TÂ-HÂ SÛRESİ

135 âyet olup Mekke'de nazil olmuştur; yalnız 130. ve 131. âyetleri Medine'de nazil olmuştur.

1

"Tâ-hâ"

Derin ilim sahibi âlimlerin cumhûruna göre, "Tâ-Hâ" da, diğer sûrelerin başında zikredilen harfler kabilindendir.

Diğer bir görüşe göre ise, mânâsı "Ey kişi!" demektir. Bu mânâ, İbn-i Abbâs Hasen, Mücâhid, Said b. Cübeyir, Katâde, İkrime ve Kelbî'den de rivâyet olunmuştur. Ancak "Tâhâ", Said b. Cübeyr'e göre Nabatî dilindedir. Katâde'ye göre ise Süryanî dilindedir. İkrime'ye göre ise, Habeşî dilindedir. Kelbî'ye göre ise, bir Yemen dili olan Akl veya Ukl lisanıyladır.

2

"Ey Resûlüm! Biz, bu Kur’ân'ı sana, sıkıntı çekmen için indirmedik."

Bu âyetteki ifâde, Resûlüllah'ı müşrikler tarafından karşılaştığı sıkıntılardan dolayı teselli etmektedir. Yani ey Peygamberim! Biz bu. Kur’ân'ı sana, azgınlarla konuşurken, âsilerle tartışırken sıkıntıları göğüslemen için indirdik, onların küfrüne aşırı derecede üzülmen ve îman etmeleri için kendini harap edercesine uğraşman için indirmedik.

Nitekim diğer bir âyette de "Arkalarından üzüntü İle nerede ise kendim harap edeceksin." denilmektedir. Hayır, ey Resûlüm! Biz bu Kur’ân'ı sana tebliğ ve öğüt için gönderdik ve bunu da sen yaptın. Artık bundan sonra onlar îman etmezlerse, senin bir sorumluluğun yoktur.

Yahut bu ifâde, Peygamberimizi, yapmakta olduğu aşın derecedeki cihat ve ibâdetten alıkoymak içindir. Nitekim rivâyet olunuyor ki. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), geceleri o kadar namaz kılıyordu ki, ayaklan şişiyordu. Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm), ona:

"Kendi nefsini de gözet; çünkü onun da senin üzerinde hakkı vardır" dedi. Yani Biz bu Kur’ân'ı sana, kendini ağır perhizlerle ve büyük sıkıntılarla harap etmen için göndermedik; sen ancak, müsamahakâr olan Hanîf dini ile gönderilmişsin.2

Bir görüşe göre ise, müşriklerden Ebû Cehil, ile Nazr b. Haris, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki; "Sen bedbahtsın; çünkü atalarının dinini terk ettin. Bu Kur’ân da, bedbaht olman için sana inmiştir." işte onların bu sözleri reddedilerek denildi ki; bu. Kur’ân'ı onların dedikleri için sana indirmedik.

Ancak ilk görüş daha münasiptir. Çünkü gelecek âyetteki istisna da, bunun kanıtıdır.

Yahut "Tâ-Hâ" kelimesi, Kur’ân'ın bir adıdır. Yani Kur’ân'a yemin olsun ki... Yemin cümlesi olması hâlinde bu sûrenin adı da olabilir.

3

"Biz, bu Kur’ân'ı sana, ancak, Allah'tan korkanlara bir öğüt olmak üzere indirdik."

Yani ey Resûlüm! Biz bu Kur’ân'ı sana, onun tebliği için kendini harap etmek çizere göndermedik; fakat Allah'tan (celle celâlühü) korkar durumda olanlara, kalbi yufka, tabiatı yumuşak olduğundan, uyanlardan etkilenenlere, yahut Allah'ın (celle celâlühü), uyarılmakla korkacağını bildiği kullara bir öğüt olmak üzere indirdik.

Bu tebliğ ve öğüt, umumî olduğu halde burada, korkanlara tahsis edilmiş, çünkü ondan faydalananlar bu insanlardır.

4

"Kur’ân, yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından peyderpey indirilmiştir."

Arapça metinde bulunan ibare ile ilgili iki sahifelik bazı açıklamalar Önsöz'de belirtildıği gibi burada mahfuz tutulmuştur.

Ziyadesiyle tahkik ve izah için Allah (celle celâlühü) tarafından bu şekilde anlatılmıştır. Yerin ve göklerin yaratılmasından murat, "Göklerde ve yerde bulunan her şey o'nundur." âyetinden de anlaşıldığı gibi, yerin ve göklerin, bütün içindekilerle birlikte yaratılmaları olduğu halde burada yalnız yerin ve göklerin yaratılmalarının zikredilmiş olması, asil olan kendileri olup içlerindeki varlıkların onlara bağlı olmasından dolayıdır. Yerin önce zikredilmesi, hisse daha yakın ve daha açık olmasından dolayıdır. Göklerin, yücelikle vasıflandırılmaları, azameti pekiştirmek içindir.

Bu âyetler, "En güzel isimler Allah'a mahsustur." âyetine kadar Kur’ân'ı indiren Allah'ın Şanını tazım içindir ki, bu da, indirilen Kur’ân'ın şanının tazimini gerektırmektedir. Böylece mehabetin artması ve kalplere İlâhî korkunun girmesi sağlanmış olur ki, bu, karşı çıkan isyankârların, inat ve azgınlıklarından vazgeçmelerine ve Allah korkusuna yönelmelerine sebep olmaktadır. Bu da, ibret alıp îman etmek sonucuna götürmektedir.

5

"Rahman olan Allah, Arş'ı istîvâ etmiştir."

Allah'ın göklerin ve yerin Yaratıcısı olmakla vasiflandırılmasının ardından Rahman olarak vasiflandırılması, göklerin ve yerin yaratılmasının, Allah'ın Rahmetinin eserlerinden olduğunu zımnen bildirmek içindir. Nasıl ki, "Rahman olan Allah, göklerin ve yerin Rabbidir." âyetinde de Rahman olarak vasiflandırılması, o'nun Rabliğinm, rahmet olarak olduğunu bildirmek içindir.

Allah'ın Rahman olarak vasiflandırılması, aynı zamanda işaret ediyor ki, Kur’ân'ın peyderpey indirilmesi de, o'nun rahmetinin hükümlerındendir. Nitekim "Rahman olan Allah, Kur’ân'ı öğretmiştir." (Rahman: 1) âyeti de, bu hakikati bildirmektedir.

Sübûtunun malûm olması gereken mevzu başının rahmet kılınmış olması, Allah'ın Rahman olmasının, apaçık olduğunu ve sarih olarak belirtmeye gerek olmadığını bildirmek içindir.

Arş'ı istiva etmek, hükümranlık ve saltanatın mecazî ifadesidir. Bundan murat, kâinatın icadının ve idaresinin Allah'ın (celle celâlühü) üstün iradesine bağlı olduğunu beyan etmektir.

6

"Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile Serâ'nın (toprağın.) altında olanların hepsi ancak O'nundur."

Göklerde ve yerde olan varlıklar, ister onların bir parçası olarak bulunsun, ister ayrı varlıklar olarak bulunsun, hepsi ancak Allah'ındır. Keza hava ve bulut gibi her zaman, yahut kuşlar gibi çoğu zaman yer ile gök arasında bulunan bütün varlıklar da yalnız o'nundur; hiç kimsenin mülk olarak, tasarruf olarak, hayat vermek ile hayat almak olarak ve îcat etmek ve yok etmek olarak, bunlarda ne müstakil, ne de ortak olarak bir etkisi ve yetkisi yoktur. Yine toprağın altında olan bütün varlıklar da yalnız o'nundur. Toprağın altında olanlar da, âyetteki "yerde olanlar" ifâdesine dâhil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, fazlasıyla açıklama olması içindir. Muhammed b. Kâ'b'ten rivâyet olunduğuna göre, "toprağın altında olanlar"dan murat, yedi kat yerin altında olanlardır. Süddî'den rivâyet olunduğuna göre ise, âyetteki Sera kelimesi, yedinci kat yerin, üzerinde bulunduğu kayadır.

7

"Sen, sözü açıktan söyleyeceksen, bilesin ki, O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de şüphesiz bilir."

Bundan önce Allah'ın saltanatının genişliği ve kudretinin bütün kâinatı kuşattığı beyan edildikten sonra burada da o'nun ilminin bütün eşyayı kuşattığı beyan edilmektedir. Yani eğer sen, Allah'ı (celle celâlühü) açıktan anacaksan ve o'na yalvaracaksan, bil ki, O, bunları açıktan yapmana muhtaç değildir; zira O, senin başkalarından gizlediğin şeyleri de, onlardan daha gizli olanları da, yani kafanda düşünüp de hiç söylemediğin şeyleri de şüphesiz bilmektedir. Yahut O, senin kendi, nefsine sır olarak sakladıklarını da, gelecekte sır olarak, saklayacaklarını da şüphesiz bilir.

Bu kelâm, yüksek sesle söylemeyi yasaklamak anlamında olabilir. Nitekim, diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Kendi içinden, yalvar arak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, sabah akşam Rabbini an!" Yahut bu kelâm, kullan ırşât ediyor kı, yüksek sesle yalvarmak, Allah'a duyurmak için değil, fakat nefsi zikirle tasvir etmek, zikir üzerinde sabit kılmak, nefsi başka şeylerle meşgul olmaktan menetmek, onu vesveseden kesmek ve yalvarıp yakarmakla onu sindirmek gibi gayeler içindir.

8

"İşte O, Allah'tır. Kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. Esmâ-i Hüsnâ (en güzel isimler) O'na mahsustur."

A- "İşte O, Allah'tır."

Bu kelâm, zikredilen bütün kemal sıfatların, Hak Mâbûd'a mahsus olduğunu ifade etmektedir. Yani o zikredilen yüce sıfatların yegâne sahibi Allah'tır.

B- "Kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur."

Bu kelâm da, hakkı doğrulamakta ve az önceki ifadenin zımnen açıkladığı Uluhiyyetin Allah'a mahsus olduğunu açık-seçık bildirmektedir. Zira bütün varlıkları yaratmak, Rahman olmak, her şeyin Maliki olmak ve her şeyi kuşatan ilme sahip bulunmak gibi Allah'a isnat edilen sıfatlar, bunu apaçık gerektirmektedir.

C- "Esmâ-i Hüsnâ (en güzel isimler) O'na mahsustur."

Bu kelâm, zikredilen Halık olmak, Rahman olmak, Mâlik olmak, Alim olmak, Allah'ın isimleri ve sıfatları olduklarını, o'nun Zâtında ise taaddüt (birden fazla çokluk) olmadığını beyan etmektedir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, müşrikler, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ya Allah, Ya Rahman!" dediğim duyduklarında, dediler kı: "Muhammed, bizi, iki İlâha tapmaktan men' ediyor; kendisi ise, başka bir İlâha da tapıyor."

9

"Ey Resûlüm! Sana Mûsâ'nın haberi geldi mi?"

Bu kelâm, zikredilen hadiste de konu edilen tevhîd hususunu îzah etmekte ve bunun, peygamberler arasında da süregelen bir gelenek olduğunu beyan etmektedir. Nitekim "Şüphe yok ki, Ben, evet Ben, Allah'ım. Benden başka hiçbir İlâh yoktur." âyetinde Hazret-i Mûsa'ya hitap edilirken de tevhit işlenmiş ve Hazret-i Mûsâ, sözlerini de bununla tamamlamıştır.

Nitekim şöyle demiştir: "Sizin İlâhınız, Kendisinden başka hiçbir İlâh olmayan yalnız Allah'tır."

Bazılarına göre, Hazret-i Mûsâ hayatının Peygamberimize anlatılması, onun peygamberliğin ağır yükünü taşıması ve elçilik hükümlerinin tebliğinde karşılaştığı zorluklara sabretmesi ile teselli bulmak içindir. Ancak sûrenin başında, Peygamberimizin, aşırı derecede ağır meşakkatlere girmesinin men' edilmesi, bu mânaya müsait değildir.

10

"Hani O, bir ateş görmüştü de, ailesine: "Bekleyin! Ben gerçekten bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum" demişti."

Rivâyet olunuyor kı, Hazret-i Mûsâ annesinin ve kardeşinin yanına gelmek için Hazret-i Şuayb'tan (aleyhisselâm) izin istedi ve izin aldıktan sonra ailesiyle birlikte yola çıktı ve Şam hükümdarlarından korktuğu için normal yollardan yürümüyordu. Nihayet Tûr Dağının bati tarafında bulunan Tuvâ Vadisine varınca, yolunu kayıp etti. Koyunları da dağıldı. Yanında suyu da yoktu. Karanlık bir kış gecesi idi ve kar da yağıyordu. Bu gece, bir Cuma gecesi idi, İşte o gece orada karısı bir çocuk doğurdu. Hazret-i Mûsâ, ateş yakmak için çakmağını çakmaya çalışiyordu. İşte bu esnada Hazret-i Mûsâ, Tûr dağının sol tarafında bir ateş gördü. Bunun üzerine ailesine: "Siz, burada bekleyin!.." dedi. Yani Hazret-i Mûsâ, kendisi ateşin yanma doğru giderken, ailesinin kendisini takip etmemesini emretti; yoksa başka bir yöne gitmemeleri için bunu söylemedi; zira bu, akla gelebilecek bir şey değildir.

Hazret-i Mûsâ, bu emriyle, karısına, çocuğuna ve hizmetçisine hitap ediyordu. (Onun için çoğul kipini kullanmıştır.)

Diğer bir görüşe göre ise, yalnız karısına hitap ediyordu. Çoğul kipinin kullanılması ise, tazim içindir.

Bir görüşe göre âyette geçen rehberden (ateşin yanında bir rehber bulurum) murat, din işlerine rehberlik edecek bir rehberdir. Zira iyi kulların fikirleri, her zaman din işleriyle meşguldür; hiçbir şey onları bundan uzaklaştırmaz.

Ancak ilk görüş, daha kuvvetlidir; çünkü kelâmın evveli, Hazret-i Mûsa'nın, ailesini teselli etmesi içindir. Nitekim "...Belki oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm." (Kasas: 29) âyetinde sarih olarak belirtilmektedir.

11

"Oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: -Ey Mûsâ!"

Yani Hazret-i Mûsâ, daha önce uzaktan gördüğü ateşin yanına varınca...

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Hazret-i Mûsâ, yeşil bir ağaç gördü. Bu ağacı aşağıdan tepesine kadar bembeyaz bir ateş sarmış ve son derece büyük, bir ışık saçıyordu. Hazret-i Mûsâ, orada durdu ve bu ateşin şiddetli ışığından ve ağacın da şiddetli yeşilliğinden hayretler içinde kaldı. Ne ateş, ağacın yeşilliğini bozuyordu, ne de ağacın bol suyu, o şiddetli ışığı azaltabiliyordu."

Derler ki; ateş dört kısımdır: Bir kısmı yer (yakar), fakat içmez (su içermez). Bu, dünya ateşidir. Bir kısmı da içer, fakat yemez. Bu da, yeşil ağacın içerdiği ateştir. Bir kısmı da yer ve içer. Bu da, Cehennem ateşidir. Bir kısmı da yemez ve içmez. Bu da Mûsa'nın (aleyhisselâm) ateşidir.

Yine derler ki; ateş dört nevidir (çeşittir): Bir çeşidi, hem ışığı var, hem de yakması var. Bu, dünya ateşidir. Bir çeşidi de ışığı da yok yakması da yok. Bu da, yaş ağaçların içerdiği ateştir. Bir çeşidi de ışığı var, yakması yok. Bu da, Hazret-i Mûsa'nın gördüğü ateştir. Bir çeşidi de, yakması var, ışığı yoktur. Bu da Cehennem ateşidir.

Rivâyet olunuyor ki, o ağaç, böğürtlen ağacı idi.

Diğer bir görüşe göre ise sakız ağacı idi.

12

"Muhakkak ki, Ben, evet Ben, senin Rabbinim! Haydi, ayakkabılarını çıkar; çünkü sen şimdi gerçekten o kutsal vadi Tuvâ'dasın!"

A- "Muhakkak ki, Ben, evet Ben, senin rabbinim!"

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsa'ya sesleniknce, Hazret-i Mûsâ: "Konuşan kimdir?" dedi. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü): "Ben senin Rabbinim!" buyurdu. O zaman İblis: "Belki bu işittiğin, Şeytanın sözüdür" diye vesvese verdi. Hazret-i Mûsâ ise: "Ben bunun Allah'ın kelâmı olduğunu biliyorum; çünkü ben bu kelâmı bütün yönlerden ve bütün bedenimle işitiyorum!" dedi.

Ben derim ki; Hazret-i Mûsa'nın kelâmı, gerçeğin ta kendisidir; zira böyle olmayan bir sesi işitmek, ancak Hailâk (her şeyin yaratıcısı) ve Ahırı (her şeyi bilen) Allah'ın (celle celâlühü) sesinin kendisi değil, o'nun eserlerindendir.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsâ, Rabb-ı İzzetin kelâmını ruhanî olarak telakki etti. Sonra bu kelâmın misak bedenine ulaşıp müşterek hisse intikal etti ve algılandı; yoksa bu kelâm kulakla işitilmedi.

B- "Haydi, ayakkabılarını çıkar."

Hazret-i Mûsa'ya, ayakkabılarını çıkarması emredildi, çünkü yalın ayak olmak, tevazu ve güzel edebe daha uygundur. İşte bunun içindir ki, eski büyük zatlar, Kâ'be'yi yalın ayak tavaf ediyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, o kutsal vadi ile bereketlenmek için ayaklarının o toprağa değmesi için böyle emredildi.

Bir diğer görüşe göre ise, Hazret-i Mûsa'nın ayakkabıları, tabaklanmamış merkep derisinden olduğu için (dinen temiz sayılmadığı için) çıkarması emredildi.

Başka bir görüşe göre ise, yani kalbini ailenden ve maldan arındır, demektir.

C- "Çünkü Sen şimdi gerçekten o kutsal vâdi Tûvâ'dasın!"

Bu cümle, emredilen ayakkabılarını çıkarmasının lüzumunun illetini beyan etmekte ve bu emrin sebebinin, o mekânın şeref ve kutsiyeti olduğunu beyan etmektedir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, ayakkabılarını çıkardı ve onları vadinin arkasına attı.

13

"Ben seni peygamberliğe seçtim. Şimdi vahiy edilecek şeyleri dinle!"

14

"Şüphe yok ki, Ben, evet Ben, Allah'ım. Benden başka hiçbir İlâh yoktur. Öyle ise Bana ibâdet et ve Beni anmak için gereğince namaz kıl!"

Zira İlâhlığın Allah'a mahsus olması, ibâdeti O'na tahsis etmeyi gerektirmektedir.

Namaz da ibâdete dâhil olduğu halde yalnız onun ayrıca zikre tahsis edilmesi, diğer ibâdetlerden üstün olmasından dolayıdır. Zira namazda Ma'bûd anılmakta ve hem kalp, hem de lisan o'nun zikriyle meşgul olmaktadır, işte bunun içindir ki, "Beni anmak için" denilmiştir. Zira Allah'ın zikri, lâyık veçhile ancak ibâdet ve namaz zımnında gerçekleşmektedir,

Yahut zikrimi hâlis kılmak için, sadece Benim rızamı talep etmek için, ona hiç rıyâ karıştırmadan ve başkaca bir gaye gütmeden namaz kıl! demektir. Yahut Benî unutmamak ve Beni hatırlamak için namaz kıl! demektir. Yahut namazı bütün İlâhî Kitaplarda emrettiğim için... Yahut Ben de, seni methederek, sena ederek hatırlamak için... Bir başka görüşe göre ise, zikrimin vakitlerinde, yani namaz vakitlerinde namaz kıl! demektir. Yahut namazımı hatırladığında namaz kıl! demektir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse namaz vaktini uykuda geçirirse, yahut unutursa, hatırladığı zaman namaz kılsın. Çünkü Allah (celle celâlühü) "Namazımı hatırladığında namaz kıl!" demiştir."

15

"Herkesin, işlemekte olduğu şeyin karşılığını bulması için Kıyamet mutlaka gelecektir. Nerede ise Kıyametin geleceğini de gizli tutacaktım."

A- "Herkesin, işlemiş olduğu şeyin karşılığını bulması için Kıyamet mutlaka gelecektir."

Bu kelâm, ibâdet ifasının ve namaz kılmanın zorunlu olmasının sebebini açıklamaktadır.

Kıyametin kopmasının, "gelecektir" şeklinde ifade edilmesi, onu, kesin ve muhataplara doğru gelmekte olan bir hâdise olarak göstermek suretiyle gerçekleşeceğini tahkik etmek içindir.

B- "Nerede ise Kıyametin geleceğini, de gizleyecektim."

Yani eğer İlâhî bir lûtfu kerem olmasa ve onların mazeretlerini kesmek için olmasa, kıyametin (vaktini gizli tuttuğum gibi) geleceğini de gizli tutacaktım.

Yahut herkesin, çalışır olduğu şeyin karşılığını bulması için nerede ise, kıyameti gerçekleştirecektim.

Kıyametin gelmesi, yalnız, herkesin işlemiş olduğu şeyin karşılığını bulması için olmayıp fakat herkesin, kendisinden sâdır olanın karşılığını bulması içindir. Bu sâdır olan, ister anılan ibâdetlerin ifasına çalışmak olsun, ister oturup onların ifasına hiç çalışmamak olsun veya o ibâdetlerin zıtlarını tahsil için çalışmak olsun. Böyle iken, gaye olarak, herkesin, işlemekte olduğu şeyin karşılığını bulmasının zikre tahsis edilmesi, şu hakikati bildirmek içindir: Kıyametin gelmesinden asıl gaye, ibadetlerin mükâfatlarını bildirmektir. Onların terkinden dolayı verilecek azap ise, âsilerin kötü seçimlerinin gereklerindendir. Ve emredilen ibâdetlerin zorunluluk kuvveti ve kıyametin şiddetli korkunçluğu ve çetinliği, herkese, ilâhî emirlere uymayı ve kendisini kıyametin korkunç azabından kurtaracak itaatlerin tahsiline çalışmayı gerektirmektedir.

İşte o zaman, kendisini o azaba düşürecek günahlardan, sakınmış olur. Nitekim "O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı noktasında sizi denemek için, Arş su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır." âyeti de bu hakikati (asıl gayenin iyi amellerin mükâfatı olduğu, azap vermek olmadığı gerçeğini) ifade etmektedir.

Zira denemek, yalnız güzel ve daha güzel olması itibarıyla değil, fakat güzel ve çirkin olması itibarıyla, bütün mükelleflerin amellerine şâmil ise de, mezkûr âyette, yalnız güzel ve daha güzele bağlanmıştır. Zira daha önce zikredildiği gibi, bu kâinatın, böyle hârika ve son derece mükemmel yaratılmasından asıl maksat, iyilik yapanların iyiliklerinin kemalinin ortaya çıkmasıdır.

İşte bu kâinattaki hârikailk ve mükemmeliyet de, onun gereğini yapmayı icap ettirmektedir, öyle ki, hiç kimse, bu apaçık yoldan sapmamak, fakat her fert, kâinatın yol gösterdiği mutlak îman ve itaate erişmekdir. Fertler arasındaki farklılık ise, îman ve itaatteki kuvvet ve zafiyet mertebelerinde olmalıdır. Onlardan tamamen yüz çevirip dalâlet uçurumuna yuvarlanmak ise, bu hârika yaratılışın gayelerine dâhil olmak şöyle dursun, asla vâki bile olmamakdır. Bu, hiçbir haklı delil ve gerekçe olmaksızın, kişilerin kötü tercihlerinden kaynaklanan bir şeydir.

Âyetteki "herkesin işlemekte olduğu şey"den, mutlak amel de (çalışma) kastedilebilir.

16

"Artık, Kıyamete inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler, sakın seni ona îmandan alıkoymasınlar; sonra mahvolursun."

Yani kıyamete inanmayan ve nefsinin hissi ve fani arzularına uyan kimseler, sakın seni kıyamete îmandan, onu hatırlamaktan ve gözetmekten alıkoymasınlar. Yoksa helâk olursun. Çünkü kıyametten ve onun azabından kurtaran amellerin tahsilinden gâfıl kalmak, ister istemez, helaki mucip olmaktadır.

Bu emir, Hazret-i Mûsa'nın heyecanına heyecan katmak ve onun aşkını alevlendirmek içindir. (Yoksa bunun aksi Hazret-i Mûsâ hakkında asla düşünülemez.)

Bu emir, zahire göre her ne kadar kâfirlerin Hazret-i Mûsa'yı, kıyamete inanmaktan ve onu düşünmekten alıkoymalarını önlemek için ise de, hakikatte en beliğ ve kuvvetli şekilde, kendi kendine de bu duruma düşmekten onu alıkoymak içindir. Zira bir şeyin sebeplerini ve ona ulaştıran hazırlık unsurlarını men' etmek, istidlah yoldan, onu bizatihi men' etmek ve sebeplen de temelinden iptal etmektir. Nitekim Mâide: 2-8 âyetler de bu kabildendir.

Bu olumsuz emir (... Seni alıkoymasınlar), ınüsebbebin nehyi, fakat sebebin iradesi kabilinden de olabilir. Yani bu nehiy, Hazret-i Mûsa'nın, o kâfirlere yumuşak iltifat göstermesi hakkında olabilir. Çünkü bu tutum, onların Hazret-i Mûsa'yı kıyamete îmandan alıkoyma gayretine girmelerine sebep olabilir.

17

"O sağ elindeki nedir ey Mûsâ!"

Hazret-i Mûsa'nın, kendi nefsiyle ilgili emir olunduğu özel hallerin hikâye edilmesinden sonra burada da, onun, yaratılışla ilgili mükellef olduğu hususların hikâye edilmesine başlanmaktadır.

Bu istifham, Hazret-i Mûsa'ya görünecek acayip hallere önceden îkaz ve dikkat çekmek içindir.

18

"Mûsâ dedi ki: "O, benim asanıdır. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim ve benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır."

Hazret-i Mûsa'nın, asayı kendi nefsine isnat etmesi, asanın niçin sağ elinde olduğunu tahkik için ve ileride kendisine isnat edilecek fiillere bir ön hazırlık olması içindir. Yani o, benim asamdır. Yorulduğumda ve sürümün başında durduğumda ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim, yahut onunla davarlarımı sürerim ve benim ona bu kabilden başkaca ihtiyaçlarım da vardır.

Nitekim rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, yürürken asasını omzuna atıp yayını, okluğunu, süt kabını ve benzen şeyleri ona asıyordu. Çölde durduğu zaman da asayı yere saplıyordu ve çakmak taşlarının her birini bir çatalına asıyordu ve başının üstüne atıp gölgelik yapıyordu. Kuyudan su çektiği urgan kısa geldiği zaman da urganı asasına bağlıyordu. Yırtıcı hayvanlar koyunlarına saldırdıkları zaman da asâsiyla onları kovuyordu. Hazret-i Mûsa'nın asası, iki çatalk ve baston gibi ucu eğri idi. Ağaçların yüksek dallarını yaklaştırmak için asanın eğri ucunu dala takıp dak indiriyordu. Dalı kırmak istediği zaman da onu iki çatal ile büküyordu.

Allah'ın (celle celâlühü) bunu sormasından maksat, as ânın hakikatini ve o güne değin görülen menfaatlerini beyan etmek idi. Tâ ki, bu hakikatin ve menfaatlerin dışında birtakım hârikalar görüldüğünde, onların, Allah'ın ihdas buyurduğu açık âyetler ve kahredici mucizeler oldukları ve aslında onların, asadan kaynaklanan özellikler olmadıkları anlaşılsın. Şu halde asânın hakikatini ve menfaatlerini tafsik ve icmali olarak anlatmak, bu asânın da diğer asalar cinsinden olduğunu ve onların menfaatlerini içerdiğini beyan etmek içindir. Ta ki, Hazret-i Mûsa'nın cevabı, Alim (her şeyi bilen) ve Habîr Allah'ın sualinden anladığı gayeye uygun olsun.

19

"Allah: "Onu elinden bırak, ey Mûsâ!" buyurdu."

Yani ey Mûsâ! O asayı elinden bırak ki, o asanın şanından, hiç aklına gelmeyen fevkalâdelikler göresin.

20

"Mûsâ da onu hemen bıraktı. Bırakır bırakmaz asâ, hemen hareket edip süzülen bir yılan oluvermişti."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), asayı elinden yere bırakınca, değnek kalınlığmda bir sarı yılan oluverdi; sonra şişip kalınlaşmaya başladı, işte bundan dolayıdır ki, bazı âyetlerde küçük sarı yıla benzetilmiş ve bazı âyetlerde de ejderha olarak isimlendirilmiştir. Burada ise, her iki hali kapsayan bir ifade kullanılmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise, asâ, baştan ejderhaya dönüşmüş. Bu makama uygun olan da bu mânâdır. Nitekim "O hemen apaçık bir ejderha oluverdi." âyetinin zahiri de bunu ifade etmektedir, ince sarı yılana benzetilmesi ise, cüssesinin küçüklüğü için değil, fakat celadeti ve süratli hareketi içindir.

21

"Allah buyurdu: "Al onu, korkma! Biz, onu eski haline döndüreceğiz."

A- "Allah buyurdu : "Al onu, korkma!"

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Asâ, taş, ağaç, önüne ne çıkarsa hepsini yutan bir erkek ejderhâ oluverdi. Hazret-i Mûsâ, bunu görünce korkup kaçtı. Zaten beşer olarak bir insan, pek korkunç şeyleri gördüğü zaman korkmamak ve kaçmamak için kendine malik olamaz.

B- "Biz, onu eski halıne döndüreceğiz."

Hazret-i Mûsâ'nın korkmadan onu tutması üstün bir meziyettir ve onun eski haline döndürülmesi, başka bir mucizenin gösterilmesidir ve onun, Hazret-i Mûsâ'nın emrinde olduğunu bildirmektedir. Ta ki, Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'a karşı dâvasını izah ederken kendinden emin olsun ve en ufak bir sarsılma geçirmesin.

Yani ey Mûsâ! Sen onu tutunca. Biz, onu eski hak olan asaya döndüreceğiz. Deniliyor ki, Hazret-i Mûsa'ya o zaman tam bir öz güven geldi. Hattâ elini o ejderhanın ağzına sokuyor ve onun çenelerinden tutuyordu.

22

"Bir de elini koltuğunun altına sok ki, ayrı bir mucize olmak üzere o, kusursuz bembeyaz çıksın."

Hazret-i Mûsâ, yılanı tuttuktan ve yılan eskisi gibi asaya dönüştükten sonra kendisine böyle emir olundu.

Âyetteki kusursuz, alaca hastalığı olmaksızın demektir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, elini gömleğinin içinden çıkardığında gözleri kamaştıran güneş ışığı gibi bir ışık saçıyordu.

23

"Tâ ki, sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim."

Yani Biz bunları gerçekleştirdik ki, en büyük âyetlerimizden olan asâ Ve beyaz el mucizesini sana gösterelim.

24

"Fir’avuna git; çünkü şüphesiz o, iyice azmıştır."

Bu kelâm, geçen mukaddimelerin takdiminden asıl amacın ne olduğunu Hulâsa etmektedir. Bunun, daha önce zikredilen emirlerden ayrı olarak zikredilmesi, asıl amacın bu olduğunu bildirmek içindir. Yani ey Mûsâ! Gördüğün büyük mucizelerle Fir’avun'a git, onu ibâdetime çağır ve onu Benim gazabımla korkut; çünkü o, tekebbürde, azgınlıkta ve gaddarlıkta haddi aşmış ve nihayet beşer için en büyük cürüm olan İlahlık iddiasında bile bulunmuştur.

25

Bak. Âyet 26.

26

"Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Yüreğime genişlik ver! İşimi bana kolaylaştır!"

Allah o büyük ısı Hazret-i Mûsa'ya emir buyuranca, Hazret-i Mûsâ: "Rabbim! Gönlüm daralıvor ve dilim dönmüyor" diyerek Rabbine yalvardı, aczini gösterdi ve Rabbinden, gönlünü genişletmesini, kalbine ferahlık vermesini, kendisini Hakkın sânlarını ve halkın hallerini, bilen, karşılaşabileceği sıkıntıları ve nahoş halleri güzel sabır ve sebatla, ferah bir gönül ve cesur bir yürekle göğüsleyebilecek halîm ve dayanıklı bir kimse kılmasını Ve bununla beraber, en büyük, en çetin ve en korkunç vazife olan bu vazifesini, imkânlarını bahşetmek ve engelleri kaldırmak suretiyle kolaylaştırmasını niyaz etti.

27

Bak. Âyet 28.

28

"Dilimden de düğümü çöz! Ki sözümü anlasınlar!"

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsa'nın, küçüklüğünde ağzına aldığı bir ateş korundan dolayı dilinde pelteklik bulunuyordu. Şöyle ki: Hazret-i Mûsa'nın küçüklüğünde bir gün Fir’avun onu kucağına aldı. Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'un sakalından tutup çekiştirdi. Çünkü Fir’avun'un sakalına takılmış parlak mücevherler, Hazret-i Mûsa'nın ilgisini çekmişti. Fir’avun, Hazret-i Mûsa'nın, böyle sakalını çekiştirmesinden dolayı öfkelendi ve Hazret-i Mûsa'nın öldürülmesini emir etti. Bunun üzerine Fir’avun'un karısı Hazret-i Âsîye, müdahale edip: "O. henüz ateş koru ile yakutu birbirinden ayırt edemeyen küçük bir çocuktur" dedi. O zaman bunu test etmek için ateş koru ile yakut Hazret-i Mûsa'nın önüne konuldu. Hazret-i Mûsâ, ateş korunu alıp ağzına koydu. Deniliyor ki, Hazret-i Mûsa'nın, eli de yandı ve Fir’avun, onun elini tedavi ettirmeye çalıştı; fakat eli tam olarak iyileşmedi. Sonra Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'u hakka davet edince, Fir’avun, ona: "Beni hangi İlâha davet ediyorsun?" dedi. Hazret-i Mûsâ da: "Senin iyileştirmekten âciz kaldığın elini iyileştiren İlâha davet ediyorum" dedi.

Hazret-i Mûsa'nın bu duasından sonra dilindeki peltekliğin tamamıyla zail olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Bunun zail olduğunu söyleyenler, "Allah dedi kı: Ey Mûsâ! İstediğin sana verilmiştir." âyetini delil gösterirler. Bunun aksini söyleyenler ise, "Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür." ve "... Ve nerede ise söz anlatamayacak durumda olan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" (Zuhruf: 52) âyetlerini delil sayarlar ve birinci görüşe de şöyle cevap verirler: Hazret-i Mûsâ, dilinin düğümünün tamamıyla çözülmesini dılememişti; fakat anlatmaya engel olan düğümün çözülmesini istemişti. Ve bu görüşü savunanlar, "Ki sözümü anlasınlar" cümlesini emrin cevabı ve duanın amacı olarak kabul ederler. Böylece düğümün kısmen çözülmesiyle, onun isteği gerçekleşmiş olur.

Ancak gerçek şudur ki, bu anlatılanlar, Hazret-i Mûsa'nın dilinde kısmî bir pelteklik kaldığına delâlet etmez. "Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür." âyeti buna delâlet etmez, zira ileride göreceğin gibi, Hazret-i Mûsâ, bunu, dilindeki düğümün çözülmesini niyaz etmeden önce söylemiştir. Kaldı ki, Hazret-i Harun'un dilinin ondan daha düzgün olması, onun diline pelteklik hiç kalmadığını gerektirmez. Zira dildeki daha fazla düzgünlük, Hazret-i Mûsa'nın dilinde de bir düzgünlük olmasını gerektirir ki, bu da dildeki düğüme tamamen ters düşmektedir. "Nerede ise söz anlatamayacak durumda olan..." âyetinde anlatılanlar ise, lânetli Fir’avun’um, azgınlık ve taşkınlığının mübalağası kabilindendir. Yoksa bu sözleri, Hazret-i Mûsa'nın dilindeki pelteklikte hiç iyileşme olmadığına delâlet ederdi.

29

"Bana ailemden bir de vezir ver!

30

Bak. Âyet 32.

31

Bak. Âyet 32.

32

Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı pekiştir ve onu işime ortak kıl!"

Yani bana ailemden bir de, mükellef kılındığım ağır yükleri taşımada bana bir yardımcı, yahut görüşüne baş vuracağım bir melce', yahut bir kuvvet olarak kardeşim Harun'u ver ki, onun sayesinde kuvvetimi pekiştireyim ve onu peygamberlik işime ortak kıl ki, peygamberliği lâyık veçhile edâ etmek, için ikimiz yardımlaşalım.

33

Bak. Âyet 34.

34

"Tâ ki, seni çok tesbîh edelim. Ve Seni çok zikredelim (analım)"

Bu âyetler, son üç duanın gayesini anlatmaktadır. Zira tesbih ve zikrin her biri, diğerine ilâve edilmek suretiyle birbirini arttırdıkları ve katladıkları gibi, birbirlerini takviye ve teyit etmekle de, birbirini arttırmaktadır. Zira tesbih ve zikirden murat, kalben veya halvette (yalnızlıkta) yapılanları değildir ki, ikisi bir arada oldukları zaman da, tek başına olduğu zaman da hak değişmesin. Fakat bunlardan murat, peygamberliğin edası ve azgın meretleri hakka davet sırasında ifa edilenleridir. Ve hiç şüphesiz bu zikir ve tesbih, ikisi bir arada bulundukları zaman ile Hazret-i Mûsâ tek başına bulunduğu zaman farklı olur. Zira bu durumda zikir ile tesbih, onlardan diğerinin desteğiyle, hakkı izhar etmesiyle sâdır olur ki, bu durum, Hazret-i Mûsâ tek başına olduğu zaman mevcut değildir.

Yani tâ ki, Seni, Sana yakışmayan sıfatlardan, fiillerden ve ezcümle azgın Fir’avun "un iddia ettiği ve isyankâr grubun kabul ettiği İlâhlıktaki ortaklık iddiasından Seni tenzih edelim ve Seni, sana lâyık olan kemâl, cemâl ve celâl sıfatlarıyla vasıflandırakm; bunları çokça, her zaman ve ezcümle Fir’avun'u davet ve karşılıklı olarak deliler göstermek sırasında yapalım.

35

"Şüphesiz Sen bizi görmektesin!"

Yani şüphesiz la, Sen, bizi ahvalimizi ve Senden olan dileklerimizin bizim maslahatımıza olduğunu ve mükellef kılındığımız peygamberlik vazifesınin ifasında bizim için faydalar olduğunu ve Harun'un da, emir olunduğum vazifenin ifasında en güzel yardımcı olduğunu bilirsin.

36

"Allah dedi ki: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verilmiştir."

Hazret-i Mûsâ'nın isteklerin verikniş olması, ilâhî iradenin, o taleplerin kesin olarak hâsıl olmalarına taallûk etmesi ve Allah'ın (celle celâlühü) O talepleri kesin olarak takdir buyurmasıdır. Bu itibarla, işinin kolaylaştırılması ve arkasının pekiştirilmesi gibi o taleplerin bazılarının bilfiil vâki olmasının henüz bekleme safhasında olsa da, hepsi mutlaka hâsıl olacakti. İşte bunun içindir kı, "Seni kardeşinle destekleyeceğiz." denilmişti.

Bu âyette "Ey Mûsâ!" diye hitap edilmesi, Hazret-i Mûsâ'nın, duasının kabul edilmesiyle şereflendirilmesinden sonra doğrudan doğruya hitap ile de şereflendirilmesıdır.

37

"Yemin olsun ki, Biz sana bir kez daha lutufta bulunmuştuk."

Bu kelâm, daha önceki bir durumu izah etmekte ve isteklerinin kabul edildiğine Hazret-i Mûsâ'yi ziyadesiyle mutmain kılmaktadır. Zira bu kelâm şunu beyan etmiş oluyor: Önceden onun duası ve talebi olmadan Allah (celle celâlühü), o büyük nimetleri kendisine bahşettiğine göre, kendisi talep ve duâ ettiği zaman elbetteki o nimetlerin benzerini bahşedecektir.

Bu kelâmın başında yemin edilmesi, konuya son derece önem verildiğini ifade etmek içindir. Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz sana önceden başka bir vakitte de lutufta bulunmuştuk.

38

"Hani, annene vahiy edilecek şeyi şöyle vahiy etmiştik."

Bulada vahiy etmekten murat, o zamanın bir peygamberine yapılmış va-hn- olabilir. Nitekim "Biz, Havarilere vahiy ettik." âyetindekı vahiy de bu kabildendir. Yahut melek vasıtasıyla peygamber olmayan bir kimseye vahiydir. Tıpkı Allah'ın (celle celâlühü), Hazret-i Meryem'e vahiy buyurması gibi. Yahut bu vahiyden murat ilhamdır. Nitekim "Rabbin, arıya vahiy buyurdu ki..." âyetindekı vahiy de bu kabildendir. Yahut rüyada göstermektir.

Vahiy edilen şey de, Hazret-i Mûsâ'yi sandığa koyup Nil nehrine atma emridir. Vahiy edilen şey, ilgi çekmek ve önemini vurgulamak için önce müphem olarak zikredilmiş, sonra açıklanmıştır ki, daha iyi hazmedilsin.

Diğer bir görüşe göre ise, yani vahiy edilmesi gereken, onun büyük şânına ve önemine halel getirmeyen şeyi vahiy ettik.

Bir diğer görüşe göre ise, ancak vahiy ile bilinen şeyi vahiy ettik. Ancak bu, son iki mânaya münasip değildir. Çünkü eğer ancak ilham ile veya rüyada gösterilmekle bilinen mutad bir şey olsa, onun önemi vurgulanmış olmaz.

39

"Mûsâ'yi sandığa koy da, onu büyük suya bırak; su onu kıyıya atsın da, Benim düşmanım, onun da düşmanı olan Fir’avun onu alsın.

Ve Benim nezaretimde yetiştirilmen için sana karşı tarafımdan bir büyük sevgi bırakmışımdır."

"Onun hakkında endişe ettiğin zaman, onu büyük suya (el-Yemm) bırak, " âyetindekı bırakmaktan murat da, onu sandığa koyduktan sonra sandığı suya bırakmaktır; yoksa sandıksız olarak suya bırakmak değildir.

Büyük suyun, onu sahile atması, İlâhî iradenin gereği olarak mutlaka olacak bir husus olduğundan, o büyük su, bununla emir olunmuş temyiz sahibi bir itâatli varlık gibi kabul edilmiştir.

Âyetin metninde düşman kelimesinin iki kez tekrar edilmesi, mübalağa için, emri sarihleştirmek için ve bir de şu gerçeği bildirmek içindir: Fir’avun'un, Hazret-i Mûsa'ya olan düşmanlığı muhakkak olduğu halde onu etkilemez ve ona zarar vermez; aksine muhabbetine sebep olur. Zira zahiren helâk sebebi olan bir şeyi, yani büyük suya atılmasını ve hem Allah'ın düşmanı, hem de kendisinin düşmanı olan Fir’avun'un eline düşmesini emretmek, bize bildiriyor ki, zahirî bir kahır altında gizli bir lütuf vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, Fir’avun'un, Allah'ın (celle celâlühü) düşmanı olması, vaki olan bir gerçektir; Hazret-i Mûsa'nın düşmanı olması ise, ilende beklenen bir sonuç itibarıyladır.

Âyetteki sahilden, sahilin kendisi değil, suyun ortası olmayan ve sahile yalan olan ve suyu, Fir’avun'un bahçelerine giden kanallara akan kısım demektir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsa'nın annesi, sandığa önce pamuk, koydu; sonra Hazret-i Mûsa'yı sandığa koydu; sonra da sandığın dış kısmını ziftledi ve onu büyük suya bıraktı. O büyük sudan, Fir’avun'un bahçesine küçük bir kanal ayrılıyordu. Sular, sandığı o kanaldan bahçeler içinde bulunan bir havuza getirdi. Bu sırada Fir’avun ile karısı Âsîye Binti Müzâhim de havuzun kenarında bulunuyorlardı. Havuza gelen bu sandığın çıkarılması emredildi ve sandık açılınca, içinden güzeller güzeli bir bebek çıktı. Allah'ın düşmanı Fir’avun, onu kadar çok sevdi ki, nerede ise ondan hiç ayrılamıyordu.

İşte "sana karşı tarafımdan bir büyük sevgi bırakmışımdır" cümlesi, bunu ifade etmektedir. Allah (celle celâlühü) tarafından kalplere ekilen bu muhabbet, o kadar büyüktü ki, Hazret-i Mûsa'yı gören kimseler, nerede ise ondan ayrılamıyorlardı. İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın düşmanı ve ailesi de Hazret-i Mûsa'yı çok seviyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sevgi, Allah sevgisıdır ve Allah'ın sevdiği kimse de, mudaka kalplerin sevgilisi olur.

40

"Hani, kız kardeşin, gidip:’Ona bakacak birini size bulayım mı?' diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni annene geri döndürmüştük. Ve sen birini öldürdün de, seni o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık ve seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bundan sonra yıllarca Medyen halkı içinde kalmıştın; sonra kaderin icabı buraya geldin ey Mûsâ!"

A- "Hani kız kardeşin gidip: "Ona bakacak birini size bulayım mı?" diyordu."

Hazret-i Mûsa'nın ablası, Fir’avun ve karısı Âsîye'nin, onun için, memesini kabul edecek bir süt anne aradıklarını görünce bu teklifte bulunmuştu. Zira Hazret-i Mûsâ, hiçbir kadının memesini kabul etmemişti ve bir kadının ona bakıp kendisini büyütmesi için de Hazret-i Mûsâ'nın, onun memesini kabul etmesi, lazımdı.

Rivâyet olunuyor ki, Mısır'da haber yayıldı ki, Fir’avun ailesi, Nil nehrinde bir oğlan çocuk bulmuşlar ve bu çocuk, hiçbir kadının memesini kabul etmiyor ve bunun için kadın (sütana) araştırmak zorunda kalmışlar. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ'nın ablası Meryem de, ondan bir haber almak için evden çıkıp kimliğini gizleyerek saraya geldi ve onlara söylediklerini söyledi ve onlar da söylediklerini söylediler. Sonra gidip annesini getirdi; Hazret-i Mûsâ, annesinin memesini kabul etti.

B- "Böylece gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni annene geri döndürmüştük."

Yani ablan Meryem, o teklifte bulununca, onlar da, ona: "Ona bakacak kadını bize getir!" dediler. Sonra o da anneni getirince, Biz de, seni bulmakla gözü aydın olsun ve ondan sonra senin ayrılığindan dolayı bir daha üzülmesin diye seni annene geri döndürmüştük.

C- "Ve sen birini öldürdün de, seni o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık ve seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bundan sonra yıllarca Medyen halkı içinde kalmıştın.

Yani sen, bir Kıbtî'nin kavga ettiği bir İsrailli şahsın senden yardım, istemesi üzerine o Kıbti'yi öldürdün de, Biz seni bağışlamakla, katlinden dolayı korktuğun İlâhî azaptan, yahut Medyen'e hicret etmenle seni Fir’avun'un kısasından kurtarmıştık ve seni iyiden iyiye denedik, yahut seni defalarca kurtardık.

Bu Hazret-i Mûsâ'nın, Medyen'e hicret yolculuğunda karşılaştığı güçlüklerin icmali ifadesidir ki, bunlar, vatanından göç etmesi, sevdiklerinden ayrüması, yaya olarak yürümesi ve azığının bulunmaması gibi zorluklardır.

Rivâyet olunuyor ki, Saîd b. Cübeyr, İbn-i Abbâs'a (radıyallahü anh) bu âyetin mânasını sormuş ve o da şöyle demiştir: "Yani biz seni peş peşe mihnetlerden kurtardık, demektir. Mûsâ, İsrail Oğullarının erkek çocuklarının öldürüldükleri bir yılda, doğdu. İşte bu da büyük bir belâdır, ey Saîd b. Cübeyr! Bir de annesi, onu o büyük suya (deniz'e, yani Nil nehrine) bıraktı; Fir’avun, onu öldürmeye yeltendi; kendisi bir Kıbtî'yi öldürdü; Medyen'e gidince orada Hazret-i Şuayb'in yanında on yıl müddetle çalışmayi taahhüt etmek zorunda kalıp kendi nefsini onun hizmetinde icar etti; Ailesini alıp Medyen'den Mısır'a gelirken de yolunu kayıp etti; karanlık bir gecede koyunları dağıldılar ve bu belâların her biri vâki olduğunda Mûsâ (aleyhisselâm): "Bu, bir imtihandır" derdi, ey Saîd b. Cübeyr!"

Ancak âyetin nazmının gereği olan, Medyen'de on yıl çalışması ile ondan sonrakilerin o imtihanlardan sayılmamasıdır. Zira o imtihanlardan, Medyen'e varmadan Önceki hâdiselerin kastedilmesi bir zorunluluktur. Çünkü bundan sonra şöyle denilmektedir: "Bundan sonra yıllarca Medyen halici içinde kalmıştın." Zira mezkûr icar ile ondan sonrakiler, Medyen'e vardıktan sonra vâki olduğunda hiç şüphe yoktur. Ve Hazret-i Mûsâ'nın, Medyen'e varmasıyla değil, onların içinde yıllarca kalmasıyla, onun on yıl içinde katlandığı ve her biri bir imtihan, hem de nasıl bir imtihan olan çeşitli sıkıntılara ve belalara işaret edilmektedir.

Medyen, Şuayb'in (aleyhisselâm) ülkesi olup Mısır'dan sekiz konak uzaklıktadır.

D- "Sonra kaderin icabı buraya geldin ey Mûsâ!

Yani karanlık bir kış gecesinde yolunu şaşırman ve koyunlarının dağılması gibi hâdiseler olduktan sonra, tayın ettiğim vakitte seninle konuşmak ve seni peygamber seçmek ile ilgili takdir buyurduğum kaderi icabı olarak, ateş gördüğün, ilâhî nida duyduğun ve yakardığın mekâna geldin; sen, ne önce, ne de sonra tam bu kadere uygun olarak buraya geldin. Yahut sen, peygamberlere vahiy edilmesi için takdir edilmiş olan kırk yaşının basında buraya geldin.

Âyetin sonunda "ey Mûsâ!" denilmesi, Hazret-i Mûsa'yı teşrif için ve birinciden sonra ikinci kez anlatılan hikâyenin sonuna gelindiğine dikkat çekmek, içindir.

41

"Seni Kendim için elçi seçtim."

Bundan önce, ileride benzerlerinin de hâsıl olacağına Hazret-i Mûsâ'nın güvenini daha da pekiştirmek için, o büyük nimetlerin bahşedılmesiyle minnet izhar edildikten sonra bu kelâm, "Ben seni peygamberliğe seçtim.." (ayet: 13) âyeti için bir hatırlatma ve istediği gibi kardeşi Hazret-i Hârûn ile desteklenmiş olarak Hazret-i Mûsâ'nın, Fir’avun'a gönderilmesi emrine bir ön hazırlıktır.

Allah'ın (celle celâlühü), bazı hususiyetleriyle hükümdar yanında Hazret-i Mûsa'ya yakınlık kazandırması, onu Kendisi için elçi seçmesi ve bazı büyük vazifeler için aday göstermesi, ona bahşettiği manevî haşmetin temsilî anlatımlarıdır.

42

"Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün ve Beni anmada gevşek davranmayın."

Bu âyetlerden murat, beyaz el ile asadır. Bunlar iki mucize ise de, her bin, birçok mucize içermektedir, (işte onun için, Arapça'da üçten aşağısı için çoğul kipi kullanılmadığı halde âyetin metninde bu iki mucize için çoğul kipi kullanılmıştır.) Nitekim "Onda apaçık birçok âyetler vardır: İbrâhîm'in makamı vardır." âyetinde de çoğul kipinin kullanılması bu sebep iledir. Zira asânın hayvana dönüşmesi bir mucizedir. Onun tarif edilemeyecek kadar büyük bir ejderha olması da başka bir mucizedir. Onun cüssesinin pek büyük olmasına rağmen süradi hareketi de başka bir mucizedir. Hazret-i Mûsâ'nın, elini ejderhanın ağzına sokup da ejderhanın ona zarar vermeyecek kadar emrine boyun eğmesi de başka bir mucizedir. Sonra onun asaya dönüşmesi de başka bir mucizedir. Keza, beyaz el de, haddi zatında beyaz olması bir mucizedir. Onun ışık saçması da ayrı bir mucizedir. Sonra eski haline dönmesi de ayrı bir mucizedir.

Ve siz ey Mûsâ ve Hârûn! Benim mesajlarımı ve davetimi tebliğ ederken de Beni, yüce sıfatlardan ve güzel fiillerden Bana yakışanlariyla anmakta da gevşeklik göstermeyin.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Benim mesajlarımı tebliğde gevşeklik göstermeyin, demektir. Çünkü zikir (anmak), bütün ibâdetler için kullanılmaktadır ve hepsinin en büyüğü de, peygamberlerin ilâhî emirleri tebliğ etmeleridir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani nerede olsanız Beni unutmayın; Beni zikretmekle yardım ve destek dileyin ve bilin kı, her şey, ancak Benim zikrimle müyesser olur.

43

"İkiniz Fir’avuna gidin; çünkü o, iyiden iyiye azmıştır."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Hârûn, Mısır'da iken ona, Hazret-i Mûsâ ile buluşması için vahiy edildi. Diğer bir rivâyete göre ise, Hazret-i Hârûn, Hazret-i Mûsâ'nın geldiğini duydu da, onunla buluştu.

44

"Fakat ona yumuşak söz söyleyin; belki o, öğüt alır, yahut korkar."

A- "Fakat ona yumuşak söz söyleyin."

Zira yumuşak söz, inatçıların inadının çemberini kırar ve azgınların huyunu yumuşatır. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Sözlerinizi şiddetle söylemeyin!"

Bir görüşe göre, yumuşak söz, "De ki: Arınmayı ve seni Rabbimin yoluna iletmemi ister misin?" âyetlerinde belirtildiği gibidir. Zira bu, arz ve meşveret suretinde davettir. Ancak bundan sonra gelecek, "Ona deyin ki: Biz şüphesiz senin Rabbinin elçileriyiz." âyeti, bu görüşü reddetmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Fir’avun'a künyesiyle hitap edin! demektir. Fir’avun'un üç künyesi vardı: Ebû Abbâs, Ebû Velid, Ebû Murre.

Başka bir görüşe göre ise, yani Fir’avun'a, hiç ihtiyarlamayacağı, yemek, içmek ve evlilik lezzetinin her zaman bakı olacağı bir gençlik ve ancak ölümle zail olacak bir hükümdarlık ona vaat edin! demektir.

B- "Belki o, öğüt alır, yahut korkar."

Yani belki Fir’avun, ona tebliğ edeceğiniz öğütlerimden öğütlenir ve teşvik ettiğiniz nimetlere rağbet gösterir ve Benim azabımdan korkar.

45

"İkisi dediler ki: "Rabbimiz! Kadar biz, onun bize karşı aşırı davranmasından, yahut taşkınlık etmesinden korkuyoruz."

Bunu söyleyen, hakikatte Hazret-i Mûsâ olduğu halde bu sözün her ikisine isnat edilmesi, şunu bildirmek içindir: Bu tebliğ ve irşatta, asıl olan Hazret-i Mûsa'dır; Hazret-i Hârûn ise, bütün yaptıklarında ona tâbidir. Mümkündür kı,

Hazret-i Hârûn, ikisi buluştuktan sonra bunu söylemiş; sonra âyet nazil olduğunda Hazret-i Hârûn'un sözü de Hazret-i Mûsâ'nın sözü ile beraber hikâye edilmiştir.

Nitekim "Ey peygamberleri Temiz şeylerden yeyin!.." âyeti de bu kabildendir. Zira bu hitap da bize çoğul kipiyle hikâye edilmiştir. Halbuki bu peygamberlerin her birine ayrı olarak hitap edilmiştir. Zira o peygamberlerin vücut olarak bir araya gelmeleri imkânsızdır. Şu halde hitapta bir araya gelmeleri nasıl mümkün olabilir!

Yani biz Fir’avun'un, kahirinden, yahut hükümdarlığının elden çıkması endişesiyle davetimizi tamamlamamıza ve mucize göstermemize sabretmeden bizi cezalandırmasından, yahut son derece cüretkâr ve kaba olmasından dolayı taşkınlık gösterip Senin şanın hakkında yakışıksız şeyler söylemesinden korkuyoruz.

Burada mutlak olarak taşkınlığın (tuğyanın) zikredilmesi, hüsnü edeptendir.

46

"Allah buyurdu ki: Korkmayın; çünkü Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm."

Yani vehmettiğiniz her iki şeyden de korkmayın; çünkü Ben sizinle beraberim...

"Çünkü Ben sizinle beraberim" ifadesi. Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'a ziyadesiyle tesellidir. Allah'ın’3- Onlarla beraber olmasından maksat, onlara kemâliyle yardım etmek ve kendilerini korumaktır. Nitekim "işitir ve görürüm" ifadesi de bunu bildirmektedir. Yani sizinle Fir’avun arasında cereyan edecek konuşmaları ve fiilleri Ben işitir ve görürüm. Onun için zarar ile şerri defetmek ve fayda ile hayrı celp etmek gibi her duruma uygun olanı mutlaka sizin için yapacağım.

47

"Haydi, ona gidin de, deyin ki: "Biz şüphesiz Rabbinin elçileriyiz. İsrail Oğullarını bizimle salıver; artık onlara işkence etme. Biz gerçekten Rabbinden sana bir mucize getirdik. Hidâyete uyana selam olsun!"

A- "Haydi ona gidin de, deyin ki: "Biz şüphesiz senin rabbinin elçileriyiz."

Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un bu şekilde emir olunmaları, daha baştan hakkı tahkik etmek içindir. Ta ki, o azgın, onların şanını bilsin de, cevabını ona göre versin. Keza burada Rab unvanın zikri de bunun içindir.

B- "Hemen İsrâiloğullarını bizimle beraber sakver; artık onlara işkence etme."

Zira onların, Rablerinin iki elçisi olmaları, sözlerinin dinlenip İsrail Oğullarının kendileriyle beraber sakverilmesini gerektirmektedir. Bundan murat, İsrâiloğullarının esaretten ve baskıdan kurtarılmaları ve Fir’avun’un zâlim elinin altından çıkarılmalarıdır; yoksa onlarla beraber Şam'a gitmelerim teldif etmek değildir. Nitekim "artık onlara işkence etme" ifadesinden bu mânâ anlaşılmaktadır. Yani İsrâiloğullarını, içinde bulundukları işkencede tutma! demektir. Zira İsrâiloğulları, Kıbtîlerin idaresi altında yaşıyorlardı ve hafriyat ve taş taşımak gibi ağır ve onur kırıcı işlerde çalışıyorlardı. Ayrıca Kıbtî idareciler, onların oğlan çocuklarını da iki yılda bir öldürüyorlardı. Kadınlarım ise öldürmeyip hizmetlerinde çalıştırıyorlardı.

Hazret-i Mûsâ ile Hârûn'un, peygamberliklerini beyan etmeleri ve davalarının doğruluğuna delâlet eden mucize getirmelerinin zikri arasında sakverilme hükmünün zikredilmesi, önemini belirtmek içindir; bir de, bu şekilde Fir’avun'a teklif edilen şey, hafifletilmiş olur. Zira âdete göre, peygamberliğin hükmü olduğu üzere, Fir’avun'a ve onun kavmine ağır mükellefiyetler getirmeden sırf İsrail Oğullarının sakverilmesi, pek ağır bir teklif değildir. Bir de, mucizenin getirilmesinin beyanında, göreceğin gibi, bir nevi uzatma vardır. Bu itibarla sakverilme hükmünün, mucizenin getirilmesinin zikrinden sonraya tehir edilmesi, âyetin nazmının insicamına halel getirir.

Bazılarının, "Bu, delâlet ediyor ki, mü’minleri kâfirlerden kurtarmak, için onları îmâna davet etmekten daha önemlidir" şeklindeki, görüşleri ise, asla kabul edilemez.

C- "Biz gerçekten rabbinden sana bir mucize getirdik."

Bu kelâm, geçen kelâmın zımnen ifade ettiği peygamberlik davasının açıklamasıdır ve bir de, İsrail Oğullarının sakverilmelerinin niçin zorunlu olduğunu belirtmektedir. Zira onların Allah (celle celâlühü) tarafından mucize getirmeleri, onların peygamberliklerini tahkik ve izah etmekte ve emirlerine uyulmasını zorunlu kılmaktadır.

Hazret-i Mûsâ ile Hârûn, müteaddit mucizeler getirdikleri halde burada "bir mucize" denilmiş, çünkü burada kastedilen, davayı delili ile ispat etmektir; yoksa hüccetlerin müteaddit olduklarını beyan etmek değildir. Nitekim A'râf: 105. Ve Şuarâ: 30. Âyetleri de bu kabildendir. "Eğer doğrulardan isen, bir âyet getir." âyetinde ise, zahire göre, her hangi bir âyet kastedilmektedir.

D- "Hidâyete uyana selâm olsun!"

Yani her iki cihanda selâmeti temin eden Allah'ın selâmı, meleklerin selâmı ve Müslümanların selâmı, hakka erdiren Allah'ın âyetlerim tasdik ederek hidâyete erişen kimseler üzerine olsun!

Bu kelâm, Hazret-i Mûsâ ile Hârûn'a uymalarını en nâzik şekilde açıkça teşvik etmektedir.

48

"Hiç şüphesiz bize vahiy olundu ki, peygamberleri yalanlayan ve yüz çevirenlere azap edilecektir."

Yani, hiç şüphesiz Rabbimiz tarafından bize vahiy olundu ki, dünyevî ve uhrevî azap, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onları kabul etmekten yüz çeviren kimselere erişecektir.

Bu azap vaadinde de son derece nezaket gösterilmiştir. Zira ona azap edileceği açıkça söylenmemiştir.

49

"Fir’avun dedi ki: "Sizin Rabbiniz de kim, ey Mûsâ!"

Yani Hazret-i Mûsâ ile Hârun Fir’avun'a varıp emir olunduklarını ona tebliğ ettikten sonra Fir’avun dedi ki... Bunların zikredilmemesi, icaz için ve onların, aldıkları emirleri, hiç gecikmeksizin süratle yerine getirdiklerini ve bir de, bunların sarahatle zikrine ihtiyaç olmayacak kadar açık olduklarını zımnen bildirmek içindir.

Hazret-i Mûsâ ile Hârûn (aleyhisselâm) "Biz şüphesiz Rabbinin elçileriyiz.", "Biz gerçekten Rabbinden sana bir mucize getirdik" sözlerinde Fir’avun'a "senin rabbin" dedikleri halde, Fir’avun, onarın sözlerini hikâye etmek yoluyla da olsa, "benim Rabbim de kim?" dememesi, son derece azgınlığının ve serkeşliğinin ifadesidir. "Sizin Rabbiniz de kim?" demiş, çünkü elçileri gönderenin, elçilerin Rabbi olması lazımdır. Yahut Hazret-i Mûsâ ile Harun, "Şüphesiz biz, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz." sözlerinde kendi Rablerinin, herkesin Rabbi olduğunu sarahatle belirtmişlerdi. Burada yalnız, Fir’avun’um Rabbi olduğunu zikretmekle yetinmeleri, burada kastedilen için ye terk olmasından dolayıdır.

Yani siz Rabbinizin iki elçisi iseniz, o halde bana söyleyin; sızı gönderen rabbiniz kimdir?

Fir’avun, her ikisine hitap ettiği halde nidayı Hazret-i Mûsa'ya tahsis etmiş (ey Mûsâ! demiş), çünkü peygamberlikte asıl olan Hazret-i Mûsa'dır; Hazret-i Hârûn ise, onun veziridir.

Bir görüşe göre ise, Fir’avun, Hazret-i Mûsâ'nın dilinde pelteklik bulunduğunu bildiği için bundan faydalanıp onu susturmak istiyordu. Ancak Fir’avun'un, Hazret-i Mûsa'da gördüğü o ümidini boşa çıkaran güzel beyânı, bu görüşü reddetmektedir. Fir’avun'un, "Nerede ise sözünü anlatamayacak durumda bulunan..." sözü ise, onun habisliğinden ve küstahlığından ileri gelmektedir. Nitekim daha önce de açıkladık.

50

"Mûsâ dedi ki: "Bizim rabbimiz, her şeye yaratılışım veren, sonra onlara doğru yolu gösterendir."

Yani Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'a cevaben dedi ki; bizim Rabbimiz, her şeye kendisine uygun olan suretini, şeklini ve ona bağlı olan özelliklen ve faydalan verendir. Yahut bizim Rabbimiz, yaratılmışlarına muhtaç oldukları ve faydalandıkları her şeyi verendir. Yahut yaratılışta ve surette her canlıya bir eş yaratmıştır. Nitekim erkek atı kısrakla, erkek deveyi dişi deve ile ve erkeği kadınla çiftleştirmiş ve hiçbir hayvanı emsinden olmayan bir hayvanla çiftleştirmemiştir.

Ve Rabbimiz, her şeye verdiği yeteneklerle faydalanma ve yardım görme yolunu da göstermiş ve kemaline nasıl erişip kalıcılığını nasıl idame ettireceğini de öğretmiştir. Bu, hayvanlarda ihtiyarîdir. Cansızlar ile bitkilerde ise tabiidir.

Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), pek üstün ve uygun bir üslupla Fir’avun'a cevap vermiştir. Şöyle kı; Allah'ın (celle celâlühü) Bizzat Âlim ve Kaadir olduğunu, her şeyin Yaratıcısı olduğunu ve her şeye, ona uygun olan bütün nimetleri lûtfu keremiyle bahşettiğini beyan etmiş ve bunun zımnında da bildirmiştir ki, Allah'ın (celle celâlühü), kendisini o azgına göndermesi, o'nun o azgına olan yol göstermesi cümlesındendir. Daha önce ise Allah (celle celâlühü), kâinattald delillerle ona hakkı göstermişti. Nitekim o delilleri anlamak için ona akıl, duyular ve zahirî ile batini vasıtalar bahsetmiştir.

51

Bak. Âyet 52.

52

"Fir’avun dedi ki: "Öyleyse, önceki milletlerin hali nedir?" Mûsâ dedi ki: "Onların bilgisi rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur."

Lânetli Fir’avun, Hazret-i Mûsa'nın, delil konusunda açık hüccetleri hârika bir tarzda ortaya koyduğunu görünce, Hazret-i Mûsâ'nın sözlerinin haklılığının ve kendi hurafelerinin bâtıl olmasının insanlarca anlaşılmasından korkarak Hazret-i Mûsa'yı, ilgisiz ve konu dışı hikâyelere çekmeye ve sadedin dışına çıkarmaya çalıştı. Bundan amacı, belki Hazret-i Mûsâ için bir nevi gaflet zuhur eder de, o da bu fırsatı kullanıp kavmine bilgiçlik taslar ümidi idi. İşte bunun için dedi ki: "Öyleyse, geçmiş milletlerin ve eski ümmetlerin hak nedir; onların başına gelen hâdiselerin tafsilatı nedir?" Hazret-i Mûsâ da, ona cevaben dedi ki: "Onların halleriyle ilgili bilgiler, bütün tafsilatıyla Allah (celle celâlühü) batındadır. Ancak benim bu tebkgatımla ilgisi yoktur."

Bir görüşe göre, Fir’avun, bu sözleriyle, eski milletlerden kimlerin bedbaht, kimlerin de bahtiyar olduklarım sormuş. Fakat bundan sonra "Mûsâ dedi kı: Onların bilgisi Rabbimin katında bir Kitaptadır..." Denilmesi, bu görüşe müsait değildir. Zira bunun mânası şudur: Bu, senin sorduğun, Allah'tan (celle celâlühü) Başka kimsenin bilemeyeceği gizli bilgilerdendir. Ben ise, ancak bir kulum; benim bildiğim, peygamberliğimle ilgili o'nun bana bildirdiklerinden ibarettir.

Zira eğer Fir’avun, bu sözleriyle, mezkûr bedbahtlık ve bahtiyarlık sormuş olsaydı, hidâyete uyanların selâmet bulacakları ve ondan yüz çevirenlerin de azaba uğratılacakları belirtilerek cevap verilecekti. Nitekim 47. İle 48. Âyetlerde de beyan edildi.

Âyetteki Kitaptan maksat, Levh-ı Mahfuz'dur. Yani onların bilgisi bütün tafsilatıyla Levh-ı Mahfuz'da kayıt edilmiştir. Bu ifade, bu bilginin, Allah'ın (celle celâlühü) imkânı dâhilinde ve ilmi içinde olmasının, âlimın, bilgileri hıfzetmesi ve kâtiplerle kayıt altına almasıyla temsil etmek kabilinden de olabilir. Nitekim "Rabbim ne şaşırır, ne de unutur" cümlesi de buna işaret etmektedir. Yani Rabbim, baştan şaşırmaz ve baki olan ilmi sonradan da gitmez; fakat o'nun ilmi ebediyen sabittir. Zira şaşırmak da, unutmak da Allah (celle celâlühü) için imkânsızdır.

Bu kelâm, birinci görüşe göre, o bilginin Levh-ı Mahfuzda kayıt edilmesinin, Allah'ın, bilginin başlangıcında veya bekasında ona muhtaç olduğu için olmadığını beyan etmek içindir.

53

"O, yeri size beşik kılan ve orada size yollar meydana getiren, gökten de su indirendir, işte Biz o su ile türlü, türlü bitkilerden çiftler çıkarmışızdır."

A- "O, yeri size beşik kılan ve orada size yollar meydana getiren, gökten de su indirendir."

Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), Fir’avun'un sualine pek hârika bir cevap vermiştir. Nitekim bu cevabında hakkın üstündeki perdeyi kaldırmakla beraber, sadedin dışına çıkmamış; Allah'ın yüce şanlarını beyan etmeye devam etmiş; sonra da yine tamamıyla konuya dönerek Allah'tan (celle celâlühü) hikâye etmek yoluyla böyle demiştir. Yani Allah (celle celâlühü), yeryüzünü size beşik gibi kılmıştır; sız onu beşik gibi, yatak gibi kullanmaktasınız. Ve Allah (celle celâlühü), sizin için yeryüzünde, dağlar arasında, vadilerde ve çöllerde yollar meydana getirmiştir. Siz, ihtiyaçlarınızı temin etmek ve yeryüzünün imkânlarından ve nimetlerinden faydalanmak için bu yollan kullanarak bir ülkeden diğerine gidiyorsunuz.

B- "İşte biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkarmışızdır."

Bu kelâm da, Hazret-i Mûsa'dan hikâye edilen hususlara dâhildir. Burada fiilin (çıkarmışızdır) "biz" kipiyle zikredilmesi, bundaki sonsuz kudret ve hikmete olan açık delâlete dikkat çekmek için ve bu işin, ancak, her şeye Kaadir olan, şanı pek yüce olan, buyruğuna boyun eğilen ve bütün eşyanın, iradesine izan gösterdiği bir Hâkim kuvvet için müyesser olabileceğini bildirmek içindir.

Nitekim "Görmedin mi ki, Allah, gökten su indirmiştir, işte Biz o su ile renkleri değişik ürünler çıkarmışızdır." âyeti ile "Yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sızın için gökten su indiren mi? İşte Biz o su ile güzel güzel bahçeler meydana getirdik." âyeti de bu kabildendir. Ancak mezkûr iki âyette fiil kipi değişikliğinden önceki kısım, Allah'ın sarılı kelâmıdır; burada ise, o'nun kelâmının hikâye edilmesidir.

Yani, işte Biz, gökten indirdiğimiz yağmur suyu ile sınıf, sınıf çiftler -Zira onlar arasında da bir çeşit izdivaç vardır- ve tatları, kokuları, şekli ve faydaları değişik olan bitkiler çıkarmışızdır. Bunların bir kısmı, insanların çeşitli şekillerde faydalandıkları bitkilerdir; bir kısmı da hayvanların faydalandıkları bitkilerdir. Allah'ın (celle celâlühü), kullarına bahşettiği nimetlerin tam, mükemmel olmasının bir yönü de şudur ki, kullar, rızklarını hayvanların çalışmasiyla tahsil ettikleri için, onların yemleri, kendi ihtiyaçlarının fazlasıdır ve kendilerine yiyecek olmaya uygun değildir.

54

"Yeyiniz; davarlarınızı da otlatınız. Hiç şüphesiz bunda alıkoyan akıl sahipleri için birçok işaretler vardır."

Yani Biz, yerden türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık ve dedik kı: Yiyiniz ve davarlarınızı da otlatınız. Yani onları bizzat ve bilvasıta faydalanmanıza hazırlayınız ve biliniz ki, zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) şanlarında ve fiillerinde, bâtıla uymaktan ve ezcümle o azgının iddia ettiği ve onun günahkâr kavminin de kabul ettiği bâtıldan ve çirkin işleri işlemekten alıkoyan akıl sahipleri, için, Allah'ın zatının yüce şanlarına, sıfatlarına, fiillerine ve Hazret-i Mûsâ ile Harun'un peygamberliğinın sıhhatine açıkça delâlet eden çokça büyük işaretler vardır.

Bunların işaretler teşkil etmesi, bütün âlemler için geçerli olduğu halde, anılan akıl sahiplerine tahsis edilmesi, o işaretlerden favdalananlar ve aksine davranmaktan alıkoyanların o akıl sahipleri olmaları itibarıyladır.

55

"Biz, sizi topraktan yarattık; yine sizi ona döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız."

Yani Biz, babanız Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılması zımnında sizi de topraktan yarattık. Zira beşerin her ferdinin, Hazret-i Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılmasından payı vardır. Çünkü Hazret-i Âdem'in hârika fıtratı, kendi nefsine münhasır değil, fakat icmali olarak, beşer cinsinin bütün fertlerinin fıtratını ihtiva eden bir örnek olup Hazret-i Âdem ile Havva'nın özelliklerinin, hepsine sirayet etmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu itibarla Hazret-i Âdem'in topraktan yaratılması, bütün insanların topraktan yaratılması sayılır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, sizin bedeninizi, dolaylı olarak, topraktan meydana gelen gıdalardan hâsıl olan meniden yarattık, demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, kadınların rahmi ile görevli olan melek, doğacak çocuğun defnedileceği yerden toprak alır ve meninin üstüne serpiştirir. Böylece çocuk, toprak ve meniden yaratılmış olur.

Ve sizi öldürmek ve bedenin parçalarını dağıtmak suretiyle yine sizi toprağa döndüreceğiz ve dağılıp toprağa karışmış olan bedeninizin parçalarını bir araya getirip eski hâlinize döndürmek ve ona ruh vermek suretiyle bir kez daha sizi topraktan çıkaracağız.

Bunun ikinci kez topraktan çıkarmak olması, insanların yaratılmasının, her ne kadar ikinci kez biçiminde değil ise de, topraktan çıkarmak sayılması itibanyladır.

56

"Yemin olsun ki, Biz, Fir’avun'a o mucizelerimizin hepsini gösterdik; Fakat o yalana kaydı ve yan çizdi."

Bundan önce, hakkı kabul edip ona boyun eğmeyi gerektiren Hazret-i Mûsâ'nın zikrettiği Allah'ın o büyük nimetlerinin hikâye edilmesinden sonra burada da, Hazret-i Mûsâ ile Fir’avun arasında cereyan edenler, icmali olarak hikâye edilmektedir. Başında yemin edilmesi, içeriğine son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz, Fir’avun'a mûcizelerimizin hepsini gösterdik; fakat o, Hazret-i Mûsâ'nın doğruluğunu gösteren elindeki kanıtları gördüğü halde, hiç tereddüt etmeden ve gecikmeksizin, inat olarak Hazret-i Mûsa'yı tekzip etti ve azgınlığı ile kibrinden dolayı îman ve itaatten imtina etti. Bîr görüşe göre de, bütün âyetleri yalanladı ve onlardan bir şeyi kabul etmekten kaçındı. Yahut hakkı kabul etmekten kaçındı.

Nitekim Kur’ân'ın başka âyetlerinde şöyle denilmektedir: "Fir’avun dedi ki: Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söyleyenlerden isen, haydi, onu göster bakalım. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere bıraktı. Asâ hemen apaçık bir ejderha oluverdi. Elini de koynundan çıkardı. O da, seyredenlere bembeyaz görünüverdi."

Zikredilen mucizeler, iki tane oldukları halde âyette çoğul kipinin kullanılması (Halbuki Arapça'da çoğul, üçten aşağısı için kullanılmaz), Tâ-Hâ: 42. Âyetin tefsirinde de anlatıldığı gibi, iki mucizenin her birinin içerdiği ve her biri gerçek akıl sahipleri için birer açık mucize olan pek garip şeyler itibanyladır. Ve gerçekten Fir’avun'un huzurunda, her biri büyük olağanüstü hâdise olan başka hâdiseler de zuhur etmiştir.

Nitekim rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), asasını yere bırakınca, asâ, ağzını açmış, kıllı, büyük bir ejderhaya donuverdi. Bu ejderhanın iki çenesinin arası seksen arşın idi ve alt çenesini yere koymuş; üst çenesini de Fir’avun sarayının surlarının üzerine koymuştu, işte bu ejderha, Fir’avun'a yöneldi. Fir’avun kaçtı ve kaçarken de donuna etti. İnsanlar da izdiham halinde geri kaçmaya başladılar. Bu sırada Fir’avun'un kavminden, izdihamdan yirmi beş bin kişi öldü. İşte bu sırada Fir’avun:

"Ey Mûsâ! Seni gönderen Rabbin hakkı için bu ejderhayı tut!" diye feryat etti.

Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, ejderhayı tuttu ve ejderha eskisi gibi asaya donuverdi. Yine rivâyet olunuyor ki, asâ, yılana donuverdi ve bir mil kadar havaya yükseldi; sonra yere indi ve Fir’avun'a yöneldi ve:

"Ey Mûsâ! Dilediğini bana emret!" demeye başladı ve Fir’avun da: "Ey Mûsâ! Seni gönderen Rabbin aşkına..." demeye başladı.

Yine Hazret-i Mûsâ, elini koynundan çıkardı; o anda eli, bembeyaz, harikulade ve ışınları güneş ışınlarını bile bastıran bir beyazlıkta görünüverdi. Herkes etrafına toplanıp hayretle ona bakmaya başladılar. İşte görüldüğü gibi, bu iki olayın her birinde, birçok büyük mucizeler bulunmaktadır. Ancak bu mucizeler sarahatle ziloredikrıediği için "hepsi" kelimesiyle pekiştirme yapıldı. Sanki şöyle denilmiştir:

Biz o iki mucizemizi bütün bölümleri ve tafsilâtlatıyla Fir’avun'a gösterdik. Yani Fir’avun'un bunda hiç mazereti kalmamıştır. Dokuz mucizeden geri kalanlarının da bu mucizelere dahil olduklarını söylemek caiz değildir; çünkü o mucizeler, Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'un sihirbazlarına galip geldikten sonra aralıklı olarak yirmi sene kadar bir zaman içinde onun eliyle zuhur etmişlerdir.

Nitekim A'râf sûresinde geçti. Ve hiç şüphe yoktur kı, bu iki mucize gösterildiğinde, silıkbazlarin tavrı henüz bekleme aşamasında idi. Denizin yarılması gibi Fir’avun'un kavmim îmâna irşat için değil, fakat helâk edilmeleri için mucizeler ile Fir’avun'un denizde helâk olmasından sonra dağın kaldırılması, Hazret-i Mûsa'nın elbisesini kaçıran taş ve pınarların fış kırdığı taş gibi, israil Oğullan için gösterilen mucizeleri, bu âyetteki mucizelere dahil saymak ise, anılan isabetsiz görüşten de daha fazla gerçekten uzaktır.

Hazret-i Mûsâ'nın, diğer bazı peygamberlerin mucizelerini. Fir’avun'a anlatması, Hazret-i Mûsâ'nın yalan söylemesi imkânsız olduğu için, o mucizeleri huzurunda izhar etmek ve kendisine göstermek hükmünde olduğu gerekçesiyle, o peygamberlerin mucizelerini de bu âyetteki mucizelerden saymak, hakikatten pek uzak bir görüştür. Çünkü Hazret-i Mûsâ'nın, o peygamberlerin mucizelerini Fir’avun'a anlattığı burada zikredilmemiştır. Üstelik bundan sonra zikredileceği gibi, Hazret-i Mûsa'nın gösterdiği mucizenin. Fir’avun tarafından sihre hamledılmesi ve ona misliyle karşılık vermeye yeltenmesi, bu görüşe apaçık mânidir ve bu, o mucizelerden murat, bizim zikrettiğimiz mucizeler olduğunu kesin olarak ifade etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, İlahlık ve hükümlerinin Allah'a mahsus olduğuna delâlet eden Allah'ın (celle celâlühü) fiillerinden anlattıklarını, bu mucizeler cümlesinden saymak caiz olurdu.

57

"Fir’avun dedi ki: "Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?"

Yani dedi kı: Ey Mûsâ! Gösterdiğin büyü ile bizi Mısır'dan çıkarmak için mi, bizden ayrılıp gurbete gittikten sonra oradan, tekrar bize geldin? Yahut bunun için mi bize karşı cephe aldın? Bu senin yaptığın, akli başında kimsenin yapmaya yelteneceği bir şey değildir. Çünkü bu, imkânsız olan bir şeye yeltenmektir.

Fir’avun’un bunu söylemesi, Hazret-i Mûsa'ya karşı kavmini son derece öfkelendirmek içindir. Çünkü Fir’avun bu sözleriyle demek istiyordu ki, Mûsa'nın (aleyhisselâm) aman, sırf İsrail Oğullarını ellerinden kurtarmak değildir; fakat Kıbtileri vatanlarından çıkarmak ve onların bütün mallarına ve mülklerine el koymaktır. Fir’avun bu şekilde halkı Hazret-i Mûsa'ya karşı kışkırtıyordu ki, ona kimse tâbi olmasın ve ona karşı büyük husûmet besleyerek ona karşı kendilerim müdafaa etsinler.

Fir’avun'un, Hazret-i Mûsa'nın gösterdiği açık mucizeleri büyü olarak vasıflandırması, kavmini, Hazret-i Mûsa'ya karsı koymaya cesaretlendirmek içindi.

58

"Öyle ise, yemin olsun ki, şüphesiz biz de seninkine benzer bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, ne senin, ne de bizim cayamayacağımız, uygun bir yerde seninle bizim aramızda bir buluşma zamanı ayarla!"

Lânetli Fir’avun'un bu seçimi Hazret-i Mûsa'ya bırakması, çekindiği ve mücâdeleye mecâk kalmadığı söylenmesinden kaçındığı için, celâdet izhâr etmek ıcm ve süre uzun da olsa, kısa da olsa, karşı koyma imkânlarını hazırlamaya ve üstün gelmek üzere alet ve edevatını düzenlemeye muktedir olduğunu göstermek içindi.

59

"Mûsâ dedi ki: "Buluşma zamanımız bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplandığı zaman olsun."

Bir görüşe göre ziynet günü, Aşûra Günü'dür. Yahut Nevruz günüdür. Yahut onların her sene bayram olarak kutladıkları bir gündür.

Hazret-i Mûsâ'nın, böyle bir günü tâyin etmesi, son derece kuvvetli olduğunu, kendine özgüveni bulunduğunu ve onlara hiç aldırmadığını göstermek içindi. Çünkü o gün onların olanca güçlerini gösterdikleri gündür. Bir de, hakkın ortaya çıkması ve bâtılın perişan olması, çok sayıda şahitler huzurunda olsun ve hazır bulunanlar, bulunmayanlar, bütün halk arasına yayılsın.

60

"Bunun üzerine Fir’avun dönüp gitti; hilesini (sihirbazlarını) topladı; sonra geri geldi."

Yani Fir’avun, o meclisten kalkıp gitti; sihirbazları ve aletlerini topladı; sonra topladıklanyla birlikte tâyin edilen yere geldi.

"Sonra" (sonra geri geldi) kelimesi, işaret ediyor ki, firavun, hemen geri gelmedi; fakat hayk zaman sonra geri geldi.

61

"Mûsâ sihirbazlara dedi ki: "Yazıklar olsun size! Sakın, Allah'a karşı yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser. Zaten iftira eden perişan olmuştur.

Yani onlara dedi ki; Fir’avun'un yaptığı gibi sakın, siz de, benim elimle gösterilecek Allah'ın mucizelerini sihir sayarak Allah'a ] Karşı iftira etmeyin. Yoksa son derce korkunç bir azapla kökünüzü keser. Zaten ne zaman ve ne şekilde olursa olsun, o'na iftira eden, perişan olmuştur. Şu halde burada yasaklanan iftira da, öncelikle buna dahildir. Ve iftira eden Fir’avun, perişan olmuştur; siz de onun gibi olmayın.

62

"Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; sırlarını da fısıldaştılar."

Sihirbazlar, Hazret-i Mûsâ'nın bu sözlerini dinleyince, kızdılar ve ona üstün gelmek için aralarında müşavere ettiler ve Hazret-i Mûsa'ya karşı uygulayacakları taktikleri de Hazret-i Mûsa'ya duyurmadan gizlice fısıldaştılar ki, Hazret-i Mûsâ, duyup da taktiklerine vâkıf olmasın.

63

"Onlar şöyle dediler: "Şu iki adanı, gerçekten sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin çok şerefli dininizi ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdan başka değildir."

Yani onlar kendi aralarında gizlice görüştükten sonra şu karara vardılar: Bu iki adam, iki sihirbazdan başka bir şey değildirler. Bunların amacı, daha önce gösterdikleri büyüleriyle, ülkeniz Mısır'ı istila ederek sizi oradan çıkarmak ve kendi dinlerini yüceltip sizin en üstün olan dininizi ortadan kaldırmaktır.

Sihirbazlar, kendi dinlerinden, Fir’avun’um kavminin dinini kastediyorlardı; yoksa sihkbazlığı kastetmiyorlardı; çünkü onlar, sihri din olarak kabul etmiyorlardı.

Bir görüşe göre ise, yani onlar, sizin ülkenizin üstün insanlarını, yani İsrail Oğullarını götürmek istiyorlar, demektir. Zira Hazret-i Mûsâ: "İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder" demişti. Ve İsrail Oğullan, Mısır halkı içinde en bilgili insanlardı. Fakat Mısır halkının kendi ülkelerinden çıkarılmaları, ancak, orayı istila, edip idaresini ellerine geçirmekle olur. Şu halde buna göre İsrâiloğullarının Şam bölgesine nakledilmeleri nasıl tasavvur olunabilir! işte bu, anılan görüşün sıhhatine mânidir.

Başka bir görüşe göre ise, âyetteki "tarikat" kelimesi, kavmin ilen gelenleri ve eşrafıdır. Fakat açık bir gerçektir ki, götürmeyi onlara tahsis etmek, meziyeti olmayan bir iştir.

64

"Öyle ise bütün hilelerinizi (hünerlerinizi) toplayınız; sonra sıra halinde gelin! Bugün üstün gelen, kazanmıştır."

A- "Öyle ise bütün hilelerinizi toplayınız; sonra sıra halinde gelin!"

Yani bu iki şahıs, sizi yurdunuzdan çıkarmak ve dininizi ortadan kaldırmak istediklerine göre, öyle ise, siz de, bütün hilelerinizi toplayınız, hepiniz ittifak hâlinde olunuz; bir şahıs bile geride kalmasın ve hepiniz bir yaydan ok atar gibi birlikte hareket ediniz ve sonra sıra hâlinde geliniz.

Bu şekilde emir olunmaları, seyredenler için daha heybetk olduğu için ve orada bulunanlara korku salmak için daha etkili olmasından dolayıdır. Deniliyor ki, Fir’avun'un sihirbazları yetmiş bin idiler ve her birinin elinde bir ıp, bir de asâ vardı ve hepsi birden Hazret-i Mûsa'ya yöneldiler.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar, yetmiş iki sihirbaz idiler. İki tanesi Kibtî'lerden, diğerleri ise İsrâiloğullarmdan idiler.

Başka bir görüşe göre ise, bunlar, dokuz yüz sihirbaz idiler. Bunların üç yüzü, Farslardan, üç yüzü de Rumlardan ve üç yüzü de İskenderiyeli idiler.

Bir görüşe göre ise, bunlar on beş bin kişi idiler.

Bir görüşe göre de, otuz bin küsur idiler. Allah doğrusunu daha iyi bilir.

Toplama yeri olarak tâyin edilen yer, geniş bir yer olmalı. Hazret-i Mûsâ, o yerin bir tarafında onlara böyle hitap etmişti; onlar da, o yerin başka bir tarafında durumu kendi aralarında görüşmüşlerdi. Sonra mezkûr veçhile o yerin orta kısmına gelmeleri emredilmiş.

B- "Bugün üstün gelen, kazanmıştır."

Yani bugün gâlip gelecek olan, Fir’avun’um vaat ettiği ödülleri ve ona yakınlık kazanacaktır. Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Fir’avun dedi ki: Evet, siz, hiç şüphesiz bana yakın kişilerden olacaksınız." Kale ne'am ve inneküm lemine'l-mükarrabîn), "Onlar da dediler ki, Fir’avun'un kudreti hakkı için hiç şüphesiz biz gâlip geleceğiz."

Diğer bir görüşe göre ise, o sihirbazlar, Hazret-i Mûsâ'nın söylediklerini dinleyince, kendi aralarında fısıldaşmaları, "Bu, bir sihirbazın sözleri değil" demeleri idi.

Bir diğer görüşe göre ise, şöyle fisildaşmişlardi:

"Eğer bize gâlip gelirse, ona tâbi olacağız" sözü idi.

Bir görüşe göre de, şöyle demişlerdi: "Eğer bu adam sihirbaz ise, biz ona gâlip geliriz; yok eğer gökle alâkası varsa, galibiyet onundur." Buna göre onlar, sözlerini Fir’avun'dan ve adamlarından gizlemişlerdi. Ve onların:

"Bu iki adam, ancak iki sihirbazdır..." sözleri de, şuna hamledikr: Onlar mezkûr sözler veçhile kendi aralarında ihtilafa düştüler; çekişme ve tartışmadan sonra ise, fikirlerinden döndüler ve mücadele fikrinde birleştiler."

65

"Onlar dediler ki: "Ey Mûsâ! Sen at veya önce atan biz olalım!"

O sihirbazlar, Hz Mûsa'da hayli işaretleri, vakar ve özgüven gördüklerinden dolayı ona karşı edebi gözetmek ve önce veya sonra olmasıyla durumlarının değişmeyeceğini göstererek celâdet izhâr etmek için Hazret-i Mûsâ'yı muhayyer bıraktılar.

66

"Mûsâ dedi ki: "Hayır, siz alın!" Bir de baktı ki, ipleri ve değnekleri (yaptıkları) büyüleri sayesinde kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor."

A- "Mûsâ dedi ki: "Hayır! Siz atın!"

Hazret-i Mûsâ da, onların edebine daha güzel bir edeple karşılık verdi. Nitekim- atma hakkını kesin olarak onlara verdi. Bir de, onların sihrine hiç aldırmadığını göstermek için, onların önce atmak meyline müsaade etmek için ve bir de onlar, bütün gayret ve imkânlarını harcayarak sahip oldukları hünerleri göstersinler de, sonra Allah (celle celâlühü) Kudretini izhâr buyursun ve neticede hakkı bâtılın tepesine bindirsin de, batilin işini tamamen bitirsin, diye onlara öncelik hakkını vermiştir. Zira Hazret-i Mûsâ, biliyordu ki, kendi eliyle zuhur edecek olan mucize, onların ortaya koydukları bütün sihir hilelerini yutacaktır.

B- "Bir de baktı ki, ipleri ve değnekleri (yaptıkları) büyüleri sayesinde kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor."

Yani onlar iplerini ve değneklerini attılar. Hazret-i Mûsâ. : Baktı kı, ipleri ve değnekleri büyüleri sayesinde kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Şöyle ki, o sihirbazlar, iplerine ve değneklerine cıva sürmüşlerdi. Onlara güneş vurunca, depreşip oynamaya başladılar. Böylece bunlar hareket ediyormuş gibi Hazret-i Mûsa'ya göründü.

67

"Onları görünce Mûsâ, içinde bir çeşit korku bile hissetti."

Yani Hazret-i Mûsâ, ansızın bu manzara ile karşılaşınca, beşer tabiatının gereği olarak, içinde bir çeşit korku bile hissetti. Zira beşer yaratıksın da yılandan nefret etmek ve onların sokmak gibi zararlarında sakınmak duygusu vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsâ, insanların kafasının karışıp kendisine uymamalarından endişe etti, demektir. Ancak bundan sonraki ifadelerden anlayacağın gibi gerçek bu değildir.

68

"Korkma! Üstün gelecek olan, muhakkak sensin! dedik, "

Yani Mûsa'ya dedik ki; o vehmettiğinden sakın korkma! Çünkü gâlip gelecek olan şüphesiz sensin.

Bu ifade, Hazret-i Mûsâ'nın gâlip geleceğini en belîğ ve kuvvetli şekilde bildirmektedir.

69

"Sağ elindekini yere atıver de, onların yaptıklarını yutuversin. Onların yaptıkları bir sihirbaz oyunundan ibarettir. Sihirbaz ise, nereye varsa iflah olmaz."

A- "Sağ elindekini yere atıver de, onların yaptıklarını yutuversin"

Yani Sağ elindeki asanı yere atıver, demektir. Nitekim A'râf sûresinde böyle zikredilmektedir. Burada asanın açık olarak zikredilmeyip müphem bırakılması, durumunu korkunç göstermek, şanını tazım etmek ve bu asanın, normal eserleri olan asalar cinsinden, olmadığını, fakat bu asanın, cinsinin diğer fertlerinin dışında, mahiyeti müphem ve eserleri garip bir asâ olduğunu bildirmek içindir. Başka âyetlerde asanın sarih olarak zikredilip bu nüktenin gözetilmemesi, hâdisenin hikâye edilmesinde de bunun gözetilmeme sini gerektirmez.

Anılan müphemiyetin tahkir anlamına hamledilmesı, yani "onların iplerinin ve değneklerinin çok olmasına aldırma ve elindeki küçük asayı at; zira senin asan, küçük tek bir asâ olmasına rağmen, onların bunca çok ve büyük değneklerini yutacaktır" mânâsına hamledilmesi izahına, asanın halinin daha önce iki kere açıklanması mânidir. Kaldı ki, bu mâna, asâ, yaptıklarını, asıl şekliyle yaptığı takdirde uygun olur. Halbuki daha önce belirtildiği gibi, asâ, aslî şekliyle kalmamaktadır.

Gördüğün gibi bu âyet, sarih olarak belirtiyor ki, Hazret-i Mûsâ'nın korkusu, mezkûr insanların kafasının karışmasından ve kendisine tâbi olmamalarından değildi. Yoksa o korkuyu izale etmek için, onların îman etmelerini ve tâbi olmalarını gerektiren vaatlerde bulunulmak suretiyle korkmama sebebi zikredilir di.

B- "Onların yaptıkları bir sihirbaz oyunundan ibarettir. Sihirbaz ise, nereye varsa iflah olmaz"

Sihirbaz nerede olursa olsun ve nereye varırsa varsın, asla iflah olamaz.

Asanın şanının ve İlâhî bir mucize olmasının belirtilmesi, sebebi daha da takviye edeceği halde belirtilmemesi, bunların açık olduğunun zımnen bildirmek içindir.

70

"Bunun üzerine sihirbazlar, secdeye kapandılar; "Hârûn ile Mûsa'nın Rabbine îman ettik" dediler."

Yani Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) sağ elindeki asasını yere bıraktı ve asâ, onların iplerini ve değneklerini yutuverdi. Bunun üzerine sihirbazlar, secdeye kapandılar. Zira kesin olarak anladılar ki, Hazret-i Mûsâ'nın gösterdiği hâdise, sihir kabilinden değil, o, ancak Allah'ın (celle celâlühü) mucizelerinden biridir.

Rivâyet olunuyor ki, sihirbazların reisi dedi ki: "Biz bu güne kadar karşılaştığımız bütün insanlara gâlip geliyorduk ve âletlerimiz de hep yanımızda kalıyordu. Eğer bu sihir ise, bizim attığımız âletler nerede?" işte böylece onların reisi, cisimlerin hallerinin değişmesini, kâinatın Yaratıcısı Kaadir ve Âlim Allah'a delil saydı ve bu mucizenin Hazret-i Mûsâ'nın eliyle meydana gelmesini de, onun peygamberliğinin şüphesiz olarak doğruluğuna delil saydı, işte onların gördükleri, onların yüz üstü secdeye kapanmalarına sebep oldu; onlar tevbe ve îman ettiler ve boyun eğmenin son hak olan secdede bulundular. Deniliyor ki, onlar secdeye kapandıktan sonra Cenneti, Cehennemi, mükâfatı ve azabı görmeden başlarını secdeden kaldırmadılar.

İkrıme'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "O sihirbazlar secdeye kapanınca, Allah (celle celâlühü) secdelerinde Cennetteki yerlerini kendilerine gösterdi." Onların: "Şüphesiz biz Rabbimize îman ettik ki, günahlarımızı bağışlasın." demeleri, anlatılan halleriyle çelişmez; çünkü Cennetteki menzillerin onların menzilleri olması, bu söz kendilerinden sâdır olması itibanyladır.

Bu âyette onların kelâmı hikâye edilirken, Hazret-i Harun'un önce Hazret-i Mûsâ'nın ise sonra zikredilmesi, cümle fasilalarıni (sonlarındaki ses uyumlarını) gözetmek içindir. Bir de, onların kelâmı da bu şekilde vâki olmuş olabilir. Bu da, Hazret-i Harun'un yaşının daha büyük olmasından dolayı olabilir, yahut Fir’avun ile kavmi tarafından ileri, sürülen bâtıl vehimden ziyadesiyle sakınmak için olabilir. Zira Fir’avun, Hazret-i Mûsa'yı küçüklüğünde büyütmüştü. Onun ıcın eğer Hazret-i Mûsâ, önce zikredilmiş olsa, belki lânetk firavun ile kavmi, daha ilk baştan amaçlarının Fir’avun olduğunu vehmedebilirlerdı.

71

"Fir’avun dedi ki: "Ben size izin vermeden önce ona îman ettiniz öyle mi? Hiç şüphesiz o, size büyü öğreten ulunuz dur. Öyle ise yemin olsun ki, ben, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama mutlaka keseceğim ve sizi hurma dallarına (kütüklerine) asacağım! Ve siz, hangimizin azabının daha çetin ve sürekli olduğunu kesinlikle anlayacaksınız."

A- "Fir’avun dedi ki: "Ben size izin vermeden önce îman ettiniz öyle mı? Hiç şüphesiz o, size büyü öğreten ulunuz dur."

Fir’avun’un, sihirbazlara böyle demesi, onların îman etmelerini kınamak içindir; yoksa ondan sonra kendilerine izin verdiği veya izin vermesi bekleniyordu demek değildir.

Yani Mûsâ, büyü sanatında sizin en bilgininizdir ve üstadınızdır, onun için size üstün geldi. Yahut o, size büyünün bazı kısımlarını öğretmiş, fakat bazı inceliklerini de öğretmemiş. İşte bunun için o, size gâlip geldi.

İşte bu, Fir’avun'un tezvir edip de kavmine duyurduğu bir şüphedir. Bir de kavmine gösteriyor ki, îman da, onun iznine bağlıdır. Şu halde onların îmanı izinsiz olarak vâki olduğuna göre geçersizdir. Ve onlar, Hazret-i Mûsâ'nın talebelerinden oldukları için, ne Hazret-i Mûsâ'nın gösterdiğine itibar edilir, ne de kendilerinin gösterdiklerine itibar edilir. İşte Fir’avun, diğer insanların da, sihirbazlara uyarak Allah'a (celle celâlühü) îman etmelerinden korktuğu için böyle demişti.

B- "Öyle ise yemin olsun ki, ben, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama mutlaka keseceğim ve sizi hurma dallarına (kütüklerine) asacağım!"

Fir’avun, daha önceki sözlerinden sonra sihirbazlara yönelip onlara kesin ağır bir tehditte bulunarak diyor ki; Allah'a yemin olsun ki, ben, sızın ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama, yani sağ el ve sol ayak olarak mutlaka keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım!

Derler ki; insanların cesetlerini ağaçlara ilk asan, Fir’avun'dur.

C- "Ve siz, hangimizin azabının daha çetin ve sürekli olduğunu kesinlikle anlayacaksınız."

Fir’avun’um bu sözleri, belki de Hazret-i Mûsa'yı küçük düşürmek ve onunla alay etmek içindir. Çünkü Hazret-i Mûsa'nın azap vermek ile alakası yoktu. Yahut da Fir’avun, sihirbazlara göstermek istiyordu ki, onların îmanları, mucize ye hüccet gördüklerinden dolayi değil, fakat Hazret-i Mûsa'dan korktukları içindi. Zira onun asasının, kendi iplerini ve asalarını yuttuğunu görmüşler ve kendi hayatlarından da endişe etmişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bundan (hangimizin), kendi nefsi İle Hazret-i Mûsa'yı değil, fakat onların, "Biz, Hârûn ile Mûsâ'nın Rabbine îman ettik" sözleriyle îman ettikleri Hazret-i Mûsâ'nın Rabbini kastediyordu.

72

"Sihirbazlar dediler ki: "Bize gelen şu mucizelere ve bizi yoktan var eden Rabbimize elbette ki, seni tercih edecek değiliz. Haydi, sen hükmedeceğine hükmet! Sen ancak bu dünya hayatında hükmedebilirsin!"

A- "Sihirbazlar dediler ki: Bize gelen şu mucizelere ve bizi yoktan var eden rabbimize elbette ki, seni tercih edecek değiliz."

İman eden sihirbazlar, Fir’avun’um tehditlerine hiç aldırmadılar ve dediler ki; bize, Allah tarafından gelen şu apaçık mucizelere ve bizi ve diğer yaratılmışları yoktan var eden Rabbimize elbette ki, seni tercih etmeyeceğiz!

Hazret-i Mûsa'nın eliyle zuhur eden asâ mucizesi, daha önce tahkiki anlatıldığı gibi bir çok mucizeleri içermektedir. Zira o sihirbazlar, o asâ mucizesinin büyük, küçük bütün özelliklerim biliyorlardı. İşte bundan dolayı âyette, "mucizeler" diye çoğul kipi kullanılmıştır.

Âyette Allah'ın (celle celâlühü) Fâtıriyyet (yoktan var etmek) unvanıyla zikredilmesi, bu hükmün gerekçesini zımnen bildirmek içindir. Zira Allah'ın, onların Yaratıcısı okması ve Fir’avun'un da yaratılmışlar cümlesinden bulunması, Fir’avun'u Allah'a tercih etmemelerini gerektirmektedir.

Sihirbazların bu sözleri, Fir’avun'un, "Ben size izin vermeden önce ona îman ettiniz." şeklindeki lan amasına cevaptır.

B- "Haydi, sen hükmedeceğine hükmet! Sen ancak bu dünya hayatında hükmedebilirsın!"

Bu sözleri, Fir’avun'un, "Yemin olsun ki, ben sizin ellerinizi..." şeklindeki tehdidine cevaptır. Yani sen yapacağını yap. Yahut sen hükmedeceğini hükmet. "Sen ancak bu dünya hayatında hükmedebilirsm" cümlesi ile ondan sonra gelecek âyet, onların, Fir’avun'un hükmüne aldırmamalarının sebebidir. Yani sen ancak yalnız bu dünya hayatında dilediğini yaparsın, yahut hükmedersin. Bizim ise, bu dünyanın zevkinde gözümüz ve azabından da korkumuz yok.

73

"Biz gerçekten şimdiye dek olan yanıltılarımızı ve senin bizi zorladığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize îman ettik. Allah'ın mükâfatı en hayırlı ve cezası en sürekli olandır."

Yani biz gerçekten şimdiye değin işlediğimiz küfür ve günahları ve senin bızı uzak kentlerden toplayıp zorlamanla Hazret-i Mûsa'ya karşı yaptığımız büyüyü bağışlaması ve âhirette bizi ondan dolayı cezalandırmaması için Rabbimize iman ettik; yoksa bu fâni dünya nimetlerinden faydalanmak için îman etmedik ki, bizi tehdit ettiğin kesip asmadan etkilenelim.

Onların yaptığı büyü de, hatalarına dâhil olduğu halde ayrıca zikre tahsis edilmesi, sihirbazların, daha önce yaptıkları büyüden son derece nefret ettikleri ve İlâhî mağfirete rağbet ettikleri içindir.

Zorlamanın zikredilmesi, zorlama ile de olsa, kendilerinden sâdır olan büyü için ayrıca bağışlanmak dilemenin vacip olduğunu bildirmek içindır. Bır de zorlamanın zikredilmesinde, bir çeşit bağışlanmayı celp etmenin özrü vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, onların zorlamadan maksatları, büyü öğrenmeye zorlanmalarıdır. Nitekim rivâyet olunuyor ki, o sihirbazların reisleri yetmiş iki îdşi idiler, ikisi Kibtî'lerden, diğerleri ise İsrail Oğullarından idiler. Ve Fir’avun, onları büyü öğrenmeye icbar etmişti.

Başka bir görüşe göre ise, Fir’avun, onları Hazret-i Mûsa'ya karşı büyü ile mücadele etmeye zorlamıştı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, büyücüler, Fir’avun'a: "Mûsâ uyurken onu bize göster" dediler. O da, Hazret-i Mûsâ'yi onlara gösterdi. Büyücüler baktılar ki, kendisi uyurken, asası onu koruyor. Bunun üzerine büyücüler dediler kı:

"Onun yaptığı büyü değildir; zira büyücü uyuduğu zaman büyüsü bozulur." Fakat Fir’avun, mutlaka mücadele etmelerini istedi.

Fakat, büyücülerin istekli ve hevesli olarak Hazret-i Mûsa'ya karşı mücadeleye yeltenmeleri, bu görüşe mânidir. Nitekim onların: "Biz galip gelsek, gerçekten bize bir ödül var (A'râf: 113) meâhndeki sözleri ile "Fir’avun'un kuvveti hakkı için hiç şüphesiz biz galip geleceğiz!" mealindeki sözlerinden de anlaşılmaktadır.

74

Bak. Âyet 75.

75

"Çünkü şu muhakkak ki, kim, Rabbine günahkâr olarak gelirse, artık onun için sırf Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar; Kim de, Rabbine mü’min ve iyi davranışlarda bulunmuş olarakgelirse, işte bunlar için sırf yüksek dereceler vardır."

Bu iki şart cümlesi, büyücülerin kelâmından olup, niçin Allah'ın (celle celâlühü) mükâfatının daha hayırlı ve cezasının da daha sürekli olduğunu açıklamakta, bu gerçeği tahkik etmekte ve Fir’avun'un iddiasını da çürütmektedir.

Çünkü şu muhakkak ki, kim, Rabbine kâfir ve günahkâr olarak gelirse', artık onun için sadece Cehennem vardır. O, orada ne ölür ki, azabı sona ersin, ne de rahat bir hayat sürer. Kim de, Allah'a (celle celâlühü), o'nun katından gelen mucizelere ve ezcümle bizim gördüğümüz mucizelere îman etmiş ve iyi işler yapmış olarak gelirse, işte bunlar için, îmanları ve amelleri sebebiyle sadece yüksek dereceler vardır.

Bu âyet, iyi amel olmadan sırf îmanın, mükâfat gerektirmediğine delâlet etmez. Zira îman ve iyi ameller şartına bağlanmış olan, mutlak mükâfat değil, fakat yüksek derecelerdir. İhtilaf konusu olan ise, mutlak mükafattır.

76

"İçinde temelli olarak kalacakları, altından ırmaklar akan Adn Cennetleri... İşte arınanların mükâfatı budur."

Adn, kelimesi daha önce de belirtildiği gibi, ikamet anlamındadır, yahut Cennet toprakları demektir.

İşte zikredilen îman ve iyi ameller sayesinde küfür ve günâhlardan arınanların mükâfatı bu yüksek derecelerdir.

Bu âyet, Allah'ın mükâfatının en sürekli olduğunun tahkikidir.

Mezkûr âyetlerde, önce günahkârın halinin zikredilmesi, Fir’avun'un, "Hangimizin azabı en çetin ve en sürekli olanıdır." şeklindeki iddiasının reddi olarak, Allah'ın (celle celâlühü) azabının en çetin ve en sürek olanı olduğunu acilen zikretmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu üç âyet, büyücülerin sözlerinin hikâyesinden olmayıp doğrudan doğruya Allah'ın (celle celâlühü) kelamındandır.

Derler ki; Fir’avun'un, îman eden bu büyücülere vaat ettiği azabı uyguladığına dâir Kur’ân'da da, hadîste de bir sarahat mevcut değildir.

77

"Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar; sonra onlara denizde kuru bir yol aç ve batmaktan korkmaksızın, düşmanın yetişmesinden de endişe etmeksizin o yoldan yürü!" diye vahiy etmiştik."

Bu âyetten itibaren Fir’avun ile kavminin akıbeti icmali olarak hikâye edilmektedir. Ancak burada, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), büyücülere galip geldikten sonra yirmi sene içinde onun eliyle Fir’avun ile kavmine gösterilen açık mucizeler zikredilmemiştir. Nitekim bu mucizeler, A'râf süresinde zikredilmiştir.

Bu kelâmın başında yeminin zikredilmesi, içeriğine son derece önem verildiğim göstermek içindir.

Burada İsrail Oğullarının, "kullarım" unvanıyla ifade edilmeleri, onlara merhamet izhar etmek, durumlarına önem verdiğini bildirmek ve onlar. Allah'ın (celle celâlühü) kulları oklukları halde, Fir’avun'un, kendilerini köle edindiğine ye onlara çeşitli zulümler uyguladığına dikkat çekmek içindir.

Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz, Mûsa'ya, vahiy ettik kı seni kendilerini Fir’avun’un sultasından kurtarmak için gönderdiğimiz kullarımızı geceleyin yola çıkar; sonra onlara denizde kuru bir yol aç...

78

"Fir’avun da askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Derken denizsuları onları kaplayıverdi."

Yani Hazret-i Mûsâ da, kendisine verilen emirlere hemen uyarak derhal geceleyin kavmini yola çıkardı; sonra onlara denizde kuru bir yol açtı ve o yoldan yürüdü. Fir’avun da, askerleriyle birlikte onların peşine düşüp karada ve denizde onları takip etti.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), gecenin ilk saatlerinde kavmini yola çıkardı. Sayılan altı yüz yetmiş bin idi. Fir’avun, bunu haber alınca askerleriyle onların peşine düştü. Fir’avun'un önden giden ordusu yedi yüz bin kişiden oluşuyordu. Fir’avun, İsrail Oğullarının izini takip etti ve nihayet onlara yetişti; artık iki ordu birbirini iyice görüyordu. İşte o zaman Hazret-i Mûsâ, asasını denize vurdu. Deniz on iki kola ayrıldı. Her birinin suları koca bir dağ gibi idi. Hazret-i Mûsâ, İsrâiloğullarının on iki kolu ile bu geçitlerden sağ salim olarak geçti. Fir’avun da askerleriyle onların peşinden gitti. Onlar, denizde açılan geçitlere tamamen girince, tarifi imkânsız korkunç dalgalar, onları kaplayıverdi.

79

"Fir’avun, kavmini saptırdı. Zaten o, kavmini hiç doğru yola iletmedi."

A- "Fir’avun, kavmini saptırdı."

Yani Fir’avun, kavmini öyle bir yola iletti ki, o yol, her iki cihanda onu kavmiyle beraber hüsrana götürdü. Nitekim onlar, küfür üzere o korkunç dünyevî azapla öldüler ve bu azabın devamında da uhrevî sonsuz azap vardır.

B- "Zaten o, kavmini hiç hidâyet etmedi (doğru yola iletmedi)"

Yani Fir’avun, kavmini, dinî ve dünyevî gayelere ulaş uran yola hiçbir zaman ulaştırmadı.

Bu cümle, Fir’avun’um, kavmini saptırmasının îzahı ve tekididir. Zira bazı saptırıcilar var ki, saptırdığı kimseleri bazı gayelerine ulaştırır.

Bu kelâm, Fir’avun'un, "Ben sizi ancak doğru yola hidâyet ederim." sözünden dolayı onunla bir nevi alay etmek anlamını ifade etmektedir. Zira bir şahıs için hidâyeti nefyetmek, kısmen hidâyete ulaştırma şeklinde tasavvur olunabilir bir insan olduğunu zımnen bildirmektedir. Bu ise, Fir’avun hakkında ancak istihza olarak tasavvur olunabilir.

Burada saptırmayı ve hidâyeti, yalnız dinî saptırma ile dinî hidâyete hamletmeye, Fir’avun "un, askerlerini dünyevî helâk yoluna sevk etmesini beyan etmek şeklinde anlamaya müsait değildir. Bu saptırmayı denizde saptırmaktan ve Hidâyeti de denizden kurtarmaktan ibaret kılmak ise, selim aklın kabul edeceği bir izah değildir.

80

"Ey İsrail Oğulları! Şüphe yok ki, sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr dağının sağ tarafına gelmeniz için size vâde verdik; üzerinize de kudret helvası ile bıldırcın indirdik."

A- "Ey İsrail Oğulları! Şüphe yok ki, sizi düşmanınızdan kurtardık."

Bu kelâm, Allah (celle celâlühü), Firravun ile kavmini denizde boğduktan ve Hazret-i Mûsâ ile kavmini denizden kurtardıktan sonra Allah'ın (celle celâlühü), İsrail Oğullarına yaptığı hitabı hikâye etmektedir. Ancak bu hitap, denizden kurtulmalarının hemen akabinde gerçekleşmemiş, fakat Allah (celle celâlühü), dinî ve dünyevî onca çeşitli nimetleri onlara bahşettikten sonra bu hitapta bulunmuştur.

Diğer bir görüşe göre ise bu hitap, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dönemindeki, Yahudiler içindir. Yani Allah (celle celâlühü), onların atalarına bahşettiği nimetlerle, atalarına asaleten, onlara da dolayk olarak minnet izhâr buyurmuştur.

Ancak bundan sonra gelecek olan "Kavminden acele ile ayrılmaya seni sevk eden nedir ey Mûsâ!" âyeti, bu görüşe müsait değildir. Zira bu âyeti, hikâye etmek değil de doğrudan doğruya inşâ hitabına hamletmek imkânsızdır. Binaenaleyh isabetli olan görüş, "dedik ki, " fiilinin takdir edilmesiyle hitabın hikâyesine hamledilmesı-dır. Yani Biz, İsrâiloğullarına dedik ki; ey İsrâiloğulları! Şüphesiz sizi, düşmanınız Fir’avun ve kavminden kurtardık. Nitekim onlar önceleri, başınıza dertler açıyorlardı; azâbın en kötüsünü size reva görüyorlardı; yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı; kızlarınızı ise kendileri için sağ bırakıyorlardı.

B- "Tûr dağının sağ tarafına gelmeniz için size vâde verdik."

Yani Tûr dağının, Mısır'dan Şam'a gelen yolcu için sağ tarafına düşen bir mekâna gelmeniz için peygamberiniz vasıtasıyla size vâde verdik. Yani münacatta bulunması ve kendisine Tevrat indirilmesi için Mûsa'ya vâde verdik.

Bu vâde Hazret-i Mûsa'ya verildiği halde onların hepsine isnat edilmesi, onlarla ilgili olduğu için, faydasının onlara sirayet ettiği için ve minnet makamının hakkının ifa edilmesi içindir. Nitekim "Yemin olsun ki, Biz, sizi yarattık; sonra size suret verdik." âyeti de bu kabildendir. Zira burada da yaratma ve tasvir, muhataplara isnat edilmiş, Halbuki bizzat yaratılıp tasvir edilen, Hazret-i Âdem'dir

C- "Üzerinize de kudret helvası ile bıldırcın indirdik."

Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) İsrail Oğullarıyla birlikte Tîh Çölünde iken, şafak vaktinden güneş doğuncaya kadar kudret helvası kar gibi yağıyordu ve her ferde Sa' denilen ölçek (yaklaşık 3 kg.) Düşüyordu. Ve güney rüzgârları da bıldırcın kuşları getiriyordu; her şahıs kendi ihtiyacı kadar kuş kesiyordu. Nitekim bu hâdise, daha önce de defalarca zikredildi.

81

"Size rızık olarak verdiklerimizin, temiz olanlarından yeyiniz. Bu işte taşkınlık da etmeyin! Sonra sizi öfkem çarpar. Her kim ki, hışmıma uğrarsa, o gerçekten Cehenneme yuvarlanmıştır."

A- "Size rızık olarak verdiklerimizin tayyib (temiz) olanlarından yiyiniz."

Bu kelâm, mezkûr yiyeceklerin kendileri için mubah olduklarını beyan etmek ve Allah'ın (celle celâlühü) onlara olan nimetini, tamamlamak için zikredilmiştir.

Tayyib olanları, lezzetk olanları, yahut helâl olanları demektir.

Ayetlerde önce denizden kurtarma nimetinin, sonra dinî nimetin, sonra da dünyevî nimetin zikredilmesinde, ne kadar güzel bir nazım ve pek hoş bir tertip olduğu gayet açıktır.

B- "Bu işte taşkınlık da etmeyin! Sonra sizi öfkem çarpar. Her kim ki, hışmıma uğrarsa, o gerçekten cehenneme yuvarlanmıştır."

Yani size verdiğimiz rızkın şükrünü ihlal etmek, size tayin edilen sınırı aşıp israf etmek ve şımarıklık göstermek ve müstahakların hakkını engellemek suretiyle taşkınlık etmeyin! Bunu yaparsanız, benim azabım sizi bulur. Ve kim ki, hışmıma uğrarsa, o gerçekten helâk olmuştur. Yahut Cehenneme; yuvarlanmıştır.

82

"Yine Ben, tevbe eden, îman eden ve iyi işler yapan, sonra doğru yoldan ayrılmayanları hiç şüphesiz tamamen bağışlarım."

Yani yine de Ben, şirkten, günahlardan ve ezcümle mezkûr şeylerden taşkınlık etmekten tevbe eden, îman edilmesi gerek hakikatlere îman eden ve şer'i ve aklî olarak iyi kabul edilen işler de yapan, sonra hidâyet istikametinden hiç ayrılmayan kimseleri hiç şüphesiz tamamen bağışlarım.

Burada zikredilen "sonra doğru yoldan ayrılmayan" kaydıyla işaret ediliyor kı, bu hak sürekli olmayan kimse, İlâhî mağfiretten uzaktır.

83

"Kavminden acele ile ayrılmaya seni sevk eden nedir ey Mûsâ!"

Burada, mezkûr vâdeleşme gereğince Hazret-i Mûsâ'nın, Allah ile münâcaatta bulunma yerine geldiğinde, Allah (celle celâlühü) ile kendisi arasında cereyan edenler, hikâye edilmektedir.

Yani acele edip kavminin temsilcilerinden yalnız olarak gelmeye seni sevk eden nedir ey Mûsâ!

Gördüğün gibi bu kelâm, Hazret-i Mûsa'nın, temsilcilerden önce gelmesinin sebebini sormakta ve onlardan ayrı olarak tek başına gelmesinin hoş karşılanmadığını bildirmektedir. Zira bu durum, zahire göre, onları gafil saymak ve kendilerine itibar etmemek anlamına gelmektedir. Halbuki Hazret-i Mûsâ, onları da beraberinde getirmeye memur idi. Yoksa âyetin bu inkâr istifhamı, Hazret-i Mûsa'dan sâdır olan acelenin kendisi için değildir. Zira bu, azim sahibi bir peygambere lâyık olan hazma ters düşen bir nakısadır. İşte bundan dolayıdır ki, bundan sonraki âyette Hazret-i Mûsâ, yalnız gelmediğini, kendileriyle beraber geldiğini ifade etmektedir.

84

"Mûsâ dedi ki: "Onlar da benim peşimdeler. Hoşnut olman için sana acele geldim ey Rabbim!"

Yani Hazret-i Mûsâ dedi ki; onlar da benimle beraberdir; ben ancak birkaç adım (kısa bir mesafe) onların önündeyim. Bunun, beraberliğımıze, bırlikteliğimize halel getirmeyeceğini sanmıştım; çünkü bu kadarı, yol arkadaşları arasında da hiç önemsenmez.

Hazret-i Mûsâ bu kadar az bir mesafe onların önünde bulunmasının olumsuz bir kasıt taşımadığını zikrettikten sonra bunun, İlâhî rızâyı kazanmak için olduğunu bekitmektedir.

Yani ey Rabbim! Fermanına uymakta acele etmem ve ahdine vefa göstermem için itina göstermem, Seni hoşnut etmek içindir.

Bu kelâmda "ey Rabbim!" Denilmesi, özrünün kabul edilmesi amacıyla, ziyadesiyle yalvarma ve yakarış bildirmek içindir.

85

"Allah buyurdu: "Senden sonra biz kavmini imtihan ettik ve Sâmirî, onları yoldan çıkardı."

Yani ey Mûsâ! Sen, kavminin arasından ayrıldıktan sonra Biz, onları buzağıya tapmak konusunda imtihan ettik.

Bunlar, Hazret-i Mûsâ'nın, Hazret-i Hârûn (aleyhisselâm) ile beraber gende bıraktığı İsrail Oğulları olup altı yüz bin kişi idiler. Bunlardan sadece on iki bin kişi buzağıya tapmaktan kurtulmuştu.

Rivâyet olunuyor ki, onlar, Hazret-i Mûsa'nın gitmesinden itibaren yirmi gece onun vasiyetine bağlı kaldılar. Ancak onlar, bu gecelere günlerini ilâve ederek süreyi kırk gün olarak kabul ettiler ve: "Biz sayıyı tamamladık, fakat hâlâ Mûsâ (aleyhisselâm) da yok, ondan bir haber yok." dediler. Ve Sâmirî, onları yoldan çıkardı; zira fitneyi düzenleyen o idi. Nitekim Sâmîrî, onlara demişti ki: "Mûsâ'nın size verdiği süreden gecikmesinin yegâne sebebi sudur: Sizin yanınızda Mısırkların ziynet eşyaları bulunmaktadır ve bunlar size haramdır" dedi ve buzağı süreci böyle başladı. Şu halde Hazret-i Mûsâ, Allah'ın (celle celâlühü) Huzuruna geldiğinde Allah'ın (celle celâlühü) Bunu kendisine haber vermesi, o'nün ilminde ve iradesinde tahakkuk etmesi itibarıyla olabilir. Yahut beklenen bir şeyin, olmuş gibi haber verilmesi kabilinden olabilir. Nitekim "Cennet yaranı seslendiler ki..." âyeti ile benzerleri de bu kabildendir. Yahut Sâmirî, Hazret-i Mûsâ gittikten sonra bu fitneyi gerçekleştirmeye azimli bulunuyordu ve onun hazırlıklarını yapmaya da girişmişti. Böylece fitne haber verildiğinde zaten gerçekleşmişti.

Sâmirî, İsrail Oğullarının Sâmîre kabilesine mensuptur.

Diğer bir görüşe göre ise, Sâmîrî, Kerman'k ahlaksız bir adamdı.

Bir diğer görüşe göre ise, Bâcîrma halkından idi. Asıl adı da, Mûsâ b. Zafer idi. Ve Sâmirî, zahiren Müslüman olmuş bir münafık idi ve onun kavmi, buzağıya tapıyorlardı.

86

"Bunun üzerine Mûsâ, kızgın ve üzgün olarak kavmine döndü. Dedi ki: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı? Sizden ayrılmam, mı size çok uzun geldi, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazabın inmesini mi istediniz de, bana olan sözünüzden caydınız?"

A- "Bunun üzerine Mûsâ, kızgın ve üzgün olarak kavmine döndü."

Yani Hazret-i Mûsâ, kırk günü tamamlayıp Tevrat'ı aldıktan sonra kavmine döndü; yoksa o fitne kendisine haber verilmesinin hemen akabinde döndü, demek değildir.

B- "Dedi ki: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı? Sizden ayrılmam mı size çok uzun geldi, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazabın inmesini mi istediniz de, bana olan sözünüzden caydınız?"

Yani Hazret-i Mûsâ, kavmine dedi kı; ey kavmim! Rabbiniz, içinde nûr ve hidâyet bulunan Tevrat'ı size vermeyi vaat etmemiş miydi? Yoksa Rabbiniz size bunu vaat etti de, fakat vaadin gerçeldeşmesi, uzun sürdü de, bu yüzden hataya düştünüz, yoksa da üzerinize Rabbinizden pek büyük bir gazabın inmesini mi istediniz de, bana olan sözünüzden caydınız ve ben sizin yanınıza dönünceye kadar, size emrettiğim hususta sebat etmediniz?

87

"Dediler ki: "Biz sana olan vaadimizden kendi isteğimizle caymadık; fakat biz o kavmin (Mısırlıların) ziynet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları ateşe atmıştık; Sâmirî de atmıştı."

A- "Dediler ki: "Biz sana olan vaadimizden kendi isteğimizle caymadık; fakat biz o kavmin ziynet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiştik."

Yani dediler ki; eğer biz kendi hakinize bırakılmış olsaydık ve Sâmirî'nin aldatması olmasaydı ve bazı şartlar da onun lehinde olmasaydı, biz sana olan vaadimizden caymazdik. Fakat biz, Mısır'dan ayrılmaya karar verince, düğünde takınmak bahanesiyle iğreti olarak Kibtî'lerden aldığımız ziynet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiştik.

Diğer bir rivâyete göre ise, israil oğullan, kendi bayram günlerinde takınmak için Kibtî'lerden ziynet eşyasını eğreti olarak almışlardı; sonra Mısır'dan ayrılırken, durumlarına vâkıf olurlar korkusuyla sahiplerine iade etmemişlerdi.

Başka bir görüşe göre ise, bu ziynet eşyaları, Fir’avun kavminin denizde boğulmasından sonra sahile vurup da Isrâiloğullarının aldıkları ziynet; eşyaları idi. Buna göre âyette bunların "Evzâr" (ağırlıklar) olarak ifade edilmeleri, bunların vebal ve günah olmasından dolayıdır. Zira o zaman ganimetler helâl değil idi.

B- "Sonra da onları ateşe atmıştık; Sâmkî de atmıştı."

Yani biz, onların vebalinden kurtulmak umuduyla onları ateşe atmıştık; Sâmirî de, yanında bulunanları ateşe atmıştı. Sâmkî de, kendileri gibi yanında bulunan ziynet eşyasını ateşe atıyormuş gibi göstermişti. İşte bundan dolayı onlar o söylediklerini söylemişlerdi. Fakat aslında Sâmirî, Resulün bastığı yerden aldığı toprağı ateşe atmıştı. Nitekim ileride gelecektir.

Rivâyet olunuyor kı, Sâmirî, İsrail Oğullarına dedi ki: "Şüphesiz Mûsâ'nın size dönmekte gecikmesi sorumlulukta sizinle beraber olmamak içindir. O'nun düşüncesi çukuru biz kazalım, orada ateşi biz yakalım, zinet eşyası olarak elde ne varsa onları ateşin içine biz atalım şeklinde olsa gerektir."

88

"İşte bu adam, onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli çıkardı. Bunun üzerine: "İşte bu, sizin de, Mûsa'nın da İlâhıdır; fakat Mûsâ, onu unuttu" dediler."

A- "işte bu adam, onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli çıkardı."

Yani Sâmirî, anılan sözleri söyleyenler için, böğürebilen, etk, kank bir cüsse, yahut cansız bir altın hey kek çıkardı.

B- "Bunun üzerine: "İşte bu, sizin de, Mûsâ'nın da İlâhıdır; fakat Mûsâ, onu unuttu" dediler."

Yani Sâmirî ile ilk görenlerden onun fitnesine kapılanlar dediler kı: İşte bu, sizin de, Mûsâ'nın da İlâhıdır; fakat Mûsâ, onun farkına varamadı ve gitti; onu Tûr'da arıyor.

Bu ifade edilenler, Sâmkî'nin söz ve fiil olarak, fitnesinin neticesinin ziyadesiyle izah için ve sonra da, gelecek inkârın buna terettüp edilmesi için Allah (celle celâlühü) tarafından hikâye edilmesidir.

89

"Artık onlar görmüyorlar mı ki, o buzağı, sözle cevap vermiyor; onlara zarar vermeye de, bir menfaat sağlamaya da muktedir olamıyor?"

Bu kelâm, hem sapanların, hem de saptıranların halini inkâr ve takbih etmekte ve bâtıl olduğuna hiç kimsenin şüphe etmemesi gereken en büyük yasağı bozmaya, yani buzağıyı İlâh edinmeye yönelmelerinden dolayı onların beyinsiz olarak, vasıflandırmaktadır.

Yani görmüyorlar mı ki, o buzağı, ne onlara bir söz söyleyebiliyor, ne de onların sözlerine cevap verebiliyor? Yine ne onlara bir zarar verebiliyor, ne de onlara bir fayda getirebiliyor? Yahut kendisine ibâdet etmedikleri takdirde ne onlara bir zarar verebiliyor, ne ona ibâdet ettikleri takdirde kendilerine bir fayda sağlayabiliyor? O halde onlar nasıl onun İlâh olduğunu vehmediyorlar ?

90

"Yemin olsun ki, Hârûn, daha önce onlara şöyle demişti: Ey kavmim! Siz bununla sadece denendiniz. Sizin Rabbiniz gerçekten Rahman (çok merhamet eden) olan Allah'tır. O halde bana uyun da buyruğuma itaat edin!"

A- "Yemin olsun ki, Hârûn, daha önce onlara şöyle demişti: Ey kavmim! Sız bununla sadece denendiniz."

Bundan önce onların akli hükme karşı kibir gösterdikleri beyan edildikten sonra bu yemin cümlesi de, onların, peygamberlerine karşı azgınlık ve isyan gösterdiklerini beyan ederek mâkablindeki inkâr ve takbihi tekit etmektedir. Yani Allah'a Yemin olsun ki, Hazret-i Hârûn, Hazret-i Mûsâ dönmeden önce onlara öğüt vermiş ve zikredilen sözlerle işin hakikatine dikkatlerini çekmişti. Yahut Hazret-i Hârûn, Sâmirî'nin sözlerinden önce bu uyarısını yapmıştı. Belki de Hazret-i Hârûn, o ateş çukurundan buzağı çıktığını görünce, onların fitneye kapılacaklarından endişe etmiş ve onları uyarmaya koşup: "Ey kavmim! Siz bu buzağı ile sadece denendiniz", yahut "saptırıldınız; hakka irşat için değil, yapılan sırf fitne içindir" demişti.

B- "Sizin Rabbiniz gerçekten Rahman (çok merhamet edici) olan Allah'tır."

Hazret-i Hârûn, onların bâüldan men ettikten sonra bu sözüyle de kendilerini hakka irşat etmektedir. Onun Rab ve Rahman unvanlarını zikretmesi, kendilerini hakka meylettirmek içindir. Nitekim buzağıyı anılan şekilde vasıflandırması da, onları bâtıldan alıkoymaya çok ehemmiyet verdiğini göstermektedir. Yani sizin ibâdetinize yegâne lâyık olan Rabbiniz, Rahman olan Allah'tır.

C- "O halde bana uyun da buyruğuma itaat edin!"

Yani gerçek bu olduğuna göre artık hak dinde sebatta bana uyun da, bu emrime, itaat edin ve hâlini bildiğiniz buzağıya tapmayı bırakınız.

91

"Onlar demişlerdi ki: "Mûsâ, bize dönünceye kadar ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!"

Onlar, Hazret-i Harun'a böyle cevap verdiler. Onların, buzağıya tapmalarını, Hazret-i Mûsâ'nın dönmesine bağlamaları, Hazret-i Mûsâ, döndüğünde bunu terk edeceklerini vaat etmek anlamında değildir, fakat bunu bırakmayı, haksız gerekçelerle geciktirmek anlamında idi. Ve onlar, bu sözlerinin altında, Sâmirî'nin sözüne dayanarak, Hazret-i Mûsâ'nın bu konuda açık bir şeyi getirmeyeceğini düşünüyorlardı.

Rivâyet olunuyor ki, onlar, böyle deyince, Hazret-i Hârûn, on iki bin kişi ile beraber onlardan ayrıldı. İşte bunlar buzağıya tapmayanlardı. Nihayet Hazret-i Mûsâ, dönünce, uzaktan, onların buzağı etrafında oynarken çıkardıkları çığlık seslerini duyunca, yanında bulunan yetmiş kişiye: "Bu, fitne sesidir" dedi.

Yanlarına varınca da, o söylediklerini söyledi ve onlardan da o söylediklerini duydu.

92

Bak. Âyet 93.

93

"Mûsâ dedi ki: "Ey Hârûn! Onları sapmış gördüğünde bana uymandan seni ne alıkoydu ? Yoksa emrime karşı mı koydun?"

A- "Mûsâ dedi ki: "Ey Hârûn! Onları sapmış gördüğünde bana uymandan seni ne alıkoydu?"

Hazret-i Mûsâ Süâ, onların verdiği cevabı duyunca, öfkek olarak Hazret-i Harun'un sakalından ve kafasından tutarak dedi ki; ey Hârûn! Onlar, buzağıya tapacak ve sana o çirkin sözü söyleyecek kadar inatta ileri gittikleri zaman sana ne- oldu da, bana uymadın; benim gibi Allah (celle celâlühü) İçin kızmadın ve o'nu inkâr edenlere karşı savaşmadın? Yahut niçin gelip bana haber vermedin? Belki senin onları terk etmen, kendilerini bundan caydırırdı.

Ancak bu son görüş İsâbetk değil, çünkü Hazret-i Harun'un öğütleri onları caydırmadıysa, onların içinden ayrılması hiç caydırmaz. Buna karşı, "Onlar, Hazret-i Harun'un gidip Hazret-i Mûsa'ya haber vereceğini, bilselerdi, Hazret-i Mûsâ'nın dönmesinden korkup bundan vazgeçerlerdi" şeklindeki bir izah da, kabule şayan olmaktan uzaktır. Bunun aksi nasıl olur ki, zaten kendileri, Hazret-i Mûsâ, dönünceye kadar buna son vermeyeceklerini açıkça belirtmişlerdi.

B- "Yoksa emrime karşı mı koydun?"

Yani yoksa dinde kesin tavır ve hamiyet gösterme emrime karşı mı geldin? Zira Hazret-i Mûsâ'nın: "Benim yerime sen halife ol!" Demesi, zımnen bu emri içermektedir. Zira hilafet, ancak halife bırakanın bulunması hâlinde yapacağı işleri halifenin bizzat yapmasıyla gerçekleşmektedir.

94

"Hârûn dedi ki: "Ey annemin oğlu! Saçımı, sakalımı tutma! Ben, senin:’İsrail Oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!' demenden korktum."

A- "Hârûn dedi ki: "Ey annemin oğlu! Saçımı, sakalımı tutma!"

Hazret-i Harun'un Bu izafeyi anneye tahsis etmesi, anne hakkını tazim için ve Hazret-i Mûsâ'nın kalbini yumuşatmak içindir. Yoksa bazılarının dediği gibi anne bir kardeş oldukları için değildir. Zira âlimlerin cumhûruna göre onlar anne, baba bir, öz kardeş idiler.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, Allah (celle celâlühü) İçin aşırı öfkesinden ve kızgınlığından dolayı Hazret-i Harun'un saçını sağ eliyle ve sakalım da sol eliyle tutmuştu. Hazret-i Mûsâ hâdiseler karşısında demir mizaçlı katı bir insan olduğundan, kavminin, buzağıya taptıklarını görünce, kendine hâkim olamayıp yaptıklarını yaptı.

B- "Ben, senin: İsrail Oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!' demenden korktum."

Hazret-i Hârûn, bu kelâmıyla, niçin İsrail Oğullarıyla savaşmadığını beyan etmekte ve Hazret-i Mûsâ'nın emrine karşı gelmediğini, aksine emrine uyduğunu açıkça belirtmektedir.

Yani Hazret-i Hârûn dedi ki; ben, onları bölüp birbirleriyle savaştırsam ve birbirlerine kırdırsam, senin bana: "İsrail Oğulları bir babanın çocukları oldukları halde sen kendi görüşünle onların arasına ayrılık düşürdün!" demenden korktum.

Hazret-i Hârûn, ayrılıktan, birleşmenin mümkün olmadığı ve savaşla sonuçlanan ayrılığı kastetmektedir. Ve "sözümü tutmadın" cümlesindeki sözden de, "kavmim içinde benim yerime geç ve onları ıslah et." sözünü kastetmektedir.

Yani Hazret-i Hârûn dedi ki; ben kendi görüşüme göre, maslahatı, sen dönünceye kadar belâyı olduğu gibi muhafaza edip onları idare etmekte buldum. İşte onun için seni bekledim ki, sen kendin bu işi düzeltesin. Özellikle onlar son derece güçlü ve biz de az ve zayıf iken, ne yapabilirdik?

Nitekim Hazret-i Hârûn'un, "Bu kavim, beni zayıf gördüler ve az kaldı, beni öldüreceklerdi." demesi de bunu bildirmektedir.

95

"Mûsâ: "Pek iyi, senin zorun nedir, ey Sâmirî?" dedi."

İsrail Oğulları ile Hazret-i Harun'un, fesadı Sâmirîye isnat etmekle özür beyan etmeleri üzerine Hazret-i Mûsâ, Sâmirîyi takbih etmek üzere dedi ki; ey Sâmirî! Derdin nedir, bu yaptığını niçin yaptın?

Hazret-i Mûsâ, Samirî'nin, hilesinin bâtıl olduğunu kendi itirafıyla göstermek ve kendisine uygulayacağı cezanın, onun fitnesine kapılanlar ile onlardan sonra gelecek ümmetlere de bir ibret dersi olması'için, ona böyle hıtâp etmiştir.

96

"Sâmirî dedi ki: "Ben, onların görmediklerini gördüm. O zaman İlâh elçisinin izinden bir avuç toprak aldım da, onu erimiş ziynet eşyasının içine attım, işte bunu nefsim bana hoş gösterdi."

Yani Şâmili, Hazret-i Mûsâ'nın bu hitabına cevap olarak dedi ki; kavmin bilmediğini ve anlamadığını ben bildim ve anladım. Yahut kavmin görmediğini ben gördüm. Bundan sonra gelecek "İşte bunu nefsim bana hoş gösterdi." İfadesine de en münasip düşen, bu mânadır. Zira Hazret-i Mûsâ'nın bilmediği bir ilmi iddia etmek, büyük bir cüret olup Samirî'nin hâline ve makamına uygun düşmez. Fakat Hazret-i Mûsâ'nın görmediği bir şeyi görmeyi iddia etmek, böyle olmayıp rastlandı olarak olabilen hususlardandır.

Sâmirî, Cebrâîl’i (aleyhisselâm), bir at sırtında görmüştü; onun atı, kupkuru yolda yürürken ön veya arka ayaklarını kaldırır, kaldırmaz, onun altından hemen yemyeşil bitki çıkıyordu. İşte bunu gören Sâmirî, bunun bir sırrı olduğunu anlamış ve atin bastığı yerden bir avuç toprak almıştı. İşte onun "O zaman ilâh elçisinin izinden bir avuç toprak aldım..." sözünün mânası budur. Yani ey Mûsâ! Allah'ın (celle celâlühü), seni Tûr dağına götürmek için sana gönderdiği meleğin atının bastığı topraktan bir avuç aldım.

Burada Cebrâîl’in Allah'ın Elçisi unvanıyla zikredilmesi, her halde, onun, kavmin vâkıf olmadığı İlâhî sırlara onun vâkıf olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Sâmirî, bu sözü, kelâmının başında söylediğini tekit etmek ve aldığı toprağı ne zaman aldığına dikkat çekmek için söylemiştir. Sâmkî, "İşte bunu nefsim bana hoş gösterdi" sözünden de kastettiği, yaptığı işi, sırf Nefs-i Emmâreye uymak ve onun ayartmasiyla yaptığıdır. Yoksa akli delil veya İlâhî ilham gibi başka bir şey için söylememiştir.

97

"Mûsâ dedi ki: "Defol! Artık hayatın boyunca:’Bana dokunmayın!' diyeceksin. Yine senin için kesinlikle kurtulamayacağın bir azap vaadi var. Taparak üstüne düştüğün İlâhına bir bak! Yemin olsun, onu mutlaka yakacağız, sonra onu parçacıklar hâlinde denize savuracağız, "

A- "Mûsâ dedi ki: "Defol! Artık hayatın boyunca:’Bana dokunmayın!' diyeceksin."

Yani Hazret-i Mûsâ, Sâmirî'ye dedi ki; bu insanlar arasından defol! Artık hayatın boyunca insanlardan ayrı kalacaksın. Ancak bu ayrılık, ihtiyarî bir mükellefiyet değil, fakat zorunlu olarak buna mecbursun. Şöyle ki.: Allah (celle celâlühü) Ona amansız bir hastalık vermişdi ve kendisi, her hangi bir kimseye dokununca ve birisi ona dokununca, mutlaka kendisinde hemen şiddetli bir sıtma başlardı. İşte bundan dolayı kendisi de insanlardan kaçıyordu ve insanlar da ondan kaçıyorlardı. Ve Sâmiri, olanca sesiyle "Dokunma yok!" diye bağırıyordu. Ve Sâmirî ile görüşüp konuşmak, onunla bir araya gelmek, alıs-veriş yapmak gibi normal olarak insanlar arasında cereyan eden bütün muameleler İsrail Oğullarına yasaldandı ve insanlar arasında, Harem'e (Mekke'ye) iltica eden katilden ve çölde kaçan yabani hayvandan daha yalnız kaldı. Deniliyor ki, Sâmirî'nin kavminde bu güne kadar o hastalık hâlâ bakidir.

Her halde onun suçuna özellikle bu cezanın verilmesi, aradaki zıddiyet münasebetidir. Zira Sâmirî, ölülerin hayatına sebep olan bir işle uğraşınca, onun zıddıyla cezalandırıldı. Nitekim kendisine dokunmak, dirilerin ölmesine sebep olan sıtma sebebi olmuştur.

B- "Yine senin için kesinlikle kurtulamayacağın bir azap vaadi var."

Yani Allah (celle celâlühü) Bu dünyada seni cezalandırdıktan sonra ahirette de senin için, o'nun mutlaka gerçekleştireceği bir azap vaadi daha var.

C- "Taparak üstüne düştüğün İlâhna bir bak! Yemin olsun, onu mutlak yakacağız, sonra onu parçacıklar haline denize savuracağız."

Yani Biz onu mutlaka ateşte yakacağız, yahut eğe ile yontacağız; sonra onun külünü, yahut talaşını denize savuracağız ve ondan hiçbir madde ve eser bırakmayacağız.

Hazret-i Mûsâ, bunu tamamen gerçekleştirmiştir. Nitekim onun, "tanrına bir bak" demesi de, bunun kanıtıdır. Bunu açıkça zikretmemesi ise, bunun açık bir husus olduğuna ve yeminle tekit edilen vaadinden caymasının imkânsız olduğuna dikkat çekmek içindir.

98

"Sizin İlâhınız, kendisinden başka hiçbir İlâh olmayan yalnız Allah'tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır."

Bundan önce bâtıl çürütüldükten sonra, burada da hitap şekli değiştirilip hepsine tevcih edilmek suretiyle hak gerçek olanla ortaya konmaktadır. Yani sizin ibâdete lâyık olan yegâne Mabudunuz o Allah'tır ki, Kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur; hiçbir varlık, hiçbir hususta ve ezcümle İlahlık hükümlerinde onun ortağı olamaz. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Binaenaleyh o buzağı da, öncekide o'nun ilminin kapsamına dâhildir.

Hazret-i Mûsâ'nın, tevhidin izahı olarak söyledikleri, burada tevhîd ifadesiyle son bulmaktır.

99

"Ey Resûlüm! İşte böylece geçmişin kıssalarından bir kısmını sana anlatıyoruz. Şüphesiz sana da katımızdan büyük bir Kitap verdik."

A- "Ey Resûlüm! İşte böylece geçmişin kıssalarından bir kısmını sana anlatıyoruz."

Bu kelâm ile, daha önce zikredilen eski ümmetlerin kıssalarının benzerlerini anlatan âyetlerin indirilmesiyle Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Güzel vaat kabilinden hitap edilmektedir. Yani ey Resûlüm! Senin basiretini daha da açmak, ilmini sağlamlaştırmak, mucizelerini çoğaltmak ve ümmetinden basiret sahibi olanlara hatırlatmak için, daha önce dinlediğin hârika kıssalar gibi kıssaları sana anlatıyoruz.

B- "Şüphesiz sana da katımızdan büyük bir Kitap verdik."

Yani şüphesiz Biz, sana da katımızdan, eskilerin hikmetli ve ibretli kıssalarını ve haberlerim içeren, tefekkür ve itibara lâyık büyük bir Kitap verdik; bütün iyilikleri ihtiva eden Kur’ân-ı Kerîm'i verdik.

100

"Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki, o, kıyamet günü ağır bir yük taşıyacaktır."

Yani kim, iki cihan saadetinin yegâne kaynağı olan şânı yüce o muazzam Kitaptan yüz çevirirse,

Diğer bir görüşe göre ise, kim, Allah'tan yüz çevirirse, küfür ve günahlarından dolayı, kıyamet gününde büyük bir vebal taşıyacak ve ağır bir azaba uğrayacaktır.

101

"Onlar bu yükün altında temelli olarak kalacaklardır. Kıyamet günü onların yükü ne kötü!"

Yani onlar bu günah yükünün karşılığı olan Cehennem azabında sonsuz olarak kalacaklardır.

102

"Sûra üfürüldüğü gün, işte o gün suçluları korkudan gözleri gömgök olarak mahşerde toplayacağız."

Onların gözlerinin gömgök halde haşır edilmelerinin sebebi şudur: Gözün gömgök renginde olması, Araplara göre en kötü ve en sevimsiz gözdür. Zira Arapların en büyük düşmanı olan Rumların gözleri böyle idi. İşte bundan dolayıdır ki, Araplar düşmanı vasıflandırırken: "Kara yürekli, kızıl sakallı, gök gözlü" derlerdi.

Yahut gözleri âmâ olarak onları mahşerde toplayacağız, demektir. Çünkü âmâların gözbebeğinin rengi böyle olur.

103

"Aralarında "Dünyada sadece on gün kaldınız" diye fısıldaşacaklar."

Yani onlar kıyamet gününün çetin azabını görüp de, dünyada ömürlerini gayri meşru arzularda ve şehvetlerin peşinde geçirmelerinden dolayi o azaba müstahak olduklarını kesin olarak anladıklarında, dünyada kaldıkları süreyi, çok kısa veya âhiret müddetini çok uzun görmelerinin ifadesi olarak, kendi aralarında böyle fısıldaşacaklar. Yahut bunu, mezarda söyleyecekler.

Onların haline en münasip olan da bu mânadır. Zira onlar, dünyada inkâr ettikleri ve imkânsızlar kabilinden saydıkları yeniden dirilmeyi bilfiil yaşayınca, itiraf olarak ve vukuu süratinin gerçekleşmesi olarak bunu demekten kendilerini alamayacaklar. Yani sanki birbirlerine: "Siz gerçekten diriltildiniz ve mezarda ancak pek kısa bir süre kaldınız" diye fısıldaşacaklar. Yoksa onların perişan ve korkunç hali, nimet ve sevinç günlerini hatırlatmak, o hayati kısa görmek ve ona teessüf etmek imkânını onlara vermez.

104

"Onların aralarında konuştukları konuyu Biz en iyi bileniz. Onların en olgun olanı o zaman / "Bir günden fazla kalmadınız" diyecektir."

Yani Biz, onların dünyada ne kadar kaldıklarını en iyi bileniz. Onların, görüş olarak, yahut hareket ve davranış olarak en olgun ve âdil olanı o zaman: "Siz yalnız bir gün kaldınız" diyecektir.

Bu sözün, onların en olgun olanına isnat edilmesi, Allah'ın (celle celâlühü), bunu tercih buyurduğu anlamına gelmektedir. Fakat bu tercih, onun doğruya daha yalcın olduğu için değil, fakat durumun korkunçluğunu daha iyi bildirdiği içindir.

105

(Ey Resûlüm), sana dağların kıyâmetteki hâlini sorarlar(sa), de ki: “ Rabbim onları ufalayıp savuracak.

106

Bak. Âyet 107.

107

"Ey Resûlüm! Sana dağların ne olacaklarını soruyorlar. Sen de, de ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak.

Yerlerini de dümdüz bir toprak olarak bırakacak. Orada bir iniş de, bir yokuş da göremeyeceksin."

Dağların, sonunda ne olacaklarını soran Sakîf kabilesinden bir zât idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Mekke müşrikleri alay etmek için bunu sormuşlardı.

Yani Allah (celle celâlühü), sonunda dağları kum haline getirecek; sonra şiddetli bir rüzgâr gönderip kumları darmadağın edecektir. Dağların yerleri de, diğer yerlerle aynı seviyeye getirilip her taraf dümdüz olacaktır. Artik dağların yerlerinde, yahut yeryüzünde engebe görmeyeceksin,

108

"O gün insanlar, dâvetçiye (İsrafil'e) uyacaklar. Ona karşı hiçbir yançizme olmayacaktır. Çok merhamet edici olan Allah'a karşı sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir ses işitemezsin."

A- "O gün insanlar, dâvetçiye (İsrafil'e) uyacaklar. Ona karşı hiçbir yan çizme olmayacaktır."

Yani dağların savrulacağı gün insanları Allah (celle celâlühü) adına mahşere çağıran İsrafil'in çağrısına uyacaklar. Çağrılanlardan hiçbir kimse, yan çizemeyecektir.

İsrafil (aleyhisselâm) ikinci üflemede Beytülmakdis'in Sahrası (kayası)' üzerinde ayakta şöyle seslenecektir: "Ey çürümüş kemikler, ey ayrılan mafsallar, ey parçalanan etler! Rahman Allah'ın huzuruna kalkın!" Bunun üzerine onlar da, her taraftan mahşere yönelecekler.

B- "Çok merhamet edici olan Allah'a karşı sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir ses ışitemezsin."

Yani o gün Allah'ın (celle celâlühü) heybetinden bütün sesler kısılacaktır. Artik yalnız gizli sesleri duyabilirsin.

Yahut o gün artık yalnız, onlar mahşere doğru yürürken ayak seslerini duyabilirsin.

109

"O gün çok merhamet edici olan Allah'ın izin verdiği, sözünden de hoşnut olduğu kimseden başka hiç kimsenin şefaati fayda vermez."

Yani o korkunç hallerin vâki olacağı gün, Rahman (çok merhamet edici) olan Allah'ın, şefaat izni verdiği ve hakkında ve yüce şânı için söylediği sözlerinden hoşnut olduğu kimseden başka hiç kimsenin şefaati fayda vermez; başkaları ise, şefaate kalkışmaları farz edilse bile, şefaatleri fayda vermez. Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir:"Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.", "Rahman Allah huzurunda söz ve izin alandan başkalarının şefaat hakkı olmayacaktır.", "Allah rızasını kazanmış olanlardan başkasına şefaat etmezler."

Şu halde Allah'ın (celle celâlühü) izin vermediği kimseden şefaat asla sâdır olmayacaktır. "Ondan hiçbir şefaat kabul olunmaz." âyetinin mânâsı ise, şefaat izni verilmeyecektir, demektir. Yoksa şefaat vâki olduktan sonra kabul olunmayacaktır, demek değildir.

110

"O, insanların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. İnsanların bilgisi ise, o'nun bildiklerini kavrayamaz."

A- "O, insanların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir."

Yani Allah (celle celâlühü), insanların geçmiş hallerini, de,

Diğer bir görüşe göre ise, dünyalarını da, geleceklerim de, bir görüşe göre de âhiretlerinı de bilir.

B- "İnsanların bilgisi ise, o'nun bildiklerini kavrayamaz."

Diğer bir görüşe göre ise, insanların bilgisi, kemâl sıfatlarına ve ezcümle her şeye şâmil olan ilme sahip olması cihetiyle, o'nun Zâtını kavrayamaz.

Bir diğer görüşe göre ise, yani insanların bilgisi, geçmiş ve gelecek hallerıni kavrayamaz, demektir. Zira insanlar, bunların hepsini bilmiyorlar ve bildiklerinin de tafsilatını bilmiyorlar.

111

"Bütün yüzler (başlar), hep diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip bükülmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten hüsrana uğramıştır."

Yani başlar, kahredici hükümdarın elinde bulunan esirler gibi zeki olarak eğilmiştir.

Herhalde bu yüzler, günahkârların yüzleridir. Nitekim diğer bir âyette de, "Kâfirlerin, yüzleri karardı." denilmektedir. Zaten bundan sonra, "zulüm yüklenen ise, gerçekten hüsrana uğramıştır" denilmesi, bunu teyit etmektedir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh), bu cümlenin tefsiri olarak diyor ki: "Yani Allah'a ortak koşup da tevbe etmeyen, hüsrana uğramıştır."

112

"Her kim mü’min olarak iyi işler de yaparsa, artık o, ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkar."

Yani her kim, îman edip de İslam dininin iyi saydığı işler de yaparsa, o, artık İlâhî vaadin gereği olarak hak ettiği mükâfatın verilmemesinden de, eksik verilmesinden de korkmaz. Yahut zulüm cezasından da, hak çiğnemek cezasından da korkmaz. Zira her ikisi de kendisinden sâdır olmamış ki, onların cezasından korksun.

113

"Ey Resûlüm! Biz onu işte böylece Arapça bir Kur’ân olarak indirdik de, onda bazı vaatleri tekrar tekrar açıkladık ki, sakınsınlar, yahut Kur’ân kendileri için bir öğüt meydana getirsin."

Yani ey Resûlüm! Azap vaatlerini içeren ve kıyametin korkunç hallerini bildiren âyetler gibi Kur’ân'ın tamamını Arapça olarak indirdik kı, Araplar, mânasını anlasınlar ve beşer gücü üstünde olup. Yaradan tarafından indirildiğine delâlet eden mucize nazmına vâkıf olsunlar. Ve Biz, Kur’ân'da bazı vaatleri tekrar, tekrar açıkladık ki, küfür ve günâh fiillerinden sakınsınlar, yahut Kur’ân, onlara bir öğüt ve ibret meydana getirsin de, neticede onları takvaya götürsün.

114

"Şu halde, gerçek hükümran olan Allah, pek yücedir. Ey Resûlüm! Allah'ın sana olan vahyi bitirilmeden önce Kur’ân'ı okumakta acele etme ve: "Rabbim! Benim ilmimi artır!" de."

A- "Şu halde, gerçek hükümran olan Allah, pek yücedir."

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) Zâtını ve kullarını kendileriyle yönettiği emirleri, yasakları, mükâfat ile ceza vaatleri gibi sıfatlarının şânını tazim etmektedir. Yani Allah'ın (celle celâlühü) Zâtı pek yücedir ve Zâtı, sıfatları, fiilleri ve halleri itibarıyla yaratılmışlara benzemekten son derece münezzehtir O, emirleri geçerli olan, mükâfat vaatleri umulmaya ve ceza vaatlerinden korkulmaya lâyık olan ve hükümranlığı ile Zatî Uluhiyyeti hak olan yegâne Hükümdardır. Yahut o'nun Zatı ve sıfatları sabittir, değişmez.

B- "Ey Resûlüm! Allah'ın sana olan vahyi bitirilmeden önce Kur’ân'ı okumakta acele etme ve: "Rabbim! Benim ilmimi artır!" de."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), vahyin telakki ve hıfzına son derece itina gösterdiği için, önceleri Cebrâîl kendisine vahiy getirdiğinde harf, harf ve kelime, kelime telaffuzda onu takip ediyordu. İşte burada Kur’ân'ın indirilmesi zikredilirken, İstitrat (arasöz) olarak bu da yasaklanmıştır. Çünkü kelimelerın zihinlere yerleşmesi, mânalarının yerleşmesine bağlıdır. Ve bir kelimenin telaffuzu, ondan sonra gelecek olanları duymaktan alıkoyabilir.

Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), ilim ve irfanının arttırılmasını niyaz etmesi de emredilmiştir. Yani ey Resûlüm! Allah'tan (celle celâlühü) ilminin artmasını niyaz et; çünkü seni amacına ulaştıracak olan, acele etmek değil, fazla ilimdir.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mezkûr emirle, açıklaması gelmeden önce, mücmel olanı tebliğ etmekten men edildi. Ancak bu görüş isabetli değildir; çünkü açıklaması gelmeden önce, mücmel olan âyetleri okumanın ve tebliğ etmenin sıhhat ve meşruiyetinde şüphe yoktur.

115

"Yemin olsun ki, Biz, daha önce Âdem'e de ahit (emir) vermiştik. Fakat O, ahdi unuttu. Onu azim sahibi de bulmadık."

Bu kelâm, Kur’ân'da ki bazı vaatlerin tekrar, tekrar açıklanması hususunu bildirmekte ve Âdem oğullarının temelinde isyan ve damarlarında unutkanlık bulunduğunu beyan etmektedir. Bir de, "işte böylece geçmişin kıssalarından bir kısmını sana anlatıyoruz." âyetinde verilen vaat, böylece gerçekleştirilmektedir.

Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz, Âdem'e (aleyhisselâm) Daha önce emir vermiş ve tavsiyede bulunmuştuk. Fakat o, ahdi unuttu, ona itina göstermedi ve nihayet ondan gafil kaldı. Yahut unutulan bir şey gibi onu terk etti. Biz, Âdem'i işler karşısında azim ve sebat sahibi bulmadık. Çünkü o, azim sahibi olsaydı, Şeytan, onun ayağını kaydıramazdı ve onu aldatamazdı. Hazret-i Âdem'in bu durumu, işin başında olup henüz hâdiselerde tecrübe sahibi oknadan, zorluklan yaşamadan ve acılar tatmadan önce idi.

Peygamberimiz'den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bütün Âdem oğullarının hayalleri, Âdem'in hayalleri ile tartılsa, Âdem'in hayalleri ağır gelir. Zaten Allah (celle celâlühü) onun hakkinda: "Biz, onu azım sahibi bulmadık." buyurmuştur."

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, Âdem'de günah işlemek azmi bulmadık, demektir. Zira Hazret-i Âdem, kasıtlı olarak değil, fakat hata ile günah işledi.

116

"Hani, Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin!" demiştik de, onlar da hemen secde etmişlerdi; ancak İblis hariç, o, yüz çevirmişti."

Burada, Hazret-i Âdem'in o malûm hali, unutmasının nasıl gerçekleştiği ve azim sahibi olmayışı beyan edilmeye başlanmaktadır.

117

"Bunun üzerine Biz de demiştik ki: "Ey Âdem! Bu, sana da, eşine de gerçekten büyük bir düşmandır. Sakın, sizi Cennetten çıkarmasın! Sonra bedbaht olursun."

Yani Biz, nasihatine pek önem verdiğimiz için ondan sonra da Âdem'e demiştik ki; ey Âdem! Bu yaptığını gördüğün Şeytan, sana da, eşme de gerçekten büyük bir düşmandır. Sakın, sizin Cennetten çıkarılmanıza sebep olacak bir şeyi size yaptırmasın. Sonra bedbaht olursun.

Burada bedbahtlık fiili, yalnız Hazret-i Âdem'e isnat edilmiş, çünkü bu işlerde asıl olan Hazret-i Âdem'dir ve onun bedbahtlığı eşinin bedbahtlığını gerektirmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada şakilikten (bedbaht'lıktan) murat, geçim imkânlarının temininde güçlüktür. Ve bu da, erkeklerin vazifelerınden-dır.

118

Bak. Âyet 119.

119

"Şüphesiz Cennette senin için aç kalman da yok, çıplak kalman da yok. Yine sen Cennette susuzluk çekmeyeceksin, sıcaktan da bunalmayacaksın."

Bu âyetler, mezkûr emrin gereğinin yapılmasının sebebini beyan etmektedir. Zira Cennette rahatlık imkânlarının bir arada bulunmaları, orada kalmak sebeplerinin tahsiline çok önem verilmesini ve oradan çıkarılmaya sebep olacak hareketlerden kaçınmak için büyük gayret harcamayı gerektirmektedir.

Burada, Cennette Hazret-i Âdem'in, türlü, türlü yiyeceklerden, içeceklerden ve her çeşit güzel giyeceklerden ve beğenilen meskenlerden faydalanma imkânına sahip olduğu sarahaten belirtilmemiş. Halbuki bunun, Cennette kalmaya teşvik olduğu açıktır. Böyle iken bunun yerine bunların zırlan olan açlık, susuzluk, çıplaklık ve sıcaktan bunalmanın zikredilmesi, yasak olan o şeyleri hatırlatmak ve anılan nimetlerde, Allah'ın (celle celâlühü) sakındırdığı çeşitli bedbahtlıkların bulunduğuna dikkat çekmek içindir. Ta ki, bedbahtlığa sebep olacak şeylerden şiddetle kaçınsın. Kaldı ki, bu konudaki teşvik, istisna edilen ağaçtan başka Cennetin bütün nimetlerinden faydalanmasına izin verilmesiyle hâsıl olmuştur.

Nitekim "Ey Âdem! Sen ve eşin Cennette yerleşip dilediğiniz nimetinden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın!" âyetinde belirtilmiştir. Burada bunun zikredilmemesi, oradaki zikriyle iktifa edildiği içindir. Burada, zımnen tehdit de ifade eden teşvikin zikredilmesiyle iktifa edilmiştir.

"Cennette senin için aç kalman da yok..." İfadelerinin mânası, zikredilen dört şeyden hiçbirinin asla olmaması demektir. Zira tolduk, suya kan mistik, giyinmiştik ve barınma, bazen zıtlarınin, yani yiyecek, içecek, giyecek ve meskenin bulunmaması halinin arız olmasından sonra hâsıl olmaktadır. Cennette ise durum böyle değildir. Aksine, mezkûr şeylerden birine meyil ve istek vaki olunca, bu istek, zaruret haddine varmadan da onlardan faydalanır.

Açlık ile susuzluk ve keza çıplaklık ile sıcaktan bunalma halleri aynı cinsten oldukları halde bir arada zikredilmemeleri, minnet makamının hakkını tamamıyla ifa etmek içindir. Zira bu şekilde ayrı zikredilmeleri, işaret ediyor kı, bunların her birinin bulunmaması, kendi başına müstakil bir nimettir.

Eğer açlık ile susuzluk bir arada zikredilmiş olsaydı, her ikisinin bulunmamasının tek bir nimet olduğu vehmedilebilırdi.

Keza çıplaklık ile sıcaktan bunalma için de aynı şey söylenebilir. Bir de, ziyadesiyle açıklama olsun diye, mezkûr şeylerden her birinin olmamasının bizzat maksût olduğuna ve asıl olarak zikredildiğine dikkat çekmek içindir. Yoksa bunların bazısının zikrinin, başkasının zikrine bağlı olarak ve bir ara söz olarak gerçekleşmemistir. Nitekim aynı cins olan iki şeyin bir arada zikredilmesi takdirinde bu husus, vehmedilebilir.

120

"Derken şeytan ona vesvese verip dedi ki: Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmaz bir saltanatı göstereyim mi?"

Yani Şeytan ona vesvesesini ulaştırdı, yahut gizilce ona vesvese verdi ve

Dedi ki: Ey Âdem! Sana, meyvesini yiyen bir kimsenin, hiç ölmeyi sonsuz olarak yaşayacağı ağacı göstereyim mi?

Burada kastedilen ebedî hayat, insan olarak da olabilir, melek olarak da olabilir. Nitekim diğer bir âyette de, "Ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi."

121

"Nihayet ikisi de ondan yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri kendilerine açhverdi. Üstlerini Cennet yaprağı ile örtmeye koyuldular. Ve Âdem, Rabbine âsi olmuş da yolunu şaşırmıştı."

A- "Nihayet ikisi de ondan yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri kendilerine açılıverdı."

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Hazret-i Âdem ile Havva (aleyhisselâm), Allah'ın (celle celâlühü) nurdan kendilerine giydirdiği giysiden çıplak kaldılar ve nihayet edep yerleri açılıverdi."

B- "Üstlerini Cennet yaprağı ile örtmeye koyuldular."

Bu cümlenin tefsiri A'râf sûresinde geçti.

C- "Ve Âdem, Rabbine âsi olmuş da yolunu şaşırmıştı."

Yani Hazret-i Âdem, daha önce zikredildiği gibi o ağaçtan yemekle Rabbine âsi olmuş da matlubu olan ebedî hayat yolunu şaşırmıştı, yahut emir olunduğu doğru yoldan sapmıştı. Çünkü düşmanının sözüne aldanmışti.

Hazret-i Âdem'in hatası küçük olduğu halde onun isyan ve şaşırmakla vasıflandırılması, bu hatasını büyük göstermek ve ondan üreyen evladını bu hataların emsalinden şiddetle men' etmek içindir.

122

"Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti."

A- "Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti"

Yani Hazret-i Ademin bu hatasından sonra Rabbi, kendisini tevbeye sevk etmek ve muvaffak kılmakla onu seçti ve Kendisine yaklaştırdı ve Hazret-i Âdem ile eşi Havva'nın (aleyhisselâm) "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz." şeklindeki rövbelermden sonra onun tevbesini kabul etti.

Seçmek ve tevbeyi kabul etmek hususlarında yalnız Hazret-i Âdem'in zikredilmesi, daha önce zikredilen sebepten (Hazret-i Havva'nın, ona tâbi olmasından) dolayıdır.

B- "Ve doğru yola yöneltti."

Yani Rabbi, onu, tevbede sebata ve günahlardan temiz kalmak için sebeplerine sarılmaya yöneltti.

123

"Dedi ki: Birbirinize düşman olarak ikiniz de Cennetten inin! İmdi, benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık o doğru yoldan sapmaz ve bedbaht olmaz."

A- "Dedi ki: Birbirinize düşman olarak ikiniz de Cennetten inin!"

Yani Cennetten yeryüzüne inin ve geçimlerinizi kazanma yolunda bir birlerinize düşman olacaksınız. Nitekim insanlar, geçimleri uğrunda birbirleriyle çekişip savaşmaktadır.

Burada Hazret-i Âdem ile Havva için, "inin" filimde çoğul kıpının kullanılması, onların zürriyetlerin ask ve evlatlarının menşei olmaları itibanyladır.

B- "İmdi, benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık o doğru yoldan sapmaz ve bedbaht olmaz."

Yani kim Benim hidâyetime uyarsa, artık o, dünyada doğru yoldan sapmaz ve ahirette bedbaht olmaz.

124

"Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, işte onun için şüphesiz sıkıntılı bir hayat olacak ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşir edeceğiz."

A- "Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, işte onun için şüphesiz sıkıntılı bir hayat olacak."

Yani kim de, Beni hatırlatan ve Bana yönlendiren hidâyetimden yüz çevirirse, onun için dünyada şüphesiz sıkıntılı bir hayat olacak. Zira onun himmet ve gayretinin tamamı ve göz diktiği hedefler, dünyevî amaçlardan ibarettir ve o, kendini tamamen onları arttırmaya vermiştir ve onların eksilmesinden korkmaktadır. Ahirete tâlip olan mü’min ise böyle değildir. Üstelik, Allah (celle celâlühü), bazen küfrün uğursuzluğuyla onların hayatını daraltır ve îmanının bereketiyle mü’minin hayatını genişletir. Nitekim Allah (celle celâlühü) Şöyle buyurmaktadır: "Onlara zillet ve meskenet damgası vurulmuştur.", "Eğer o kasabaların halici îman edip aykırılıklardan sakınsalardı, Biz, mutlaka gökten ve yerden bereket kapılarını onlara açardık.", "Eğer Kitap Ehli îman etselerdi, ...mutlaka üstlerinden (gökten) ve altlarından (yerden) gelecek rızklar yiyeceklerdi."

Diğer bir görüşe göre ise, sıkıntılı hayattan murat, Cehennemde yiyecek olarak yalnız kuru diken ile zakkum ağacını bulmalarıdır.

Bir diğer görüşe göre ise bundan murat, kabir azabıdır.

B- "Ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşır edeceğiz."

Yani Biz, onları gözlerini, görmelerini kayıp etmiş olarak haşır edeceğiz. Nitekim "Biz, onları kıyamet gününde yüzüstü, kör, dilsiz ve sağır olarak haşır edeceğiz." âyetinde de bu mânâdadır.

125

"O: "Rabbim! Beni niçin kör olarak haşır ettin? Halbuki ben, tam olarak gören idim!" der."

Yani Halbuki ben, dünyada tam olarak gören bir insan idim, der.

126

"Allah buyurur ki: İşte sen böyle yaptın: Âyetlerimiz sana gelmişti de, sen onları unutmuştun. İşte bugün de sen öylece unutuluyorsun!"

Yani işte sen şunu yaptın. Hiç kimseye gizli kalmayacak kadar apaçık olan âyetlerimiz sana gelmişti de, sen onlara karşı kör kaldın ve hiç hatırlanmayan bir şey gibi onları tamamen terk ettin. İşte senin dünyadaki unutman gibi bugün de sana uygun bir ceza olarak sen kör olarak bırakılacaksın. Fakat bu körlük, bazılarının dediği gibi ebedî olmayacak, fakat Allah'ın (celle celâlühü) dilediği zamânâ kadar olacak, sonra o körlüğü kaldıracak ve o, kıyametin korkunç hallerini ve Cehennemdeki yerini görecektir. Bu da, ona azap üstüne azap olacaktır. Keza, dılsizlik ve sağırlığı da Allah (celle celâlühü) kaldıracaktır. Nitekim "Onlar Bizim huzurumuza çıkacakları gün ne iyi duyarlar ve ne iyi görürler!" âyetinden de bu gerçek anlaşılmaktadır.

127

"Haddi aşıp da Rabbinin âyetlerine inanmayanlara işte böyle ceza veririz. Âhiret azabı elbette daha çetin ve daha süreklidir."

Yani gayri meşru nefsanî arzulara tamamen batmış olup da rabbinin âyetlerine înanmayıp onları yalanlayan ve onlardan yüz çeviren kimselere işte böyle cinayetlerine uygun cezalar veririz. Mutlak olarak âhiret azabı, yahut Cehennem azabı ise, o sıkıntılı azaptan, yahut o sıkıntılı azap ile kör olarak haşır edikmekten daha çetindir ve daha süreklidir.

128

"Kendilerinden önce nice nesilleri Bizim helâk etmiş olmamız, onlara doğru yolu göstermedi mi? Halbuki onlar, yurtlarında gezip dolaşıyorlardı. Çünkü bunda, (sağlam) akıl sahipleri için hiç şüphesiz çok ibretler vardır."

A- "Kendilerinden önce nice nesilleri Bizim helâk etmiş olmamız, onlara doğru yolu göstermedi mi?"

Bu kelâm, makabkni izah etmektedir. Âyetin meâlindeki "onlar" zamiri, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) muasırı olan müşrikleri ifade etmektedir. Yani kendilerinden önce Bizim çok eski kavimleri helâk etmiş olmamız, onların hidâyete erişmeleri için ibret dersi olmadı mı? Yahut onların sonuçlarını kendilerine göstermedi mi?

Bu hidâyetin izahı, A'râf: 100. Âyetin tefsirinde geçti.

B- "Halbuki onlar, yurtlarında gezip dolaşıyorlardı."

Yani Bizim, Hicr dost ve tarafları, Semûd Kavmi ve Lût (aleyhisselâm) Kavminin kasabalarının halkı gibi, eski nesilleri helâk etmemiz, bu müşriklere ibret dersi olmadı mı? Halbuki bu müşrikler, Şam seyahatlerinde onların yurtlarından geçerken helaklerinin eserlerini görüyorlar. İşte bu, kendilerinin de onların akıbetine uğramamaları için ibret alıp hakka hidâyet olmalarını gerektirmektedir.

Yahut nice eski nesiller, kendi yurtlarında güven içinde gezip dolaştıkları bir sırada Bizim onları helâk etmiş olmamız, bu muasır müşriklere hidâyet vesilesi olmadı mı?

C- "Çünkü bunda, (sağlam) akıl sahipleri için hiç şüphesiz çok ibretler vardır."

Bu, mezkûr inkârın gerekçesi ve hidâyet delili olduğu halde hidâyete eremeyişlerinin izahıdır. Yani birçok eski kavimlerin bu yüzden helâk edilmelerinde, çirkinliklerden ve en büyük çirkinlik olan, o Mekke kâfirlerinin, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini inkâr etmek, onlara karşı kör gibi davranmak ve diğer çeşitli günahlardan işledikleri fiillerden alıkoyan sağlam akıl sahipleri için hiç şüphesiz hidâyetleri gayet açık ve hakka delâletleri gayet aşikâr çok büyük ibretler vardır. Şu halde bu tarihî gerçekler, hakka hidâyet etmektedir, hem de nasıl etmektedir!

129

"Ey Resûlüm! Eğer Rabbinden, daha önce sâdır olmuş bir söz ve belirlenmiş bir vâde olmasaydı, elbette onların helaki da kaçınılmaz olurdu."

Bu kelâm, Resûlüllah Devrindeki, müşriklerin, "Kendilerinden önce nice nesilleri Bizim helâk etmiş olmamız..." âyetinin bildirdiği eski kavimlerin helakinin bir benzerine uğramamalarının hikmetini beyan etmektedir.

Yani eğer bu ümmetin azabının, İlâhî hikmetin ve maslahatın gereği olarak âhirete ertelenmesinin sözü ve ömürleri, yahut azapları için belirlenmiş bir vade -ki, kıyamet günüdür, yahut Bedir savaşı günüdür- olmasaydı, bu kâfirlerin işledikleri cinayetlerin cezası bir saat bile asla ertelenmezdi ve Ad ve Semûd kavimleri gibi eski kavimlerin başına gelenler, bunların da başına gelirdi.

Âyette, Peygamberimize hitaben "...Rabbinden" denilmesi, işaret ediyor ki, o asırdaki müşriklerin cezalarının tehir edilmesi, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şerefi hürmetinedır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey Resûlüm! Sen onların arasında iken Rabbin onlara azap gönderecek değildir."

130

"Ey Resûlüm! Artık sen, onların söylediklerine karşı sabret. Güneşin doğmasından önce de? batmasından önce de Rabbini överek tesbîh et; gecenin bazı anlatında da, gündüzün iki tarafında da tesbîh et ki, hoşnut olasın."

A- "Ey Resûlüm! Artık sen, onların söylediklerme karşı sabret, "

Yani zilcredildiği gibi onların azabının tehir edilmesi, ihmal için değil, fakat mühlet vermek için olduğuna ve cezaları mutlaka vâki olacağına göre, artık sen, onların söyledikleri küfür kelimelerine sabret.

Zira Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) onların mutlaka azaba uğratılacaklarım bilmesi, kendisini teselli eder ve sabretmesini kolaylaştırır.

B- "Güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbini överek Tesbîh et."

Yani seni hidâyet ve başarısının kemaline ulaştıran Rabbini överek namaz kıl. Yahut Allah'ı o kafirlerin o'na isnat ettikleri o yüce şanına yakışmayan şeylerden tenzih et; sana bahşettiği hidâyet temyizinden dolayı o'na şükret ve bütün nimetlerin sahibi O olduğunu kabul et!

Ancak birinci görüş, daha zahirdir ve "güneşin doğmasından önce" ifadesine de daha münâsip düşmektedir. Zira Allah'ı tenzih etmek için vakit tâyini, dinde biknen bir şey değildir. Bu itibarla bundan murat "Sabah namazı"dır ve "güneşin batmasından önce" ifadesinden murat da "Öğle ve ikindi namazları"dır.

C- "Gecenin bazı anlarında da, gündüzün iki tarafında da Tesbîh et ki, hoşnut olasın."

Yani bu vakitlerde de namaz kıl. Bundan da murat, "Akşam ve Yatsı namazları"dır. Bu, Akşam ile Yatsı namazının özel faziletleri olduğunu bildirmektedir. Zira bu iki namaz vaktinde kalp, daha topludur ve istirahata daha meyilkdir. Bu itibarla bu iki vakitteki ibâdet insana daha zor gelmektedir. İşte onun için bir âyette şöyle denilmektedir: "Şüphesiz gece kalkışı, daha tesirk ve sağlam bir okumaya daha elverışkdir."

Âyetteki "gündüzün iki tarafında da" ifadesi. Sabah namazı ile Akşam namazının tekrarı olup onların özel meziyetlerini bildirmek içindir.

131

"Sakın, kendilerini imtihan etmek için onlardan bazılarını faydalandırdığımız dünya hayatının debdebesine gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir."

A- "Sakın, kendilerini imtihan etmek için onlardan bazılarım faydalandırdığımız dünya hayatının debdebesine gözlerini dikme!"

Yani ey Resûlüm! Salem, kendilerini bir nevi imtihan edip denemek, yahut onlar sebebiyle ahirette kendilerine azap etmek için, kafirlerden bazı sınıflan faydalandırdığımız dünya hayatının süslerine ve şatafatına rağbet ve meyil için göz dikme!

B- "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir!"

Yani Rabbinin, ahirette sana hazırladığı, yahut dünyada sana bahşettiği peygamberlik ve hidâyeti, o kâfirlere dünyada verilen nimetlerden daha hayırlıdır. Zira sana verilen bu nimetler, haddi zatında en büyük nimetler olmanın yanı sıra, bir de bu nimetlerde insanların (dünyevi mânada bir) yarısı yoktur ve gailelerden emindir. O kâfirlere verilen nimetler ise böyle değildir. Ve ey Resûlüm! Sana verilen nimetler daha süreklidır. Zira sana verilen nimetler, dünya debdebesi gibi kesilmeyecektir; onların kendisi, veya eserleri ebedi kalacaktır.

132

"Ailene namazı emret; kendin de sabırla ona devam et. Senden rızk istemiyoruz; Biz, sana rızk veriyoruz. İyi akıbet de, takva sahiplerinindir."

A- "Ailene namazı emret; kendin de sabırla ona devam et."

Bundan önce Peygamberimize namaz emredildikten sonra burada da, kendi ev halkına ve kendisine tâbi olan ümmetine namazı emretmesi emredilmiştir ki, ihtiyaçlarının temininde yardımlaşsınlar; tamamen geçim derdiyle uğraşmasınlar ve servet erbabı gibi dünyalığa ihtiraslı olmasınlar.

B- "Senden rızk istemiyoruz; Biz, sana rızk veriyoruz."

Yani kendi rızkı ile ailenin rızkını temin etmekle (ne pahasına olursa olsun bu rızkı temin etmekle) seni mükellef kılmıyoruz; senin rızkını da, onların rızkını da Biz veriyoruz. O halde sen, yalnız âhiret işlerini düşün.

C- "İyi akıbet de, takva sahiplerinındir."

Yani güzel akıbet de, takva sahiplerinindir.

Bu kelâm, her şeyin temelinin, takva olduğuna dikkat çekmektedir.

Rivâyet olunuyor ki, ailesine bir zarar geldiği zaman Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara namaz kılmayı emrederdi ve bu âyeti okurdu.

133

"Onlar: "Muhammed, Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler. Eski Kitaplardakinin kanıtı olan Kur’ân gelmedi mi onlara?

A- "Onlar: "Muhammed, Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler."

Burada, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem). sabretmekle emir olunduğu o kâfirlerin bazı bâtıl sözleri hikâye edilmektedir.

Yani onlar dediler ki; Muhammed, Rabbinden bize, peygamberlik iddiasının doğruluğuna delâlet eden, yahut bizim istediğimiz mucizelerden bir mucize getirmeli değil miydi?

O kâfirler, kibir ve inatta öyle bir dereceye varmışlardı ki, karşısında sağır dağların bile secdeye kapandığı mucizelerden gördüklerini mucize kabilinden saymamışlar ve nihayet bu büyük şenaati ifade edecek cüreti dahi bulmuşlardı.

B- "Eski Kitaplardakinin kanıtı olan Kur’ân gelmedi mi onlara?"

Yani Tevrat, İncil ve diğer semavî Kitaplardaki bilgilerin bir ispâü olan Kur’ân gelmedi mı onlara?

Allah bu kelâmiyla, onların o çirkin sözlerini red ve tekzip etmektedir. Onlar, o sözlerinin altında, Kur’ân-ı Kerîmin gelmesiyle, mucizenin geldiğini inkâr etmek niyetini taşıyorlardı. Halbuki Kur’ân, bütün mucizelerin anası, başı, en büyüğü ve en sürekli olanıdır. Zira mucizenin hakikati, peygamberliği iddia eden zatın, hangi hususlarda olursa olsun, bazı harikulade özelliklerinin bulunmasıdır. Ve hiç şüphe yoktur ki, bütün özelliklerin en büyüğü ve en üstünü ikmdir. Çünkü ilim, bütün işlerin ask ve eylemlerin başıdır. Ve hiçbir ilimle uğraşmamış ve hiçbir ilim ehlinden ders almamış ümmî bir insanın eliyle ortaya çıkan Kur’ân, bütün öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini hâiz bulunmaktadır. Şu halde Kur’ân geldikten sonra artık hangi mucize istenebilir ve Kur’ân ortada iken hangi delil talep edilebilir ?

Kur’ân-ı Kerîmin, Tevrat, İncil ve diğer semavî Kitaplardaki bilgilerin kamusu olması, bütün peygamberlerin ittifak ettikleri bu Kitaplardaki hakiki itikatların ve temel hükümlerin hak olduklarına ve eski ümmetlerin haberlerinin doğru olduğuna şâhitlik etmesidir. Kur’ân'ın icazı, hak olduğuna şâhitlik edecek başka bir kanıta ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu itibarla Kur’ân, başka şeylerin ispati için kanıt olarak kullanılmaya lâyıktır. İşte bu da, Kur’ânin şanının ne kadar yüce ve burhanının ne kadar parlak olduğunu açıkça göstermekte ve Kur’ânin gelmesiyle en büyük mucizenin gerçekleştiğini, ziyadesiyle izah ve tahkik etmektedir.

134

"Eğer Biz, bundan önce bir azap ile onları helâk etseydik, mutlaka şöyle diyeceklerdi: Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, zelîl ve perişan olmadan önce âyetlerine uysaydık!"

Bu kelâm, bundan önce zikredilen Kur’ân'ın, inkârı mümkün olmayan bir mucize olduğunun izahı olup onların da kıyamet günü Kur’ân'ı kabul edeceklerini beyan etmektedir. Yani eğer Biz, Kur’ân mucizesi, yahut Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmeden önce onları, kökleri kazıyan bir azapla helâk etseydik, onlar kıyamet günü mutlaka şöyle diyeceklerdi: Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir peygamberi bir Kitapla beraber gönderseydin de, dünya azabı ile zelil olmadan ve bugün de Cehenneme düşmekle perişan olmadan önce âyetlerine uysaydık!

Fakat Kur’ân gelmeden önce Biz, onları helâk etmedik. Böylece onların mazereti kesilmiş oldu. İşte bunun için onlar, kıyamet gününde, "Hayır, bize uyarıcı geldi de, biz onu yalanladık ve Allah, bir şey göndermemiştir, dedik" diyeceklerdir.

135

"De ki: Herkes beklemektedir. Artık siz de bekleyin. Doğru yolun yolcuları kimmiş ve hidâyete ermiş olan kimmiş, yakında anlayacaksınız."

Yani ey Resûlüm! O inatla direnen kâfirlere de kı; bizden de, sizden de her fert, bizim akıbetimizi ve sizin akıbetinizi beklemektedir. Artık siz de bekleyin...

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Tâ-Hâ sûresini okursa, kıyamet günü Muhacirler ile Ensar'ın sevapları kadar kendisine sevap verilecek."

Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cennet ehli, Kur’ân'dan yalnız Tâ-Hâ ve Yâsîn sûrelerini okurlar."

0 ﴿