MERYEM SÛRESİMeryem Sûresi 98 âyet olup secde âyeti olan 58. Âyet ile 71. Âyet Medine'de; diğer âyetleri Mekke'de nazil olmuştur. 1Bak. Âyet 2. 2"Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd. Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetini anmasıdır." Yani bu sûre, Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd süresidir. Yahut bu basit (mürekkep olmayan) harflerin cinsinden oluşan sûre, Rabbinin, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetini anmasıdır. 3"Hani o, Rabbine gizli bir sesle niyaz etmişti." Zekeriyya (aleyhisselâm) güzel edebi gözetmek için gizli bir sesle niyazda bulunmuştur. Zira Allah'a göre gizli niyaz da, açık niyaz gibi olmakla beraber İhlâs bakımından daha etkili, riyadan daha uzak ve çocuk istemesinden dolayı insanların, kendisini ayıplamasından kurtulmaya da daha uygundur. Zira çocuk, o insanların yanlış telakkisine göre, o çok ilerlemiş yaşına, ihtiyarlığina yakışmayan birtakım ön hazırlıklara tevakkuf etmektedir. Bir de, gizlice niyaz etmesi, korktuğu yakın akrabalarının gailesinden selâmet bulmak için de daha uygundur. Diğer bir görüşe göre ise, onun gizli sesle niyaz etmesi, ihtiyarlık zafiyetinden dolayı idi. Derler ki; Hazret-i Zekeriyyâ, o zaman altmış yaşında bulunuyordu. Diğer bir görüşe göre altmış beş yaşındaydı. Bir başka görüşe göre yetmiş yaşındaydı. Başka bir görüşe göre yetmiş beş yaşındaydı. Bir başka görüşe göre ise yaşı daha da fazlaydı. Nitekim Al-i İmrân sûresinde geçti. 4"Rabbim! Gerçekten benim kemiklerim gevşedi; kocalıktan da saçım ağardı. Ve Sana olan niyazımda ben hiç bedbaht olmadım." A- "Rabbim! Gerçekten benim kemiklerim gevşedi; kocalıktan da saçım ağardı." Gevşeme, özellikle kemiklere isnat edilmiş, çünkü kemik, bedenin direğidir; ona zafiyet ve rehavet isabet edince, bedenin tamamına isabet eder. Yahut kemik, bedenin en sert kısmıdır; en dayanıklısıdır ve hastalıklardan en az etkilenen kısımdır. Bu itibarla kemikler gevşeyip zayıflayınca, diğer kısımları daha çok gevşer ve zayıflar. B- "Ve Sana olan niyazımda ben hiç bedbaht olmadım." Yani ben bu uzun ömrüm boyunca Sana olan duâ ve niyazlarımda hiçbir zaman bedbaht olmadım; aksine ne zaman Sana duâ ve niyazda bulunduysam, kabul edilmiştir. Hazret-i Zekeriyyâ, ihtiyarlığı ve halinin zayıflığı gibi İlâhî rahmeti celp eden halini arz ettikten sonra bu sözleriyle de, daha önce yaptığı duâ ve niyazlarının kabul olmasını da vesile yapmaktadır. Zira Allah (celle celâlühü), uzun zaman kulunun duasını hep kabul buyurup kendisini bu saadete akştırmca, onu hiçbir zaman ve özellikle de zarureti ve şiddetli ihtiyacı olduğu zaman kendisini hüsrana uğratmaz. Denilmiştir ki; duasının kabul olmasını istiyorsa, dileğine münasip olan Allah in (celle celâlühü) isim ve sıfatlarıyla duâ etsin. 5"Şüphesiz ben, arkamdan yerime gelecek yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Artık tarafından bana bir veli (oğul) ver!" A- " Şüphesiz ben, arkamdan yerime gelecek yakınlarımdan endişe ediyorum." Zira Hazret-i Zekeriyyâ'nın yaşının çok ilerlemesi ve kuvvetinin zayıflaması, kendisinin ölümünden sonra yerine gelecek olan hakkında endişe etmesinin ilk sebeplerindendir. Hazret-i Zekeriyyâ'nın endişe ettiği yakın akrabaları, amcasının oğulları idiler. Bunlar, İsrâiloğullarının en kötü insanları idiler. İşte bundan dolayı Hazret-i Zekeriyyâ, onların halef olarak yerine geldiklerinde ümmeti hakkında iyi davranmamalarından, zulmetmelerinden ve dinini değiştirmelerinden endişe ediyordu. B- "Karım da kısırdır. Artık tarafından bana bir veli (oğul) ver!" Yani benim karım da gençliğinden beri hiç çocuk doğurmamış bir kısırdır. Artık normal sebepler vasıtasıyla değil, de, sebepsiz ve vasıtasız var etmek yoluyla, sadece geniş lûtfu kereminden ve yegâne üstün kuvvetinden bana sulbümden bir oğlan ver! Zira Hazret-i Zekeriyyâ'nın arz ettiği ihtiyarlık, kuvvetten düşmesi ve karısının kısır olması, normal sebepler vasıtasıyla çocuk sahibi olma umudunu kesmesini ve harikulade veçhile kendisine çocuk verilmesini gerektirmektedir. Hazret-i Zekeriyyâ'nın, Hazret-i Meryem hakkında harikulade bir hâdiseyi görmesinin, kendisinin bu duaya yönelmesine sebep olması, bu anlatılanlara hiç halel getirmez. Nitekim: "İşte orada Zekeriyyâ, Rabbine niyazda bulundu..." (Al-i îmrân: 38) âyetinden de bu husus anlaşılmaktadır. Burada onun zikredilmemesi, orada zikredilmesıyle iktifa edildiği içindir. Nitekim orada duanın baş tarafının zikredilmemesi de, burada zikredilmesıyle iktifa edildiği içindir. Zira bir yerde zikredilen şeylerle iktifa edilerek başka yerde zikredilmemesi üslubu, Kur’ânin ince sanatındandır. 6"Ki, o bana vâris olsun. Yâkûb hanedanına da vâris olsun. Rabbim! Onu hoşnut olduğun biri kıl!" A- "Ki, o bana vâris olsun. Yâkûb hanedanına da vâris olsun." Yani ilim, din ve peygamberlikte benim mirasımı yaşatsın. Zira peygamberler, miras olarak mal bırakmazlar. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler zümresine vâris olunmaz; bizim bıraktığımız mal, sadakadır." Diğer bir görüşe göre ise, yani İsrail Oğulları âlimlerinin reisliğinde bana vâris olsun, demektir. Zira Hazret-i Zekeriyyâ, o devirde âlimlerin reisi idi. Hazret-i Zekeriyyâ'nın (aleyhisselâm) karısı, Hazret-i Meryem'in annesinin kız kardeşi idi. Burada zikredilen Yâkûb, bir görüşe göre, Yâkûb Bin İshâk Bin İbrâhîm'dir (aleyhisselâm). Kelbî ile Mukaatil'e göre ise, bu Yâkûb, Süleyman'ın neslinden İmrân Bin Mâsânin kardeşi Yâkûb Bin Mâsân'dır.. Hazret-i Yâkûb ailesi, Hazret-i Yahya b. Zekeriyyâ'nın dayıları idi. Kelbî diyor ki: "O zaman Mâsân oğulları, İsrail Oğullarının reisleri ve hükümdarları idiler ve Zekeriyyâ da, İsrail Oğulları âlimlerinin reisi idi. İşte bunun için Hazret-i Zekeriyyâ, bir oğlunun olup âlimlerin riyasetini kendisinden ve İsrail oğullarının hükümdarlığını da Mâsân Oğullarından miras almasını istedi." B- "Rabbim! Onu hoşnut olduğun biri kıl!" Yani ey Rabbim! Onu, sözlerinden ve davranışlarından hoşnut olduğun iyi bir insan kıl! 7"Allah buyurdu ki: Ey Zekeriyyâ! Sana Yahya adında bir oğlanı müjdeleriz ki, daha önce onu hiç kimseye adaş kırmamıştık." Allah'ın (celle celâlühü), Hazret-i Zekeriyyâ'ya bu hitabı, bizzat oknayip fakat melek vasıtasıyladır. Yani meleğin, bu ibareyi, Allah'tan Hazret-i Zekeriyyâ'ya hikâye etmesi yoluyladır. Nitekim: "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi, aşan kullarım!..."(Zümer: 53) âyeti de bu kabildendir. Bunun tahkiki, Âkı İmrân sûresinde geçti, Allah'ın (celle celâlühü) Hazret-i Zekeriyyâ'ya olan bu hitabı, onun seslenişine cevap ve duasını kabul edeceğinin vaadidir. Ancak bu, "Biz de onun duasını kabul ettik ve Yahya'yı ona bağışiadık."(Enbiyâ: 90) âyetinden ilk akla geldiği gibi duasını tamamıyla kabul edeceğinin vaadi değil, fakat üstün hikmetlere bağlı olarak gerçekleşen İlâhî iradenin gerektirdiği şekilde duasının kısmen kabulü anlamındadır. Zira peygamberlerin (aleyhisselâm) duaları kabule şayan ise de, bütün duaları mutlaka kabul olur, demek değildir. Görmedin mi ki, Hazret-i İbrâhîm'in Kendi babası hakkındaki duası ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ve ben Allah'tan (celle celâlühü), ümmetimin birbirleriyle savaşmamalarını istedim, fakat bu duam kabul olunmadı" hadisinde beyan ettiği duası kabul olunmamıştır. İste Hazret-i Zekeriyyâ'nın bu duasında da, Allah (celle celâlühü), ona, hoşnut olduğu bir peygamber olarak, Hazret-i Yahya'yı vermeye ve kendisine vâris olmamasına hükmetmiştir. Böylece Allah (celle celâlühü) Onun duasının birinci kısmını kabul etmiş, ikinci kısmını ise kabul etmemiştir. Nitekim meşhur görüş olduğu üzere, Hazret-i Yahya, babası Hazret-i Zekerivyâ'dan önce öldürülmüştür. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yahya, babasından sonra bir süre yaşamıştır. Bu görüşe göre, zikredilen izahı gerektirecek bir müşkül nokta yoktur. Hazret-i Yahya'nın isminin tayin edilmiş olması, İlâhî vaadi pekiştirmek ve kendisini şereflendirmek içindir. Daha önce Yahya isminin hiç kimseye verilmeyip bu ismin ona tahsis edilmiş obuası, Hazret-i Yahya'ya ilâve bir şeref ve saygınlık kazandırmaktadır. Zira insanların isimlerinden farklı olarak garip ve mümtaz bir ismin verilmesi, hiç şüphesiz, isim sahibine şeref kazandırmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki Semiyyen, ismen adaş demek değil, fazilet ve kemalde eşsiz demektir. Nitekim Meryem: 65. Âyette de "Semiyyen" kelimesi bu mânadadır. Zira vasıfta ortak olanlar, isimde ortak olanlar gibidir. Derler la; hiç günah işlememek ve hiçbir günah niyetini de içinden geçirmemek, bir pîr-i fâni ile bir kısır koca karıdan doğmuş olmak ve son derece iffetli olmak vasıflarında Yahya Peygamberin bir benzeri yoktur. Şu halde bu âyet, kendisinden sonra nazil olan Al-i İmrân: 39. Âyetinin icmalidir. Denilmiştir ki, Yahya isminin kendisine verilmesi, annesinin rahmi kendisiyle veya Allah'ın (celle celâlühü) dini onun davetiyle hayat bulduğu içindir. 8"Zekeriyya dedi ki: Rabbim! Karım bir kısır, ben de ihtiyarlığın son derecesine varmış iken, benim nasıl bir oğlum olabilir?" Allah'ın (celle celâlühü) Hazret-i Zekeriyyâ'ya hitabı, melek vasıtasıyla eriştiği halde Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) Bizzat Allah'a seslenmesi, ziyadesiyle yalvarış, yakarış, tamamıyla Allah'a yönelmede gayret harcamak için ve onun, meleke hitap etmesinin, Allah'ın (celle celâlühü) onun halini bilmesinin melek aracılığına tevakkuf ettiği vehmini doğurmasından sakınmak içindir. Nitekim beşerin, Allah'tan sâdır olan fiilleri bilmesi, her zaman melek aracılığına tevakkuf etmektedir. Yani benim karım, baştan beri kısır olup kendi gençliği ile benim gençliğimde çocuk doğurmadığı halde, şimdi, ihtiyarlığımdan dolayı mafsallarım, kemiklerim kurumuş olduğu ve karım da, bir kocakarı olduğu halde benim nasıl bir oğlum olabilir? Burada, Âl-i İmrân sûresindekinin aksine, Hazret-i Zekeriyya, önce kendi karısının hâlini anlatmış, çünkü kendi hali, duası içinde zikredilmiştir. Burada daha önce zikredilene tamamlayıcı olarak zikredilen, ihtiyarlığın en uzak mertebesine erişmesidir. Anılan sûrede ise, duasında kendi halini anlatmamaktadır. İşte onun için orada kendi hâlini, karısının hâlinden önce anlatmaktadır. Çünkü kendi halinin kusurlu olduğunu hemen anlatması daha münasip olmaktadır. Hazret-i Zekeriyya, daha önce, kendisine bir oğlan vermesi için Allah'a (celle celâlühü) duâ ettiği halde ve özellikle Âl-i İmrân sûresinde zikredilen kanıtları gördükten sonra Allah'ın (celle celâlühü) buna muktedir olduğu noktasındaki kesin îmanı daha da kuvvetlendiği halde bu kelâmı söylemesi, Allah'ın kudretini tazim etmek, ona taaccübünü ifade etmek ve o'nun bu büyük nimetini pek önemsediğini bildirmek içindir. Zira bu sözleriyle, normal şartlara göre imkânsız olduğu halde bunun doğrudan Allah'ın lûtfu kereminden olduğunu açıklamaktadır, Yoksa Hazret-i Zekeriyya'nın bu sözleri, çocuğunun olmasını uzak görmek anlamında değildir. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Zekeriyyâ'nın bunu söylemesi, aldığı cevabın, mü’minlerin kesin îmanını arttırması ve bâtılcıların da, bâtıllarından vazgeçmesi içindir. Bir diğer görüşe göre ise, sözleri, bunu uzak görmek anlamında idi. Nitekim duâ de bu müjde arasında altmış sene geçmişti ve böyle duâ ettiğini de unutmuştu. Ancak bu görüş, isabetten uzaktır. 9"Allah: Öyledir, dedi; Rabbin buyurdu ki: O, Bence çok kolaydır. Bundan önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmışınıdır." A- "Allah: Öyledir, dedi; Rabbin buyurdu ki: O, Bence çok kolaydır." Kimilerine göre bu âyet hülasa olarak şunu ifade etmektedir: Allah (celle celâlühü) Diyor ki; işte bunun gibi garip ve gayet güzel söz söyledim. Yani bu harikulade vaat gibi vaatte bulundum ve özellikle bu, normal şartlarda imkânsız ise de, Bence çok kolaydır. Yahut Allah: İşte gerçek şudur, dedi... Yahut Allah: Durum, vaat ettiğim gibidir, dedi ve o, mutlaka gerçekleşecektir. Yahut ey Zekeriyya! durum dediğin gibidir. Buna göre bu cümle, Hazret-i Zekeriyyâ'nın kendisi ile karısının hallerinin, çocuk yapmaya müsait olmamasıyla ilgili söylediklerini tasdik etmektedir. Bundan sonra gelen cümle ise, önceki takrirden sonra imkânsız olmadığını beyan etmek içindir. Yani Allah (celle celâlühü) dedi ki; bu hâdise, haddi zatında akıldan uzak bir şey olduğu halde Bence çok kolaydır. B- "Bundan önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmışımdır. Bu cümle, makablini açıklamaktadır. Bundan murat, başlangıçta insanların yaratılmasıdır. Zira mutlak yokluktan sonra gerçekleşen budur. Yoksa bundan murat, birinci yaratılıştan sonra normal üreme yoluyla yaratılmak değildir. Hakikatte yoktan yaratılan insan, Âdem (aleyhisselâm) olduğu halde: "Daha önce baban Âdem, hiçbir şey değil iken, onu yarattım" denilmemiş. Halbuki çocukla müjdelenen Hazret-i Zekeriyyâ'nın hali, onun haline kıyaslamak yoluyla, bunun imkânsız olmadığını ifade etmek konusunda yeterli olurdu. Böyle iken, hücceti kuvvetlendirmek ve kıyas yolunu tavzih etmek için bu üslup kullanılmıştır. Zira bu üslupla, Âdem'in yoktan var edilmesinden her beşer ferdinin payı olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü Âdem'in (aleyhisselâm) hârika fıtratı, kendi nefsine münhasır olmayıp fakat icmali olarak bütün insan fertlerinin fıtratını da içeren ve onun sonuçlarının hepsine câri olmasını gerektiren bir örnek idi. Bu itibarla Allah'ın Âdem'i (aleyhisselâm) bu garip ve mükemmel şekilde yaratması, onun neslinin her ferdi için de geçerlidir. Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetinin bütün fertlerine sirayet eden bu şekildeki yaratılması, mezkûr yaratılmanın ona isnat edilmesinden anlaşılacağı gibi, bunun kendi nefsine münhasır olmasından daha hârika ve garip olduğu ve Allah'ın kudretinin, ilminin ve hikmetinin kemaline daha çok delâlet ettiği için ve bu takdirde Hazret-i Zekeriyyâ'nın yokluğu daha açık olduğu ve onun hali, kendisine müjdelenen çocuğun haline örnek olmaya daha uygun olduğu için mezkûr yaratma fiili, Hazret-i Zekeriyyâ'ya isnat edilmiştir. Nitekim: "Yemin olsun ki, sizi yaratmışız ve sonra da sizi biçimlendirmişizdir." (A'râf: 11) âyetinde de, minnet beyan etmek hakkının tam olarak verilmesi için, yaratılma ve biçimlendirilme fiilleri, muhataplara isnat edilmiştir. Şu halde hulâsa olarak sanki şöyle denilmiştir: Ben, daha önce sen hiçbir şey değil iken, tamamen yokluktan ibaret iken, Âdem'i (aleyhisselâm) yaratmak zımnında seni de yaratmışımdır. Âyetteki şeyi, itibara değer bir şey olarak yorumlamaya ise, bu makam engeldir ve âyetin ifadesi ona müsait değildir. 10"Zekeriyyâ dedi ki: "Rabbim! Bu hususta bana bir işaret ver!" Allah buyurdu ki: "Sana işaret, sapasağlam olduğun halde üç gün ve üç gece insanlarla konuşamamandır." A- Zekeriyyâ dedi ki: "Rabbim! Bu hususta bana bir işaret ver!" Yani ey Rabbim! Dileğimin tahakkuk edeceğine ve hamilelik gerçekleşeceğine delâlet eden bir işaret bana ver! Hazret-i Zekeriyyâ'nın bu isteği, kimilerinin dediği gibi, müjdeyi pekiştirmek ve tahkik etmek için değildir. Çünkü bu, peygamberlik makamına yakışmaz. Bu istek, ancak hamileliğin başlangıcını tarif etmek içindi Zira müjde, tayinsiz ve mutlak idi. Ve hamilelik de, bilinmeyen gizli bir hâdise idi. İşte bundan dolayı Hazret-i Zekeriyyâ, o büyük nimetin sürecinin başlamasından itibaren onu şükür ile karşılamak ve şükrünü, mutat olarak anlaşılıncaya kadar geciktirmemek için, Allah'ın (celle celâlühü) kendisini ona muttak kılmasını istedi. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde de bu noktaya işaret edildi. Kaldı ki, Hazret-i Zekeriyyâ'nın bu isteği, müjdeden uzun bir zaman geçmiş olmasından sonra olması lazımdır. Çünkü rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Yahya, Hazret-i İsa'dan altı ay, yahut, üç sene büyüktü. Ve hiç şüphe yok kı, Hazret-i Zekeriyyâ'nın duası, Hazret-i Meryem'in çocukluğunda olmuştu. Zira "işte orada Zekeriyyâ, Rabbine yalvardı..." (Âl-i İmrân: 38) âyetinden de anlaşılmaktadır. Ve Hazret-i Meryem de, on yaşında veya on üç yaşında iken Hazret-i İsa'yı doğurmuştur. B- "Allah buyurdu ki: "Sana işaret, sapasağlam olduğun halde üç gün ve üç gece insanlarla konuşamamandır." Yani senin yaratıksın, bedeni uzuvların sapa sağlam iken ve sende dilsizlik ve dil arızası şaibesi yok iken ve sen Zikir ve tesbihe muktedir olduğun halde, üç gün ve üç gece insanlarla insanların sözleriyle konuşamamandır. 11"Bunun üzerine Zekeriyyâ Mihrabtan (Mabetten) kavminin karşısına çıkarak onlara: "Sabah ve akşam Allah'ı tesbih edin!" diye işaret eyledi." Yani bunun üzerine Hazret-i Zekeriyyâ, mabetten, yahut odadan kavminin karşısına çıktı. Kavmi, mabede girip namaz kılmak için mabedin arkasında toplanmış, onlara kapıyı açmasını bekliyorlardı. O anda Hazret-i Zekeriyyâ, rengi değişmiş olarak onların karsısına çıkınca, bu halı onların hoşuna gitmedi ve: "Neyin var?" Dediler. Hazret-i Zekeriyyâ da onlara: "Sabah ve akşam tesbih edin!" diye işaret etti. Diğer bir görüşe göre ise, bunu yere yazdı. Ebû'l Âk'ye der kı: "Bu namazlardan murat, Sabah ile İkindi namazlarıdır." Yahut günün iki tarafında Rabbinizi tenzih edin! demektir. Herhalde Hazret-i Zekeriyyâ, şükür olarak tesbih etmeye ve bunu kavmine de emretmeye memur bulunuyordu. 12"Ey Yahya! Kitaba (Tevrat'a) kuvvetle sarıl!" dedik ve henüz çocuk iken ona ilim ve hikmet verdik" Yani "Ey Yahyâ! Tevrat'ı kuvvetle, ciddiyetle ve Rabbinden başarı dileyerek tut!" dedik ve kendisi henüz çocuk iken ona hüküm verdik. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Hüküm, peygamberliktir. Hazret-i Yahyâ, otuz yaşında iken Allah (celle celâlühü) ona peygamberlik vermiştir." Diğer bir görüşe göre ise hüküm, hikmet, Tevrat'ı anlamak ve dinî ilimleri bilmektir. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Yahyâ, henüz çocuk iken, çocuklar, kendisini oynamaya çağırdıklarında, "Biz oyun için yaratılmadık" diye cevap vermiş. 13"Ve katımızdan ona büyük bir huy yumuşaklığı ve (her türlü günahtan) temizlik verdik. Ve o, pek sakınan biri idi." Yani Biz ona katımızdan büyük bir rahmet verdik. Yahut Biz, ebeveynine ve diğer insanlara karşı şefkatli olması için onun kalbine merhamet verdik. Ve Biz ona günahlardan temizlik verdik. Yahut ona, ebeveynine harcayacağı sadaka verdik. Yahut onu, insanlara sadaka vermeye vakfettik. Ve o, günahlardan pek sakınan biri idi. 14"Ve ana-babasına çok iyi davranan bir kimse idi; o, dik kafalı bir zorba, hiç değildi." Yani Hazret-i Yahyâ ebeveynine karşı son derece lütûfkâr ve iyilik yapan bir şahsiyet idi ve o, ana-babasına karşı mütekebbir ve isyankâr hiç değildi. Yahut o, Rabbine karsı isyankâr değildi. 15"Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diri olarak kaldırılacağı gün ona selâm olsun!" Yani doğduğu gün, şeytandan diğer insanlara erişen kötülüklerden, öleceği gün kabir azabından ve tekrar diri olarak mezardan kaldırılacağı gün kıyametin korkunç hallerinden ve Cehennem ateşinden selâmette olsun! 16"Peygamberim! Kitapta (Kitabın bu sûresinde) Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir mekâna çekilmişti." Hazret-i Zekeriyyâ'nın kıssasından sonra Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kıssayı da zikretmesi emredilmiş, çünkü iki kıssa tamamen ıç içedir. Burada Kitaptan murat, Kur’ân değil, fakat bu sûre-i kerimedir. Çünkü bu kıssanın zikri ile sûrede zikredilen diğer peygamberlerin kıssalarının zikrini gerektiren Hazret-i Zekeriyyâ'nın kıssası, bu sûrenin başında zikredilmektedir. Yani bu sûrede: Hazret-i Meryem'in kıssasını da an. Zira anma (zikir), şahısların kendileri için değil, fakat onlarla ilgili haberler içindir. Hazret-i Meryem, yalnız olarak ibâdet etmek üzere, ailesinin bulunduğu mekândan ayrılıp Beytül makdisin doğusunda, yahut evinin doğusunda bulunan bir mekâna çekilmişti. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Meryem, aybaşı halinden yıkanmak için bir duvarın arkasında muhafazak bir yerde oturdu. İşte bundan sonraki cümle bunu ifade etmektedir. 17"Meryem, bir de, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken Biz ona Ruhumuzu (Cebrâîl’i) gönderdik de, ona tam bir insan şeklinde göründü." Hazret-i Meryem, Mescitte kalıyordu. Aybaşı olduğu zaman, teyzesinin evine gidiyordu ve temizlendiği zaman yine Mescide dönüyordu, işte Hazret-i Meryem, bu yıkanma yerinde iken, melek, sakalı henüz bitmemiş, parlak yüzlü, kıvırcık saçlı genç bir adam şeklinde onun yanma yaklaştı. İşte "Biz ona Ruhumuzu gönderdik" cümlesinin mânâsı budur. Yani Biz, ona Cebrâîl’i gönderdik. Cebrâîl’in bu şekilde ifade edilmesi, bu makamın hakkını vermek içindir. Cebrâîl kusursuz, bünyesi sağlam ve bütün insan güzelliklerini taşıyan bir genç şeklinde Hazret-i Meryem'e göründü. Diğer bir görüşe göre ise, Beytülmakdis in hademelerinden Yûsuf adında Hazret-i Meryem'in bir yaşıtı suretinde ona göründü. Cebrâîl’in bu şekilde ona görünmesi, onun sözlerinden ürkmemesi ve Allah'ın (celle celâlühü) kelâmından ona aktaracaklarım alması içindi. Zira eğer melek suretinde ona görünseydi, Hazret-i Meryem, ondan ürker ve onunla ilişki kuramazdı. Kimileri, onun bu şekilde kendisine görünmesi, Hazret-i Meryem'i şehvete getirmek ve menisinin, rahmine inmesini sağlamak için olduğunu söylemişlerse de, bu görüş, Allah'ın harikulade kudretinin eserlerini beyan etmek makamına ters düşmekle beraber, bir de, bundan sonraki âyet de onu tekzip etmektedir. 18"Meryem dedi ki: Ben, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan, bana dokunma!" A- Meryem dedi ki: Ben, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. İşte bu da âdil bir şahittir ki, aşırı meyil ve şehvetten doğan o hak yaşaması (orgazm) şöyle dursun, onun kalbine meyil şaibesi bile girmemiştir. Evet, Cebrâîl’in bu üstün güzellik ve cemalde temsil edilmesi, kendisini denemek ve iffetini imtihan etmek için idi. Ve zaten son derece takva ve iffeti de görülmüştür. Hazret-i Meryem'in, Allah'ı Rahman sıfatıyla zikretmesi, ziyadesiyle o'na sığınmak ve ansızın karşılaştığı fiilden korunmak için özel rahmetin eserlerini celp etmek içindir. B- "Eğer Allah'tan korkuyorsan, bana dokunma! Yani eğer sen Allah'tan korkup o'na sığınmaya önem veriyorsan, işte ben o'na sığmıyorum; sen de o'na sığın ve bana dokunma! 19"Cebrâîl : "Ben, sana tertemiz bir oğlan bağışlaman için Rabbimin ancak bir elçisiyim" dedi." Cebrâîl bu sözleriyle demek istiyor ki, ben, senin vehmettiğin gibi kendisinden kötülük beldenen biri asla değilim; ben ancak senin sığındığın Rabbinin elçisiyim; senin gömleğinin içine üflemek suretiyle, sana günah bakımından tertemiz, yahut hayır üzere büyüyen ve sene, sene büyürken de hep hayır ve salâh üzerinde olacak bir oğlan bağışlanmaya sebep olmak için burada bulunuyorum. 20"Meryem: "Benim bir oğlum nasıl olabilir ki, bana bir insan eli değmemiştir. Ben iffetsiz de değilim" dedi." Yani bana, nikâhlı olarak bir insan eli değmemiş ve ben, erkeklerle olmayı arzu eden iffetsiz bir kadın da değilim. 21"Cebrâîl dedi ki: "Öyledir." Rabbin buyurdu: "Bu, Bence pek kolaydır. Bunu, insanlara bir ibret ve Bizden bir rahmet kılalım diye yapacağız. Zaten bu, ezelde karara bağlanmış bir hüküm idi." A- Cebrâîl dedi ki: "Öyledir." Yani Cebrâîl (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'in sözünü izah ve tahkik olarak: "Evet, gerçek durum aynen dediğin gibidir" dedi. B- "Rabbin buyurdu: "Bu, Bence pek kolaydır. Bu cümle, makabline bir açıklama mahiyetindedir. Yani beni sana gönderen Rabbin dedi ki: Benim sana anlattığını gibi, sana hiç insan eli değmeden sana bir oğlan bağışlamak, âdete göre imkânsız ise de, Bana mahsus bir şey olmak üzere, bence çok kolaydır. Zira Benim sebeplere ve vasıtalara ihtiyacım yoktur. C- "Bunu, insanlara bir ibret ve Bizden bir rahmet kılalım diye yapacağız. Yani Biz, bir oğlan bağışlamayı, onlara, kudretimizin sonsuzluğuna delâlet eden bir âyet ve hüccet olması için gerçekleştireceğiz. D- "Zaten bu, ezelde karara bağlanmış bir hüküm idi." Yani böyle mucizevî bir şekilde bir oğlanın bağışlanmasına zaten ezelde hükmedilmiş, yahut takdir edilmiş ve Levh-i Mahfûz'a yazılmıştır; bu hüküm, kaçınılmaz olarak sana uygulanacaktır. Yahut bu hâdise, üstün hikmetler içerdiği için olması gereken bir şeydir. 22"Böylece Meryem ona hamile kaldı. Sonra hamliyle birlikte uzak bir yere çekildi." A- "Böylece Meryem ona hamile kaldı." Yani Cebrâîl Hazret-i Meryem'in gömleğine üfledi ve nefesi onun içine girdi. Demliyor ki, Cebrâîl (aleyhisselâm) onun gömleğini kaldırdı ve onun yakasından içeriye üfledi; bunun neticesinde hamile kaldı. Diğer bir görüşe göre ise, Cebrâîl (aleyhisselâm) uzaktan üfledi de, havası kendisine ulaştı ve hemen hamile kaldı. Bir diğer görüşe göre ise, Cebrâîl , onun ağzına üfledi. Hazret-i Meryem'in hamilelik müddeti yedi ay sürdü. Diğer bir görüşe göre ise sekiz ay sürdü. Ve Hazret-i İsa'dan başka sekiz aylık hiçbir çocuk yaşamamıştır. Başka bir görüşe göre ise, gebelik müddeti dokuz ay idi. Bir görüşe göre ise gebelik süresi, yalnız üç saat oldu. Bir görüşe göre de, yalnız bir saat oldu; hamile kalması ile doğum yapması bir oldu. Hazret-i Meryem o zaman on üç yaşında bulunuyordu. Bir görüşe göre, henüz on yaşında idi ve iki kez aybaşı olmuştu. B- "Sonra hamliyle birlikte uzak bir yere çekildi. Yani Hazret-i Meryem, bu hamilelik haliyle, ailesinden uzak bir yere bir dağın arkasına çekildi. Diğer bir görüşe göre ise, evinin arka kısmına çekildi. Hamilelik müddetinin pek kısa olduğu rivâyetlere en uygun olan bu görüştür. 23"Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya sevk etti. Meryem: "Keşke bundan önce ölseydim de, büsbütün unutulmuş olaydım!" dedi." A - "Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya sevk etti." Yani Hazret-i Meryem de doğum sancısı başlayınca, hem onunla örtünmek için, hem de doğum sırasında dayanmak için bir hurma ağacının gövdesinin arkasına çekildi. Bu hurma ağacı, dalları ve yeşilliği olmayan kuru bir ağaç idi. Mevsim de kıs idi. Muhtemeldir ki, Allah Hazret-i Meryem'e âyetlerini göstermek, onun korkusunu gidermek ve ona, yeni doğum yapanların yemeği ve en uygun gıdası olan taze hurma yedirmek için kendisine bunu ilham etmişti. B- "Meryem: "Keşke bundan önce ölseydim de, büsbütün unutulmuş olaydım!" Dedi. Yani Hazret-i Meryem, o andaki üzüntüsünün ifadesi olarak dedi ki: Keşke ben, bu duruma düşmeden önce ökmüş olsaydım ve unutulması gereken önemsiz bir şey olsaydım! Hazret-i Meryem, kendisi ile Cebrâîl (aleyhisselâm), arasında cereyan o şerefli vaadi bildiği halde bunu söylemesi, sırf insanlardan haya ettiği ve onların ayıplamasından korktuğu içindir. Yahut insanların kendisi hakkında konuşacakları ile günaha girmelerinden endişe ettiği içindir. Yahut o da, ağır musibetlerle karşı karşıya kalan iyi insanların söyleye geldikleri sözü söylemiştir. Nitekim Hazret-i Ömer'den (radıyallahü anh) Rivâyet olunduğuna göre, kendisi bir gün yerden bir saman çöpü almış ve: "Keşke ben bu saman çöpü olsaydım da, başka bir şey olmasaydım!" demiştir. Hazret-i Bilâl'den rivâyet olunduğuna göre o da: "Keşke Bilâl'in annesi Bil al'i doğurmasayek!" demiştir. 24"İşte o zaman aşağısından bir ses ona şöyle seslendi: "Üzülme! Rabbin alt yanından küçük bir nehir meydana getirmiştir." Yani o zaman Cebrâîl ona seslendi. Deniliyor ki, Cebrâîl doğan yavruya ebelik yapmıştı. Diğer bir görüşe göre, aşağısından, bulunduğu tepenin aşağısından demektir. Bir diğer görüşe göre ise, hurma ağacının altından ona seslenilmişti. Bir görüşe göre, İsâ (aleyhisselâm) ona seslenmişti. Ona şöyle seslenilmişti: Üzülme! Senin alt yanında bulunan bir yerden bir çağlayan meydana getirmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, küçük bir ırmak senin emrine verilmiştir; emredersen akacak; emretmezsen akmayacaktır. Merfû olarak (Peygamberimize kadar kesintisiz bir senetle) rivâyet olunduğuna göre İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cebrâîl ayağını yere vurmuş; hemen tatlı bir su fışkırmış ve ark halinde akmaya başlamıştır." Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İsâ, bunu yapmıştır. Bir diğer görüşe göre ise, orada kuru bir dere vardı; o anda Allah (celle celâlühü), o derede su akıtmıştır. Nitekim benzer bir şeyi de hurma ağacında yapmıştır. Zira o hurma ağacı kuru idi ve değil meyvesi, dallan ve yapraklan bile yoktu ve mevsim de kış idi. Böyle olduğu halde Allah Onda dallar, yapraklar ve meyve meydana getirmiştir. Bir görüşe göre de, orada bir akarsu vardı. Ancak hârikaların meydana gelmesini beyan etmek makamına uygun olan ve âyet-i kerimenin ifadesinden ilk anlaşılan manâ, birincisidir. Başka bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki "Seriyye" (küçük ırmak anlamında olmayıp) şanı yüce ulu bir peygamber demektir ki, bu, İsa'dır (aleyhisselâm). 25"Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze olgun hurma dökülsün." 26"Artık ye ve iç! Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: Rahman olan Allah'a oruç adadım da, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." - A- "Artık ye ve iç! Gözün aydın olsun!" Yani o küçük ırmağın suyundan iç ve taze hurmadan ye! Yahut hurmadan ye ve onun suyundan iç! Ve neşeni bozma; seni üzen ve kaygılandıran şeylere kafanı takma; onları kafadan at; zira Allah (celle celâlühü), senin durumunu, alelade hükümlere göre ibâdet edenlerin aklından geçenlerden tenzih etmiş ve basit unsurlar ile mürekkep bitkilerden, kâinat âdetlerine göre hârika olan ve senin bu işindeki esrara vâkıf olma yoluna işaret eden delilleri de onlara göstermiştir. B- "Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: Rahman olan Allah'a oruç adadım da, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." Yani bu arada sen herhangi bir insan görüp de o, seni konuşturmak isterse, sen, ona de ki: "Ben, Rahman olan Allah'a sükût orucu adadım; bundan dolayı bugün hiçbir insanla konuşmayacağım; yalnız meleklerle konuşacağım ve Rabbime yakaracağım." Diğer bir rivâyet göre ise, Hazret-i Meryem'e adak orucunu işaretle bildirmesi emredilmişti. En zahir olan görüş de budur. Hazret-i Meryem'in, sefih insanlarla tartışması ve Hazret-i Meryem'in sözlerini başkalarına aktarıp dedikodu konusu yapmaları hoş görülmediği için ve bir de, Hazret-i İsa'nın sözüyle iktifa edilmesi için kendisine bu sükût emredilmişti. Zira Hazret-i İsa'nın sözleri, eleştirilerini kesmek için kesin bir delil idi. 27"Nihayet oğlunu kucağında taşıyarak kavmine getirdi. Kavmi dediler ki: "Ey Meryem! Yemin olsun ki, sen iğrenç bir iş yapmışsın." Yani Hazret-i Meryem, doğum kanından temizlendikten sonra oğlunu kucağında taşıyarak kavmine geldi. Kavmi onun bu halini pek yadırgayarak dediler ki: "Ey Meryem! Yemin olsun ki, gerçekten sen büyük bir hata, iğrenç bir fiil yapmışsın. Yahut bu gelişin, pek acayip oldu." 28"Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi; annen de iffetsiz değildi." Bu Hârun, peygamber olan Hazret-i Harun'dur. Hazret-i Meryem, Hazret-i Hârun'un kardeşleri derecesinde olan kimselerin soyundan olduğu için kendisine böyle hitap edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, kendisinin soyundan idi. İkisinin arasında bin yıl vardı. Diğer bir görüşe göre ise, bu Hârun, onların zamanından yaşayan iyi veya kötü bir adamdı; onlar, Hazret-i Meryem'i ona benzettiler. Yani ey Meryem! Sen bizim yanımızda Hârun gibi iyi bir insandın, demek istediler. Yahut Hârun kötü bir insandı ve Hazret-i Meryem'i ona benzetmekle kendisine hakaret ettiler. Onların bu sözleri, Hazret-i Meryem'in yaptığı işin iğrenç ve pek kötü bir şey olduğunu izah etmekte ve iyi insanların çocuklarının hayâsızlık yapmalarının daha kötü olduğuna dikkat çekmektedir. 29"Bunun üzerine Meryem, çocuğu işaret etti. Onlar: "Biz, beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım?" dediler." A- Bunun üzerine Meryem, çocuğu işaret etti. Yani kavminin bu sözlerine karşılık Hazret-i Meryem, Hazret-i İsa'yı işaret ederek onunla konuşmalarını istedi. Zahire göre Hazret-i Meryem, onlara sükût adağını ve kendisine emredildiği veçhile insanlarla tartışmaya girmeyeceğini beyan etmişti. Şu halde bu kelâm delâlet ediyor ki, Hazret-i Meryem'e emredilen, adağını ifade ile değil, işaret ile bildirmesi idi. Her ikisini de yapmak ise, alışılmış bir şey değildir B- "Onlar: "Biz, beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım?" dediler. Yanı onlar, Hazret-i Meryem'in bu cevabını reddederek dediler ki; biz, beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım? Bugüne değin aklı başında bir insanın beşikteki bir çocukla konuştuğunu hiç bilmiyoruz. 30"Çocuk dedi ki: "Şüphe yok ki, ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitabı verdi ve beni peygamber yaptı." Allah (celle celâlühü), hakkı tahkik ve Hazret-i İsa'nın İlahlığını iddia edenleri reddetmek üzere, kaçınılmaz bir hakikat olarak onu böyle konuşturmuş; Allah'ın kulu olduğunu ona söyletmiştir. Bir görüşe göre, Hazret-i İsa'yı konuşturan Hazret-i Zekeriyyâ'dır (aleyhisselâm).. Süddî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Hazret-i Meryem, çocuğa işaret edince, kavmi çok kızdı ve: "Meryem'in bizimle alay etmesi, yaptığından daha çok zorumuza gidiyor" dediler." Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İsâ, o sırada meme emiyordu. Onların o sözlerini işitince, meme emmeyi bıraktı; onlara yüzünü döndü; sol tarafına yaslandı; onlara sehâdet parmağıyla işaret etti ve söylediklerini söyledi. Deniliyor ki, Hazret-i İsâ, onlara söylediklerini söyledikten sonra çocukların normal olarak konuştukları çağa gelinceye kadar bir daha hiç konuşmadı. 31"Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı ve yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti." Yani Allah (celle celâlühü) bana İncil verdi; beni peygamber yaptı namaz ve zekatı emretti ve nerede olursam olayım, beni faydalı ve hayrın muallimi (öğretmeni) kıldı. Bir görüşe göre Allah (celle celâlühü), Hazret-i İsa'yı çocukluğunda kâmil akil sahibi kıldı ve onu peygamber yaptı. Ve yine Allah'ın "Yaşadığını müddetçe namazı ve malım olduğu takdirde zekâtı, yahut nefsimi rezaletlerden temizlemeyi bana kuvvetle emretti." 32"Beni anneme saygılı kıldı ve beni bedbaht bir zorba kılmadı." Yahut beni, anneme saygılı olmakla mükellef kıldı. Ve beni Allah'a (celle celâlühü) karşı inatçı bedbaht, mütekebbir bir zorba kılmadı. 33"Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak mezardan kaldırılacağım gün bana selâm olsum!" Yani Yahya'ya olduğu gibi bana da selâm olsun. Bu ifade, düşmanlarına lanet okumasının tarizidir. Zira selâmın cinsini kendi nefsine ispat etmesi, kendi zıtlarına da selâmın zıddını ispat etmenin tarizidir. Nitekim "Hidâyete uyanlara selâm olsun!" (Tâ-hâ:47) âyeti de bu kabildendir. Zira bu da, yalanlayıp yüz çevirenlere azap olmasının tarizidir. 34"İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsâ, hak söz olarak budur." Yani o yüce sıfatlan anlatılan zat, Meryem oğlu İsa'dır; Hıristiyanların vasıflandırdıkları değildir. Bu ifade, en beliğ veçhile ve delil göstermek suretiyle Hıristiyanları iddialarında tekzip etmektedir. Zira Hazret-i İsâ, burada, Hıristiyanların ona isnat ettikleri vasıfların zıddıyla vasıflandırılmaktadır. "Hak söz olarak" ifadesi, "Şüphe yok ki, ben, Allah'ın kuluyum..." kelamının tekidi mahiyetindedir. "İşte hakkında şüphe ettikleri..." cümlesi, makabknin mefhumunu açıklamaktadır. Onların Hazret-i İsâ hakkında şüphe etmeleri, kuşku duymaları, yahut hakkında tartıştıkları, Yahudilerin "sihirbaz" ve Hıristiyanların da "Allah'ın oğlu" demiş olmaları demektir. 35"Allah'ın her hangi bir çocuk edinmesi olur şey değildir. O, bundan tamamen münezzehtir. O, bir şeye hükmettiği zaman, ona sadece "Ol!" Der; o da hemen oluverir.." A- "Allah'ın her hangi bir çocuk edinmesi olur şey değildır. O, bundan tamamen münezzehtir." Bu kelâm, Hıristiyanları tekziptir ve Allah'ı (celle celâlühü) onların haksız hücumlarından uzak tutmaktır. B- "O, bir şeye hükmettiği zaman, ona sadece "Ol!" Der; o da hemen oluverir.." Bu kelâm da, Hıristiyanları tamamen susturmak içindir. Zira bu kelâm beyan ediyor ki, Allah'ın yüce şanının gereği olarak O, her hangi bir şeye hükmettiği zaman, ona iradesini iliştirir ve böylece o iş, hiç gecikmeksizin hemen oluverir. O halde şanı böyle olan bir zatın, çocuğunun olması nasıl vehmedılebılir. 36"Yine çocuk dedi ki: "Şüphe yok ki, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse ona kulluk ediniz, işte bu, dosdoğru yoldur." A- "Yine çocuk dedi ki: "Şüphe yok ki, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdır. Öyleyse ona kulluk ediniz." Bu da, Hazret-i İsa'nın sözlerindendir. Âyetin metnindeki "inne" kelimesi, bir kırâete göre "enne" olarak okunmuştur. Buna göre bu cümle, illet (sebep) cümlesidir. Yani Allah (celle celâlühü), benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olduğu için o'na kulluk edin. Nitekim. "Bütün mescitler Allah'a ait olduğu için artık siz de Allah ile beraber hiç kimseye yalvarmaymız."(Cin: 18) âyeti de bu kabildendir. B- "İşte bu, dosdoğru yoldur." Yani zikrettiğim tevhit yolu, dosdoğru yoldur; bu yolun yolcusu, hiçbir zaman (yolda) kaybolmaz. 37"Sonra fırkalar, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. O büyük günün şahitliğinden vay o kâfirlerin haline!" A- "Sonra fırkalar, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler." Bu sonucun, makabline terettüp ettirilmesi, onların yaptıklarının ne kadar kötü olduğuna dikkat çekmektedir. Zira onlar, ittifakı gerektiren şeyi, ihtilaf kaynağı yapmışlardır. Çünkü Hazret-i İsa'nın anlatılan bu sözleri, onun, Allah'ın kulu ve elçisi olduğu noktasında açık delil olduğu halde, Yahudiler ve Hıristiyanlar, meselenin çözümünde ifrat ve tefrite giderek anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yahut Hıristiyan fırkalar Hazret-i İsâ hakkında anlaşmazlığa düştüler: Nastûrîler, Hazret-i İsa'nın Allah'ın Oğlu olduğunu söylediler. Yakubîler, onun Allah'ın kendisi olduğunu, yere indiğini, sonra yine göklere yükseldiğini söylediler. Allah (celle celâlühü) bundan tamamen münezzehtir. Melenkânîler ise, Hazret-i İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söylediler. B- "O büyük günün şâhitliğinden vay o kâfirlerin haline!" Yani büyük korkunç halleri, hesabı ve ezası olan kıyamet gününe şahit olduklarında, o ihtilafa düşen kâfirlerin vay haline! Yahut o günün, kendileri aleyhine şâhitlik etmesinden... Zira o gün melekler, peygamberler Ve onların dilleri, kulakları, elleri ile ayaklan ve diğer uzuvları, onların kâfir ve günahkâr olduklarına şâhitlik edeceklerdir. Diğer bir görüşe göre ise bu şâhitlik, onların, Hazret-i İsâ ile annesi hakkındaki yalan şahitlikleridir. 38"Onlar, Bize geldikleri gün, ne iyi duyarlar ve ne iyi görürler! Fakat o zâlimler bugün açık bir sapıklıktadırlar." A- "Onlar, Bize geldikleri gün, ne iyi duyarlar ve ne iyi görürler!" Bu, o gün onların kulaklarının ve gözlerinin ne kadar keskin olacağına taaccüp anlamını ifade etmektedir. Yani onlar dünyada sağır ve kör iken, hesap ve ceza için Bize gelecekleri kıyamet gününde kulaklarının ve gözlerinin keskinliği taaccübe şayandır. Yahut bu ifade, onların, o gün duyacakları ve görecekleri ile kendilerim tehdit etmek anlamındadır. Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetteki (tam kelime mânâsı olarak) "onlara duyur ve göster" emirleri, o gün için vaat edilenleri ve başlarına gelecek olanları kendilerine duyur ve göster! Demektir. B- "Fakat o zâlimler bugün açık bir sapıklıktadırlar." Yani o zâlimler, dünyada sonsuz bir sapıklık içinde bulunmaktadırlar. Nitekim onlar, ibretle bakmaktan ve duymaktan tamamen gafil kalmışlardır. Onların zâlim olarak ifade edilmeleri, bu yaptıklarının, kendi nefislerine zulüm olduğunu bildirmek içindir. 39"Ey Peygamberim! O iş yerine geldiği hengâmedeki pişmanlık gününün dehşeti ile onları uyar! Onlar hâlâ bir gaflet içindedirler ve onlar hâlâ inanmıyorlar." A- Ey Peygamberim! O iş yerine geldiği hengâmedeki pişmanlık gününün dehşeti, ile onları uyar! Kıyamet günü hesap tamamlanıp bir fırka Cennete, diğeri de. Cehenneme konulduktan sonra bütün insanlar yaptıklarına pişman olacaklardır: Kötülük yapanlar, kötülük yaptıklarına pişman olacaklar; iyilik yapanlar da, niçin daha fazlasını yapmadıklarına pişman olacaklardır. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz e (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kıyamet günü hesaplar bitip Cennet ve Cehennem yaranları yerlerine konulduktan sonra neler olacak?" diye sorulunca buyurdu ki: "O zaman ölüm, gösterişk bir Koç suretinde getirilecek ve kesilecek. Bu sırada her iki fırka da ona bakacaklar, işte o zaman bir münâdi, söyle seslenecek: "Ey Cennet ehli! Bu, ebedi bir hayattır; artık ölüm yoktur. Ve ey Cehennem ehli! Bu ebedî bir hayattır; artık ölüm yoktur." O zaman, Cennet ehlinin sevincine bir sevinç daha katılmış olacak ve Cehennem ehlinin kederine de bir keder daha katilmiş olacak." B- "Onlar hâlâ bir gaflet içindedirler ve onlar hâlâ inanmıyorlar. Yani onlar, hâlâ kıyamette kendilerine yapılacak muamelelerden gafil bulunuyorlar ve onlar hâlâ îman etmiyorlar. 40"Şüphe yok ki, yeryüzüne ve onun üzerindekilere ancak Biz vâris olacağız ve onlar ancak Bize döndürülecekler." Yani Bizden başka hiç kimsenin, yeryüzü üzerinde ve onda bulunan varlıklar üzerinde ne mülkiyet hakkı, ne de hükümranlık hakkı kalmayacaktır. Yahut vârisin, mirası tüketmesi gibi, Biz de, yeryüzünü de, onun üzerindeki bütün varlıkları da tamamen helâk edeceğiz ve onlar, amellerinin karşılığım almak üzere ancak Bize döndürülecekler; ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasına döndürülmeyeceklerdir. 41"Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân'da) İbrâhîm'i de an! Zira o, gerçekten dosdoğru bir peygamber idi." A- "Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân'da) İbrâhîm'i de an!" Yani bu sûrede, yahut Kur’ân'da İbrâhîm'in kıssasını o insanlara oku ve onlara tebliğ et. Nitekim diğer bir âyette de "Bir de, onlara İbrâhîm'in haberını oku!"denilmektedir. Zira o insanlar, Hazret-i İbrâhîm'in neslindendirler. Bu itibarla umulur ki, onun kıssasını duymakla, içinde bulundukları çirkinlikleri kaldırırlar. B- "Zira o, gerçekten dosdoğru bir peygamber idi." Yani o, bütün hal ve hareketlerinden doğruluktan hiç ayrılmazdı. Yahut o, çok tasdik edici idi, çünkü Allah'ın gaip işlerini, âyetlerini, kitaplarını ve peygamberlerini tasdik ettiren çok delile sahip bulunuyordu. Ve bir peygamber idi; sıddîklık ve peygamberliği kendi nefsinde toplamıştı. Nitekim "Peygamberlerden ve Sıddîklardan..." âyetinden de bu mânâ anlaşılmaktadır. Onun hem Sıddîk hem de peygamber olduğunun zikredilmesi, her halde Sıddîklık vasfının peygamberlik vasfına tahsis edildiği vehminden şiddetle sakınmak için olmalıdır. Zira her peygamber, mutlaka Sıddîkt'tır. 42"Hani babasına demişti ki: "Babacığım! İşitmez, görmez; sana hiçbir fayda da sağlayamaz olan şeylere ne diye tapıyorsun?" Yani hani Hazret-i İbrâhîm, babası Azer'e demişti ki; babacığım! Sen kendisine taparken ve yakarırken senin övgünü işitmeyen, huzurunda eğilip saygı gösterdiğini de görmeyen, yahut banların da öncelikle dahil oldukları hiçbir şeyi, işitmeyen ve görmeyen, bir menfaatin celbinde veya bir zararın definde sana hiçbir şeyi sağlayamayan şeylere ne diye tapıyorsun? Hazret-i İbrâhîm babasını hak dine davet ederken, en güzel ve en sağlam yolu takip etmiş ve en güzel edep ve ahlak üslubuyla hüccet göstermiştir ki, babası kibir ve inat yoluna sapmasın ve büsbütün doğru yoldan uzaklaşmasın. Nitekim Hazret-i İbrâhîm, babasından, âlim olsun, cahil olsun, her akıl sahibinin, tazim ve saygının en yüksek derecesi olan tapmak, şöyle dursun, hiç önem bile vermediği ve bel bağlamadığı şeylere tapmasının izahını istemiştir. Halbuki ibâdet, ancak tamamen müstağni olan ve herkese nimetler bahşeden bir zata layıktır ki, O da, yegâne yaratan, rızk veren, hayat bahşeden, hayata son veren, mükâfat ve ceza veren Allah'tır. Hazret-i İbrâhîm bu sözleriyle şu önemli noktaya da dikkat çekmektedir: Akıl sahibi olan kimse, yaptığı her şeyi, doğru bir sebep ve gaye için yapmalıdır. Ve bir şey, hayat, temyiz, işitme ve görme sıfatlarına sahip olup fayda ve zarar sağlamaya muktedir olsa, hayrı ve şerri dokunsa da, fakat mümkün (varlığı zorunlu olmayan) bir varlık olsa, eşref-i mahlûkat bile olsa, aklı selim sahibi olan kimse, ona tapmaktan kaçınır; çünkü ihtiyaçta ve Vâcib-i Mutlak'a ve Kaahir Kudret'e boyun eğmek konusunda onu da kendisi gibi görmektedir. Şu halde taştan veya ağaçtan yapılan ve hayat vermek vasfının ne kendisine, ne de eserine sahip olmayan cansız yani kendisinin bile aşağısında olan putlara ne demeli? Sonra Hazret-i İbrâhîm, apaçık hakka hidâyet etmek için, babasını, kendisine uymaya davet etti. Çünkü babasına İlâhî ilimden nasip verilmemiş ve kendi başına isabetli bir tefekküre sahip bulunmuyordu. Hazret-i İbrâhîm, davetinin başında da, zikredilen saygı ve atıfeti sunuyordu, işte onun için Hazret-i İbrâhîm şöyle demişti: 43"Babacığım! Hiç şüphesiz sana erişmeyen bir ilim bana erişmiştir. Artık bana uy da, seni dümdüz bir yola ileteyim." Hazret-i İbrâhîm, babası son derece câhil ise de, onu müfrit cehaletle vasıflandırmadı ve kendisi her ne kadar üstün ilme sahip ise de, kendi nefsini üstün ilimle vasıflandırmadı; fakat kendini, birlikte yola çıkan iki arkadaştan yolu daha iyi bilen arkadaş suretinde gösterdi ve güzellikle gönlünü kazanmak için "Artık bana uy da, seni dümdüz bir yola ileteyim" dedi. Yani seni, en yüce arzulara ulaştıracak, felâkete ve azaba götüren dalâletten kurtaracak yola eriştireyim. Sonra da içinde bulunduğu halden onu kurtarmak için, o halı, her akıl sahibinin nefret ettiği bir suretle tasvir etti; o halin tamamen faydasız olmanın ötesinde büyük bir zararı da mucip olduğunu beyan etti. Zira bu hal, hakikatte şeytana tapmaktır, çünkü onu emreden şeytandır, işte onun için şöyle dedi: 44"Babacığım! Şeytana kulluk etme' Çünkü şeytan, gerçekten Rahman olan Allah'a karşı gelmiştir." A- "Babacığım! Şeytana kulluk etme" Babacığım! Senin putlara tapman, şeytana tapmak sayılır; çünkü onlara tapmayı sana güzel gösteren ve seni buna kışkırtan şeytandır. B- "Çünkü şeytan, gerçekten Rahman olan Allah'a karşı gelmiştir." Bu kelâm, zikredilen olumsuz emrin illeti ve tekididir. Yani şeytan, sana çeşitli nimetleri bahşeden Rabbine karşı isyan etmiştir. Ve hiç şüphesiz âsiye itaat eden kimse de âsidir. Ve âsi olan herkes de, nimetlerin kendisinden geri alınmasına ve intikam alınmasına müstahak olur. Şeytanın diğer cinayetleri içinden Rabbine isyanı zikre tahsis edilmiş, çünkü hepsinin temeli odur. Yahut onun isyanı, Hazret-i Âdem ile zürriyetine olan düşmanlığının neticesi olduğu içindir. Bu itibarla Hazret-i İbrâhîm'in bunu hatırlatması, babasının, şeytanın dostluk ve itaatinden kaçınmasını gerektirmektedir. Âyette Rahman isminin zikredilmesi, şeytanın isyanının şenaatini, göstermek, içindir. 45"Babacığım! Ben, Rahman olan Allah tarafından sana bir azap dokunup da, şeytanın yakını olmandan korkuyorum." Hazret-i İbrâhîm, bu kelâmiyla, babasının, içinde bulunduğu şeytan ibâdetinin kötü akıbetinden, yani taptığı şeytanın uğrayacağı feci azaptan sakındırmaktadır. Şeytanın yakını olmak, ebedî lanete uğramakta onun arkadaşı olmak demektir. Hazret-i İbrâhîm'in "korkuyorum" demesi, babasına karşı güzel davranmak ve onun durumuna çok önem verdiğini göstermek içindir. 46"Babası dedi ki: "Ey İbrâhîm! Sen benim İlâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, yemin olsun ki, seni hiç şüphesiz taşlarım. Şimdi uzun bir süre benden uzak dur!" Yani ey İbrâhîm! Sen benim İlâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Onlara sırt mı dönüyorsun? Ne tuhaf şey? Eğer sen bana verdiğin bu öğüt ve uyandan vazgeçmezsen, yemin olsun ki, seni hiç şüphesiz taşlarla, yahut dilimle taslayacağım. Şimdi uzun bir zaman benden uzak kal! 47"İbrâhîm dedi ki: "Sana selâm olsun! Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır." Hazret-i İbrâhîm'in vedalaşması, kötülüğe iyilikle karşılık vermek suretiyle olmuştur. Yani ben bundan sonra da sana bir kötülük yapacak değilim ve seni üzecek bir şey de söyleyecek değilim; fakat ben senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim; seni tevbeye muvaffak etmesini ve hidâyete erdirmesini niyaz edeceğim. Nitekim "ve benim için babamı bağışla" sözünden sonra "Çünkü şüphesiz o, dalâlette olanlardandır." sözünden de bu mâna anlaşılmaktadır. Kâfirin, küfür üzere öleceği kesin olarak belli olmadan önce bu şekilde ona mağfiret dilemenin caiz olduğunda şüphe yoktur. Mahzurlu olan, küfür üzere kalmasıyla beraber ona mağfiret ellemektir. Zira bunun ne aklî olarak, ne de nakli olarak cevaz yolu yoktur. Küfür üzere öldükten sonra ona mağfiret dilemeye ise, aklî bir engel yok ise de, nakli engel vardır. Nitekim rivâyet oluyor ki. Peygamberimizin, amcası Ebû Tâlib'e: "Ben men' edilmedikçe sana mağfiret dilemeye devam edeceğim" demişti. Bunun üzerine "Müşriklere mağfiret dilemek, ne Peygambere yaraşır, ne de mü’minlere" âyeti nazil oldu. (Ebû Tâlib, Mekke'de peygamberliğin onuncu yılında vefat etmiştir. Tevbe sûresi ise Medine'de en son nazil olan sûrelerdendir ve hatta ekseriyete göre en son nazil olan sûredir. Ve bu âyetin müstesna olarak Mekke'de nazil olduğu konusunda da hiçbir rivâyet mevcut değildir. Binaenaleyh bu hadis, bazı temel hadis kaynaklarında yer almışsa da, sahih ve sabit olmadığı gayet açıktır.) Hazret-i İbrâhîm'in, babası için mağfiret isteyeceğine dâir bu vaadi, keza onun "Yemin olsun kı, ben senin için mağfiret dileyeceğim" demesi ve ondan sonra "Babamı bağışla" demesi, babasının îmanından henüz umudu kesilmediği zamanda söylenmiştir. Çünkü o zaman durumu belli değil idi. Nitekim "İbrâhîm, babasının Allah'ın düşmanı olduğu belli olunca ondan uzaklaştı." denilmektedir. Nitekim Tevbe sûresinde izahı geçti. Ve "Ancak İbrâhîm'in, babasına, yemin olsun ki, senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim! demesi müstesnadır." âyetinde belirtildiği üzere Hazret-i İbrâhîm'in bu istiğfarının örnek alınamayacağının bildirilmesi de, bu istiğfarın cevazına halel getirmez. Ancak bu, Mimlerinin dediği gibi yasak gelmeden önce veya babasına verdiği sözden dolayı olduğu için değildir. Çünkü yasak, durum belli olduktan sonraki istiğfar hakkındadır. Hazret-i İbrâhîm'in istiğfarı ise, durum belli olmadan önce olmuştur. Bu itibarla yasak, ona asla şâmil olmaz. Ve mahzurlu olan bir şeyi vaat etmek de, onun mahzurluğunu ortadan kaldırmaz, Fakat cevaza halel gelmemesi şunun içindir: Bir hareketin örnek teşkil etmesinden murat, ondan vazgeçilmesi hakkında ceza vaadi olduğundan, zorunlu olarak örnek alınması demektir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Yemin olsun ki, sizden Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için, onlarda güzel örnekler vardır. Kim de yüz çevirirse, bilsin ki, şüphesiz Allah, yegâne zengindir; övgüye lâyıktır." Hulâsa, anılan âyette Hazret-i İbrâhîm'in istiğfarının, kafirler için istiğfardan istisna edilmesi, ancak, iman etmesi umulan kâfir için iman istemenin vacip olmadığını ifade etmektedir. Kaldı ki, bu istisna vâki olduğu zaman, îman umudu da kesilmişti. Anılan istiğfarın vacip olmadığı noktasında ise, akıl sahibi hiçbir kimsenin tereddüt etmediği bir gerçektir, iman durumu kesin olarak belli olmadan Önce istiğfarın caiz olmadığına ise, anılan âyetteki istisna katiyen delâlet etmez, 48"Ben de, sizden de, Allah'tan başka taptıklarınızdan da ayrılıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki, Rabbime yalvarmakla Bedbaht olmayacağım." A- "Ben de, sizden de, Allah'tan başka taptıklarınızdan da ayrılıyorum ve Rabbime yalvarıyorum." Yani Hazret-i İbrâhîm dedi ki; benim öğütlerim size tesir etmediğine göre artik ben de, senden de, senin kavminden de ayrılıyorum; dinim için hicret edeceğim ve yalnız Rabbime duâ ediyorum. Hazret-i İbrâhîm'in bu duasından murat, Şuarâ sûresinde geçen duâsıdır, demek de caizdir. Yine onun: "Rabbim! Bana sâlih evlat bağışla!" (Saffât: 100) âyetinde belirtildiği gibi evlat için ettiği duanın kastedildiği de uzak ihtimal değildir. Nitekim sibak ve siyak da buna müsaittir. B- "Umulur ki, Rabbime yalvarmakla bedbaht olmayacağım." Yani umarım ki, çabalarım zayi olmayacak ve ben hüsrana uğramayacağım. Bu ifade, onların, kendi İlâhlarına tapmakla bedbaht olduklarının tarizidir. Bu kelâmın başında "Umulur ki" denilmesi, tevazu ve güzel edeb gözetmek ve şu gerçeğe dikkat çekmek içindir: Kulların duasına icabet ve mükâfat vermek, Allah ; için bir mecburiyet değil, fakat o'nun lûtfu keremidir. Ve kul için muteber olan, hayatının sonudur. Bu ise, Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr olan Allah'a mahsus gizli bilgi edendir. Bu hususlar gayet açık olarak bundan anlaşılmaktadır. 49"Nihayet İbrâhîm, onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrılıp başka bir bölgeye çekildikten sonra Biz, ona İshâk'ı ve Yâkûb'u bağışladık ve hepsini peygamber kıldık." Nihayet Hazret-i İbrâhîm kâfir olan akrabalarının ülkesinden ayrılıp Şam bölgesine hicret etti. İshâk ile Yâkûb'un ona bağışlanması, bu hicretin hemen akabinde olmamıştır. Zira meşhur olan rivâyete göre hicretten hemen sonra ona bağışlanan İsmail'dir. Nitekim Hazret-i İbrâhîm'in: "Rabbim! Bana sâlih evlat bağışla!" duasından sonra Allah (celle celâlühü): "Biz, ona halîm bir oğlan müjdeledik."buyurmuştur. Herhalde Hazret-i İbrâhîm'in, akrabalarından ayrılması üzerine kendisine İshâk ile Yâkûb'un (aleyhisselâm) bağışlandığının ifade edilmesi, kendilerini terk ettiği aile ve akrabalarına karşılık ona verdiği nimetlerin son derece büyük olduklarını beyan etmektir. Zira İshâk ile Yâkûb Peygamberlerin şecereleridir; her ikisinin bir çok şanları yüce çocukları ve torunları vardır. Diğer bir rivâyete göre ise, Hazret-i İbrâhîm, Şam bölgesine gelirken önce Harran'a geldi; orada Sâre ile evlendi ve Sâre, İshâk'ı doğurdu ve İshâk'ın da oğlu Yâkûb oldu. Ancak birinci görüş, hakikate en yakın ve en açık olanıdır. Ve onların bir kısmını değil, fakat İshâk ile Yâkûb'un her ikisini peygamber kıldık ve onların neslinden de peygamberler kıldık. 50"Onlara rahmetimizden bağışladık ve kendilerine haklı yüce bir şöhret sağladık." Yani Allah Hazret-i İbrâhîm'in: "Bana, sonra gelecekler içinde de, iyilikle anılmayı nasîp eyle!" duasını kabul buyurup onları insanlar için medar-ı iftihar kılmış ve insanlar, dualarının kabul olması için onları övmeyi vesile kılmaktadır. Bu haklı şöhretin âyette, yücelikle vasiflandırılması, onların, kendilerine yapılan övgüye lâyık olduklarına ve asırların, devletlerin, millet ve mezheplerin değişmesiyle onlara yapılan övgülerin hiç kesilmeyeceğine delâlet etmesi içindir. 51"Ey Resûlüm! Kitapta Mûsa'yı da an. Çünkü o gerçekten halis idi ve Resul bir peygamberdi." A- "Ey Resûlüm! Kitapta Mûsa'yı da an." Hazret-i Mûsa'nın, Hazret-i İsmail'den önce zikredilmesi, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Yâkûb'un (aleyhisselâm) bahsi arasına fasıla girmemesi içindir. B- "Çünkü o gerçekten halis idi ve Resul bir peygamberdi." Yani Hazret-i Mûsâ, gerçekten tevhîd ehli idi; ibadetini şirk ve riyadan temiz kılmıştı. Yahut o, bütün varlığiyla Allah'a (celle celâlühü) yönelmiş ve kendini Rabbinden başka her şeyden uzak tutmuştu. Diğer bir Kırâete göre ise. Âyetin metnindeki "muhlis" kelimesi. "Muhlas" olarak okunmuştur. Buna göre, Allah, kendisi halis kılmıştı, demektir. 52"Ona Tûr'un sağ yanından seslendik ve onu çok münacatçı olarak Kendimize yaklaştırdık." Tûr, Mısır ile Medyen arasında bulunan bir dağdır. Âyetin metnindeki "Eymen" kelimesi, mübarek anlamında da tefsir edilmiştir. Yani ona mübarek Tûr dağının... Ona oradan seslenilmesi, kelâmın, ona, o cihetten temsil edilmesi demektir. Ve biz, teşrif için onu çok münâcaatçı olarak Kendimize yaklaştırdık. Hazret-i Mûsâ'nın hali, hükümdarın konuşmak için kendisine yaklaştirdığı ve sohbeti için seçtiği kimsenin haline benzetilmiştir. Kimilerine göre ise, âyetin metnindeki "Necciyen" kelimesi, (münâcaatçı anlamında olmayıp) yüksekte olduğu halde, demektir. Zira rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, göklerde o kadar yükseltildi ki, nihayet kalemin sesini duyar hale geldi. 53"Rahmetimizden olmak üzere kardeşi Harun'u da peygamber olarak ona bağışladık." Yani ona olan merhametimizden ve şefkatimizden, dolayi, yahut rahmetimizin bir parçası olarak ve onun: "Ve ailemden kardeşim Harun'u da bana vezir (yardımcı) kıl!" duasına icabet olarak, peygamber olarak kardeşi Harun'un destek ve yardımını da ona bağışladık. Yoksa Harun'un kendisini bağışladık, demek değildir. Çünkü Hârûn yaşça ondan büyüktü. 54"Ey Resûlüm! Kitapta İsmail'i de an! Çünkü o, gerçekten sözüne sâdık idi ve Resul bir peygamber idi." Hazret-i İsmail'in, babasından ve kardeşinden ayrı ve müstakil olarak zikredilmesi, onun zikrine son derece önem verildiğini göstermek içindir. Hazret-i İsmail'in, sözüne sadık olarak zikredilmesi, bu vasfıyla çok şöhret bulduğu içindir. Hazret-i İsmail'in: "İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın." sözleriyle babasına verdiği söze bağlı kalması, buna kanıt olarak yeterlidir. Bu âyet delâlet ediyor ki, Resul olan peygamberlerin ayrı Şerîatlerinin olması şart değildir. Zira Hazret-i İbrâhîm'in çocukları resul oldukları halde onun Şerîatine bağlı bulunuyorlardı. 55"Ve o, halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi katında da hoşnutluğa ermişti." A- "Ve o, halkına namazı ve zekâtı emrederdi." Hazret-i İsmail'in bu emri, en mühim olan şeyle meşgul olmak kabilindendir kı, kişinin, önce kendi nefsini ve en yakını olan insanları kemale erdirmeye yönelmesidir. Nitekim Allah (celle celâlühü), Peygamberimize: "Ve önce yakın arabalarını uyar!", "Ve ailene namaz kılmayı emret!" (Tâ-Hâ), "Kendi nefislerinizi ve ailelerinizi ateşten koruyun!" buyurmuştur. Ve Hazret-i İsmail, kendi ailesini kemale erdirmeye çalışmakla, diğer bütün insanları da kemale erdirmeye çalışmıştır. Çünkü kendi ailesi örnek alınmaktadır. Diğer bir rivâyete göre ise, onun ailesi, ümmetidir. Zira peygamberler, ümmetlerinin babaları sayılır. B- "Rabbi katında da hoşnutluğa ermişti." Zira pek üstün sıfatlara ve ezcümle zikredilen övgüye değer hasletlere sahip idi. 56"Bu Kitapta İdrîs'i de an! Çünkü o, gerçekten dosdoğru bir insan, bir peygamber idi." İdrîs Şîs'in torunu ve Hazret-i Nuh'un babasının dedesidir. Zira Hazret-i Nuh'un babası Lemek, onun babası Metûşleh, onun babası bir görüşe Ahnûh'dur ki, bu İdrîs'dir. Ona İdrîs denilmesi, çok ders vermesinden dolayıdır. Rivâyet olunuyor ki, Allah (celle celâlühü), Hazret-i İdrîs'e otuz sahife indirmiştir. Ve ilk önce kalem ile yazı yazan ve yıldızlar ilmi ve hesap ile uğraşan da odur. Hazret-i İdris, bütün hal ve hareketlerinde hiç doğruluktan ayrılmayan bir Sıddîk idi, aynı zamanda bir peygamber idi. Zira her Sıddîkın peygamber olması şart değildir. 57"Onu pek yüksek bir makama yücelttik." Bu yüksek makam, peygamberlik şerefi ve Allah (celle celâlühü) katındaki yakınlığı-dır. Diğer bu yüksek makam, güzel anılmakla olan yüksek rütbedir. Nitekim "Senin zikrini (ününü) yüceltmedik mi?" (İnşirah: 4) âyeti de bu kabildendir. Bir diğer görüşe göre ise, bu yüksek makam Cennettir. Başka bir görüşe göre ise, göklerin (semanın) altı veya dördüncü katıdır. Kâ'b'dan ve başkasından Hazret-i İclrîs'in göklere yükseltilmesinin sebebi konusunda rivâyet olunduğuna göre denilmiştir ki; bir gün Hazret-i İdrîs'ten bir iş istendi. O da bunu yerine getirirken şiddet güneş sıcağına maruz kaldı. O zaman Hazret-i İdrîs dedi ki: "Ey Rabbim! Ben bir gün güneş sıcağında yürüdüm; işte onun sıcağından bu kadar etkilendim. Pekiyi, her gün güneşi beş yüz senelik yolu da taşıyanın hak acaba nasıldır? Allah'ım! Güneşin ağırlığını ve sıcaklığını ona hafiflet!" Güneşi taşıyan melek, ertesi gün güneşin, ağırlığında ve sıcaklığında çok hafiflik hissedince: "Ey Rabbim! Güneşi ne yaptın?" diye sordu. Allah da dedi ki: "Benim kulum İdrîs, onun ağırlığını ve sıcaklığını sana hafifletmemi diledi ve ben de duasını kabul ettim." Bunun üzerine o melek: "Ey Rabbim! Benimle İdrîs arasında dostluk kıl!" diye niyaz etti. Allah (celle celâlühü) da ona izin verdi. Böylece melek, Hazret-i İdrîs'i göklere çıkardı. 58"İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem'in ve Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin zürriyetinden ve İbrâhîm ile İsrail'in soyundan, hidâyete erdirdiğimiz ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, Rahman olan Allah'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı." A- "İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem'in ve Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin zürriyetinden ve İbrâhîm ile İsrail'in soyundan, hidâyete erdirdiğimiz ve seçkin kıldığımız kimselerdendir." Yani işte bu sûre-i kerîmde zikredilen o yüksek rütbeli ve gayet faziletli insanlar o kimselerdir la, Allah (celle celâlühü) Kendilerine çeşitli dinî ve dünyevi nimetler bahsetmiştir. Nitekim daha önce de buna mücmel olarak işaret edildi. Hazret-i Nûh ile birlikte gemide taşınanların zürriyetinden murat, Hazret-i İdrîs dışındakilerdir. Zira Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Nuh'un oğlu Sâm zürriyetinden İdi. Hazret-i İbrâhîm'in zürriyetinden olanlar da diğerleridir. Hazret-i Mûsâ, Hârûn, Zekeriyya, Yahyâ ve İsâ da, İsrail'in zürriyetinden idiler. Bu âyet delâlet ediyor ki, bir insanın kızlarının çocukları da, onun zürriyetinden sayılır. Hidâyete erci irilen ve seçkin kılınanlar, hakka hidâyet edilmiş ve peygamberlik ile izzet ve şeref için seçilenlerdir. B- "Onlara, Rahman olan Allah'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı." Bu kelâm, onlar, nesep şerefinde, nefsin kemalinde ve Allah (celle celâlühü) Katındaki yakınlıkta yüksek mertebelere ve yüce derecelere sahip oldukları halde, Allah'tan nasıl korktuklarını ve o'na huşu duyduklarını beyan etmektedir. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Kur’ân'ı okuyun ve ağlayın; eğer ağlayamiyorsanız, ağlıyor gibi yapınız." Demişler ki; tilâvet secdesi yapan kimse, okuduğu secde âyetlerine münasip dualar okumalıdır. Mesela, bu tilâvet secdesinde şöyle duâ etmelidir: "Allah'ım! Beni, kendilerine nimetler bahşedilmiş, hidâyete erdirilmiş, Sana secde eden ve âyetlerim okurken ağlayan kullarından eyle!" İsrâ süresindeki tilâvet secdesinde de şöyle duâ etmelidir: "Allah'ım! Beni, Sana yakarışta bulunurken ağlayan ve huşu duyan kullarından eyle!" Secde süresindeki ülâvet secdesinde de şöyle duâ etmelidir: "Allah'ım! Beni, sırf rızan için secde eden, hamd ederek Seni tenzih eden kullarından eyle! Ve ben, emirlerine karşı kibir göstermekten Sana sığınırım!" 59"Nihayet onların ardından, namazı bırakan ve nefislerinin arzularına uyan kötü bir nesil geldi. Bu yüzden onlar ileride Cehennemdeki Ğayy deresine uğrayacaklardır." Namazları zayi etmeleri, onları tamamen terk etmeleri, yahut vakitlerini tehir etmeleri demektir. Şehvetlerine uymaları, şarap içmeleri, baba bir olan kız kardeşleriyle evlenmeyi helâl görmeleri ve çeşitli günahlara batmalarıdır. Âyetteki Ğayy, şer ve fenalık demektir. Zira Araplar, her şerri Ğayy olarak ve her hayrı da Reşat (doğru yol) olarak ifade ederler. Dahhâk'e göre, onların, Ğayy'a uğramaları, Ğayy'ın cezasını bulmaları demektir. Nitekim "Onlar, günaha uğrarlar" âyeti bu kabildendir. (Yani günahlarıma cezasını bulurlar.) Yahut bu yüzden onlar, Cennet yolundan sapmış olurlar. Diğer bir görüşe göre ise, Ğayy, Cehennemde öyle bir vadidir kı, diğer Cehennem vadileri ondan Allah'a sığınırlar. 60"Ancak tevbe eden, îmâna gelen ve iyi işler de yapan kimseler hariçtir; işte onlar, Cennete girerler ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar." Âyetteki "îmâna gelen" ifadesi, bunun kâfirler hakkında olduğuna delâlet etmektedir. Onların, en küçük bir haksızlığa uğratılrnamaları, amellerinin karşılığından hiçbir şey eksiltilmemesi demektir. Bu ifâde, onların eski küfürlerinin, kendilerine zarar vermeyeceğine ve mükâfatlarının eksik verilmesine sebep teşkil etmeyeceği gerçeğine işaret etmektedir. 61"Onların girecekleri Cennetler, Rahman Allah'ın, kullarına, görmedikleri halde vaat ettiği Adn Cennetleridir. Şüphesiz o'nun vaadi yerini bulacaktır." A- "Onların girecekleri Cennetler, Rahman Allah'ın, kullarına, görmedikleri halde vaat ettiği Adn Cennetleridir." Adn kelimesi, ikamet manâsının ismidir, yahut özellikle Cennet topraklarının isimidir. B- "Şüphesiz o'nun vaadi yerini bulacaktır." Yani Allah'ın Cennet vaadinin de öncelikle dâhil olduğu bütün vaatleri, mutlaka gerçekleşecektir; aksi mümkün değildir. 62"Orada hiçbir boş söz duymayacaklar; işitecekleri söz ancak selâmdır. Ve onların orada sabah-akşam rızkları da vardır." A- "Orada hiçbir boş söz duymayacaklar; işitecekleri söz ancak selâmdır." Yani Cennet ehli, orada, fuzûli ve faydasız hiçbir söz duymayacaklar. Bu ifade, faydasız boş sözlerin, bu dünyada da mümkün mertebe kaçınılması gereken şeylerden olduğuna dikkat çekmektedir. Cennet yaranı, ancak meleklerin, kendilerine verdikleri selâmları, yahut onların birbirlerine verdikleri selâmları işitirler. Yahut selâmet duasını işitirler. Ve onların selâmet duasına ihtiyaçları olmadığına göre bu, saygı ifade etmektedir. B- "Ve onların orada sabah-akşam rızkları da vardır." Yani onların Cennet nimetlerinden faydalanmaları, tıpkı bu dünyada nimetlerden faydalananlar gibi sabah-akşam tekrarlanmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise bundan maksat, rızklarının devamlı ve çok olmasıdır. Yoksa Cennet hayatında sabah ve akşam vakitleri zaten yoktur. 63"Kullarımızdan, takvâlı olanları vâris kılacağım Cennet işte budur." Yani miras bırakanın malını mîras olarak mirasçıya bıraktığımız gibi, kullarımızdan takva sahibi olanlara da, takvaları sebebiyle miras olarak bırakacağımız Cennet işte budur. Temellük ve istihkak anlamında kullanılan kelimelerin en kuvvetlisi Viraset maddesi olduğundan bu hususta onun fiili kullanılmıştır. Zira bu istihkakta fesih, geri caymak ve iptal söz konusu değildir. Diğer bir görüşe göre ise, Cehennem ehli, îman ve itaat sahibi oldukları takdirde Cennette kendilerine verilecek olan meskenlere de, ilâve bir mükâfat olarak, Cennet ehli vâris kılınırlar. 64"Biz melekler, Rabbinin emri dışında peyderpey inmeyiz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey o'nundur. Ey Resûlüm! Senin Rabbin seni unutmuş değildir." Bu kelâm, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy geciktiğinde Cebrâîl’in söylediklerini hikâye etmektedir. Şöyle ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Rûh sorulunca, nasıl cevap vereceğini bilemedi ve bu konuda kendisine vahiy ineceğini umuyordu. Fakat vahiy, kırk gün veya on beş gün gecikti ve bundan dolayı Resûlüllah . çok zor durumda kaldı. Müşrikler: "Muhammed'ın Rabbi, onu bıraktı" dediler. Sonra inen vahiy, anılan konuları beyan etti. İşte bu sırada Allah bu sûre ile Duhâ sûresini indirdi. Yani Allah, hikmetinin gereği olarak emir buyurmadıkça biz melekler böyle peyderpey inmeyiz. Bizim önümüzde, arkamızda ve ikisi arasında olan mekânlar ve zamanlar o'nundur; o'nun emri ve iradesi olmadıkça biz, bir mekândan diğer bir mekâna intikal edemeyiz; her hangi bir zamanda inenleyiz. Ve senin Rabbin, seni unutmuş değildir; bizim sana inmememiz, ancak, üstün hikmet içeren İlâhî emrin vaki olmamasından dolayıdır; yoksa kâfirlerin iddia ettikleri gibi Rabbin, seni terk etmedi ve sana darılmadı. Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetin baş tarafı, Cennete girdiklerinde birbirlerine hitap ederek neşe ve sevinçlerini bildiren takva sahiplerinin sözlerini hikâye etmektedir. Yani Allah'ın emri ve lûtfu keremi olmadıkça biz Cennete giremezdik. Geçmişte, gelecekte ve hak hazırda ne varsa, hepsinin mâliki o'dur. Bu itibarla bizim bulduğumuz ve bulacağımız bütün nimetler, o'nun lûtfu keremindendir. Ve âyetin "Rabbin seni unutmuş değildir" kısmı ise, o takva sahiplerinin, Allah hakkında söylediklerini açıklamaktadır. Yani senin Rabbin, amel sahiplerinin amellerini ve onlara vaat ettiği, mükâfatı unutacak değildir, 65"Senin Rabbin, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin rabbidir. Öyleyse o'na ibâdet et; ibâdetinde de sabırlı ol! Sen o'na bir adaş bilir misin?" A- "Senin Rabbin, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin rabbidir." Bu kelâm da, Allah'ın (celle celâlühü) unutmasının imkânsız olduğunu beyan etmektedir. Zira göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin hâkimiyeti kudret elinde olan Allah'ın (celle celâlühü) sahasında gaflet ve unutmanın varolması tasavvur olunabilir mi hiç! B- "Öyleyse o'na ibâdet et; ibâdetinde de sabırlı ol!" Yani sen Rabbini, zikredilen kâmil Rubûbiyetle tanıdıktan sonra artık o'na ibâdet et ve ibâdetinde de sabırlı ol! Zira Rabbini bu şekilde tanımanın, o'nun ibâdetini icâp ettirdiğinde şüphe yoktur. Yahut sen, Rabbinin, seni unutmayacağını veya her ne olursa olsun, amel sahiplerinin hiçbir amelini unutmayacağını anladığına göte, artık o'nun ibâdetine yön el ve meşakkatlerine katlan ve vahyin gecikmesinden ve kâfirlerin alay etmelerinden dolayı da hiç üzülme! Zira O, her iki cihanda seni gözetmektedir ve sana lûtfu kereminden ihsan edecektir. C- "Sen o'na bir adaş bilir misin?" Zahire göre bundan murat, "Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbi" gibi Kendisine özgü isimlerinde bir ortak bilir misin sen Ona? Yani böyle bir şey asla olamaz. Böyle bu cümle, anılan ismin müstakil olarak o'na mahsus olduğunu, haklı veya haksız olarak, başkası için kullanılmadığını beyan etmek suretiyle, o'nun umumî Hanlığının, o'na ibâdet etmeyi, bütün ibâdetleri o'na tahsis etmenin zorunluluğunu îzah etmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat İsm-i Celîl'de (Allah isminde) o'na adaş bilir misin? demektir. Zira müşrikler, kibir ve inatta o kadar ileri gittikleri halde putlarına bu ismi asla vermezlerdi. Bir diğer görüşe göre ise, İlâh isminde adaş demektir ve bundan murat, bu isimle haklı olarak isimlendirmedir. Yani lâyık olarak, İlâh olarak isimlendirilen bir şeyi bilir misin sen? Haksız olarak isimlendirmek ise, yok hükmündedir. Bu iki görüşe göre, bu cümlenin, ibâdetin zorunluluğuna izah olması, anılan iki yüce ismin (Allah ve İlâh), ibâdet istihkakını zımnen ifade etmeleri itibariyladır. Böyle düşünülmelidir.1 66"Şu insan diyor ki: "Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak kabrimden çıkarılacak mıyım?" Burada insan'dan murat bütün insan cinsi olabilir. Buna göre bu sözün, bütün insanlara isnat edilmesi, bütün insanlar bunu söylememisse de, içlerinde bunun söylenmiş olması ıtibariyladır. Nitekim katıl, içlerinden bir kişi iken, "Filan oğulları, filanı öldürdüler" denilmektedir. Yahut burada insandan kastedilen, kafir olanlardır veyahut Übeyy b. Halef adındaki müşriktir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Übeyy, çürümüş bir kemik alıp onu ufalamış ve: "Muhammed, biz ölüp bu hale geldikten sonra yeniden dirilteceğimizi iddia ediyor" demişti. Yani insan, inkâr etmek ve imkânsız olduğunu ifade etmek üzere "öldüğüm zaman gerçekten diri olarak toprak altından, yahut ölüm halinden çıkarılacak mıyım?" diyor. 67"İnsan düşünmez mi ki, daha önce hiçbir şey değil iken kendisini Biz yaratmışızdır." Bu ifade bize bildiriyor ki, insan olmak, karşı karşıya bulunduğu bu muazzam kâinatı tefekkür etmesini ve bu gibi sözleri asla ağzına almamasını gerektirmektedir. İşte bu sözün, insan cinsinin tamamına veya bazı fertlerine bu unvanla isnat edilmesinin sırrı da budur. Yani insan, düşünmez mi ki, içinde bulunduğu bu varlık halinden önce hiçbir şey değil iken, Biz, kendisini yaratmışızdır. Şu halde insan, yaratılmaya tamamen zıt bir hal olan yoklukta iken, vücuda gelmesi aklî olarak daha imkânsız gibi görüldüğü halde kendisini yarattığımıza göre, dağılmış maddelerine eski vasıflan kazandırarak kendisini yaratmaya Kaadir olduğumuz, öncekide ve daha açık bir gerçek olarak kabul edilmelidir. Öyleyse insan, ne diye bunu düşünmüyor da, içinde bulunduğu inkâra düşüyor? 68"Ey Resûlüm! Senin Rabbine yemin olsun ki, Biz onları şeytanlarıyla birlikte mutlaka mahşerde toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette Cehennemin çevresinde hiç şüphesiz hazır bulunduracağız." A- "Ey Resûlüm! Senin Rabbine yemin olsun ki, Biz onları şeytanlarıyla birlikte mutlaka mahşerde toplayacağız." Allah'ın bu şekilde yemin etmesi, inkâr konusu hâdisenin gayesini bildirmek suretiyle onu tahkik etmek ve bir de, Peygamberimizin sanını ve mertebesini yüceltmek içindir. Yani ey Muhammed senin Rabbine yemin olsun ki, Biz, bunu söyleyenleri toprağın altından diri olarak çıkardıktan sonra şeytanlarıyla birlikte mahşere sevk edeceğiz. Böylece bu âyet, topraktan diri olarak çıkarılmayı, istidlal yoluyla en beliğ ve kuvvetli şekilde kanıtlamaktadır. Yani bu hakikat o kadar açıktır kı, sarih olarak ifade edilmesine bile ihtiyaç yoktur; belirtilmeye muhtaç olan, diriltilmekten sonra vuku bulacak korkunç hallerdir. Rivâyet olunuyor ki, kâfirler, kendilerini azdırmış olan şeytan dostlarıyla beraber ve her biri şey tanıyla birlikte bir zincir içinde mahşere gönderileceklerdir. Bu hal, her ne kadar kâfirlere mahsus ise de, fakat bütün insanlar mahşere gönderilirken, kâfirlerin de şeytanlarıyla beraber onların içinde bulunmaları itibarıyla, bu halin, insan cinsine nispet edilmesi caiz görülmektedir. Nitekim kabirlerinden diri olarak kaldırılmayı inkâr sadedinde söyledikleri söz, de, insanların bir kısmından sâdır olduğu halde hepsine isnat edilmesi caiz görülmüştür. B- "Sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette Cehennemin çevresinde hiç şüphesiz hazır bulunduracağız." Yani bahtiyar olsun, bedbaht olsun, bütün insanları Cehennemin çevresine getireceğiz kı, mutlu ve kutlu insanlar, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerini nasıl bir azaptan kurtardığını bizzat görsünler de neşe ve sevinçleri daha da artsın ve bedbahtlar da, kendilerine nasıl bir azap hazırlandığını bizzat müşahede etsinler ve saadetti insanların, oradan mükâfat yurduna döndüklerini ve onların güldüklerim görsünler de, onların keder ve üzüntüleri daha da artsın. Onların düz üstü çökmeleri, karşılarındaki korkunç manzaradan dolayıdır. Yahut bu hal, onların, mükâfat ve azaba ulaşmadan önce hesap için duruşlarının devamıdır. Zira bütün mahşer ehli, diz üstü beklerler. Nitekim "Ve her ümmetin diz çöktüğünü görürsün." (Casiye: 28) âyeti de bunu bildirmektedir. Nitekim karşılıklı konuşma meclislerinde de âdet olan oturma şekli budur. Eğer anılan Âyetteki insan'dan murat, kâfirler ise, herhalde onlar, kendilerine hakaret olsun diye yahut gördüklerinin dehşetinden ayağa kalkamadıkları için, dizüstü olarak mahşer yerinden Cehennemin kenarına sevk edilirler. 69"Sonra her bir güruhtan Rahman olan Allah'a karşı en çok âsi olanları çekip ayıracağız." Yani her hangi bir dini kabul etmiş her ümmetten Rahman olan Allah'a karşı en şiddetli asi ve inatçı onları Cehenneme attıracağız. Burada "en şiddetli" denilmesi, Allah'ın bazı günahkârları affedeceğine dikkat çekmektedir. Anılan "şu insan diyor ki..." (ayet: 66 ) cümlesindeki insandan, kâfirler kastedildiği takdirde mânâ şöyle olur: Biz, onların her taifesinden en âsileri, sonra daha âsi olanları ve en azgınları, sonra daha azgın olanları ayırtırız da, bu sıraya göre onları Cehenneme attırırız. Yahut o taifelerden en âsi olanlarını layık oldukları Cehennem tabakasına koyarız. 70"Sonra, onlardan Cehenneme daha çok müstehak olanları elbette Biz daha iyi biliriz." Cehenneme daha çok müstahak olanları, her bir güruhtan çekilip çıkarılan en çok âsi olanlarıdır. Bundan ve en çok âsi olanlardan, her taifenin reisleri de kastedilebilir. Zira reislerinin azapları, katmerlidir. Çünkü onlar, kendileri dalâlette olduklari gibi, başkalarını da dalâlete düsürmüşlerdir. 71"Ey insanlar! İçinizden Cehennemin yanına varmayan hiç kimse yoktur. Ey Resûlüm! Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir bükümdür." A- "Ey insanlar! İçinizden Cehennemin yanına varmayan hiç kimse yoktur. Ey Resûlüm!" Yani kâfir olsun, mü’min olsun, her insan, mutlaka Cehennemin yanına uğrayacaklar; iyi mü’minler, geçerken sönük olacak; diğerleri geçerken ise, alevleri onları içine alacaktır. Hazret-i Câbir'den rivâyet olunduğuna göre, bu âyetin mânâsı Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) soruldu; bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Cennet ehli Cennete girdikleri zaman, birbirlerine diyecekler ki:’Rabbimiz hepimizin Cehennemin yanına uğrayacağımızı bize vaat etmemiş miydi?' O zaman onlara denilecek ki: "Cehennem sönük iken siz yanından geçtiniz." "Onlar, Cehennemden uzak tutulacaklardır." âyetinden kastedilen ise, Cehennem azabından uzak tutulmaktır. Bir görüşe göre, "Cehenneme uğrarlar" Cehennemin üstüne çekilecek Sırattan geçerler, demektir. B- "Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür." Yani herkesin Cehennemin yakınına varması, Allah'ın (celle celâlühü), kendi Zâtına vacip kıldığı ve mutlaka vâki olacağına hükmettiği bir gerçektir. Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü), bunun için yemin etmiştir. 72"Sonra Biz, takva sahiplerini kurtaracağız; zâlimleri ise orada diz üstü bırakacağız." Yani Biz, küfür ve günahlardan sakınmış olan mü’minleri, içinde bulundukları diz üstü çökmek halinden kurtarıp onları Cennete sevk edeceğiz; küfür ve günahlarla zâlim duruma düşmüş olanları ise, orada kendi hallerinde diz üstü vaziyette bırakacağız. Bu kelâm da delâlet ediyor ki, Cehenneme uğramaktan murat, Cehennemin etrafında diz üstü vaziyette bulunmaktır ve mü’minler, bu vazıyette orada bulunduktan sonra günahkârlardan ayrılacaklar ve günahkârlar, bu diz üstü vaziyetinde Cehenneme atılacaklardır. 73"Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman, kâfirler, îman edenlere: "İki topluluktan hangisi mevki ve makam bakımından daha üstün, meclis ve topluluğu daha güzeldir?" dediler." Bu âyet sonuna kadar, onların perişan hallerini ve vahim akıbetlerini teşhir eden âyetleri dinlediklerinde söylediklerini hikâye etmektedir. Yani müşriklere âyetlerimiz ve ezcümle mü’minlerin güzel hâlini ve kâfirlerin de kötü hâlini ifâde eden bu âyetler, lâfız ve manâ olarak gayet açık olarak, yahut Resûlüllahtn beyanlarıyla gayet açık olan, yahut icazları gayet açık olan âyetlerimiz okunduğu zaman, küfür, azgınlık ve inatta ısrar eden Nazr b. Haris ve adamları gibi kâfirler, îman edenlere: "Mü’minler ve kafirler topluluğundan, yani bizden ve sizden hangisi mevki ve makam olarak daha hayırlı, meclis ve topluluk olarak daha güzeldir?" dediler. Rivâyet olunuyor ki, kâfirler, saçlarını yağlayıp tarıyorlardı; güzel kokular sürünüyorlardı ve değerli elbiseler ve takılarla süsleniyorlardı; sonra fakir mü’minlere bunu söylüyorlardı. Onlar demek istiyorlardı ki: Kendilerinin hak hazırda da daha üstün olmaları ve akıbetlerinin de daha güzel olacağı inkârı kabil olmayan bir gerçektir ve bu durumları, kendilerinin Allah (celle celâlühü) Katındaki üstünlüklerinden ileri gelmektedir. Zira üstünlüğü, noksanlığı ve yükseklik ile alçaklığı düzenleyen Allah'tır ve bunun zorunlu neticesi olarak da, mü’minlerin dünyadaki nasipleri eksik olduğuna göre onların Allah Katında değersiz olduklarıdır. O kâfirlerin bu boş ve değersiz kıyası ve sakat görüşü, sırf cehaletlerinden kaynaklanmaktadır. Onlar, dünyanın zahirî hayatından başka bir şey bilmiyorlar, işte onların bilgileri bu kadardır. Allah (celle celâlühü) da, onların iddialarını reddetmek üzere söyle buyurmuştur: 74"Biz, onlardan önce nice nesiller helâk ettik ki, onlar dayama-döşeme ve gösteriş bakımından onlardan daha güzel idi." Yani Biz, onlardan önce Ad, Semûd gibi nice azgın ümmetleri çeşitli azaplarla helâk ettik ki, onlar, iftihar vesilesi yaptıkları dünyalık bakımından kendilerinden çok üstün idiler. Eğer o ümmetlere verdiğimiz dünyalıklar, onların Bizim katımızda itibar sahibi olmalarından dolayı olsaydı, onlara yaptıklarımızı yapmazdık. Bu onlar için, apaçık bir tehdit ve azap vaadidir. Sanki şöyle denilmiş olur: Öyleyse bunlar da, onların akıbetlerinin bir benzerini beklesinler. 75"Ey Peygamberim! De ki: "Kim sapıklıkta ise, Rahman olan Allah ona mühlet verdikçe versin! Nihayet, kendilerine vaat olunan şeyleri -ki, dünyada azaptır, yahut kıyamette azaptır- gördüklerinde, işte o zaman mevki ve makam bakımından daha kötü ve asker bakımından daha zayıf olanın kim olduğunu bileceklerdir." A- "Ey Peygamberim! De ki: "Kim sapıklıkta ise, Rahman olan Allah ona mühlet verdikçe versin!" Allah dünyada onca nimetlere ve imkânlara sahip oldukları halde helâk edilen ümmetlerin akıbetleri beyan buyurduktan sonra burada da, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyalıklarıyla iftihar edenlere, her iki fırkanın akıbetlerini beyan etmek suretiyle cevap vermesini emir buyurmaktadır. Burada, sapıklıkta bulunanlardan murat, hem kâfirleri, hem de fâni dünyanın lezzetlerine dalıp onlarla sevinenleri de kapsayan genel bir mâna da olabilir; yalnız kâfirlere de mahsus ve onlardan ibaret de olabilir. Yani kim sapıklıkta karar kılmış, cehalete ve gaflete tamamen batmış ise, Rahman olan Allah, uzun ömür, servet ve tasarruf imkânı vermek suretiyle ona mühlet verdikçe versin. Burada emir kipinin (verdikçe versin) kullanılması, mazeretleri ortadan kaldırmak için, İlâhî hikmetin gereği olarak, bunun, yapılması gereken şeylerden olduğunu bildirmek içindir. Nitekim bir âyette de: "Düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür size vermedik mi!" denilmektedir. Yahut bu mühlet istidrac içindir. Nitekim bir âyette de: "Onlara fırsat vermemiz, ancak günahlarını arttırmaları içindir." Diğer bir görüşe, göre ise, burada murat, mühlet ve uzatma dııâsıdir. Burada Rahman ismi kullanılmış, çünkü uzatmak ve mühlet vermek, dünyevî rahmetin hükümlerindendir, B- "Nihayet, kendilerine vaat olunan şeyleri -ki, dünyada azaptır, yahut kıyamette azaptır- gördüklerinde, iste o zaman mevki ve makam bakımından daha kötü ve asker bakımından daha zayıf olanın kim olduğunu bileceklerdir." Onlara vaat olunan iki azaptan bin, dünyevî azaptır ki, mü’minlerin onlara galip gelmeleri, onların yurtlarını istila etmeleri ve onları esir almak ve öldürmek suretiyle cezalandırmalarıdır; diğeri de kıyamet günü maruz kalacakları perişanlık ve cezadır. Onlar, bu iki azaba veya yalnız birine mutlaka mâruz kalacaklardır. Zira âhiret azabından kurtulmaları asla mümkün değildir. Bu kelâmdan kastedilen mâna, onların o zaman, hepsi zayıf olan askerlere sahip olacak anlamında değildir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendi kendini de kurtaracak güçte değildi." Bu şekilde zikredilmesi, onların, meclislerde ve mahfillerde kendileriyle iftihar ettikleri büyük destekçilere ve üstün yardımcılara sahip oldukları yönündeki iddialarını reddetmek içindir. 76"Doğru yola gidenlerin hidâyetini Allah arttırır. Devamlı kalan iyi işler ise, Rabbinin katında mükâfat bakımından daha hayırlı ve akıbetçe daha güzeldir." A- "Doğru yola gidenlerin hidâyetini Allah arttırır." Bundan önce dalâlet ehlinin hali beyan edildikten sonra burada da dalâlet ehlinin hali beyan edilmektedir. Bir görüşe göre ise, bu cümle, "Kim sapıklıkta ise, Rahman olan Allah ona mühlet verdikçe versin." Cümlesine atıftır. Yani Allah (celle celâlühü), dalâlette olanın dalâletini uzattıkça uzatır ve hidâyete ermişlerin hidâyetini de arttırır. Nitekim bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ve hidâyete erenlerin hidâyetini arttırır." Bir görüşe göre ise, bu cümle mezkûr şart cümlesine atıftır. Yani Allah (celle celâlühü), kâfire mühlet verilmesi ve dünya hayatından faydalandırılması, onun Allah (celle celâlühü) Katında üstün olduğu için olmadığı beyan edildikten sonra onun akabinde de, mü’minin dünya hayatından nasibinin az olması da, onun noksanlığı için olmadığı, fakat Allah (celle celâlühü) Onun hakkında ondan daha hayırlısını irade buyurduğu için olduğu beyan edildi. B- "Devamlı kalan iyi işler ise, Rabbinin katında mükâfat bakımından daha hayırlı ve akıbetçe daha güzeldir." Bu cümle, söylenmesi telkin edilen kelâma dâhil olmayıp doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından ifade edilmiştir. Yani faydalan baki kalan ve sevapları devamlı olan isler ve ezcümle beş vakit namaz ve "sübhânallah velhamdu lıllah ve lâîlâhe illallah vallahu ekber / Allah'ı tenzih ederim; Allah'a hamdederim ve Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve Allah en büyüktür." Zikri, Allah (celle celâlühü) katında mükâfat bakımından, kâfirlerin faydalandıkları ve iftihar vesilesi yaptıkları nakıs ve fani nimetlerden daha hayırlıdır. Zira mü’minlerin iyi işlerinin sonucu, ebedî nimetlerdir; kâfirlerin dünyalıklarının neticesi ise, ebedî pişmanlık ve dayanılmaz azaptır. Nitekim "ve akıbetçe daha güzeldir" kelâmı da buna işaret etmektedir. 77"Ey Resûlüm! Ayetlerimizi inkâr edip de "Yemin olsun ki, bana mal ve evlat verilecek" diyen adamı gördün mü?" Yani ey Peygamberim! Âyetlerimizi ve ezcümle ölümden sonra dirilmeyi bildiren âyetlerimizi inkâr eden... Bu âyet, Âs bin Vâil hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Habbâb bin Eretl'in ondan alacağı vardı. Kendisinden alacağını istediğinde Âs, ona: "Hayır, sen Muhammed'i inkâr etmedikçe vermeyeceğim!" dedi. Habbâb da dedi ki: "Hayır asla! Vallahi, ben hayatımda da, öldükten sonra da ve tekrar dirildikten sonra da onu inkâr etmeyeceğim!" Âs da ona dedi ki: "Sen ölümden sonra dirildiğinde bana gelirsin; o zaman benim makm ve evladım olacak; ben de sana borcumu vereceğim." Diğer bir rivâyete göre ise, Habbâb dedi ki: Allah, senin canını alıncaya ve seni tekrar diriltinceye kadar ben Muhammed'i inkâr etmeyeceğim!" Bunun üzerine Âs da: "Ben gerçekten öleceğim ve sonra yine diriltilecek, miyim?" Dedi. Habbâb da: "Evet!.." Dedi. Âs da: "Beni bırak, öleyim ve sonra dirileyim; o zaman bana mal ve evlat verilecek; ben de sana borcumu ödeyeceğim" dedi, İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu istifham, onun halinden taaccüp etmek ve bu hâlin, taaccüp edilmesi gereken tuhaf ve şen'î bir hal olduğunu bildirmek içindir. Âs, sözünün başında yalan yemin ederek alay olarak, ahirette kendisine mal ve evlat verileceğini söylemişti. Yani ey Peygamberim! Onun haline bak da, bu tuhaf tavrına ve şen'î cüretine taaccüp et. 78"O, bilinmeye muttali mi olmuş, yoksa Rahman olan Allah'ın katından bir söz mü almış?" Asin mezkûr sözünün taaccübe şayan olduğuna işaret edildikten sonra bu kelâm ile de, o şeni söz reddedilmekte ve bâtıl olduğu belirtilmektedir. Yani o, şanının azametinden, ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Ha bîr (her şeyden haberdar olan) olan Allah'a mahsus bir bilgi olan bilinmeyenler ilmine erişmiş ki, ahirette kendisine mal ve evlat verileceğini iddia ediyor ve buna and da içiyor? Yoksa Rahman olan Allah katından bir söz mü almış? Zira bu bilgiye ancak bu iki yoldan biriyle ulaşılır. Bu kelâmda Rahman unvanının kullanılması, onun iddia ettiği bilginin kaynağının İlâhî rahmet olduğunu bildirmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise âyetteki ahit, şahadet kelimesidir. Bir diğer görüşe göre ise iyi ameldir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) Bunlar için mükâfat vaat etmesi, ahit (söz) gibidir. 79"Kesinlikle hayır! Onun ne dediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız." A- "Kesinlikle hayır! Onun ne dediğini yazacağız." Âyetin metnindeki "Kellâ" (kesinlikle hayır) kelimesi, o büyük sözü ağzına almasını şiddetle reddetmek ve büyük bir hatâ içinde olduğuna dikkat çekmek içindir. Yani Biz, onun ne dediğini yazdığımızı kendisine göstereceğiz. Yahut Biz, caninin suçunu yazıp zaptını tutan kimse gibi kendisinden intikam alacağız. Zira bunu yazmanın kendisi, onu söylemesinden sonra değildir ki, "yazacağız" diye gelecek kipi kullanılabilsin. Nitekim bir âyette "İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında Rakîb ve Atîd (sağ, sol) melekleri olmasın.". Şu halde birinci görüşe göre (onun ne dediğini yazdığımızı kendisine göstereceğiz) gizli bir şeyi açıklamak, olmayan bir şeyi ihdas etmek kabilindendir. Zira her ikisi de, bir şeyi gizlilikten açığa çıkarmaktır. İkinci görüşün izahı ise, bir şey için, sebebinin adını kullanmak kabilindendir. Zira suçlunun suçunu yazmak, onun kesin olarak cezalandırılmasının sebebidir. B- "Ve azabını uzattıkça uzatacağız." Yani Onun kendi nefsi için iddia ettiği mal ve evlat yerine, küfründen, Allah'a (celle celâlühü) iftira etmesinden ve âyetleriyle alay etmesinden dolayı müstahak olduğu azabını uzattıkça uzatacağız, yahut arttıracağız ve katlayacağız. 80"Onun söylediğine (mal ve evlada) Biz vâris olacağız; kendisi de Bize yapayalnız olarak gelecektir." Yani dünyada kendisine verilmiş olan mal ve evladı ondan alacağız ve kendisi kıyamet günü, kendisine fazlasının verilmesi şöyle dursun, Bize, malsız ve evlatsız yapayalnız olarak gelecektir. 81"Onlar, kendileri için bir kuvvet kaynağı olsun diye Allah'tan başka İlâhlar edindiler." Bundan Önce o malûm kâfirin sözleri ve o sözlerin, içeriğinin aksi bir sonucu gerektirdiği hikâye edildikten sonra bu kelâmda da, umduklarının zıddını gerektiren umumi cinayetleri hikâye edilmektedir. Yani onlar, Allah'ın (celle celâlühü) dışında putları İlâhlar edindiler ki, o putlar kendileri için kuvvet kaynağı olsunlar; onlarla Allah (celle celâlühü) arasında irtibat ve şefaatçi olsunlar. 82"Kesinlikle hayır! taptıkları İlâhlar, onların ibâdetlerini tanımayacaklar ve onlara karşı zıt ve düşman kesileceklerdir." A- "Kesinlikle hayır! Taptıkları İlâhlar, onların ibâdetlerini tanımayacaklar." Bu kelâm, onların inançlarını ve boş umutlarını şiddetle reddetmektedir. Yani onların taptıkları ilâhlar, kendilerine yaptıkları ibâdetleri inkâr edecekler; Allah (celle celâlühü) onları konuşturacak ve onlar: "Sız bize tapmadınız" diyeceklerdir. Yahut kâfirler, küfürlerinin kötü akıbetini müşahede etlikleri zaman, onlara yaptıkları ibâdeti inkâr edeceklerdir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz ortak koşmadık." (En'am: 23) B- "Ve onlara karşı zıt ve düşman kesileceklerdir." Bundan önceki cümlenin birinci mânâsına göre, yani onların, kendilerine izzet vereceklerini umdukları ilâhları onlara zillet ve zafiyet verecektir. Yahut onların azabına yardım ve âlet olacaktır. Nitekim o putları, Cehennemin yakıtı, yakacağı olacaklardır. Yahut nitekim onlara tapmaları, azaplarına sebep olmuştur, ikinci mânaya göre ise, kâfirler, dünyada Allah'ı (celle celâlühü) severcesme sevdikleri ve taptıkları putlara zıt ve düşman kesilip onları tanımayacaklardır. 83"Ey Resûlüm! Görmedin mi ki, Biz, o kafirler üzerine gerçekten şeytanları göndermişizdir. Şeytanlar onları coşturdukça coşturuyorlar." Bu kelâm, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem), mezkûr âyet-i kerimelerin ifade ettikleri ve o azgın ve inatçı kâfirler hakkında hikâye ettikleri çeşitli çirkin sözleri ve fiilleri, hiçbir engel tanımadan azgınlığa ve dalâlete tamamen dalmaları, inatta ifrat etmeleri, küfürde kararlı olmaları ve hak, hiçbir şüphe ve tereddüt kalmaksızın tamamen ortaya çıktığı halde ona karşı mücadele vermek için ittifak etmeleri gibi hallerinden taaccüp ettirmek ve bütün bunların şeytanın azdırması ve saptırmasiyla olduğuna, yoksa kısmen de olsa, haklı bir sebep bulunmadığına dikkat çekmek anlamını ifade etmektedir. Şeytanların, onların üzerine gönderilmesinden maksat, onlara musallat kılınmaları ve kendilerini saptırmak imkânlarının şeytanlara verilmesidir, yahut şeytanların, onlara ayrılmaz arkadaş kılınmalarıdır. Bu taaccüp ettirmekten maksat, şeytanların kâfirler üzerine gönderilmesinden Resûlüllah'ı taaccüp ettirmek değil, fakat kâfirlerin zikredilen hallerinden, şeytanın azdırmasının sonuçlan olmaları itibarıyla taaccüp ettirmektir. Nitekim "Şeytanlar onları coşturdukça coşturuyorlar" Cümlesinden bu hakikat anlaşılmaktadır. Yani şeytanlar, çeşitli vesveselerle onları günahlara çok şiddetli bir şekilde kışkırtmaktadır. 84"Artık onlar hakkında acele etme. Çünkü Biz onlar için günlerini teker, teker sayıyoruz." Yani ey Resûlüm! Cinayetlerinin gereği, acele olarak helâk edilmelerini, son ferdine kadar hepsinin yok edilmelerini ve yeryüzünün onların fesatlarından temizlenmesini talep etme! Çünkü onların helaki yakındır; onların ancak, teker, teker saydığımız sayılı günleri ve nefesleri kalmıştır. 85"Takva sahiplerini Rahman olan Allah'ın huzurunda küme halinde toplayacağımız gün.." 86"Günahkârları da susuz olarak Cehenneme süreceğimiz gün.." 87"Rahman olan Allah katında izin verilmiş olanlardan başka kimse şefaate muktedir olamayacaktır." Yani takva sahibi olan mü’minleri, kendilerini geniş rahmetine gark edecek olan Rahman Allah'ın huzurunda, hükümdarların lûtfu keremlerini bekleyen kümeler halinde ve günahkârları da susuz olarak hayvan sürüsü gibi Cehenneme süreceğimiz gün, Rahman olan Allah katında îman ve takva ziynetine sahip kılınmış, yahut şefaat emri verilmiş olanlardan başka kimse şefaate muktedir olamayacaktır. Buna göre bu kelâm, insanları, bu mertebeye erişmenin sebebi olan îman ve takvaya teşvik etmektedir. Yahut takva sahipleri, ancak İslam ahdini edinmiş kimselere şefaat edebilirler. Buna göre ise, Müslüman olmaya teşvik etmektedir. Yahut mücrimlerden ancak Müslüman olanlara şefaat edilebilir. 88"Rahman olan Allah, çocuk edindi" dediler." Bundan önce, puta tapanlar anlatıldıktan sonra bu âyet de, Yahudilerin, Hıristiyanların ve meleklerin Allah'ın (celle celâlühü) -hâşâ!- kızları olduklarını söyleyen Arapların suçlarını anlatmaktadır. 89"Ey bunu söyleyenler! Yemin olsun ki, siz pek çirkin bir şey uydurdunuz." Bu âyet, onların bâtıl sözünü reddetmekte ve doğrudan doğruya onlara hitap edilmekle, bunun pek korkunç olduğunu ifâde etmekte ve onların son derece câhil ve suçlu olduklarını tescil etmektedir. 90"Bundan dolayı neredeyse gökler çatladıkça çatlayacak, yer yarılacak, dağlar da yıkılıp çökecektir." 91"Rahman olan Allah'a çocuk isnat ettiklerinden dolayı, .." 92"Halbuki çocuk edinmek, Rahman olan Allah'ın şânına yakışmaz." 93"Çünkü şu göklerde ve bu yerde olan herkes, ancak kul olarak, Rahman olan Allah'a gelecektir." Yani meleklerden, insanlardan ve cinlerden herkes, ancak kul olarak, Rahman olan Allah'a gelecek ve kul olarak, boyun eğerek o'na sığınacaktır. 94"Yemin olsun ki, Allah, onları ilmiyle kuşatmıştır ve onları bir, bir saymıştır." Yani Allah onları sonsuz ilmiyle tamamen kuşatmıştır; hiçbir kimsenin o'nun ilminin ihatasından ve kudret ile hâkimiyetinin avucundan dışarı çıkması mümkün değildir. Ve Allah (celle celâlühü), onların şahıslarını, fiillerini ve nefeslerini saymıştır; her şeyin miktarı o'nun katında bellidir. 95"Kiyamet günü, onların hepsi de, Rahman olan Allah'a yalnız olarak gelecektir." Yani onların her biri, kıyamet günü çevresinden ve yardımcılarından ayrı ve yalnız olarak gelecektir. 96"îman edip de, iyi işler de yapanlara gelince, Rahman olan Allah, şüphesiz onlar için bir sevgi yaratacaktır." Bundan önce kâfirlerin çirkin halleri açıklandıktan sonra burada da mü’minlerin güzel halleri açıklanmaktadır. Yani îman ve iyi işler sahibi olan bahtiyar insanlar, başka sebeplere baş vurmadan, Allah (celle celâlühü), onlara karşı kalplerde sevgi yaratır. Burada Rahman unvanı zikredilmiş, çünkü burada vaat edilen şey, bu sifatın eserlerindendir. Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Allah (celle celâlühü), bir kulu sevdiği zaman, Cebrâîl’e (aleyhisselâm) der ki: "Ben, filan şahsı seviyorum; sen de onu sev!" Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) de onu sever ve bütün gök ehline şöyle seslenir: "Allah, filan şahsı sevmiş, siz de onu sevin!" Böylece gök ehli de onu sever. Sonra yeryüzünde de o şahsa karşı sevgi yaratılır." Âyette gelecek kipi (sevgi yaratacaktır) kullanılmış, çünkü bu sûre Mekke'de nazil olmuştur ve o zaman bu mü’minler, kâfirler arasında sevilmiyorlardı, Allah (celle celâlühü) da, onlara bunu vaat etti ve islam yayılınca da bu vaadini gerçeldeştirdi. Yahut vaat edilen sevgi, kıyamette gerçekleşecektir. Şöyle kı, kıyamet günü şahitlerin huzurunda onların sevapları ortaya konulunca, dünyada ona karşi duyulan bütün kin ve düşmanlık insanların kalbinden çıkarılır. Kıyamet günü bu bahtiyar mü’minlere verilecek onca yüksek nimetler içinde anılan sevginin zikre tahsis edilmiş, çünkü kıyamet günü kâfirler arasında düşmanlık, zıtlık, irtibatları kesmek ve birbirlerine lanet okumaları yaygın olacaktır. 97"Ey Resûlüm! İşte Biz, Kur’ân'ı senin diline kolaylaştırdık ki, onunla, takva sahiplerini müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu da uy arasın." Yani ey Resûlüm Muhammed! Bu indirilen sûre-i kerimeyi tebliğ et; onunla müjdele ve uyar; çünkü Biz, bu Kur’ânı senin dilin olan apaçık Arapça olarak sana indirdik ki, içerdiği emir ve yasaklara uymakla takvaya erişenleri müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu da uyarasın. 98"Onlardan önce nice nesiller helâk etmişizdir. Şimdi onlardan birini hissedip görüyor musun, yahut onlardan bir fısıltı işitiyor musun?" A- "Onlardan önce nice nesiller helâk etmişizdir" Bu kelâm, kâfirleri helâk etmek tehdidi zımnında Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Mükâfat vaat etmekte ve onu uyarmaya teşvik etmektedir. Yani Biz, bu inatçı kâfirlerden önce nice nesilleri helâk etmişizdir. B- "Şimdi onlardan birini hissedip görüyor musun, yahut onlardan bir fısıltı işitiyor musun?" Bu cümle, makabli için bir çeşit izah mahiyetindedir. Yani Biz, onları tamamen helâk ettik; köklerini kazıdık. Öyle ki, artık onlardan hiçbir kimse görülmez ve onlardan bir fısıltı işitilmez. Resûlüllahtan (sallallahü aleyhi ve sellem), rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse Meryem sûresini okursa, Hazret-i Zekerîyyâ, Hazret-i Yahya, Hazret-i İsâ ve bu sûrede zikredilen diğer peygamberleri tekzîp ve tasdîk edenlerin ve dünyada Allah'a duâ edenlerin ve etmeyenlerin sayılarının on katı kadar ona sevap verilir." |
﴾ 0 ﴿