KEHF SÛRESİ

110 âyettir. Mekke'de nazil olmuştur. 28. âyetiyle 83-101. âyetleri Medine'de nazil olmuştur.

1

Bak. Âyet 3.

2

Bak. Âyet 3.

3

"Bütün övgüler O Allah'a mahsustur ki, kâfirleri, Kendisinden gelecek gayet çetin bir azap için uyarmak ve yararlı işler yapan mü'minlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükâfatı muhakkak elde edeceklerini müjdelemek ve "Allah evlat edindi" diyenleri de ikaz etmek için kuluna (Muhammed'e), kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan, dosdoğru bu Kitabı (Kur’ân'ı) indirmiştir."

A- " Bütün övgüler O Allah'a mahsustur kı, kuluna bu Kitabı indirmiştir."

Bütün övgüler o Allah'a (celle celâlühü) mahsustur ki, kulu Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mükemmel Kitabı Kur’ân'ı indirmiştir. Bu, öyle bir kitaptır ki, kemâl vasfıyla vasıflandırılmaya bile ihtiyacı yoktur. O, bütün semavî Kitaplar arasında el-Kitâb olarak, meşhurdur ve bu ismin kendisine tahsis edilmesine de layıktır.

Burada Kitap, Kur’ânin tamamından, yahut, o zamana değin nazil olan bölümlerden ibarettir. Nitekim daha önce de geçti.

Allah'ın böyle vasiflandırılmasi, övgülerin niçin O'na mahsus olduğunu zımnen bildirmek ve Kur’ânin yüce şanını belirtmek içindir. Şanı nasıl yüce olmasın ki, iki cihan saadetinin çarkı onun üzerinde dönmektedir.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın kulu olarak ifade edilmesi, onun, kulluğun en yüce mertebesine eriştiğini bildirmek, kendisini şereflendirmek içindir. Bir de Hıristiyanlar in Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkındaki iddialarının aksine, elçinin, kendisim gönderenin kulu olması gerektiğini zımnen bildirmek içindir.

B- " Bu kitapta hiçbir eğrilik bulunmamaktadır."

Kur’ânin ifadelerinde hiçbir karışıldık ve mânâlarında bir çelişki, yahut hakka davetten sapma, yoktur.

C- " O kayyım (doğrultan) bir kitaptır."

Kur’ân, kulların dinî ve dünyevî maslahatlarını dosdoğru düzenleyen bir Kitaptır. Nitekim bu kelimeden sonra zikredilen uyarı ve müjdelemeden de bu mânâ anlaşılmaktadır. Şu halde Kur’ân, kemâl vasfıyla (kendisinde hiçbir eğrilik bulunmamak) vasıflandırıldıktan sonra burada tekmil (kemale erdirmek) vasfıyla vasıflandırılmaktadır. Yahut Kur’ânin kayyım olması, kendisinden önceki semavî Kitapların doğruluğuna şahit olması ve onların gözeticisi olmasıdır. Ya da kayyım dosdoğru, istikameti sonsuz demektir. Buna göre bu kelime ma-kabline tekittir.

D- " Kâfirleri, Kendisinden gelecek gayet çetin bir azap için uyarmak ve yararlı işler yapan mü’minlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükâfatı muhakkak elde edeceklerini müjdelemek ve "Allah evlat edindi" diyenleri de ikaz etmek için..."

Yararlı işler yapanlara mü'min olma şartının getirilmesi, amellerin kabule şâyân olması için, îmanın şart olduğunu bildirmeye yöneliktir.

Güzel mükâfattan murat, Cennet ve onun güzel nimetleridir.

Burada uyarmanın müjdelemekten önce zikredilmesi, kâfirleri, içinde bulundukları küfürden vazgeçirmeye son derece önem verildiğini göstermek içindir. Bir de kötü vasıflardan temizlemek, iyi vasıflarla donatmaktan önce gerçekleştiği içindir.

4

Bir de “Allah çocuk edindi” diyenleri (azabla) korkutmak için yapmıştır.

Çetin azabın müstehakları hakkında zikredilen umumi uyarıdan sonra,

'Allah evlât edindi' diyenler hakkında özel bir uyarının zikredilmesi, bu fırkanın halinin son derece berbat olduğunu bildirmek içindir. Zira onların küfür ve dalâleti, son derece çirkindir. Diğer kâfirlerden özellikle bu büyük sözü söyleyenleri de uyarmak için... Bunlar, Melekler Allah'ın kızlarıdır, diyen birtakım Arap kâfirleri ile, Uzeyr Allah'ın oğludur diyen Yahudiler ve İsâ Mesih, Allah'ın oğludur, diyen hıristiyanlardır.

Birinci uyarıyı, "insanları uyar, mü’minleri de müjdele" (Yûnus 10/2) âyetinde olduğu gibi, mücerret zararı haber vermek ve uyarı konusu azabın, uyarılan kimselere erişmesini itibara almadan, mü'minleri de kapsayacak tarzda, umumi mânâda almak, bu kelâm-ı kerîmin anılan fırkanın dışındakilere çetin azabın erişeceğine delâlet etmemesi sonucunu doğurur.

5

"Ne onların (Allah evlat edindi diyenlerin), ne de atalarının buna dâir hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne kadar da büyük oldu... (Ne kadar da büyük konuşuyorlar!) Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar."

A- "Ne onların, ne de atalarının buna dâir hiçbir bilgisi yoktur"

Allah'ın evlât edindiğine dâir onların hiçbir bilgisi yoktur. Bu, malûmun veya imkânının tahkiki varken, onların bunun yolunu ihlâl ettikleri anlamında değil, haddi zatında bunun imkânsız olduğu anlamındadır. Keza, onların taklit ettikleri atalarının da buna dâir hiçbir bilgileri yoktur! Böylece hepsi cehalet ve dalâlet çölünde yollarını şaşırmışlardır.

Yahut bunun doğru mu, yoksa yanlış mı olduğuna dâir onların hiçbir bilgisi yoktur. Fakat onlar, bir fikir ve görüşe sahip olmaksızın, körlükten ve cehaletten bunu söylüyorlar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onlar, bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar." (En'âm 6/100).

Yahut onların, söylediklerinin hakikatine ve ne kadar büyük bir şenaat olduğuna dâir hiçbir bilgileri yoktur. Nitekim diğer bir âyette şöyle dendin ektedir: "Rahman çocuk edindi, dediler. Gerçekten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak; yer yarılacak; dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem 88-89) Bundan sonraki cümleye en uygun mâna budur.

B- " Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu?" (Ne kadar da büyük konuşuyorlar!)

Küfür ve iftira olarak onların ağızlarından çıkan bu söz, ne büyüktür, ne büyük konuşuyorlar. Çünkü onlar bu sözleriyle, Allah in Cenâb-ı Kibriyasına asla layık olmayan bir şeyi isnat ettiler.

C- " Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar."

Onların bu konuda söyledikleri, doğruluk imkânı asla bulunmayan bir sözden ibarettir.

6

"Ey Resûlüm! Onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, arkalarından üzülüp neredeyse kendini perişan edeceksin."

O kâfir kavmin, Kur’ân'a îman etmekten yüz çevirmesinden dolayı, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) duyduğu şiddetli üzüntü ve hayıflanma, çok sevdiği bir şeyi kaybettikten sonra kendini helâk etmesi beklenen bir kimsenin haline benzetilerek, Peygamberin onlardan ayrı düşmesine ve kendisini terk etmelerine olan teessüfü, bu şekilde temsilî olarak anlatılmaktadır. Âyetin amacı, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu üzüntüden sakınmasını sağlamaya yöneliktir.

7

"Şüphesiz Biz, yeryüzünde olanları ona bir süs kıldık ki, insanların hangilerinin daha güzel amel edeceğini deneyelim."

Biz, mükelleflerin dışında, hayvan olsun, bitki olsun veya maden olsun, yeryüzünde bulunan bütün yaldızları ona süs kılmışızdır. Nitekim diğer bir âyette şöyle denilmektedir:

"O Rabbiniz ki, yeryüzündekilerin hepsini sizin için yaratmıştır." (Bakara 2/29).

Hulâsa,  yeryüzünde bulunan bütün varlıklar, mükelleflerin onlara ibretle bakmaları, onlardan faydalanmaları ve gerçekleri bulmak için onları delil olarak kullanmaları için yaratılmıştır. Zira yılanlar ve akrepler bile, âhiret azabını hatırlatmaları bakımından fayda kabilindendir. Hattâ süs kapsamına giren her hadis (sonradan yaratılmış varlık) bile, yaratanın varlığına ve birliğine delâlet etmesi bakımından faydalıdır.

Nitekim eşler ve çocuklar da, dünya hayatının ziynetinden dır ve hattâ onların en büyüğüdür. Fakat bu, onların mükellefler cümlesinden olmalarına mâni değildir. Çünkü bunlar, sahiplerine intisapları cihetiyle ziynet kapsamına dahilekr; mükellefler olmaları cihetiyle ise imtihan edilenler kapsamına girmektedirler.

Ve yaptıklarımızı da, insanların hangilerinin daha güzel amel edeceğini bir nevi denemek için yaptık ki, iyilik sahibi kötülük sahibinden ayrıldıktan sonra ve her iki fırkanın fertlerinin sınıfları, bakışlarına terettüp eden ilmî mertebelerine göre ve ondan kaynaklanan amel derecelerine göre belli olduktan sonra, onlara karşılıkları olan mükâfat ve cezayı verelim. Nitekim Hûd sûresinin başında da bu konu zikredildi.

Güzel amel, dünya nimetlerinde aşırıya kaçmamak, dünya ziynetlerine (süslerine) mağrur okmamak, aza kanaat etmek, dünya nimetlerini ve imkânlarını layıkıyla kullanmak, onlar hakkında tefekkür edip onları ilâhî marifete vesile kılmak, şer'î izin ölçüsünde onlardan yararlanmak, onların hukukunu eda etmek ve onlara şükretmek; kâfirlerin ve kötü arzuların sahiplerinin yaptıkları gibi, dünya nimetlerini ve süslerini şehvetlere ve kötü amaçlara vesile yapmamak demektir.

Âyette zikredilen deneme (imtihan), amellerin güzel ve daha güzel olmaları itibarıyla değil, fakat güzel ve çirkin olmaları itibarıyla iki fırkaya da şâmil olduğu halde, tafzil kipiyle zikredilmesi (daha güzel denilmesi), bundan asıl gayenin, iyilik ehlinin iyiliğinin kemalinin ortaya çıkması olduğunu zımnen bildirmek içindir. Nitekim Hûd sûresinin 7. âyeti de bu kabildendir.

8

"Biz, hiç şüphesiz oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız."

Dünyanın ömrü sona erince Biz, hiç şüphesiz yeryüzündeki bütün yaratılmışları yok edeceğiz ve daha önce seyredenleri hayretler içinde bırakan, bakanlara sevinç ve neşe veren o hârika güzelliklerinden sonra yeryüzünü kupkuru bir toprak haline getireceğiz.

Bu cümle, geçen cümledeki illeti tamamlamaktadır. Yani ey Peygamberim! Kendi kavminin sana indirdiğimiz Kitabı yalanladıklarını görünce ona üzülme; çünkü şüphesiz Biz, yeryüzündeki çeşitli varlıkları ona süs kıldık ki, onların amellerini deneyelim ve sonunda amellerine göre onlara, karşılık verelim ve Biz, yakın bir gelecekte yeryüzündeki her şeyi yok edeceğiz ve yaptıklarının cezasını da vereceğiz.

9

"Ey Resûlüm! Yoksa Sen, Bizim âyetlerimizden (sadece) Kehf (mağara) ve Rakıym (kitabe) yaranının ibrete şayan olduklarını mı sandın?"

Bu hitap, Resûlüllah içindir; bundan murat ise, Peygamberimizin ümmetinin, bunca büyük âyetlerden sadece bunun ibrete şayan olduğunu sanmamalarıdır. Yani ey Peygamber! Yoksa sen, bunca âyetlerimiz ve ezcümle yeryüzündekileri anılan hikmete binaen ona süs yapmamız ve sonra da hiçbir şey yokmuş gibi hepsini kupkuru bir toprak haline getireceğimizi bildirmemiz karşısında Kehf ve Rakiym yaranının, uzun bir zaman yaşamalarını ibrete şayan bir âyet mi sandın? Bunların kıssası her ne kadar harikulade bir hâdise ise de, diğer büyük âyetlere göre ve ezcümle zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) acayip yaratıkları karşısında, önemsiz bir hâdise sayılır.

Rakiym, Ashâb-ı Kehfin köpeğidir.

Bir görüşe göre Ashâb-ı Kehfin isimlerinin yazılıp mağaranın kapısına konulan kurşun veya taş bir levhadır. Bir başka görüşe göre, o mağaranın bulunduğu vadidir. Başka bir rivâyete göre rakiym, o mağaranın bulunduğu dağın adıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, onların köyüdür. Öte yandan Ashâb-ı Kehfin mekânının Filistin'de değil, Ğadbân ile Eyle arasında olduğunu söyleyenler de vardır.

Rakıym adamlarının, Ashâb-ı Kehf ten ayrı üç kişi olduğu, bir mağaraya sığındıkları ve onlar içerdeyken mağaranın kapısının, bir kaya parçasıyla kapandığı, bunun üzerine her biri, amelinin en güzelini zikrederek onun hürmetine duâ ettiği ve sonunda kurtuldukları şeklindeki hikâyeleri, Buhârî ve Müslim'de anlatılmaktadır.

10

"Hani o genç yiğitler, mağaraya sığınmışlardı da, Rabbimiz, bize katından bir rahmet ver ve bize durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla, demişlerdi."

Ashâb-ı Kehf (mağara yârânı) denilen bu genç yiğitler, Rum eşrafından idiler. İmparator Dakyanus, onları şirke zorluyordu. Onlar da, dinleri için ondan kaçtılar ve dağlarında bulunan bir mağaraya sığınıp orayı mesken edindiler ve şöyle duâ ettiler:

Ey Rabbimiz! Adetlere bağlı yaşayan insanların gözlerinden gizli olan özel rahmetinin hazinelerinden bize ihsan eyle ve kâfirleri terk edip kendimizi ibadetine verdiğimiz bu hayatımızda, matluba ulaştıran bir yolda olmayı nasip eyle!

11

"Biz de mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde vurduk."

Bu ifade, temsık olarak onları uyutmak anlamındadır. Uyku hâlinde bütün duyuların şuur ve idrâki perdelendiği halde yalnız kulakların zikre tahsis edilmesi, âdete göre perdelenmeye muhtaç olan, onlar olduğu içindir. Zira normal olarak uyuyan kişinin, halktan uzak tek başına bulunduğu zaman, uyanma yolu kulaklarıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin ifadesi, kinaye yoluyla ağır uyku demektir.

12

"Sonra da iki zümreden (mü’min olanlar ile hasımlarından) hangisinin, eğleştikleri müddeti daha iyi kavradığını bilelim (görelim) diye onları uyandırdık."

Burada bilmek, uyandırmaya gaye ve amaç kılınmiştır. Ancak bunun izahı, bilmeyi mecazî olarak izhar (ortaya çıkarmak) ve temyiz anlamına hamletmek, yahut buradaki bilmeyi, uyandırmaya gaye olabilen ve hadis (ezek olmayan) olan, cezanın taallûk ettiği halî (o hale mahsus) bilgiye hamletmek şeklinde değildir.

Ashâb-ı Kehfi uyandırmaya, onların sayılanlar ile sayılmayan olmak üzere iki fırkaya ayrılmaları sonucunu doğurmaz ki, ilim veya izhar ile temyiz ona taallûk etsin ve bunlar gaye ve amaç olabilsin. Ashâb-ı Kehf konusunda terettüp eden şey, onların, isabetsiz bir takdir (tahmin) yapanlar ile onu İlâhî ilme havale edenler olmak üzere iki fırkaya ayrılmalarıdır.

Bunların her ikisi de, saymakla ilgili değil, fakat âyet-i kerimeyi temsilî mânâya hamletmekle olur ki, bu da mecazî olarak, müsebbebin ismini sebebe vermek kabilinden bilmeyi denemek anlamında kabul etmekle olur. Ve deneme konusu olan fiilin denenen kişiden mutlaka sâdır olması, deneme için zorunlu değildir. Aksine bazen tacizi (âciz bırakmak) teklif kabilinden onun aczini ortaya koymakla da olabilir.

Nitekim "Haydi sen de güneşi batıdan getir." (Bakara 2/258) âyeti bu kabildendir. İşte burada da murat olan odur. Yani Biz, onları uykudan uyandırdık ki, kendilerine onları deneyenin muamelesini yapakm.

Yani biz onları uyandırdık ki, bilelim ve görelim, onların uykuda kaldıkları müddet hakkında takdir yapan fırka ile onun bilgisini Allah'a (celle celâlühü) havale eden fırkadan hangisi bunun gayesini daha iyi kavrar da, onların acizlikleri ortaya çıkar ve bunun ilmini Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar olan) Allah'a havale eder; onların, halini ve Allah'ın onların bedenlerini ve dinlerim nasıl koruduğunu anlar da, onların Allah'ın kudretinin ve ilminin kemaline olan kesin îmanları daha da artar ve bu hâdiseyi, ölümden sonraki dirilmeye misal sayar. Yine, Biz bu hâdiseyi, o zamanın mü’minlerine bir lûtfu kerem ve kâfirlerine de apaçık bir mucize olması için gerçekleştirdik.

Bu âyette, izahında zikredilen yüce gayelerden, yalnız, Allah'tan (celle celâlühü) sâdır olan mebdein (kaynağın) zikri ile iktifa edilmiş; 19. âyette (Aralarında birbirlerine sormaları için Biz onları uyandırdık) ise, bu gayelere vesile olan birbirlerine sormalarının zikri ile iktifa edilmektedir.

Atâ'nın İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, bu iki fırkadan biri, Ashâb-ı Kehf denilen zatlar, diğerleri de o kentin hükümdar sülalesidir.

Diğer bir görüşe göre ise, her iki fırka da başkalarıdır. Ancak birinci görüş daha zahirdir.

13

"Resûlüm! Biz, onların başından geçenleri doğru olarak sana anlatıyoruz. Onlar, gerçekten Rablerine îman etmiş genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık."

A- " Resûlüm! Biz, onların başından geçenleri doğru olarak sana anlatıyoruz."

Bu âyetten itibaren, "Hani o genç yiğitler mağaraya sığınmışlardı..." âyetinde mücmel olarak geçen kıssanın tafsilatı anlatılmaktadır,

Muhammed b. İshak b. Yesar, Ashâb-ı Kehf kıssasını şöyle anlatmaktadır:

" Zamanla İncil mensuplarının inançları karıştı; inançlarında büyük hatalar meydana geldi; hükümdarlar azmaya ve sonunda da putlara tapmaya ve bâtıl mabutlar için kurbanlar kesmeye başladılar. Dakyanus adındaki hükümdar ise, çok büyük azgınlık ve zulüm gösterdi; bütün ülkede eğlence ve fesadı yaygınlaştirdi ve kendisine muhalefet edip Mesih'in dînini yaşayanları da öldürmeye başladı. Dakyanus insanları, öldürülmek ile putlara tapmak gibi iki seçenek arasında bırakıyordu.

Böylece dünya hayatını tercih edenler, onun istediklerini yapmaya razı oluyordu; ebedî hayatı tercih edenlerse, öldürülüyor; uzuvları kesiliyor ve şehir surları ile kapılarına asılıyorlardı. O kentin eşrafından olan, yahut hükümdarın yakınları olan o gençler, bu durumu görünce, kendilerini namaz ve duaya verip Allah'a yalvarmaya başladılar. Onlar böyle ibadet ve duâ ile meşgul oldukları bir sırada zâlim hükümdarın adamları onları bastırdılar ve kendilerini hükümdarın huzuruna getirdiler. Hükümdar da, onlara söyleyeceklerim söyledi ve kendilerini öldürülmek ile putlara tapmak arasında muhayyer bıraktı.

O yiğit gençler:

" Bizim öyle bir İlâhımız vardır ki, O'nun azameti ve cebbarlığı, gökler ile yeri doldurmuştur. Biz O'ndan başkasına asla tapmayacağız ve bizi davet ettiğin şeyi asla kabul etmeyeceğiz. Artık sen ne yapacaksan yap."

Bunun üzerine hükümdar, onların üstündeki değerli elbiselerin (üniformaların) çıkarılmasını emretti ve onları huzurundan kovdu. Sonra da hükümdar bazı işleri için Ninova kentine gitti. Hareketinden önce de, kendi durumlarını iyice düşünmeleri için bu seferinden dönünceye kadar onlara mühlet verdiğini, kendi emrine uyarlarsa ne âlâ, uymazlarsa diğer Müslümanlara yaptığını onlara da yapacağını bildirdi.

Bunun üzerine bu gençler de dinlen için kaçıp sarp bir mağaraya sığınmaya karar verdiler. Her biri kendi evinden bir şeyler aldı. Aldıklarının da bir kısmını sadaka verdiler. Geri kalanı da azık olarak yanlarında götürdüler ve varıp o mağaraya sığındılar. Onlar mağarada gece gündüz namaz kılıyor ve ağlayıp inleyerek Allah'a (celle celâlühü) yalvarıyorlardı.

Yemek işlerini Yemlîhâ adındaki arkadaşlarına havale ettiler. Yemlîhâ da sabahları güzel elbiselerini çıkarıp miskinlerin elbisesini giydikten sonra kente gidiyor, onların ihtiyaçlarını satın alıyor ve şehirde dolaşan haberleri tecessüs ettikten sonra arkadaşlarının yanma dönüyordu.

Hükümdar seferinden dönünceye kadar onlar bu minval üzere hayatlarını sürdürdüler. Hükümdar dönünce, onların babalarını huzuruna celbetti. Babaları ise bu gençlerin kendilerine karşı gelip mallarını talan edip çarşılarda pazarlarda dağıttıktan sonra dağa kaçtıklarını söylemekle özürlerini beyan ettiler. Yemlîhâ bu kötü gelismeyi görünce, az bir yiyecekle, ağlayarak arkadaşlarının yanına döndü ve gördüğü korkunç hali onlara anlattı.

Onlar da Allah'a sığınmak üzere secdeye kapandılar. Sonra secdeden başlarını kaldırdılar ve oturup kendi durumlarını görüşmeye başladılar. İşte o anda Allah (celle celâlühü) onların kulaklarına perde vurdu. Onlar yiyecekleri başlarının ucunda olarak uykuya daldılar. Sonra Dakyanus, süvarileri ve yayalarıyla onları aramaya çıktı. Sonunda onları mağarada buldular. Hükümdar onların oradan çıkarılmalarını emretti. Fakat kimse o mağaraya giremedi.

Nihayet hükümdarın adamları, hiçbir çare bulamayınca, içlerinden biri hükümdara dedi ki:

" Sen bunları ele geçirseydin onları öldürmeyecek miydin?" dedi. Hükümdar da:

" Elbette öldüreceğim" dedi. O adam da dedi ki:

" Öyleyse mağaranın kapısını kapattır ve onları içerde bırak. Açlıktan ve susuzluktan ölsünler. Onların mağarası, onların mezarı olsun."

Hükümdar da öyle yaptı. Sonra işte bu âyetlerde anlatılanlar oldu.

B- " Onlar, gerçekten Rablerine îman etmiş genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık."

Biz de onların üzerinde bulundukları dinde kendilerine sebat vermiş ve onlar için bu dinin gizli güz düklerini meydana çıkarmıştık.

14

"Onların kalplerini metin kıldık ki, zâlim hükümdarın karşısında durdukları zaman, şöyle diyebildiler:

- Bizim Rabbimiz, şu göklerin ve bu yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına İlah diye asla duâ etmeyeceğiz. Çünkü ant olsun ki, o zaman gerçek dışı konuşmuş oluruz."

Ashâb-ı Kehfi oluşturan kişiler, hak dinin şiarlarını açıklamak için hükümdarın karşısına durdukları zaman. Biz onların kalbine metanet verdik de, onlar, ailelerini, evlerini, nimetlerim ve arkadaşlarını terk etmek zorluklarına katlandılar ve korkmadan, çekinmeden zâlim Dakyanus'un yüzüne karşı hakkı haykırmaya cesaret gösterdiler.

Mücâhid diyor ki, "Onlar, birbirleriyle randevulaşmadan kentten çıkıp bir araya geldiler. Onların en büyüğü dedi ki:

" Benim içimde düşündüğüm Rabbim şüphesiz tekmil şu göklerin ve bu yerin Rabbidir.

Diğer arkadaşları da:

" Biz de aynen öyle düşünüyoruz" dediler. İste o zaman:

" Bizim Rabbimiz, şüphesiz tekmil şu göklerin ve bu yerin Rabbidir" diyerek davalarının özetini ve gereğini bu sözleri zımnında beyan ettiler. Zira onların Rabbinin, göklerin ve yerin Rabbi olması, O'nun, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların da Rabbi olmasını gerektirmekteydi.

Bir görüşe göre ise, onların durmalarından murat, cebbar hükümdarın putlara tapmayı reddetmelerinden dolayı onları kınaması karşısında dimdik durup ona aldırış etmemeleridir. Bu görüşe göre, bundan sonraki âyet, makabline bağlı olmayıp hükümdarın huzurundan çıktıktan sonra söyledikleri sözler olur.

15

"İşte şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka İlahlar edindiler. Onlara dâir açık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim var mı artık?"

Bu istifham, inkâr ve taciz (âciz bırakmak) anlamındadır. Yani şu bizim kavmimiz, kendi taptıkları varlıkların ilah olduklarına dâir, onları İlah edinmenin doğru olduğu hakkında, iddialarına açıkça delâlet eden bir delil getirmeleri gerekmez mi?

Bu kelâm, onları susturmak içindir.

16

"Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: Mademki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında taptıklarından ayrıldınız, öyleyse o mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size yaysın ve işinizde sizin için kolaylık hazırlasın."

Onlar birbirlerine, mademki siz, dinî inançta onlardan ve onların, Allah'ın dışında, taptıklarından ayrıldınız, yahut cismanî (fizikî) olarak onlardan ayrılmak istediniz, yahut mademki siz, onlardan ayrıldınız -kı ayrılanlar Allah'tan başkasına ibadet etmiyorlardı- öyleyse o mağaraya sığının. Yahut siz, dinî inanç olarak onlardan ayrıldığınıza, göre, cismanî olarak da onlardan ayrılın ve o mağaraya sığının ki, Rabbiniz, her iki cihanda da rahmetini size yaysın, size olan rahmetini genişletsin ve dininizden dolayı olan bu kaçma işinizde sizin için kolaylıklar hazırlasın, demişlerdi.

17

"Resûlüm! Orada olsaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaralarının sağına vuruyor, batarken de onlara isabet etmeden sol taraftan onları terk ediyordu.

Onlar ise, mağaranın genişçe bir yerinde idiler. İşte bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah, kimi hidâyet ederse, o, gerçek hidâyete erenin ta kendisidir; kimi de saptırırsa, artık sen, ona yol gösterici bir dost bulamazsın."

A- " Resûlüm! Orada olsaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaralarının sağına vuruyor, batarken de onlara isabet etmeden sol taraftan onları terk ediyordu."

Burada, Ashâb-ı Kehfin o mağaraya sığındıktan sonraki halleri beyan edilmektedir. Bunun sarahatle zikredilmemesi, buna ihtiyaç olmadığını bildirmek içindir. Zira onların, buna ilişkin mezkûr emre göre hareket ettikleri açıktır. Bir de daha önce, "Hani o genç yiğitler o mağaraya sığınmışlardı" cümlesi göz önünde bulundurularak burada zikredilmemiştir.

Bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Yahut buna muhatap olabilen herkes içindir. Burada görmekten murat, gerçekten vaki olmuş bir görmeyi haber vermek değil, fakat "orada olsaydın, bunu görecektin" demektir.

Güneşin doğarken de, batarken de bu şekilde onlara isabet etmemesi, onlara bir lûtfu kerem olarak Allah'ın (celle celâlühü) harikulade bir tasarrufu idi.

B- " Onlar ise, mağaranın genişçe bir yerinde idiler."

Bu cümle de, bunun garip bir hal olduğunu beyan etmektedir. Yani görürdün ki, güneş, onların sağından ve solundan geçerken onlara isabet etmiyordu; Halbuki onlar mağaranın genişçe bir yerinde oldukları için, kudret elinin müdahalesi olmasa onlara isabet ederdi.

C- " İste bu, Allah'ın âyetlerindendir."

Onlar, normal olarak güneşe maruz iken, güneşin doğarken de, batarken de onlara isabet etmemesi, Allah'ın (celle celâlühü) ilminin kudretinin kemaline, tevhit inancının hak olduğuna ve bu zatların, Allah (celle celâlühü) katında keramet (feraset) ehli olduklarına açıkça delâlet eden âyetlerdendir.

Onların bu hali, Dakyanus'un kuzeye bakan mağaranın kapısını kapattırmasından önce idi. İşte bu seyir haliyle güneş doğarken meyilli (eğik) olarak mağaranın sağ tarafından içeriye vuruyordu ve batarken de dik olarak sol tarafından içeriye vuruyordu. Böylece güneşin ışınları mağaranın her iki tarafına vuruyor ve onun ufunetim kurutup havasını mutedil hale getiriyordu. Fakat güneşin ışınları onlara vurup bedenlerine zarar vermiyor ve elbiselerini çürütmüyordu.

Muhtemeldir kı, mağaralarının kapısının, batı tarafına olan meyli daha fazlaydı. Ondan dolayı bu sonuç hâsıl oluyordu. Buna göre "İşte bu" işareti, onların o mağarayı seçtiklerine işarettir. Anılan

"İşte bu" işaretini, Allah'ın (celle celâlühü) bu uzun zamanda onları mağarada korumasına veya Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hallerine muttali kılmasına işaret olarak kabul etmek izahına ise, kıssanın ortasında zikredilmesi müsait değildir.

D- " Allah, kimi hidâyet ederse, o, gerçek hidâyete erenin ta kendisidir; kimi de saptırırsa, artık sen, ona yol gösterici bir dost bulamazsın."

Allah (celle celâlühü) kimi muvaffak kılarak hakka hidâyet ederse, işte gerçekten felâh bulmuş olan odur.

Bundan murat, onların matluba isabet etmeleriyle ve umdukları geniş rahmet ve kolaylığın gerçekleştirildiğini haber vermekle onları övmek ve kendilerine şâhitlik etmektir. Yahut bu gibi âyetlerin çok olduklarına, fakat ancak Allah in (celle celâlühü) ibret almak için muvaffak kıldığı kimselerin bunlardan faydalandıklarına dikkat çekmektir.

Ve Allah (celle celâlühü) kendi tercih ve seçimini dalâlet yönünde kullanmasından dolayı kimde de dalâlet yaratırsa, artık sen ne kadar çaba harcasan da, ona, kendisini zikredilen felâha hidâyet edecek bir yardımcı asla bulamazsın. Zira haddi zatında böyle bir yardımcının bulunması imkânsızdır. Yoksa bulunabildiği halde ve bulunması mümkün iken bulamazsın, demek değildir.

18

"Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yana ve sol yana çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmaktaydı. Eğer sen onları görsen, mutlaka geri dönüp kaçardın ve herhalde için korkuyla dolardı."

A- " Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yana ve sol yana çevirirdik."

Bu hitap da, Peygamberimiz içindir, yahut buna muhatap olabilen herkes içindir.

Burada zikredilen "Onlar uykuda oldukları halde" ifadesi, daha önce kulaklarına perde vurulmasının zikrine dayanılarak zikredilmeyen hususun izahıdır.

Onların sağ yana ve sol yana çevrilmeleri, toprağa gelen beden kısımlarının çürümem esi içindir. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Eğer onlar sağ yana ve sol yana çevrilmemiş olsalardı, toprak, onların bedenlerini çürüttürdü."

Bir görüşe göre, onlar yılda iki kez sağa-sola çevriliyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, yılda bir kez aşura günü çevriliyorlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, dokuz yılda bir çevriliyorlardı.

B- " Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmaktadır."

Bir görüşe göre, yolda bir köpeğin yanından geçerken köpek de onların peşine düştü. Onlar defalarca köpeği kovaladılar; fakat köpek geri dönmedi.

O zaman Allah (celle celâlühü) köpeği konuşturdu ve köpek dedi ki:

"Benden korkmayın; zira ben gerçekten Allah'ın dostlarını seviyorum. Siz uyurken ben sizi korurum."

İşte onların köpeği bu köpektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu köpek bir çobanın köpeği idi. Çoban da, onların dinini kabul etmişti.

Başka bir görüşe göre ise bu köpek, içlerinden birinin av köpeği, yahut ziraat köpeği, yahut koyun sürüsünün köpeği idi. Köpeğin renginde de ihtilâf edilmiştir.

Bir görüşe göre alaca idi.

Diğer bir görüşe göre ise sarı idi.

Başka bir görüşe göre ise kızılca, bir görüşe göre ise başka bir renkte idi. Köpeğin adının, Kıtmir, Reyyan, Tetûh, Katmur veya Sevr olduğuna üş kin de farklı görüşler vardır.

Halid b. Ma'den diyor ki:

"Cennette hayvanlardan yalnız Ashâb-ı Kehfin köpeği ile Bel'am'ın merkebi olacak, "

Ashâb-ı Kehfin köpeğinin köpek cinsinden olmadığını, onun bir aslan olduğunu söyleyenler de vardır.

C- " Eğer sen onları görsen, mutlaka geri dönüp kaçardın ve herhalde için korkuyla dolardı, "

Allah (celle celâlühü) onlara heybet ve korkunç bir görünüm vermişti; konuşmak isteyen, uyanık bir insan gibi gözleri açık bulunuyordu.

Bir görüşe göre bunun sebebi, tırnaklarının ve saçlarının çok uzamış olması idi. Ancak onların: "Bir gün veya günün bir kısmı eğleştik" sözleri ile "Sakın sizi kimseye sezdirmesin" sözü bu izaha müsait değildir. Çünkü bu sözlerden anlaşılan zahir manaya göre, haddi zatında onların hallerinin değişmemiş olmasıdır.

Bir diğer görüşe göre ise, onların korkunç görünümleri, bedenlerinin çok büyük olmasından dolayı idi.

Âyette "İçin korkuyla dolardı" cümlesinin "geri dönüp kaçardın" cümlesinden sonra zikredilmesi, her birinin ayrı bir sonuç olarak terettüp ettiğini bildirmek içindir. Çünkü eğer bu iki hal (dönüp kaçma ile içine korku dolması), mevcudun aksi olan gerçekleşme, sırasına göre zikredilmiş olsaydı, ilk akla gelen, her ikisinin bir tek sonuç olarak terettüp etmesi olurdu. Bir de zikredilen tertip, kaçmakla da korkunun gitmediğini zımnen bildirmek içindir. Nitekim normal olan, kaçmakla korkunun kalkmasıdır.

Muâviye'den rivâyet olunduğuna göre, Rûm ülkesine gazaya gelince, bu mağaraya uğramış ve oranın bakıcısına:

" Bunların üstünü açsan da, onlara baksak" demiş.

O zaman İbn-i Abbâs Muâviye'ye:

" Buna Hakkın yok; çünkü Allah (celle celâlühü) senden daha hayırlı olan zati bundan men etmiştir.

Nitekim Allah (celle celâlühü) Resulüne hitaben:

" Eğer sen onları görsen..." buyurmuştur.

Muaviye de:

" Ben onlar hakkında bilgi edinmeden buradan ayrılmayacağım" demiş ve bazı adamlarına, "Siz gidin, bakın" diyerek onları göndermiş. O adamlar, mağaraya girince, Allah (celle celâlühü) onlara bir rüzgâr göndermiş de, rüzgâr hepsini yakmış.

19

"İşte böylece kendi aralarında konuşup birbirlerine sormaları için Biz onları uyandırdık. İçlerinden biri:

- Ne kadar kaldınız? dedi. Kimi, bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık, dediler. Kimileri de şöyle dedi.

- Rabbimiz kaldığımız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz içinizden birini şu paranızla şehre gönderin de, kimin yemeği daha temiz, baksın ve ondan size erzak getirsin. Bir de dikkatli davransın ve sakın kimseye sezdirmesin."

A- "İste böylece kendi aralarında konuşup birbirlerine sormaları için Biz onları uyandırdık."

Yani, kudretimizin kemaline delâlet eden bir âyet olarak Biz, onları uyuttuğumuz ve cesetlerini çürümekten ve dağılmaktan koruduğumuz gibi, aralarında birbirlerine sorular sormaları ve açıklanan üstün hikmetin ortaya çıkması için onları uyandırdık.

Daha önce onların uyandırılmalarının gayesinin, onları denemek olduğu belirtildiği halde burada onların birbirlerine soru sormalarının buna gaye kılınması, denemenin soruşmalarına terettüp eden hükümlerden olması itibarıyladır. Bununla iktifa edilmesi, diğer sonuçlarını da gerektirmesmden dolayıdır.

B- "İçlerinden biri, Ne kadar kaldınız? dedi. Kımı, bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık, dediler."

Bu soruyu soran, onların reisi olan Mekselmina idi. Reisleri, onların normal hallerinde kısmî bir değişiklik gördüğü için bunu sormuş olmak.

Deniliyor ki, onların: "Birgün veya günün bir kısmı kadar.." Demelerinin sebebi, şudur: Onlar kuşluk vakti mağaraya girmişlerdi ve akşam üstü uyanmışlardı. Onun için önce "Bir gün kaldık" dediler. Fakat sonra güneşin henüz batmadığım görünce de, "veya günün bir kısmı kadar kaldık" dediler. Bu sözleri, onların kuvvetli zannına göre olduğu için, yalan sayılmaz.

C- "Kimileri de şöyle dedi. Rabbimiz kaldığımız müddeti daha iyi bilir."

Bazıları da, kendilerince anlaşılan delillere bakarak veya Allah'tan (celle celâlühü) bir ilham ile dediler ki:

"Siz kaldığınız müddeti bilemezsiniz; onu ancak Allah (celle celâlühü) bilir."

Bu sözleri, güzel edebe en iyi şekilde riâyet edilerek ilk iki görüşü ret etmek anlamındadır. İşte bu sözleri ile malûm iki fırkaya ayrılmaları gerçekleşmiş olur.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu da, daha öncekini de söyleyenler, onların hepsidir; fakat bu iki farklı şeyi iki halde söylemişlerdir. Ancak âyetin metni bu izaha müsait değildir. Zira bu kelâm, muhavere ve karşılıklı cevap seklinde cereyan etmiştir. Yoksa, "Sonra, dediler ki, Rabbimiz, kaldığımız müddeti daha iyi bilir" denilirdi.

D- "Şimdi siz içinizden birini şu paranızla şehre gönderin de, kimin yemeği daha temiz, baksın ve ondan size erzak getirsin. Bir de dikkatli davransın ve sakın kimseye sezdirmesin."

Onların bunu söylemeleri, konunun derinliğine dalmayıp o anda kendileri için en önemli olan konuya yönelmek içindir. " Şu paranızla..." denilmesi, konuşanın, o günkü yiyeceklerini almaları için parayı bazı arkadaşlarına uzattığını zımnen bildirmektedir. Onların yanlarında para taşımaları, azık için hazırlık yapmanın, Allah'a (celle celâlühü) Tevekkül etmeye ters düşmediğine delildir. .

Yani, şimdi siz, içinizden birini şu verdiğim gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, şehir esnafından, sattığı yiyeceği daha helal, daha temiz yahut daha çok ve ucuz olandan size erzak getirsin ve aliş-verişte aldanmamak için yahut tanınmamak için gizli davranmaya dikkat etsin ve sizi şehir halkandan kimseye sezdirmesin; çünkü sizi tanırlarsa, haberiniz hemen yayı-kr.

20

"Çünkü onlar sizi anlarlarsa, sizi taşlayarak öldürürler. Yahut sizi kendi dinlerine döndürürler. O zaman da ebediyen iflah olamazsınız."

A- "Çünkü onlar sizi anlarlarsa, sizi taşlayarak öldürürler. Yahut sizi kendi dinlerine döndürürler."

Yani, dikkatli davranmak konusunda size verilen emre bağlı kalın; çünkü onlar sizi teşhis ederlerse, yahut sizi ele geçirirlerse, eğer dininizi terk etmezseniz, sizi taşlayarak öldürürler yok eğer dininizde sebat etmezseniz, sizi zorla kendi dinlerine döndürürler. Yahut onlar da, önceleri kendi kavimlerinin dininde idiler ve sizi eski dininize döndürürler, demektir.

Önce, taşlanarak öldürülmeleri zikredilmiş, çünkü onların zahir haline göre dinlerinde sebat edeceklerdi.

B- "O zaman da ebediyen iflah olamazsınız."

Yani icbar ile de olsa, onların dinine girdiğiniz takdirde ne dünyada, ne de âhirette ebediyen hayra, felâha ermeyeceksiniz.

Bu kelâmda, onlar için pek ağır bir tehdit olduğu açıktır.

21

"Biz böylece insanları onlardan haberdar ettik ki, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin kopacağında şüphe bulunmadığını bilsinler. Hani halk, aralarında kendi durumlarını tartışıyordu da, onların üzerine bir bina kurun, diyorlardı. Rableri onları en iyi bilendir. Onların durumlarına vâkıf olanlar ise, biz hiç şüphesiz onların üzerine (yanı başlarına) bir mescit yapacağız, dediler."

A- "Biz böylece insanları onlardan haberdar ettik ki, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin kopacağında şüphe bulunmadığını bilsinler."

Yani onların kesin iman mertebelerinin daha da yücelmesi için Biz, onları uyuttuğumuz ve uyandırdığımız gibi, insanları onlardan haberdar ettik ki, insanlar, onlarda görecekleri acayip haller sebebiyle, Allah'ın (celle celâlühü), yeniden diriltme vaadinin, yahut bu vaadinin de öncelikle dâhil olduğu

Bütün vaatlerinin hak olduğunu, onlardan cayma olmayacağını ve hiçbir kuvvetin onları engellemeyeceğini bilsinler. Çünkü onların uyuması ve uyanması, ölüp de sonra diriltilen kimsenin hak gibidir. Ve yine bilsinler kı, bütün mahlukları hesap ve ceza için yemden diriltmekten ibaret olan kıyametin kopacağında da hiç şüphe yoktur.

Çünkü Allah'ın (celle celâlühü), onları vefat ettirdikten sonra üç yüz seneden fazla bir zaman bedenlerim çözülüp dağılmaktan koruduğunu ve sonra onları dünyaya gönderdiğini, gören kimsenin, o'nun vaadinin hak olduğunda ve Onun mezardakilcre de ruhlarını iade ederek yeniden onları dirilteceğinde ve kendilerini hesaba çekip amellerinin karşılığını vereceğinde şüphesi kalmaz.

B- "Hani halk, aralarında kendi durumlarını tartışıyordu da, onların üzerine bir bina kurun, diyorlardı."

Yani halk, aralarındaki ihtilalin kalkması ve hakkın ortaya çıkması için kendi durumlarını tartışmaya başladılar. Deniliyor ki, tartışma konusu dinî inançları idi. Nitekim onlar, ölümden sonraki dirilme hakkında görüş ayrılığı içinde, idiler: Bazıları buna inanıyor, bazıları da inanmıyordu. İnananlardan bazıları, bedenlerin diriltilmesine değil, ruhların diriltilmesine inanıyor; bazıları da hem bedenin, hem de ruhun diriltilmesine inanıyorlardı.

Deniliyor ki, o zaman kentin hükümdarı, mü’min, iyi bir insandı. Memleketinin halkı, belirtildiği gibi ölüm ötesi hayat hakkında ihtilafa düşmüşlerdi. Bunun üzerine hükümdar, kendi evine çekilip kapısını kapattı ve eski bir hırka giyip külün üstüne oturdu ve kendisine hakkı göstermesi için Rabbine yakarmaya başladı. O sırada bir çoban, Dakyanus tarafından kapattırılan mağaranın kapısını açıp o mağarayı koyunlarına ağıl yapmayı düşündü. İşte bu çoban, mağara kapısını açınca, Allah Onları uyandırdı ve aralarında malûm konuşmalar geçti.

Rivâyet olunuyor ki, yiyecek getirmek üzere kente gönderilen adam, kente girince, yiyecek satın almak için dirhemlerini (gümüş paralarını) çıkardı. Bu paralar hükümdar Dakyânûs sikkesi idiler. O paraları gören halk, onu, bir define bulmakla itham ederek kendisini hükümdara götürdüler. O da, kıssalarını hükümdara anlattı.

Bazı adamlar dediler ki:

" Babalarımızdan duyduğumuza göre, Dakyânûs zamanında bir grup genç, dinlerinden dolayı Dakyânûs'tan kaçmışlar. Belki de bunlar onlardır."

Bunun üzerine Müslüman, kâfir, bütün kent halkı hükümdarla beraber çıkıp o mağaraya gittiler ve onları görüp kendileriyle konuştular. Sonra o gençler, hükümdara:

" Seni Allah'a ısmarlıyoruz ve insanlarla cinlerin şerrinden emin olmanı diliyoruz!" diyerek veda ettikten sonra kendi yerlerine döndüler ve mekânlarında öldüler. Hükümdar, kendi elbiselerini onların üstüne attı ve her biri için altından bir tabut yaptırdı. Hükümdar, rüyasında onların bu tabutları sevmediklerini gördü. Bunun üzerine tabutlarını çınar ağacından yaptırdı ve mağaranın kapısında da bir mescit bina ettirdi.

Bir görüşe göre, onlar mağara kapısına varınca, Ashâb-ı Kehf'ten olan genç, onlara dedi ki:

" Siz burada durun önce ben onların yanma gireyim ki korkmasınlar." Genç, içeri girince de, mağara kapısı, belirsiz hale geldi. Onlar da oraya bir mescit binâ ettiler.

Diğer bir görüşe göre ise, tartışma konusu, o gençlerin uyanmalarından önceki halleri idi. Yani halk, o gençler ile Dakyânûs arasında cereyan eden korkunç halleri kendi aralarında müzakere ederken, onları masallardan ve ağızdan ağza dolaşan hikâyelerden öğrenirken, Biz o insanları onlara muttali kıldık.

Onların üzerine, yani mağaranın kapısına bir bina kurulmasını isteyenler, onların türbelerini korumak için bunu istiyorlardı.

C- "Rableri onları en iyi bilendir."

Bu da, tartışanların kelâmındandır. Yani onlar, neseplerinden ve mağarada kalmalarından onların gerçek halını anlamayınca, bunu, bütün gizlileri hakkıyla bilen Allah'a (celle celâlühü) havale ettiler. Yahut bu cümle, doğrudan doğruya Allah in kelâmından olup tartışanlardan, bu konunun derinliğine dalanların sözlerini reddetmek içindir.

Diğer bir görüşe göre bu kelâm, Ashâb-ı Kehf İn vefatında onların hakkında söylenendir. Yahut onların ölümü ve uykusu hakkında söylenendir. Nitekim insanlar, onların öldükleri veya önceki hallerinde olduğu gibi uyudukları konusunda ihtilaf etmişlerdi.

D- " Onların durumlarına vâkıf olanlar ise, biz hiç şüphesiz onların üzerine (yanı başlarına) bir mescit yapacağız, dediler."

Bunu söyleyenler, hükümdar ile Müslümanlar idi.

22

"İnsanların kimi, onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir, diyecekler. Kimileri de, onlar beş kişidir, altıncıları da köpekleridir, diyecekler. Her iki grup da bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektedir.

Onlar yedi kişidir ve sekizincileri köpekleridir, diyenler de olacaktır. Resûlüm! De ki, onların sayılarını Rabbim en iyi bilendir. Onları ancak pek az insan bilir. Öyleyse Ashab-ı Kehf hakkında açık delilden başka bilin ünakaşaya girişme ve onlar hakkında insanların hiçbirinden bilgi isteme!"

A- " İnsanların kimi, onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir, diyecekler. Kimileri de, onlar beş kişidir, altıncıları da köpekleridir, diyecekler. Her iki grup da bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektedir. Onlar yedi kişidir ve sekizincileri köpekleridir, diyenler de olacaktır."

Bunların üçünü de söyleyenler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Devrinde onların kıssasına dalan Ehl-i Kitâb ile Müslümanlardır. Ancak bu görüşün her biri, hepsine ait değil, fakat bir kısmına aittir. Deniliyor ki, birincisini "üç kişi olduktan ve dördüncüleri de köpekleri olduğunu" söyleyenler Yahudilerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu, Necrân Hıristiyanlarından Seyyîd söylemişti. Bu adanı, Hıristiyanlığın Yakubî mezhebine mensup idi. İkincisini de, Hıristiyanlar söylemişlerdi. Yahut onlardan Nastûrî mezhebine mensup olan el-Akıb söylemişti. Onların yedi kişi olduklarını ve sekizincilerinin de köpekleri olduğunu söyleyenler de, Müslümanlardı. Müslümanlar bunu, bu vahiyden telakki ile ve kendilerine doğruyu gösteren bu ifadeden ilhanı ile söylüyorlardı. Çünkü bu tespit, bilinmeyen hakkında tahmin yürütmek olarak ifade edilmemektedir.

B- "Resûlüm! De ki, onların sayılarını Rabbim en iyi bilendir. Onları ancak pek az insan bilir. Öyleyse Ashab-ı Kehf hakkında açık delilden başka bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında insanların hiçbirinden bilgi isteme!"

Yani, ey Peygamberim! Hakkı tahkik için ve bu iki görüşü reddetmek üzere de kı: Onların sayılarını Rabbim en iyi bilendir. Onların sayıları bir yana, kendilerini bile ancak, Allah'ın (celle celâlühü), bu delillerden faydalanmaya muvaffak kıldığı pek az insan bilir.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Diyor ki:

" Vâv harfi vaki olunca (ve sekizincileri...), sayı kesinlik kazanmıştır." İbn-i Abbâs in (radıyallahü anh):

" Ben de, onların sayılarını bilen az kişilerdenim" demesinin sebebi de budur. Eğer bu konuda başka bir vahiy olsaydı, İbn-i Abbâs onu bilirdi ve bu konuda âyetteki "Vâv" anlam çıkarmaya muhtaç olmazdı ve bunu diğer Müslümanlardan öğrenirdi.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki:

" Ashâb-ı Kehf yedi kişidir. Onların isimleri de şöyledir: Yemlîhâ, Mekşelibnâ (veya Mekselina) Meşlibna (veya Meslina). Bunların üçü, hükümdarın sağ vezirleri idi. Solunda da şunlar vardı: Mernûs, Debernûş, Şâzenûş. Hükümdar, işlerinde bunlarla istişare ediyordu. Yedincisi de, onlar, hükümdarları Dakyânûs'tan kaçarken yolda onlara katılan çobandır kı, onu da adı Kefîşitatayuş (veya Kefeştatayuş) idi."

Ve ey Peygamberim! Sen, zikredilen ilk iki görüş sahiplerinin de câhil olduklarını görünce, artık o genç yiğitler hakkında, vahiyde belirtilmekte olan, onların, bilinmeyen hakkında tahmin yaptıkları, icmali olarak, onların bilgisiz oldukları ve bu konudaki bilgiyi, Allah'a havale etmek hususlarını beyan etmek dışında onlarla münakaşaya girişme; onların cehaletini sarahatle söyleme ve onları takbih etme; çünkü bu, sahip olduğun yüksek ahlâkı ihlal eder. Ve onlar hakkında bu konunun derinliğine dalanlardan malûmat da isteme. Çünkü bu konuda sana anlatılanlar başkasına ihtiyaç bırakmamaktadır. Kaldı kı, onlar bu konuda zaten bilgi sahibi değildir.

Atâ diyor ki; "Onları ancak pek az insan bilir, demek, Ehl-i Kıtab'tan pek az insan bilir, demektir." Bu görüşe göre, Ashâb-ı Kehf İn sayıları hakkında zikredilen üç görüş de, Ehl-i Kıtab'a aittir. Zikredilen deliller ise, üçüncü görüşün doğru olduğunu mü'minlere göstermek içindir.

Buna göre mânâ şöyledir: Ey Peygamberim! Onların hepsinin bu konuda yanlış olmadıklarına sen vâkıf olduktan sonra artık apaçık vahyin bildirdiği açık hususlar dışında onlarla münakaşaya girme; onların hepsine cahil deme; çünkü az da olsa, onlardan isabetli olanlar da vardır.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Onlardan malûmat istemesinin yasaklanması, bunun caiz olabileceği vehmini veya bazılarının isabetli olduklarına binaen bunun vaki olmak ihtimalinin vehmini bertaraf etmek içindir Yani ey Peygamberim! O genç yiğitler hakkında onlara müracaat etme ve üçüncü görüşü de onların görüşü olduğu cihetiyle tasdik etme; fakat vahiy telakkisi olması cihetiyle tasdik et.

23

Bak. Âyet 24.

24

"İnşaallah / Allah dilerse demedikçe, sakın ben bunu yarın yaparım, deme! Unuttuğun zaman Rabbini an ve Rabbimin beni bundan daha yakın bir irşada erdirmesi umulur, de."

A- "İnşaallah / Allah dilerse demedikçe, sakın ben bunu yarın yaparım, deme!"

Burada "yarın"dan murat, mutlak olarak gelecek zamandır ve yarın da öncelikle buna dahif olmaktadır.

Zira bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Yahudiler, Kureyş'e dediler ki:

" Muhammed'e ruhu, Ashâb-ı Kehf'i ve Zülkarneyn'i sorun."

Onlar da, bunları Peygamberimize sordular. Peygamberimiz de, onlara:

" Yarın bana gelin; size haber vereceğim" buyurdu ve "İnşaallah!" demedi.

İşte bu sırada vahiy gecikti ve onlara karşı zor duruma düştü ve Kureyş, kendisini yalanladı.

Yani ey Peygamberim! Azmettiğin bir şey için, "İnşaallah/Allah dilerse" demedikçe, "Ben bunu gelecek bir zamanda mutlaka yapacağım!" Sakın deme!

Diğer bir görüşe göre ise, burada "Ancak İnşaallah/Allah dilerse" istisnası, ebedîlik anlamındadır. Yani hiçbir zaman bunu sakın söyleme! Demektir. Nitekim A'râf: 89. Âyette de bu istisna ebedîlik mânâsını bildirmektedir.

B- "Unuttuğun zaman Rabbini an ve Rabbimin beni bundan daha yakın bir irşada erdirmesi umulur, de."

Yani bir unutkanlık olarak "İnşaallah" demeyi unutursan, hatırladığında telâfi için "İnşaallah" de!

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki:

"Azmettiği fiili gerçekleştirmedikçe, aradan bir sene de geçse, hatırladığında bunu telafi etmelidir." İşte bundan dolayıdır ki, İbn-i Abbâs'a göre istisnayı tehir etmek caizdir. Kamu Fıkıh âlimleri ise, bunun aksini söylüyorlar. Gerekçeleri de şudur:

Eğer istisnanın tehiri caiz olursa, hiçbir ikrar, talak (boşama) ve azat etmek akdi gerçekleşmez ve doğru ile yalan bilinmez.

Kurtubî diyor kı: "İstisnanın caiz olması, bereketlenme vesilesini telafi etmek ve günahtan kurtulmak için caizdir; hükümleri değiştiren istisna ise, ancak muttasıl (aralıksız) olursa geçerlidir."

Mâna şöyle de olabilir:

"İnşaallah" demeyi unuttuğun zaman, Rabbini tesbîh ve istiğfar ile an! Buna göre bu kelâm, "İnşaallah" demeye ziyadesiyle teşvik ifade etmektedir.

Yahut Rabbinin bazı emirlerini terk ettiğin zaman o'nu ve azabını an ki, onu telâfiye vesile olsun.

Yahut unutkanlık hak olursa, Rabbini an ki, unutulanı sana hatırlatsın.

Bu kelâm, unutulan namazın hatırlandığında eda edilmesi şeklinde de tefsir edilmiştir.

Ve de ki: Rabbimin beni, Ashâb-ı Kehf haberinden daha yakın ve açık olarak peygamberligime delâlet eden bir âyete muvaffak kılıp onu, insanlara irşat ve rehber kılması umulur.

Nitekim. Allah bu temenniyi gerçekleştirmiş ve tarihleri daha eski peygamberlerin kıssaları ile ilgili bilgiler ve kıyamete değin gelecek asırlarda olacak hâdiseler ile ilgili bilgiler gibi bundan daha büyük ve açık mucizeleri Peygamberimize vermiştir.

Yahut Rabbımin beni, unutulandan daha yakın bir irşada erdirmesi umulur, de! Demektir.

25

"Onlar mağaralarında üç yüz yıl ve buna ilâve olarak dokuz yıl kalmışlardır."

Yani anılan genç yiğitler, mağaralarında kulaklarına perde vurulmuş olarak, diri olarak bu kadar sene kalmışlardır.

Bu cümle, daha önce mücmel olarak zikredilen ve pek büyük bir hâdise olduğuna işaret edilen konuyu açıklamaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu ifade, Ehl-i Kitab'ın kelâmının hikâyesidir. Zira onlar, bu zatların sayıları hakkında ihtilaf ettikleri gibi, mağaralarında kaldıkları müddet konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları böyle demişlerdi; bazıları ise, üç yüz sene kaldıklarını söylemişlerdi.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki:

"Ehl-i Kitab'a göre, onlar Şemsî üç yüz sene kalmışlardır. Allah ise Kamerî sene olarak zikretmiş ve ikisinin arasındaki fark, her yüz senede üç senedir. Böylece Kamerî sene ile üç yüz dokuz yıl olmaktadır."

26

"Resûlüm! De ki, Onların ne kadar kaldıklarını en iyi bilen Allah'tır. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na mahsustur. O'nun görmesi de, işitmesi de hayrete şayandır. İnsanların O'ndan başka velîleri yoktur. O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez."

A- "Resûlüm! De ki, Onların ne kadar kaldıklarını en iyi bilen Allah'tır. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na mahsustur. O'nun görmesi de, işitmesi de hayrete şayandır."

Bu kelâm bize bildiriyor ki; Allah'ın (celle celâlühü), görülen ve işitilen varlıklar hakkındaki ilminin şanı, idrâk sahiplerinin idrâk kapasitesi dışında kalmaktadır; o'nun ilmi önünde hiçbir perde ve engel yoktur; o'nun ilmi, yoğun eşya ile yoğun olmayan eşyaya göre, küçük ve büyüğe göre, gizli ve açığa göre değişmez.

Âyette, önce görmenin, zikredilmiş olması, sadedinde olduğumuz şeyin, görülenler kabilinden olmasından dolayı olmalıdır.

B- "insanların O'ndan başka velîleri yoktur. O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez."

Yani göklerin sakinleri ile yer sakinlerinin Allah'tan (celle celâlühü) Başka işlerini yönetecek ve müstakil olarak kendilerine yardım edecek velileri yoktur ve O, kendi hükmünde, yahut bilinmeyenlerle ilgili ilminde onlardan hiçbir kimseyi kendine ortak etmez ve müdahaleci yapmaz.

27

"Rabbinin Kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirebilecek bir kuvvet yoktur. O'ndan başka bir sığınak da asla bulamayacaksınız."

Kur’ân-ı Kerîmin, Peygamberimize göre gizli bilgilerden olan Ashâb-ı Kehf kıssasını ihtiva etmesi, onun mucize bir vahiy olduğuna delâlet ettiği için Allah Peygamberimize, devamlı Kur’âni okumasını emir buyurdu. Yani ey Peygamberim! Sen, onların, "bundan başka bir Kur’ân getir, yahut onu değiştir" şeklindeki sözlerini hiç dinleme; o'ndan başka onun kelimelerini tebdil ve tağyire hiç kimse muktedir değildir ve sen ne kadar araşan da, o'ndan başka hiçbir zaman zaruret halinde sığınacağın bir sığınak bulamayacaksın.

28

"Ey Resûlüm! Rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine yalvaranlarla birlikte olmakta sebat et ve dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme; Bizi anmaktan kalbine gaflet verdiğimiz, kötü arzularına uymuş ve işi taşkınlıktan ibaret olan kimseye boyun eğme."

A- "Ey Resûlüm! Rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine yalvaranlarla birlikte olmada sebat et ve dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme"

Yani ey Peygamberim! Allah'ın (celle celâlühü) Rızasını dileyerek bütün vakitlerde, yahut günün iki tarafında Rablerine yalvaranlarla beraber olmaya devam et ve eşrafla, zenginlerle ve dünyevî imkânlara sahip olanlarla oturup kalkmayı arzu ederek üstlen başlan perişan fakir mü’minleri hor görme.

Bu yoksul mü’minlerden murat, Sulıeyb, Ammâr ve Habâb (radıyallahü anh) gibi fakir mü’minlerdi. Yahut Ashâb-ı Suffa idi ki, bunlar yedi yüz erkek idiler. Deniliyor kı, kâfirlerin reislerinden bir grup, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki:

"O koyun gibi kokan köleleri etrafından uzaklaştır ki, biz gelip senin meclisine oturalım."

Nitekim Nûh (aleyhisselâm) Kavmi de şöyle demişlerdi:

" Sana tâbi olanlar, bu perişan yoksullar iken, biz sana imân eder miyiz!"

İste onların Peygamberimize bu teklifte bulunmaları üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.

B- " Bizi anmaktan kalbine gaflet verdiğimiz, kötü arzularına uymuş ve işi taşkınlıktan ibaret olan kimseye boyun eğme."

Yani Bizi anmak istek ve arzusu hiç olmadığı için kalbine gaflet verdiğimiz, yahut kalbini gâfıl olarak bulduğumuz, kötü arzularına uymuş ve işi ziyâ (zayi olmak) ve helâk olan, yahut hakkı kulak arkası eden, yahut işi taşkınlıktan ibaret olan o fakirleri meclisinden kovmanı isteyen o kodamanlara uyup da salcın o yoksul mü’minleri meclisinden kovma. Onlar, gaflet içinde bulunuyorlar; o fakir mü’minler ise, bütün vakitlerde Rablerine yalvarmakla meşgul bulunuyorlar.

Bu kelâm, şu hususa dikkat çekmektedir: O kodaman kâfirlerin Peygamberimize bu teklifte bulunmalarının sebebi, onların kalplerinin, Allah'tan ve o'nun cihetinden gâfıl olması ve hissiyata tamamen dalmalarıdır. Bunda dolayı da, onlar, gerçek şerefin, bedenin süsü ile değil, fakat ruhun ziyneti ile olduğunu kavrayamamışlardır.

29

"Ve de ki:

- Bu hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen îman etsin; dileyen inkâr etsin. Şüphe yok ki, Biz, zâlimlere öyle bir Cehennem hazırladık ki, onun duvarları, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.

"Su!" diye feryat ettikçe, erimiş bakır tortusu gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne kötü içki ve ne berbat bir mekân!"

A- "Ve de ki: Bu hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen îman etsin; dileyen inkâr etsin."

Yani ey Resûlüm! O kötü arzularına uyan gafillere de ki: Bana vahiy edilen haktır; başka bir şey değildir ve bu, Rabbiniz tarafındandır; benim tarafımdan değildir ki, onu değiştirmem tasavvur edilebilsin veya ona uymakta tereddüt edilsin. Artık diğer dileyen, diğer mü’minler gibi hakikatte gerekçe teşkil etmeyen şeyleri gerekçe olarak ileri sürmeden imân etsin, dileyen de inkâr etsin.

Bu kelâm, (artik dileyen...) açıkça onlar için bir tehdittir ve onların îmanına ihtiyaç olmadığını, kendilerinin ve îmanlarının olup olmamasına aldırılmadığını bildirmektedir.

Bu cümle (artık dileyen...), söylenmesi emredilen şeylere dâhil olmayıp doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından bir tehdit de olabilir.

B- "Şüphe yok ki, Biz, zâlimlere, öyle bir Cehennem hazırladık kı, onun duvarları, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır."

Bu kelâm, ağır bir azap vaadidir; mezkûr tehdide de tekittir ve onun ifade ettiği küfür zecrinin (küfürden caydırmanın) illetinin beyanıdır, yahut muhayyer bırakmanın zahirinden anlaşılan, onların küfrüne aldırmamanın ve kendilerini küfürden caydırmaya da pek önem verilmemesinin sebebini beyan etmektedir. Çünkü küfrün cezasını hazırlamak, kendilerine mühlet verilmesinin sebeplerindendir.

O kâfirlerin zâlim olarak ifade edilmeleri, küfrü tercih etmenin ve seçmenin haddi aşmak ve eşyanın yerini haksız olarak değiştirmek olduğuna dikkat çekmek içindir.

Sürâdık, çadır demektir. Onları kuşatan ateş, ona benzetilmiştir.

Bir görüşe göre sûrâdık, çadırın arkasındaki odadır.

Diğer bir görüşe göre de, Cehennemin dumanı demektir.

Başka bir görüşe göre de ateşten duvarlar demektir.

C- "Su!" diye feryat ettikçe, erimiş bakır tortusu gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne kötü içki ve ne berbat bir mekân!"

Yani o zâlim kâfirler, Cehennemde "su!" Diye feryat edip yardım istedikçe, erimiş bakır tortusu, yahut kaynar zeytinyağı tortusu gibi, içilmek için yaklaştirılınca, şiddetli hararetiyle yüzleri haşlayan bir su kendilerine verilir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: "Bu âyetin anlattığı su, kaynar zeytinyağının tortusu gibidir. Ağza yaklaştırılınca, yüzün derisi dökülür."

30

"İman edip de faydalı işler yapanlar, bilsinler ki, Biz, güzel iş yapan kimsenin ecrini kesinlikle zayi etmeyiz."

Bu kelâm, mezkûr muhayyer bırakma ifadesinden anlaşılan îmanı teşvik etmenin illeti gibidir.

31

"İşte onlara, altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır. Onlar Orada tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle bezenecekler; ince dibadan da, kalın dibadan da yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel mükâfat, ne güzel mekân!"

Renkler içinden yeşil rengin tahsis edilmiş olması, bütün renklerin en güzeli ve en zarifi olduğu içindir.

Âyette hem ince dibanın, hem de kalın dibanın zikredilmesi, nefisleri arzuladığı ve gözlerin zevk aldığı her şeyin Cennette mevcut olduğunu bildirmek içindir.

32

"Peygamberim! Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat! Biz onlardan birine iki üzüm bağını vermiş, çevrelerini de hurma ağaçlarıyla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik."

A- "Peygamberim: Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat!"

Yani kâfirler ile mü’minler fırkalarına şu iki adamı misal olarak anlat. Fakat bu karşılaştırma, zikredilen âyetlerden anlaşılan onların uhrevî halleri cihetiyle olmayıp fakat birinci fırkanın (kâfirlerin), Allah'ın (celle celâlühü) Bol nimetleri içinde yaşadıkları halde Allah'a (celle celâlühü) İsyan etmeleri ve eliğer fırkanın (mü'minlerin) ise, yoksulluk meşakkatlerini çektikleri halde Allah'a itaat etmeleri cihetiyledir.

Misal olarak verilen iki adam, İsrail Oğullarından iki kardeş veya iki ortak idi. Kâfir olanın adı Katrûs, mü’min olanın adı da Yehûzâ idi. Bunlar sekiz bin dirhemi aralarında bölüştüler. Kâfir olan, kendi payı ile arazı ve bağ bahçe satın aldı. Mü’min olan ise, kendi payını hayır işlerine harcadı. Sonra âyette anlatılanlar oldu.

Diğer bir görüşe göre ise bu iki adam. Mahzûm Oğullarından idiler ve kâfir olan, Ümmü Seleme'nin ilk kocası Esved bin Abdillah bin Abdilesed idi.

B- "Biz onlardan birine iki üzüm bağını vermiş, çevrelerini de hurma ağaçlarıyla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik."

Bu tasvir, onlar için, hem hububat, hem de meyvelerin bir arada yetiştiği en mükemmel tarla ve bağlık arazilerinin şekli olduğu içindir.

33

"Bağların her ikisi yemişlerini vermiş, ondan hiçbir şey eksik bırakmamıştık. Bağların arasından birer ırmak da fışkırtmıştık."

A- Bağların her ikisi yemişlerini vermiş, ondan hiçbir şey eksik bırakmamıştık.

Yani bağların her ikisi de ürünlerini vermiş ve ürünler, yenecek hale gelmişti ve diğer bağlarda olanların aksine, ürünlerden hiç eksilme de olmamışti. Zira ürünler genellikle bazı seneler çok, bazı seneler de az olur ve yine bazı ağaçlar, bazı seneler meyve verir; bazı seneler vermez.

B- "Bağların arasından birer ırmak da fışkırtmıştık."

Yani devamlı sulanmaları ve daha güzel bir manzara oluşması için her bir bağın içinden de bir ırmak fışkırtmıştık.

Gerçekleşme sırasına göre ürünlerin yetişmesi, ırmakların fışkırmasından sonra olduğu halde burada bu sıranın aksinin zikredilmesi, iki bağın güzelliklerinin tamamlanmasında her ikisinin ayrı, ayrı unsurlar olduklarını bildirmek içindir. Nitekim daha önce geçen sûrelerde de bunun benzerleri zikredildi. Eğer gerçekleşme sırasına göre bunun aksi olsa, her ikisinin bir tek vasıf olup biri diğerine terettüp etliği anlaşılırdı. Zira âdete göre ürünlerin yetişmesi, sulanma sonucunda gerçekleşmektedir.

Bu kelâm işaret ediyor ki, meyvenin yetişmesi, mutlaka sulanmaya bağlı değildir. Bu da, "Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir." (Nûr: 35) meâlindeki âyet kabilindendir.

34

"Bu adamın başkaca serveti de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, servetçe senden daha zenginim; nefer (çevre, evlat) bakımından da senden daha güçlüyüm."

A- Bu adamın başkaca serveti de vardı.

Yani bu iki bağın sahibinin bu iki bağ dışında başkaca serveti de vardı.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Diyor ki: "Semer, altin, gümüş, hayvanlar ve diğer makar-dır." Mücâhid ise diyor ki: "Semer, özellikle altın ve gümüştür."

B- "Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, servetçe senden daha zenginim; nefer (çevre, evlat) bakımından da senden daha güçlüyüm."

Yani ben, çevre olarak; destekçiler olarak senden daha güçlüyüm. Yahut erkek evlât olarak senden daha güçlüyüm. Zira kendisiyle beraber savaşa gidenler erkek evladıdır.

35

"Bu adam kendisine zulmederek (gururla) bağına girmiş; "Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmıyorum" demişti."

Yani bu adam, kendini beğenmişliği ve küfrüyle kendi nefsine zulmederek, halleri, sayılan, vasıfları ve şekilleri açıklanan bağına girmiş ve uzun emeli, sürekli olan gafleti ve kendisine mühlet verilmesine (acilen cezalandırılmamasına) aldanması sebebiyle:

" Bu bağın yok olacağını sanmıyorum" demişti.

Her halde o, arkadaşının, kendisine öğüt vermesine, bağının yok olacağını kendisine hatırlatmasına, bağlarına mağrur olmamasını öğütlemesine ve asıl bakî olan iyi amellerin tahsilini kendisine emretmesine karşılık bunu söylemişti.

36

"Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülsem bile, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha hayırlı bir akıbet bulacağım."

Onun, Rabbine döndürüldüğü takdirde de dünyadaki bağlarından daha hayırlısını bulacağını umması ve yalan yemini, dünyadaki servetine, zatî liyakatinden ve Allah (celle celâlühü) katındaki üstünlüğünden dolayı sahip olduğuna inanmasından ve dünyevî imkânların kendisi için istidrac (azabının artırılması, tedricî olarak azaba yaklaştirılması) olduğunu idrâk etmemesinden dolayıdır.

37

"Arkadaşı onunla karşılıklı konuşurken kendisine dedi ki:

" Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra seni bir erkek biçimine sokan Rabbini inkâr mı ettin?"

Âyette, "onunla karşılıklı konuşurken" denilmesi, söylenecek kelâmın muhavere için söylenen önemli bir kelâm olduğuna baştan dikkat çekmek içindir.

Onun kâfir olması, kıyameti inkâr etmesinden dolayıdır. Topraktan yaratılması, Âdem'in yaratılışı zımnındadır. Çünkü Ademin (aleyhisselâm) yaratılmasından beşerin her ferdinin nasibi vardır. Zira onun şerefli fıtratı, kendi nefsine münhasır değildi, fakat insan cinsinin bütün fertlerinin fıtratini icmali olarak, içeren bir örnek olup sonuçların, hepsinde câri olmasını gerektirmekteydi. Bu itibarla Âdemin (aleyhisselâm) topraktan yaratılması, bütün insan fertlerinin topraktan yaratılması demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani seni topraktan yarattı; çünkü toprak senin asıl maddendir. Zira meniyi meydana getiren gıdalar, topraktan hâsıl olmaktadır.

Bu âyet, ölüm sonrası dirilişin deliline de işaret etmektedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

" Ey insanlar! Eğer ölüm sonrası diriliş hakkında şüpheniz varsa, düşünün ki, Biz sizi muhakkak kı topraktan yaratmışızdır." (Hacc: 5)

38

"Fakat O Allah ancak benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam."

Yani sen kâfirsin; ben ise mü’minim ve ben, Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Bu kelâm, arkadaşının küfrünün, Allah'a ortak koşmakla olduğunu bildirmektedir.

39

"Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır, demeli değil miydin! Eğer malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan, ben de durumlarımızın tersine dönmesini umuyorum;

A- "Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır, demeli değil miydin!"

"Mâşâallah", bu, Allah'ın dilemesiyle hâsıl olan bir kemal ve güzellik-tir, demektir; yahut Allah'ın (celle celâlühü) dilediği şey, mutlaka gerçekleşir, demektir.

Bu kelâmdan murat, muhatabı, bu bağların ve içindekilerin Allah'ın (celle celâlühü)Dilemesiyle meydana geldiğini, O, dilerse onları tutabileceğini ve dilerse de onları hemen yok edebileceğini kabul etmeye teşviktir.

Yani sen bağına girdiğinde, aczini itiraf etmek için ve bu bağların imar ve tedbiri konusunda sana müyesser olan başarının ancak Allah'ın (celle celâlühü) yardım ve kudretiyle olduğunu kabul etmek anlamında olan bu sözleri söylemeli değil miydin?

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna güre şöyle buyurmuştur:

" Bir şeye baktığında onu beğenip de, Mâşâallah! Kuvvet Yalnız Allah'ındır, derse, ona zararı olmaz (nazarı değmez)."

B- "Eğer malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan, ben de durumlarımızın tersine dönmesini umuyorum."

40

"Belki Rabbim bana senin bağından daha iyisini verir; senin bağına da gökten yıldırımlar gönderir de o, kupkuru bir topraktan ibaret kalır."

41

"Yahut bağının suyu dibe çekilir de, bir daha onu bulamazsın.

Yani eğer sen beni kendinden yoksul görüyorsan, ben de, bendeki yoksulluk ile sendeki zenginliğin tersine dönmesini ve benim îmanımdan dolayı senin, bağından daha, hayırlısını bana nasip etmesini ve küfründen dolayı da nimetini senden almasını ve bağım harap etmesini umuyorum.

42

"Derken onun serveti felâketle kuşatılıp yok edildi. O da bağı uğruna harcadığı para ve emeklerden ötürü ellerini ovuşturmaya başladı. Bağın dalları da (çöken) çardakları üstüne çökmüştü.

O zaman: "Ah, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmasaydım!" diyordu."

A- Derken onun serveti felâketle kuşatılıp yok edildi. O da bağı uğruna harcadığı para ve emeklerden ötürü ellerini ovuşturmaya başladı.

Yani onun malûm iki bağı ile içindekiler felâketle kuşatılıp yok edildi. O da bağların îman için harcadığı para ve emeklere pişman olup bunun ifadesi olarak ellerini ovuşturmaya başladı.

Her halde pişmanlığın, o anda yok olan bağa değil de, harcadıklarına tahsis edilmesi, pişmanlık, ihtiyari fiillerden dolayı duyulduğu içindir. Bir de, bağların îman için harcadıkları, felâketlerden korunması mümkün olan mallardan olduğu halde, faydalarını görmek umuduyla onları bağların bakımı için harcamış ve harcadıklarının boşa gitmeyeceğini düşünmüştü. İşte bundan dolayı "Hiçbir zaman bunun yok olacağını sanmıyorum" demişti. Fakat ne zaman ki, bağlarının da yok olabileceği ortaya çıktı, işte o zaman daha önceki boş iddiasına binaen, saklanması mümkün olan mallarını böyle çabuk yok olabilen bağlarına harcadığına pişman oldu.

B- "Bağın dalları da (çöken) çardakları üstüne çökmüştü."

Yani felâkete maruz kalan bağın dalları da, daha önce çökmüş olan çardakların üstüne çökmüştü.

Burada hurma ve ekinlerin durumu zikredilmeyip bağın durumu zikre tahsis edilmiş, çünkü asıl umde odur; hurma ile ekin onun tamamlayıcılarıdır. Yahut bunun zikredilmesi, diğerlerinin zikrine ihtiyaç bırakmaz; Çünkü bağ çardaklarla tahkim edilmişken onun yok olması, diğerlerinin önceden yok olması demektir. Yahut bağların imarı için yapılan harcama daha fazla olduğu içindir.

Deniliyor ki, Allah (celle celâlühü), o bağların üzerine ateş yağdırdı da, ateş hepsini yaktı ve akan ırmakları da dibe çekilip yok oldu.

C- "O zaman: "Ah, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmasaydım!" diyordu."

Sanki o, kardeşinin kendisine verdiği öğüdü hatırlamış ve uğradığı felâketin sebebinin kendi şirki (Allah'a ortak koşması) olduğunu anlamış da bunun için, müşrik olmayıp da bu musibete duçar olmamayı temenni etmiştir. Onun bu sözlerinin, şirkten tevbe ve taksiratına pişmanlık anlamında olması da muhtemeldir.

43

"Kendisi için, Allah'tan başka yardım edecek hiçbir zümre de yoktur ve kendi kendini de kurtaracak değildir."

Yani buna yegâne muktedir olan Allah'tan (celle celâlühü) başka kendisine yardım edip felâketi önleyecek bir cemaati de yoktur ve kendi kuvvetiyle kendi kendini Allah'ın (celle celâlühü) intikamından kurtarabilecek de değildir.

44

"İşte orada velayet (hâkimiyet), yalnız, Hak olan Allah'a mahsustur. O'nun mükâfatı da, sonucu da en hayırlı olandır."

Yani işte o makamda ve o halde yardım, yalnız Allah'a mahsustur; başka bir kimse buna muktedir olamaz. Yahut anılan misalde kâfire karşı onun mü’min kardeşine yardım ettiği gibi, her zaman kâfirlere karşı mü’minlere yardım edecektir. Nitekim "Onun mükâfatı da, sonucu da en hayırlı olandır" cümlesi de bu tefsiri desteklemektedir. Yani Allah'ın (celle celâlühü) dostlarına bahşedeceği mükâfat ve akıbet, en hayırlı olanıdır.

Mezkûr "velayet" kelimesi, "vilâyet" olarak da okunmuştur. Buna göre, "hâkimiyet ve saltanat", yegâne Allah'ındır; O, mağlup olamaz ve kimse o'na engel olamaz. Yahut başkasına ibâdet edilemez.

Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

" Gemiye, bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a tahsis ederek o'na yalvarırlar." (Ankebût: 65) Bu görüşe, göre, bu kelâm, onun, "Keşke Allah'a ortak koşmasaydım!" Sözünün, başına gelen musibetten dolayı, kendi kendine bir şikâyet ve çırpmış anlamında olduğuna dikkat çekmektedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

"Şimdi mi? Halbuki sen daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun." (Yûnus: 91)

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "İşte orada" işareti, âhirete işarettir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr ve tek olan Allah'ındır." (Gafir: 16)

45

"Ey Peygamberim! Onlara dünya hayatının misalini de anlat: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su ile, yeryüzünün bitkisi birbirine karışmış; sonra da o bitkiler, rüzgârların savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Zaten Allah her şeye muktedirdir."

A- Ey Peygamberim! Onlara dünya hayatının misalini de anlat: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su ile, yeryüzünün bitkisi birbirine karışmış; sonra da o bitkiler, rüzgârların savurduğu çerçöp haline gelmiştir.

Yani onlara dünya hayatının güzelliğini, cazibesini ve süratle zevâlini benzeri bir misal ile anlat ki, ona bel bağlayıp güvenmesinler ve âhiretten tanıamen yüzlerini çevirmesinler. Yahut dünya hayatının, garabet mis ak olan acayip sıfatlarını açıkla.

Bu teşbihte kendisine benzetme yapılan, suyun kendisi değil, fakat cümleden çıkan sonuçtur kı, su ile biten bitkinin halidir: Önce yemyeşil olur; sonra da rüzgârlarla savrulup sanki hiç yokmuş gibi olur.

B- "Zaten Allah her şeye muktedirdir."

Yani var etmek ile yok etmenin de dahil oldukları her şeye, Allah hakkıyla muktedirdir.

46

"Mal ve evlat, şu dünya hayatının süsüdür. Baki olan iyi işler ise, Rabbin katında mükâfat olarak da daha hayırlıdır, umut bağlamaya da daha layıktır."

A- Mal ve evlat, şu dünya hayatının süsüdür.

Bundan önce dünya hayatının kendisi bir misal ile anlatıldıktan sonra burada da, onların iftihar ettikleri dünya hayatının güzellikleri anlatılmaktadır. Nitekim o kâfir kardeş, mü’min kardeşine, "Ben servet olarak senden fazlayım ve evlat sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm" demişti.

Evlat, maldan daha aziz olduğu halde yukarıda (39. âyette) ve "Size mallarla ve evlat ile yardım ettik." Âyeti ile benzerlerinde olduğu gibi burada da malın, evlattan önce zikredilmesi, süs, yardım ve benzeri hususlarda malın derin etkisinden ve fertler ile vakitlere göre umumî olmasından dolayıdır. Zira mal, babalara da, evlatlara da her zaman yardımcıdır.

Evlat ise, baba olabilecek yaşa geldiklerinde yardımları görülebilir. Bir de mal, nefsin bekasının sebebidir; evlat ise, insan türünün bekasının sebebidir. Bir de, mala olan ihtiyaç, evlada olan ihtiyaçtan daha zarurîdir. Bir de malın kudreti, evlattan fazladır. Bir de mal, evlat olmasa da süstür; ama aksi öyle değildir. Zira evlatları olup da malı olmayan kimse, sıkıntı içindedir.

Hulâsa,  onların iftihar ettikleri mal ve evlat, dünya hayatını süsleyen şeylerdir ve onların nedenli çabuk zail oldukları, verilen misal ile anlaşıldı. Şu halde kendisinden daha önce zail olan vasıflarının hak nasıl olmalıdır?

B- "Baki olan iyi işler ise, Rabbin katında mükâfat olarak da daha hayırlıdır, umut bağlamaya da daha layıktır."

Baki olan iyi işler, bütün hayır işleridir.

Diğer bir görüşe göre ise beş vakit namazdır.

Bir diğer görüşe göre ise, "Sübhanallah, ve'lhamdü li'llah ve la ilahe illallah ve'llâhü ekber — Allah'ı tesbih ederim; O'na hamdederim. Allah'tan başka ilâh yoktur ve Allah en büyüktür" zikridir.

Başka bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü) rızası için yapılan her iştir. Hangi tefsire göre olursa olsun, fakir mü’minlerin, sabah akşam Allah'ın rızasını dileyerek yaptıkları ameller, öncekide buna dahildir.

Bu amellerin salâhı ve nefsin arzuladığı bütün dünyevi hazlar yok oldukları zaman, bunların baki olacakları açık bir hakikattir. İşte bu ameller, ahirette Allah (celle celâlühü) katında sahibine dönecek mükâfat olarak da daha hayırlıdır ve umut bağlamaya da daha lâyıktır; çünkü sahibi, ahirette, dünyada umduğu her şeye nail olur. Zikredilen mal ve evlat sahibinin ise, ahirette nail olacağı bir emeli yoktur.

47

"O günü hatırlat ki, dağları yürüteceğiz, yeryüzünün de meydana çıktığını (engebelerin kalkıp her tarafın göründüğünü) göreceksin ve içlerinden hiçbirini bırakmamacasına insanları mahşerde toplayacağız."

Yani o gün dağları yerlerinden söküp onları olduğu gibi boşlukta yürüteceğiz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

"O gün dağlara baktığında onları yerlerinde duruyorlar sanırsın; Halbuki onlar bulutlar gibi havada seyretmektedir." (Neml: 88) Yahut Biz, dağları toz duman haline getirdikten sonra onların parçacıklarını yürüteceğiz.

O günün hatırlatılmasından murat, müşrikleri, o gün olacak korkunç hâdiselerle uyarmaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, makabline atıftır. Yani baki olan iyi işler, Allah (celle celâlühü) katında ve kıyamet gününde daha hayırlıdır.

Ve o gün yeryüzünün her tarafını da dümdüz göreceksin. Bu hitap, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir, yahut görebilen herkes içindir. Yeryüzünün, dağlar altında kalan kısımlarının meydana çıkması keyfiyeti açıktır. Başka yerlerin meydana çakması ise, önceleri, dağların, görmeye engel olduğu yerlerin, dağların ortadan kalkmasıyla ortaya çıkması ve görünür hale gelmesi demektir. İşte o zaman her yer, engebesiz dümdüz bir saha haline gelecektir.

48

"O gün hepsi de sıra, sıra Rabbinin huzuruna çıkarılırlar. Yemin olsun ki, ilk defa yarattığımız gibi (çırılçıplak) geldiniz Bize. Hayır! Size, sizin için bir kavuşma zamanı tayin etmediğimizi sanmıştınız, denilecek."

A- O gün hepsi de sıra, sıra Rabbinin huzuruna çıkarılırlar.

Yani o gün hepsi, dağınık ve karışık değil de, sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkardırlar.

Sahih bir hadiste şöyle denilmektedir: "Allah (celle celâlühü), kıyamet günü öncekileri de, sonrakileri de düz bir sahada sıralar halinde toplayacaktır."

B- Yemin olsun ki, ilk defa yarattığımız gibi (çırılçıplak) geleliniz Bize. Hayır!

Size, sizin için bir kavuşma zamanı tayin etmediğimizi sanmıştınız, denilecek.

Yani onlara, Allah tarafından, "siz, ilk defa sizi yarattığımız gibi, yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak Bize geldiniz..." denilecek.

Yahut onlara: "Siz dünyada iftihar vesilesi yaptığınız mallardan ve yardımcılardan yoksun olarak Bize geldiniz" denilecek.

Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

"Yemin olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker Bize geleceksiniz ve dünyada size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız." (En'âm:94)

Ve yine onları ayıplamak ve takbih etmek üzere kendilerine:

"Hayır! Siz dünyada, sizin için vaat ettiğimiz dirilme ve kıyamet hallerini gerçekleştirmek için size bir kavuşma zamanı tayin etmediğimizi sanmıştınız" denilecek.

49

"Ve o kitap ortaya konulmuştur. Mücrimlerin, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün.

"Vay halimize! Bu nasıl kitapmış ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini saymış!" derler.

Ve işledikleri şeyleri karşılarında hazır bulmuşlardır. Zaten senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez."

A- Ve o kitap ortaya konulmuştur.

Bu cümle, "Rabbinin huzuruna çıkarılırlar" cümlesi üzerine atıf olup hatırlatılmak istenen kıyametin, korkunç hallerine dahildir. Burada, geçmiş fiil kipinin kullanılması, diğerlerinde olduğu gibi, muhakkak olacağına delâlet etmek içindir. (Olacağı muhakkak olan, olmuş hükmünde kabul edilebilir.)

O kitaptan murat, amel defterleridir. Onun konulmasından murat da, sahiplerinin sağ veya sol ellerine verilmesidir, yahut sevap ile günah terazisine konulmasıdır.

B- Mücrimlerin, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. "Vay halimize! Bu nasıl kitapmış ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsim saymış!" derler.

Bu mücrimlerden murat, bütün mücrimlerdir. Böylece kıyameti inkâr edenler öncelikle buna dahildirler.

C- "Ve işledikleri şeyleri karşılarında hazır bulmuşlardır

Yani dünyada işledikleri günâhları, yahut onların cezasını karşılarında yazılı bulacaklardır.

D- "Zaten senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.

Yani senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez ki, birinin işlemediği günahları onun amel defterine yazmış olsun veya müstahak olduğu azâbın fazlasını versin. Şu halde bu kelâm, ezek kalemin adaletini göstermektedir.

50

"Hani meleklere, "Âdem'e secde edin!" Demiştik. İblisten başka hepsi hemen secde ettiler. İblis cinlerden idi. Sonra Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, Benden başka onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanın izdir. O, zâlimler için ne kötü bir değişmedir!"

A- Hani meleklere, "Âdem'e secde edin!" demiştik, iblisten başka hepsi hemen secde ettiler. İblis cinlerden idi. Sonra Rabbinin emrinden çıktı.

Bu secde, selâmlama ve saygı gösterme secde sidir. Daha önce bunun izahı geçti.

"İblis cinlerden idi" cümlesi, müstesna olarak iblisin secde etmemesinin sebebinin beyanıdır. Sanki "O niçin secde etmedi?" Mukadder (gizli) sualine cevap olarak, "Çünkü o, aslen cinlerden idi. Sonra Rabbinin emrinden çıktı" denilmiştir. Yahut İblis, Allah'ın (celle celâlühü) emri sebebiyle yoldan çıkıp kâfir olmuştur.

Burada iblisin kıssasını hatırlatmaktan maksat, kendi nesepleri ve mallarıyla övünüp yoksul mü’minler arasına girmeyi kendilerine yakıştirmayan mütekebbirlere olan inkâr ve reddi ağırlaştırmaktır. Yani bunun İblisin işi olduğu ve onların, böyle davranmakla İblisin vesvesesine uydukları beyan edilinektedir. Nitekim âyetin bundan sonraki bölümü de bunu haber vermektedir.

B- "Şimdi siz, Benden başka onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz?

Şeytanın zürriyeti, onun çocuklarıdır veya mecazî olarak, ona uyanlar demektir. Katâde diyor ki: "Âdem oğulları üredikleri gibi, şeytanlar da ürerler." Denilmiştir kı, kuyruğunu Dübürüne sokarak yumurtlamakta ve açılan her yumurtasından bir cemaat şeytan çıkmaktadır.

C- "Halbuki onlar sizin düşmanınizdır.

Nitekim diğer bir âyette de:

"Çünkü onlar gerçekten benim düşmanımdır; âlemlerin Rabbi benim dostumdur." (Şuarâ: 77) ve bir âyette de:

"Düşman ancak onlardır." (Münafıkûn: 4) denilmektedir.

D- "O, zâlimler için ne kötü bir değişmedir!

Yani zâlimlerin, Allah'ı (celle celâlühü) İblis ile zürriyetine değişmeleri ne kötü bir şeydir! Bu ifade, onların yaptıklarının, pek çirkin bir zulüm olduğunu açıkça bildirmektedir.

51

"Ben ne şu gökleri ve bu yeri yaratırken, ne de kendilerini yaratırken şeytan ile soyunu şahit tutmadım. Ben zaten yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim."

A- Ben ne şu gökleri ve bu yeri yaratırken, ne de kendilerini yaratırken şeytan ile soyunu şahit tutmadım.

Allah yerine şeytan ile soyunu dost edinmelerinin, kendilerine habisliği, sapıklığı ve düşmanlığı gibi sakıncaları beyan edildikten sonra burada da haddi zatinda bunun mümkün de olmadığı beyan edilmektedir. Yani Ben, İblisi ve soyunu, göklerin ve yerin yaratılışına şahit kılmadım; çünkü Ben, gökleri ve yeri şeytanları yaratmadan önce yarattim. Ve şeytanları yaratırken de onların bazılarını, diğer bazılarının yaratılışına şahit kılmadım.

Cumhûr âlimlerin tefsir görüşü budur.

Diğer bir görüşe göre ise, Ben zâlimleri yaratırken de, şeytanları şahit kılmadım, demektir. Bu görüşün delili şudur: Bu makama uygun olan mâna budur; zira şeytanların, kendilerini dost edinenlerin yaratılışına şahit kılınmamaları, onların dost edinilmemesini gerektirmektedir. Çünkü bu dostluğu gerektirecek asgari sebep, velinin (dostun), onu edinenlerin yaratılışında hazır bulunmasıdır. Bu olmayınca da, bu dostluğu gerektirecek bir sebep de yok demektir. Şeytanların birbirlerinin yaratılmasında hazır bulunmamaları ise, bu dostluğun reddinin ve inkârının sebebi değildir.

B- "Ben zaten yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim.

Yani Ben zaten insanları doğru yoldan saptıranları, yaratmak işimde veva her hangi bir işimde yardımcı edinecek değilim kı, İlahlığın bazı hükümlerinde ortaklık iddia edilip buna binaen dostlukta da ortaklık vehmedilebilsin.

Bu kelâm onları takbih etmek anlamını ifade etmekte ve onların akıllarının ve görüşlerinin son derece sakat olduğunu bildirmektedir. Nitekim budalaların ve çocukların bile şüphe etmedikleri bu kadar açık hakikati de anlamıyorlar ve sarahatle belirtilmesine ihtiyaç duyuyorlar.

Bir görüşe göre, âyetin mânâsı şöyledir: Ben ne gökleri ve yeri yaratırken, ne de kendilerini yaratırken müşrikleri şahit kılmadım; onları yaratılış sırlarına muttali etmedim ve başkalarında bulunmayan faziletleri kendilerine tahsis etmedim ki, iddia ettikleri gibi kendileri insanlara örnek teşkil etsinler ve insanlar oların îmanı gibi îman etsinler. Binaenaleyh dine yardımları dokunur umuduyla onların sözüne itibar edilmez. Zira Benim, yoldan çıkaranları yardımcı edinmem asla uygun olmaz.

52

"O gün Allah, kâfirlere: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyleri çağırın!" Buyuracak. Onlar dar onları çağıracaklar. Ancak onlar, bunlara cevap vermeyecekler. Zaten Biz aralarına bir tehlike koymuşuzdur."

A- O gün Allah, kâfirlere: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyleri çağırın!" Buyuracak. Onlar dar onları çağıracaklar. Ancak onlar, bunlara cevap vermeyecekler.

Allah (celle celâlühü), o kâfirleri takbih için kendilerine buyuracak ki:

"Benim ortaklarım olduklarını ve size şefaat edeceklerini iddia ettiğiniz, o Allah'tan başka taptıklarınızın hepsini, yahut İblis ile zürriyetini çağırın."

Onlar, o bâtıl mabûdfarı çağıracaklar; fakat o mabutları, kendilerine cevap vermeyecekler ve imdatlarına gelmeyecekler; çünkü bu, mümkün, değildir.

B- "Zaten Biz aralarına bir tehlike koymuşuzdur.

Bu tehlike, iki tarafın helakin yeri olan Cehennem ateşidir. Yahut helakin kendisi sayılan, ağır düşmanlıktır. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) diyor ki: "Senin sevgin, külfet olmasın; düşmanlığın da karşı taraf için helâk olmasın."

Yahut âyetin metnindeki "Beyn" kelimesi, ilişki mânasındadır. Yani onların dünyada birbirleriyle olan ilişki ve dostlukları, ahirette kendileri için helâk kılmışızdır.

Âyetteki ortaklardan murat, melekler, Uzeyr, İsâ (aleyhisselâm) ve Meryem (aleyhisselâm) de olabilir. Âyetin metnindeki Mevbik kelimesinden de, uzun berzah murat olabilir. Yani Biz, aralarına, yürünüp gidilmesi helâk edici olan uzun bir berzah/ara) koymuşuzdur. Zira o kâfirler Cehennemin dibinde, ortak koştukları bu zatlar (Hazret-i Uzeyr, İsâ, Meryem) ise Cennetin yüksek mekânlarında olacaklar.

53

"Mücrimler, o ateşi görür görmez, ona yuvarlanacaklarını kesin olarak anladılar; ondan bir kurtuluş yolunu da bulamadılar."

Yahut onlar, Cehennem ateşini uzaktan görünce, ona yuvarlanacaklarını o anda kesin olarak anlayacaklar ve ondan bir dönüş yolunu da bulamayacaklardır.

54

"Yemin olsun ki, Biz, bu Kur’ân'da insanlara her türlü misalden tekrar tekrar vermekteyiz. Zaten insan, tartışmaya en çok düşkün varlıktır."

Yani Biz, bu Kur’ân'da insanların maslahatları ve menfaatleri için her türlü misalden ve ezcümle mezkûr iki adam misak ve dünya hayatının misali gibi misalleri birçok veçhile tekrar, tekrar vermekteyiz. Yahut îmanı gerektiren ve garabette, güzellikte ve nefisleri celp etmekte misal gibi olan çeşitti hârika mânaların her türünden tekrar, tekrar vermekteyiz ki, hakkı kabul etsinler; ama onlar hakkı kabul etmediler.

Zaten insan cibilliyet olarak tartışmaya en çok düşkün varlıktır. Onun bu konudaki tartışması, bâtıl ve haksız sebeplerle şiddetli husumet göstermesi ve kati tartışmalara girmesidir.

55

"Kendilerine hidâyet geldiğinde o insanları îman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan şey, sadece, eskilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut o azâbın göz göre göre kendilerine gelmesini beklemeleridir."

Yani bâtıl halleri anlatılan o Mekke halkına, içindeki çeşitli mânaları ile îmâna hidâyet eden Kur’ân-ı Azîm geldiğinde yalnız Allah'a (celle celâlühü) îman edip içinde, bulundukları şirki terk etmelerine ve kendilerinden sâdır olan çeşitli günahlardan ve ezcümle hakka karşı bâtıl ile mücadele vermelerinden dolayı mağfiret dilemelerine engel olan şey, sadece eskilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut o azâbın göz göre, göre kendilerine gelmesini beklemeleridir.

Hulâsa,  Kur’ân-ı Kerîm, îmanı gerektiren o kadar delilleri içermektedir kı, eğer bu gibi kuvvetli hikmetler olmasaydı, insanların yaratılışında tartışma, isteği olsa bile, onlar îman etmekten imtina etmezlerdi.

56

"Biz, gönderilmiş peygamberleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfirler ise, hakkı ortadan kaldırmak için bâtıl yolla uğraşır dururlar. Bir de, onlar âyetlerimizi de, uyarıldıkları şeyleri de alaya almışlardır."

A- Biz, gönderilmiş peygamberleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfirler ise, hakkı ortadan kaldırmak için bâtıl yolla uğraşır dururlar.

Yani Biz, ümmetlere gönderdiğimiz peygamberleri sadece, mü’minlere mükafat müjdelemek ve kâfirleri ve günahkârları da azap ile uyarmak üzere göndeririz. Kâfirler ise, bunca mucizelerin gösterilmesinden sonra yine mucize istemek ve inadına, Ashab-ı Kehf ve benzeri kıssaları sormak gibi, hakkı ortadan kaldırmak, insanların ayaklarını kaydırmak için bâtıl yolla uğraşır dururlar. Nitekim onlar, peygamberlere:

"Sizde bizim gibi beşerden başka bir şey değilsiniz." (Yâsîn: 15), "Eğer Allah dileseydi, mutlaka melekleri gönderirdi."(Müininûn:24) gibi şeyler söylüyorlardı.

B- "Bir de, onlar âyetlerimizi de, uyarıldıkları şeyleri de alaya almışlardır.

Yani onlar, sağır dağların bile, karşılarında yere kapandıkları âyetlerimizi de, onların maruz kalacakları ceza ve azabı haber veren öncü hâdiseleri de alaya almışlardı.

57

"Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yaptıklarını unutandan daha zâlim kim vardır! Şüphe yok ki, Biz, Kur’ân'ı anlamamaları için kalplerine perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koymuşuzdur. Sen onları hidâyete ne kadar da çağir-san, artık onlar hiçbir zaman hidâyete ermeyeceklerdir."

A- Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yaptıklarını unutandan daha zâlim kim vardır!

Yani Kur’ânin âyetleri kendine hatırlatılıp da tefekkür etmeden, ibret almadan onlardan yüz çevirenden ve işlemiş olduğu küfrü, günahları ve ezcümle mezkûr hakka karşı bâtıl yolla mücadelelerini, hak ile alay etmelerini ve akıbetlerini unutandan daha zâlim kim vardır?

B- "Şüphe yok ki, Biz, Kur’ân'ı anlamamaları için kalplerine perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koymuşuzdur. Sen onları hidâyete ne kadar da çağır-san, artik onlar hiçbir zaman hidâyete ermeyeceklerdir.

Bu kelâm, onların yüz çevirmelerinin ve unutmalarının sebebini beyan ederek kalplerinin mühürlü olduğunu bildirmektedir.

"Sen onları hidâyete..." Cümlesi, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mukadder sualine cevap mahiyetindedir. Bu sual, Peygamberimizin, onların Müslüman olmalarına fazla önem vermek halinden anlaşılmaktadır. Sanki Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben niçin onları davet etmeyeyim?" demiş de, buna cevap olarak böyle denilmiştir.

58

"Senin Rabbin ise, rahmet sahibi o çok bağışlayandır. Eğer yaptıkları yüzünden, onları acilen muaheze etseydi, azaplarını mutlak surette çarçabuk verirdi. Hayır! Onlar için bir kavuşma zamanı vardır ki, o zaman Allah'tan başka sığınak bulamayacaklardır."

A- Senin Rabbin ise, rahmet sahibi o çok bağışlayandır.

Âyetin metninde rahmet maddesinin mübalağa kipi ile zikredılmeyip yalnız mağfiret maddesinin mübalağa kipi ile (Gafur) zikredilmesi, onların günahlarının çok olduğuna dikkat çekmek içindir. Bir de, mağfiret, zararların terkidir ve Allah (celle celâlühü), nihayetsiz olarak azapların terkine Kaadir'dir. Rahmet ise, fiil ve icattır ve ancak nihayeti (sonu) olan şeyler, vücut kapsamına girmektedir. Âyette mağfiretin, rahmetten önce zikredilmesi, boşaltmanın süslemeden önce olması itibarıyladır. Yahut bu makama göre mağfiret daha cin emlidir; çünkü bu makam, gerektin', ci sebeplen mevcut olan azabı beyan etmek makamıdır. Nitekim âyetin bundan sonraki cümlesi de bunu belirtmektedir.

B- "Eğer yaptıkları yüzünden, onları acilen muaheze etseydi, azaplarını mutlak surette çarçabuk verirdi.

Yani eğer Allah (celle celâlühü) işledikleri günahlar yüzünden ve ezcümle kendileri, hakkında anlatılan o bâtıl yoldan mücadeleleri, Rablerinin âyetlerinden yüz çevirmeleri ve uyarıldıkları azaplara aldırış etmemeleri gibi büyük hataları yüzünden onları âcîlen muaheze etmek isteseydi, azaplarını kesinliklc hemen çarçabuk verirdi.

C- "Hayır! Onlar için bir kavuşma zamanı vardır ki, o zaman Allah'tan başka sığmak bulamayacaklardır.

Bu kavuşma zamanı kıyamet günüdür. Bu cümle mukadder bir cümleye atıftır. Yani onlar ansızın muaheze edilmeyecek!erdir ve onlar için bir kavuşma zamanı vardır.

59

"İşte helâk ettiğimiz o memleketler! Onlar zulmettikleri zaman, onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman belirlemiştik."

A- İste helâk ettiğimiz o memleketler! Onlar zulmettikleri zaman, onları helâk ettik.

Yani iste Ad ve Semûd ve benzerlerinin memleketleri gibi helâk ettiğimiz memleketler. Onlar, Kureyş'in anlatılan o çirkin fiilleri gibi davranışlarla zulmettikleri vakit onları helâk ettik.

Onları helâk etmek vaktinden murat, zulmettikleri o muayyen vakit değil, fakat zulümlerinin başlangıcından helâk oldukları zamânâ kadar uzayan müddettir.

B- "Onları helâk etmek için de belli bir zaman belirlemiştik.

Bu, Kureyş'e de bir vakit belirlendiğine delil olarak beyan edilmiştir ki, gafletten uyansınlar ve azabın geciktiğe aklanmasınlar.

60

"Bir zaman Mûsâ, genç adamına demişti ki:

" İki denizin kavşağına varıncaya kadar durmadan gideceğim, yahut uzan zaman yürüyeceğim."

Hazret-i Mûsâ'nın bu genç adamı, Yûş' bin Nûn bin Efrâyim bin Yûsuf'tur (aleyhisselâm). Ona Fetâ denilmiş, çünkü o, Hazret-i Mûsâ ile birlikte kalıyor ve ona hizmet ediyordu.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûşa', Hazret-i Mûsa'dan ilim öğreniyordu ve öğrenci yaşlı da olsa ona Fetâ denilir.

Öyle anlaşılıyor ki, her ümmet için tayin edilmiş bir buluşma zamanı olduğu beyan edildikten sonra bu kıssanın hatırlatılması, kıssadaki mülakat (karşılaşma) yerinin ve zamanının hatırlatılması içindir. Ayrıca bu kıssada başka büyük faydalar da vardır.

İki denizin kavşağı, Fars ve Rûm denizlerinin birleştiği boğazın doğu sahilidir.

Diğer bir görüşe göre ise, Tanca kentinin bulunduğu yerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu denizler, Ermenistan'daki Ker ve Res Denizleri'dır.

Başka bir görüşe göre ise, bu denizler Afrika'dadır.

Âyetin metnindeki Hukub, yıl, seksen yıl ve ebedî mânâlarına gelmektedir.

Âyette anlatılan bu yolculuğun asıl sebebi: Kıp tilerin (Fir’avun ordusunun) helakinden sonra Mûsâ (aleyhisselâm), İsrail Oğullarıyla beraber Mısır'a yerleşip oraya tamamen hâkim olunca, Allah (celle celâlühü), ona, kendi kavmine Allah'ın nimetini hamlatmasını emir buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, kavmini toplayıp onlara öyle hârika bir hutbe okudu ki, hepsinin kalbi etkilendi ve gözlerinden yaşlar aktı.

O zaman kavmi, kendisine:

" İnsanların en büyük âlimi kimdir?" diye sordular.

Hazret-i Mûsâ da:

"Benim!" dedi. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), ilim mercii, olarak Kendisini göstermediği için onu kınadı ve ona şöyle vahiy buyurdu:

" Hayır! Senden daha büyük âlim bir kulum var; o, iki denizin birleştiği yerde bulunmaktadır; adı Hızır'dır (aleyhisselâm)."

Hızır (aleyhisselâm), Mûsa'dan (aleyhisselâm) önce hükümdar Efrîzûn zamanında ve Zülkarnenyn'den az sonra yaşamış ve Hazret-i Mûsâ zamanına kadar da hayatta kalmıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsâ, Rabbine: " Hangi kulunu en çok seviyorsun?" diye sordu. Allah da:

" Beni zikreden ve Beni hiç unutmayanı..." diye cevap verdi. Hazret-i Mûsâ:

" Hangi kulun en iyi hâkimdir?" diye sordu. Allah (celle celâlühü) da:

" Hak ile hükmeden ve kötü arzularına uymayan hâkimdir" buyurdu. Hazret-i Mûsâ:

" Ey Rabbim! Hangi kulun en büyük âlimdir?" diye sordu. Allah (celle celâlühü) da şöyle cevap vereh:

" Kendi ilmine ilâve olarak insanlardan da ilim öğrenen kimsedir. Umulur ki, insanlardan öğrendiği bir kelime, onu hidâyete götürür veya onu tehlikeden döndürür."

O zaman Hazret-i Mûsâ:

" Ey Rabbim! Eğer kulların içinde benden daha âlimi varsa, onu bana göster!" dedi.

Allah (celle celâlühü) da:

" Hızır, senden daha bilgilidir" buyurdu. Hazret-i Mûsâ:

" Ben onu nerede bulabilirim?" diye sordu. Allah (celle celâlühü) da:

" Deniz sahilinde o kayanın yanında..." buyurdu.

Hazret-i Mûsâ:

" Ey Rabbim! Sahilin orasını nasıl bulabilirim?" dedi. Allah (celle celâlühü) da buyurdu ki:

" Bir balığı bir sepete koyarsın. Onu kayıp ettiğin yerde Hızır'ı bulursun."

Hazret-i Mûsâ da, bir balık alıp bir sepete koydu. Yola koyulduktan sonra yanındaki gence dedi ki:

" Balığı kayıp ettiğin zaman bana haber ver!" Sonra ikisi, birlikle yollarına devam ettiler...

61

"Nihayet her ikisi, iki denizin kavşağı arasına vardıklarında balıklarını unuttular. O zaman balık denizde bir yol tutup gitmişti."

Onlar oraya vardıklarında balığı ve hareketlerini izlemeyi unuttular.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûşa', balığın durumunu Hazret-i Mûsa'ya söylemeyi unuttu ve Hazret-i Mûsâ da, bu konuda ona bir şeyi emretmeyi unuttu.

Rivâyet olunuyor ki, ikisi, nihayet o iki denizin kavşağına vardılar. Orada bir kaya vardı ve hayat pınarı da orada bulunuyordu. Bu hayat pınarının suyu cansız bir şeye isabet etse, mutlaka hayat bulur. İşte orada Hazret-i Mûsâ ile Yûşa' başlarını o kayanın üstüne koyup uyumaya başladılar. O balığa suyun serinliği ve esintisi isabet edince, canlandı.

Daha önce de ikisi bu balıktan yemişlerdi. Balığın canlanması, Hazret-i Yûşa'nın o uykudan uyanmasından sonra olmuştu.

Bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûşa', hayat pınarından abdest aldı ve o sırada su, balığa sıçradı; balık hemen canlanıp suya atladı; sonra balık denizde bir yol tutup gitti.

Bir görüşe göre, Allah Hazret-i Mûsâ veya Hızır (aleyhisselâm) için mucize olarak, balığın önünde suyun akıntısını durdurdu ve sular kemer gibi önünde yükseldi.

62

"Kavşağı geçince Mûsâ, genç adamına:

" Azığımızı getir bize. Bu yolculuğumuzdan gerçekten pek yorgun düştük" dedi."

Yani ikisi, buluşma yeri olarak belirlenmiş o iki deniz kavşağını geçince... Deniliyor ki; onlar o gece ve ertesi gün öğleye kadar yürüdüler ve Mûsâ iyice acıktı. İşte o zaman, yanındaki genç adamına:

"Azığımız, olan balığı getir bize. Bu yolculuğumuzdan gerçekten pek yorgun düştük" dedi. Deniliyor ki, Mûsâ (aleyhisselâm), ondan önce hiç bu kadar yorulmamış ve açıkmamıştı.

63

"Genç adam: "Gördün mü? Biz orada kayanın dibine çekildiğimiz zaman balığın durumunu sana söylemeyi gerçekten unutmuşum; onu söylemeyi ancak şeytan bana unutturmuştur. Balık, şaşılacak bir şekilde o denizde yolunu tutup gitmişti" dedi."

A- Genç adam: "Gördün mü? Biz orada kayanın dibine çekildiğimiz zaman balığın durumunu sana söylemeyi gerçekten unutmuşum; onu söylemeyi ancak şeytan bana unutturmuştur.

Bundan önce iki kez, iki deniz kavşağı olarak zikredildiği halde burada kayanın dibine çekildikleri yer olarak zikredilmesi, hâdise mahallim iyice tayin etmek içindir. Zira iki deniz kavşağı, geniş bir yer olup o hâdiseye göre mezkûr muradı gerçekleştirmek için gerekli asıl yer değildir.

Bir de, özrü açıklamak içindir; çünkü kayanın dibine çekilip uyumak normal olarak unutmaya sebep olur. Hazret-i Yûşa'nın bu söylediklerinden muradı, orada başından geçeni unutmadan Hazret-i Mûsa'ya taaccüp ettirmektir. Zira arada gördüğü büyük gariplikler, unutulacak şeyler olmadığı halde ve balığın kayıp olması, matlubun bulunmasına işaret olarak belirlenmesine rağmen bu unutma olmuştu. Bu üslup, insanlar arasında mutat bir üsluptur; bir kimsenin başından büyük bir hâdise geçince:

"Başıma gelenleri gördün mü?" der. Bundan muradı, hâdisenin korkunçluğunu anlatmak, arkadaşına taaccüp ettirmek ve bunun alışılmış bir vaka olmadığını bildirmektir. Yoksa bazı kimselerin dediği gibi, bundan murat, hâdiseyi haber vermek değildir.

B- "Balık, şaşılacak bir şekilde o denizde yolunu tutup gitmişti" dedi.

Yani balık, dirilmiş, hareket etmeye başlamış, denize düşmüş ve şaşılacak bir şekilde o denizde yolunu tutup gitmiştir.

Bir görüşe göre bu cümle, Hazret-i Mûsâ'nın kelâmmdandır. Ancak bu gerçek değildir.

64

"Mûsâ: "İşte aramakta olduğumuz şey o idi" dedi. İkisi de hemen izlerinin üzerine geri döndüler."

65

"Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik."

Hazret-i Mûsâ ile Yûşa geldikleri yoldan geri döndüler ve nihayet o kayanın yanına geldiklerinde bir zat buldular. Cumhûra göre bu zat Hızır'dır (aleyhisselâm) Onun asıl adı Belyâ b. Melkânt'dır.

Diğer bir görüşe göre ise bu zat İlyâs'dır

Yani Biz o kulumuza katımızdan vahiy ve peygamberlik vermiştik ve kendisine tarafımızdan, mahiyeti bilinmeyen, miktarı tarif edilemeyen özel bir ilim vermişti ki, bu, bilinmeyenler ilmidir.

66

"Mûsâ ona: "Sana öğretilen hayırdan bana öğretmen üzere seninle beraber gelebilir miyim?" dedi."

Hazret-i Mûsâ, bir rakım gizli ilimlerin sırlarını öğrenmek üzere, bir süre kendisiyle beraber dolaşmak için Hazret-i Hızır'dan bu şekilde izin istemişti. Hazret-i Mûsa'nın peygamber olması ve şeriat sahibi bulunması, kendi şeraitinin hükümleri ile ilgili bulunmayan gizli ilimlerin esrarını öğrenmesine, mânı bir husus teşkil etmez.

Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Hızır (aleyhisselâm) ile konuşurken son derece alçak gönüllü davranmıştır.

67

"O dedi ki: "Sen benimle beraber olmağa asla sabredemezsîn."

68

"Kavrayamadığın bilgiye karşı nasıl sabredebilirsin!"

Hızır Mûsâ'nın kendisiyle beraber bulunmaya sabredemeyeccğini teldt ile ve sanki imkânsız olduğunu bildirmekte ve "Kavrayamadığın bilgiye karşı nasıl sabredebilirsin?" İfadesiyle de bunun sebebini izah ederek kendisinin, zahire göre yasak olan sebepleri gizli birtakım işleri idare ettiğini bildirmektedir. Ve salâh ehli ve özellikle de şeriat sahibi olan bir kişi, yasak işleri gördüğü zaman kayıtsız kalmaya kendini zaptedemez.

Buhârî, Sahihi'nde şöyle denilmektedir:

"Hızır, Mûsa'ya (aleyhisselâm) dedi ki:

- Ben, Allah (celle celâlühü) tarafından bana öğretilmiş ve senin bilmediğin bir ilme sahibim; sen de, Allah (celle celâlühü) tarafından sana öğretilmiş ve benim bilmediğim bir ilme sahipsin."

69

"Mûsâ:

" İnşâallah, beni sabırlı bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem" dedi."

Yani Allah (celle celâlühü) dilediği takdirde, beni, seninle beraber kalmaya sabreden ve hiçbir işine itiraz etmeyen ve senin emrine karşı gelmeyen bir kişi olarak bulacaksın.

Bu kelâm, kulların fiillerinin Allah'ın (celle celâlühü) dilemesine bağlı olduğuna delildir.

70

"Hızır:

" Eğer bana tâbi olursan, sana hakikatini açıktan söyleyinceye kadar artık hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" dedi."

Aralarında geçen konuşmalardan sonra Hazret-i Hızır, Hazret-i Mûsa'ya, kendisiyle beraber yolculuk etmeye şartlı olarak izin verip dedi ki: Benimle beraber olduğun surece göreceğin davranışlarım dan dolayı bana itiraz ederek benimle tartışmak şöyle dursun, ben onun hakikatini sana açıklamadan sen onun hikmetini bile bana sormayacaksın.

Hazret-i Hızır'ın bu sözü, kendisinden sâdır olan her şeyin, mutlaka bir hikmeti ve güzel bir sonucu olduğunu bildirmektedir.

Burada anlatılan tavır, öğrencinin, öğretmene karşı ve tabiin, öndere karşı takınmak zorunda olduğu edeptir.

71

"Bunun üzerine ikisi yola koyuldular. Nihayet o gemiye bindikleri zaman Hızır, gemiyi deldi.

Mûsâ:

" İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten korkunç bir iş yaptın" dedi."

Hazret-i Mûsâ ile Hızır (aleyhisselâm) bir gemi bulmak için birlikte sahilde yürümeye başladılar. Yûşa ise, Hazret-i Mûsâ onu geri çevirip İsrail Oğullarının yanma gönderdi. Deniliyor ki; bir gemi, Hazret-i Mûsâ ile Hızır'ın (aleyhisselâm) yanından geçerken Hızır onlara seslenince, onlar Hızır'ı tanıdılar ve ikisini navlunsuz olarak gemiye aldılar.

Deniliyor ki; gemi denize açıldıktan sonra Hızır eline bir balta alıp geminin suda kalan kısmından iki tahta söktü.

İşte o zaman Hazret-i Mûsâ, ona:

" Sen geminin içindeki yolcuları boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten korkunç bir iş yaptın" dedi.

72

"Hızır:

" Ben sana, benimle beraber olmağa asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi."

Hızır (aleyhisselâm) bu sözleriyle, daha önceki sözlerini Hazret-i Mûsa'ya hatırlatıyor ve vaadine vefa göstermediğini tahkik ediyor.

73

"Mûsâ:

" Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde de bana zorluk çıkarma" dedi."

Hazret-i Mûsâ'nın unuttuğu şey, kendisi açıklamadan önce sebepleri gizli olan fiillerin hikmetini sormamasına ilişkin Hızır'ın (aleyhisselâm) tavsiyesidir. Hazret-i Mûsâ demek istedi ki, ben senin tavsiyeni unuttum ve unutana muaheze yoktur.

Nitekim Buhârî Sahihi'nde belirtildiğine göre, Mûsa'nındı birinci karşı cilası, tamamen unutma eseri idi. Yahut Hazret-i Mûsâ'nın, unutmadan dolayı kendisini muaheze etmemesini istemesi, özrünün beyanı olarak, ona unuttuğunu vahim ettirmektedir. Bu ifade, yalan da söylemeden gayeye ulaşmak için başvurulan tarizlerdendir. Yahut Hazret-i Mûsâ'nın unutmaktan maksadı, terk etmektir. Yani tavsiyeni ilk defa terk ettiğimden dolayı beni muaheze etme.

Ve seninle beraber kalmakta bana zorluk çıkarma; yaptığıma göz yumarak ve benimle tartışmayarak bu beraberliği bana kolaylaştır.

74

"Yine yola koyuldular. Derken erkek çocuğa rastladılar. Hızır, onu hemen öldürdü.

Mûsâ:

" Bir can karşılığı olmaksızın masum bir kimseyi öldürdün ha?

Gerçekten ilkinden de kötü (büyük) bir iş yaptın!" dedi."

A- Yine yola koyuldular. Derken erkek çocuğa rastladılar. Hızır, onu hemen öldürdü.

Yani Hızır (aleyhisselâm), Mûsâ'nın özrünü kabul etti; sonra gemiden çıkıp yollarına devam ettiler. Derken diğer çocuklarla oynayan bir çocuk gördüler. Hızır (aleyhisselâm), hemen boynunu bükerek onu öldürdü.

Diğer bir görüşe göre ise, çocuğun başını duvara vurarak onu öldürdü.

Bir diğer görüşe göre ise, Hızır (aleyhisselâm), çocuğu oturtup onu bıçakla boğazladı.

B- "Mûsâ: "Bir Can karşılığı olmaksızın masum bir kimseyi öldürdün ha? Gerçekten ilkinden de kötü (büyük) bir iş yaptın!" dedi.

Bir insanın öldürülmesini mubah kılan îmandan sonra küfür ve evli iken zina etmek gibi sebepler içinden burada bu (sebepsiz öldürme) zikre tahsis edilmiş, çünkü o çocuğun haline göre bunun vukuu, en yakın ihtimaldir.

Mûsâ (aleyhisselâm), Hızır'ın (aleyhisselâm) bu yaptığının, birincisinden daha kötü olduğunu söyledi. Çünkü gemide açtığı deliğin kapatılması mümkündür. Fakat bu sefer öldürdüğü çocuğu hayata döndürmek mümkün değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, birincisi, bundan daha büyüktür; çünkü bir kişiyi öldürmek, bir geminin bütün yolcularını boğmaktan daha ehvendir.

75

"Hızır: "Ben sana, benimle beraber kalmaya asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi."

Burada "sana" kelimesinin ilâve edilmesi, tavsiyeye bağlı kalmadığından ve pek az sabır ve sebat göstermesinden ötürü ziyadesiyle kınanmasını ifade etmek içindir. Zira karşı koyup tavsiyeyi reddetmesi tekerrür etmiş ve hatırlatmakla kaçınmadığı için ikincisinde daha kuvvetli bir uyarı yapılmıştır,

76

"Mûsâ:

" Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artik benimle arkadaşlık etme. Şüphesiz kendi tarafımdan son mazeretimi de kullandım" dedi."

Yani üç kez sana muhalefet etmiş olacağım için artık bir daha benden özür kabul etme; çünkü yeteri kadar özrümü kabul ettin.

Peygamberimiz'den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Allah, kardeşim Mûsa'ya rahmet eylesin; utandı da bunu söyledi. Eğer arkadaşıyla beraber kalsaydı, en acayip şeyleri görecekti."

77

"Yine yola koyuldular. Nihayet bir kent halkının yanına varıp onlardan yiyecek istediler. O kent halkı ise, onları konuklamaktan kaçındılar. Bu sırada orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır hemen onu doğrulttu.

Mûsâ:

" İsteseydin mutlaka bu işine karşılık bir ücret alırdın" dedi"

A- Yine yola koyuldular. Nihayet bir kent halkının yanına varıp onlardan yiyecek istediler.

Bu kent, Antakya idi.

Diğer bir görüşe göre ise bu kent Eyle idi.

Bir diğer görüşe göre ise Berka idi.

Başka bir görüşe göre ise Endülüs'te bir kent idi.

Peygamberimiz'den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bunlar, çok cimri bir kent halkı idiler." Denilmiştir ki:

"Kentlerin en kötüsü, konukların ağırlanmadıkları ve yolcuların haklarının gözetilmediği kentlerdir."

Rivâyet olunuyor ki, Hızır ile Mûsâ o kentin mahallelerini dolaşıp onlardan yiyecek istediler; fakat kent halkı onlara yemek vermediler ve kendilerini konuklamalarını istediler; fakat kent halkı onları konuklamaktan imtina ettiler.

B- "O kent halkı ise, onları konuklamaktan kaçındılar. Bu sırada orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır hemen onu doğrulttu.

Mûsâ:

İsteseydin mutlaka bu işine karşılık bir ücret alırdın" dedi.

Bir görüşe göre Hızır elini duvara sürünce, duvar hemen doğruluverdi.

Diğer bir görüşe göre ise, duvarı yıkıp yeniden bina etti.

Bir diğer görüşe göre ise, bir direk desteğiyle duvarı doğrulttu.

Deniliyor ki, Hızır'ın (aleyhisselâm) boyu altmış arşın idi. Mûsâ (aleyhisselâm), bu sözleriyle, duvarı onarmasına karşılık, Hızır'ı yemek ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücret almaya teşvik etmek de idi. Yahut lüzumsuz bir işle uğraştığını tariz ediyordu. Öyle sanılıyor ki, Hazret-i Mûsâ, şiddetli ihtiyaçlarına rağmen o kent halkının kendilerini yardımdan mahrum bıraktıkları halde Hazret-i Hızır'ın kendisini ilgilendirmeyen bir işle meşgul okluğunu görünce, sabredemeyip bunu söylemiştir.

78

"Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."

Yani bu ayrılık, ikimizin artık kesin ayrılığıdır. Yahut işte bu an bizim ayrılmamız zamanıdır. Yahut bu üçüncü sualin, kesin ayrılmamızın sebebidir.

Hızır'ın (aleyhisselâm) bu ifadesi, Hazret-i Mûsa'nın sabırsızlığının tarizi ve onu kınamayı ifade etmektedir.

79

"O gemi yok mu, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde, her sağlam gemiyi gasp eden bir zorba hükümdar vardı."

Yani o benim elekliğim gemi yok mu, zâlimlere karşı kendilerini savunamayan, güçsüz insanlarındı.

Bir görüşe göre bu gemi, on kardeşindi Bunların beşi kötürüm idiler; beşi de denizde çalışıyorlardı. Bu görüşe göre, denizde çalışma fiilinin hepsine isnat: edilmesi tağlîb yoluyladır. Yahut vekillerin çalışması, müvekkillerin çalışması sayıldığı içindir.

Sağlam gemileri gasp eden zorba hükümdar, bir görüşe göre onların ilerisinde idi.

Diğer bir görüşe göre ise onların arkasında idi ve onun yanma dönmeleri zorunlu idi. Bu zorba hükümdarın adı Celenda b. Kerker idi.

Bir görüşe göre ise Menule b. Çelendâ El-Ezdi idi.

80

"O oğlana gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi. Ancak biz, bu çocuğun onları azgınlığa ve küfre sevk etmesinden korktuk."

Yani benim öldürdüğüm oğlana gelince, onun ebeveyni mü’min kimselerdi.

Fakat biz, bu çocuğun onları azgınlığa sürüklemesinden ve ebeveyninin nimetlerine nankörlük ederek onlara isyan ve kötülük etmesinden ve kendilerine şer ve belâ getirmesinden, yahut ebeveyninin îmanına karşın bu çocuğun azgınlığa ve küfre düşmesinden ve böylece bir evde iki mü’min ebeveyn ile azgın ve kâfir bir çocuğun bir arada olmasından, yahut bu çocuğun kendi hastalığını onlara da sıçratmasından, onları da saptırmasından ve neticede ebeveyninin de kendi yüzünden hak dinden dönmelerinden korktuk..

Hazret-i Hızır, çocuğun ebeveyni için endişe etmişti, çünkü Allah (celle celâlühü) o çocuğun hâlini kendisine bildirmiş ve onu bu sırra muttali kılmıştı.

Bir kırâete (okuyuşa) göre ise, "Rabbin korktu" anlamına gelecek şekilde okunmuştur. Yani Rabbin böyle olmasını hoş karşılamadı, demektir.

81

"İşte bunun için istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin."

Yani anılan sebepten dolayı istedik ki, Rableri bu sakıncalı çocuk yerine kendilerine, günahlar ile kötü ahlaktan uzak ve daha merhametli ve şefkatli hayırlı bir evlat versin.

Deniliyor ki, o ana-babanın bir kız çocuğu oldu; sonra bir peygamber o kızla evlendi ve bir peygamber doğurdu. Allah (celle celâlühü) onun eliyle bir ümmeti hidâyete eriştirdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kız, yetmiş peygamber doğurdu (veya onunla evlenen peygamberin soyundan bu kadar peygamber dünyaya geldi).

Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü) o çocuk, yerine kendileri gibi mü’min bir çocuk ihsan buyurdu.

82

"Duvara gelince de, bu duvar, şehirde iki öksüz çocuğundur. Duvarın altında da onlara ait bir hazine vardır. Babaları da iyi bir kimse idi.

İşte Rabbin, bu öksüz çocukların erginliğe erişmelerini ve hazinelerini çıkarmalarını istedi. Bu, Rabbinden onlara bir rahmettir.

Ben onu kendiliğimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."

A- "Duvara gelince de, bu duvar, şehirde iki öksüz çocuğundur. Duvarın altında da onlara ait bir hazine vardır."

Deniliyor ki, bu iki çocuğun adlan Asrem ve Sarım idi. Öldürülen çocuğun adı da Ceysûr idi.

Bu duvarın altındaki hazine, merfû olarak (Peygamberimize ulaşan busen etle) rivâyet olunduğuna göre, gümüş ve altından idi. "Altin ile gümüşü biriktirip saklayanlar..." (Tevbe: 34) âyetinde altın ile gümüşü biriktirip saklamanın zemmedilmesi, bunların zekâtını ve diğer haklarını ödemeyenler hakkındadır.

Bir görüşe göre de, bu hazine, altından bir levha idi ve üzerinde şu yazılı idi:

"Kadere inandığı halde üzülen kimseye şaşarım. Rızka inandığı halde kendini bu kadar fazla yoranlara şaşarım. Ölüme inandığı halde bu kadar sevinç içinde yaşayanlara şaşarım. Kıyametteki hesaba inandığı halde gaflet içinde yaşayanlara şaşarım. Dünyayı ve onun dünya ehlini nasıl ters yüz ettiğine inandığı halde dünyaya bel bağlayanlara şaşarım. La ilahe illâllah, Muhammedu'r-rasûlüllah"

Bir diğer görüşe göre ise, bu hazine, yazılı kâğıtlar olup içlerinde önemli bilgiler vardı.

B- "Babaları da iyi bir kimse idi.

Bu kelâm, Hızır'ın bu çabasının, bu iyi babadan dolayı olduğuna dikkat çekmektedir.

Deniliyor ki, bu iki öksüz çocuk ile bu hazineyi saklayan arasında yedi baba vardı.

C- "İşte Rabbin, bu öksüz çocukların erginliğe erişmelerini ve hazinelerini çıkarmalarını istedi.

Yani eğer ben, bu duvarı doğrultmasaydım, mutlaka yıkılırdı ve bu iki öksüz çocuk, mallarını koruyup geliştirmeye muktedir olmadan önce hazine, duvarın altından meydana çıkmış ve zayi olmuş olurdu.

D- "Bu, Rabbinden onlara bir rahmettir.

Yahut bu gördüğün şeyi yapışım, Rabbinin onlara bir rahmetidir.

E- Ben onu kendiliğimden yapmadım.

Yani ben, bu yaptıklarımı kendi görüşüm ve içtihadım olarak yapmadım; fakat Allah'ın (celle celâlühü) emri olarak yaptım.

F- "İşte hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."

Bu kelâm, bütün zikredilenlerin fezlekesi mahiyetindedir.

Bir hatırlatma:

Hızır'ın (aleyhisselâm) hayatı hakkında ihtilaf edilmiştir:

Bir görüşe göre Hızır (aleyhisselâm), hayattadır. Sebebi de şudur: Hızır (aleyhisselâm), Zülkarneyn'in öncü kumandanı idi. Zülkarneyn o karanlık bölgeye girince, önde giden Hızır Hayat Pınarını buldu ve inip onda yıkandı ve ondan içti. Zülkarneyn ise yolunu kayıp eckp geri döndü.

İslam âlimleri derler ki; İlyâs da hayattadır. İkisi her sene hac mevsiminde bir araya gelirler.

Diğer bir görüşe göre ise, Hızır (aleyhisselâm) ölüdür.

Zira rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gece yatsı namazını kıldıktan sonra şöyle buyurdu:

" Siz bu gecenizi biliyor musunuz? Biliniz ki, bu geceden itibaren, yüz sene sonra, şu anda yeryüzünde yaşayanlardan hiçbir insan kalmayacaktır."

Ve eğer o zaman Hızır hayatta olmuş olsa da, ondan yüz sene sonra hayatta kalmayacaktı.

Rivâyet olunuyor ki, Hızır Mûsa'dan (aleyhisselâm) ayrılmak istediği zaman, Hazret-i Mûsâ, ona:

" Bana tavsiyelerde bulun! dedi" dedi.

Hızır da ona dedi ki:

" Başkalarına anlatmak için ilim öğrenme; onunla amel etmek için öğren!"

83

"Ey Peygamberim! Sana Zülkarneyn hakkında da soru soruyorlar. De ki: Size ondan da bir haber vereceğim."

A- Ey Peygamberim! Sana Zülkarneyn hakkında da soru soruyorlar.

Peygamberimizi imtihan için Zülkarneyn hakkında ona soru soranlar Yahudiler idi. Yahut Yahudilerin telkiniyle bunu Kureyşliler sormuşlardı.

İbni Ishâk'a göre, bu, Zülkarneyn Yâfes b. Nuh'un (aleyhisselâm) evladından Merzübân b. Merdebe'dir ve zenci idi.

Bir görüşe göre bu Zülkarneyn, Büyük iskender b. Fikfûs El-Yunânî'dir.

Diğer bir görüşe göre adı Abdullah b. Dahhâk'tır.

Bir diğer görüşe göre, Mus'ab b. Abdullah b. Feynâne b. Mansûr b. Abdullah b. El-Azer b. Avn b. Zeyd b. Kehlân b. Sebe'b. Ya'rub b. Kahtân'dır. Süheyk'ye göre adı, Mezüban b. Müdrike'dir. İbni Hişam böyle demiştir. Anılan Mus'ab, Tübbe'in (Yemen hükümdarlarının) ilkidir.

Başka bir görüşe göre ise, bu Zülkarneyn, Dahhâki öldüren Efrızûn'dur (Feridun'dur).

Ebû Reyhan El-Bîrünî, "El-Asârü'l Bakiye Anit Kurûn'il Hâliye" isimli kitabında diyor ki: "Zülkarneyn, Ebû Kerib Sümeyye b. Îrîn b. Efrîkts El-Himyerî'dir. Onun hükümdarlığı, dünyanın doğusuna ve batısına kadar uzanıyordu. Yemen Tübbe'lerinin (hükümdarlarının) iftihar ettikleri zat budur. Nitekim şâir diyor ki:

"Kad kâne zülkarneyni ceddi müslimen;

Mekken alâ fi'l, arzı ğayre müfennedin

Beleğai meşârıka ve'l meğâribe yebteğî

Esbâbe emrin min hakimin mürşidin

— Zülkarneyn, gerçekten müslüman bir dedem idi. Uzun zaman yeryüzünde hüküm sürdü; ancak yaşlılıktan zayıf düşmedi, bunamadı. Onun hükümdarlığı, doğu ülkelerini de, batı ülkelerini de içine alıyordu. O, yol gösteren hakimin emriyle o seferleri yapmıştı."

Bazıları, bu görüşü gerçeğe en yakın görüş olarak kabul etmişlerdir. Zira unvanlarının basında "Zû" kelımsi bulunanların hepsi Yemenli idiler. Mesela: Zûlmenar, Zûnevas, Zûnnûn, Zûruayn, Zûyezen, Zû Geden gibi.

İmâm El-Râzî diyor ki: "Birinci görüş en zahir olan görüştür; çünkü Kur’ânin ifade ettiği gibi bu kadar geniş ve güçlü bir hükümdarlığa erişen, Yunanlı İskender idi. Nitekim târih kitapları da buna şahittir.

Rivâyet olunuyor ki, İskender'in babası ölünce, o zamânâ değin dağınık hükümdarlıklar hâlinde bulunan Rum hüküm daldıklarını kendisine bağladı. Sonra Arap hükümdarlarına yöneldi ve hepsini hâkimiyeti altına aldı. Sonra Yeşil Deniz'e kadar ilerledi. Sonra Mısır'a döndü ve İskenderîyye şehrini bina edip şehre kendi adını verdi. Sonra Şam bölgesine girip İsrail Oğulları üzerine yürüdü; Beytülmakdis'e vardı ve orada Kurbanlıkta kurban kesti.

Sonra Ermenistan ve Babülebvab'a vardı. Iraklılar, Kıbtiler ve Berberilerin tamamı onun hükümranlığını kabul ettiler. Sonra Dara b. Dârâ üzerine yürüdü ve onu defalarca yenilgiye uğrattıktan sonra nihayet muhafızlarının kumandanı onu öldürdü ve savaş sonunda İskender bütün Fars ülkelerine hâkim oldu. Sonra Hindistan'a yürüdü ve orayı fethettikten sonra Serendik şehri ile birçok büyük şehirler bina etti.

Sonra Çin'e yöneldi ve uzak doğu milletleriyle savaştı. Sonra Horasan'a döndü ve bölgede birçok şehir bina etti. Oradan da Irak'a döndü ve orada Şehrizur'da hastalanıp öldü."

Rivâyet olunuyor ki, müneccimler, İskender'e demişlerdi ki: "Sen ancak, yeri demir, göğü tahta olan bir mekânda öleceksin."

İskender fethettiği her ülkenin gümüş ve altınlarını bir yere toplayıp toprağa gömüyor ve hazinenin yerini ve özelliklerini (haritasını) yazıyordu.

İskender, Bâbil'e gelince, burnundan kan akmaya başladı ve atından yere düştü. Hemen onu, yere yaydıkları zırhların üstüne aldılar. Bu arada Güneşten rahatsız oldu ve tahta kalkanı ona gölgelik yaptılar.

İskender, çevresine baktı ve dedi ki:

" İşte demir yer ve tahta gök!" dedi. O zaman öleceğini kesin olarak anladı. İskender, bin altı yüz yaşında öldü.

Diğer bir görüşe göre ise üç bin yaşında öldü. İbni Kesir diyor ki: "Bu, çok garip bir görüştür."

Ondan daha garibi de İbni Asâkir'in:

"Bana ulaşan bir görüşe göre, İskender, otuz altı veya otuz iki sene yaşamıştır ve o, Dâvûd ve Süleyman'dan (aleyhisselâm) sonra yaşamıştır" demesidir. Zira bu, ancak ikinci Zülkarneyn için mümkün olabilir. Nitekim ileride zikredeceğiz.

Ben elerim ki; İmâm Râzî'nin anlattıkları İskender'in, İsrail Oğulları üzerine yürümesi, Beytülmakdis'e varması ve Kurbanlıkta kurban kesmesi gibi hususların da Birinci Zülkarneyn'e izafe edilmesi mümkün değildir.

Zülkarneyn'in, Müslüman ve veli bir zat olduğunda ittifak edildikten sonra onun peygamber olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir.

Bir görüşe göre o peygamber idi.

Zira "Biz onu gerçekten yeryüzünde kudret ve imkân sahibi kıldık" (Kehf: 84) denilmiştir. Ve bu âyetin zahirine göre, bu imkân ve kudret, dînî imkân ve kudrete de şâmildir. Ve bunun kemali de ancak peygamberlikle olur.

Bir de, "Ve ona her şey için bir yol gösterdik" (âyet: 84) denilmiştir.

Ve peygamberlik de bunun kapsamına dahildir. Bir de, "Ey Zülkarneyn! Onlara azap edeceksin yahut iyilik etmek yolunu seçeceksin dedik."(Kehf: 86) gibi âyetlerden de onun peygamber olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, Zülkarneyn bir melek idî. Zira rivâyet olunuyor kı, Hazret-i Ömer bir adamın diğer bir adama "Ey Zülkarneyn!" Dediğini doyunca: "Allah'ım! Bizleri bağışla! Siz kendinize böyle meleklerin isimlerini koymaya niçin razı olmuyorsunuz?" Dedi.

İbni Kesîr diyor ki:

"Sahih olan görüşe göre Zülkarneyn, peygamber de değîl, melek de değil; o ancak iyi ve âdil bir hükümdar idi; ülkelere hâkim olmuş; hükümdarlarına boyun eğdirmiş ve memleketler onun hükümranlığını kabul etmişlerdir. Ve o, Allah yoluna davet ediyordu; insanlar arasında tam bir adalet ve başarılı güçlü idare uyguluyordu. Hızır da, ordusunun önünde bulunuyordu; hükümdarların veziri gibi ona müsteşarlık yapıyordu. El-Ezrakî ve başkalarının da zikrettiklerine göre, Zülkarneyn, İbrâhîm El-Halil (aleyhisselâm) eliyle Müslüman olmuş ve onunla İsmail (aleyhisselâm) ile beraber Kâ'be'yi tavaf etmiştir."

Rivâyet olunuyor ki, Zülkarneyn, yürüyerek hacca gitmiş; İbrâhîm (aleyhisselâm) onun geldiğini duyunca, onu karşılamış; ona duâ etmiş ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Deniliyor kı; İbrâhîm binmesi için ona bir at getirmiştir. Fakat kendisi: "Halil'in bulunduğu yerde ben ata binmem" demiştir. İşte o zaman kendisine bulutlar teshir edilmiş; sebepler ona dürülmüş ve İbrâhîm (aleyhisselâm) ona bu müjdeyi vermiştir. Bundan sonra bir kavimle savaşmak istedikleri, zaman, bulutlar, Zülkarneyni, onun askerlerini ve bütün savaş malzemelerini taşıyordu.

Ebû Tufeyl diyor ki:

"Hazret-i Ali'ye Zülkarneyn'in peygamber mi, yoksa hükümdar mı olduğu sorulmuş. O da demiş ki: O peygamber de değildi, hükümdar da değildi; fakat o; Allah'ı seven ve Allah'ın sevdiği bir kul idi. O, Allah için nasihat veriyordu; Allah (celle celâlühü) da onun nasihatlerini kabul etmiş ve amelleri hürmetine ona bulutlar teshir edilmiş ve sebepler durulmuştur."

Zülkarneyn'e bu unvanın niçin verildiği konusunda da ihtilaf edilmiştir.

Bir görüşe göre, zira o, güneşin iki tarafında, yani doğuya ve batıya varmıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, zira o, Rum ile Fars'a hâkim olmuştu.

Bir görüşe göre ise, başında, yahut tacında iki boynuza benzeyen bir şey vardı.

Başka bir görüşe göre ise, iki saç örgüsü vardı. Bir başka görüşe göre ise, basının iki yanında bakır boynuzlar vardı.

Bir görüşe göre de, o, insanları Allah yoluna davet etti. Bu uğurda kafasının sağ tarafında isabet eden bir darbe ile öldürüldü. Sonra Allah (celle celâlühü) onu yeniden diriltti. Bu sefer de kafasının sol tarafına isabet eden bir darbe ile öldürüldü. Sonra Allah (celle celâlühü) onu tekrar diriltti.

Bir görüşe göre de, Zülkarneyn, rüyasında göklere yükselip güneşin iki boynuzundan tuttuğunu görmüş.

Diğer bir görüşe göre de, zira onun devrinde iki Karn (asır) geçmişti.

Bir görüşe göre de, zira ona nûr ile zulmet (karanlık) teshir edilmişti. Yürüdüğü zaman nûr, önünden gidip yolunu aydınlatıyordu; karanlık da arkadan onu buruyordu.

Bir görüşe göre de, kahramanlığından dolayı bu lakabı almıştı.

İkinci Zülkarneyn'e gelince, İbni Kesîr diyor kı:

"O, İskender b. Filibs b. Masrîme Meyton b. Rumi b. Litî b. Yunan b. Yafes b. Nüne b. Şehûne b. Rumiyee b. Sûnt b. Nûfile b. Rumî b. Afser b. Anri b. Îs b. İshak b. İbrâhîm el-Halil'dir. İbni Asâkir, şeceresini şöyle zikretmiştir. Makedonyak, Yunanlı, Mısırlı ve Rumların, günlerini tarihi olarak kullandıkları iskender, bu İkinci Zülkarneyn'dir. Bu iki Zülkarneyn arasında iki bin senden daha fazla bir zaman vardır. Bu İkinci Zülkarneyn, İsâ'dan (aleyhisselâm) üç yüz sene kadar önce idi. Onun veziri Filozof Aristo idi. İşte Dara b. Dara'yi öldürüp Fars hükümdarlarına boyun eğdiren ve onların topraklarını istila eden İskender'dir."

İbni Kesîr sonra diyor kı:

"Biz izahatı verdik, çünkü çoğu insan, ikisinin bir olduğuna ve Kur’ân'da zikredilen Zülkarneyn'in, bu ikincisi olduğuna inanıyor. İşte bu yüzden de büyük bir hata ve çok fesat doğmuş oluyor. Buna nasıl hayır denebilir ki, birinci Zülkarneyn, salâh ehli, mü’min, âdil bir hükümdar idi ve Hızır da onun veziri idi. Hattâ onun peygamber olduğu da söylenmektedir, ikincisi ise, kâfir idi ve veziri de filozof Aristo idi. İkisinin arasında iki bin seneden fazla bir zaman vardır. Binaenaleyh o nerde, bu nerde?"

Ben derim ki; Makedonya, Rumek şehirlerinden olup Osmank saltanat merkezi Kostantiniyye'nin batısında dini duyguları kuvvetli bir kenttir. Konstandinıyye ile arasındaki mesafe on beş günlük kadardır. Seyruze (S er ez) kendi yakınlarında bulunmaktadır. Eskiden bu İskender'in başkenti idi. Bu gün ise meskûn olmayan bir harabedir. Ancak kentin bazı kalıntıları, bayındır olduğu dönemdeki haşmetini ve sultanın üstün şevketini göstermektedir. Ben de, Sultanın da bulunduğu bazı gazâ seferlerinde kafilelerle beraber oradan geçerken, basiret ehline ibret veren acayip tarihi eserler gördüm.

B- "De ki: Size ondan da bir haber vereceğim.

Bu, okunan vahiy yoluyla Allah'tan (celle celâlühü) hikaye etmek olduğu için "okuyacağım" denilmiştir. Yahut onun hakkında Allah Tarafından Kur’ân okuyacağım.

Burada gelecek kipinin (okuyacağım) kullanılması, vaadini gerçekleştirmek suretiyle Peygamberimizi teyit ve tasdik makamına münasip olan tekit ve tahkike delâlet içindir. Yoksa kimilerinin dediği gibi okumanın gelecek zamanda vaki olacağı için değildir. Çünkü bu âyet, kıssanın tamamının vahiyden önce münferit olarak nazil olmamış, fakat kendisinden sonraki âyetlerle birlikte nâzıl olmuştur. Onlar Peygamberimize Zülkarneyn, Rûh ve Ashâb-ı Kehf hakkında soru sordukları zaman Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Onlara:

84

"Biz onu gerçekten yeryüzünde kudret ve imkân sahibi kıldık ve ona her şey için bir yol gösterdik."

"Yarın bana gelin; size haber vereceğim" buyurdu. Fakat vahiy, on beş gün veya kırk gün gecikti. Nitekim daha önce de bu vakıa zikredildi.

Burada, o vaat edilen şeyin okunmasına başlanmaktadır. Yani Biz, yeryüzünde tedbir, fikir ve sebepler olarak ona tasarruf kudretini ve imkânını verdik. Nitekim bulutlar ona teshir edilmiş (onun emrine verilmiş), sebepler (vasitalar) onun önüne serilmiş, nûr ona yayılmış, kendisi için gece ile gündüz kılınmış, yeryüzünde dolaşmak ona kolaylaştırılmış ve yolları onun ayağina getirilmiştir. Ve Biz, ona hükümdarlığının bütün önemli işlerinde ve saltanatiyla ilgili her hususta başarılması için gerekli olan ilim, yahut kudret, yahut vasıta verdik.

85

"O bir yol tutup gitti."

Yani batıya varmak istedi de, kendisini oraya ulaştıracak bir yol tuttu.

Öyle sanılıyor ki, ilkin batıya varmak istemesi, güneş hareketine riâyet içindir.

86

"Nihayet Güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıkta batıyor buldu. Orada bir kavim de buldu. Biz: "Ey Zülkarneyn! Onlara azap edeceksin, yahut iyilik etmek yolunu seçeceksin!" dedik."

A- Nihayet Güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıkta batıyor buldu. Orada bir kavim de buldu.

Yani nihayet batıda kara parçasının bittiği, artık kimsenin karadan ötesine ilerlemek imkânı olmayan yere varıp iki görüşten birine göre boylamların başlangıcı olarak kabul edilen Hâlidât adalarının bulunduğu okyanusun sahilinde durunca, güneşi kara bir balçıkta batıyor (gibi) buldu.

Âyetin metninde geçen "Hamietin" (kara balçık) kelimesi, sıcak anlamındaki "Hamiyetin" olarak da okunmuştur.

Rivâyet olunuyor ki, Emevi hükümdarı Muâviye, yanında İbn-i Abbâs in da hazar bulunduğu bir sırada bu âyeti okurken "Hamiyetin" olarak okumuş. İbn-i Abbâs; "Hamietin" deyip onu tashih etmek istemiş. Bunun üzerine Muâviye, Abdullah bin Amr bin As'a:

" Sen nasıl okuyorsun?" diye sormuş,

O da:

" Mü’minlerin Emkinin okuduğu gibi..." demiş. Sonra Muâviye, Kâ'bülahbar'a dönmüş ve ona: " Sana göre güneş nerde batıyor?" diye sormuş. O da:

" Su ile çamurda (balçıkta)" demiş. Böylece o da İbn-i Abbâsin görüşüne muvafakat etmiş. Ancak iki görüş arasında kesin bir çelişki yoktur. Çünkü o pınarın her iki vasfı da taşıyor olması mümkündür. Muâviye'nin Kıraeti de, kesin olarak işitilmiş olduğu halde, Kâ'bülahbari dinledikten sonra İbn-i Abbâsin görüşüne dönmesi, İbn-i Abbâsin Kıraetinin mânâya delâleti kesin, diğerinin ise ihtimali olmasından dolayıdır,

Öyle sanılıyor ki, Zülkarneyn, okyanus sahikne varınca, güneşin batışını, öyle görmüştür. Zira orada bakıldığında sudan başka bir şey görülmemektedir.

B- "Orada bir kavim de buldu. Biz:

" Ey Zülkarneyn! Onlara azap edeceksin, yahut iyilik etmek yolunu seçeceksin!" dedik.

Deniliyor ki, bu kavmin giysileri, yabani hayvanların derilerinden idi; yiyecekleri de, denizin sahile attıkları idi. Bu ihsanlar kafir idiler. İşte bunun için Allah (celle celâlühü), Zülkarneyn'i onları öldürmek ile îmâna davet etmek arasında muhayyer bıraktı. İşte "Biz, ey Zülkarneyn!.. dedik" cümlesinin mânâsı, budur. Yani onları baştan, öldüreceksin yahut kendilerini İslam dinine davet etmek ve dinin hükümlerine irşat etmek suretiyle onlara iyilik etmek yolunu seçeceksin.

Zülkameyn'in peygamber olduğunu kabul etmeyenler ise, ona yapılan bu hitabın, o asrın peygamberi vasıtasıyla olduğunu veya bu muhayyerlik, o peygamberin şer'î hükümlerine uygun olarak, vahiy değil, ilham yoluyla olduğunu söylemektedirler.

87

"O dedi ki: "Zulmedeni cezalandıracağım; sonra o, Rabbine döndürülür; O da, ona görülmemiş bir azap ile azap eder."

Yani Zülkarneyn, Allah'ın (celle celâlühü) bu konudaki emrini aldıktan sonra ikinci şıkkı seçerek o peygambere, yahut yanında bulunan has adamlarına dedi ki; kendi nefsine zulmederek benim davetimi kabul etmeyip en büyük zulüm olan şirkte ısrar edeni öldürmekle ona azap edeceğim.

Katâde diyor ki: "Zülkarneyn, küfründe ısrar edenleri kaynayan kazanlara atıyordu; îman edenlere ise yiyeceklerini ve giyeceklerini veriyordu.

Ve sonra âhirette o, Rabbine döndürülür; O da, ona, görülmemiş bir feci azap olan Cehennem, azâbıyla azap eder.

Bu cümle açıkça delâlet ediyor ki, bu hitap, vahiy yoluyla değildi ve bu söyleşi, bir peygamber ile veya yanında bulunan istişare ehliyle olmuştur.

88

"îman edip iyi işler yapana gelince, en güzel karşılık onundur. Ve buyruğumuzdan kolay olanı kendisine söyleyeceğiz."

Yani benim davetimin gereği olarak îman edip îmanın gerektirdiği şekilde iyi işler yapana gelince, her iki cihanda da güzel karşılık, yahut Cennet onundur.

Diğer bir görüşe göre ise, Zülkarneyn, o insanları öldürmek ile esir almak arasında muhayyer bırakıldı. Verilen cevap ise, hikmetli üslup kabilindendir. Zira zahire göre onlar kâfir oldukları halde bu iki seçenek arasında muhayyer olmaktır. İşte bunu için denildi ki, kâfir olan hakkında İslam kuvvetine riâyet edilir; mü’min hakkında ise, ancak onun sevdiği muamele yapılır.

89

"Sonra Zülkarneyn doğuya bir yol tuttu."

Yani Zülkarneyn, batı seferinden sonra kendisini güneşin ilk doğduğu ülkelere ulaştıracak bir yol tuttu.

90

"En son, güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşi, öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü kılmamıştık. (Bunlar çıplak idiler.)"

Yani nihayet dünyada güneşin ilk doğduğu bölgeye varınca... Deniliyor ki, Zülkarneyn, on iki yılda buraya varabildi.

Diğer bir görüşe göre ise daha az bir sürede oraya ulaşti. Zira onu bulutlar teshir edilmiş ve vasıtalar durulmuştu.

Deniliyor ki, bu kavim, zenci idiler. Kâ'bülahbar diyor ki: "O kavmin toprağı bina tutmuyordu ve toprak altında tüneller vardı. Güneş, ilk doğduğu zaman o tünellere, yahut denize giriyorlardı. Güneş iyice yükseldikten sonra da dışarı çıkıp geçimlerinin temini için çalışıyorlardı.

Bazı seyyahlardan (ülkelerarası gezginlerden) nakledildiğine göre diyor ki: "Ben, seyahatimde Çin topraklarını da geride bıraktıktan sonra bu kavmi sordum. Bana dediler ki: "Seninle onlar arasında bir günlük yol kaldı." Nihayet onların yurduna vardım. Baktım ki, bunları bir kulağını yere seriyor; diğer kulağıyla da üstünü örtüyor. Benimle beraber onların lisanını bilen bir rehber vardı. Onun vasıtasıyla bana dediler ki:

"Güneşin nasıl doğduğunu görmek için mi bize geldin?" Biz onlarla konuşurken, birden çan sesi gibi bir ses duydum ve o anda kendimden geçmişim. Sonra ayıldığımda onlar, vücuduma zeytinyağı sürüyorlardı. Güneş suda doğunca baktım, suyun üstündeki zeytinyağı gibi bir görünüm arz ediyor. Hemen beni de kendi tünellerine soktular. Nihayet güneş yükseknce, çıkıp denizde balık tutmaya başladılar, tuttukları balıkları güneşte kurutuyorlardı; böylece balıklar yenecek hale geliyordu."

Müfessirlerden Mücâhid diyor ki: "Güneşten korunmak için elbise giymeyen zenciler, dünyanın bütün diğer sakinlerinden daha fazladırlar."

91

"İşte o, böyle idi. Onunla ilgili olanı Biz ilmimizle kuşatmıştık."

Yani mertebesinin yükseldiği ve hükümranlığının genişliği konusunda Zülkarneynin durumu sana anlattiğımız gibi idi. Yahut Zülkarneyn'in o en doğudaki kavme karşı tutumu da, batıdaki kavme karşı olan tutumu gibi muhayyerlik idi. Yahut size örtü kıldığımız elbiseleri, örtüleri, dağları ve diğerlerini onlara kılmamış tık. Ve ona verdiğimiz sebepler, sayılar ve imkânlar o kadar çoktu ki, ancak Bizim ilmimiz onları kavrayabilir. Yahut onun maceralarını ancak biz biliriz.

92

"Sonra başka bir yol tuttu."

Yani Zülkarneyn, batı ve doğu seferlerinden sonra güneyden kuzeye doğru üçüncü bir yol tuttu.

93

"Nihayet iki dağ arasına vardığında orada öyle bir kavim buldu ki, neredeyse hiçbir söz anlamıyorlardı."

Yani aralarına set yapılan iki dağ arasına vardığında...

Burası, vehmedıldiği gibi Ermenistan ile Azerbaycan dağlarının arası değil, Türkistan'ın (Türklerin sakin oldukları bölgelerin) bittiği yerin hemen doğusunda idi. İşte o iki dağın ardında öyle bir insan topluluğu gördü ki, lügatlerinin garip olmasından ve anlayışlarının kıtlığından neredeyse hiçbir söz anlamıyorlardı.

Bu kavmin hangi milletten oldukları hakkında ihtilaf edilmiştir: Dahhâk, bunların, Türklerin bir kolu olduklarını söylemektedir.

Süddî de diyor kı: "Türkler Ye'cûc ile Me'cûc'un bir koludur. Bunlar yurtlarından ayrıldılar. Zülkarneyn, set çekince, onlar settin dışında kaldılar. İste bütün Türkler, bu settin dışında kalanlardır.

Katâde diyor kı: "Ye'cûc ile Me'cûc, yirmi iki kabiledir. Zülkarneyn, yirmi bir kabilesinin önüne set çekti; bir kabilesi ise dışarıda kaldı, işte bu kabileye Türk denir; çünkü onlar, settin dışına terk edildiler."

Tarihçiler diyor kı: "Nuh'un üç çocuğu vardı. Sâm, Hâm, Yâfes. Sâm, Arapların ve Rumların babasıdır, Hâm da, Habeşlerin, Zencilerin ve Nübelerin (Nubya ahalisinin yani, Mısırlıların, Libyalıların, Sudanlıların) babasıdır. Yâfes de, Türklerin, Hazarların, Slavların Ve Ye'cûc ile Me'cûc'un babasıdır.

94

"Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Burada Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadır. Bizimle onların arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?"

Onlar, tercümanları vasıtasıyla bunu söylediler, yahut bizzat söylediler. Buna göre, Zülkameyn'in onların konuşmalarını anlaması ve onların da kendisini anlamaları, Allah (celle celâlühü), kendisine ihsan ettiği sebepler cümlesin dendir.

Ye'cûc ile Me'cûc, yukarıda zikrettiğimiz gibi Nuh'un oğlu Yâfesin evladındandır.

Diğer bir görüşe göre ise, Ye'cûc Türklerdendir; Me'cûc da, onların bir koludur. Ye'cûc ile Me'cûc'un vasıflarında da ihtilaf edilmiştir:

Bir görüşe göre, cüsseleri son derece küçük ve boyları da bir karışı aşmayacak kadar kısadır.

Diğer bir görüşe göre ise, cüsseleri son derece büyük ve boyları da yüz yirmi arşını bulacak kadar gayet uzundur ve bazılarının bedenlerinin genişliği de bu miktarı bulmaktadır. Deniliyor kı, onların tırnakları ve dişleri de, yırtıcı hayvanlar gibidir.

Yani onlar, Zülkarneyn'e dediler ki; Ye'cûc ile Me'cûc, bizim topraklarımızda öldürmek, ekinlerimizi ve diğer mallarımızı tahrip etmek suretiyle bozgunculuk yapmaktadır.

Deniliyor ki, Ye'cûc ile Me'cûc, ilkbaharda çıkıyorlardı ve yaş, kuru ne varsa hepsini alıp götürüyorlardı. Onların insanları yedikleri de söylenmektedir.

95

"Zülkarneyn dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana iş gücünüzle yardım edin de, ben sizinle onlar arasında bir set yapayım."

Yani rabbimin bana bahşettiği hükümranlık, mal ve diğer imkânlar, bana vermek istediğiniz vergiden daha hayırlıdır; benim bu vergiye ihtiyacım yoktur. Siz bana işçiler, iyi duvar ustaları ve gerekli aletlerle yardım edin de, ben sizinle Ye'cûc ve Me'cûc arasında bir set yapayım.

Zülkarneyn'in bu taahhüdü, onların beklentilerinin de üstünde oldu.

96

"Bana demir kütleleri getirin." Nihayet iki dağın arasını aynı seviyeye getirince: "Üfleyin (körükleyin)!" dedi. Nihayet demiri kor haline getirince: "Bana erimiş bakır getirin ki, üstüne dökeyim" dedi."

Zülkarneyn'in bu talebi, onların vergilerini ret etmesiyle çelişmez. Zira onlara emredilen, parası verilmek üzere demir kütlelerini getirmeleridir. Bir de, malzemeleri getirmek, yapılan işe karşılık vergi vermeleri kabilinden olmayıp fakat iş gücü ile yardım etmek kabilindendir.

Burada set inşası için gerekli kaya parçaları, odunlar vs. içinde yalnız demir kütlelerinin zikre tahsis edilmiş olması, bu inşaat için en çok ihtiyaç duyulan madde bu olduğu için olmalıdır. Zira set için başlıca madde budur ve bu, diğer gerekli malzemelerden en zor bulunanıdır.

Deniliyor ki; Set binası için önce derin bir temel kazılarak suya kadar inildi ve temel, kayalardan ve erimiş bakırdan atıldı; duvarlar da, aralarına odun ve kömür konulan demir kütleleriyle yapıldı. Nihayet o iki dağ arası en üst seviyeye kadar kapatıldı. Yapılan settin uzunluğu yüz fersah idi (Fersahı yaklaşık 5 km olarak kabul edenler olduğu gibi yaklaşık 8 km ve 9 km olarak da hesaplayanlar vardır). İşte âyetin "Nihayet iki dağın arasını aynı seviyeye getirince..." bölümü bunu anlatmaktadır. Yani Zülkarneyn İn emri üzerine onlar da demir kütlelerini getirdiler ve set yavaş yavaş yükseltilerek nihayet iki dağın tepesinin seviyesine getirildi.

Deniliyor ki, setin yüksekliği iki yüz arşın idi; genişliği de elk arşın idi.

97

"Artık onu aşmaya da muktedir olamadılar, onu delmeye de güç getiremediler."

Yani onlar Zülkarneynin emrettiği erimiş bakırı getirdiler ve o da onu üstüne döktürdü. Sonuçta bu maddeler karışıp birbirine yapıştı ve pürüssüz düz bir dağ meydana geldi. Sonra Ye'cûc ile Me'cûc gelip tırmanmaya başladılar; fakat yapamadılar ve seti delmeye çalıştılar; ancak ona da güç yetıremediler. Zira set, düz ve çok yüksek idi ve çok sert, muhkem ve geniş idi. Bu büyük bir mucizedir. Zira bu kadar çok miktarda demin kütleleri ısındıktan sonra değil kor haline gelinceye kadar onları körüklemek, hiçbir canlı onun etrafında dolaşamaz. Bu itibarla sanki Allah (celle celâlühü) bu yüksek harareti, bu işi yapanların bedenlerine karşı tesirsiz kılmış ve bu iş böyle başarılmıştır. Elbette ki Allah (celle celâlühü) her şeye Kaadir'dir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu set, büyük taşlarla bina edilmiş ve bu taşlar, demir ve bakır çengellerle birbirlerine bağlanmış ve bu çengeller, deknmış taşların içinde eritilerek taşlarda hiç boşluk bırakılmamıştır.

98

"Zülkarneyn dedi ki: Bu, Rabbimden bir merhametidir. Fakat Rabbimin vaadi gelince, O, bunu yerle bir edecektir. Zaten Rabbimin vaadi haktır."

A- Zülkarneyn dedi ki: Bu, Rabbimden bir merhametidir.

Yani Zülkarneyn, yanında bulunan o ülke insanları ile diğerlerinde dedi ki; bu set, bunu gerçekleştirmek imkânlarına sahip kılınmamız, benim elimle ve gözetimim altında yapılan bu sağlam ve muhteşem set, Rabbim tarafından bütün kullara ve özellikle setin civarında bulunanlara büyük bir rahmetin esendir.

Bu kelâm, bize bildiriyor ki, bu eser, normal olarak insanların gayretiyle meydana getirilen eserler kabilinden değil, fakat zahiren benim girişimimle olmuşsa da hakikatte sırf ilâhî bir ihsandır.

B- "Fakat Rabbimin vaadi gelince, O, bunu yerle bir edecektir.

Bu vaadin zamanı, kıyamet günüdür. Yoksa kimilerin dediği gibi Ye'cûc ile Me'cüc'un çıkış zamanı değildir; çünkü âyet-i kerime bu mânâya müsait değildir. Bunun gelmesinden murat, kıyametin gelmesini de, Ye'cûc ile Me'cüc'un çıkışı, Deccal'in gelmesi ve Hazret-i İsa'nın inmesi gibi ön hazırlıklarının gelmesini da kapsayan bir mânâdır. Yoksa kimilerin dediği gibi yalnız kıyametin, yaklaşması değildir. Çünkü bundan, sonra anlatdacak bazı hâdiselerin, kıyametin kopmasından sonra gerçekleşecekleri kesindir.

Hulâsa,  vadesi gelince, bu set, bunca muhkemliğine ve sağlamlığına rağmen yerle bir olacaktır.

Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinin genişliği beyan edildikten sonra bu kelâm da, o'nun kudretinin büyüklüğünü beyan etmektedir.

C- "Zaten Rabbimin vaadi haktır.

Yani Rabbîmin bu vaadi, yahut bunun da öncelikle dahd olduğu bütün vaatleri haktır, sabittir, mutlaka gerçeklesecektir.

Bu cümle, Zülkarneynin kıssasından zikredilenlerin sonudur.

99

"Allah'ın vaadi gelince, biz onları birbiri içinde dalgalanır bir halde bırakırız. Sûra da üfürülür. Böylece onları akıl almaz bir şekilde bir araya toplarız."

A- Allah'ın vaadi gelince, biz onları birbiri içinde dalgalanır bir halde bırakırız.

Bu kelâm, bundan önce anlatılan kıssaya dahil olmayıp doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) Tarafından ifade edilmektedir. Yani o İlahi vaadin bazı ön hazırlıkları geldiğinde, Biz, onları, insanlar ve cinler birbirlerine katışmış olarak, hâdisenin korkunçluğu karşısında şaşkınlık içinde ve deniz dalgalan gibi birbiri içinde dalgalanır halde bırakırız. Her halde bu hal, birinci Sûr Ne Alasından (üflenmesinden) önce olacaktır.

Yahut Ye'cûc ile Me'cûc, setten dışarı çıkıp izdiham hâlinde ülkelere dağılırken Biz, onları birbiri içinde dalgalanır bir halde bırakırız.

Rivâyet olunuyor ki, Ye'cûc ile Me'cûc, denize ulaşırlar; deniz suyunu içerler ve hayvanlarını yerler; sonra ağaçlan ve sağlam yerlere sığınmayan insanlardan bulduklarını da yerler. Ancak Mekke, Medine ve Beyiülnıakclis'e giremezler.

Sonra Allah (celle celâlühü), bunlara, (develerin, koyunların burnunda bulunan bir kurtçuktur, yahut çekirdeklerde bulunan beyaz, yahut: toprağın altından ekinlerin köklerini yiyen siyah uzun bir kurt olan) Neğaf kurdu misak bir kurtçuğu musallat eder. Bu kurtçuk, enselerinde peyda olup gelip kulaklarına girer ve hepsi, bir tek kişi gibi bir anda ölürler. Bundan sonra Allah (celle celâlühü) bir kuş gönderir. Bu kuş onların cesetlerini alıp denizlere atar. Sonra Allah (celle celâlühü) bir yağmur yağdırır ve yeryüzünü yıkayıp onlardan kalan pis kokudan temizler. Böylece yeryüzü cam gibi tertemiz olur. Sonra yeryüzüne bereket verir. Bu, Hazret-i İsa'nın inmesinden ve Deccal'in öldürülmesinden sonra olacak.

B- "Sûra da üfürülür. Böylece onları akıl almaz bir şekilde bir araya toplarız.

Bu ikinci Sûr'a üfürmedir. Birincisi zikredilmemiş, çünkü o, umumi bir felâkettir; onda yalnız kâfirlere mahsus bir hal yoktur. Bir de, birincisinde vald olan korkunç haller ile ikincisinde vaki olanlar arasında fasda olmaması için birincisi zikredilmemiştir. Yani ölümlerinden sonra mahlûkların cesetleri darmadağın olduktan sonra onları, hesap için bir sahada toplayacağız.

100

Bak. Âyet 101.

101

"Bizi anmaktan kalp gözleri perde içinde bulunan ve Kur’ân'ı işitmeye tahammül edemez olan kâfirlere o gün bütün korkunçluğuyla Cehennemi açıkça göstereceğiz."

Yani bütün mahlukları toplayacağımız gün Cehennemi bütün korkunçiuğuyla kâfirlere apaçık göstereceğiz.

Mahşerde toplanacak olan herkes, Cehennemi göreceği halde, bu göstermenin kâfirlere tahsis edilmesi, bunun özellikle kâfirler için olmasından dolayıdır.

O kâfirler ki, dünyada, basiret sahipleri için, tefekkür edenler için Beni tevhit ve temcit (şan, şeref ve iyilik kaynağı olduğunu) ile anmaya vesile olan âyetlerimizi anmaktan kalp gözleri perdelenmiş bulunmaktadır. Yahut basiretleri Beni, sanıma layık şekilde anmaktan, yahut Kur’ân'ı hakkıyla tefekkür etmekten perdelenmiş bulunmaktadır. Ve onlar, hakka karşı asır derece sağır olmalarından ve Resûllalah'a olan düşmanlıklarından dolayı, ne önünden, ne de arkasından bâtılın hiç yaklaşmadığı hak kelâmını işitmeye bile tahammül edemezler.

Bu kelâm, onların gözle görülen apaçık âyetler karşısındaki körlüklerini de, işitme ile ilgili delillerden yüz çevirmelerini de temsili olarak ifade etmektedir.

102

"Kâfirler, Benden başka kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz, kâfirlere ziyafet olarak Cehennemi hazırlamışızdır."

A- Kâfirler, Benden başka kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar?

Burada, "kukarım" kelimesinden de anlaşıldığı gibi, kâfirlerden murat, Allah'ın yegâne ve tek İlah olduğumu inkar edenlerdir. Yani Benim yegâne ve tek İlah olduğumu inkar edenler, Benden başka, Benim idarem ve hakimiyetim altında (kullarım olan) melekleri, İsa'yı (aleyhisselâm) ve Uzeyr'i (aleyhisselâm) 3, kendilerini Benim azabımdan koruyacak mabut dostlar mı sandılar? Halbuki bu dostluk mümkün değildir. Çünkü dostluk iki taraflı olur. Halbuki onların kendilerince dost ve mabut edindikleri melekler ile anılan peygamberler, onların velÂyetinden tamamen münezzehtir. Nitekim onların dost edindikleri bu peygamberler: "Ey Rabbimiz! Onların yerine bizim dostumuz ancak Sensin!" (Sebe: 4) demektedirler.

3 Bu iki peygamberi, kâfirler "Allahın oğulları" olarak kabul edip, öylece inanıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar, bu dost edinmelerinin, kendilerine faydalı mı olacağını sandılar? Demektir. Ancak İsabetli olan, birinci tefsirdir. Çünkü ikincisine göre, dostlukları ve geçerliliği kısmen teslim edilmiş olur.

B- "Biz, kâfirlere ziyafet olarak Cehennemi hazırlamışızdır

Bu kelâm, o kâfirlere yapılan bu hazırlık, onların bâtıl zanları üzerine bine edilen küfürleri sebebiyle olduğunu ve onların, zanlarında hatalı olduklarını bildirmekte ve ayrıca onlarla istihza etmek anlamını da ifade etmektedir. Zira onları dost edinmeleri, kıyamet gününe azık ve diğer ihtiyaçlarını hazırlamak kabilindendir. Bu itibarla sanki şöyle denilmiştir: Biz, onların, kendi nefisleri, için hazırladıkları azık ve diğer ihtiyaçları yerine kendileri için Cehennemi hazırlamışızdır.

Bu kelâmda, ziyafet (yolcu yemeği) kelimesinin kullanılması, Cehennem azabının ötesinde de, bunun örneği olduğu bir azap daha olduğuna imâ etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki Nüzul kelimesi (ziyafet anlamında değil) durak anlamında tefsir edilmiştir. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) da bunu böyle tefsir etmiştir.

103

"Ey Peygamberim! De ki: "Amelleri bakımından en çok ziyana uğrayanları size bildirelim mi?"

Yani ey Resûlüm Muhammed! O kafirlere de ki...

Bundan cince o kâfirlerin, kendi zanlarınca güzel saydıkları, fakat hadi zatında kötü olan amelleri itibarıyla halleri beyan edildikten sonra burada da, o kafirlerin, kendilerinden sâdır olan ve haddi zatında güzel olan amelleri itibarıyla hallerini beyan etmektedir. Bu amelleri kendi zanlarınca da güzeldir. Nitekim onlar amellerini beğeniyorlardı ve onların mükafatlarını alacaklarına ve sonuçlarını göreceklerine kesin olarak güveniyorlardı.

104

"Onlar o kimselerdir ki, kendileri, gerçekten iyi işler yaptıklarını sandıkları halde şu dünya hayatında çabalan boşa gitmiştir."

Yani onların dünya hayatında o ameller için harcadıkları gayretler, emekler, tamamen boşa gitmiştir.

Bir görüşe göre bunlardan murat, İki Kitap Ehlidir. İbn-i Abbâs, Sa'd b. Ebî Vakkâs ve Mücâhıd (radıyallahü anh) böyle demişlerdir. Buna göre, ibâdetlerde ilgili neshedilmiş hükümlere göre yaptıkları ameller de buna dahil olmakladır.

Bir diğer görüşe göre ise bunlar, kendilerini manastırlara hapsederek pek ağır riyazetlere katlananlardır. Muhtemeldir ki, âyette konu edinilen kâfirler, bunları da, diğerlerim de kapsamaktadır.

İhsan, yapılacak işleri lâyık veçhile yapmaktır. Bu, amellerin (işlerin) vasıf güzelliğidir ki, bu güzellik zatî güzelliği gerektirmektedir. Yani onlar, o amellerini lâyık veçhile yaptıklarını sanıyorlardı; çünkü çaba harcayarak ve elde etmek için güçlüklerle katlanarak yaptıkları işleri beğeniyorlardı.

105

"İşte onlar o kimselerdir ki, Rablerinin âyetlerini ve Rablerine kavuşmayı inkâr etmişlerdir de, bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz de onlar için bir terazi tutmayacağız."

A- İşte onlar o kimselerdir ki, Rablerinin âyetlerini ve Rablerine kavuşmayı inkâr etmişlerdir de, bu yüzden amelleri boşa gitmiştir.

Bu kelâm, Peygamberimize Söylenmesi emredilen cümlelere dâhil olmayıp, fakat ziyana uğrayanların tarifini tamamlamak, onların hüsranlarının ve çabalarının boşa gitmesinin sebebini beyan etmek ve böylece tarifin, muhataplara tam uygunluğunu sağlamak üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından ifade edilmiştir.

Yani işte o kâfirler öyle kimselerdir ki, Rablerinin, aklî ve naklî olarak tevhide çağıran âyetlerini ve ikinci dirilişten sonra Rablerinin huzuruna çıkmayı ve devamındaki hâdiseleri inkâr etmişler de, bu yüzden o amelleri tamamen boşa gitmiştir.

B- "Kıyamet günü Biz de onlar için bir terazi tutmayacağız.

Yani amelleri boşa gitmiş o mezkûr vasıflan taşıyan kâfirler için Biz de, bir terazi tutmayacağız; onların amellerine hiç itibar etmeyip kendilerini o amellerin sonuçlarından mahrum bırakacağız. Zira mükâfatların temel sebebi iyi amellerdir ve onların amelleri de tamamen boşa gitmiştir. Bu mahrumiyet, amellerinin boşa gitmesinin kaçınılmaz sonuçlarından olduğundan, bu cümle, onun sonucu olarak ona atıf edilmiştir. Küfürlerinin cezaları ise, bundan sonra zikredilecektir.

Yahut onların amellerini tartmak için bir terazi kurmayacağız. Zira terazi ancak tevhit ehlinin sevapları ve günahları İçin kurulur kî, itaatlerin ve isyanların miktarları tamamlansın ve eksiklere kefaret olup olmamak ona terettüp etsin. Zira tevhit ehli için miktarlar kemiyet itibarıyla tespit edilir. Küfür ise, onun, sevapları boşa çıkarması, kemiyet itibarıyla değil, keyfiyet itıbarıvladır. İşte bundan dolayı onlar için hiç terazi kurulmaz.

106

"İnkâr ettiklerinden ve âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıklarından dolayı, onların cezası işte bu Cehennemdir."

Bundan önce o kâfirlerin boşa çıkan amellerinin sonuçlan beyan edildikten sonra burada da, onların küfürlerinin ve diğer günahlarının sonuçlan beyan edilmektedir.

"Küfürlerinden dolayı" denilmesi, sarih olarak bildiriyor ki, uğratılacakları Cehennem azabı, onların, âyetleri ve peygamberleri alaya almak gibi diğer çirkinliklerini de içinde bulunduran küfürlerinden dolayıdır. Zira onlar, âyetleri ve peygamberleri sadece inkâr etmekle kalmayıp fakat onları alaya almak gibi pek büyük bir cürümü de işlemişlerdir.

107

"iman edip iyi işler de yapanlara gelince, onların ziyafetleri Firdevs Cennetleridir."

Azap vaadi olarak, kâfirlerin sonuçları beyan edildikten sonra burada da, mükâfat vaadi olarak, kâfirlerin vasıflarının zıddı olan vasıfları taşıyanların akıbeti beyan edilmektedir.

Yani Rablerinin âyetlerine ve o'na kavuşmaya îman edip iyi işler de yapanlara gelince, onların ziyafetleri Firdevs Cennetlerinin meyveleridir. Yahut ikramdaki mübalağa ifadesi olarak, Firdevs Cennetlerinin kendileridir, demektir. Bu mânaya göre âyet, bize bildiriyor ki, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Lisanıyla, "Ben, iyi işler işlemiş kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların da duymadığı ve hiçbir beşerin kalbinin hayal edemediği kadar büyük nimetler hazırladım" kutsî hadisinde beyan edildiği üzere, Allah'ın (celle celâlühü) Onlar için hazırladığı büyük mükâfatlar, ziyafet hazırlıkları mesabesindedir.

Yahut onların kon aldan Firdevs Cennetlerı'dır, demektir.

Bu âyet işaret ediyor ki, îman ve iyi işler sahiplerine İlâhî rahmetin eseri, Allah'ın (celle celâlühü) ezelî şefkatinin gereği olarak erişir; Cehennemin kâfirlere konak kılınması ise böyle olmayıp, onların kötü tercihlerinin gereğidir.

Mücâhid diyor ki: "Firdevs, Rumca bostan demektir." İkrime ise diyor ki: "Firdevs, Habesçc cennet demektir." Dahhâk ise diyor ki: "Firdevs, ağaçları birbirlerine dolanmış bahçelerdir."

Bir görüşe göre ise, Firdevs, bazı özel bitkileri olan bahçedir.

Bir diğer görüşe göre ise, özellikle üzüm bağlan için kullanılmaktadır.

Başka bir görüşe göre ise, ekseriyeti üzüm olan bahçedir. Müberred diyor ki:

"Araplardan duyduğuma göre, birbirlerine dolanan ağaçlar ve genellikle de bu tür üzüm ağaçlan için kullanılmaktadır.

Kâ'b diyor ki:

"Cennetler içinde Firdevs cennetinden daha yükseği yoktur. Mârufu (iyiliği) emredenler ve Münkerden (kötülükten) alıkoyanlar, bu cennete gireceklerdir.

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Cennette yüz; derece vardır. Her iki derece arasında yüz yıllık mesafe vardır. Firdevs, en yüksek derecedir. Dört nehir de bu cennettedir. Siz de Allah'tan cennet dilerken o'ndan Firdevsi dileyin. Firdevs in üstünde de Rahmanin Arşı vardır. Cennet ırmakları da, buradan fışkırmaktadır."

108

"Onlar orada sonsuz olarak kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler."

Zira onlar için bundan daha aziz ve üstün bir nimet tasavvur olunamaz ki, nefisleri onu çeksin ve gözleri ona dikilsin.

109

"Ey Peygamberim! De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa ve bir o kadarını daha ilâve getirsen, Rabbinin sözlerinin yazılması bitmeden o mürekkep deniz mutlaka tükenecektir."

Yani de ki: Eğer Rabbimin, sözlerini, hikmetlerini ve ezcümle tevhide çağıran ve şirkten sakındıran mezkûr âyetlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözlerinin yazılması bitmeden o mürekkep denizler, bunca çokluklarına rağmen mutlaka tükenecektir. Çünkü Allah'ın; (celle celâlühü) Sözlerini ve hikmetlerinin sonu yoktur.

Şu halde bu ifade, denizler tükendiliten sonra Allah'ın sözlerinin de biteceğine delâlet etmez.

Âyetteki "Ve bir o kadarını daha ilâve getirsen" bölümü, telkin edilen kelâma dahil olmayıp doğrudan doğruya Allah Tarafından ifade edilmekte olup bunun içeriğini tahkik, mânâsını tasdik etmekle beraber bir de, içeriğe kuvvet katmak için getirilmiştir. Yani Biz bir o kadarını daha ilâve ve destek olarak getirmesek de, getirsek de, Allah'ın sözlerinin yazılması bitmeden o mürekkep denizler mutlaka tükenecektir. Zira nihayetleri olan iki şeyin toplamının da nihayeti vardır. Hattâ varlık kavramına dahil olan bütün cisimlerin, mutlaka nihayetleri vardır. Zira boyutlu bütün varlıkların nihâyetli olduklarına kesin deliller vardır.

110

"De ki: Gerçekten ben yalnız sizin gibi bir beşerim. Şu var ki, "ilahınız, bir tek Ilahdan ibarettir" diye bana vahiy olunuyor. Öyleyse kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık iyi iş yapsın ve Rabbine. İbadette hiçbir ortak koşmasın."

Yani ey Resûlüm! Sen, Allah'ın sözlerinin şanını onlara beyan ettikten sonra de ki: Ben de sizin gibi bir beşerim; Allah'ın o tam olan sözlerini ihata ettiğimi iddia etmem; bana o sözlerden şunlar vahiy olunmaktadır. "Sizin İlahınız bir tek İlahdan ibarettir; ne yaratmakta, ne de diğer İlahlık hükümlerinde o'nun hiçbir ortağı yoktur." İşte ben, ancak bununla sizden temayüz etmekteyim. Öyleyse kim, Rabbinin lûtfu keremini umuyorsa, o aziz talebini tahsil için, o da, îman ve salâh ehli kullar gibi artık iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette, Rablerinin âyetlerini ve o'na kavuşmayı inkâr edenler gibi açık olarak da ortak, koşmasın ve riya ehli ile riya için sevap umanlar gibi gizli olarak da ortak koşmasın.

Rivâyet olunuyor ki, Cündübe b. Züheyr (radıyallahü anh), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki:

"Ben amellerimi, hiç şüphesiz Allah (celle celâlühü) için yaparım. Fakat insanlar yaptıklarıma muttali oldukları zaman bu da, beni sevindirir."

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"Allah (celle celâlühü) kendisine ortak koşulan ameli kabul etmez, "

İşte bunun tasdiki olarak bu âyet nazil oldu. Ancak diğer bir rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurmuştur:

"Senin için iki sevap vardır: Gizli amel sevabı, bir de alenî amel sevabı" Bu, görenler, duyanlar da, kendisini örnek alıp o ameli yapmaları niyetiyle yapılan ameller içindir.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz:

"Küçük şirkten de sakının!" buyurdu.

Huzurda bulunanlar:

" Küçük şirk nedir?" diye sordular.

O da:

" Riyadır" buyurdu.

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bu kimse, Kehf Sûresinin son âyetini okursa, tepesinden ayağına kadar onu nur kaplar. Sûrenin tamamını okursa, ona, yerden göğe kadar uzanan bir nur verilir."

Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bu kimse, yatağına yattığı zaman Kehf sûresinin son âyetini okursa, onun yatağı, Mekke'ye kadar parlayan bir nur olur. Bu nurun uzandığı yere kadar, yatağından kalkıncaya kadar kendisine duâ eden melekler olur. Eğer yatağı Mekke'de ise, nuru Mekke'den Beytülmamur'a kadar parlar. O nurun içinde, uyanıncaya kadar kendisine duâ eden melekler olur."

Allahü teâlâ'nın bunca muazzam nimetlerinden dolayı o'na hamdederim.

0 ﴿