimizin sözlerini, kulağa gerek kalmadan işitenin ve onun fiillerini göze ihtiyaç duymadan görenin ta kendisidir. Böylece Allah (celle celâlühü), Resulüne İsrâ ile ikramda bulunmaktadır ve onu Kendisine yaklaştırmaktadır. Bu da delâlet ediyor ki Isrâ, sadece Peygamberimiz'e ikramda bulunmak ve mertebesini yükseltmek içindir. Yoksa Allah'ın (celle celâlühü) Peygamberimizin sözlerini ve fiillerini ihata etmesi, onu Kendisine yaklaştırmaya hacet olmadan da hâsıl olmaktadır. Necm sûresinde zikredilen Peygamberimizin göklere Miracının ve onda vuku bulan o mahiyeti tamamıyla kavranamayan hâdiselerin bu sûrede zikredilmemesi, İsrâ'yi dinleyenlerin kabulüne yaklaştırmak içindir. 2"Biz, Mûsa'ya o Kitabı (Tevrat'ı) verdik ve onu İsrâiloğulları'na, Benden başkasını vekil etmemeleri için bir hidâyet rehberi kıldık." Bu ifade, Hazret-i Mûsâ'nın Tûr'a davet edildiğini ve orada gerçekleşen münâcâtı imâ etmektedir. Yani Biz Mûsa'ya, Tûr'a yolculuk yaptırdıktan sonra, ona, İsrâiloğulları'nın hidâyeti ve içeriği ile hidâyet bulmaları için Tevrat'ı verdik ki, Benden başka işlerini havale edecekleri Rab edinmesinler, demektir. 3"Ey Nûh ile birlikte gemiye yüklediğimiz kimselerin nesli! Muhakkak O, çok şükreden bir kuldu." Bundan murat, Allah'ın (celle celâlühü), atalarını Nûh gemisinde kurtarmak zımnında kendilerine olan nimetini hatırlatmasıdır. Hazret-i Nûh bütün hallerinde çok şükreden bir kuldu. Bu da bize bildiriyor ki, Nûh (aleyhisselâm) ile beraber olanların kurtarılması, onun duasının bereketiyle olmuştur. Yine bu kelâm, Hazret-i Nuh'un zürriyetini ona uymaya teşviktir ve onları, nankörlüğün en büyük derecesi olan şirkten caydırmadır. Diğer bir görüşe göre ise, Mûsâ çok şükreden bir kuldu, demektir. 4"Biz, Kitapta îsrailoğulları'na kesin hükmümüzü şöyle anlattık: Siz o topraklarda hiç şüphesiz iki kez fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde dik başlılık edeceksiniz." îsrailoğulları'na indirdiğimiz vahiyle Biz kesin hüküm olarak Tevrat'ta onlara bunu anlattık. Zira Mûsa'ya olan indirme ve vahiy, aynı zamanda onlara da indirme ve vahiy sayılır. İsrâiloğulları'nın ilk fesadı, Tevrat'ın hükmüne muhalefet etmeleri, İşaya'yı (aleyhisselâm) öldürmeleri ve kendilerini Allah'ın (celle celâlühü) gazabiyla uyaran Ermıyâi (aleyhisselâm) hapsetmeleridir. İkincisi de, Zekeriyyâ ile Yahya'yı (aleyhisselâm) öldürmeleri ve İsa'yı (aleyhisselâm) da öldürmeye kastetmeleridir. Azgınlık derecesinde dik başlılık etmeleri, Allah'a ibadet etmeyi kibirlerine yedirememeleridir. Yahut insanları zulümle ezmeleri ve zulümde ifrat derecesine varıp, haddi aşmalarıdır. 5"Nihayet bunlardan ilkinin vadesi gelince, üzerinize gayet çetin kullarımızı gönderdik de onlar, evlerin aralarında bile arama yapmışlardı. Bu da yerine gelecek bir vaatti." A- " Nihayet bunlardan ilkinin vadesi gelince, üzerinize gayet çetin kullarımızı gönderdik de, onlar evlerin aralarında bile arama yapmışlardı." İsrâiloğulları'nın çıkardıkları iki fesattan ilki için va'dedilen azabın süresi dolunca, işledikleri cinÂyetin cezasını vermek üzere onların üzerine gayet çetin savaşçılar gönderdik. Bunlar, Ninova Kralı Sanherib ile ordusuydu. Diğer bir görüşe göre bunlar, Kral Lehrasbe'nin kumandanı Buhtünnasr ile ordusu idi. Bir başka görüşe ise Câlût ile ordusu idi. Bu ordu isrâiloğulları'nın âlimlerini ve büyüklerini öldürdü; Tevrat'ı yaktı, mescidi (Kudüs Tapmağım) tahrip etti ve İsrâiloğulları'ndan yetmiş bin kişiyi esir aldı. İşte bu da, İlâhî sünnetin gereği, zâlimlerin bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılmak kabilindendir. B- " Bu da yerine gelecek bir vaatti." İsrâiloğulları'nın, yeryüzündeki cinayetlerinden dolayı başlarına bu felâketin gelmesi, mutlaka gerçekleşecek bir vaatti; hiçbir kuvvet onu değiştiremez ve engelleyemezdi. 6"Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet verdik; mallarla ve çocuklarla gücünüzü arttırdık; topluluğunuzu daha da çoğalttık." A- " Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet verdik." Bu hâdiseden yüz sene sonra siz tevbe edip islediğiniz bozgunculuktan ve dik başlılıktan dönünce, size o yaptıklarını yapanlara karşı galibiyet ve devlet verdik. Denilir ki bu zafer, Buhtünnasrin öldürülmesi ve İsrâiloğulları'nın, esirlerini, mallarını kurtarmaları ve hükümdarlığm tekrar kendilerine dönmesidir. Şöyle ki, İsfendiyarin oğlu Bek men, hükümdarlığı dedesi Lehrasbe'nin oğlu Kestasfe'den miras alınca, Allah îsrailoğulları'na karşı onun kalbine şefkat verdi. O da İsrâiloğulları'nın esirlerini geri Şam'a (Suriye ile Fikstin) gönderdi ve Danyali da onlara hükümdar tayin etti. Onlar da orda bulunan Buhtünnasrin adamlarına karşı zafer kazandılar. Diğer bir görüşe göre bu zafer Davud'un Câlût'u öldürmesidir. B- " Mallarla ve çocuklarla gücünüzü artırdık; topluluğunuzu daha da çoğalttık." Sizin mallarınız yağma edildikten ve çocuklarınız esir alındıktan sonra, size bol mal ve çok çocuklar verip gücünüzü artırdık ve topluluğunuzu eskisinden daha fazla çoğalttık. 7"İyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; kötülük ederseniz, yine kendinize etmiş olursunuz. Nihayet diğer cezalandırma vadesi gelince, yüzünüzü kara etsinler ve daha önce girdikleri gibi yine Mescide (Süleyman mabedine) girip tahrip etsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün kırıp döksünler diye, başka bir milleti göndereceğiz." A- " İyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; kötülük ederseniz, yine kendinize etmiş olursunuz." İster kendi nefsinize dönük olsun, ister başkasıyla ilgili olsun, layık veçhile iyilik ederseniz -ki, bu da, o isin kendisi güzel olduğu takdirde tasavvur ecklebilir- yahut ihsanda bulunursanız, kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; çünkü onun mükâfatı size aittir. Eğer işlerinizi layık veçhile yapmayarak kötülük ederseniz, yahut kötü işler yaparsanız, yine kendinize etmiş olursunuz; çünkü onun vebak size aittir. Hazret-i Ali' nin (radıyallahü anh) "Ben hiç kimseye iyilik de etmedim; kötülük de etmedim" deyip, arkasından bu âyeti okuduğu rivâyet edilmiştir. B- " Nihayet diğer cezalandırma vadesi gelince, yüzünüzü kara etsinler ve daha önce girdikleri gibi yine Mescide (Süleyman mabedine) girip tahrip etsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün kırıp döksünler diye, başka bir milleti göndereceğiz." Onların yüzünü kara etmeleri, çekecekleri acı ve ıstırabın izlerim yüzlerinde göstermeleri demektir. Nitekim diğer bir âyette de, "inkâr edenlerin yüzleri kararacak" (Mülk 67/27) buyurulmaktadır. Allah (celle celâlühü), Farslari Isrâiloğulları'na musallat kıldı. Nihayet bölgedeki Bâbıl hükümdarı Cudred Diğer bir görüşe göre Cerdus kumandasındaki ordu, İsrâiloğulları'yla savaştı. Bir görüşe göre bu ordu kumandanı, Mescide (Süleyman mabedine) girdi ve kurbanlarını kestikleri yere de baktı; orada kaynayan bir kan gördü; kendilerine bunun sırrını sordu. Onlar da: " Bizden kabul edilmeyen bir kurban kanıdır" dediler. Kumandan: " Bana doğruyu söylemediniz" dedi; sonra onlardan binlerce insan öldürdü. Fakat o kan, sakinleşmedi. Sonra kumandan onlara: " Eğer bana doğruyu söylemezseniz, sizden bir tek insan sağ bırakmayacağım" dedi. O zaman bunun üzerine onlar: Bu kaynayan kan, Zekeriyya'nın oğlu Yahya'nın (aleyhisselâm) kanıdır" dediler. Kumandan da: " işte bunun gibi cinayetlerinizden dolayı Rabbiniz sizden intikam almaktadır" dedi. Sonra şunu da ilâve etti: " Ey Yahya! Senin Rabbin ve benim Rabbim, senin yüzünden senin kavminin başına geleni bilmektedir. Artık Allah'ın izniyle sakinleş. Yoksa onlardan bir tek insan sağ bırakmayacağım." İşte o zaman Yahya'nın (aleyhisselâm) kanı dindi. 8"Belki Rabbiniz size merhamet eder. Fakat siz eğer fesada dönerseniz, Biz de sizi cezalandırmaya döneriz. Biz Cehennemi kâfirler için zindan kıldık." A- " Belki Rabbiniz size merhamet eder. Fakat siz eğer fesada dönerseniz, Biz de sizi cezalandırmaya döneriz." Son cezanızdan sonra eğer yeni bir tevbe ile tevbe ederek, içinde bulun duğunuz günahlardan vazgeçerseniz, belki Rabbiniz size merhamet eder. Fakat eğer siz daha önceki fesadınıza bir kez daha dönerseniz, Biz de sızı cezalandırmaya tekrar döneriz. Ve İsrâiloğulları yine eski fesatlarına döndüler ve Allah (celle celâlühü) da onlara Romalıları musallat etti. Romalılar onları, haraç, vergi vs. gibi yükümlülüklere bağladılar. Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre: "İsrâiloğulları, yine eski fesatlarına döndüer. Allah (celle celâlühü) da Muhammed’i gönderdi. Ondan sonra onlar, zeki olarak cizye veriyorlar." Katâde'den de bunun benzeri bir rivâyet vardır. B- " Biz Cehennemi kâfirlere zindan kıldık." Biz, Cehennemi kâfirlere, ebediyen çıkamayacakları bir zindan kıldık. Diğer bir görüşe göre, Biz Cehennemi hasır gibi yaygı kıldık. 9"Şüphe yok ki bu Kur’ân, en doğru yola iletir, iyi işler yapan mü’minlere de, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele." A- " Şüphe yok ki, bu Kur’ân, en doğru yola iletir." Hiç şüphe yok ki bu Kur’ân, insanların yalnız bir fırkasını değil, fakat Mûsa'ya verdiğimiz Kitap gibi bütün insanları, yolların en kadar ve en sağlamı olan tevhid ve islâm dinine iletir; hidâyet düsturu olarak ona sarılanları hidâyete erdirir; yoksa hidâyeti bilfiil tahsil etmesi, mü’minler içindir. B- " İyi işler yapan mü’minlere de, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele." Kur’ânin içerdiği hükümlere ve prensiplere îman edip Kur’ân'da açıklanan iyi işleri yapan mü’minlere de, o amelleri karşılığında kendileri için, hem kendisi büyük, hem de katları büyük, yani on kat ve daha fazlası bir mükâfat olduğunu müjdele. 10"Ahirete inanmayanlara gelince, onlar için de elem verici bir azap hazırladık." Yeniden dirilme, hesap ve ceza gibi, Kur’ân'da açıklanan âhiret hükümlerine inanmayanlara gelince... Onların inkâr ettikleri içinden âhiret, zikre tahsis edilmiştir. Çünkü onların îman etmeleri emredilen şeylerin en büyükleri, âhiretle ilgilidir. Bir de, onların amelleri ile Kur’ânin bildirdiği ceza arasındaki münasebeti gözetmek içindir. Elem verici azap, Cehennem azabıdır. Yani onların varlığını inkâr ettikleri ahirette, kendileri için elem verici bir azap hazırlanmıştır. Bu zecir, onlara daha etkilidir. Çünkü hiç umulmayan yerden gelecek azap, daha kötü ve fecidir. 11" İnsan bazen hayrı istediği kadar, şerri de ister. Zaten insan çok acelecidir." A- " İnsan bazen hayrı istediği kadar, şerri de ister." Bundan öne, hidâyet edici Kur’ânin hak beyan edildikten sonra, burada da hidâyet edilen insanın hak beyan edilmekte ve ikisinin arasındaki fark anlatılmaktadır. Burada insandan murat, insan cinsidir; onun bazı fertlerinin hali, hepsine isnat edilmiştir. Yahut insanların bazı zamanlardaki hak hikâye edilmektedir. Birincisine göre mâna şöyledir: Kur’ân, insanları en yüksek hayra, en büyük mükâfata çağırmaktadır ve en büyük şer olan elem verici azaptan da insanları sakındırmaktadır. İnsanların bir kısmı olan kâfirler, kendileri için en büyük şer olan mezkûr azabı istemektedirler. Bunu da diliyle ikrar etmektedirler. Nitekim bazıları: " Ey Allahım, eğer bu kitap senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır; yahut bize elem verici bir azap getir" (Enfâl 8/32); Eğer doğru sözlülerden isen, bize va'dettiğin azabı, bize getir, " (A'râf 7/70) benzeri şeyler söylüyorlardı. Yahut onların dilleriyle istemesi değil, fakat sonuç olarak, bu neticeye varan, bunu gerektiren kötü amelleriyle mecazî istemeleridir. Nitekim hepsinin hali budur. Onların hayrı istemeleri ise, hakikat değil farazidir. Zira onlar hayır istemekten uzaktır. Bir de "hayrı istediği kadar" denilmesi işaret ediyor ki, onlara yaraşan buydu. B- "Zaten insan çok acelecidir.". Kendilerine mezkûr duâ isnat edilen insan, aklına gelenlerin zararlarını hiç görmeden, onları istemekle çok acele etmektedir. Yahut çok acele edip azabın da acele gelmesini istemektedir. Halbuki azap, zaten mutlaka gelecektir. Buna göre bu, onlarla bir nevi istihzadır. Onların istemeleri, amellerine hamledildiği takdirde, acelecilik de, azabı gerektiren o kötü amellerine dalmak ve onları sürdürmek anlamına hamledilebilir. İkinci tefsire göre (insanın bazı hallerde şerri istemesi) mâna şöyledir. Kur’ân'ınsanı hayra davet eder. Öfke hâlinde olduğu gibi insan bazen kendi nefsi, ailesi ve malı için, şer olanı Allah'tan isteyebilir. Ve insan yaratıksı itibarıyla acelecidir; sabırsızdır; başındaki belâ zail oluncaya kadar bu hak devam eder. Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi Hazret-i Sevde'ye bir esir emanet etti. Esir, bağlarının acısından gece inleyince, Hazret-i Şevde, onun bağlarını gevşetti. Esir de kaçtı gitti. Bu Peygamberimiz'e haber verilince, Peygamberimiz: "Allahım! Bu kadının ellerini kes" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Şevde, ellerini kaldırıp duanın kabul olmasını beklemeye başladı. O zaman Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki, "Ben Allah'tan diledim ki, benim duamı, azaba müstahak olmayan ailem için rahmete çevirsin." Yahut âyetin mânası şöyledir: İnsan, hayır olduğunu sandığı şerri istemektedir. Zaten insan aculdür; işlerine basket ve gerçek bir tefekkürle yaklaşmıyor ki, istemeye layık olan hayır tahakkuk etsin ve kaçınmaya layık olan serden uzak kalsın. 12"Biz gece ile gündüzü iki âyet (alâmet) olarak yarattık. Böylece gece âyetini sönük kıldık; gündüz âyetini ise aydınlık kıldık; ki, Rabbinizin lütfü keremini arayasınız ve yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Zaten Biz her şeyi gereği gibi bildirdik." A- " Biz gece ile gündüzü iki âyet (alâmet) kıldık." Burada, her biri şüphe götürmez parlak birer burhan olan ve takipçisinin asla dalâlete düşmeyeceği birer ana yol gibi belli olan âyetlerle ve âfâkî delillerle, hakkı bulma yolunu göstermekten ibaret olan mezkûr Kur’ân hidâyetinin bazı kısımları beyan edilmeye başlanmaktadır. Zira gece ile gündüzün iki âyet kılınması ve bundan sonra zikredilecek gece âyetinin sönük ve gündüz âyetinin de aydınlık kılınması, her ne kadar kâinat hidâyetlerinden ise de, onları haber vermek, onlara dikkat çekmek, Kur’âni hidâyetlerdendir. Âyette gecenin önce zikredilmesi, tahakkuk sırasını gözetmek içindir. Çünkü gecenin açılmasıyla gündüz meydana gelir ve gece ay başları belli olur. Eğer gece, bir önceki güne izafe edilmiş olsa (ona bağlı sayılsa), o gece ayrı aydan ve onun gündüzü ayrı aydan sayılır. Bir de gündüz âyetinin, vasıtasız olarak ona terettüp ettirilmesi için gece önce zikredilmiştir. Yani Biz, gece ile gündüzü, oluşumlarıyla, birbirini izlemesiyle, uzunluk ve kısalıkta farklı olmalarıyla, akılların anlamakta hayrete düştükleri bir düzende yaratılmalariyla, iki âyet kıldık. Bu iki âyet, onların, Hakim ve Kaadir bir kuvvet tarafından meydana getirildiklerine delâlet etmekte ve Kur’ân-ı Kerimin hidâyet ettiği İslâm ve tevhid dinine yol göstermektedir. B- " Böylece gece âyetini sönük kıldık; gündüz âyetini ise aydınlık kıldık." Gece âyeti, karanlık olarak yaratılmış; gündüz âyeti ise aydınlık olarak yaratılmıştır; gündüzün eşyanın görülebildiği bir zamandır, yahut insanlar için eşyayı aydınlatmaktadır. C- " Rabbinizin lûtfu keremini arayasınız ve yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." Biz, gündüzü aydınlık kıldık ki, gündüz aydınlığında kendiniz için Rabbinizden rızık talep edesiniz. Zira gece rızık aramanız daha zordur. Âyetin metninde kullanılan kelimelerin mâna incelikleri delâlet ediyor ki, rızık tahsilinde talepten başka bir tesir yoktur. Rızık vermek ise Allah'a (celle celâlühü) aittir. Fakat vacip (zorunlu) değil; O, rızıkları Rubûbiyet hükmüyle lûtfu kerem olarak ihsan etmektedir. Yine, Allah'ın (celle celâlühü) gece ile gündüzü bu düzende yaratması, onların karanlık ve aydınlık olarak birbirini izlemesiyle, hareketleriyle, vaziyetlenyle ve diğer halleriyle, yılların sayısını bilesiniz, diyedir. Zira dinî ve dünyevî maslahatlarınız için bir takını ilmî veriler buna bağlıdır. Yine bunun zımnında ayların, gece ve günlerin ve mezkûr maslahatlardan buna bağlı olanların hesabını bilmeniz içindir. Sayı (adet) ve hesabın taallûk ettikleri şeylerin vücudu ve ademi vücudu bakımından hesap, sayıdan önce olduğu halde, âyette sayının önce zikredilmesi, hesabın taallûk ettiği şeylerin, yılların içerdiği vakitler olduğuna daha baştan dikkat çekmek içindir. Yılların sayısına taallûk eden bilgi, hesabın taallûk ettiği tafsilâtlı bilginin icmali halidir. Yahut zikredildiği gibi adette (sayıda) başka bir şeyin hâsıl olmasına itibar edilmediği için, bunun itibar edildiği hesaba göre, mürekkebin (terkiplinin) karşısındaki basit gibidir. Ya da sayıya taallûk eden bilgi, mertebelerin en yükseğidir. Bundan dolayı minnet beyanı makamında, önce zikredilmek hakkına sahiptir. En iyisini Allah (celle celâlühü) bilir. D- " Zaten Biz her şeyi gereği gibi bildirdik." Zikredilen gece ile gündüzün iki âyet kılınması ve buna bağlı olan dînî ve dünyevî faydalar dışında da sizin dünya ve ahirette muhtaç olduğunuz her şeyi, Kur’ân'da hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, gayet üstün bir beyan ile bildirdik. Nitekim diğer bir âyette de, "Bu Kitabı (Kur’âni) da sana, her şey için bir açıklama... olarak indirdik." (Nahl 16/89) denilmektedir. 13"Her insanın amelini onun boynuna doladık. Kıyamet günü onun önüne, açılmış olarak duran ve amellerini gösteren bir kitap da çıkaracağız." A- " Her insanın amelini onun boynuna doladık." Taair, takdire uygun alarak kendi ihtiyarıyla, kendisinden sâdır olan ameller, yahut ezeli ilimdeki istihkakına göre ezeli taksimatta kendisine düşen ameller demektir. Amellerin boyna dolanması, kendisine şiddetle bağlı ve son derece irtibatlı olduğunu tasvir etmek içindir. Yani biz yaptıklarını kendisine öyle sımsıkı bağlı kıldık ki, ebedî olarak onu bırakmayacak; tıpkı boyundaki gerdanlık ve demir halka misak, her halükârda ondan ayrılmayacaktır. B- "Kıyamet günü onun önüne açılmış olarak duran ve amellerini gösteren bir kitap da çıkaracağız." Yaptıklarının en küçüklerinin, en basitlerinin de yazılı olduğu bir amel defterini, Kıyamet günü onun karşısına çıkaracağız ki, onu, önünde açılmış olarak bulacak Hasen diyor la, dünya hayatında senin için bir defter açılır ve bununla iki melek görevlendirilir. İşte bu iki melek, sağında ve solunda bulunmaktadır. Sağındaki melek, iyiliklerini, solundaki melek de kötülüklerim tespit eder. Öldüğün zaman bu defter dürülür ve seninle beraber mezarına konur. Nihayet kıyamet günü bu defter senin önüne çıkarılır. 14"Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana kendi nefsin yeter, denecek." Katâde'den rivâyet edildiğine göre, o gün dünyada okumasını bilmeyenler de okuyabilecek. Bir görüşe göre bu kitaptan murat, amellerinin, eserlerinin iz bıraktığı kendi nefsidir. Zira hayır olsun veya şer olsun, insandan sâdır olan her amel, insanın ruhunda özel bir tesir bırakır. Ancak ruh bedene bağlı olduğu müddetçe anılan tesir gizli kalır. Ruhun bedenden alâkası kesildiği zaman, onun kıyameti kopmuş olur. Çünkü ruh, o zamânâ kadar bedende sükûnet ve istikrar hakirdeydi. Bedenden ayrıldığında ise harekete geçer ve yüce âleme doğru yükselmeye yönekr. İşte o zaman perde kalkar; haller ortaya çıkar ve ruh levhası üzerinde, ömrü müddetince yaptığı her şeyin resmi zuhur eder. Amellerin yazılması ve okunması bu demektir. 15"Kim hidâyet yolunu seçerse, ancak kendisi için seçmiş olur; kim de yoldan saparsa, yine ancak kendi aleyhine sapmış olur. Zaten hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz." A- Kim hidâyet yolunu seçerse, ancak kendisi için seçmiş olur; kim de yoldan saparsa, yine ancak kendi aleyhine sapmış olur." Bu kelâm, daha önce geçen Kur’ânin en doğru yola hidâyet edici olmasının ve amellerin sahiplerinden ayrılmayacağı beyanının fezlekesidir. Yani her kim, Kur’ânin hidâyetiyle hidâyet olur da, içerdiği hükümleri uygularsa ve yasakladıklarından da vazgeçerse, bu hidâyetinin menfaati yalnız kendi nefsine döner, kendine yarar sağlar; hidâyet buknayan başkasına sirayet etmez. Kim de Kur’ânin hidâyet ettiği yoldan saparsa, onun dalâletinin vebak de yalnız kendisine aittir; dalâlete düşen başkasına ait değildir. İşte bunun için amel sahibinden ayrılmaz. B- " Zaten hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez." Bu da ikinci cümlenin tekididir. Yani kendi günahlarının vebalini taşıyan bir kimse, başkasının günahının vebalini taşımaz ki, ikinci şahıs, kendi vebalinden kurtulabilsin ve günahkârla günah arasındaki bağlılığa halel gelebilsin. Sonuç olarak herkes, ancak kendi günahını yüklenir. İşte "her insanın amelini onun boynuna doladık" âyetinin tahkiki budur. "Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da ondan nasibi olur. Kim de kötü bir işe aracılık ederse, onun da ondan nasibi olur." (Nisa 4/85) ve "Kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve cehaletle saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için..." (Nahl 16/25) âyetlerinin, başkasının iyiliğinden faydalanmak ve onun kötülüğün dan zarar görmek hususu ise, hakikatte kendi iyiliğinden faydalanmak ve kendi kötülüğünden zarar görmektir. Zira amel sahibinin yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığı kendisine aittir. Aracıya erişen ise, onun aracılığının karşılığıdır; yoksa asıl iyilik ve kötülüğün karşılığı değildir. Keza, dalâletin karşılığı da sapkınlara mahsustur. Saptıranlarin yüklendikleri ise, saptırmanın karşılığıdır; yoksa dalâletin karşılığı değildir. Bu konuda (yukarıda belirtildiği gibi) tekidin ikinci cümleye tahsis edilmiş olması, onların boş umutlarını kesmek içindir. Zira onlar, iddia ediyorlardı ki, eğer kendileri hak üzerinde değiller ise, bunun sorumluluğu, taklit ettikleri seleflerine aittir. B- "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz." Bundan önce hidâyetle dalâletin sonuçlarının sahiplerine mahsus olduğu, hidâyet bulan kimsenin kendi hidâyetinin semerelerinden mahrum kalmayacağı ve hiç kimsenin başkasının cinÂyetinden sorumlu tutulmayacağı beyan edildikten sonra, burada da ilâhî inayet beyan edilmektedir. Yani üstün hikmetlere bina edilmiş olan sünnetimizde, yahut geçmiş hüküm ve takdirimizde, sadece akıl ıdrakiyle iktifa ederek, indirilmiş kitapta beyan edildiği veçhile, kendilerine hakkı gösterecek, onları dalâletten alıkoyacak, hüccetleri ikame edecek ve prensipleri ortaya koyacak bir peygamber göndermedikçe, dalâlet ve azap ehline azap etmek diye bîr şey asla olamaz. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdî'nin de dediği gibi, bu azaptan murat, onları tamamıyle yok etme cezasıdır. Ondan sonra gelen cümleye uygun anlam da budur. Yahut dünyevî azabı da, uhrevî azabı da kapsayan ve tamamiyle yok etme azabının çeşitlerinden biri olan azap cinsi murat edilmektedir. Azaptan murat ne olursa olsun, "bir peygamber göndermedikçe" ifadesi, azabın mutlak olarak hiç olmayacağını bildirmek için değil, bunun tahakkukundan önce olmayacağını bildirmek içindir. Yoksa uhrevî azabın Peygamber geldikten sonra hemen vaki olması mümkün olmadığı gibi, dünyevî azab da, onu gerektiren ahlâksızlık ve isyandan sonra ancak hâsıl olur. Nitekim malûm olduğu üzere bu azap, Nûh kavmine, bin seneye yakın bir zaman gecikmek olarak gelmiştir. 16"Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, oranın şımarık zengin ileri gelenlerine (hakkı, hayrı) emrederiz. Onlar ise yoldan çıkarlar. Böylece o ülke, helake müstahak olur; Biz de orayı yerle bir ederiz." A- " Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, oranın şımarık zengin ilen gelenlerine (hakkı, hayrı) emrederiz." Bundan önce, peygamber gönderilmeden azap vaki olmayacağı beyan edildikten sonra, burada da azabın vuku keyfiyeti beyan edilmektedir Burada iradeden murat, iradenin bilfiil gerçekleşmesi değildir. Zira irade gerçekleşince, irade konusu olan şey de aynı anda gerçekleşmiş olur. Yine bu iradeden murat, irade konusu şeyin, kendisine takdir edilmiş vakitte vukuuna taallûk eden ezelî irade de değildir. Çünkü bundan sonra zikredilen ceza, onunla beraber gerçekleşmez. Fakat burada murat olan irade, vaktinin yaklaşması demektir. Nitekim "Allah'ın emri gelmiştir" (Nahl 16/1) âyeti de bu kabildendir. Yani hikmetin gereği, olarak, zulüm ve günahlarından ötürü, Bizim irademizin bir ülkeyi helâk etmeye taallûk etmesinin ve o ülke halkını, zikrettiğimiz toptan yok etme azabiyla azap etmemizin -ki bu azap da, beyan ettiğimiz gibi ancak peygamber gönderdikten sonra olabilir- vakti, muayyen bir sınır olmaksızın yaklaşüğı zaman, halkına gönderdiğimiz peygamber vasıtasıyla, oranın ceberut, şımarık zengin olan ileri gelenlerine ve hükümdarlarına iyilik emrederiz. Allah'ın (celle celâlühü) emirleri hepsine şâmil olduğu halde bunların zikre tahsis edilmeleri, hitapta onların asıl olmaları, diğerlerinin ise onlara tâbi olmaları sebebiyledir. Bir de, emrin bunlara tevcih edilmesi, daha etkilidir. O şımarık zengin ileri gelenlere neyin emredil eliği, âyette sarih olarak zikredilmemiştir. Ondan, hak ve hayrın murat olduğu anlaşümaktadır. Zira Allah kötülüğü, edepsizliği emretmez, özellikle Kur’ânin hidâyeti zikredildikten sonra bu husus daha da açık olarak anlaşılmaktadır. Yahut âyetteki emretmekten murat. Bizden emir sâdır oldu, demektir. B- " Onlar ise yoldan çıkarlar. Böylece o ülke, helake müstahak olur; Biz de orayı yerle bir ederiz." Emirlerimize karşılık onlar, itaatten çıkarak serkeşlik etmeye başlarlar. Böylece onlar yoldan çıkıp azgınlık gösterdikten sonra o ülke azap de helâk edilmeye müstahak olur. Biz de, halkını yok etmekle onu darmadağın ederiz. Geçen ifadelere münasip olan tefsir budur. Bir görüşe göre âyetteki emir, mecazî anlamda yoldan çıkmak ve onunla sebep teşkil etmek mânasına hamledilmektedır. Yani Allah (celle celâlühü), kendilerine, onları şımartan ve yoldan çıkmalarına sebep olan bol nimetler verir. Diğer bir görüşe göre ise, burada emir, çoğaltmak anlamındadır. Hadiste de şöyle denilmektedir: "Malın hayırlısı, ıslah edilen hurma ağaçları ve doğurgan taylardır." (işte bu hadiste de emir kökünden türetilen kelime, çokluk anlamında kullanılmıştır). Âyetin metninde geçen "Emarnâ / emrettik" fiilinin, "Amarnâ" ve "Emmarnâ" şeklinde kıraati de mevcuttur. Bu durumda "Onları emirler, âmirler, yöneticiler kıldık" anlamına da gelmektedir. Ancak dalâletten zecir ve hidâyete teşvik makamı, bu görüşlerin hiçbirine müsait değildir. Zira bu görüşlerin hulâsası şudur: Onların azgınlıkları, Allah'ın iradesine ve onları şımartan bol nimetleri kendilerine bağışlamasına bağlıdır. Ve bu emir, mecazî olarak, onları kötülüğe sevk etmek anlamına hamledildiği takdirde de, gerçekten onları kötülüğe sevketme mânası çıkar. 17"Zaten Biz, Nuh'tan sonra nice nesilleri helâk ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak da Rabbin yeterlidir." A- " Zaten Biz, Nuh'tan sonra nice nesilleri helâk ettik." Karn, bir kavmin bir kuşağın yok olduğu süredir. Bu süre, yirmi, otuz, kırk, seksen veya yüz senedir. Bunun yüz sene olduğu görüşünü şu hadis de teyit, etmektedir: Peygamberimiz bir zata duâ ederken "Bir karn yaşayasın" buyurmuş, o zat da yüz veya yüz yirmi sene yaşamıştır. Nûh peygamber zamanından sonra helâk edilenler Âd ve Semûd kavimleriyle onlardan sonra helâk edilenlerden Kur’ân-Kerım'de kıssaları anlatılan ve anlatılmayan kavimlerdir. Nûh kavminin bu helâk edilen nesillere dahil edilmemesi, onların durumu açık olduğu içindir. Kaldı ki Nuh'un zikri, onların zikrine işarettir. B- " Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak da Rabbin yeterlidir." Rabbi'nin ilmi ve basireti, onların günahlarının zahirini de, iç yüzünü de kuşatmıştır. Bu itibarla Allah günahlarından dolayı onları cezalandıracaktır. Bu kelâm işaret ediyor ki, onlara peygamberlerin gönderilmesi, onlara hak ve hayır emredilmesi ve bunlardan sonra âyette zikredildiği şekilde onların yoldan, çıkması, onlardan sâdır olanları bilmek ilmini tahsil için değildir. Zira bu ilim, ondan önce de mevcuttu. Fakat o mezkûr şeyler, her yönden onların özürlerini kesmek ve onları hüccetle ilzam etmek içindir. 18"Her kim şu çabuk geçen dünyayı dilerse, burada ona, yani istediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını hemen veririz; sonra da onu, yerinmiş ve kovulmuş alarak Cehenneme koyarız." A- " Her kim şu çabuk geçen dünyayı dilerse, burada ona, yani istediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını hemen veririz." Kâfirlerden, günahkârlardan, riya ve nifak ehlinden, dünyalık için hicret edenlerden ve sadece ganimet almak için cihad edenlerden her kim yaptığı işi, yalnız dünyalık için, dünyadaki çeşitli arzu ve istekleri için yapıyorsa ve onunla beraber âhireti hiç dilemiyorsa, bu dünyada istediğimiz kimseye, istediklerinin hepsini değil, dilediğimiz kadarını veririz. Âyette; "istediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını hemen veririz" ifadesiyle, bunun hâsıl olması, Allah'ın dilemesi şartına bağlanmış, çünkü yaratılış çarkının üzerinde döndüğü ilâhî hikmet, her isteyenin, muradına ermesini gerektirmediği gibi, istediği, verilen kimselerin de, istediklerinin tamamını elde etmesini gerektirmez." Kim dünya hayatını ve ziynetini istiyorsa, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar orada, hiçbir zarara uğratılmaz" (Hûd 11/15) âyetinden ise, her amel sahibinin bütün emellerine ulaşacağı ve her amel sahibinin yaptıklarının sonuçlarını elde edeceği gibi bir anlam anlaşılmamalıdır. Nitekim bu âyetin tefsirinde Allah'ın lûtfu keremiyle bunun tahkikine işaret edildi. B- " Sonra da onu, yerinmiş ve kovulmuş alarak Cehenneme koyarız." Dünyada ona acilen verdiğimizin yerine, sonra da ona Biz, Cehennem ve onun içindeki azap çeşitlerini veririz. O, Cehenneme, yerinmiş ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girecektir. Bir görüşe göre, bu âyet, münafıklar hakkındadır. Onlar, Müslümanlara karşı riyakârca davranıp onların safında savaşıyorlardı. Münafıkların bundan amacı, yalnız, ganimetlerden ve diğer şeylerden pay almalarıydı. Ancak muayyen âyetlerin dışında bu sûrenin Mekke'de inmiş olması, bu tefsire engeldir. 19"Kim de mü’min olarak âhireti diler ve onun için gereği gibi çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür." Sahih bir îman ile ve îmanına halel getirecek bir hali olmaksızın iman etmiş olarak, âhireti ve ondald ebedî nimetleri dileyen ve onun için layık veçhile çalışan, kendi görüşüne göre uydurduğu yollarla ibadet etmeyip, Kur’ânin bildirdiği emir ve yasaklara riâyet ederek, hareket edenlerin îmanları, amelleri ve çalışmaları Allah katında en güzel şekilde kabule şayan olur ve onun mükâfatı da verilir. Burada makbul olmanın îman ve âhirete değil, sadece çalışmaya bağlanması, bunun asıl umde olduğunu zımnen bildirmek içindir. 20"Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından sürekli olarak bolca veririz. Zaten Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir." A- " Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından sürekli olarak bolca veririz." Her iki fırkaya da muratları doğrultusunda sürekli olarak ve bolca verilen nimetler, dünyalık isteyip o maksatla çalışanlar için verilen, dünya nımetlerıdir. Âhireti isteyip de o maksat için çalışanlara da, yukarıda makbul çalışma ifadesiyle işaret edilen âhiretin ebedî nimetleri verilir. Âyette "Rabbinin ihsanından" yani nihayeti olmayan geniş hazinesinden denilmesi, bu ihsanların çalışma ile hak edilmiş bir karşılık olmayıp, sadece Allah'ın lütfü keremi olduğuna dikkat çekmek içindir. B- " Zaten Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir." Rabbinin ihsanı isteyen hiç kimseden kısılmaz. Kâfirler gibi mahzurlu halleri olsa bile, hikmete binâen İlâhî iradenin gereği olarak takdir edilmiş herkese eriştirilir. 21"Bak Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kıldık! Ahirette ise, elbette ki derece ve üstünlük farkları daha büyüktür." A- " Bak Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kıldık" Bundan murat, geçen İlâhî ihsanın ve dünyevî ihsan mertebelerinin farklı olmasının mahzurlu olmadığını izah etmek ve bununla uhrevî ihsan mertebelerinin de farklı olacağına dikkati çekmektir. Yani ibret nazarıyla, Biz dünyevî ihsanlarımızda insanların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak. Bu dünyada kimi insan aşağıda, kimi yukarıdadır. Kimi kuvvetli, kimi zayıf; kimi mâlik, kımı de memlûktur. Kimi zengin, kımı de fakır... İşte bunlara ibret, nazarıyla baktığın zaman âhiret ihsanının mertebelerini ve dünyadan üstün olan âhiret hayatı ehlinin fazilet derecelerinin farklılığını da anlarsın. Nitekim şu cümle de, onu açıklamaktadır: B- "Ahirette ise, elbette ki derece ve üstünlük farkları daha büyüktür." Ahiret ve ondaki nimetlerin derece ve üstünlük farkları elbette ki daha bü}diktür; çünkü oradald farklılık, Cennet ve onun mahiyeti ve vasıfları tarif edilemeyecek kadar yüksek olan derecelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Cennet nimetleri, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir insan kalbinin düşünmediği güzellikler ve iyilikler olarak ifade edilmiştir. Bundan önceki âyette zikredilen (onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından veririz) ihsandan, yalnız dünyevî ihsan da kastedilebilir. Buna göre, Rabbimizin, ihsanının kısıdı olmadığını ifade eden cümle de, dünyevî ihsanın birinci fırkaya mahsus olduğu vehmini kaldırmak mânasına hamledikr. Zira daha önce onların iradesinin dünyaya tahsis edilmiş olması, onların bu ihsana nail olacaklarının zikre tahsis edilmesi ve ikinci fırka ile aralarındaki nisbetin zikredilmemesi, bu ihsanın ikinci fırkaya mahsus olduğu vehmini vermektedir. Yani yalnız dünyalık istediklerini zikrettiğimiz birinci fırkaya değil, Rabbinin geniş ihsanından her iki fırkaya da veririz; zaten Rabbinin dünyevî ihsanı, onu isteyenden de, başkasını isteyenden de kısıtlanmaz. Bak bu ihsanda, her iki fırkadan da kimini kimine nasıl üstün kılmışız? İlâhî ihsanın birinci fırkadan kısıtlanmayacağı mânasına itibar etmek ve bunun ilâhi ihsanın şümulünü tahkik için olduğunu söylemek, "Zaten Rabbinin ihsanı kısıtlı değil!" ifadesinin, dünyevî ihsanın, ikinci fırkaya mahsus olduğu vehmini ortadan kaldırmak, için söylenmiş olmasını gerektirir. Nitekim cumhûr diyor ki, "Allah, bir kimsenin isyanından dolayı, onu ihsanından mahrum bırakmaz." 22"Allah ile birlikte başka bir ilah edinme! Sonra yerinmiş ve tek başına terkedilmiş bir âciz olarak kalırsın." A- " Allah ile birlikte başka bir İlah edinme!" Bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir; fakat ondan murat Resûlüllah'ın ümmetidir. Bu Resûlüllah ile ümmetinin, heyecanına heyecan katmak ve onların tevhid inancı ateşini daha da alevlendirmek içindir. (Yoksa Resûlüllah için tevhidin dışında bir şey sözkonusu değildir). Yahut bu hitap, buna muhatap olabilen herkes içindir. B- " Sonra yerinmiş ve tek başına terkedilmiş bir âciz olarak kalırsın." Allah'tan başka bir ilah edindiğin takdirde melekler ve mü’minler tarafından kınanırsın ve Allah'ın (celle celâlühü) inÂyetinden mahrum bir âciz olarak kalırsın. Bu kelâm, tevhid ehlinin, hem melekler ile mü’minlerin övgüsüne, hem de Allah'ın (celle celâlühü) inÂyetine sahip olduğunu zımnen bildirmektedir. 23"Rabbin kesin olarak hükmetti ki, Kendisinden başkasına ibadet etmeyin; ana-babanıza da iyilik edin! Şayet onlardan biri veya her ikisi, senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf!" bile deme ve onları azarlama, onlara güzel söz söyle." A- " Rabbin kesin olarak hükmetti ki, Kendisinden başkasına ibadet etmeyin; ana-babanıza da iyilik edin!" Âyetin metnindeki "kaza / hüküm" fiili yerine, diğer bir kıraatte tavsiye fiili zikredilmektedir. Yani Rabbin kesin olarak emretti ki, Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Zira ibadet, tazimin son derecesidir. Bu itibarla ibadet, ancak son derece azamet ve ihsan sahibi olan Allah'a (celle celâlühü) yaraşır. Bu ifade, mezkûr âhiret için çalışmanın izahı gibidir. Yine Allah (celle celâlühü) kesin olarak emretti ki, ana-babanıza iyilik edin. Çünkü sizin var olmanızın ve hayatınızın zahirî sebebi onlardır. B- " Şayet onlardan biri veya her ikisi, senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf!" bile deme ve onları azarlama, onlara güzel söz söyle." Ana-babadan herhangi biri veya her ikisi senin yanında, senin kefaletinde yaşlanırsa, (yardıma, bakıma muhtaç duruma gelirse) onlara karşı tiksinti, iğrenme, bıkkınlık ve hizmetleri ile masraflarından usanma ifadesi olarak onlara "öf!" bile deme; onlara katı, kaba davranma ve onlara lûtfu kerem ifadesi olan, güzel edebin ve alçakgönüllülüğün gereği olan tatlı sözler söyle. Mesela, onlara hitap ederken, "Babacığım! Anneciğim! "diye hitap et! Nitekim İbrâhîm (aleyhisselâm) babası kâfir olduğu halde ona: " Babacığım" diye hitap ederdi. Yine, ebeveyne isimleriyle seslenılmemekdir. Zira bu, kabalıktır; edepsizliktir ve hayasızların âdetidir. Fuzayl b. Iyaz'a ana-baba itaati sorulduğunda: "Hiç üşenmeden, aşkla, şevkle onlara hizmet etmektir" demiştir. Diğer bir görüşe göre ise, ana-baba itaati şöyledir: Bağırarak onlarla konuşmamak, onlara surat asmamak, onlara açıkça veya kalben muhalefet göstermemek, yaşadıkları sürece onlara karşı her zaman merhametli davranmak, öldükleri zaman duâ etmek, onlardan sonra, onların dostlarına hizmet etmektir. Nitekim Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: " Ölümünden sonra babaya en büyük iyilik, onun dostunun ailesine sıla-ı rahimde bulunmaktır." 24"Ve onlara merhamet ederek alçakgönüllülükle üzerlerine kol-kanat ger ve: Rabbim, Onlar, küçükken bana nasıl baktılarsa, Sen de onlara merhamet et! diyerek duâ et." Onlara olan aşırı merhamet, şefkat ve nezaketinden dolayı, kendilerine tevazu kanadını ger. Zira onlar bugün, bütün yaratılmışlar içinde kendilerine en çok ihtiyacı olan sizlere muhtaçtırlar. Ve sen bu fani dünyadaki merhametinle de iktifa etme. Onlara, Allah'ın (celle celâlühü) baki geniş rahmeti içinde duâ ederek de ki; " Ey Rabbim! Dünyevî ve uhrevî rahmetinle anama babama rahmet eyle. Onlara İslâm hidâyetini nasip eyle. Tıpkı ben küçükken onlar, beni merhametle yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet eyle. Allah, ana baba hakkındaki tavsiyeye o kadar büyük önem vermiştir kı, onlara iyilik etmeyi Kendi tevhidiyle beraber zikretmiş ve ikisini de ilâhî kesin emir kapsamına almış, sonra da ana-baba hukukunu gözetmek emrini öylesine daraltmıştır ki, onlardan şikâyet etmeyi gerektiren sayısız haller varken, şikâyet ifade edecek en ufak bir kelimeye bile ruhsat vermemiştir. En son olarak da, her şeyi kuşatmış olan rahmetini, ana-babanm, evlâtlarını yetiştirmesine benzetmiştir. Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilir: " Allah'ın rızası, ebeveynin rızasındadır ve O'nun gazabı da, onların, gazabın dadır." Şöyle de rivâyet olunmuştur: Ana-babaya itaatli olan kimse, dilediğini yapar; fakat yine Cehenneme girmez. Ana-babaya asi olan kimse de her hayrı yapar, yine de Cennete girmez." Adamın biri Peygamberimize: " Benim ana-babam, o kadar yaşlandılar ki, küçüklüğümde onların bana yaptıkları hizmeti ben de onlara yaptım. Şimdi ben onların hakkını ödeyebildim mi?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: " Hayır! Çünkü onlar sana bakarken, senin yasamanı istiyorlardı; sen ise, onlara hizmet ederken onların ölmesini, istiyorsun." Yine yaşlı bir zat Peygamberimize gelip: " Benim oğlumun çok malı, serveti var; fakat malından bana harcamıyor" diye şikâyette bulunmuştu. O anda Cebrâîl (aleyhisselâm) gelip Peygamberimize dedi ki: " Bu ihtiyar, oğlu hakkında öyle beyitler söylemiş ki, kulaklar onun benzerini duymamıştır." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) merak edip kendisinden o beyitleri okumasını istedi. Bunun üzerine ihtiyar adam, oğlu hakkında söylediği beyitleri okumaya başladı: Gazevtüke mevlûden ve müntüke yâfıan — Küçükken besledim seni, gençliğinde iyilik yaptım sana Teullü bimâ ecnâ aleyke ve tünhilü — Sana karşı yaptıklarımdan dolayı kızıyor ve hep beni dövüyorsun. İzâ leyletün daakatke bissukmi lem ebit / Sen bir gece hastalandığında senin hastalığın için ben uyumazdım. Lesukmike illâ bakiyen etemelmelü / Hep ağlar yatakta kıvranır dururdum Keennî enelmatruuku dûneke billezî / Sanki seni vuran hastalık senin yerine benî vurmuş Turıkte bihî dûnî ve ayneyye tehmülü — Ve iki gözümden yaşlar akardı Felemmâ belağtes-sinne velğaâyetelletî / Nihayet sen son arzum olan yaşa, çağa gelince Ileyhâ medâ mâ küntü fîke üemmilü — Senden hiçbir şey beklemedim. Cealte cezaî ğılzaten ve fezaazaten / Sense yaptıklarımın karşılığı olarak bana karşı kaba davrandm Keenneke entel-münimül-mütefaddılü / Sanki iyilik eden sendin. Feleyteke iz lem ter'a hakka übüvveti / Keşke babalık hakkıma riâyet etmediğine göre Fealte kemel-cârrul-mücâviru yef alü / Hiç değilse komşunun yapması gerekeni bana yapsaydın. Resûlüllah bunları dinleyince çok öfkelendi ve ihtiyarın oğluna: "Sen bütün malınla birlikte babana aitsin" buyurdu. 25"Rabbiniz kalplerinizdekini en iyi bilendir. Eğer siz iyi olursanız, şüphesiz Allah da, çok tevbe edenler için pek bağışlayıcıdır." Rabbiniz, sizin kalplerinizdeki ana-baba itaatini ve isyanını en iyi bilendir. Eğer sizin kastınız, ana-baba isyanı ve fesat değil de, salâh ve itaat olursa, şüphesiz Allah (celle celâlühü) beşerin pek az uzak kalabildiği kusurlardan hakkıyla tevbe edip Kendisine dönenlerden sâdır olan bir nevi taksirat veya fiilî ve sözlü eziyetleri tamamen bağışlamaktadır. Bu âyet, ana-baba haklarına riâyet etmenin ne kadar önemli olduğunu açıkça beyan etmektedir. Bundan, bütün, tevbe edenler de murat edilmiş olabilir. Buna göre, ebeveynine karşı suç işleyenler de, öncelikle buna dahil olmaktadır. 26"Bir de, akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya hakkını ver; Lüzumsuz yere de saçıp, savurma." Bundan önce ana-babaya îtâat tavsiye edildikten sonra burada da akrabalara yapılması gerekenler tavsiye edilmektedir. Herhalde bu akrabalardan murat, yakın akrabalardır ve onların hakkından kastedilen de nafakadır. Nitekim akrabadan sonra yoksul ve yolda kalmışın zikredilmesinden de bu mâna anlaşılmaktadır. Zira yoksul ve yolda kalmış için emredilen, kesinlikle mali yardımdır. Yani yoksula ve yolda kalmışa, Mekke döneminde farz kılınmış olan zekât gibi maldan yardim et. Keza, yasaklanan israf ve aşırı tutumluluk ile aşırı açıldığı da, yine malla ilgilidir. Çünkü bütün bunlar, mali tasarruflardır. Lüzumsuz yere saçıp savurma, zikredilenlerin dışında müstahak olmayan kimselere yapılan mali harcamadır. Yoksa bundan murat, anılan sınıflara fazla harcama yapmak demek değildir. Eğer bu mâna murat olsaydı, âyetin metninde zikredilen tebzir kelimesi yerine, mali harcamada haddi aşmak anlamında olan israf kelimesinin kullanılması münasip olurdu. Zaten israf, bundan sonra. "Büsbütün eli açık da olma" ifadesiyle yasaklanmaktadır. Hulâsa, tebzir de israf da kötüdür. 27"Zira saçıp savuranlar, gerçekten şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." A- " Zira saçıp savuranlar, gerçekten şeytanların dostlarıdır." Bu kelâm, tebzirin kişiyi şeytanın dostlarından yaptığını beyan etmekle, onun niçin yasaklandığını bildirmektedir. Bu kardeşlikten murat, tebzirin de, dahil olduğu hayırsız kötü sıfatlarda şeytana tam benzediktir. Yani onlar tebzirde bulunmakla şeytanlar gibi olmuşlardır. Yahut bu kardeşlikten murat, sadakat ve bağlılıktır. Yani tebzirciler zikredilen israfta ve günahlardaki harcamalarda, şeytanların dostları ve tabileri olmuşlardır. Zira onlar, develer kesiyor ve onun üzerinde kumar oynuyorlardı; mallarını da gösteriş için ve diğer yasak günahlarla eğlenceler için harcıyorlardı. Ya da bu kardeşlikten murat beraberliktir. Yani tebzirciler, Cehennemde şeytanlarla beraberdir. Buna göre, bu kelâm, onlar için bir tehdittir. B- "Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." Bu cümle de, anılan illet-sebep cümlesinin devamıdır. Yani şeytan, Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine karşı aşırı derecede nankördür. Zira onun işi, Allah'ın, kendisine verdiği bütün kuvvet ve kudreti, yaratılış gayeleri dışında çeşitli günahlar için, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için, insanları saptırmak için, onları küfre ve kendilerine bahşedilmiş olan bunca nimetlere nankörlük etmeye sevk etmek için, Allah'ın emretmediği şeylere harcamaktır. Şeytanın diğer çirkin vasıfları içinden nankörlük vasfının zikre tahsis edilmiş olması, bize bildiriyor ki, Allah'ın nimetlerini yersiz olarak harcamaktan ibaret olan tebzir, nimetleri yaratılış gayelerine uygun olarak kullanmaktan ibaret olan şükrün zıddı olan, nankörlük kabilindendir. 28"Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti beklemek için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine tatlı bir söz söyle." Eğer onlara vermek üzere Rabbinden umduğun rızık gelmediği için onların yüzüne bakamıyorsan, bari kendilerine tatlı bir söz söyle ve onlara güzel vaatte bulun. Önceleri Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinden bir şey istenip de yanında verecek bir şey yoksa, utancından, isteyenden yüz çevirip sükût ederdi. Bunun üzerine güzel sözlerle vaatte bulunması kendisine emredildi ki, susması sebebiyle bir soğukluk meydana gelmesin. Yahut onlara, Allah lütfü kereminden bize de, size de rızık versin, diye, yoksulluklarının kolaylaştırılması için duâ et, demektir. 29"Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra yerinir, mallarının hasretini çekersin." Bu kelâm, cimriyi cimrilikten, savurganı da israftan alıkoymaya yönelik iki temsili ifade olup onları bunlardan uzak tutarak bu iki harcamanın ortası olan iktisada sevk etmek içindir. Cimriliğin kötülüğü baştan bilindiği için, buna göre anlatımda en çirkin şekilde tasvir edilmiştir. İsrafın gailesi ise, sonradan ortaya çıktığından, onun çirkinliği de ondan sonra "yerinir, mallarının hasretini çekersin" ifadesiyle anlatılmıştır. Yani elini büsbütün açıp malının tamamını dağıttığın takdirde de, muhtaç duruma düşüp yaptığına pişman olduğunda, hem Allah (celle celâlühü) katında, hem insanlar nezdinde, hem de kendi iç dünyanda kınanmış olursun. Câbırin şöyle bir olay anlattığı rivâyet edilir: " Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aramızda oturduğu sırada bir çocuk geldi ve Resûlüllah'a dedi ki: -Annem, senden bir gömlek istiyor. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da çocuğa: -Bir saat sonra gel! dedi. Çocuk, annesine gidip durumu anlatınca, annesi: - Ona de ki, annem, senin sırtındaki gömleği istiyor. Çocuk da gelip bunu Resûlüllah'a aktardı. Resûlüllah, evine girip gömleğini çıkardı ve çocuğa verdi. Çıplak olarak, evinde oturmak zorunda kaldı. Bilâl ezan okudu, cemaat Resûlüllahi beklemeye başladı. Fakat Resûlüllah Miü namaza çıkamadı." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Ancak sonundaki bazı âyetlerin dışında bu sûrenin Mekke'de nazil olmuş olması, bu rivâyetin sıhhatine engeldir. Keza şu rivâyet de, aynı sebepten dolayı sahih olamaz. Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz Akra' b. Habis ile Uyeyne b. Hısnilfezârî'ye ganimet develerinden pay verdi. O zaman Abbas b. Mirdas da gelip şu şiiri söyledi: "Etec'alü nehbî ve nehbel-ubeyd beyne Uyeyne vel-akra' — Sen benimle Ubeyd'in yağmasını Uyeyne ile Akra'a mı veriyorsun? Ve mâ kâne Hısnün ve lâ hâbisün yefûkaani mirdâse fî mecmaı / Onların babaları Hısn ile Habis hiçbir toplantıda benim babamdan üstün olmadılar. Ve mâ küntü dûnemruin minhümâ ve men tedaılyevme lâ yürfau / Ben de hiçbir zaman onların ikisinden geri kalmadım. Senin bugün mertebesini indireceğin kimse, bir daha yükseltilemez.." Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Ebû Bekir! Bu adama hemen yüz deve ver ki ağzı kapansın" buyurdu. Anılan şahısların hepsi, müellefe-i kulüp olan (mali yardım ile gönülleri islâm'a ısındırılmaya çalışılan) kimselerdi. İşte bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu. Fakat bu rivâyet de, anılan sebepten dolayı sahih kabul edilemez. 30"Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol verir; dilediğine de daraltır. Şüphesiz O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görmektedir." A- " Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol verir; dilediğine de daraltır." Bu kelâm, geçen kelâmın illet ve gerekçesidir. Yani Rabbin, hikmetine bağlı olan iradesinin gereği olarak, bazı kullarının rızkını genişletir; bazılarının rızkını da daraltır. Şu halde ey Resûlüm! Senin, yardım isteyenlerden yüz çevirmek zorunda kaldığında yüz çevirmemen de, yahut elini iyice açtığın takdirde elindekinin tamamen tükenmesi de senin maslahatın için men edilmiştir. B- "Şüphesiz O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görmektedir." Bu da, geçen hususun illetidir. Yani senin Rabbin, şüphesiz onların sırrını da, açığını da bilir. Bu itibarla onların bilmedikleri maslahatlarını da bilmektedir. Şöyle de tefsir edilebilir: Eli sıkı olmak da, eli açık olmak da, bütün göklerin ve yerin hazinelerinin kudreti elinde bulunan, sırları da, zahirleri de bilen Allah'ın işidir. Kullar ise iktisat etmek, durumundadır. Şu mâna da murat edilmiş olabilir: Allah (celle celâlühü), rızkı bazen genişletir; bazen de daraltır. Siz de onun sünnetine uyun, eliniz büsbütün açık olmasın; büsbütün sıkı da olmasın. Şöyle de anlamlandırmak mümkündür: Allah, iradesine göre rızkı genişletir de, daraltır da. Onun için siz; rızkı dar tutulmuş olana elinizi büsbütün açmayın. 31"Yoksulluk korkusundan çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da, sizin de rızkınızı Biz veririz. Onların canına kıymak gerçekten büyük bir hatadır." A- " Yoksulluk korkusundan, çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da, sızın de, rızkınızı Biz veririz." Bazı Araplar; yoksulluk endişesiyle kızlarını, diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte bundan dolayı bu cinayetten şiddetle men edildiler. Yani onların da, sizin de rızkınızı Biz veriyoruz; siz vermiyorsunuz. O halde siz, onların rızkını tahsil etmekten âciz olduğunuzu bildiğiniz için, yoksukuk korkusuyla onları öldürmeyin. Bu kelâm, onların rızkının bir taahhüdüdür ve onların iddiasındaki gerekçeyi ortadan kaldırmak suretiyle, bu yasağın illetini beyan etmektedir. B- " Onların canına kıymak gerçekten büyük bir hatadır." Bu da, yasaldanan şeyin haddi zatında büyük bir hata olduğunu beyan etmek suretiyle anılan yasağın ikinci bir illetidir. 32"Zinaya da yaklaşmayın! Çünkü o, şüphesiz, bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur." Zina yapmak bir yana, onun yakın veya uzak ön sebeplerine de yaklaşmayın; çünkü onlara yaklaşmak, zinaya yaklaşmayı hazırlamaktadır. Bu vaşağın, çocuk öldürme yasağı ile mutlak olarak haram kılınmış bir cana kıyma yasağı arasında zikredilmesi, zinanın da, çocukları öldürmek gibi sayılması itibarıyladır. Çünkü zina nesepleri zayi etmektir. Zira nesebi sabit, olmayan kimse, ölü hükmündedir. Zina, son derece çirkin bir iştir ve kötü bir yoldur. Çünkü o, neseplerin karışmasına ve fitnenin kopmasına sebep olan cinsî ilişki gasbıdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: "Bir kul, zina ettiği zaman, îman ondan ayrılır ve başının üstünde gölge gibi durur. Nihayet zina fiilinden kesilince îmanı ona geri döner." "Zina eden, zina ederken mü'min değildir." Huzeyfe'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Zinadan sakının; zira onda altı kötü haslet vardır. Üç tanesi dünyadadır. Üç tanesi de âhirettedir. Dünyada olanlar: Güzelliğin gitmesi, sürekli yoksulluk, ömrün kısalması. Âhirette olanlar da şunlardır: Allah'ın gazabı, kötü hesap, Cehennemde ebedî kalmak." 33"Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse haksız olarak öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Fakat o veli de, kısasta ileri gitmesin! Şüphesiz, O veli, hakkı için yardım görmektedir." A- " Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." Şu üç sebep (îmandan sonra küfre dönme, evli ve âkil bâliğ iken zina etme ve masum bir kimseyi taammüden öldürme) dışında, Allah'ın İslâm veya ahit ile haram kıldığı cana kıymayın. B- " Bir kimse haksız olarak öldürülürse, onun velisine yetki verdik." Bir kimse, öldürülmesi için ortada hiçbir sebep yokken, katlı gerektirecek veya mubah kılacak bir sebep olmaksızın, mazlum olarak öldürülürse, onun velisi olan vârise, yahut vârisi olmadığı takdirde sultana (yöneticiye) cinÂyetin gerektirdiği kısas yapmak veya diyet almak yetkisini verdik. Hattâ kısas hakkı olan kimse dışında başka birisi, kısas niyetiyle kaatili öldürürse, o da kısas olarak öldürülür ve durum zahir olmadıkça (bilinmedıkçe) velinin, "Ben ona kısas yapma emrini verdim" demesi de bir şey ifade etmez. Yahut onun velisine galip hüccet verdik. C- " Fakat o veli de, kısasta ileri gitmesin!" Veli, meşru sınırı aşıp da kaatik öldürdükten sonra onun uzuvlarını kesmesin (mesule yapmasın); yahut katili değil de akrabalarından birini öldürmesin; yahut câhiliye devri insanlarının yaptığı gibi bir yerine iki kişi öldürmesin; yahut diyet gerektirdiği halde katili öldürmesin. D- " Şüphesiz, O veli, hakkı için yardım görmektedir." Bu, mezkûr olumsuz emrin illetidir. Yani Allah (celle celâlühü), ona kısas veya diyeti vacip kılmakla ve hakkının uygulanması için hâkimlere ona yardım etmelerini emretmekle, kendisine yardım etmiştir. Artık o da, hakkının fazlasını istemesin ve ona yardım edenin emrinin dairesi dışına çıkmasın. Yahut Allah (celle celâlühü), haksız yere öldürülene yardım etmektedir. Yani Allah (celle celâlühü), zikredilen hususlarda ona yardım etmektedir. Artık onun velisi de onun hakkında aşırı gitmesin. Ya da, Allah (celle celâlühü) velinin zulüm ve aşırılıkla öldürdüğü kimseye yardim etmektedir. Bu görüşlere göre de bu kelâmın geçen hükmün illeti olmasının sebebi açıktır. Mücâhid, "Fakat veli de kısasta israf etmesin" yerine, ilk kaaüi bu cinayeti işlemekle, kendi nefsini dünya ve âhiret helakine maruz bırakarak, kendi nefsi hakkında israf etmesin" diye tefsir yapmıştır. Nitekim diğer bir âyette de: "De ki, ey nefisleri hakkında israf eden kullarım." (Zümer /53) denilmektedir. 34"Yetim, rüştüne erinceye kadar onun malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirmektedir." A- " Yetim, rüştüne erinceye kadar onun malına ancak en güzel şekilde yaklaşın." Burada da yaklaşma ifadesinin kullanılması, yasağın şiddetim ifade etmek içindir. Yetimin malına en güzel şekilde yaklaşmaktan murat, onun malını korumak ve artırmaktır. "Yetim rüştüne erinceye kadar" ifâdesi, onun malında en güzel şekilde tasarruf etmenin caiz olmasının son vaktini tayin etmek içindir; yoksa en güzel şekilde yaklaşma sınırını tayin etmek için değildir. B- " Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirmektedir." Bu ahit, ister sizinle Rabbiniz arasında cereyan eden ahit olsun, ister sizinle başka insanlar arasında cereyan eden ahit olsun. Ahdi yerine getirmek, ahde bağlı kalıp onu bozmamak ve gereklerini yerine getirmektir. 35"Müşteriye, ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hayırlıdır ve neticesi bakımından en güzelidir." A- " Müşteriye, ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın." Müşterilere satmak üzere ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün; eksik ölçmeyin. Tastamam ölçme emri, müşteriye ölçme zamanı ile kayıtlandırılmış, çünkü eksik ölçme o zaman olabilir. Satıcıdan satın almak üzere yaptığı ölçmede ise, ölçüyü tam tutma emrine gerek yoktur, zira kendisi için ölçen kimsenin eksik ölçmesi düşünülemez. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam olarak ölçüp tartarlar." (Mutaffıfîn/2). Kıstas, karsetûn denilen tartı aletidir. Bir görüşe göre de, kıstas büyük küçük her türlü tartıdır. Kıstas Arapça'ya Rumca'dan geçen bir kelimedir. Bu Kur’ânin Arapça olmasına halel getirmez. Zira Arapça ya geçen yabancı kelimeler de Arapça sayılır. B- "Bu hayırlıdır ve neticesi bakımından en güzelidir." Ölçü ve tartıyı tastamam yapmak, dünyada hayırlıdır. Çünkü bu, güvenilirlik ölçütü olup onun muamelesini teşvik etmekte ve insanlar arasında güzel anılmasına vesile olmaktadır. Ve yine bu, uhrevî neticesi bakımından da en güzelidir. 36"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." Bilmediğin sözlerin ve fiillerin ardına düşme. Mesela, bir kimsenin, kendisini bir maksada ulaştıracağını bilmediği bir mesleğe girmesi gibi. Zanna uyulamayacağmı savunanlar, bu âyeti hüccet göstermektedir. Onlara şöyle cevap verilir: Âyetteki bilgiden murat, kat'î (kesin) olsun, zannî olsun, bir senede dayanan, tercihe şayan itikattır. Bu mânada yaygın olarak kullanıldığı inkâr edilemez. Bir görüşe göre, âyetin ifâde ettiği hüküm, itikat konularına mahsustur. Bir diğer görüşe göre de, bu hüküm, zina suçlaması ve yalancı şâhitlik hakkındadır. Nitekim Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir: "Bir kimse, bir mü'mini, kendisinde olmayan bir şeyle suçlarsa, Allah (celle celâlühü) onu hüsran bataklığında hapseder ve kurtarıcı bir unsur buluncaya kadar orada kalır." 37"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü şüphesiz sen, o yeri yaramazsın; boyca da dağlara eremezsin." A- " Yeryüzünde böbürlenerek yürüme." "Yeryüzünde" kaydı, yeryüzünde yürümenin böbürlenmeye uygun olmadığını ziyadesiyle açıklamak ve bildirmek içindir. Yani yeryüzünde kibk lenerek, şımararak, böbürlenerek yürümemek gerekir. B- "Çünkü şüphesiz sen, o yeri yaramazsın; boyca da dağlara eremezsin." Bu kelâm, olumsuz emrin illeti olmakla beraber böbürlenen ile istihza etmek mânasını da ifade etmekte ve bu tavrın yeryüzüyle iftihar yarışı yapmak ve ona karşı kibirlilik taslamak olduğunu bildirmektedir. Yani sen, yeryüzüne sert, şiddetli basmakla onu yaramazsın ve yeryüzünün parçalarından olan dağlara da boyca eremezsin ki, ona karşı tekebbür etmen mümkün olsun. Zira tekebbür, böbürlenme, fazla kuvvet ve iri cüsseyle olmaktadır. Halbuki ikisi de sende yoktur. Bu kelâm, böbürlenen kimsenin yürürken başını dik tutmasına ve parmak uçları üzerinde yürümesine bir tarizdir. 38"Bunlardan kötü olanların hepsi, Rabbinin katında çirkin şeylerdir." Emirler ve yasaklar konusunda zikredilen yirmi beş hasletten kötü olan on iki hasletin hepsi, Rabbinin sevmediği, hoşnut olmadığı şeylerdir. Yahut Allah'ın iradesiyle makbul olarak murat değildir; yoksa mutlak olarak murat oknadığı söylenemez; çünkü kesin delillerle sabittir ki, her şey, Allah'ın yüce iradesiyle vâki olmaktadır. Bu kelâm, yukarıda yasaklanan bütün şeylerin illetinin devamıdır. Yasaklanan bu şeylerin bir kısmı büyük günahlardan oldukları halde, mutlak kerahetle (mükreh olarak) vasillandırılmalari, Allah (celle celâlühü) katında mücerret kerahetin de bunlara son vermenin zorunlu olmasında yeterli olduğunu bildirmek içindir. Bu ifade bize zımnen bildiriyor kı, bunların dışındakiler, Allah'ın (celle celâlühü) hoşnut olduğu şeylerdir. Bunun sarahatle belirtilmemesi, gerek olmadığı içindir. 39"İşte bunlar. Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile birlikte başka İlah edinme! Sonra yerinmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak Cehenneme atılırsın." A- " İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir." Geniş şekilde anlatılan mükellefiyetler, Rabbinin sana vahy ettiği hikmetlerin bir kısmıdır veya o hikmetlerin cinsindendir. Hikmet, şer'î hükümlerin bügisi veya hakkın kendisini tanımak ve onu uygulamaktır. Yahut işte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği, neshi ve bozulması mümkün olmayan muhkem hükümlerdendir. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, bu on sekiz âyet Mûsa'nın levhalarında da yazılı idi. Bu on sekiz âyetin başı, Allah ile beraber bir İlah daha edinme! (İsrâ 17/22) âyetidir. Nitekim Allah buyuruyor ki: "Öğüt ve her şeyin açıklaması olarak ne varsa hepsini Mûsâ için levhalarda yazdık." (A'râf 7/145). Bunlar Tevrat'ta on âyettir. B- "Allah ile birlikte başka İlah edinme! Sonra yerinmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak Cehenneme atikrsın." Bu hitap Resûlüllah'adır. Fakat ondan murat, yasaklanan şeyin sâdır olması tasavvur edilebilen kimselerdir. Tevhit ile ilgili bu emrin tekrar edilmesi, şu gerçeklere dikkat çekmek içindir. Tevhit, din işinin başı ve sonudur; hikmetin de başı ve temel dayanağıdır. Bir kimse yanında hikmet üstatları çok değersiz kalsa da ve tepesi gökteki bulutlara değse de, tevhid inancı olmadan, ilmi ve hikmeti kendisine bir fayda sağlamaz. Yirmi ikinci âyetteki, "Allah ile birlikle başka bir İlah edinme! Sonra yerinmiş ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın" (İsrâ 17/22) ifadesiyle, Allah'a ortak koşmanın sonuçları belirtilmişti. Burada ise: "Sonra yerinmiş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak Cehenneme atikrsın" denilmek suretiyle, uhrevî neticesi ona açıklanmıştı. Hulâsa, uhrevî neticesi olarak da, hem kendi nefsin, hem de başkaları tarafından kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak Cehenneme atikrsın, demektir. 40"Ey müşrikler, Rabbiniz, erkek çocukları size seçti de, Kendisi de meleklerden kız çocuklar mı edindi? Hiç şüphesiz siz, büyük bir hezeyan içindesiniz." A- " Ey müşrikler, Rabbiniz, erkek çocukları size seçti de, Kendisi de meleklerden kız çocuklar mı edindi?" Bu, meleklerin, Allah'ın (celle celâlühü) kızı olduğunu söyleyen müşriklere hitaptır. Yani Allah (celle celâlühü) sizi kendi cenabından üstün tutmuş da, evlâdın (size göre) üstün olanını size tahsis etmiş ve Kendi Zatı için de (size göre) daha az hayrı ve faydası olanı mı tercih etmiştir? Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Erkek çocuk size, kız çocuk da O'na, öyle mi ?" (Necm 53/21). "Yoksa kız çocuklar O'na, oğlan çocuklar da size mi?" (Tûr 52/39). B- " Hiç şüphesiz siz, büyük bir hezeyan içindesiniz." Siz kendi bâtıl inancınıza göre, Allah'a çocuk isnat etmekle, öyle büyük bir hezeyan savuruyorsunuz ki, ne kadar büyük bir vebal, gerektirdiği ve ne kadar akıllara durgunluk verdiği tarif edilemez; buna hiç kimse cüret edemez. Zira onlar Allah'ı (celle celâlühü) çabucak zail olan mütecanis cisimler kabilinden sayıyorlar. Oysa ki O'nun misli yoktur; yegâne kahhâr ve zâtı ile bakı ancak O'dur. Sonra sız, sevmediğiniz kendinizce hayırları az olan çocukları O'na izafe ediyorsunuz ve oğlan çocukları kendinize seçmekle kendinizi O'ndan üstün tutuyorsunuz. Sonra siz, yaratılmışların en şereflilerinden olan melekleri hayvanların eksi vasfı olan dişüikle vasıflandırıyorsunuz. Bu ne kadar çirkin bir sapkınlık ve ne kadar şeni ve berbat bir küfürdür.! 41"Ant olsun ki, öğüt alsınlar diye, Biz bu konuyu Kur’ân'da anlatıp durmaktayız. Halbuki bu onlara daha da uzaklaşmalarından başka bir şey sağlamıyor." A- " Ant olsun ki, öğüt alsınlar diye, Biz, bu konuyu Kur’ân'da anlatıp durmaktayız." Ant olsun ki onlar, Kur’ân'dakıleri anlasınlar ve söylediklerinin bâtıl olduğuna vâkıf olsunlar diye, Biz bu konuyu tekrar tekrar anlatıp durmaktayız. B- " Halbuki bu onlara daha da uzaklaşmalarından başka bir şey sağlamıyor." Halbuki bu mükemmel tekrar anlatım, onların içinde bulundukları çirkinliklerin bâtıl olduklarına vesile olan öğütlenmeleri bir yana, haktan kaçıp yüz çevirmekten başka onlara bir şey sağlamaz. 42"Ey Resûlüm, de ki, eğer onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka İlahlar bulunsaydı, o zaman bu İlahlar, Arş'ın sahibi olan Allah'a elbette bir yol ararlardı." Eğer müşriklerin dedikleri gibi, Allah (celle celâlühü) ile beraber başka İlahlar olsaydı, o zaman bu İlahlar, Arşın sahibi olan Allaha -hâşâ!- galip gelmek ve O'nu engellemek için çareler ararlardı. Nitekim hükümdarların birbirlerine karşı, âdetleri budur. Bir âyette şöyle denilmektedir: "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka bir İlah olsaydı, düzenleri bozulurdu." (Enbiyâ 21/22). Bir görüşe göre ise mâna şöyledir: "Eğer onların dedikleri gibi Allah (celle celâlühü) ile beraber başka İlahlar bulunsaydı, o zaman bu İlahlar, Arş in sahibi olan Allah'a yaklaşmak için yol ararlardı." Nitekim başka bir âyette de şöyle denilmektedir: "İşte onların yalvardıkları varlıklar, Rablerine hangisi daha yakındır diye vesile ararlar." (İsrâ 17/57). Ancak Birinci görüş, daha zahirdir ve bundan sonraki âyete daha münasip düşmektedir. Zira bundan sonraki âyetin başında bulunan "Sübhâne / münezzehtir" ifadesi, sarahatle bildiriyor ki, burada kastedilen, onların dediklerinde, onların düşünemedikleri pek büyük bir engel vardır. Halbuki Allah'a yaklaşmak için O'na yol aramak, bu izaha mahsus olmadığı gibi, onların farkında olmadan kendileri hakkında lâzım gelen bir husus da değildir, aksine onların, doğrudan doğruya itikat ettikleri bir husustur. 43"Allah, onların dediklerinden tamamen münezzeh ve büyük bir yücelikle yücedir." Allah (celle celâlühü), Zati itibarıyla onların dedikleri büyük şeyden, yani kendisiyle beraber başka bir ilahın olması ve kızlarının bulunması vasıflarından gerçekten münezzehtir, çok uzaktır ve son derece yücedir. Bunun aksi nasıl olabilir ki? Allah (celle celâlühü), vücut vasfının en yüksek mertebesindedir ki, bu da, zatî vücuttur. Onların dedikleri gibi ortakları ve çocukları olması ise, imkansızlığın en son derecesidir. Yoksa bunun imkânsızlığı, Allah'ın Kendi zâtı olarak, vücut mertebelerinin en yükseğinde olduğu ve çocuk edinme de zatî vücudun en aşağı mertebesi olduğu için değildir. Zira bu, bekaası imkânsız olanın özelliklerindendir. Çünkü onların dedikleri, mücerret çocuk edinme değil, fakat çocuk edinme ve Kendisiyle beraber başka bir ilahın da olmasıdır. Hiç şüphe yok ki, bunun vücuda dahil olması bir yana, varlığı düşüncesi bile imkân dahilinde değildir. Onun, vücut mertebelerinin en aşağısı olması da, şanı bu kadar yüce olan Allah'a göredir. 44"Yedi gök, yer ve bunlarda olanlar, O'nu tesbih eder; O'nu överek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O, gerçekten Halîm'dir (azap için aceleci değildir), Gafuur'dur (çok bağışlayıcıdır)." A- " Yedi gök, yer ve bunlarda olanlar, O'nu tesbih eder; O'nu överek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." Yedi gök, yer ve bunlarda olan melekler, insanlar ve cinler, O'nu tesbih ederler. Buna göre tesbihten murat, umumi hir mecaz yoluyla, söz lisanını da, hal lisanını da kapsayan bir mânadır. Ve hayvan olsun, bitki olsun veya cansız olsun, Allah'ı (celle celâlühü) överek tesbih etmeyen, O'nu mukaddes Zatına yakışmayan imkân lazımlarından ve hâdislik (sonradan olma) sonuçlarından hal lisaniyla tenzih etmeyen hiçbir şey yoktur. Zira bütün varlıklar, mümkün ve hadis olmaları itibarıyla, pek açık olarak delâlet ediyorlar ki, onların A'lîm (her şeyi bilen), Kaadır (her şeye muktedir olan), Hakîm (bütün işlerinde hikmet bulunan), Zâtı vacip olmakla, ortada silsilesi (yaratanın da yaratanı şeklindeki fasit döngü) kesilmiş olan bir Yaratan vardır. B- "Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız." Siz ey müşrikler! Bunu anlayan doğru bakışı ihlâl ettiğiniz için, onların tesbihlerini anlayamazsınız. C- " O, gerçekten Halimdir, Gafuurdur." Sizin içinde bulunduğunuz hal, gayet açık olarak tevhide delâlet eden delilleri tefekkür etmekten yüz çevirmeniz ve küfür ile şirke tamamen batmanız, acilen cezalandırılmanızı gerektirdiği halde, O, sizi acilen cezalandırmamaktadır ve sizden tevbe edenleri de bağışlamaktadır. 45"Ey Resûlüm! Sen Kur’ân okuduğun zaman, Biz seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz." Sen, tesbihi, tenzihi ifade eden, içindeki tevhide, şirki terk etmeye ve diğer şer'î hükümlere davet eden Kur’âni okuduğun zaman, Biz gizli hikmetler üzerine bina edilmiş olan irade ve kudretimizle, seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz. Müşriklerin, inkâr ettikleri tevhid ve benzeri şeyler arasından burada, âhireti inkâr etmelerinin zikre tahsis edilmiş olması delâlet ediyor ki, Kur’ân'da îman edilmesi emredilen hususların çoğu, âhiretle ilgilidir. Bir de, bunun zikri, bundan sonra onlardan nakledilecek yeniden dirilmeyi inkâr etmeleri, onu acilen istemeleri ve benzeri hususlar için bir ön hazırlık olması içindir. İşte ey Resûlüm! Müşriklerle senin arana çekilen manevi perde, senin peygamberliğini ve yüce kadrini anlamalarına engel olmaktadır. Bundan dolayıdır ki onlar, "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz." (İsrâ 17/47) gibi büyük bir sözü söylemeye cüret etmişlerdir. Bu perdeyi şöyle tefsir edenler de vardır: Esma binti Ebî Bekir'den (radıyallahü anha) rivâyet: olunduğuna göre, Tebbet sûresi nazil olunca, Ebû Leheb'in kor karısi Ümmü Cemîl, eline bir taş alarak geldi. O sırada Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Ebû Bekir'le (radıyallahü anh) beraber Mescitte oturuyordu. Hazret-i Ebû Bekir Ümmü Cemîli görünce, Yâ Resûlallah, o kadın geliyor, seni görmesinden endişe ederim, dedi. Peygamberimiz de: "O, asla beni göremeyecektir" buyurdu ve Kur’ân'dan âyetler okudu. Ummü Cemil geldi, Ebû Bekr'in yanında dikildi ve Resûlüllah'ı göremedi. Ancak, âyetteki perdeyi bu mânaya hamletmek, zevki selimin kabul etmediği ve âyet-i kerime nazmının da müsait olmadığı bir izahtır. 46"Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulakları içine de bir ağırlık yerleştirdik. Sen Kur’ân'da yalnız Rabbini andığında, onlar arkalarına dönüp kaçarlar." A- "Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulakları içine de bir ağırlık yerleştirdik." Kur’ânin hakikatini, onun Allah katından olduğunu anlamamaları için onların kalpleri üzerine birçok perde, kulakları içine de, onu hakkıyla duymalarına engel olan bir ağırlık ve sağırlık da yerleştirdik. Bu ifadeler, onların Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında son derece cahil olduklarını, kalplerinin Kur’âni anlamaktan gayet uzak olduğunu ve kulaklarının onu hemen reddettiğini anlatan temsillerdir. Bunların zikredilmesinin sebebi, onların, hal lisanının tesbihini anlamadıkları beyan edildikten sonra, söz lisanının tesbihini de anlamadıklarını beyan etmek ve bir de şu gerçeği bildirmek içindir. Bu tesbih öylesine açıktır ki, ancak duyuları iptal eden kuvvetli bir engelden dolayı anlaşılmaması tasavvur edilebilir. Ayrıca, onların bu halinin de, daha önce zikredilen hallerinden daha çirkin olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu âyetteki ifade, onların: "Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz perdeler içindedir; kulaklarımızda da bir ağırlık vardır; seninle bizim, aramızda da bir perde vardır." (Fussılet 41/5) şeklindeki sözlerinin hikâyesi değildir. Zira onların bu sözlerinden maksat, onların Kur’ân ve Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki inançlarını haber vermektir. Onlar bu sözleriyle, tasdik ve îmâna engel olan vasıflar taşıdıklarını bilmiyor ve bu gerçeği inkâr ediyorlar. Kur’ân hakkındaki inançları, onun büyü, şiir ve eskilerin masalları olması gibi itikatlarıdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki inançlarını da buna kıyasla. Yoksa onların bu sözlerinden maksatları, bu konuda idrâklerinin ötesinde bir engel olup kendileri ile onu anlamaları arasında bir perde teşkil ettiğini bildirmek değildir. Ve hiç şüphesiz bu tefsir, o makama da münasip düşmemektedir.. B- " Sen Kur’ân'da yalnız Rabbini andığında, onlar arkalarına dönüp kaçarlar." Ey Resûlüm! Sen, Kur’ân'da onların İlahlarından söz etmeden yalnız Rabbini andığında, onlar arkalarını dönüp, kaçarlar. 47"Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin, siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz, dediklerini en iyi bileniz." Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz irşat ve tebliğde bulunurken, Abdüddâroğulları'nelan iki adam onun sağında, iki adam da solunda dururdu. Bunlar el çırparak, ıslık çalarak ve şiirler söyleyerek, insanların onun konuşmasını duymalarına engel olmaya çalışıyorlardı. İşte Biz, onların seni dinlerken, konuşmalarını karıştırmak, seni ve Kur’ân'ı hafife almak ve istihza etmek gibi hayırsız maksatlar güttüklerini ve kendi aralarında fısıldaşırlarken de, haksız ve zâlim olarak birbirklerine; "Siz faraza ona uyarsanız..." yahut "sözlerini karıştırmak ve istihza için takip ettiğiniz adam, sizin gibi bir insan, fakat büyülenmiş de delirmiş", yahut "sihirbazlık bilen bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" gibi şeyler söylediklerini çok iyi biliyoruz. 48"Ey Resûlüm! Bak senin için ne türlü benzetmeler yapmışlar da, yoldan sapmışlar... Artık onlar yolu bulamazlar." Ey Resûlüm! Bak seni nasıl şâire, sihirbaza ve mecnûna benzetmişler de, bütün bu benzetmelerinde, hüccet yolundan sapmışlar. Artık onlar, bir insanın kabul edebileceği bir eleştiri yolunu bulamazlar. Böylece onlar, saçmalıyorlar, bocalıyorlar ve hiç kimsenin, bâtıl olduğunda şüphe etmediği şeyler ileri sürüyorlar. Artık onlar hakkı ve doğru yolu bulamazlar. Bu kelâmın, büyük bir vaat ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için de tescili olduğu gayet açıktir. 49"Bir de onlar demişlerdi ki, gerçekten biz, bir kemik yığını ve toprak olmuşken, muhakkak yepyeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?" Bu istifham, inkâr için olup bu neticeden sonra yeniden dirilmenin imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Zira canlının tazeliği, ile çürümüşün kuruluğu arasında büyük bir tezat vardır. Yeniden dirilmenin, kemik yığını ve toprak olmak zamanıyla kayıtlandırılmasi, onların inkârlarının bu zamânâ tahsisi anlamında değildir. Zira onlar, ölümden sonra beden eski haliyle olsa da, diriltilmesini inkâr ediyorlar. Fakat bu zaman ile kayitlandırılması, yeniden, dirilmeyi hayata zıt olan bir hale tevcih etmek suretiyle inkârı takviye etmek içindir. Bu inkârın mercü, anılan halden yeniden dirilmenin inkârıdır. Bu da, onların küfür ve dalâlette son derece ileri gittiklerine delâlet etmektedir. 50Bak. Âyet 51. 51"Ey Resûlüm, sen de ki, ister taş, ister demir olun, ister yeniden dirilmesi kalbinizde imkânsız gibi düşünülen herhangi bir yaratık olun, mutlaka tekrar diriltileceksiniz. Diyecekler ki., bizi tekrar hayata kim döndürecek? De ki, sizi ilkin yaratan Zat! Onlar da başlarını sallayacaklar ve alay ederek, ne zaman bu? diyecekler. De ki, Belki de çok yalan!" A- " Ey Resûlüm, sen de ki, ister taş, ister demir olsun, ister yeniden dirilmesi kalbinizde imkânsız gibi düşünülen herhangi bir yaratık olun, (mutlaka tekrar tekrar diriltileceksiniz)." Onlara cevap ve imkânsız gördüklerine izah olarak, Resûlüm sen onlara de ki, taş olun, demir olun, isterse hayat ile arasında son derece zıtlık olduğu için hayatı kabul etmesi imkânsız gibi büyük bir hâdise olarak düşünülen herhangi bir yaratık olun, siz mutlaka ve kaçınılmaz olarak tekrar diriltileceksiniz. B- " Diyecekler kı, bizi tekrar hayata kim döndürecek? De kı, "Sızı ilkin yaratan kudret!" Onlar, bizimle hayata geri dönme arasında bu farklılık, bu imkânsızlık varken, bizi tekrar hayata kim döndürecek, diye soracaklar. Onlara de ki, siz, hayatin kokusunu bile almamış bir toprak iken, ortada taklit edilecek bir örnek ve üslup da olmaksızın, en baştan sizi yaratan, yoktan var eden büyük güç, kudret sahibi Allah, sizi tekrar hayata döndürecektir. Bu ilk yaratmaya kaadir olan, çürümüş kemikleri bilinen eski haline döndürmeye kaadir olamaz mı? Elbette ki O, buna kaadirdir. C- " Onlar da başlarını sallayacaklar ve alay ederek, ne zaman bu? diyecekler. De ki, belki de çok yakın!" Onlar da, taaccüp ve inkâr için başlarını sağa sola sakayarak, bu senin bahsettiğin hayata yeniden döndürülme ne zaman olacak, diye soracaklar. De ki, belki tahmin bile edemeyeceğiniz kadar yakında olacak. 52"Allah sizi çağıracağı gün, hemen O'na hamdederek çağrısına uyarsanız, ölümünüzden sonra çok az kaldığınızı sanırsınız." Allah sizi dirilteceği gün, siz de O'na boyun eğerek, size yaptıklarına hamdederek, O'na hiç karşı gelmeyerek, yahut ilâhî kudretin eserlerini ve hükümlerini gördüğünüzde, O'nun kudretinin kemak için kendisine hamdederek dirileceksiniz ve korkunç halleri gördüğünüzde, mezarlarınızda, yahut dünyada çok az kaldığınızı zannedeceksiniz. Tıpkı bir kentin yanından geçen yolcu gibi... Bu âyette, diriltme ile dirilme anlamında çağırma ile icabetin kullanılması, bunun gerçeldeşmesinin gayet kolay okluğunu ve bunlardan maksadın muhasebe ve cevap için ihzar olduğunu bildirmek içindir. 53"Ey Resûlüm! Mü’min kullarıma söyle ki, sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şüphesiz şeytan aralarını bozar. Zira şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanıdır." A- " Ey Resûlüm! Mü’min kullarıma söyle ki, sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şüphesiz şeytan aralarını bozar." Mü'min kullarıma hatırlat ki, müşriklerle tartışırken, onlara karsı haşin davranmasınlar, sözün en güzelini söylesinler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Kitap ehliyle ancak en güzel şekilde tartışın" (Ankebût 29/46). Çünkü şüphesiz şeytan, bozgunculuk yapar; şerri ve nizâı körükler ve onları birbirine karşı kışkırtır ki, aralarında zorlama, şer, dokundurma, galip gelme ve zarar verme yarışı başlasın. İşte bu da, inadın güçlenmesine ve fesadın sürmesine sebep olabilir. Bu cümle, sözün en güzelini söyleme emrinin illetidir. B- " Zira şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanıdır." Bu cümle de, şeytan aralarını bozar, cümlesinin illetidir. 54"Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır. Zaten Biz seni onlara bir vekil olarak göndermedik." A- " Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır." Rabbiniz dilerse sizi îmâna muvaffak ederek size merhamet eder; dilerse de kâfir olarak canınızı almakla sizi cezalandırır. Bu cümle, geçen sözün en güzelini tefsir etmektedir. Yani onlara bu söz ve benzerlerini söyleyin ve onların Cehennem ehli olduklarını açıkça söylemeyin; zira bu onları şerre kışkırtır. Kaldı ki, akıbetleri ancak Allah'ın bileceği bir şeydir; belki de onları îmâna hidâyet eder. B- " Zaten Biz seni onlara bir vekil olarak göndermedik." Biz, onların işlerini sana havale etmedik kı, onları îmâna icbar edesin. Biz seni onlara, ancak müjdeci ve uyarıcı olarak, gönderdik. O halde onları idare et ve ashabına da söyle, onları idare etsinler; onlara katlansınlar; onlarla nizaa girmesinler, karşılık vermesinler. Bu, savaş izni âyeti nazil olmadan öncesi içindi. Bir görüşe göre bu âyet, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Ona bir adam sövmüş, fakat onun o adamı affetmesi emredilmişti. Bir diğer görüşe göre ise, müşriklerin mü’minlere eziyeti çok deri dereceye varmıştı. Bunun üzerine onlar, Resûlüllah'ın yanında şikâyette bulundular. İşte o zaman bu âyet nazil oldu. Bir başka görüşe göre de; onlara söylenmesi emredilen en güzel söz; "Allah sizi hidâyete erdirsin ve size merhamet eylesin!" demektir. 55"Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Ant olsun ki, peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u vermiştik." A- "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir." Ey Resûlüm! Senin Rabbin, göklerde ve yerde olanların hepsini ve ezcümle bütün insanların tercih ve seçim ehliyetlerinin açık ve gizli sebeplerini de en iyi bilendir. İşte bundan dolayı senin Rabbin, ehliyeti olanlardan dilediklerini peygamberlik ve velayet için seçer. Bu kelâm, müşriklerin, Ebû Tâlib yetiminin peygamber olması, ashabının da çıplak ve aç insanlardan oluşması, onların büyüklerden ve ileri gelenlerden olmaması pek İsabetsizdir, şeklindekı iddialarını reddetmektedir. Âyette, "göklerde olanlar" ifadesinin zikredilmesi, o müşriklerin, "Bize melekler inekrilmelı değil miydi?" şeklindeki iddialarını çürütmek içindir. Âyette "yerde olanlar" ifadesi ile de, müşriklerin, "Bu Kur’ân, iki kent (Mekke ile Tâif) halkından büyük bir adama indirilmek değil miydi?" (Zuhruf 43/31) sorusu reddedilmiştir. B- " Ant olsun ki, peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." Biz, nefsî faziletler ve cismanî alâkalardan arınmak cihetinden peygamberlerin bir kısmını bir kısmına, üstün kıldık. Yoksa bu üstünlük, mal ve taraftar çokluğu cihetinden değildir. C- " Davud'a da Zebur'u vermiştik." Bu âyet Davud'un (aleyhisselâm) üstün kılınmasının cihetini beyan etmektedir. Zira onun üstün kılınması, kendisine Zebur verildiği içindir; yoksa ona mülk ve saltanat verildiği için değildir. Bu kelâm peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) üstün kılındığını bildirmektedir. Zira Peygamberimizin üstün vasıfları ve peygamberlerin sonuncusu olduğu, Zebur'da yazılıdır. Yine bu âyet işaret ediyor ki, "Şüphesiz dünyaya, Benim iyi vasıflı kullarım vâris olacaklardır." (Enbiyâ 21/105) âyetindeki iyi vasıflı kullardan murat, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetidir. 56"Ey Resûlüm! De ki, Allah'tan başka İlah sandıklarınızı çağırın. Göreceksiniz ki onlar, o zararı sizden kaldırmaya muktedir olamayacaklardır." Allah'ın dışında İlah sandıkları melekleri, Mesih'i ve Uzeyr'i de çağır salar, hastalık, kıtlık, yoksulluk gibi zararları kendilerinden tamamen kaldırmaya veya onları başka bir tarafa çevirmeye güçlerinin yetmeyeceğini onlara söyle. 57"İşte onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü şüphesiz Rabbinin azabı, korkulacak bir azaptır." A- " İşte onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar. O'nun rahmetim umarlar ve azabından korkarlar." Allah'ın dışındaki her varlık, müşriklerin İlah diye yalvardıkları putlar da, boyun eğip ibadet etmekle, kendi nefisleri için vesile ararlar. Yahut Rablerine en yakın olanları, Rablerine boyun eğip ibadet için daha çok hırs sahibidirler. Onlar da diğer kullar gibi O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Şu halde Rablerine en yakın olanlar, İlahlık bir yana, kendi zararlarını nasıl kaldırabilirler! B- " Çünkü şüphesiz Rabbinin azabı, korkulacak bir azaptır." Yani melekler ve resul peygamberler de dahil herkes, Rabbinin azabından korkmakdır. Bu cümle, "ve azabından korkarlar" cümlesinin illetidir. Burada azabın zikre tahsis edilmesi, bu makamın azaptan sakındırmak makamı olması ve Rablerine en yakın olanların, azaptan uzak olduklarını imâ etmek içindir. 58"Ne kadar memleket varsa, Biz hepsini kıyamet gününden önce mutlaka helâk edeceğiz veya orayı gayet çetin bir azap ile azap edeceğiz. Bu, Kitapta (Levh-i mahfuzda) yazılıdır." A- " Ne kadar memleket varsa, Biz hepsini kıyamet gününden önce mutlaka helâk edeceğiz veya orayı gayet çetin bir azap ile azap edeceğiz." Bundan önce ilâhî azabın, korkulması gereken bir azap olduğu ve yaratılmışların en büyükleri olan melekler ile peygamberlerin (aleyhisselâm) bile ondan korktukları beyan edildikten sonra, burada da İlâhî azabın, kendisinden korkmayanlara mutlaka erişeceği beyan edilmektedir. Memleketlerden maksat, kâfir memleketlerdir. Yani ne kadar kâfir memleket varsa Biz, onların hepsini kıyamet gününden önce mutlaka depremle veya halkını toptan helâk etmekle yok edeceğiz. Çünkü onlar bunu gerektiren büyük suçlar işlemişlerdir. "Kıyamet gününden önce" denilmesinin sebebi, kıyamet günündeki helâk, sadece kâfir memleketlere mahsus olmayacağı gibi, ceza olarak da değil, fakat dünyanın ömrü sona ereceği içindir. Ve Biz, onların öldürülmeleri ve esir alınmaları gibi yalnız dünyevî azaplarla da yetinmeyeceğiz, fakat âhirette de, anlatılamayacak kadar çeşitli ağır azaplarla da onların hepsini cezalandıracağız. Zira âsi ve azgın kâfir memleketlerin çoğunun cezaları kıyamete tehir edilmiştir. B- " Bu, Kitapta yazılıdır." Sözü edilen helâk ve azap etme, Levh-i mahfuzda yazılıdır. Bunların keyfiyeti, mucip sebepleri ve tayin edilen vakti tam olarak belirtilmiştir. Bir görüşe göre, âyette zikredilen helâk, halkı, iyi olan memleketler içindir, azap da, halkı kötü olan memleketler içindir. Mukaatil diyor ki, Dahhâk b. Müzâhim'in kitabında bu âyetin tefsiri ile ilgili şunu gördüm: "Mekke'yi Habeşler (Habeşistanklar) tahrip edecektir. Medine ise açlıktan helâk olacaktır. Basra, suyun altında kalacaktır. Küfe'yi Türkler tahrip edecektir. Dağlar, yıldırımlar ve depremlerle yıkılacaktır. Horasan ise, çeşitli felâketlerle yok olacaktır." Hafız Ebû Amr el-Dânî, Kitâbül-Fiten'de diyor ki: "Vehb b. Münebbih'ten rivâyet olunduğuna göre, Ermîniyye harap oluncaya, kadar Cezire emniyette kalacaktır. Mısır harap oluncaya kadar da, Ermîniyye güvende olacaktır. Küfe harap oluncaya kadar da, Mısır emniyette olacaktır. Küfe harap olmadan da, melhame-i kübrâ / büyük savaş, mehdî, deccal savaşı olmayacaktır. Melhame-i kübrâ olunca da Kostantiniyye, Hâşimoğulları'ndan birinin eliyle fethedilecektir. Endülüs'ün harabı da zenciler tarafından olacaktır. Afrika'nın harabı, Endülüs tarafından, Mısır'ın harabı da, Nil'in kuruması ve orduların birbirine düşmeleriyle olacaktır. Irak'ın harabı açlıktan, Kûfe'nin harabı ise, arkadan gelecek düşmanlar tarafından olacaktır. Düşmanlar kendilerini o kadar kuşatacak ki, Fırat'tan bir damla su bile içemeyeceklerdir. Basra'nın harabı da, suyun altında kalmayla olacaktır. Eyle'nin harabına, onları karadan ve denizden kuşatan bir düşman sebep olacak, Reyyin, Deylem tarafından; Horasan Tibet tarafından; Tibet de, Çin tarafından harap edilecektir. Hind ile Yemen'in harabına, çekirgeler ve sultan sebep olacaktır." Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İslâm memleketlerinden en son harap olacak yer Medine'dir. Ömerî de, bu hadisi böyle tahric etmiştir. Ancak, âyetteki memleketin umumî mânada bütün memleketleri kapsamasına, sibak ve siyak müsait değildir. 59"Bizi, mucizeleri göndermekten alıkoyan başka bir şey değil, ancak eskilerin onları yalanlamalarıdır. Semûd Kavmine de o dışı deveyi açık bir mucize olarak vermiştik de, onlar o yüzden zâlim olmuşlardı. Biz, mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz." A- " Bizi, mucizeleri göndermekten alıkoyan başka bir şey değil, ancak eskilerin onları yalanlamalarıdır." Kureyş'in istediği ölüleri diriltmek, beyaz taşları altına çevirmek ve benzerleri gibi mucizeleri göndermekten Bizi alıkoyan, başka bir şey değil, ancak eskilerin mucize istemeleri üzerine onlara gelen mucizeleri yalanlamalarıdır. Allah (celle celâlühü) hakkında âcizlik imkânsız olduğu için, mucizeleri göndermemesi, üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan iradesiyle olup tekzip veya başka bir mâniden dolayı değil ise de, mezkûr tekzipleri ilâhî sünnet hükmünce, onların tamamen yok edilmelerini gerektirmesi münasebetiyle ve azgınlık ile inattaki müştereklik hükmü sebebiyle diğerlerinin de tekzibini gerektirmesi ve suçtaki iştirak hükmüyle, onlara gelen azabın bunlara da gelmesine sebep olması, onların istedikleri mucizelerin gönderilmesine ters düşmektedir. Çünkü yok olmalarını gerektiren tekzip mevcuttur. Yok edilmeleri ise birtakım üstün hikmetlerden dolayı ve ezcümle kendilerinden sonraki nesillerinin îman etmeleri ihtimalinden dolayı, bu ümmetin cezasınınn ahirete tehir edilmesiyle ilgili kader kaleminin yazdıklarına aykırıdır. İşte bundan dolayı bu konudaki terslik, istiare yoluyla alıkoyma (menetme) olarak ifade edilmiştir. Bu da azabın gönderilmesini hazırlayan sebeplerin kuvvetli olduklarını bildirmek içindir. Yoksa onların iddia ettikleri gibi, Allah'ın Peygamberini (sallallahü aleyhi ve sellem) mucizelerle güçlendirmek istemediği için değildir. Bu âyette, alıkoyma (men etme) fiili; "Eğer Allah onlardan bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile, yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi." (Enfâl 8/23) âyetinde olduğu gibi, Allah'ın sonraki müşriklerden sâdır olacak fiillerini bilmesine isnat edilmeyip eski müşriklerin tekzibine isnat edilmesi örneğini ibraz etmekle, hücceti onların aleyhinde ikame etmek için ve onların isteklerinin verilmemesinin ana sebebi, onların yaptıklarından başka bir şey olmadığını bildirmek içindir. B- " Semûd Kavmine de o dişi deveyi açık bir mucize olarak vermiştik de, onlar o yüzden zâlim olmuşlardı." Bizi, mucizeleri göndermekten alıkoyan, eskilerin onları yalanlamalarından başka bir şey değildir. Nitekim onların istedikleri açık mucizeleri onlara vermiştik de, onlar ise, o mucizeleri yalanlamışlardı. Ve istemeleri üzerine Semûd Kavmine de açık bir mucize olmak üzere o dişi deveyi vermiştik. Onlar ise, o yüzden zâlim olmuşlardı; onu yalnız inkâr etmekle kalmayıp onu boğazlayıp zâlim olmuşlardı. Yahut o deveyi boğazlamak sebebiyle kendi nefislerine zulmetmişler ve kendilerini helake maruz bırakmışlardı. Burada Semûd Kavmine verilmiş olan mucizenin zikre tahsis edilmiş olması, Semûd'un da onlar gibi Arap olmasından dolayıdır. Yahut onlar, Semûd Kavmi hakkında fazlasıyla bilgi sahibi idiler. Nitekim onlar oradan geçerken, bu kavmin helâk olmasının kalıntılarını görüyorlardı. Yahut bu mucize, kayadan çıkarılmış bir hayvan olması hasebiyle, "De ki, isterseniz taş veya demir olun..." (İsrâ 17/50) âyetinin ifade ettiği hususun tahakkukuna daha açık bir delildir. C- " Biz, mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz." Biz, istenen mucizeleri ancak, akabinde gelecek o kökleri kazıyıcı azabın öncüsü olarak onlara göndeririz. Onlar da bundan korkmaymca olanlar olur. 60"Hani sana, Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur’ân'da lanetlenen o ağacı, ancak insanları imtihan etmek için gerçekleştirdik. Biz, onları korkuturuz; fakat bu onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." A- " Hani sana, Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır, demiştik." Allah (celle celâlühü) ilmiyle insanları kuşatmıştır. Nitekim imam Sa'lebî, İbn Abbâs'tan böyle nakletmiştir. Binaenaleyh onların geçmiş ve gelecek küfür ve tekziplerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz. B-" Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur’ân'da lanetlenen o ağacı, ancak insanları imtihan etmek için gerçekleştirdik." Bu kelâmda şu noktaya da dikkat çekilmektedir. Bunun tahakkukunun delili, bazı mucizeler kendilerine geldiğinde onlardan sâdır olan fiillerdir. Zira bu mucizelerin hepsi, harikulade hâdiseler olup Allah tarafından Peygamberlere (aleyhisselâm) indirilmiş olmak vasfında müşterektir. Şu halde onların, mucizelerin bir kısmını tekzip etmeleri, diğerlerini de tekzip etmelerim gerektirmektedir. Bu rüyadan murat, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç gecesinde gördüğü, dünya ile göklerin acayıplikleridir. Nitekim bu sûrenin başında zikredilmişti. Bunun rüya olarak ifade edilmesi, onunla rüya arasında fark olmadığı içindir. Yahut gece vald olduğu içindir veya kâfirlerin "belki de rüyadır" dedikleri içindir. Bizim sana ayan beyan gösterdiğimiz rüya, büyük bir mucize, hem de asgarî basirete sahip olan kimsenin, tasdikinde tereddüt etmediği gerçek bir mucize olmakla beraber, ancak insanların imtihan edildiği bir imtihan vesilesi kıldık. Hattâ Müslümanların bir kısmı da dinden döndü. Ve Kur’ân'da lanetlenen ağacı da böyle kıldık. Bu ağacın lanetlenmesinden murat, mecazî isnat olarak, onu tadanın lânetlenmesidir, yahut rahmetten uzaklaştırılmasıdır. Zira bu ağaç cehennemde rahmetten en uzak bir mekânda bitmektedir. Yani Biz o ağacı da ancak onlara imtihan vesilesi yaptık. Nitekim o müşrikler demişlerdi ki, "Muhammed cehennem ateşinin taşları da yaktığını iddia ediyor. Sonra da, onda ağaç bittiğini söylüyor." Onlar gerçekten bu konuda büyük bir dalâlete düşmüşlerdir. Nitekim onlar akıllarının kabul ettiği hükme de inatla karşı koymuşlardır. Zira onlar devekusunun, kor ve kızgın demir parçacıklarını yuttuğunu ve bunların ona zarar vermediğini görüyorlar. Yine, semender denilen hayvanın yününden yapılan mendillerin ateşe atıldıklarında yanmadığını da görüyorlar. Yine onlar, her ağaçta ateş bulunduğunu da görüyorlar. B- " Biz, onları korkuturuz; fakat bu onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." Biz bu ve benzeri mucizelerle onları korkuturuz; fakat bu, onlara, sınırsız bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz. Binaenaleyh eğer Biz, onların istedikleri mucizeleri de göndersek, benzerlerine karşı takındıkları tavrı bu mucizelere karşı da takınırlardı ve emsallerine gönderilen azap, onlara da gönderilirdi. Halbuki Biz, bu ümmet hakkında umumî azabın kıyamete ertelenmesine hükmettik. Âyet-i Kerime'nin gerektirdiği mükemmel izah budur. Müfessırlerin ekseriyeti ise, burada, Allah'ın insanları kuşatmasını, kudretinin kuşatması olarak tefsir etmişlerdir. Buna göre, Allah (celle celâlühü) bu kelâmla, onların, istedikleri mucizelerin indirilmemesinden dolayı olması muhtemel bir hüzün için Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli etmektedir. Fakat onların istedikleri mucizelerin indirilmesi, kâfirlerin tanından (eleştirisinden) hâsıl olabilecek bir nevi hüzün maslahatı için değildir. Vakıa, onlar, "Sen gerçek bir Peygamber olsaydın, Mûsâ ile diğer peygamberlerin (aleyhisselâm) getirdikleri gibi sen de bu mucizeleri getirirdin" diyorlardı. Bu tefsire göre sanki şöyle denilmiştir: Ey Resûlüm! O vakti hatırla ki, sana şunları söylemiştik. Senin hakkında lûtfu kerem sahibi olan Rabbin, insanları gerçekten kuşatmıştır; onlar O'nun kudret elinde bulunuyorlar; O'nun iradesinin dışına çıkamazlar. Binaenaleyh O, sem onlardan koruyacaktır. Artık sen onlara aldırma ve sana emrettiğim mesajı tebliğ et. Nitekim gördüğün gibi, daha önce sana gösterdiğimiz rüyayı da insanlar için şüphe uyandıran bir imtihan kıldık. Bununla beraber o rüya, senin vazifende sana bir zafiyet ve hâlinde bir fütur getirmedi. Allah'ın onları kuşatması, Bedir savaşında Kureyş'in helâk edilmesi olarak da tefsir edilmiştir. Bu görüşe göre, Bedir zaferi, "O topluluk hezimete uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar." (Kamer 54/45) ile "O kâfirlere de ki, siz mağlup olacaksınız ve Cehenneme sürüleceksiniz." (Al-i İmrân 3/12) âyetleri ve benzerlerinde bildirildiği gibi, henüz beklenen bir hâdise olduğu halde bu âyette (Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır) şeklinde mazi (geçmiş) kipi ile ifade edilmesi Allah'ın ihbardaki âdetine bınaendır, (Vukuu kesin olan bir hâdise, vaki olmuş olarak ifade edilmektedir). Bu rüya. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), rüyasında o müşriklerin, öldürülüp yere vurulduklarını görmesiyle de tefsir edilmiştir. Nitekim rivâyet olunur ki, Peygamberimiz Bedir suyunun başına varınca: "Vallahi, sanki ben, o topluluğun cesetlerinin düşeceği yerleri görüyorum" demiş ve yeri göstererek: "Şurası filanın düşeceği yer, şurası da filanın düşeceği yer!" demişti. Bunu Kureyş de duymuş ve onunla alay etmişti. Yine mezkûr rüya, Peygamberimiz in (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gireceğini görmesi ile de tefsir edilmiştir. Rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu rüyasını ashabına da anlatmış ve Hudeybiye yılında Mekke'ye doğru yola çıkmış, fakat müşrikler onu engellemişlerdi. Bu sûre, Mekke'de nazil olduğu halde anılan hâdiselerin Medine dönemine ait olmasının izahı olarak da denilmiştir ki, bu onların helâk edileceklerinin vahiy ile bildirilmesi anlamında olabilir. Yine, mümkündür ki, bu rüya Mekke'de vaki olmuş, fakat anlatılması ve öldürülecekleri yerlerin tayini, Hicret'ten sonra olmuştur. Ancak bu izaha göre, insanların bununla imtihan edilmesinin Hicret'ten sonra vaki olması ve onların azgınlıklarının artmasının da, âyetin nüzulü sırasında henüz meydana gelmemesine rağmen, beklenen bir şey olması lâzım gelir. Bir görüşe göre de, bu rüya, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında gördüğü rüyadır ki, "Hani Allah, rüyanda onları sana az göstermişti. Eğer onları çok gösterseydi, elbette çekinecektiniz." (Enfâl 8/43) âyeti de onu anlatmaktadır. Ancak hiç şüphesiz o rüya Medine'de vaki olmakla beraber insanlara imtihan konusu kılınmamıştır. 61"Hani meleklere, Âdem'e secde edin, demiştik. İblisten başka bütün melekler hemen secde etmişlerdi. İblis, ben, çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim, demişti." Bu, cereyan eden İlâhî emir ile meleklerin tereddütsüz olarak bu emre itaatlerini hatırlatmakta ve 57. âyetin mânasını tahkik etmektedir. Melekler ile İsâ ve Uzeyr'in (aleyhisselâm), itaat, vesile edinmek, rahmet ummak ve azaptan korkmak halleri ile İblisin halinden, hakka karşı inat göstererek emre muhalefet edenlerin hali de anlaşılmaktadır. Yani o zamanı hatırla ki, Biz, meleklere, "Selâm ve saygı olarak Âdem'e secde edin; zira onun faziletleri bunu gerektirmektedir." demiştik de bunun üzerine iblisten başka bütün melekler, hiç tereddüt etmeden, emre uymak ve Ademin hakkını eda etmek üzere hemen secde etmişlerdi. İblis de, melekler zümresine dahildi ve secde emri, ona da şâmildi. Allah (celle celâlühü), İblisi şöyle kınamıştı: " Ey İblis! Sana ne oluyor kı, secde edenlerden olmadın?" (Hicr 15/32); "Ben sana secdeyi emrederken, seni ondan engelleyen nedir?" (A'râf 7/12), "Kudret elimle yarattığım Âdem'e secde etmene engel olan nedir?"(i her 15/56). İblis de demişti ki: " Ben yüce bir unsurdan yaratılmışken, çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim!" 62"İblis demişti ki, şu benden üstün tuttuğuna bak! Ant olsun ki eğer beni kıyamet gününe kadar yaşatıp geciktirirsen, pek azı müstesna, onun neslini mutlaka kendime uyduracağım." A- " İblis demişti ki, şu benden üstün tuttuğuna bak!" İblis bunu, yukarıda anlatılan sözlerinden hemen sonra söylememiş, fakat ebediyen lanetlenmiş olarak meleklerin yüce âleminden çıkması emredildikten sonra Allah'tan (celle celâlühü) mühlet istemesi kendisine mühlet verilmesinden sonra söylemiştir. Bunların burada zikredilmemesi, başka yerlerde zikredilmesiyle iktifa edildiği içindir. İblis dedi ki, ey Rabbim! Benden üstün tutup da, ona secde etmemi emrettiğin kimseyi bana anlatır mısın; niçin onu benden üstün tuttun ? B- " Ant olsun kı eğer beni kıyamet gününe kadar yaşatıp gecıktırırsen, pek azı müstesna, onun neslini mutlaka kendime uyduracağım." Eğer beni kıyamet gününe kadar sağ bırakırsan, Senin koruduğun muhlis kullar müstesna, onun neslinin çoğunu kendime uyduracağım; dilediğim gibi onlara kumanda edeceğim; onlara büyük ölçüde hâkim olacağım. Yahut onların kökünü kazıyacağım. İblisin bu sözleri de, Ant olsun ki, ben onlara dünyalıkları süslü (cazip) göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım." (Hicr 15/39) demesi gibidir. İblis, bu talebinin hâsıl olacağını meleklerden telakki etmiş veya meleklerin: "Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mı yaratacaksın?" (Bakara 2/30) sözlerinden bu sonucu çıkarmıştı. Yahut da Ademin (aleyhisselâm) yaratılmasından bu işareti çıkarmıştı. 63"Allah buyurdu ki, hadi git! Onlardan kim sana uyarsa, işte Cehennem, tam bir ceza olarak sizin cezanızdır!" Bu, İblisi kovmak ve kendisini, nefsinin güzel gösterdiği kötülüklerle başbaşa bırakmak demektir. Yani haydi, seçtiğin işe git! Onlardan kim sana uyarsa, tam birr ceza olarak, Cehennem, senin de, onların da cezasıdır. 64"Onlardan kime gücün yeterse, sesinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla üzerlerine yürü; mallarına ve evlâtlarına da ortak ol ve onlara vaatlerde bulun. Zaten şeytan, aldatmadan başka onlara ne va'deder!" Onlardan kime gücün yeterse, fesada çağırmanla onları şaşırt, onlara yaygara yap ve abes ile fesat ehlinden senin yardımcıların olan süvarilere ve yayalara da seslen de, bunlarla üzerine yürü! İbn-i Abbâs, Mücâhid ve Katâde (radıyallahü anh), diyorlar ki, İblisin, cinlerden ve insanlardan süvarileri ve yayaları vardır. Allah'a isyan yolunda savaşan süvariler ve yayalar, İblisin süvarileri ve yayalarıdır. İblisin mallarına ve evlâtlarına ortak olması, haramdan mal kazanıp biriktirmeye ve uygun olmayan şekilde tasarruf etmeye onları sevk etmek ve haram yoldan çocuk sahibi olmaya, çocuklara, Abdüluzzâ / Uzzanın kulu gibi şirk ifade eden isimleri takmaya onları teşvik etmek ve onları bâtıl dinlere, kötü mesleklere ve çirkin fiillere sevkederek kendilerini saptırmak demektir. İblisin onlara vaatlerde bulunması da, ilâhların şefaati, atalarının faziletine güvenmeleri ve emel besleyerek tevbeyi tehir etmeleri gibi boş vaatlerde bulunması demektir. 65"Şu muhakkak ki, Benim hâlis kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Zaten onların vekili olarak Rabbin yeter." A- " Şu muhakkak ki, Benim hâlis kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır." Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz îman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın hiçbir hâkimiyeti yoktur." (Nahl 16/99). B- " Zaten onların vekili olarak Rabbin yeter." Onların tevekkül etmeleri ve senin azdırmandan kurtulmaları için, yardım istemeleri için vekil olarak Rabbin yeter. 66"Sizin Rabbiniz O'dur ki, lütfü kereminden arayasınız diye gemileri denizde sizin için yüzdürmektedir. Şüphesiz O, sizin için çok merhametlidir." A- " Sizin Rabbiniz O'dur ki, lütfü kereminden arayasınız diye gemileri denizde sizin için yüz dür mek tedir." Rabbiniz o kadar kaadir ve hakimdir ki, sizin faydanıza gemileri denizde yürütür ve yüzdürür. Böylece siz O'nun tarafından bahşedilen lûtfu kereminden, yahut O'nun verdiği kazançtan rızık arayabilir, faydalanabilirsiniz. Bu kelâm, daha önce zikredilen 56. âyete bir tamamlayıcı olarak, tevhid delillerinden olan bazı nimetleri hatırlatmaktadır. Bundan sonra gelecek âyete de bir ön hazırlık mahiyetindedir. B- "Şüphesiz O, sizin için çok merhametlidir." Nitekim Allah (celle celâlühü) sizin muhtaç olduğunuz şeyleri size hazırlamış ve onun zor olan sebeplerini de sizin için kolaylaştırmıştır. Bu cümle, makablinin zeyli mahiyetinde olup Allah'ın lûtfu kereminden rızık aramanız için gemileri denizlerde yüzdürmesinin illetini de beyan etmektedir. Âyetin metninde rahim (çok merhametli) kelimesinin zikredilmesi, bu rahmetten, dünyevî rahmetin ve büyüğü de, küçüğü de olan dünya nimetlerinin murat edildiğine delâlet etmektedir. 67"Denizde size zarar dokunduğunda, Allah'tan başka bütün yalvardıklarmız kaybolup gider. Fakat O, sizi karaya çıkarıp kurtarınca, yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu çok nankördür." Denizde boğulma korkusu geçirdiğiniz zaman, Allah'tan (celle celâlühü) başka yalvardığinız melekler veya Isâ veya diğerleri sizin aklınızdan çıkar, beklenen felâketin önlenmesi için, ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak Allah'tan başkasına yalvarmak aklınıza gelmez. Fakat Allah (celle celâlühü) sizi karaya çıkarıp boğulmaktan kurtarınca, tevhid ten yüz çevirirsiniz, yahut nimet nankörlüğüne devam edersiniz. 68"O'nun, kara tarafında sizi yere batırmasından, yahut üzerinize taş yağdırmasından emin mi oldunuz?" Siz simdi kurtuldunuz da, emniyetli sandığınız kara tarafında sızı yerm dibme geçirmesinden, yahut şiddetli bir rüzgarla üzerinize taş yağdırmasından emin mi oldunuz? Sonra sizi bundan koruyacak veya onu sizden çevirecek hiçbir yardımcı da bulamazsınız. Çünkü O'nun yegâne üstün emrim geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur. 69"Yahut O'nun sizi tekrar denize döndürüp üzerinize bir kasırga göndermesinden ve nankörlüğünüze karşı sizi boğmasından emin mi oldunuz? Sonra bundan dolayı kendinize bir takipçi bulamayacaksınız." A- Yahut O'nun sizi tekrar denize döndürüp üzerinize bir kasırga göndermesinden ve nankörlüğünüze karsı sizi boğmasından emin mi oldunuz?" Onların tekrar denize dönmeleri kendi ihtiyarlariyla olduğu halde, denize döndürme fiilinin Allah'a isnat edilmesi, Allah'ın onları denize dönmek zorunda bırakan sebepleri yaratması itibarıyladır. Bu da imâ ediyor ki, onlar birinci yolculuklarında karşılaştıkları tehlike o kadar korkunç olmuş ki, onlar bu şekilde tekrar denize döndürülmeseler, kendiliklerinden dönmezler. Onların nankörlüğünden murat, Allah'a ortak koşmaları veya kurtarma nimetine nankörlük etmeleridir. B- " Sonra bundan dolayı kendinize bir takipçi bulamayacaksınız." Size yaptıklarımızın intikamını Bizden talep edecek bir kimse de bulamazsınız. Nitekim başka bir âyette de, "Allah, onun akıbetinden korkmaz." (Şems 91/15) denilmektedir. 70"Ant olsun ki, Biz, insanoğlunu şerefli kıldık; onları karada ve denizde taşıttık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan büsbütün üstün kıldık." A- " Ant olsun ki, Biz, insanoğlunu şerefli kıldık." Biz, iyisi de, kötüsü de dahil olmak üzere bütün insanoğlunu, suret olarak, mutedil boy, yeryüzündekilere hâkimiyet, savunma imkânı, sanatları öğrenme yeteneği olarak ve anlatılamayacak kadar çok hususlarda şerefk ve üstün kıldık. Bu bağlamda İbn-i Abbâs diyor kı, bütün hayvanlar yiyeceklerim ağızlarıyla alırlar. İnsan ise yiyeceğini eliyle ağzına götürmektedir. Bazılarının bu konuda, maymunların da insanlar gibi davrandıklarını söylemeleri, el ile ayak arasına fark koymamaktan ileri gelmektedir. Zira maymun eliyle değil, pislıklere basüği ayaklarıyla yiyeceklerini ağzına götürmektedir. B- "Onları karada ve denizde taşıttık." Biz, insanları karada ve denizde hayvanlar ve gemiler gibi vasıtalarla taşıttık. Diğer canlıların hiçbiri için bu yoktur. Bir görüşe göre ise, Biz, insanları karada ve denizde taşıttık. Nitekim onları yerin dibine batırmadık, suda boğmadık, demektir. Ancak malûm olduğu üzere birinci tefsir, şereflendirmeye daha münasiptir. Zira ikinci tefsire göre bütün hayvanlar böyledir. C-" Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik lezzetler verdik." Onlara el emeği olan ve olmayan çeşitli nimetler ve rızıklar verdik. D- " Ve onları yarattıklarımızın çoğundan büsbütün üstün kıldık." Biz insanların terkibinde, hakkı bâtıldan, güzeli çirkinden temyiz eden idrâk kuvvetlerini yaratarak ilim ve idrâkte, onları meleklerin dışında diğer yarattıklarımızdan çok üstün kıldık. Binaenaleyh onların bu nimetlere şükretmeleri, nankörlük etmemeleri, kuvvetlerini hak itikatların tahsilinde kullanmaları ve en yüksek akla sahip yüce âlemin (meleklerin) dışında bütün yaratılmışlardan üstün kılınmış olan insan bir yana, asgari temyize sahip olan hiçbir varlığın kabul etmediği şirklerini bırakmaları gözetmek zorunda olduklari bir haktır. Bu üstünlükten melekler istisna, edilmiş, çünkü meleklerin bilgileri daimidir ve hata ile noksandan temizdir. Bu âyet münakaşa konusu olan meleklerin insanlardan üstün olduklarına delâlet etmez. Zira buradaki üstünlükten murat, iyisi de, kötüsü de dahil olmak üzere bütün beşer fertleri arasında müşterek olan bir üstünlüğü beyan etmektir. Bu üstünlüğün, Allah (celle celâlühü) katındaki büyük derece ve fazla yakınlık anlamında olması ise mümkün değildir. Eğer denilse kı, üstün kılınanlar ile kendilerinden üstün kılınanlardan kimlerin murat olunduğu beyan edildikten sonra, üstünlük konusunu tayin etmeye ne hacet vardır? Zira meleklerin, beşerin bütün fertlerinin üstün kılınmasından istisna edilmeleri, bazı beşer fertlerinin kendilerinden üstün kılınmasından istisna edilmelerini gerektirmez. Buna cevaben deriz ki, bunun tayini elbette gereklidir. Zira beşerin günahkâr fertlerinden hiçbirisi hiçbir mahlûktan üstün değildir; hatta onlar, her alçaktan daha alçaktır. Nitekim; İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta onlardan bile daha sapıktır." (A'râf 7/179), " Şüphesiz Allah katinda hayvanların en kötüsü, kâfir olanlardır." (Enfâl 8/55) âyetleri de bu hakikati beyan etmekledir. 71"Her insan topluluğunu önderleriyle çağıracağımız o gün, kimin amel deften sağından verilirse, işte onlar amel defterlerini okuyacaklar ve onlar kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaklar." Burada, insanların dünyadaki hallerine ve amellerine göre âhirette de hallerinin değişik olacağı beyan edilmektedir. Biz, dünyada şerefk ve üstün kıldığımız her insan topluluğunu, peygamberlerıyle, yahut dinî önderleriyle, yahut Kitaplarıyla, yahut dinleriyle çağıracağımız kıyamet günü... Bir görüşe göre onlar, önceden gönderdikleri amel defterleriyle çağırılırlar. Şöyle kı, onlar, "Ey hayır Kitap sahipleri! Ey şer kitap sahipleri! diye çağırılırlar. Yahut onlar, "Ey şu dinin mensupları! Ey bu dinin mensupları! diye çağırılırlar. Bir diğer görüşe göre ise, âyetin metnindeki "imam" kelimesi, "üm" (anne) kelimesinin bir çoğul şeklidir. (Yani onlar anneleriyle çağırılacaklar). Bu görüşe göre, kıyamet günü insanların, anneleriyle çağırılmaları, İsa'ya (aleyhisselâm) saygı, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin'in şerefini beyan etmek ve zina çocuklarının nesebini gizli tutmak içindir. İşte o gün çağırılanlardan kimin amel defteri sağından verilirse, işte onlar, defterlerini okuyacaklar. Amel defterlerinin sağdan verilmesi, verilen kitabın ve sahibinin şerefini göstermek ve daha baştan içindekileri müjdelemek içindir. "Onlar amel defterlerini..." cümlesinde çoğul zamirinin kullanılması, onların, şanları yüce bir topluluk olduklarını bildirmek, yahut kitapları kendilerine verilirken tek tek verildiği gibi değil, kitapların toplu halde okuyacaklarını zımnen bildirmek içindir. Böylece onlar, kendilerine açık olarak verilen kitaplarını, çeşitli nimetleri içeren muhtevasına çok sevinerek okuyacaklardır ve onlara kitaplarında yazılmış olan amellerinin ecirlerinden en ufak bir şey eksik venimeyecektir; hatta kat kat fazlası verilecektir. 72"Kim bu dünyada kör ise, o, âhirette de kördür ve ondan da daha çok yolunu şaşırandır." Çağırılanlardan kim kendilerine üstünlük ve şeref bahşettiğimiz dünyada kör olup doğru yolu bulmamış ve bahşettiğimiz şeref ve üstünlük nimetinin şükrünü eda edip hukukunu ifa etmek şöyle dursun, o nimeti bılmemisse ve kendisinde yarattığımız akıl ve kuvvetleri, yaratılışlarının gayesi olan hak ılım ve marifet yolunda kullanmamışsa, işte o, âhirette de kördür; kendisini kurtaracak ve ona faydası olacak bir yardımcı da bulamayacaktır. Çünkü dünyadaki körlük, âhiret körlüğünü mucip olmaktadır. İşte bu bedbaht insanlar, körden bile daha çok yolunu şaşıranlardır. Zira onlar, kendilerine bahşedilmiş olan istidadı kullanmamışlar ve hakkı bulma vasıtalarını muattal bırakmışlardır. İşte bu kör, amel defteri solundan verilenin ta kendisidir. Zira ondan önce zikredilen mukabil fırkanın hali buna delâlet etmektedir. Hakka ve İnsikaak sûrelerinde bunlar, "amel kitapları solundan verilenler" olarak ifade edildikleri ve güzel mukabelenin gereği de bu olduğu halde burada bu şekilde ifade edilmeleri, her halde mucip iketi bildirmek içindir. Nitekim Vakıa sûresinde de, "Eğer o sağcılardan ise..." (Vakıa 56/90) ifadesinden sonra "Ama eğer yalancı sapıklardan ise..." (Vakıa 56/92) denilmiştir. Burada iki taraftan birinde sebep, diğerinde de sebebin konusu zikredilmiş ve her birinde, aklî şahadete dayanılarak, zikredilen, zikredilmeyene delâlet etmektedir. Nitekim "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, artık O'ndan başka onu kaldıracak yoktur. Eğer O, sana bir hayır dilerse, artık O'nun lutfu keremini geri çevirecek hiçbir güç de yoktur." (Yûnus 10/107) buyurulmaktadır. 73"O müşrikler, sana vahyettiğimizden başkasını yalan yere Bize isnat etmen için, az kalsın, seni, sana vahyettiğimizden saptıracaklardı ve o zaman seni yürekten bir dost edineceklerdi." Bu âyet, Sakif kabilesi hakkında nazil olmuştur. Şöyle kı, onlar, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demişlerdi: "Sen bize, Araplar'a karşı kendileriyle iftihar edeceğimiz şu ayrıcalıkları vermedikçe biz senin emrine girmeyeceğiz. Biz, zekât, öşür vermeyeceğiz; namazımızda secde etmeyeceğiz; bizim alacağımız faiz bizim olacak; bizden alınacak olan faiz ise kaldırılacaktır; bizim Lât putu hakkındaki geleneklerimizi sürdürmemize karışmayacaksın; sen Mekke'yi harem (kutsal mekân) yaptığın gibi bizim vadimiz Vecc'i de harem olarak ilan edeceksin. Eğer Araplar, bunları niçin yaptığını sana sorarlarsa, Allah'ın sana böyle emrettiğini söyleyeceksin." Bir görüşe göre bu âyet, "Bizim için bir azap âyetini rahmet âyeti yap ve bir rahmet âyetini de azap âyeti yap" diyen Kureyş hakkında nazil olmuştur. Yahut onlar demişlerdi ki: "Sen bizim ilâhlarımıza el sürmedikçe, biz de Hacer-i Esved'e el sürmene, izin vermeyeceğiz." 74"Eğer Biz sana sebat vermeseydik, ant olsun ki, az kalsın, onlara birazcık meyledecektin." Eğer Biz korumamızla sana sebat vermeseydik, onların kuvvetli aldatmaları ve şiddetli hileleri karşısında az kalsın onlara birazcık meyletmeye yaklaşacaktın. Fakat İlâhî koruma senin imdadına yetişti de, değil onların tekliflerine meyletmek, asgarî derecede onlara yaklaşmaktan bile seni men etti. Bu âyet-i kerime sarahatle bildiriyor ki, kuvvetli sebepler olduğu halde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara icabete kalkışmamiştir. Yine bu âyet delildir ki, masumiyet, Allah'ın (celle celâlühü) inâyetiyledir, O'nun muvaffak kılmasiyladır. 75"O zaman şüphesiz sana hayatın ve ölümün azabını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamayacaktın." A- " O zaman şüphesiz sana hayatın ve ölümün azabını kat kat tattırırdık." Eğer sen onlara asgari derecede meyletmeye yaklaşsaydın, başkası bu fiilden dolayı dünyada ve ahirette ne kadar azap görüyorsa, Biz sana dünyada ve ahirette onun iki katını tattırırdık. Çünkü şerefli, kimselerin cezası ağır olur. Bir görüşe göre, (lügat olarak kat kat anlamına gelen) âyetteki dı'f kelimesi, azabın isimlerindendi!'. Bir diğer görüşe göre ise, hayatin kat kat azabından murat, âhiret azabıdır ve ölümün kat kat azabından murat da, kabir azabıdır." B- " Sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamayacaktın." Sen bu hataya düştükten sonra Bizim azabımızı defedecek bir yardımcı da bulamayacaktın. 76"Bir de onlar, seni yurdundan çıkarmak için, hiç durup dinlenmeden seni gerçekten rahatsız ediyorlardı. O takdirde senden sonra onlar da fazla kalamazlardı." Mekke müşrikleri, seni Mekke'den çıkarmak, için düşmanlıkları ve tuzaklariyla her zaman seni rahatsız ediyorlardı. Eğer sen çıkmış olsaydın, senden sonra onlar da ancak az bir zaman kalırlardı. Nitekim de öyle oldu. Zira onlar Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretinden sonra Bedir savaşında helâk edildiler. Bir görüşe göre bu âyet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de ikaamet etmesini kıskanmış ve bundan dolayı da Peygamberimiz'e, Peygamberlerin makamı Şam'dır. Eğer sen de peygambersen, Şam'a git ki, biz de sana îman edekm, demişlerdi.. Bunun, üzerine Şam'a girmek fikri Peygamberimiz'in aklına düştü. Sonra yola çıkıp bir merhale gittikten sonra bu âyet nazil oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yoldan geri döndü. Sonra Yahudiler'den Kurayzaoğulları öldürüldüler ve onlardan kısa bir süre sonra da Nadr oğulları sürgün edildiler." 77"Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun da böyledir. Sen Bizim kanunumuzda, asla değişiklik bulamazsın." Allah'ın değişmez bir kanunu olarak, hangi ümmet, peygamberini içlerinde barındırmayıp onu yurdundan çıkarmışlarsa, Allah (celle celâlühü) da onları helâk etmiştir. 78"Gündüzün güneşin zevalinden gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namazı gereğince kıl; bir de sabah namazını kıl. Çünkü şüphesiz sabah namazı şahididir." A- " Gündüzün güneşin zevalinden gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namazı gereğince lal; bir de sabah namazını kıl." Güneşin dülûkü, güneşin zevali demektir. Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu bildirmektedir: " Cebrâîl güneşin zevâk sırasında bana geldi ve bana öğle namazını kıldırdı." Bir görüşe göre, güneşin dülûkü güneşin batışıdır. Gecenin karanlığının bastırdığı zamandan murat, yatsı namazı vaktidir. Bu âyetten murat, belirtilen iki vakit, arasında sürekli olarak namaz kılmak değil, fakat her namazı, Cebrâîl’in beyanıyla tayın edilen vaktinde kılmaktır. Nitekim namazların, rekât sayıları da, Cebrâîl’in beyanıyla belirlenmiştir. Âyette, gündüz namazlarının vakitlerinin başlangıcı ve sonu belirtilmiş, fakat aradaki, vakitler belirtiknemiştir. Çünkü insanlar bu vakitlerde uyanıktır. Bunun için bu namazların vakitleri birbirine bitişiktir. Ama Yatsı ile Sabah namazlarının vakitleri böyle değildir. Çünkü insanlar bu iki vakit arasında uyku ile meşgul oldukları için, onların vakitleri birbirinden ayrıdır. İşte bundan dolayıdır ki, Sabah namazı vakti, diğer vakitlerden ayrı olarak zikredilmiştir. Bir görüşe göre, âyetteki namazdan maksat, akşam namazıdır ve zikredilen tahdit de, onun ilk vakti ile son vaktini, beyan etmek içindir. Akşam namazı vaktinin, güneşin batmasından sonra ufukta görünen kızıllık veya aklığın kaybolmasına kadar devam etmesi de, buna delil gösterilmiştir. Âyette Sabah namazı Sabah Kur’âni olarak ifade edilmiş. Çünkü Kur’ân okumak namazın olmazsa olmaz bir rüknüdür. Bu da tıpkı, namazın rükû ve secde olarak ifade edilmesi gibidir. Âyetteki bu ifade, aynı zamanda, namazda Kur’ân okumanın rükün olduğuna da delil gösterilmiştir. Fakat hakikatte bu âyette böyle bir delâlet yaktur. Belki bu ifade, namazda Kur’ân okumanın sevap olmasından dolayıdır. Evet, eğer bu Sabah namazındaki Kur’ân okuma olarak tefsir edilirse, bu emir Sabah namazı için sarahatle, diğer namazlar için de delâlet olarak, namazda Kur’ân okumanın vacip olduğunu ifade eder. Âyette, Sabah Kur’âni denilmesi, Sabah namazında uzun Kur’ân okumayı teşvik için de olabilir. B- "Çünkü şüphesiz sabah namazı şahididir." Sabah namazına gündüz melekleri ile gece melekleri şahit olmaktadır. Yahut aydınlığın karanlıkla değişmesi ve ölümün kardeşi sayılan uykudan uyanmak gibi ilâhî kudretin şahitleri Sabah namazına şahit olmaktadır. Yahut namaz kılanların çoğu buna şahit olmaktadır. Yahut Sabah namazı, büyük cemaatlerin şahit olmasına (toplanmasına) layık bir namazdır. Bu âyetteki dülûk kelimesi eğer zeval olarak tefsir edilirse, âyet, beş vakit namazı bildirmektedir. Eğer batmak olarak tefsir edikrse, Öğle ile İkindiden başka diğer namazları bildirmektedir. 79"Ey Resûlüm! Gecenin bir vaktinde uyanıp sana mahsus, fazla bir namaz olmak üzere artık namaz kıl. Rabbinin seni Makaam-ı Mahmud'a (övülmüş makama) göndermesini umabilirsin." A- " Ey Resûlüm! Gecenin bir vaktinde uyanıp sana mahsus fazla, bir namaz olmak üzere artık namaz kıl." Ey Resûlüm! Ümmetine şâmil olmadan, yalnız sana mahsus olmak üzere, beş farz namazın dışında ilâve bir namaz olarak, bu namazı kıl! Bu namazın vakti, Sabah namazından önce iken, ondan sonra zikredilmesinin sebebi, bunun Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e özgü bir namaz olmasından dolayı olsa gerek. Mücâhid ve Süddî'ye göre, burada "nafile" kelimesi, ihtiyarî ibadet demektir. Ancak bunun ifade ettiği fazlalık mânası, farzlara fazla bir ilâve olduğu için değil, Peygamberimiz'in derecesine fazlalık kazandırdığı (derecesini daha da yükselttiği) cihetiyledir. Zira Peygamberimız'in (sallallahü aleyhi ve sellem) geçmişi de, geleceği de bağışlanmıştır. Bu itibarla onun nafile ibadetleri, derecesinin yükselmesini sağlar. Ama onun dışında ümmeti için böyle değil, onlar için nafile ibadetler, günahlarına kefaret olur ve farz ibadetlerindeki eksikleri telafi eder. B- " Rabbinin seni Makaam-ı Mahmud'a (övülmüş makama) göndermesini umabilirsin." Ey Resûlüm! Sen küçük ölüm sayılan uykudan namaz ve ibadet için uyandığın gibi, büyük ölümden sonra seni, sana layık olan kemale erdirecek olan Rabbinin seni Makaam-ı Mahmud'a, yani sence de, bütün insanlarca da övgüye layık olan makaama göndermesini umabilirsin. Bu müjde, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) gece namazı meşakkatini hafifletmek mânasını da ifade etmektedir. Ebû Hüreyre'den rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Makaam-ı Mahmûd, ümmetim için şefaat edeceğim makamdır." İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Makaam-ı Mahmûd'u şöyle tefsir etmiştir: Öncekilerin de, sonrakilerin de seni öveceği, bütün halkları seyredeceğin, her dileğinin verileceği, her dileğin kabul olacağı ve herkesin senin sancağın altında toplandığı makamdır. Huzeyfe'den rivâyet olunduğuna göre, diyor ki, Kıyamet günü insanlar bir düzlükte toplanacaklar. Orada hiç kimse konuşmayacaktır. Allah tarafından ilk çağırılan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olacak. O da bu davete şöyle cevap verecektir. "Buyurun, huzurunda emrini bekliyorum. Şer, Sana değildir. Hidâyete ermiş olan ancak Senin hidâyete erdirdiğindir. Senin kulun, huzurundadır; onun varlığı Seninledir ve dönüşü de Sanadır. Senden başka sığınacak ve korunacak bir yer yoktur. Sen mübareksin; Sen yücesin. Seni tenzih ederim ey Beytin Sahibi!" 80"Ve de ki: Rabbim! Beni doğrulukla oraya koy ve doğrulukla oradan çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver!" A- " Ve de ki: Rabbim! Beni doğrulukla oraya koy ve doğrulukla oradan çıkar." Beni razı olduğun doğrulukla mezara koydur ve ikinci dirilişte yine razı olduğun doğrulukla, şerefle mezardan çıkar. Şu halde bu âyet Allah'ın Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) va'dettiğini talep etmesinin telkinidir ki, o da dirilişten sonra, en büyük makam olan Makaam-ı Mahmud'a erişmesidir. Bir görüşe göre ise bundan murat, Medine'ye sokulması ve Mekke'den çıkarılmasıdır. Buna göre önce Medine'ye sokulmasının zikredilmesi, asıl amaç bu olduğu içindir. Diğer bir görüşe göre bundan murat, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye muzaffer olarak sokulması ve Mekke'den müşriklerden emin olarak çıkarılmasıdır. Bir başka görüşe göre ise, Hicret sırasında malûm mağaraya salimen sokulması ve salimen oradan çıkarılmasıdır. Bunu, peygamberlik yükünün altına sokulması ve bunun hakkını eda etmiş olarak yükün altından çıkarılması, hatta her mekâna, her işe sokulması ve oradan çıkarılması şeklinde anlayanlar da vardır. B- " Ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver!" Bana muhalefet edenlere karşı bana yardım edecek bir hüccet ver. Yahut küfre karşı İslâm dinine destek ve yardımcı olacak bir hükümranlık ve üstünlük ver. İşte Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu dualarının kabul olundukları şu âyetlerle bildirilmiştir: "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide 5/67), "Haberiniz olsun ki, Allah'ın fırkası, felâha erenlerin ta kendileridir." (Mücadele 58/22), Onu bütün dinlerden üstün kılmak için..." (Tevbe 9/33), "Hiç şüphesiz onları yeryüzünde hâkim kılacaktır." (Nûr 24/55). 81"Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkıldı. Çünkü bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." İslâm geldi, sabit ve derin vahiy geldi; şirk, küfür ve şeytanın hileleri bâtıl oldu. Çünkü nasıl olursa olsun, bâtıl sabit değildir, yıkılmaya mahkûmdur. Bu kelâm, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) telkin edilen yardımcı kuvvet talebi duasının kabul edileceğine dâir güzel bir vaattir. İbn-i Mes’ûd'dan rivâyet edildiğine göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke fethinde Mekke'ye girdiği gün, Beytullahin etrafında 360 put bulunuyordu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) elindeki asayı teker teker putların gözüne dayayıp, "Hak geldi, bâül yıkıldı" diyerek onları yüzüstü devirmeye başladı; nihayet hepsini bu şekilde devirdi; yalnız Huzaa'nın putu kaldı. Bu put Kâ'be'nin üstünde bulunuyordu ve bakırdandı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'ye "bunu yere at" buyurdu. Hazret-i Ali Kâ'be'nin üstüne çıkıp onu yere atarak kırdı. 82"Biz Kur’ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o mü’minler için şifa ve rahmettir; zâlimlerin ise ancak hüsranını arttırır." A- " Biz Kur’ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o mü’minler için şifa ve rahmettir." Biz Kur’ân'dan öyle hakikatler indiriyoruz ki, Kur’ân'ın muhtevasına îman edip onu anlayan mü’minlerin, şüphe ve evham hastalıklarına şifadır; onların dinini kuvvetlendirmek ve nefislerini ıslah etmek için hastalara şifa veren deva gibidir. Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet edilmiştir: "Kur’ân'dan şifa ummayan kimseye Allah şifa vermesin." Bu kelâm, Kur’ân'ın bir kısmının şifa olduğu anlamında değildir; fakat onun tamamı şifâdır. İlâhî hikmetin gereği olarak her defasında nazil olan âyetler, nüzulünü gerektiren hallere, pek muvafık düşmesi sebebiyle insanlara, hastalara şifa veren isabetli ilaç vazifesi görmektedir. Bu itibarla Kur’ân'ın her bir bölümü şifa olma vasfı taşımaktadır. Bazılarının bunu Kur’ânin bir kısmının şifa olduğu mânasına hamletmeleri ve buna misal olarak da Fatiha sûresi ile şifa âyetlerini göstermeleri izahma ise, bundan sonraki cümle müsait değildir. B- " Zâlimlerin ise ancak hüsranını arttırır." Kur’ânin tamamı veya her bir bölümü, haddi zatında hastalıklara şifa olduğu halde, onu tekzip eden ve eşyayı yerk yerine koymayan zâlim kâfirlerin ise, ancak küfür ve tekzipleri sebebiyle helaklerini arttırmaktadır. Bu âyet işaret ediyor ki, hidâyet ve irşat edilmeleri sırasında mü’minler için hâsıl olan şüphe ve kuşkular, hastalıklar gibidir. Kâfirlerdekı inat cehaleti ise, ölüm ve helâk gibidir. O kâfirler, kendi fiilleriyle kendileri hüsranı arttırdıkları halde, bunun Kur’ân'a isnat edilmesi, Kur’ânin buna sebep olması itibariyladır. Bu da, Kur’ânin şifa vesilesi olduğu gibi, helâk vesilesi de olmak gibi taaccüp edecek bir Kitap olduğunu bildirmektedir. 83"Biz insana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer. Ona kötülük dokundu mu, umudunu yitirir." İnsana sağlık ve başka nimederi bahşettiğmıiz zaman, onun şükrünü edâ etmek şöyle dursun, Bizi anmaktan bile yüz çevirir ve yan çizip Bize itaat etmekten uzaklaşır. Ona yoksulluk, hastalık veya gökten inen bir âfet dokundu mu, Bizim rahmetimizden tamamıyla umudunu keser. Burada ifade edilen umutsuzluk, insanların bu sifati taşıyan bazı fertleri itibarıyla tamamını bununla vasıflandırmak kabindendir. "insana şer dokunduğu zaman uzun uzun yalvarıp durur." (Fussilet 41/51) ve benzeri âyetlerle bu âyet arasında bir çekski yoktur. O âyetlerde anlatılan, diğer bazı insanların halidir. Bir görüşe göre, bu âyetten kastedilen, Velid b. Muğîre'dir. 84"De ki, Herkes yaratılışına göre davranır. Artık Rabbin, kimin daha doğru yol tuttuğunu en iyi bilendir." Sizden ve sizin gibi olmayanlardan her fert, hidâyet ve dalâletteki haline yahut ruhunun özüne ve bedenî mizacına bağlı olan hallerine göre davranır. Artik, sizi bu değişik, tabiatlarda yaşatmış olan Rabbiniz, kimin daha doğru ve açık yol tuttuğunu en iyi bilendir. 85"Sana ruhu soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin emrindedir. Size ise ancak az bir bilgi verilmiştir." Bu âyetin zahirine göre bu sual, insan bedenini yöneten ve insan hayatının başlangıcı olan ruhun hakikati hakkındaydı. Rivâyet olunur kı, Yahudiler Kureyşliler'e dediler ki: "Muhammed'e Ashâb-ı Kehf i ve ruhu sorun. Eğer o, bunların hepsine cevap verirse veya sükût ederse, bilin ki o peygamber değildir; ama eğer bir kısmına cevap verip bir kısmına vermezse, bilin ki, o peygamberdir." Kureyşliler de bunları sorunca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) anılan iki kıssayı anlattı; fakat ruh meselesini müphem bıraktı. Zaten Tevrat'ta da ruh meselesi müphem bırakılmıştır. Yani ruh, beşer aklının kavrayamadığı, Allah'ın (celle celâlühü) bilgisini Kendisinde gizli tuttuğu sırlardandır ve size ancak az bir bilgi verilmiştir; bu bilginizle, ruh gibi meseleleri anlamanız mümkün değildir. Rivâyet olunur ki; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, bunu söyleyince onlar: " Bu hitap özellikle bize midir" diye sordular. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de: " Hayır, hem bize, hem de sizedir" buyurdu. Bunun üzerine onlar dediler ki: " Senin hâlin ne kadar tuhaftır? Bir diyorsun ki: "Kime hikmet verilirse, gerçekten ona çok hayır verilmiş demektir." (Bakara 2/269), bir de bunu söylüyorsun. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu: "Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa..." (kokman 31/27). O müşriklerin akılları karışık olduğundan dolayi anılan sözlerini söylemişlerdi. Zira insanî hikmetin gereği olan, insanın, beşer gücünün müsait olduğu ölçüde hayırları bilmesidir; hatta yalnız dünya ve âhiret saadetinin bağlı olduğu hayırları bilmesidir. Bu bilgi ise, Allah'ın sonsuz ilmine göre pek az bîr ilimdir; fakat haddi zatında veya insana göre çok hayırlara vesile olmaktadır. Yahut ruh, sırf yaratma emri ile var olan garip varlıklardandır; o, bedenin uzuvları gibi bir maddeden hâsıl olan, bir asıldan doğan bir varlık değildir ki, onu, bazı başlangıç unsurlarıyla tarif etmek mümkün olsun. Hulâsa, ruh, emir âlemindendır; halk (bir ana unsurdan yaratma) âleminden değildir. Ruh konusundaki emir, "Allah'ın emri, ancak bir şeyi dilediği zaman ona’ol!' demekten ibarettir. O da hemen oluverir." (Yâsîn 36/82) âyetindekı emir kabilinden değildir. Çünkü burada, var edilen, ister emir âleminden olsun, ister halk âleminden olsun, yaratma süratinden ibarettir. Bu âyet şu gerçeğe dikkat, çekmektedir. Ruh, beşer idrâkinin mâhiyetini kavrayamadığı varlıklardandır; onun hakkında mümkün olan sadece "size ise ancak az bir bilgi verilmiştir" cümlesiyle istisna edilen bu kadar bir icmali bilgidir ki, siz onu duyularınızla istifade ediyorsunuz. Zira nazarî marifetlerin taallûku, ancak cüzilerin hissettirmesindendir. İşte bundan, dolayıdır ki, "Bir hissi kaybeden kimse, bir ilmi kaybetmiş demektir" denilmiştir. Belki de his, eşyanın çoğunu idrâk edemez ve hissin, zatının marifetinin bağlı olduğu halleri de idrâk edemez. Bir görüşe göre ise, ruh hakkında soru soranlar, onun kadîm mi, yoksa hadis (sonradan hâsıl olmuş bir şey) mi olduğunu, sormuşlardı. Onların sorusuna verilen cevap da, ruhun hadis olduğu, Allah'ın yaranmasıyla, O'nun yaratma emrinin İh da siy la var olduğu şeklinde oldu. Ancak bu sual, soranların haline münasip olmadığı gibi, onların bilgisinin az olduğunun belirtilmesi de buna müsait değildir. Zira buna göre, onların sordukları şeye bilgileri yeterlidir ve o da, kendilerine haber verilmiştir. Bir başka görüşe göre, ruhtan murat, melekten daha büyük ruhanî büyük bir mahlûktur. Bir diğer görüşe göre ise, ruhtan murat Cebrâîl’dir veya Kur’ân'dır. Buna göre, onun Allah'ın emrinden olması, beşer kelâmından değil, kelâmının vahyinden olması demektir. 86"Ant olsun ki, Biz eğer dilesek, sana vahyettiklerimizi ortadan kaldırırız; sonra sen, Bize karşı ona bir vekil bulamazsın." Biz, eğer istesek, mü’minlere şifa ve rahmet, sana verilen ilimlerin de kaynağı olarak vahyettiğimiz; o kafirlerin az kalsın seni saptıracakları zaman, üzerinde kalman için sana sebat verdiğimiz ve o olmasa az kalsın onlara biraz meyilde bulunacağın Kur’âni ortadan kaldırır; onu mushaflardan ve gönüllerden tamamen sileriz. İbn-i Mes’ûd'un şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Dininizden ilk kaybedeceğiniz şey, emanettir; en son kaybedeceğiniz şey de namazdır. Ant olsun, öyle topluluklar gelecek ki, dinleri olmadığı halde namaz, kılacaklar. Bu Kur’ân'a gelince, bir sabah kalkacaksınız ki, ondan hiçbir şey kalmamış." Bunun özerine bir zat: " Bu nasıl olur, biz Kur’âni gönüllerimize yerleştirdik, mushaflara yazdık, onu çocuklarımıza öğretiyoruz, onlar da kendi çocuklarına öğretecekler." İbn-i Mes’ûd dedi ki: " Bir gün gelecek, insanlar geceden sonra sabaha çıkınca, Kur’ân yoksulu olacaklar; mushaflar kaldırılmış olacak ve gönüllerdeki. Kur’ân da çekilmiş olacak." Ve sonra sen, Kur’âni yazılı ve muhafaza edilmiş olarak geri getirecek Bize karşı bir vekil de bulamazsın. 87"Ancak Rabbinin rahmeti olarak Kur’ân'ı baki kıldım. Çünkü onun sana lûtfu keremi pek büyüktür." A- "- Ancak Rabbinin rahmeti olarak Kur’âni baki kıldım." Rabbinin rahmeti olarak Kur’âni kaldırmayıp, onu sonsuza kadar baki kıldım. Buna göre bu ifade ile, Kur’ânin indirilmesi minnetinden sonra bu minnet beyan edilmekte, hukukunun her zaman gözetilmesini teşvik etmekte, onun yüce kadrinin ihlâl edilmesinden ve nimetlerin en büyüğü, en değerlisi olan bu nimetin şükründe kusur edilmesinden sakındırılmaktadır. Yahut âyetin tefsiri şöyledir: Ancak Allah'ın rahmeti müstesna. Zira o rahmet sana eriştiği, takdirde Kur’ân kaldırıldıktan sonra da o rahmet Kur’âni sana geri getirebilir. B- "Çünkü onun sana lütfü keremi pek büyüktür." Nitekim Allah (celle celâlühü), seni peygamber olarak göndermiş; Kur’ân'ı sana indirmiş; onu senin hıfzında muhafaza etmiş ve daha nice nimetleri sana bahsetmiştir. 88"De ki, Ant olsun, bu Kur’ân'ın benzerini meydana getirmek üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine arka da olsalar, onun benzerini meydana getiremezler." Kur’ânin yüce kadrini bilmeyen ve yüce şanını anlamayan, aksine onun beşer kelâmından ibaret olduğunu iddia eden kimselere de ki: Ant olsun, eğer belagat, güzel nazım ve mükemmel mâna bakımından akılların idrâk edemediği kadar üstün sıfatlar taşıyan bu Kur’ânin benzerini meydana getirmek üzere insanlar ve cinler bir araya gelip ittifak etseler ve hayallerini gerçeklestırmek hususunda birbirlerine yardımcı da olsalar, aralarında fesahat, belagat ehli Araplar ve yüksek beyan sahibi usta edipler de olsa, Kur’ân'ın zikredilen hârika vasıflarından hiçbirinde, onun benzerini meydana getiremezler. Âyette özellikle insanlarla cinler zikredilmiş, çünkü Kur’ân'ın Allah’Iskatından olduğunu inkâr edenler onlardır. Yoksa onlardan başkalarının buna muktedir oldukları anlamında değildir. Bu âyet, kâfirlerin, Kur’ânin bazı âyetlerini diğer bazı âyetlerle değiştirmek girişimden umutlarını da tamamen kesmektedir. Bu âyetin, bazılarının dediği gibi, daha önce geçen "Sonra sen, bize karşı ona bir vekil bulamazsın", cümlesine izah olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Ancak bunun caiz olmaması, bazılarının dediği gibi, Kur’ânin benzerini getirmek, onu geri getirmekten daha zor olduğu için ve bir şeyin mümkün olmamasının izahı, ancak ondan daha kolay olan bir şeyin mümkün olmamasıyla izah edildiği için değildir. Zira Allah'ın emri olmadan onu geri getirmenin, onun benzerini meydana getirmekten daha zor olduğu konusunda şüphe yoktur. Hayır, bu kelâmı, anılan kelâmın izahı olarak düşünmek caiz değildir. Çüntü bu yemin cümlesi, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) yönelik olarak değil, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından mütekebbir kâfirlere yönelik olarak sevk edilmiştir. 89"Yine ant olsun ki, Biz bu Kur’ân'da insanlara her bir misalden türlü türlü anlattık. Yine de insanların çoğu ille de nankör olmaktan başkasını kabullenmediler." Biz, zikredilen üstün vasıflara sahip olan bu Kur’ân'da insanlara, güzellik, garabet ve nefisleri celp etmek gibi bütün hârika vasıflardan türlü türlü misaller verdik. Yine de insanların çoğu, nankör olmaktan başkasını kabullenmediler. 90"Ve dediler ki, Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla îman etmeyeceğiz." Kur’ânin icazı ve diğer açık mucizeler karsısında onların aczi ve açık mağlubiyetleri ortaya çıkınca, hüccetler karşısında susmak zorunda kalan kimselerin âdeti olduğu üzere, normal olarak gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi, İlâhî hikmetin de gerektirmediği gerekçelere sarılarak dediler ki, "Sen bizim için Mekke toprağında suyu hiç kesilmeyen bir kaynak tiskırtmaclıkça sana asla îman etmeyeceğiz." 91"Yahut senin hurmalıktan ve üzümlükten bir bahçen olmalı ve içinden şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın." Irmakların akıülmasından murat, bağı bahçeyi ve onda yetişen bitkileri sulama imkânı veren bir akıtma, ya da devamlı akıtmadır. 92"Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin veya Allah ile melekleri karşımıza getirmelisin." "Veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz." (Sebe' 34/9) âyetinde iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmeksin veya Allah'ı ve melekleri karşımıza getirip onları, iddianın doğru olduğuna şâhitlik etmeleri için kefil göstermeksin. 93"Yahut altından bir evin olmalı, yahut göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da asla inanmayacağız. De ki, Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece peygamber olan bir beşerim." A- " Yahut altından bir evin olmalı, yahut göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da asla inanmayacağız." Sen bize, senin tarafından okunan bir kitap değil de, bizim doğrudan doğruya okuyacağımız ve içinde seni tasdik eden ifadeler bulunan bir kitap indirmedikçe, sadece göğe çaktığına da inanmayacağız, yahut çıktığını tasdik etmeyeceğiz. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Abdullah b. Ümeyye Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demişti: " Sen göğe bir merdiven kurmadıkça ve gözümün önünde o merdivenden çıkarak göğe yükselmedikçe ve senin dediklerine şâhitlik edecek dört melek refakatinde açık bir kitapla beraber dönmedikçe, sana asla îman etmeyeceğiz." Onların bu anlamsız taleplerinden maksatları inattan başka bir şey değildi, Eğer onlara, talep ettikleri kat kat getirilmiş olsa da, onların kibir ve inadını arttırmaktan başka bir şey sağlamazdı. Yoksa onların gördükleri o sağır dağların bile karşılarında secdeye kapandığı mucizeler kendilerine yeterdi. B- " De ki, Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece peygamber olan bir beşerim." Onların şiddetli inadına taaccüp ederek ve İlâhî sahayı ona yakışmayan ve neredeyse göklerin bile onlardan dolayı çatladığı bu gibi çirkin taleplerden tenzih etmek ve söylediklerinin anlamsız olduğuna dikkat çekmek üzere de ki: Ben, Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak İlâhî mesajı tebliğ etmek üzere Rabbim tarafından memur edilmiş bir peygamber, bir beşerim; ben de, diğer peygamberler gibi bu konuda muhayyer değilim; eski peygamberler de ancak kavimlerinin haline uygun olarak Allah'ın kendi elleriyle izhar buyurduğunu gösteriyorlardı. Yoksa mucizeler onların elinde değildi; onların, mucizeler için Allah'a tahakküm etmek (mutlaka istemek) gibi bir hakları yoktu. Ve ben melek değilim ki, göğe yükselmek gibi bir şey benim için tasavvur edilebilsin. 94"Zaten" o insanlara hidâyet rehberi geldiğinde, îman etmelerine, Allah bir beşer mi peygamber göndermiş, demelerinden başka bir şey engel olmamıştır." Yukarıda, anlamsız sözleri zikredilen o insanlara, îmanı gerektiren mucizelerle beraber İlâhî vahiy geldiğinde, Kur’ân'a ve senin peygamberliğine îman etmelerine, "Allah bir insanı mı peygamber diye bize göndermiş" demeleri engel olmuştur. Onlar bu sözleriyle, Allah'ın elçisinin, beşer cinsinden olabileceğini red ve inkâr ediyorlardı. Bu kelâmdan murat, bu sözün bazılarından sâdır olması ve diğer bazılarını îmandan engellemesi demek değildir; fakat îman etmelerine engel olan, bu sözü söylemelerini gerektiren hepsine şâmil inançtır. Bunun söz olarak ifade edilmesi, bunun, ağızlarından çıkan mücerret bir söz olduğunu, hiçbir anlamı ve delili olmadığını bildirmek içindir. İmanın birçok değişik mânileri olduğu halde manii buna hasretmek (İman etmelerine bunu demelerinden başka şey engel olmamıştır demek), en büyüğü bu olduğu içindir, yahut Peygamberimizin "Ben sadece peygamber olan bir beşerim" şeklindeki, cevabını dinlediklerinde, o hale göre mâni bu idi. Zira o anda başka boş şüpheleri akıllarına gelmeden sadece onunla meşguldüler. Bu kelâm, onların son derece inatlı olduklarını bildirmektedir. Zira bu kelâm, işaret ediyor ki, zikredilen cevap, onların şüphelerini kökünden kesip kendilerini îmâna zorladığı halde onlar, bunu tersine çevirip onu îmâna engel sayıyorlar. 95"De ki, eğer yeryüzünde gezip dolaşan sakin melekler olsaydı, elbette Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." Ey Resûlüm! Hikmetimizi beyan etmek ve şüpheyi izale eden hakkı tahkik için Bizim tarafımızdan onlara de ki, Eğer yeryüzünde insanların yerme gezip dolaşan, görevli olarak göğe yükselmeyip, istikrarlı olarak hep yerde yaşayan melekler olsaydı, elbette biz de, onları hakka hidâyet ve hayra irşat için gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik. Çünkü o takdirde yeryüzündekiler, onunla bir araya gelip kendisini dinlemek imkânına sahip olurlardı. İnsanlar ise, meleklerle ilişki kurmak ımkânmdan uzaktır. Bunun aksi nasıl olur ki, ilişki kurmak, taraflar arasında münasebet bulunması ve aynı cinsten okmaları şartına bağlıdır. Bu itibarla kamu insanlara melek peygamber göndermek, yaratılış ve teşriin üzerinde bina edilmiş oldukları İlâhî hikmete ters düşmektedir. Melek, ancak insanlar arasından, kutsî kuvvetle desteklenen, hem ruhanî, hem de cismanî âlemle alâkadar bulunan ve temiz ruhların mahsus olduğu has kullara gönderilir ki, bu has kullar (peygamberler), bir taraftan alıp öbür tarafa versinler. 96"De ki, Benimle sizin aranızda, şahit olarak Allah yeter. Zira O, kullarından gerçekten tamamen haberdardır; onları hakkıyla görendir." A- " De ki, Benimle sizin aranızda, şahit olarak Allah yeter." Bizim adımıza o söylediklerini onlara söyledikten ve peygamber göndenim esindeki hikmetleri beyan ettikten sonra, onlar hâlâ başlarını kaldırıp sana bakmadıklarında, ikinci olarak kendi adına onlara de ki, Benim peygamberlik vazifelerini en mükemmel biçimde yerine getirdiğime ve sizin de tekzip ve inadınıza, benimle sizin aranızda şahit olarak yalnız Allah (celle celâlühü) yeter. Buradaki şahitliği, bazılarının tercih ettiği gibi, Peygamberimizin davasına uygun olarak mucizeler göstermesini, onun peygamberliğinin şâhitliği olarak izah etmeye, "benimle sizin aranızda" ifadesi müsait değildir. B- "Zira O, kullarından gerçekten tamamen haberdardır; onları hakkıyla görendir." Allah gönderdiği peygamber kullarıyla, kendilerine peygamberler gönderdiği kullarından gerçekten tamamıyla haberdardır ve O'nun basireti kulların zahir hallerini de, gizli hallerini de kuşatmıştır. İşte bundan dolayı O hepsinin karşılıklarını verecektir. Bu cümle zikredilen şahitliğin yeterli olmasının illetidir. Bu kelâm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir tescili ve kâfirler için de bir tehdittir. 97"Allah kimi hidâyete erdirirse, işte gerçek hidâyete ermiş ancak odur; kimi de saptırırsa, artık onlara, Allah'tan başka, dostlar bulamayacaksın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüz üstü hasredeceğiz. Yerleri Cehennemdir, alevi azaldıkça onlara alevi arttıracağız." A- " Allah kimi hidâyete erdirirse, işte gerçek hidâyete ermiş ancak odur; kimi de saptırırsa, artık onlara, Allah'tan başka, dostlar bulamayacaksın." Allah kimi Kendisinden gelen hidâyet rehberiyle hakka hidâyet ederse, işte gerçekten hakka ve sevaba hidâyet olan, yahut her istediğine kavuşan ancak odur. Bu inatçı kâfirler gibi, kötü seçiminden dolayı kimde de sapıklık yaratırsa, artık onlara Allah'tan başka, kendilerim hak yola erdirecek, yahut onları dünyevî ve uhrevî arzularına ulaştıracak yolu gösterecek yahut onların dalâletinin gerektirdiği azaptan kendilerini kurtaracak yardımcılar bulamayacaksın. B- " Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüz üstü hasredeceğiz." Rivâyet olunur ki, Resûlüllah'a, onlar kıyamet günü yüzüstü nasıl yürüyecekler, diye soruldu. O da buyurdu ki: "Onları ayaklarının üstünde yürüten kuvvet, onları yüzüstü yürütmeye de kaadirdir." Kıyamet gününde onlar, gözlerini dindirecek bir şeyi göremeyecekler; kendilerinden kabul edilecek bir özür beyan edemeyecekler ve onların kulaklarının hoşuna gidecek bir şeyi duyamayacaklardır. Çünkü onlar dünyada âyetleri ve ibretleri görmüyorlardı ve hakkı duymuyorlardı. Âyette zikredilen lıaşr, hesaptan sonra mahşer yerinden Cehenneme, kuvvetleri ve hisleri alınmış olarak haşredilmeleri de olabilir. Ve bu şekilde hasredildikten sonra kuvvetleri ve hisleri sonra kendilerine iade ediliyor da olabilir. Zira mahşerin bazı yerlerinde onların bu duyularla idrâk ettikleri şüphe götürmez bur gerçektir. C- "Yerleri Cehennemdir, alevi azaldıkça onlara alevi arttıracağız." Ateş, onların derilerini ve etlerini yeyip de yakacak bir şey kalmadığından dolayı alevi azaldıkça, derilerini başka derilerle değiştirmek suretiyle ateşin tekrar alevlenmesini, şiddetlenmesini temin ederiz. Bu azabın onlara tatbik edilmesi de onların ölümünden sonra tekrar hayata döndürülmeyi inkâr etmelerinden dolayıdır. Böylece bu azap hep tekrar edilir ki, onlar, dünyada büyük delillerle anlamadıklarını burada gözleriyle görsünler. Nitekim bundan sonraki âyet de bunu bildirmektedir. 98"İşte cezaları budur. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler ve Biz bir yığın kemik ve kırıntı olduğumuz vakit mi gerçekten yeni bir yaratılış ile gönderileceğiz, dediler." Bu cezalarının sebebi şudur: Onlar, yeniden hayata döndürüleceklerine pek açık olarak delâlet eden aklî ve naklî delillerimizi inkârın en şiddetlisiyle inkâr ederek böyle dediler. 99"Görmediler mi ki, şu gökleri ve bu yeri yaratmış olan Allah, muhakkak onlar gibilerini de yaratmaya kaadirdir. Allah, onlar için bir vâde koymuştur. Bunda şüphe yoktur. Fakat zâlimler, inkarcı olmaktan başkasını kabullenmediler." A- " Görmediler mi ki, şu gökleri ve bu yeri yaratmış olan Allah, muhakkak onlar gibilerini de yaratmaya kaadirdir." Onlar, tefekkürle anlamadılar mı ki, şu muazzam gökleri ve yeri bir ana madde olmaksızın, yoktan var etmiş olan Allah (celle celâlühü), onlar gibi küçük, mahlûkları yaratmaya, da muhakkak kaadirdir. Kaldı ki, bu, onun misli de değildir. Bu yaratmaktan murat, hayata iade etmektir. Nitekim bu, bundan önceki âyette yeni bir yaratılış olarak ifade edilmiştir. B- " Allah, onlar için bir vâde koymuştur. Bunda şüphe yoktur. Fakat zâlimler, inkarcı olmaktan başkasını kabullenmediler." Onlar biliyorlar ki, gökleri ve yeri yaratmaya kaadir olan Allah, kendileri gibi insanları yaratmaya da kaadirdir. Ve o Allah onlar için ve tekrar diriltilmeleri için kesinlikle bir vâde koymuştur ki, o kıyamet günüdür. 100"Ey Resûlüm! Onlara de ki, eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcama korkusuyla kesinlikle cimrilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir." A- " Ey Resûlüm! Onlara de ki, eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcama korkusuyla kesinlikle cimrilik ederdiniz." Eğer siz Rabbimin bütün varlıklara bahşettiği rızkının hazinelerine sahip olsaydınız, harcamadan korkup cimrilik ederdiniz. Çünkü insan, kendi nefsinin menfaatini dünyadaki herkese tercih etmektedir. Eğer başkasını bir şey için tercih etse de, onu da ancak, daha üstün bir menfaat için tercih etmektedir. Şu halde insan, Allah'ın cömertliğine göre mutlak olarak cimridir. B-" Zaten insan çok cimridir." Çünkü insanın yapısı, ihtiyaç üzerine ve muhtaç olduğu şeyde cimrilik etmek üzerine ve harcadığının da karşılığını almak düşüncesi üzerine bina edilmiştir. 101"Ant olsun ki, Biz, Mûsa'ya dokuz mucize vermiştik, işte îsrailoğulları'na sor, Mûsâ onlara geldiğinde Fir’avun ona, ey Mûsâ, ben hiç şüphesiz seni büyülü sanıyorum, demişti." A- " Ant olsun ki, Biz, Mûsa'ya dokuz mucize vermiştik." Biz, Mûsa'ya peygamberliğine ve Allah katından getirdiklerinin doğruluğuna pek açık olarak delâlet eden dokuz mucize vermiştik. Bunlar şunlardır; Asa, beyaz el, çekirge, kımıl, kurbağalar, kan, tufan, kıtlık ve ürün azlığı. Bir görüşe göre, son üç mucizenin yerine şunlar zikredilmektedir. Suyun kayadan fışkırması, Tûr'un İsrâiloğulları'nın tepesinin üstüne kaldırılması ve denizin yarılması. Ancak bu üç mucizenin, henüz indirilmemiş olmaları ve ilk ikisinin de Fir’avunda ilgili olmayıp îsrailoğulları'na verilmiş olmaları, bu görüşün sıhhatine engel teşkil etmektedir. Safvan b. Assâl'dan rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimize bir Yahudi, Mûsa'ya verilen dokuz açık âyeti sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: 1. Allah'a ortak koşmayacaksınız; 2. Hırsızlık etmeyeceksiniz; 3. Zina yapmayacaksınız; 4. Allah'ın yarattığı canı haksız yere öldürmeyeceksin iz; 5. Sihir yapmayacaksınız; 6. Faiz yemeyeceksiniz; 7. Öldürülmesi için suçsuz bir adamı yetkili makamlara jurnal etmeyeceksiniz; 8. İffetli bir kadını zina ile suçlamayacaksınız; 9. Toplu savaştan firar etmeyeceksiniz 10. Ve siz Yahudilere mahsus olmak üzere Cumartesi yasağını çiğnemeyeceksiniz. Bunun üzerine o Yahudi, Peygamberimizin ellerini ve ayaklarını öptü. Ancak zikredilenler, bu görüşün sıhhatine de mânidir. Peygamberimizin böyle cevap vermiş olması ise, soran için bunların mühim olmasından dolayı olmalıdır. Soran Yahudi'nin, bunu kabul etmesi ise, Tevrat'ta yazılı oldukları için ve Resûlüllah'ın ancak vahiy ile bunu bildiğini anladığı içindir. "İşte İsrâiloğulları'na sor, Mûsâ onlara geldiğinde Fir’avun ona, ey Mûsâ, ben hiç şüphesiz seni büyülü sanıyorum, demişti." Bir görüşe göre, bu hitap (sor hitabı), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Yani bu konuda kesin bilginin artması için ve daha da emin olmak için, yahut senin doğruluğunun ortaya çıkması için o mucizeleri İsrâiloğulları'na da sor! 102"Mûsâ, Fir’avun'a dedi ki, Ant olsun, sen biliyorsun ki bunları, birer ibret olmak üzere, ancak şu göklerin ve bu yerin Rabbi indirmiştir. Ey Fir’avun! Ben de senin gerçekten mahvolduğunu sanıyorum." Mûsâ (aleyhisselâm) Fir’avuna, ant olsun, sen de biliyorsun kı, o apaçık mucizeleri birer ibret olmak üzere, şu göklerin ve yerin haalıkı (yaratanı) ve müdebbiri (tedbircisi) indirmiştir; bu muazzam mucizeleri zaten O'ndan başkası getirmeye muktedir olamaz. Bu mucizeler, sana doğru, olduğumu göstermektedir; fakat sen kibir ve inadından vazgeçmiyorsun, dedi. Bu da, "Kendileri de bunları kesin olarak bildikleri halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler." (Neml 27/14) âyeti kabilindedir. Ve Fir’avun'un bunu bilmesinin zorunlu sonucu olarak da, Hazret-i Mûsâ'nın büyülü olması bir yana, onun son derece üstün akla sahip olduğunu bilmesi gerekirdi. Bu kelâmda Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'un zannma karşı kendi zannını beyan etmiştir. Ama iki zan arasında çok fark vardır. Nasıl olmasın ki, Fir’avun'un zannı apaçık bir bühtandır; Hazret-i Mûsa'nın zannı ise kesin olanı talimin etmektir. 103"Sonra Fir’avun, onları o ülkeden çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini boğuverdik." Fir’avun, Hazret-i Mûsâ'nın gösterdiği mucizeler karşısında çaresiz kalınca, İsrâiloğulları'nı Mısır toprağından çıkarmak istedi. Yahut onları öldürerek kendilerini yeryüzünden kaldırmak istedi. Nitekim Fir’avun: "Onların oğullarını öldüreceğiz; kadınlarını ise sağ bırakacağız." (A'râf 7/127) demişti. İşte Biz de, Fir’avun'un planını tersine çevirdik ve kendisi ile kavmini boğmakla ortadan kaldırdık." 104"Bundan sonra da Isrâiloğulları'na dedik ki, o topraklarda oturun. Ahiret vadesi geldiği zaman da, hepinizi bir araya getireceğiz." Biz, Fir’avun ile ordusunu denizde boğduktan sonra Mısır toprağından çıkarmak istediği İsrâiloğulları'na dedik ki: O topraklarda oturun. Kıyamet vadesi geldiği zaman da, sizleri ve onları karışık olarak bir araya getireceğiz; sonra aranızda hükmedeceğiz ve mutlu, kutlu kullarımızı bedbaht olanlardan ayıracağız. 105"Biz Kur’ân'ı ancak hak olarak indirdik; o da ancak hak olarak indi. Seni de ancak bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik." Biz, Kur’âni ancak indirilmesini gerektiren bir hak olarak indirdik ve o da, ancak hak olarak, yalnız hakkı içererek indi. Yahut Biz Kur’âni gökten ancak mahfuz olarak indirdik ve o da ancak, şeytanların karıştırmasından mahfuz olarak indi. Bundan murat, Kur’ân'a ilkin de, sonra da bir bâtıl karışmadığını beyan etmek olmalı. Ve Biz seni de ancak, itaatlilere mükâfat müjdeleyen ve isyankârlara da azabı bildiren bir uyarıcı olarak gönderdik. Bu cümle, Kur’ânin hakkaaniyetini tahkikten sonra Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkaniyetini tahkik anlamındadır. 106"Ve Kur’ân'ı insanlara dura dura okuyasın diye onu (âyet âyet sûre sûre) ayırdık ve onu peyderpey indirdik." Biz Kur’ân'ı parça parça indirdik; çünkü bu, onun hıfzedilmesini ve anlaşılmasını kolaylaştinr. Ve hikmet ve maslahatın gereği olarak, vaki olan hâdiselere ve vakalara uygun olarak Kur’âni peyderpey indirdik. 107"De ki, siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın, ondan önce kendilerine ilim verilenler yok mu, işte onlara Kur’ân okunduğu zaman onlar, yüzükoyun secdeye kapanırlar." O kafirlere de ki, sız Kur’ân'a inansanız da, inanmasanız da, sizin îmanınız onun kemalini artırmaz ve sizin bundan kaçınmanız da ona bir eksiklik vermez. Onun indirilmesinden önce eski Kitapları okumuş olanlar, vahyin hakikatini ve peygamberlik işaretlerini anlayanlar, hak ile bâtılı, hakçı ile batılciyı birbirinden temyiz eden ve eski İlâhî Kitaplarda senin ve sana indirilen Kur’ân'ın vasıflarını görmüş olanlar yok mu, işte onlara Kur’ân okunduğu zaman onlar, Allah'ın (celle celâlühü) emrine tazim için ve o Kitaplarda va'dettığı peygamberliğini gerçekleştirdiğine şükür olarak yüzükoyun secdeye kapanırlar. Âyetin bu son cümlesi, "ister inanın, ister inanmayın" cümlesinden anlaşılan onların îmanına aldırmamanın illetidir. Yani eğer siz ona îman etmiyorsanız, sizden hayırlı olan kimseler, ona en güzel şekilde îman etmişlerdir. Bu cümle, Resûlüllah'ı teselli olarak, "De ki" cümlesinin illeti de olabilir. Yani ey Resûlüm! Sen, cahillerin îmanı yerine âlimlerin îmanıyla teselli bul ve cahillerin îmanını da, yüz çevirmelerini de çok büyütme! 108"Ve derler ki, Rabbimizi tenzih ederiz, hiç şüphesiz Rabbimizin vaadi yerine gelir, " O bahtiyar mü’minler, secdelerinde derler ki, Sübhaane Rabbinâ — Ralobimizi tenzih ederiz; Rabbimizi kâfirlerin tekzibinden, yahut vaadini yerine getirmemekten tenzih ederiz, iliç şüphesiz Rabbimin vaadi yerine gelecektir. 109"Ve ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar, bu onların saygısını arttırır." A- " Ve ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar." Bu cümle tekrar edilmiş, çünkü birinci secdeleri, Allah'ın emrini tazim içindir veya vaadini gerçekleştirdiğine şükürdür. İkinci secdeleri ise, Kur’ân'ın öğütleri kendilerini etkileyip Allah (celle celâlühü) korkusundan ağlamalarını temin ettiği içindir. B- " Bu onların saygısını arttırır." Kur’ân'ı dinlemeleri, onların bilgisini ve Allah (celle celâlühü) hakkındaki kesin îmanlarını arttırır. 110"De ki, ister Allah'a duâ edin, ister Rahman'a duâ edin. Hangisine duâ etseniz, en güzel adlar O'nundur. Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini kısma da; ikisinin arası bir yol tut." A- " De kı, ister Allah'a duâ edin, ister Rahman'a duâ edin. Hangisine duâ etseniz, en güzel adlar O'nundur." Müşrikler, Resûlüllah'ın "Yâ Allah! Yâ Rahman!" dediğini duyunca, "Muhammed, iki İlaha tapmamızı menediyor; kendisi ise, başka bir İlaha duâ ediyor" dediler. Yahudiler de Peygamberimiz'e: " Sen gerçekten Rahman ismini çok az zikrediyorsun; Halbuki Allah (celle celâlühü) bu ismi Tevrat'ta çok zikretmiştir" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Birincisine göre (müşriklerin dediklerine göre) bundan murat, anılan iki lâfız da eşittir; itibarî mânaları farklı olsa da, her ikisi de bir Zattan ibarettir. Tevhit ise, mâbûd olan Zat içindir. İkincisine göre (Yahudilerin dediklerine göre) ise, bundan murat şudur: Her iki İsım de, güzel zikir olarak ve maksuda götürme sebebi olarak eşittir. Ancak ikincisi, "Hangisine duâ etseniz..." cümlesine, daha uygundur. Bu kelâm, takdirinde şöyledir: Hangisine duâ etseniz, güzeldir. Ancak mübalağa için, "En güzel adlar O'nundur" cümlesi onun yerine kaim olmuştur. Bir de delile delâlet etmek için... Çünkü Allah'ın bütün isimlerinin güzel olması, bu iki ismin de güzel olmasını gerektırmektedir. Allah'ın bütün isimlerinin güzel olması, bu isimlerin celâl, cemal ve ikram sıfatlarının kemaline delâlet etmelerinden dolayıdır. B- " Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini kısma da; ikisinin arası bir yol tut." Namazda Kur’ân okurken sesini müşriklere duyurma; çünkü bu, namazda onların size kötü sözler söylemelerine ve sizi şaşırtmak için boş gürültü yapmalarına sebep olmaktadır. Yine, sesini arkandaki mü’minlere duyuramayacak kadar da kısma; ikisinin arasında orta bir yol tut. Çünkü işlerin hayırlısı ortasidır. Bunun yol olarak ifade edilmesi, yönelenlerin yöneldikleri, uyanların uydukları bir husus olması ve kendilerini matlûba ulaştırması itibarıyladır. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) kısık sesle okuyordu ve: " Ben, Rabbime yakariyorum; zaten O, benim İhtiyacımı bilmektedir" diyordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ise, yüksek sesle okuyordu ve: " Ben şeytanı kovuyorum ve uyuklayanları uyandırıyorum" diyordu. Sonra bu âyet nazil olunca, Peygamberimiz Hazret-i Ebû Bekir'e sesini biraz yükseltmesini ve Hazret-i Ömer'e de sesini biraz, kısmasını emretti. Diğer bir görüşe göre ise, bütün namazlarında sesli okuma; hepsinde gizli de okuma; ikisinin arasında orta bir yol tutarak gündüz namazlarında gizli oku; gece namazlarında ise sesli oku, demektir. Burada namazın, duâ anlamında kullanıldığını düşünenler de vardır. Bazı âlimler bu âyetin; "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin." (A'râf 7/55) âyetiyle neshedildiğini söylemektedirler. 111"Ey Resûlüm! Evlât edinmeyen, hükümranlıkta hiçbir ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü de bir dosta ihtiyacı olmayan Allah'a hamd ederim, de ve O'na tekbir getirdikçe getir!" Ey Resûlüm! Uzeyr Allah'ın oğludur diyen Yahudilerin, Mesih Allah'ın oğludur diyen Hıristiyanların ve melekler, Allah'ın kızlarıdır diyen Mekhoğulları'nın iddia ettiklerinin aksine, evlât edinmeyen ve birden fazla ilâha inanan Senevîler'in de iddia ettiklerinin aksine, İlahlıkta hiç ortağı bulunmayan ve güçsüzlükten, acizlikten ötürü de bir yardımcıya, bir dosta ihtiyacı olmayan Allah'a (celle celâlühü) hamd ederim, de. Hamd esnasında bu yüce sıfatların zikredilmesi, bize bildiriyor ki, hamde layık olan, bu sıfatlara sahip olan Zattır; başkası değildir. Zira bunlarla ancak kemal ve var etmenin tam kudreti hâsıl olur. İşte bundan dolayıdır ki, bundan sonra "Ve O'na tekbir getirdikçe getir." denilmektedir. Bu kelâm, şu hakikate dikkat çekmektedir. Kul, tenzih ve hamdin ifası konusunda ne kadar çaba harcarsa harcasın ve itaatler ile ibadetler için ne kadar gayret sarf ederse etsin, yine de bunlarda kusurunu kabul etmesi gerekir. Rivâyet olunur kı, Abdülmuttalib oğulları'ndan her çocuk konuşma çağına geldiğinde, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu âyet-i kerimeyi öğretirdi. Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, İsrâ sûresini okuyup da, anne-baba hakları ile ilgili âyetleri okurken kalbi yumuşarsa, Cennette ona, bir kıntar altın sadakanın mükâfatı verilir." Kıntar, bin iki yüz ukiyedir (okkadır). Hamd da, büyüklük ve azamet de, celâl de yegâne Allah'ındır! |
﴾ 0 ﴿