ENBİYÂ SÛRESİ

112 âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.

1

"Şu insanların hesap vermeleri yaklaştı. Onlar ise bir gaflet içinde yüz çevirmektedirler."

A- "Şu insanların hesap vermeleri yaklaştı."

Bu sûrenin başının, bundan önceki sûrenin sonu ile olan münasebeti, açıklanmaya gerek olmayacak kadar açıktır. (Zira bundan önceki sûrenin sonu, dünya hayatından sonraki hayat ile alakadar idi ve bu sûrenin başı da, bu hayattan sonraki hesap ile alakalıdır. Ancak nüzul sırasına göre bu sûre ile bundan önceki sûre arasında yirmiden fazla sûre vardır. Bu münasebet, nüzul tertibine göre geçerli değildir.)

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Bu âyetteki insanlardan murat, müşriklerdir. Bundan sonraki cümleden anlaşılan da budur. Onların hesap vermelerinin yaklaşması, kıyametin yaklaşması zımnında onların hesap vermelerinin yaklaşmasıdır. Yaklaşma fiili, kıyamete isnat edilmeyip hesaba isnat edilmiş; Halbuki, kıyametin yaklaşması, hesabın yaklaşmasını da, kıyametin diğer korkunç hallerinin yaklaşmasını da zorunlu olarak ifade etmektedir. Ancak kelâmın siyakı, onların hesaptan gafletini ve onu hatırlatan uyarılardan yüz çevirmelerini beyan etmek için olduğundan dolayı bu fiil, hesaba isnat edilmiştir."

Yani şu müşriklerin, azabı gerektiren kötü amellerinden hesap vermeleri yaklaşmıştır. Bu yaklaşmadan murat, önce bu hesap, onlardan uzak iken şimdi yaklaşmıştır; çünkü onlar her saatte hesaba, bir önceki saatten daha yaklaşmış oluyorlar. Bu yaklaşmayı, geçmiş zamana göre veya Allah'a (celle celâlühü) göre yakın olduğunu veyahut her gelecek yakındır, şeklinde izah etmek, buradaki yaklaşma ile ilgisi olamaz ve yaklaşma mânasını tahkik için buna gerek de yoktur.

B- "Onlar ise bir gaflet içinde yüz çevirmektedirler."

Yani o müşrikler, ondan tam bir gaflet ve aymazlık içinde bulunuyorlar; yoksa geleceğini kabul, edip de aldırmıyorlar, demek değildir; aksine, akıllarına göre, amellerin cezası gerektiği halde, onlar onu red ve inkâr etmektedirler ve kendilerini gaflet uykusundan uyandıran âyet ve uyarılardan yüz çevirmektedirler.

2

Bak. Âyet 3.

3

"Onlara Rablerinden ne zaman yeni bir öğüt gelse, kendileri onu hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir. O zâlimler şöyle fısildaştılar: Bu Muhammed, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Siz şimdi kendiniz de görüp dururken yine de o sihre mı kapılacaksınız?"

A- "Onlara Rablerinden ne zaman yeni bir öğüt gelse, kendileri onu hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir."

Yani Rablerinden ne zaman, bunu kendilerine en mükemmel şekilde hatırlatan ve onları gaflet uykusundan tamamıyla uyandıran Kur’ân'ın öğütlerinden yeni nazil olan âyetler onlara gelse, aşın gafletlerinden ve işlerin akıbetini düşünmekten tamamıyla yüz çevirmelerinden dolayı, onu hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.

B- "O zâlimler şöyle fısıldaştılar: Bu Muhammed, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir."

Bundan önce onların mutat cinayetleri hikâye edildikten sonra burada da onların hususi cinayetleri beyan edilmektedir.

C- "Siz şimdi kendiniz de görüp dururken yine de o sihre mi kapılacaksınız?"

"Yani bu Muhammed de, ancak sizin cinsinizden sizin gibi bir beşerdir ve onun getirdiği de sihirdir. Siz bunu bildiğiniz halde, bunun sihir olduğunu gördüğünüz halde yine izân ve kabul için onun huzuruna mı gideceksiniz?"

Onların bunu söylemeleri, kendi bâtıl inançlarına yerleşmiş olan şu düşünceye binaendir ki, peygamberler ancak melek olur ve insanların eliyle gerçekleşen bütün harikulade işler sihir kabilindendir. Onlar şu hakikatten gafil kalmışlardır ki, bir insanın bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi, teşriî hikmetin, gereğidir. Allah (celle celâlühü) onları kahreylesin, nasıl da haktan dön duruluyorlar!

O müşriklerin bunu fisildaşmaları şunun içindi: Onlar, eski inancı sağlamlaştırmak, ser ile fesat tohumlarını ekmek, hile ve tuzak hazırlıklarını yapmak yoluyla peygamberlik müessesesini yıkmak ve Allah'ın (celle celâlühü) nurunu söndürmek gayreti içinde bulunuyorlardı. Halbuki kafirlerin hoşuna gitmese de, Allah (celle celâlühü) nurunu mutlaka tamamlayacaktır.

4

"Muhammed, dedi ki: "Gökteki ve yerdeki her sözü Rabbim bilir. Zaten her şeyi işiten ve bilen yegâne o'dur."

A- "Muhammed, dedi ki: "Gökteki ve yerdeki her sözü Rabbim bilir."

Allah (celle celâlühü), o müşriklerin hallerini ve sözlerini Peygamberimize vahiy buyurduktan sonra burada da, peygamberimizin, onların işlerinin Allah için gizli olmadığını, sırlarının açık olduğunu beyan etmek üzere söylediklerini hikâye etmektedir.

B- "Zaten her şeyi işiten ve bilen yegâne o'dur, "

Yani Allah (celle celâlühü) her şeyi ve ezcümle onların fısıldaştıkları şeyleri de hakkıyla işitir ve bilir ve sonunda onların sözlerinin ve fiillerinin cezasını verecektir.

5

"Hayır, o kâfirler dediler ki: "Bunlar saçma rüyalardır; hayır, onu kendisi uydurmuştur; hayır, o, bir şâirdir. Böyle değilse, öncekilere gönderilenin benzeri bir mucize bize getirsin."

A- "Hayır, o kâfirler dediler ki: "Bunlar saçma rüyalardır; hayır, onu kendisi uydurmuştur; hayır, o, bir şâirdir."

Burada Allah (celle celâlühü) onların diğer bazı bâtıl sözlerini, hikâye etmektedir. Yani onlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Bu ancak sizin gibi bîr beşerdir" demekle ve onun eliyle zâhir olan Kur’ân mucizesine de, "O, gerçekten bir sihirdir" demekle yetinmediler; fakat "Bu, karışık saçma rüyalardır" dediler ve bununla da yetinmeyip "Hayır, bunun ask ve aslının şüphesi bile olmaksızın, sırf kendisi uydurmuştur" dediler; sonra da "Hayır, o, bir şâirdir ve onun getirdiği de şirkdir; dinleyenlere hakikati olmayan mânalar hayal ettirmektedir" dediler.

İşte hüccetler karşısında mağlup olup şaş İtin kalan bâtılcilann hak budur; onlar, bâtıl ile en bâtıl arasında, fasit ile en fasit arasında bocalayıp dururlar.

B- "Böyle değilse, öncekilere gönderilenin benzeri bir mucize bize getirsin."

Yani eğer bizim dediğimiz gibi olmayıp gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber ise, o halde eski peygamberlerin getirdiği beyaz el ve asâ mucizeleri gibi bir mucize bize getirsin ki, ona îman edelim.

6

"Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir memleket halkı îman etmemişti. Şimdi bunlar mı îman edecekler?"

Bu kelâm, bundan önce işaret edilen, onların son sözlerinin bildirdiği zımnî îman vaadini yalanlıyor ve beyan ediyor ki, onların bu mucizeleri ıstemelerindeki halleri, tırnaklarıyla ecelini eşeleyen hayvan gibidir ve onların isteklerine cevap verilmemesi, kendilerine mühlet verilmesi anlamındadır. Zira eğer onların istedikleri mucizeler verilip de kendileri yine kesin olarak îman etmeseler, eski ümmetlerde cari olan İlâhî sünnetin gereği olarak, göklerinin kazılması gerekecekti. Çünkü mucizeler isteyip de o mucizeler verildikten sonra îman etmeyenlere, mutlaka tamamen yok edici azap inmektedir. Halbuki ezelde Allah'ın (celle celâlühü) hak kelâmı, bu ümmete toptan yok etmek azabının inmeyeceği şeklinde yazılmıştır.

Yani helâk edilen ümmetlerden hiçbirisi, istedikleri mucizeler kendilerine verildikten sonra îman etmemiştir. Şimdi, bu kâfirler, o eskilerden de daha serkeş ve azgın oldukları halde, istedikleri mucizeler kendilerine verilse de îman edecekler mi?!

7

"Ey Resûlüm! Senden önce de ancak, kendilerine vahiy ettiğimiz erleri peygamber olarak göndermişizdir. Ey insanlar! Eğer bilmiyorsanız, artık bilgi erlerine sorunuz."

A- "Ey Resûlüm! Senden önce de ancak, kendilerine vahiy ettiğimiz erleri peygamber olarak göndermişizdir."

Bu kelâm, onların, "Muhammed de ancak bir insandır... "sözlerine cevap olmasının yanı sıra bir de, "Eski peygamberlere verilen mucizelerin bir benzerini bize getirsin" sözlerinin altına gizledikleri, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eski peygamberler gibi olmadığı anlamına gelen tarizlerinin de zımnen reddidir. İşte bundan dolayıdır ki, "Böyle değil, ise, öncekilere gönderilenin benzeri... "cümlesinin cevabı, bundan önce zikredilmiştir. Bir de, onlar o sözü (Böyle değil ise...) muhataplarını âciz bırakmak maksadıyla söyledikleri için, acilen onun reddi ve iptali gerekir. Nitekim Hûd: 33 ile Hicr: 8 âyetlerinin tefsirinde de geçti.

O kâfirlerin yalanlama sebeb yaptıkları husus, hakikatte tasdiki gerektirmektedir. Çünkü hikmetin gereği olan, insanlara insan bir elçinin ve meleklere de melek bir elçinin gönderilmesidir. Nitekim "De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik." âyetinde bu hakikat ifade edilmektedir.

Zira avam insanlar, meleklerle münasebet kurmak liyâkatinden uzak bulunuyorlar. Çünkü bu, feyiz alan ile feyiz veren arasında bir münasebetin bulunmasına tevakkuf etmektedir. Bu itibarla insanlara peygamber olarak bir meleğin gönderilmesi, yaratılış ve teşri' çarkının, üzerinde döndükleri hikmete ters düşmektedir. Hikmetin gereği olan, meleğin, insanlardan temiz ruhlu, kutsi kuvvede desteklenmiş, hem ruhanî, hem de cismanî âlemle ilgi kurabilen havas olanlarına gönderilmesidir ki, bu peygamberler, bir taraftan alsınlar ve öbür tarafa versinler.

Yani Biz, seni ümmetine peygamber olarak göndermeden önce diğer ümmetlere de, ancak, seçilmeye ve peygamber olarak gönderilmeye lâyık olan özel kısanlardan birtakım erler göndermiş ve melek vasıtasıyla onlara kurallar, hükümler, kıssalar ve haberler vahiy etmişizdir. Tıpkı sana vahiy ettiğimiz gibi. Vahyin hakikatinde de, mefhûmunda da iki vahiy arasında fark yoktur.

Nitekim bu hakikati, "Nuh'a ve diğer peygamberlere vahiy ettiğimiz gibi sana da vahiy ettik... Allah, Mûsâ ile gerçek kelâm ile konuşmuştur." âyetlerinde de anlatılmıştır. Nasıl ki, beşer olarak seninle eski peygamberler arasında hiçbir fark yoktur. Şu halde onlara ne oluyor ki, senin de, diğer peygamberlerden farksız olduğunu ve sana vahiy edilenlerin de, onlara vahiy edilenlere muhalif olmadığım anlamıyorlar da, bu söylediklerini söylüyorlar?

B- "Ey insanlar! Eğer bilmiyorsanız, artık bilgi erlerine sorunuz."

Bundan önce Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) hitap edilerek hak tahkik edildikten sonra burada da hitap değiştirilerek kâfirlerin susturulmaları ve inkâr mertebesinden indirilmeleri için hitap onlara tevcih edilmiştir. Zira bundan önce anlatılan yüksek hakikatlerin beyanı için hitaba ehil olan, Resûlüllah'tır (sallallahü aleyhi ve sellem). Onun haber vermesiyle o hakikatlere vâkıf olmak ise, avam halkın vazifelerinden-dır.

Yani, câhil insanlar! Eğer siz anlatılanları bilmiyorsanız, eski peygamberlerin ahvâline vâkıf olan Kitap Ehline (Yahudi ve Hıristiyanlara) sorun ki, şüpheniz zail olsun.

Müşriklere "bilgi erlerine sorunuz" diye bu şekilde emredilmiş, çünkü büyük topluluklara anlatmak bilgi gerektirir. Kaldı ki, Kitap Ehli olanlar, Peygamberimizin düşmanlığmda müşriklerle beraber ortak hareket ediyorlardı ve Peygamberimize karşı mücadelede müşriklere danışıyorlardı. Şu halde bu kelâm, durumun gayet açık olduğuna ve Peygamberimizin kuvvetine gayet net bir şekilde delâlet etmektedir.

8

"Biz peygamberleri, yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar dünyâda ebedî kalacak da değillerdir."

Bundan önce peygamberlerin beşer olmak konusunda örnek oldukları beyan edildikten sonra burada da peygamberlerin beşerî ve tabiî hükümlerde diğer insanlara örnek oldukları beyan edilmektedir. Yani Biz, peygamberleri yemek, içmek ihtiyaçları olmayan birer ceset olarak yaratmadık; fakat bozulma ortamını sağlamak için onları yemeğe ve içmeğe muhtaç olarak yarattık. Ve peygamberler (aleyhisselâm) temelli bir hayat da sürecek değillerdir. Zira bozulmanın sonu, kaçınılmaz olarak yokluğa varır.

Burada ebedî hayattan murat, meleklerin hayati gibi pek uzun bir süre kalmaktır, yahut sonsuz hayattır. Onların inancına göre melekler ölümsüzdür. Yani Biz, peygamberleri gıda alan ve ecellerine göre hayattan ölümle sona eren bedenler kıldık; onları melekler kılmadığımız gibi, melekler gibi gıdalardan müstağni olan, bedenleri hiç bozulmayan varlıklar da kılmadık.

Şu halde bu cümle, bundan önce zikredilen eski peygamberlerin melekler değil, beşer oldukları hususunu açıklamakta, bir de onların, "Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yiyor?.." şeklindeki sözlerini red etmektedir.

9

"Sonra, onlara olan vaadimizi gerçekleştirdik de, onları ve istediklerimizi kurtardık; haddi aşanları da helâk ettik."

Yani Biz, o peygamberlere vahiy ettik; sonra, o vahiyler içinde düşmanlarını helâk etmek konusunda kendilerine verdiğimiz vaadi gerçekleştirdik de, onları ve mü’minler ile sonra îman edecek olanlar ve onların nesilleri gibi İlâhî hilanetin, bırakılmalarını gerektirdiği kimseleri kurtardık. İşte Arapların, tamamen yok edici azaptan korunmalarının sırrı budur. Ve Biz, küfür ve günahlar islemek suretiyle haddi aşanları da helâk ettik.

10

"Yemin olsun ki, size, içinde sizin için öğüt bulunan bir Kitap indirmişizdir. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?"

A- "Yemin olsun ki, size, içinde sizin için öğüt bulunan bir Kitap indirmişizdir."

Bundan önce Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer peygamberler gibi olduğu beyan edilerek peygamberliği tahkik edildikten sonra bu kelâm da, sûrenin başında, gelen âyetlerinden yüz çevirdikleri, onunla alay ettikleri, bazen ona sihir, bazen saçma rüyalar ve bazen de uydurma ve şiir olduğunu söyledikleri Kur’ân-ı Azîm'in hak oluşunu tahkik etmekte ve onun mertebesinin yüceliğini beyan etmektedir. Bu kelâmın yemin ile tekit edilmesi, içeriğine fazla önem verildiğini göstermek ve muhatapların, inkârın en son mertebesinde olduklarını bildirmek içindir.

Yani, ey Kureyş topluluğu! Allah'a (celle celâlühü) yemin olsun ki, size şânı yüce, burhanı gayet açık öyle bir Kitap indirmişizdir ki, içinde sizin için sân şöhret bulunmaktadır; bu Kitabın sizin için güzel sonuçlan vardır; size büyük faydalar, sân şöhret sağlamaktadır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Hiç şüphesiz bu Kitap, senin ve kavmin için şân şöhret getirmektedir."

Diğer bir görüşe göre ise, yani bu Kitabın içinde, dininiz ve dünyanız için muhtaç olduğunuz her şey mevcuttur, demektir. Yahut içinde, sizin istediğiniz güzel ahlâkın bütün umdeleri mevcuttur.

Bir diğer görüşe göre, içinde sizin için öğüt var, demektir. Âyetin sibak ve siyakına en münasip olan mâna da budur.

B- "Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?"

Yani aklınızı kullanarak tefekkür edip de, hakikatin böyle olduğunu hâlâ anlamayacak mısınız? Yahut siz hiçbir şeyi ve ezcümle zikredilen konuyu anlamak için aklınızı kullanmayacak mısınız?

Yani, câhil insanlar! Eğer siz anlatılanları bilmiyorsanız, eski peygamberlerin ahvâline vâkıf olan Kitap Ehline (Yahudi ve Hıristiyanlara) sorun ki, şüpheniz zail olsun.

Müşriklere "bilgi erlerine sorunuz" diye bu şekilde emredilmiş, çünkü büyük topluluklara anlatmak bilgi gerektirir. Kaldı ki, Kitap Ehli olanlar, Peygamberimizin düşmanlığında müşriklerle beraber ortak hareket ediyorlardı ve Peygamberimize karşı mücadelede müşriklere danışıyorlardı. Şu halde bu kelâm, durumun gayet açık olduğuna ve Peygamberimizin kuvvetine gayet net bir şekilde delâlet etmektedir.

11

"Biz, halkı zâlim olan nice memleketi kırıp geçirdik; ardından da başka topluluklar meydana getirdik."

Bu kelâm, "Haddi aşanları da helâk ettik" cümlesinde mücmel olarak anlatılan hususa bir çeşit açıklama ve helaklerinin keyfiyet ve sebebi için bir beyandır. Ayrıca bu kelâm, helâk edilenlerin çokluğuna da dikkat çekmektedir.

Bu kelâmda "kırıp geçirme" ifadesinin kullanılması, Allah'ın (celle celâlühü) onlara olan gazap ve kızgınlığının ne kadar şiddetli olduğuna açıkça delâlet etmektedir.

Yani Biz, halkı sızın gibi, Allah'ın âyetlerine haksızlık ederek onları inkâr eden nice memleketleri kırıp geçirdik ve onların helakinden sonra nesep ve din olarak onlardan farklı olan başka topluluklar meydana getirdik.

Bu kelâm; o önceki kavimlerin tamamen yok edildiklerine ve arkalarının külliyen kesildiğine dikkat çekmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, o helâk edilen kavimlerin yerme başka kavimlerin meydana getirilmesi, onların helaklerinin hazırlık aşamalarını bildiren bundan sonraki âyetten önce zikredilmiştir.

12

"İşte, azabımıza uğrayacaklarını hisseder etmez, onlar oradan hemen kaçmaya koyulurlardı."

Yani onlar Bizim şiddetli azabımızı müşahede edercesine tam olarak idrâk ettikleri zaman hayvanlarını koşturarak veya onlar gibi süratle koşarak kaçmaya koyulurlardı.

13

"Onlara denildi ki: Kaçmayın! İçinde bulunduğunuz refaha ve yurtlarınıza dönün ki, elbette sorguya çekileceksiniz."

Yani onlara, azap meleği tarafından, yahut orada bulunan mü’minler tarafından hal lisanıyla veya söz lisanıyla alay ve tahkir için denildi ki; kaçmayın! içinde bulunduğunuz refaha ve iftihar ettiğiniz yurtlarınıza dönün; belki de önemli işlerde ve hâdiselerde sual, meşveret ve tedbir için aranırsınız. Yahut yurtlarınız bomboş kaldığında aranırsınız ve "Bunların sahiplen nerede?" diye size sorulur. Yahut gelen konuklar, sizden yiyecek ve azık isterler. Zira onlar, riya için mallarını harcayan eli açık kimselerdi. Yahut onlar cimri insanlar idi ve alay üstüne alay için onlara böyle söylenmiştir.

14

"Onlar: "Eyvah bizlere! Gerçekten biz zâlimlermişiz!" demişlerdi."

Yani onlar, kaçmakla kurtulmaktan umutlarını kesince ve azabın ineceğini kesin olarak anlayınca, bunu söylediler. Yani biz gerçekten bu azaba, müstahakmışız, demişlerdi.

15

"Biz onları biçilmiş ot ve sönmüş ocak haline getirinceye kadar o sözleri tekrar etmeleri sürüp gitmişti."

Yani onlar son nefeslerini verinceye kadar da mezkûr sözlerini tekrar edip durmuşlardı.

16

"Biz, göğü, yeri ve aralarındakileri oyuncular olarak yaratmadık."

Bu ilâhî kelâm, icmalî olarak işaret ediyor ki., kâinatın yaratılışı ve Âdem oğullarının yoktan var edilmesi, büyük sonuçlan meydana getiren yüksek hikmet kuralları üzerine kurulmuştur. Yine bu kelâm., şu hakikatlere de dikkat çekmektedir: Yukarıda hikâye edilen o memleketler halkına inen korkunç azap, o İlâhî hikmetin icabı ve amellerinin gereği olarak o hikmetlerin sonuçlarıdır ve onların izlerinden yürüyen muhatapların da, onların günahları gibi günahları vardır.

Yani Biz, göğü, yeri ve aralarında bulunan sayısız cinsleri, nevileri ve fertleri bu hârika nizam ve intizam içerisinde hikmetlerden ve maslahatlardan boş olarak yaratmadık. -Bunun oyun olarak ifade edilmesi, bunu, Allah'‘tan (celle celâlühü) sâdır olmasının imkânsız olduğunda hiç kimsenin şüphe etmediği bir şey ile tasvir etmek yoluyla, Allah'ın (celle celâlühü) hikmetsiz olarak yaratmaktan son derece münezzeh olduğunu beyan etmek içindir.- Fakat Biz, göğü, yeri ve aralarındakileri, insanın vücuda gelmesi için başlangıç olması, yaşamasına sebep olması ve Bize ıtâat ve ibâdet etmek vasıtasıyla, en son gaye olan marifetimizi tahsil için sürükleyici bir delil olmaları için yarattık. Nitekim "O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı noktasında sızı denemek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. "Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." âyetleri de bu hakikati anlatmaktadır.

17

"Biz, eğlence isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Eğer Biz, öyle bir şey yapsaydık, bunu yapardık."

A- "Biz, eğlence isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik."

Bu kelâm, bundan önce zikredilen Allah (celle celâlühü) için oyun ve eğlence olmadığı hususunu açıklamaktadır. Yani eğer Biz, oyun ve eğlence edinmek isteseydik, onları Kendi kudretimiz cihetinden, yahut Kendi katımızdan, Bize yaraşır şekilde mücerretlerden edinirdik; cebbar hükümdarların yüksek ve süslü tahtlar, süslü döşeme ve sergiler yaptırdıkları cisimlerden edinmezdik. Fakat bunları irade etmemiz imkânsızdır; çünkü hikmete ters düşmektedir. Bu itibarla oyun ve eğlence edinmemiz kesinlikle imkânsızdır.

B - "Eğer Biz, öyle bir şey yapsaydık, bunu yapardık."

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, bunu yapanlardan değiliz, demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, âyetteki "Lehv" kelimesi. Yemen lügatiyle çocuk demektir.

Başka bir görüşe göre ise, zevce demektir. Ve görüşlere göre bu kelâm, Hıristiyanların inancını red etmektedir. Ancak bu son iki görüşün isabetten uzak oldukları açıktır.

18

"Hayır! Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de, o, bâtılın beynini parçalar." Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir. Ey müşrikler! Allah'a yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!

A- "Hayır! Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de, o, bâtılın beynini parçalar. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir."

Yani hayır, Biz, eğlence irade buyurmayız; Bizim şanımız, ciddiyetten ibaret olan hakkı, eğlence kabilinden olan bâtila gâlip kılmaktır. Sonunda, o hikâye edilen memleketler halkına yaptığımız gibi hak, batılı tamamen yok eder.

B- "Ey müşrikler! Allah'a yakıştirdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!"

Bu kelâm, Kureyşliler için bir tehdit olup o eski kavimlerin uğradıkları ceza ve azâbın bir benzerinin onlar için de olacağını bildirmektedir.

19

"Göklerdeki ve yerdeki her şey ancak O'nundur. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibâdet etmekten kibirlenmezler ve yorulmazlar."

A- "Göklerdeki ve yerdeki her şey ancak O'nundur."

Bu kelâm, bundan önce geçen Allah'ın (celle celâlühü) bütün kâinatı üstün bir hikmetle ve mükemmel, bir nizam ile yarattığı ve O'nun hakkı üstün, kılıp bâük mağlup edeceği şeklindeki hakikatleri izah etmektedir. Yani bütün kâinat, yaratılış olarak, mülk olarak, idare ve tasarruf olarak, hayat vermek ve hayat almak olarak, cezalandırmak ve mükafatlandırmak olarak ancak Allah'ındır; hiçbir kimsenin ne doğrudan doğruya, ne de dolayk olarak hiçbir müdâhalesi olamaz.

B- "O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibâdet etmekten kibirlenmezler ve yorulmazlar."

Bunlardan murat, meleklerdir. Bundan önce melekler, "göklerdekıler" olarak ifade edildikleri halde burada böyle ifade edilmeleri, onlar Allah (celle celâlühü) katindaki şeref ve yakınlıklarından dolayı, onları tem sik olarak, hükümdarların yakınlarına benzetmek içindir.

20

"Onlar bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı tenzîh ederler."

Yani melekler bütün vakitlerde Allah'ı (celle celâlühü) tenzih, tazım ederler ve şanını yüceltirler; onlar boş kalmakla veya başka bir işle meşgul olmakla zikirlerine asla ara vermezler.,

21

"O müşrikler, yerden (taş, ağaç gibi) bir takım İlâhlar edindiler de, ölüleri onlar mı diriltecekler?"

Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) bütün kâinatı hikmetle yarattığı, bütün kâinatın O'nun hükümranlığı ve hükmü altında olduğu, O'nun kullarının izanla O'na itaat ve sebatla O'na ibâdet ettikleri, O'nu Kendisine yakışmayan her şeyden ve ezcümle ortaklardan tenzih ettikleri beyan edilmek suretiyle hak tahkik edildikten sonra burada da, o müşriklerin diğer bazı cinayetleri takbih yoluyla hikâye edilmektedir.

Burada inkâr, cehalet ve şen'î sayma konusu, o bâtıl İlâhların, ölüleri diriltmeleridir; yoksa İlâh edinmeleri değil, çünkü zaten o husus, o müşriklerde kesin olarak vâkidir. Yani onlar, yerden edindikleri İlâhlar, özellikle bunlar, hakir ve cansız varlıklar iken, ölüleri mi diriltecekler? Hayır, olamaz; çünkü edindikleri İlâhlar, bu kudretten son derece uzaktır.

O müşrikler, her ne kadar sarih olarak bunu söylememişlerse de, fakat onlara İlahlık iddia ettiklerine göre, onlar için, ölüleri diriltmeyi de iddia etmiş sayılırlar. Çünkü ölüleri diriltmek, zorunlu olarak, İlahlık hususiyetlerindendir.

22

"Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka İlâhlar olsaydı, gök ve yerin nizamı mutlaka bozulurdu, O halde Arş'ın Rabbi olan Allah'ı, onların yakıştırdıkları sıfatlardan tenzih edin!"

A- "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka İlâhlar olsaydı, gök ve yerin nizamı mutlaka bozulurdu."

Bu kelâm, delil ve gerekçe beyan etmek suretiyle, birden fazla ilâh olması fikrini iptal etmekte ve hatta imkânsız olduğunu kanıtlamaktadır. Yani eğer o müşriklerin iddia ettikleri gibi göklerde ve yerde Allah'tan (celle celâlühü) başka ilâhlar olsaydı, göklerin, yerin ve içlerindekilerin nizamı tamamen bozulurdu. Bunlardaki mükemmel nizam bozulmadığına göre, Allah'tan başka ilah olmadığı sabit olmuş olur.

Zira ilâhlık, göklerde ve yerde tağyir, tebdil, icat, idam, hayat vermek, hayat almak olarak, mutlak mânada tasarruf istibdadının kudretini gerektirmektedir. Şu halde göklerin ve yerin bu mükemmel düzende kalması, o ilâhların tesiriyle olduğu söylenebilir ki, bu imkânsızdır.

Zira muayyen bir sebebe bağlı olan bir şeyin, müteaddit sebeplerle vâki olması imkânsızdır. Yahut göklerin ve yerin bu mükemmel nizamda kalması, bir tek İlâhnm tesirıyledir. O zaman diğerlerinin ilâhlıkla ilgisi asla olamaz. Bu delil, mutlak olarak, birden fazla Ilâhnın olmasını imkânsız kılmaktadır. Zira birden fazla İlâh olması takdirinde eğer hepsinin muradı aynı yönde tevafuk ederse, kuvvetler, birbirlerini iterler; eğer muratları farklı olursa, birbirlerini engellerler. Böylece hiçbir şey vücuda gelmemiş olur.

B- "O halde Arş'ın Rabbi olan Allah'ı, onların yakıştırdıkları sıfatlardan tenzih edin!"

Yani Allah'ın vahdaniyeti (tekliği) kesin delil ile sabit olduğuna göre, siz de, Arş'ın Rabbi olan Allah'ı (celle celâlühü), o müşriklerin yakıştırdıkları ve haddi zâtında O'na yakışmayan bütün sıfatlardan ve ez cümle ilâhlıkta ortağı bulunmaktan haklciyla tenzih edin!

23

"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise yaptıklarından sorgulanacaklardır."

Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) ilâhlıkta ortağı bulunmadığı beyan edildikten sonra burada da beyan ediliyor ki, Allah'ın azametinin sonsuz kuvvetinden ve kahir saltanatının üstünlüğünden öyle bir makamdadır ki, yaratılmışlarından hiçbir kimse, yaptıklarından dolayı onunla münakaşa edemez ve soru soramaz. Kullar ise, en küçük işlerinden ve en ufak hareketlerinden dolayi sorgulanacaklar. Çünkü onlar, Allah'ın mülkleri ve kullandır.

Şu halde bu kelâm, kâfirler için büyük bir tehdittir.

24

"Yoksa Allah'tan başka İlâhlar mı edindiler. De ki: Haydi, delillerinizi getirin!" İşte bu Kur’ân, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin öğüdüdür! Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden ondan yüz çevirmektedirler.

A- "Yoksa Allah'tan başka İlâhlar mı edindiler?"

Bundan önce onların ilah edindikleri varlıkların, Hanlığın hususiyetlerini ve ezcümle ölüleri diriltmek vasfını taşımadıkları, dolayısıyla ilâhlıklarmin hakikatte bâtıl olduğu gösterildi, birden fazla ilahın olmasının imkânsız olduğuna ve yegâne ilahın Allah (celle celâlühü) olduğuna dâir kesin deliler ikame edildi. Burada da, onların ilah edindikleri varlıklarm, ilâhlık hususiyetlerinden tamamen yoksun oldukları halde onları Allah'a (celle celâlühü) ortak kılmanın ne kadar anlamsız olduğu gösterilmekte, onlar, bâtıl davalarına dâir muteber delil ikame etmeye icbar edilerek susturulmakta ve bütün semavî Kitapların, tevhidin yegâne hak ve ortak koşmanın da bâtıl olduğunu ifade ettikleri tahkik edilmektedir.

Yani, Allah'ın (celle celâlühü), yegâne ilâhlığını gerektiren yüce şânı apaçık iken, o müşrikler, İlahlık hususiyetlerinden tamamen yoksun olan bir takım varlıkları O'na ortak koştular.

B- "De kı: Haydi, delillerinizi getirin!"

Yani ey Resûlüm! O müşrikleri susturmak, onlara taş yutturmak konusunda kendilerine de ki: Haydi, iddianıza dâir aklî ve nakli delillerinizi getirin. Zira din işlerinde ve özellikle bu gibi önemli hususlarda delili olmayan hiçbir söz doğru kabul edilemez.

C- "İşte bu Kur’ân, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin öğüdüdür!"

Bu kelâm, Kur’ânin ne kadar parlak bir delil olduğunu bildirmekte ve onun, bütün İlâhî Kitapların kendisinden söz ettiklerine ve bütün eski peygamberlerin, hakkında şâhitlik ettiklerine işaret etmekte ve o müşriklerin son derece âciz olduklarını ortaya çıkarmak için, onları, delil ikame etmeye ziyadesiyle heyecanlandırmaktadır.

Yani tevhîd hakkında vârid olan ve aklî kesin hücceti içeren vahiy, benim ümmetim ile eski ümmetlerin öğüdüdür. İşte ben delilimi ikame ettim; şimdi siz de delilinizi ikame edin.

Diğer bir görüşe göre ise, yani işte benim ümmetime de indirilmiş olan Kitap ve işte eski peygamberlerin ümmetlerine indirilmiş olan üç Kitab ve Sahıfeler! Haydi, onlara başvurun ve bakın; onların hiçbirinde tevhîd emrinden ve ortak koşmak yasağından başka bir şeyi bulacak mısınız! Şu halde bu kelâm, o müşriklerin davalarının aksini zımnen ispat eden susturmak anlamını da içermektedir.

D- "Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden ondan yüz çevirmektedirler."

Bu cümle, telkin edilen kelâma dâhil olmayıp doğrudan doğruya Allah bitarafından ifade edilmekte ve onlardan delil istemek suretiyle kendilerini susturmak emri konusundan sonra şu gerçeği bildirmektedir: O müşriklere, hakkın hak ve bâtılın da bâtıl olduğunu delil ile kanıtlamak da fayda vermez; çünkü onların çoğu hakkı bilmezler ve hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmezler. Bu yüzden de belgeler ve hüccetler ne kadar tekrarlansa da, tevhîd'den ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaktan yüz çevirmeye devam ederler; içinde bulundukları azgınlık ve sapıklıktan vazgeçmezler. Yahut onlar, kendilerine anlatılan aklî delillerden yüz çevirirler.

25

"Ey Resûlüm! Senden önce hiçbir peygamber göndermemişiz ki, ona: "Şüphesiz Benden başka İlâh yoktur; o halde Bana ibâdet edin!" diye vahiy etmemiş olalım."

Bu âyet, daha önce mücmel olarak anlatılan, tevhidin, bütün ilâhî Kitaplarda zikredilen ve bütün peygamberlerin, üzerinde ittifak ettikleri bir hakikat olduğu hususuna bir açıklama mahiyetindedir.

26

"Rahman olan Allah, evlât edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Hayır, evlât dedikleri melekler, lûtfu kereme mazhar olmuş kullardır."

A- "Rahman olan Allah, evlât edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir."

Bundan önce Allah'ın mutlak olarak ortaklardan münezzeh olduğu beyan edildikten sonra bu âyet de, bir grup müşriklerin cinayetlerini hikâye etmekte olup bunun bâtıl olduğunu ortaya koymakta ve Allah'ın bundan münezzeh olduğunu beyan etmektedir. Bunu söyleyenler, Huzâ'a kabilesinin bir koludur. Bunlar: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" derler. Vâhıdî'nın naklettiğine göte, Kureyş ile Cüheyne ve Benî Müleyhe gibi bazı Arap kabileleri, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını söylerler.

Burada, bütün varlıkların, nimet olarak, Kendisi tarafından korunup beslendiğini ifade eden Rahman vasfının kullanılması, onların o bâtıl sözlerinin ne kadar şen'î olduğunu göstermek içindir.

Âyetin metninde zikredilen "Sübhaneh" (O münezzehtir) kelimesi şu mânalara gelmektedir: Allah (celle celâlühü) zatıyla, Kendisine yaraşır şeklide münezzehtir. Ben, O'nu lâyık veçhile tenzih ederim. Siz O'nu lâyıkıyla tenzih edin.

B- "Hayır, evlât dedikleri melekler, lûtfu kereme mahzar olmuş kullardır."

Yani melekler, onların dedikleri gibi asla değildir; fakat onlar, Allah'ın ikramına mazhar olmuş, O'nun katında yalcın bir makama erişmiş bahtiyar kullardır.

27

"O'ndan emir almadan önce konuşmazlar ve onlar ancak O'nun buyrultusuyla iş yaparlar."

A- "O'ndan emk: almadan önce konuşmazlar."

Bu cümle de, meleklerin Allah'ın (celle celâlühü) emirlerine son derece itaatkâr ve bağlı olduklarını bildirmektedir. Yani Allah (celle celâlühü) bir şeyi söylemeden, yahut, onu emretmeden önce melekler onu asla söylemezler.

B- "Ve onlar ancak O'nun buyrultusuyla iş yaparlar."

Bundan önce meleklerin, sözde Allah'a olan bağlılıkları beyan edildikten sonra bu cümlede de, onların işlerinde de O'na bağlı oldukları beyan edilmektedir. Hulâsa,  melekler ancak Allah'ın emri ile konuşurlar ve O'nun emri ile iş görürler; O'nun emri olmadan onlardan asla bir şey sâdır olmaz.

28

"Allah, onların gelecekte yapacaklarını da, geçmişte yaptıklarım da bilir. Onlar, O'nun razı olduğundan başkasına şefaat da edemezler. Zaten onlar, Allah korkusundan titrerler."

A- "Allah, onların gelecekte yapacaklarını da, geçmişte yaptıklarım da bilir."

Bu cümle, makablinin sebebinin izahı ve sonra gelenlere de bir ön hazırlık mahiyetindedir. Zira melekler, Allah'ın (celle celâlühü) ilminin, kendilerinin geçmiş ve gelecek bütün sözlerini ve işlerini kuşattığım bildikleri için, her zaman kendi, hallerini kontrol ederler. Bundan dolayı da Allah'ın emri olmadan bir şey söylemezler ve bir ış yapmazlar.

B- "Onlar, O'nun razı olduğundan başkasına şefaat da edemezler. Zaten onlar, Allah korkusundan titrerler."

Yani melekler, Allah'a (celle celâlühü) duydukları heybetten dolayi, O'nun, şefaatine razı olduğundan başkasına şefaat de edemezler.

29

"Onlardan her kim: "Ben, Allah'tan başka bir İlâhım" derse, işte Biz onu Cehennemle cezalandırırız. İşte Biz, zâlimlere böyle ceza veririz."

Yani meleklerden her kim, farzı muhal: "Ben, Allah'tan ayrı bir ilahım" derse, Biz, onu da diğer mücrimler gibi Cehennemle cezalandırırız ve onların üstün şifadan ve güzel fiilleri kendilerine fayda vermez.

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) hükümranlığının kuvvetine, cebbarlığının üstünlüğüne ve meleklerin, o kâfirlerin, haklarında vehmettikleri gibi olmalarının imkânsızlığına açıkça delâlet etmektedir.

30

"Şu kâfirler, görüp düşünmezler mi ki, şu gökler ve bu yer bitişik bir halde iken, Biz onları birbirinden ayırttık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de îman etmeyecekler mi?"

A- "Şu kâfirler, görüp düşünmezler mi ki, şu gökler ve bu yer bitişik bir halde iken, Biz onları birbirinden ayırttık."

İkrime, Hasen-ı Basrî, Katâde ve Saîd b. Cübeyr'in rivâyederine göre İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yani gökler ile yer önceleri bir şey idiler.

Sonra Allah (celle celâlühü) onları birbirinden ayırttı ve gökleri şimdild yere yükseltti ve yeri de yerinde bıraktı. "

Kâ'b ise diyor ki: "Allah (celle celâlühü) gökleri ve yeri bitişik olarak yarattı. Sonra bir rüzgâr yarattı. Bu rüzgâr ikisinin arasına girip onları birbirinden ayırttı.

Hasen'dan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Allah (celle celâlühü), yeri Beyt-ül Makdis yerinde el taşı şeklinde yarattı; üzerinde kendisiyle bitişik duman vardı. Sonra dumanı yükseltti ve ondan gökleri yarattı. Taşı ise yerinde bıraktı ve onu yayarak kendisinden yeryüzünü yarattı. İşte " gökler ve yer bitişik bir halde iken, Biz onları ayırttık" cümlesinin mânası budur.

Mücâhid ve Süddî diyorlar ki: "Gökler, bir kat hâlinde bitişik idiler. Sonra Allah (celle celâlühü) onu ayırtıp yedi gök yaptı. Keza yer de, bitişik halde tek kat idi. Sonra Allah (celle celâlühü) onu da ayırtıp yedi kat yer yaptı. "

Atâ'nın İbn Abbâs'tan rivâyeti ve tefsir âlimlerinin çoğunun görüşüne göre, gökler bitişik, dümdüz ve yağmur yağdırmaz sert bir madde hâlinde idi; Yer de, tabakaları bitişik ve bitki yetiştirmez halde idi. Sonra gök, yağmur ile ve yer de bitkiler ile yarıldı. Bu görüşe göre, göklerden murat, dünyaya en yakın olanıdır ve kelimenin çoğul olarak zikredilmesi de, ufuklar itibarıyladır veya diğer göklerin de yağmurun yağmasında etkisi olması itibarıyladır. Kâfirlerin, bu anlamdaki bitişiklik ve ayrılmayı bildikleri açık bir gerçektir, önceki mânalara göre ise, her ne kadar bitişiklik ve ayrılmanın anlamlarını bilmiyorlarsa da, onları öğrenmek imkânına sahip bulunuyorlardı. Bu da, dikkatle bakmak ve tefekkürle olabilir. Çünkü ayrılma, eski bir müessire muhtaç arızî bir durumdur. Yahut âlimlere sormak ve kitapları okumakla bunlar öğrenilir.

B- "Ve her canlı şeyi sudan yarattık."

Diğer bir âyette de, "Allah, her canlıyı sudan yaratti." Zira su, her canlının maddelerinin en büyük kısmını oluşturmaktadır. Yahut canlıların aşın derecede suya ihtiyaçları vardır ve sudan çok yararlanmaktadırlar. Yahut Biz, her canlıyı, suyun mutlaka gerekli olduğu bir sebepten yarattık.

C- "Yine de îman etmeyecekler mi?"

Bu kelâm, îman etmeyi kesin olarak gerektiren, yegâne İlâhın Allah (celle celâlühü) olduğuna delâlet eden, bütün yaratılmışların, O'nun hükümranlığı ve kudreti altında hükmüne boyun eğdiğine delâlet eden dâhili ve haricî âyetler mevcut iken, îman etmemelerini inkâr anlamını ifade etmektedir.

31

"İnsanları fazla sarsmaması için yeryüzünde birtakım sabit dağlar diktik. Orada geniş geniş yollar açtık ki, gayelerine ulaşsınlar."

Yani insanları fazla sarsmalarını istemediğiniz için, yahut insanları fazla sarsmasınlar diye yeryüzünde bir takım sabit dağlar diktik. Yeryüzünde, yahut o dağlarda geniş geniş yollar açtık -baştan beri yollan öyle meydana getirdik, yahut sonra o yollan genişlettik- ki, insanlar maslahatlarına ve işlerine ulaşsınlar.

32

"Biz, göğü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, göğün âyetlerinden yüz çevirmektedirler."

Yani Biz, göğü de, irademizin gerektirdiği belli bir zamana kadar düşmekten veya bozulup dağılmaktan kahir kudretimizle koruduk. Yahut göğü, şeytanların dinlemesinden ateş alevleriyle koruduk. Onlar ise, Allah'ın birliğine ve bir kısmı hissedilen, bir kısmı da tabiat ve astronomi ilimlerinde araştırma yapılmakla anlaşılan ilmine, hikmetine, kudretine ve iradesine delâlet eden göğün âyetlerinden yüz çevirmektedirler; onları incelemiyorlar. Sonuçta içinde bulundukları küfür ve dalâlette kalıyorlar.

33

"Geceyi, gündüzü, güneşi ve Ayı yaratan yegâne O'dur. Bunların her biri bir yörüngede yüzmektedir."

Burada, onların yüz çevirdikleri âyetlerin bir kısmı anlatılmaktadır. Yani bunca muazzam âyetleri tek başına yaratan yegâne O'dur. Bunların her biri ayrı bir yörüngede suda yüzer gibi seyretmektedir.

34

"Biz, senden önce hiçbir insana ebedî hayat vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi yaşayacaklar?"

Yani Biz, senden önce hiçbir insana dünyada ebedî yaşamak imkânım vermedik; çünkü böyle bir şey, yaratılış ve din hikmetine ters düşmektedir. Şimdi sen hikmetimizin gereği olarak ölürsen, sanki onlar sonsuz mu yaşayacaklar?

Müşriklerin, "Onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz." dedikleri zaman bu âyet nazil oldu.

Burada, onların dünyada ebedî yaşamalarını inkâr etmekten murat, bunun sebebi olan, onların Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ölümüne sevinmelerini teşhir etmektir. Zira Peygamberimizin başına bir hâdisenin gelmesine sevinmek de, aklı başında olan bir insandan sâdır okmaması gereken bir şeydir. Yani ey Resûlüm! Sen ölürsen, onlar dünyada ebedî mi kalacaklar ki, senin ölümüne sevinecekler?

35

"Her canlı ölümü tatmaktadır. Bir imtihan olmak üzere sizi hayırla da, şerle de deneriz. Ve siz ancak Bize döndürüleceksiniz."

Bu âyet, inkâr konusu olan, onların ebedî hayat sürmeyeceklerine delildir. Bu hitap, bütün insanlar içindir, yahut yalnız kâfirler içindir. Yani her canlı, ruhunun, bedeninden ayrılması acısını tadacaktır. Bir çeşit imtihan olmak üzere sizi belâlarla da, nimetlerle de deneriz; sabır ve şükür edip etmediğinize bakarız. Ve siz ancak Bize döndürüleceksiniz; başkasının bunda ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak müdâhalesi yoktur.

Sonunda sizin amellerinize göre cezanızı verecek Biziz.

Bu âyet delâlet ediyor ki, bu dünya hayatından asıl maksat, imtihandır; mükâfat ve azaba hazırlanmaktır.

36

"Ey Resûlüm! O kâfirler seni gördükleri zaman, "Sizin ilâhlarınızı diline dolayan bu mu?" diyerek seni hep alaya alırlar. Halbuki onlar, çok merhamet edici olan Allah'ın Kitabını inkâr edenlerin tâ kendileridir."

Yani Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) onların, zarar ve fayda getirmeyen ilâhlarını eleştirdiğinden dolayi onu ayıplıyorlar. Halbuki onlar, kendilerine nimetler bahşeden Rahman olan Allah'ın, (celle celâlühü) Kendisine yaraşan tevhidini, yahut insanların irşadı için peygamberler gönderdiğini ve Kitaplar indirdiğini, yahut Kur’ân'ı inkâr ediyorlar.

37

"Şu insan, aceleden yaratılmıştır. Âyetlerimi size göstereceğim; hele acele etmeyin."

A- "Şu insan, aceleden yaratılmıştır."

İnsanın, aşırı aceleci ve sabırsız olmasından dolayı, aceleden yaratıldığı ifade edilmiştir. Yani insanın, üzerinde yaratıldığı huy, sanki onun yaratıldığı şeymiş gibi ifade edilmiştir. Bu, insanın, bu vasfa son derece bağlı olduğunu, ondan hiç ayrılmadığını bildirmek içindir. İnsanın bir acelesi de, küfre koşması ve ilâhî tehdiderin gerçekleşmesini acele istemesidir.

Rivâyet olunuyor ki, Nazr b. Haris, "Allah'ım! Eğer bu kitap, Senin katından gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır..." dediği zaman bu âyet nazil oldu.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, burada insandan murat, Âdem'dir ve Âdem (aleyhisselâm) yaratıldığında ruh, göğsüne ulaşıp henüz bedeninin başka kısımlarına ulaşmamışken, ayağa kalkmak istedi.

Rivâyet olunuyor ki, rûh, Âdem'in gözüne ulaşınca, Cennet meyvelerine baktı; rûh, iç kısmına ulaşınca da, yemek arzu etti.

Deniliyor ki, Allah (celle celâlühü), Âdem'i (aleyhisselâm) Cuma günü akşama yakın güneş batmadan önce yarattı ve acele edip güneş batmadan önce yaratmasını bitirdi. Buna göre yani insan, acele ile yaratıldı, demektir. Ve bunun zikredilmesi, Âdem'in işlerde acele etmesinin sebebi olduğunu beyan etmek içindir.

Âdem'in yaratılması, evlâdına da sirayet eden bir husus olmakla beraber, yine en zahir olan görüşe göre, bu insandan murat, bütün insanlardır.

Bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki "Acel" (acele), Hımyerilerin lügatinde "çamur" demektir. Ancak bunun bura ile hiç münasebeti yoktur.

B- "Âyetlerimi size göstereceğim; hele acele etmeyin."

Bu, acele edenlere tehdit yollu bir hitaptır. Yani Ben, hepsinde ahirette Cehennem ateşi ve diğer azaplarımı size göstereceğim; siz şimdi dünyada bunların acele olarak gerçekleşmesini istemeyin.

Bu yasak, nefislerinin yaratılışında bulunan aceleciliği istemesinden vazgeçirmek içindir.

38

"Eğer doğru iseniz, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek? "diyorlar."

Yani "Bizi tehdit için söylenen kıyametin gelmesi, ne zamandır?" diyorlar. Onlar, alay ve inkâr etmek maksadıyla, acele gelmesini istemek için bunu söylüyorlardı." Nitekim onlara verilen cevap da, bunu göstermektedir. Yoksa onlar bunu, Mülk Süresindeki gibi, ilzam yoluyla, vaktini tayin etmek talebiyle söylemiyorlardı.

"Eğer doğru iseniz..." şeklindeki hitapları, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kıyametin geleceğini bildiren âyetleri okuyan mü’minler içindir.

39

"O kâfirler, yüzlerinden ve sırtlarından ateşi sayamayacakları, kendilerine yardım da olunmayacağı hengâmeyi bir bilseler!.."

Bu kelâm, o kâfirlerin acele olarak gelmesini istedikleri kıyametin çetinliğını, korkunçluğunu ve azabının şiddetini ve onların bunu acele olarak istemelerinin sebebinin, bu hallerini bilmediklerinden dolayı olduğunu beyan etmektedir.

Burada ön ve arka anlamlarında olan yüz ile sırt zikre tahsis edilmiş, çünkü ön ile arka, yanların en meşhurlarıdır ve onları kuşatmak, her tarafı kuşatmak demektir ve bu iki taraftan kuşatılan insan hiçbir taraftan azabı Önlemeye muktedir olamaz.

Yani onlar kıyametin bu korkunç hallerini bilselerdi, böyle onun acele gelmesini istemezlerdi.

40

"Hayır! Onlara kıyamet ansızın geliverecek de, onları şaşırtacak; onlar da onu geri çevirmeyecekler; kendilerine mühlet de verilmeyecektir."

Yani onlar, onu engelleyemeyecekler; fakat kendilerine vaat edilen azap, yahut Cehennem azabı, yahut kıyamet onlara ansızın geliverecek de, onları mağlup edecek, yahut şaşırtacaktır. Onlar da, o vaat edilen azabı, yahut kıyameti geri çeviremeyecekler ve bir an olsun dinlenmek için kendilerine hiç mühlet de verilmeyecektir.

41

"Yemin olsun ki, senden önce de bir çok peygamber ile alay edilmiştir de, onlardan maskaralık yapanları, maskaralık yaptıkları şey (azap) sarıvermişti."

Bu kelâm, onların, acele etmek zımnında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay etmelerinden dolayi onu teselli etmek ve eski peygamberlerle alay edenlere isabet eden azapların bir benzerinin de onlara isabet edeceğim zımnen vaat etmek anlamlarım taşımaktadır. Bu kelâmın başında yemin zikredilmesi, mefhûmunu ziyadesiyle belirtmek içindir.

42

"Ey Resûlüm! De ki: Gece ve gündüz, Rahman olan Allah'a karşı sizi kim koruyacak? Aksine onlar, Rablerini anmaktan yüz çevirirler."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Gece ve gündüz, Rahman olan Allah'a karşı sizi kim koruyacak?"

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisiyle alay edenlerin sonlarının helâk olduğu beyan edilmekle teselli edildikten sonra burada da, kendisine hitap edilerek, onların başına kakmak ve onları susturmak yoluyla kendilerine böyle demesi emredilmektedir. Yani onlara de ki; gece, gündüz inmesine müstahak olduğunuz Rahman Allah'ın azabından sizi kim koruyacak?

Burada gece, gündüzden önce zikredilmiş, çünkü belâlar, daha çok gece gelir ve gece gelen belâlar da, daha ağır olur.

Burada Rahman sıfatının zikredilmesi, bize bildiriyor ki, onları koruyan, Allah'ın (celle celâlühü) umumî rahmetidir.

B- "Aksine onlar, Rablerini anmaktan yüz çevirirler."

Bundan önce Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), onların halinin gerektirdiği şekilde kendilerine mezkûr sualin sorması emredildi. Zira onlar, gece, gündüz Allah (celle celâlühü) tarafından korunmamış olsa, kendilerine çeşitli âfetler inerdi. Bu itibarla onlar, herkesten daha çok bunu kabul etmekle mükellef kılınmaya ve içinde bulundukları şirkten dolayı ayıplanmaya lâyıktır. İşte bundan sonra da bu kelâm ile beyan ediliyor ki, onların başka bir hak daha vardır kı, kendilerim hiç muhatap almamayı gerektirmektedir ki o da şudur: Onların, Allah'ın (celle celâlühü) azabından korkmaları, içinde bulundukları güven ve rahati ilâhî koruma saymaları ve Koruyandan bir şey istemeleri şöyle dursun, Allah'ı (celle celâlühü) anmayı akıllarından bile geçirmiyorlar.

43

"Yoksa onları Bize karşı savunacak bir takım ilâhları mı var? Uydurma ilâhları, kendilerine bile yardım edecek güçte değillerdir. Onlar Bizden de yardım görmezler?"

A- "Yoksa onları Bize karşı savunacak bir takım ilâhları mı var?"

Bundan önce, Allah'ın kendilerini koruduğunu bilmemelerinin, onların korkmamalarından kaynaklandığı, bu da, Rablerini anmaktan tamamen yüz çevirmelerinden ileri geldiği beyan edildikten sonra burada da, kendi İlâhlarına güvenmelerinden ve korumalarını onlara isnat etmelerinden dolayı kınanmaktadırlar. Yani yoksa bizim, onların hak ettiği azabı önlememizin ve kendilerini korumamızın ötesinde, Bizim katımızdan gelecek azabı önleyecek ve kendilerini koruyacaklarına güvendikleri bir takım ilâhları mı var?

B- "Uydurma ilâhları, kendilerine bile yardım edecek güçte değillerdir. Onlar Bizden de yardım görmezler?"

Bu kelâm, geçen inkârı açıklamakta ve itikatlarının bâtıl olduğunu izah etmektedir. Yani o uydurma ilâhları, kendi kendilerine bile yardım edemezler ve Bizim tarafımızdan da yardım görmezler. Şu halde başkalarına yardım etmeleri nasıl vehmedilebilir!

44

"Hayır! Biz onları da, atalarını da bu dünyada barındırdık. Artık ömürleri bitmeyecekmiş gibi kendilerine uzun geldi. Şimdi görmüyorlar mı ki, onların yurduna girerek etrafından eksiltip durmaktayız. Artık gâlip onlar mıdır?"

A- "Hayır! Biz onları da, atalarını da bu dünyada barındırdık. Artık ömürleri bitmeyecekmiş gibi kendilerine uzun geldi."

Bu kelâm, onların vehimlerinin aksine, kendilerinin korunmalarının sebebinin. İlâhî takdirde kendilerine belirlenmiş ömürleri süresince dünyada barındırılıp faydalandırılmaları olduğunu beyan etmektedir.

B- "Şimdi görmüyorlar mı kı, onların yurduna girerek etrafından eksiltip durmaktayız."

Şu halde onlar nasıl Bizim azabımızdan kurtulacaklarını vehmediyorlar?

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), o kâfirlerin yurtlarını Müslümanların eliyle tahrip buyurmasını ve İslam yurduna katmasını temsilî ve tasvirî olarak anlatmaktadır.

C- "Artık gâlip onlar mıdır?"

Yani bu halleriyle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlere karşı onlar mı üstündür? Bu gerçekler orta yerde iken ve kendileri de bu gerçekleri gördükleri halde onların üstün oldukları vehmedilebılir mi hiç!

Bu ifadede, asıl galiplerin Müslümanlar oldukları tariz edilmektedir.

45

"Ey Resûlüm! De ki: Ben sadece vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar, uyarıldıkları zaman bu çağrıyı duymazlar."

Bundan önce Allah (celle celâlühü) tarafından, onların acele olarak istedikleri şeyin ne kadar korkunç olduğu, o istedikleri, geldiğinde hallerini ne kadar kötü olacağı beyan edildikten, bu konudaki cehaletleri de teşhir edildikten, kendilerini gece, gündüz, belâlarından ve diğer, âfetlerden koruyan Rablerini anmaktan yüz çevirdikleri ve diğer kötülükleri de beyan edildikten sonra Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şunu söylemesi emredildi: Sizin acele istediğiniz kıyamet hakkında ben ancak, onun geleceği ve korkunç halleri olacağı konusunda sizi doğru vahiy ile uyarıyorum; ben yalnız, onun geleceğini haber vermekle sizi uyarıyorum; onu kendim getirmekle sizi uyarmıyorum. Zira onu getirip size göstermem, yaratilış ve din hikmetine ters düşmektedir. Çünkü îman, delile dayanmaktadır, görmeye değil.

Âyetin "Fakat sağır olanlar... " kısmı, telkin edilen kelâma dâhil ve onun açıklayıcı bir zeyk gibi sayılabilir. Buna göre, onları kınamak, takbih etmek ve cehaletleri ile inatlarının aşırılığını tescil etmek üzere, onlara bunu söylemek Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) emredilmiştir. Sağırlar, uyan da olsa, müjdeleme de olsa kelâmı duymadıkları halde, "uyarıldıkları zaman bu çağrıyı duymazlar" denilmesi, onların sağırlığının son derece ağır olduğunu beyan etmek içindir. Nitekim âyette duâ (çağrı) kelimesinin kullanılması da bundan dolayıdır. Zira uyarı, normal olarak yüksek seslerle, mükerrer olarak ve bu mânayra delâlet edecek tonlarla yapılmaktadır. Şu halde onlar bunu da duymadıklarına göre, onların sağırlığı son derece ağırdır, demektir. Yahut anılan "fakat sağır olanlar..." kısmı, "Hayır! Onlar rablerini anmaktan yüz çevirirler." kabilinden olup doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından ifade edilmiştir. Yani sen onlara bunu söyle, fakat onlara bunu duyuramazsın.

46

"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından küçük bir esinti dokunsa, hiç şüphesiz "Vah bize! Gerçekten biz zâlim kimselermişiz!" derler."

Onların, kıyametin haberinin kendilerine gelmesinden hiç etkilenmedikleri beyan edildikten sonra burada da yemin tekidiyle bu gerçek ifade edilmektedir. Yani Allah'a (celle celâlühü) yemin olsun ki, Allah'ın (celle celâlühü) azabından onlara en ufak bir şey dokunsa, kendi nefislerine helâk ile beddua ederler ve nefislerinin kendilerine zulmettiğini itiraf ederler.

47

"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Artık hiç kimseye hiçbir şeyle haksızlık edilmeyecektir. Yapılan şey, bir hardal tanesi, ağırlığında da olsa, onu getireceğiz. Hesapçılar olarak da Biz yeteriz."

Bu kelâm, onların kendisiyle uyarıldıkları kıyamet gününde olacak olanları beyan etmektedir. Yani Biz, onların acele olarak gelmesini istedikleri kıyamet günü onların amel sayfalarını tartmak için, yahut kıyamet ehli için adâletk teraziler kuracağız.

Bir görüşe göre ise, terazileri kurmak, amellere göre hesap ve cezanın olacağının temsik ifadesidir. Bu konudaki tafsilat, A'raf sûresinde geçti.

Kıyamet günü teraziler kurulacak ve artık hiç kimsenin en ufak bir hakki zayi edilmeyecek; en ufak bir haksızlığa mâruz kalmayacak; hayır ise hayır, şer ise şer, her hak sahibinin hakkı tam olarak verilecektir. Yapılan amel, bir hardal tanesi kadar küçük ve önemsiz de olsa, tartmak, için onu da getireceğiz; onun da karşılığım vereceğiz. Hesapçılar olarak da Biz yeteriz; çünkü Bizim ilmimizden ve adaletimizden daha üstün ilim ve adalet yoktur.

48

"Yemin olsun ki, Biz, Mûsâ ve Harun'a, takva sahipleri için bir ışık, bir öğüt olmak üzere o Furkan'ı verdik."

Burada anlatılanlar, "Biz, senden önce de ancak, kendilerine vahiy ettiğimiz erlerden başkasını peygamber olarak göndermedik... âyetlerinde mücmel olarak anlatılanlara bir çeşit tafsilattır. Bir de, onların kurtarılmaları ile düşmanlarının helâk edilmelerinin keyfiyetine işaret etmektedir. Bu kelâmın başında tekit yemininin zikredilmesi, meflıûmuna son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Bu âyette geçen Furkan'dan murat, Tevrat'tır. Keza, ışık ve öğüt de yine Tevrat'tır.

Yani Allah'a (celle celâlühü) yemin olsun ki, Biz, onlara yüce bir vahiy ve kapsamlı bir Kitap verdik; bu Kitap, hak ile batılı birbirinden ayırt ettiği gibi, aynı zamanda cehalet ve azgınlık karanlıklarını da aydınlatan bir ışık ve insanlar için bir öğüt kaynağıdır.

Burada takva sahipleri zikre tahsis edilmiş, çünkü onun nurundan ve ganimetlerinden istifade edenler onlardır. Yahut âyetin metninde geçen (ve öğüt diye tercüme edilen) zikir, takva sahiplerinin muhtaç oldukları din kurallarının ve hükümlerinin zikridir.

Diğer bir görüşe göre ise âyette zikredilen Furkan, yardım demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, Hazret-i Mûsâ ile İsrail Oğulları için denizin yarılmasıdır. Ancak âyetin siyakına uygun olan birinci görüştür. Zira bu kelâm, zikredilen sıfatlarda bütün İlâhî kitaplarla ve özellikle de Tevrat'la ortak olan Kur’ân'ı tahkik etmek içindir. Bir de, denizin yarılması, kâfirlerin, "Eğer öyle değilse, haydi., bize, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin." sözleriyle istedikleri mucizedir.

49

"O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar; onlar kıyamet korkusundan da titrerler."

A- "O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar."

Yani o takva sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinin azabından korkarlar.

Bu, kâfirlere bir tarizdir. Çünkü onlar, uyarıldıkları şeyi bilfiil görmedikçe uyarılmaktan etkilenmiyorlar.

B- "Onlar kıyamet korkusundan da titrerler."

Mutlak korkunun zikrinden sonra kıyamet korkusunun zikredilmesi, korkulanların en büyüğü kıyamet olduğunu bildirmek içindir. Bir de, takva sahiplerinin, kıyametin acele gelmesini isteyenlerin vasıflarının zıddını taşıdıklarını sarih olarak belirtmek içindir.

50

"İşte bu Kur’ân, indirdiğimiz bereket kaynağı bir öğüttür. Siz şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?"

Burada Kur’ân, Tevrat'ın geçen âyetteki son vasfı (öğüt olmak) ile vasiflandırılması, makama münasebetinden ve sûrenin başındaki Kur’ân'ın vasıflandırılmasına uygun düşmesinden dolayıdır. Yani işte bu indirdiğimiz Kur’ân, hayır ve faydası bol bir bereket kaynağıdır. Siz simdi, onun da Tevrat gibi Allah (celle celâlühü) tarafından vahiy ile verildiğini apaçık delillerle anladıktan sonra onun Bizim katımızdan indirildiğini inkâr etmekte ısrar mı ediyorsunuz? Siz Tevrat'ın halini düşündükten sonra bu inkârın hiçbir dayanağı kalmaz.

51

"Yemin olsun ki, Biz, daha önce İbrâhim'e de rüştünü vermiştik. Zaten Biz onu iyi tanırdık."

A- "Yemin olsun ki, Biz, daha önce İbrâhîm'e de rüştünü vermiştik."

Yani Biz, Mûsa'ya ve Harun'a (aleyhisselâm) Tevrat'ı vermeden önce İbrâhim'e de, ona ve onun gibi büyük peygamberlere lâyık olan rüştü, yani vahiy ile hâsıl olan özel hidâyete dayanan kâmil ihtida (hidâyete ermek) ve ilâhî sırlan kullanarak ümmetini ıslah iktidarını vermiştik.

Hazret-i İbrâhim'e (aleyhisselâm) rüştünün verilmesinin önce zikredilmesi, bununla Kur’ân'ın indirilmesi arasındaki benzedikten dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, İbrâhîm'e peygamberliğinden önce, yahut erginlik çağından önce ona rüştünü vermiştik, demektir. Ancak makam, bu görüşe müsait değildir.

B- "Zaten Biz onu iyi tanırdık."

Yani İbrâhîm'in (aleyhisselâm), ona verdiklerimize ehil olduğunu biliyorduk. Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) bütün ince ayrıntıları da bildiğine ve fiillerinde hür olduğuna açıkça delâlet etmektedir.

52

"Hani İbrâhîm, babasına ve kavmine: "Şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" demişti."

Yani İbrâhîm'in (aleyhisselâm) rüştünün kemaline ve yüksek faziletine vâkıf olman için onun, babasına ve kavmine bu söylediklerini an.

Hazret-i İbrâhîm'in bu suali, tecâhül (bildiğini bilmiyormuş gibi davranmak) kabilindendir. Nitekim onların putları hakkındaki suali, normal olarak hakikatin beyanını, yahut ismin açıklanmasını talep eden bir sual tarzı değildir. Sanki Hazret-i İbrâhîm., onların ilah edindikleri putların mahiyetlerinin, taş veya ağaç olduklarım iyice kavradığı halde bunların ne okluklarını bilmiyormuş gibi sual sormaktadır.

53

"Onlar dediler ki: Biz babalarımızı bunlara tapar olarak bulduk."

Onlar, böyle cevap verdiler, çünkü Hazret-i İbrâhîm'in sualinin sonucu, onların, o putlara tapmak sebebini öğrenmek idi. Nitekim Hazret-i İbrâhîm'in, onları, "tapmakta olduğunuz" şeklinde vasıflandırması da bunu bildirmektedir. Sanki şöyle sormuş oluyor: "Bunlar nedir? Sizin onlara tapmanıza lâyık mıdır?" Onların itibar edilecek bir gerekçesi olmayınca, onlar, taklide sığındılar. Hazret-i İbrâhîm de, yemin tekidi bir kelâm ile, onların görüşünü şöyle iptal etti:

54

"İbrâhîm dedi ki: Yemin olsun ki, siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklıktasınız."

Yani yemin olsun ki, siz de, bu bâtıl âdeti sizin için meydana getiren babalarınız da, aklı başında hiçbir kimseye gizli olmayan apaçık ve pek tuhaf büyük bir sapıklık içinde kalmaya devanı etmektesiniz. Çünkü sizin bu ibâdetı-nız, hiçbir delile dayanmamaktadır ve taklit de, ancak kısmen hak olma ihtimak olan hususlarda caizdir.

55

"Dediler ki: Bize gerçeği mı getirdin, yoksa sen oyunbazlardan mısın?"

Yani onlar, Hazret-i İbrâhim'in o sözlerini duyunca, dinî inançlarının dalâlet olmasının imkânsız olduğunu ifade etmek, Hazret-i İbrâhîm'in, kendilerim dalâletle vasıflandırmasına taaccüplerini ve bu sözlerinde ciddi, olmasından tereddütlerini bildirmek üzere dediler ki; bunu bize ciddi olarak mı söylüyorsun, yoksa söylediklerin şaka mı, mizah mı?

56

"İbrâhîm dedi ki: Hayır! Sizin Rabbiniz, şu göklerin ve bu yerin de Rabbidir ki, onları yoktan meydana getirmiştir ve ben de buna şahitlik edenlerdenim."

A- "İbrâhîm dedi ki: Hayır! Sızın Rabbiniz, şu göklerin ve bu yerin de Rabbidir ki, onları yoktan meydana getirmiştir."

Hazret-i İbrâhîm, bununla, onların, sözlerini üzerine bina ettikleri hususu, yani o putların kendi ilâhları olmalarını red etmektedir. Yani gerçek, sızın bildiğiniz gibi değil, fakat Rabbiniz, şu göklerin ve bu yerin de Rabbidir kı, onları yoktan var etmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm'in bu sözleri, iddiasına delil ikame etmek suretiyle, oyun oynadığını red etmek içindir.

Hazret-i İbrâhîm'in, bu sözlerinde Allah'ı (celle celâlühü) onların Rabbi olmakla vasıflandırdıktan sonra O'nu gökleri ve yeri yaratmış olmakla da vasıflandırması, hakkı tahkik için ve böyle olmayan bir varlığm, İlâh olmaktan uzak olduğuna dikkat çekmek içindir. Yani sizin Rabbiniz, gökleri, yeri, içlerindeki yaratılmışları ve ezcümle sizleri, babalarınızı ve taptığınız putları da, faydalanacağı bir örnek ve uyacağı bir tarif olmaksızın yoktan var etmiştir.

B- "Ve ben de buna şâhitlik edenlerdenim."

Yani ben de, size anlattığım gibi sizin Rabbinizin, yalnız, göklerin ve yerin Rabbi olan. Allah olduğunu, O'ndan başka her ne olursa olsun, hiçbir varlığın İlâh olmadığını hakikat: ve delil ile bilenlerdenim. Zira bir şeyin şahidi olan, onu tahkik ederek hakikatini anlamış olan kimse demektir. Hazret-i İbrâhîm'in de buna şahadeti, onu hüccet ile kanıtlamış olması demektir. Bu itibarla sanki Hazret-i İbrâhîm şöyle demiştir: Ben bunu beyan ederim ve onu delil ile kanıtlarım.

57

"Allah'a yemin ederim, ki, siz, arkanızı dönüp gittikten sonra ben, hiç şüphesiz putlarınıza bir oyun oynayacağım!"

Yani siz, onların ibâdetinden dönüp bayram yapmaya gittikten sonra ben onları kırmaya çalışacağım.

Âyette kullanılan ifade, buna fırsat bulmanın zor olduğunu ve bunun başarılmasının, hilelere baş vurmaya bağlı olduğunu bildirmektedir.

Hazret-i İbrâhîm, bunu gizli söylemişti.

Bir görüşe göre, bunu biri duymuştu.

58

"Sonra İbrâhîm, kendisine müracaat etsinler diye onları param parça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı."

Rivâyet olunuyor ki, Azer, bir bayramlarında Hazret-i İbrâhîm'i de yanma aldı ve bayram kutlamalarına puthanelerinden başlayarak, önce oraya girdiler ve putlara secde edip yanlarında getirdikleri yemekleri, önlerine koydular ve: "Biz dönünceye kadar ilâhların bereketi yemeklere geçsin!" diye duâ ettiler. Sonra çıkıp gittiler. Hazret-i İbrâhîm ise, orada kaldı. Onlar gittikten sonra Hazret-i İbrâhîm, putlara bir göz gezdirdi. Bunlar yetmiş put: idi ve sıralar halinde bulunuyorlardı. Bu putların en büyüğü de, yüzü kapıya dönüktü. Bu büyük put altından idi ve gözlerinde, gecelen parlayan iki kıymetli taş bulunuyordu. Hazret-i İbrâhîm, eline aldığı balta ile hepsini kırdı; yalnız o büyük putu bıraktı ve baltayı da onun boynuna astı. Bunu, kendisine müracaat etmeleri ve karşılıklı hüccet beyanında onları gelecek delillerle mağlup edip kendilerini susturmak için yaptı.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar, büyük puta müracaat edip de diğer putları kimin kırdığını ona sorsunlar diye böyle yaptı, demektir. Zira içinden çıkılmayan hâdiselerde tapılan varlığa müracaat edilmelidir. Bîr diğer görüşe göre ise, kendi ilâhlarının, kendilerine isabet edecek bir zararı önlemekten ve onları kırana bir zarar vermekten âciz oldukları sabit olduğunda belki Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun tevhidine dönerler diye bunu yaptı, demektir.

59

"Onlar dönüp bunu görünce: "İlahlarımıza bunu kim yaptı? Hiç şüphesiz o, zâlimlerden biridir" dediler."

Yani onlar bayramlarından dönüp putlarına yapılanları görünce, inkâr, kınama ve takbih anlamında dediler ki; İlâhlarımıza bunu kim yaptı? Bunu yapan zâlimlerden sayılmaktadır.

Onlara göre ilâhlarını paramparça edenin zâlimlerden sayılması, o ilâhlar saygıya lâyık iken, onlara hakaret etmeye cüret ettiği içindir, yahut onları kırıp paramparça etmekte ve onları tahkirde çok ileri gittiği içindir, yahut kendi nefsini tehlikeye mâruz bıraktığı içindir.

60

"Bir kısmı: "Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm deniliyormuş" dediler."

Onlardan bazıları, soranlara cevap olarak dediler ki; bu İlâhlarımızı tahkir eden İbrâhîm adında bir genç varmış; herhalde onlara bunu yapan odur.

61

"Dediler ki: O halde onu halkın gözleri önüne getirin; olur ki, onlar tanıklık ederler."

Yani onu getirin ve herkesin kendisini görebileceği yüksekçe bir yere çıkarın; belki insanlar, onun söylediklerine ve yaptıklarına şâhıtlik ederler. Yahut onun halkın gözlen önüne getirin kı, ona vereceğimiz cezayı görsünler, demektir.

62

"Sen mi yaptın bunu İlâhlarımıza ey İbrâhîm!" dediler."

Yani onlar, Hazret-i İbrâhîm'i halkın huzuruna getirip soruşturmaya başladılar ve kendisine bunu sordular.

63

"İbrâhîm: "Belki de bunu büyükleri yapmıştır. Haydi, onlara sorun; eğer konuşabiliyorlarsa, söylesinler" dedi."

Hazret-i İbrâhîm, kırmadığı büyük putu göstererek bunu söyledi. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), kendisini amacına ulaştıran, onları hüccede ilzam etmeyi en nâzik ve en güzel şekilde sağlayan tariz üslubunu seçerek kendi ilâhları hakkında onları düşünmeye sevk etmiş ve bu amacını gerçekleştirirken yalan söylemekten de kaçınmıştır. Hazret-i İbrâhîm, bu işi büyük puta isnat ederek bu sözleriyle büyük putu bizzat fail olarak gösterdiği gibi, baltayı onun boynuna asmak suretiyle fiilen bunu göstermişti. Hazret-i İbrâhîm'in bu ısı büyük puta isnat etmekten maksadı, onun bu işin baş sebebi olduğudur. Şöyle ki, Hazret-i İbrâhîm, o putların yanma girdiğinde, onların Allah'tan (celle celâlühü) başka kendilerine tapılması için sıra sıra dizildiklerini görünce, içinden o putlara öfkelenmişti; en büyük puta olan öfkesi ise, daha büyük ve şiddetli idi. Çünkü en çok ona saygı gösteriyorlardı. İşte onun bu fiili ona isnat etmesi, kendisini onları kırmaya sevk eden o büyük put olması itibanyladır.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm'in bu sözleri, o puta tapanların inancına göre caiz olması gereken sonucu hikâye etmektedir. Sanki onlara şöyle demiştir: Siz bu putların en büyüğünün bu işi yapmış olmasını inkâr etmiyorsunuz; çünkü kendisine tapılan ve ilah olarak kendisine yakardan bir varlık, bunun daha ağır olanına muktedir olması gerekir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm şöyle demişti: "Bunu yapan bu putların büyüğüdür. O, bütün putların en büyüğü iken, kendisinin yanında bu küçük putlara tapılmasına kızmıştır." Buna göre, Hazret-i İbrâhîm'in bu sözleri, temsik bir ifade olup bundan maksadı, Allah'ın (celle celâlühü), Kendi ibâdetine putları da ortak etmelerinden dolayı onlara kızdığına dikkat çekmektir.

Diğer bir görüşe göre, Hazret-i İbrâhîm, kendisinden sâdır olan fiili puta isnat etmek maksadıyla bunu söylememiş; fakat onları hüccetle ilzam etmek ve susturmak amacına tarizi bir üslupla varmak için o fiili kendine ısnât etmiştir. Bunun bir misali de, sen güzel yazı yazmakla meşhur olduğun halde yazdığın güzel bir yazı için ümmî bir kimsenin sana: "Bunu sen mı yazdın" demesi ve senin de: "Hayır, sen yazdın" diye cevap vermen gibidir, işte bunda da senin maksadın, yazının sana ait olduğunu tesbit etmekle beraber, soran ile de istihza etmektir; yoksa niyetin yazının sana ait olduğunu red etmek ve ona ait olduğunu saptamak değildir.

Ancak bu görüş, tahkikten çok uzaktır. Mezkûr misalde mânanın hülâsası, sadece, yazının kendi nefsine ait olduğunu saptamak, gerçek durumun açık olduğunu iddia etmek ve bununla beraber soran ile alay etmek ve sualinin, cehaletinden kaynaklandığını bekitmektir. Zira sualini, kendisine göre bu yazının, başkası tarafından yazılmış olmasının muhtemel olduğu esası üzerine bina etmiştir. Halbuki sana göre bu imkânsızdır. Ama Hazret-i İbrâhîm'in kırma fiilini puta ısnât etmesinden muradının, sadece, o fiilin kendisine ait olduğunu saptamak olmadığı gibi, suallerini, kendilerine göre, bunun, başkası tarafından yapılmış olmasının muhtemel olduğu esası üzerine bina ettiklerinden dolayı bu sualin, cehaletlerinden kaynaklandığını belirtmek de değildir. Fakat Hazret-i İbrâhîm'in muradı, onları, putları hakkında tefekküre yöneltmektir. Nitekim onun: "Eğer konuşabiliyorlarsa... " sözü de bunu bildirmektedir.

Hazret-i İbrâhîm'in: "Eğer konuşabiliyotlarsa..." yerine, "Eğer duyabiliyorlarsa", yahut "Eğer akıl edebiliyorlarsa" dememiş, -kaldı ki, sormak, duymaya ve akıl etmeye bağlıdır- çünkü sormanın neticesi cevaptir ve onlarin konuşmaması daha açıktır ve bu şekilde onları susturmak daha etkılidir. Ve bu da önceden hâsıl olmuştur. Nitekim bundan sonraki âyet bunu şöyle ifade etmektedir:

64

"Bunun üzerine kendi akıllarına müracaat ettiler; sonra kendi kendilerine: "Gerçekten zâlimler sizlersiniz, sizler!" dediler."

Yani bunun üzerine onlar kendi akıllarına müracaat ederek düşündüler kı, kendi nefsinden zararı önlemeye ve kendilerini kıran kimseye hiçbir şekilde zarar vermeye muktedir olmayan bir varlık, başkasından da zarar önlemeye ve ona bir menfaat sağlamaya muktedir olamaz. Şu halde böyle bir varlık nasıl mâbûd olabilir! İşte o zaman kendi aralarında birbirlerine dediler kı; siz, sorumlu tutmayı gerektiren bu kınayıcı sualinizle, yahut putlara tapmakla siz zâlim oldunuz; siz: "Hiç şüphesiz o zâlimlerdendir" sözünüzle zâlim saydığınız kimse zâlim değildir. Yahut o putlara tapmakla sız zâlim oldunuz; onları kıran değil.

65

"Sonra tekrar eski kafalarına dönerek: "İbrâhîm! Yemin olsun ki, bunların konuşmadığını sen pek âlâ biliyorsun!" dediler."

Yani onlar, akıllarına müracaat etmekle istikamet bulduktan sonra yine mücadeleye döndüler ve dediler ki; ey İbrâhîm! Vallahi, bu putların hiç konuşmadığını biliyorsun; o halde nasıl onlara sormamızı istiyorsun?

66

"İbrâhîm dedi ki: "Öyleyse, Allah'tan başka, size hiçbir fayda ve zarar getiremeyen şeylere mi tapıyorsunuz ha?"

Zira putların halinin İlâhlığa zat olduğunu bilmek, onlara tapmaktan kaçınmayı kesinlikle gerektirmektedir.

67

"Size de, Allah'tan başka taptıklarınıza da yuh olsun! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"

A- "Size de, Allah'tan başka taptıklarınıza da yuh olsun!"

Bu kelâm, onların apaçık bâtıl olan dinde ısrar etmelerine karşı Hazret-i İbrâhîm'in feryadıdır.

B- "Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"

Yani hâlâ alınızı kullanıp tefekkür ederek yaptığınızın ne kadar çirkin olduğunu anlamayacak mısınız?

68

"Kimileri: "Eğer bir iş yapacaksanız, onu ateşte yakın da, ilâhlarınıza yardım edin!" dediler."

Yani onlar, delil getirmekten âciz kalınca, çareleri tükenip afallayınca birbirlerine dediler ki; eğer İlâhlarınıza yardım edecekseniz, yahut hatırı sayılır bir iş yapacaksanız, onu yalcın; çünkü bu, en ağır cezadır ve ondan intikam almakla İlâhlarınıza yardım edin!

İşte hüccetle mağlup edilen bâtılcinın her zaman hali budur; sen, kesin delillerle onun şüphesini kaldırdığında rezil olunca, kaba kuvvete başvurmaktan başka çaresi kalmamaktadır.

Deniliyor ki, Hazret-i İbrâhîm için "Onu yakın..." diyen, Nemrûd b. Kenan b. Sencârîb b. Nemrûd b. Kûs b. Hâm, b. Nuh'tur

Diğer bir görüşe göre ise bunu söyleyen Heyûn, yahut İledir adında Fars Kürtlerinden biri idi; bu adam yerin dibine batinidı.

Rivâyet olunuyor ki, onlar, Hazret-i İbrâhîm'i yakmaya karar verince, Enbât (Nebatilerin) kentlerinden olan Kûsâ'da bir Hazîre yaptılar. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Onun için bir yer yapın ve derhal onu ateşe atin!" dediler. İşte bundan sonra onlar kırk gün müddetle çeşitli ağaç türlerinden sert odunlar topladılar ve öyle büyük bir ateş yaktılar kı, kimse çevresine bile yaklaşamazdı. Hattâ çok yükseklerde üstünden uçan kuşlar bile alevlerinden yaniyorlardı. Ve hiç kimse ateş sahasına yaklaşamadığı için Hazret-i İbrâhîm'i nasıl ateş atacaklarını bilemediler. Derken İblis oraya gelip kendilerine mancınık aletinin nasıl yapıldığını öğretti; onlar da mancınık yaptılar.

Diğer bir görüşe göre ise, mancınık aletini onlara bir kürt yaptı. Allah da o kürdü yerin dibine batırdı. O, kıyamet gününe kadar batmaya devam edecektir. Sonra onlar, İbrâhîm'i alıp zincirlerle bağladılar ve o mancınığa koydular ve mancınıkla onu ateş fırlattılar. Hemen Cebrâîl (aleyhisselâm) kendisine gelip: "Bir ihtiyacın var mı?" dedi. Hazret-i İbrâhîm de: "Sana bir ihtiyacım yok" dedi. Cebrâîl (aleyhisselâm) "Öyleyse Rabbinden dile!" dedi. Hazret-i İbrâhîm: "Rabbimin benim halimi bilmesi, bana yeter" dedi. Allah (celle celâlühü) da, onun bu sözünün bereketine o Hazîre'yi bir bahçe yaptı.

69

"Biz de: "Ey ateş! İbrâhim'e serinlik ve esenlik ol!" dedik."

İşte bu âyet, Hazret-i İbrâhîm'in o ateşten nasıl korunduğunu bildirmektedir. Yani Biz de ateşe dedik ki; İbrâhim'e zarar vermeyen bir serinlik haline gel!

Rivâyet olunuyor ki, melekler, Hazret-i İbrâhîm'in iki koltuğundan tutup yere oturttular. Bir de baktı ki, suyu gayet tatlı bir pınarın başında, kırmızı gül ve nergis bahçesinde bulunuyor. Ateş yalnız, kendisini bağladıklar bağları yakmıştı.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm, serinlik ve esenliğe dönüşen o ateşte kırk gün, yahut elk gün kaldı. Hazret-i İbrâhîm: "Ben hayatımda orada geçirdiğim günler kadar hiç mutlu olmadım" diyordu.

İbni Yesâr diyor kı: "Allah ona gölge meleği gönderdi; melek, yanında oturup ona ünsiyet verdi. Nemrûd, sarayından seyrederken baktı ki, Hazret-i İbrâhîm gayet güzel bir bahçede yanında bir arkadaşı ile beraber gayet iyi durumda oturuyor ve etrafı tamamen ateş ile kuşatılmış haldedir. Nemrûd, oradan Hazret-i İbrâhim'e: "İbrahkn! Sen oradan çıkabilir misin?" diye seslendi. Hazret-i İbrâhîm de: "Evet!" dedi.. Nemrûd: "Öyleyse, haydi, kalk da, çık, bakayım!" dedi. Bunun üzerine Hazret-i İbrâhîm, ayağa kalkıp yürümeye başladı ve ateş sahasının dışına çıktı. Nemrûd da, kendisini karşılayıp ona saygı gösterdi ve ona: "Senin yanında gördüğüm adam kimdi?" diye sordu. O da: "O gölge meleği ıdı; Rabbim, onunla ünsiyet bulayım diye onu bana göndermişti" dedi. Nemrûd: "Rabbinin senin hakkında yaptığında gördüğüm kudreti ve izzeti için O'na bir kurban sunmak istiyorum" dedi. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm): "Sen bu dininde, kaldığın müddetçe Allah (celle celâlühü) senin kurbanını kabul etmez" dedi. Nemrûd dedi ki: "Ben hükümdarlığımı bırakamam; fakat sonra ben, Rabbine kurban olarak dört bin sığır keseceğim. "Sonra Nemrûd, bu kurbanları kesti ve Hazret-i İbrâhîm'den elini çekti. O zaman Hazret-i İbrâhîm on altı yaşında bulunuyordu.

İşte gördüğün gibi bu hâdise, en büyük mûcizelerdendir. Zira ateşin, güzel bir havaya dönüşmesi, Allah'ın (celle celâlühü) kudretine göre garipsenmiyorsa da, bu şekilde olması, harikulade olaylardandır.

Bir görüşe göre, Hazret-i İbrâhîm'in ateşi kendi hâlinde duruyordu; fakat Allah (celle celâlühü), Hazret-i İbrâhîm'i ateşin zararından korumuştu. Tıpkı Semender kuşunun ateşte yanmaması gibi.

70

"Onlar İbrâhîm'e bir tuzak kurmak istediler, fakat Biz, onları büsbütün hüsrana uğrayanlardan kılmışızdır."

Yani onlar, Hazret-i İbrâhîm'e zarar vermek için ona büyük bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz, onları en büyük hüsrana uğrayanlardan kılmışızdır. Nitekim onların, hak nurunu söndürme çabaları, Hazret-i İbrâhîm'in hak üzerinde, kendilerinin ise bâtıl üzerinde olduklarına kesin delil olmuş ve Hazret-i İbrâhîm'in derecesinin yükselmesine, kendilerinin ise en şiddetli azaba, müstahak olmalarına sebep olmuştur.

71

"Biz, onu ve Lût'u kendisinde âlemler için bereketler kıldığımız o memlekete ulaştırıp kurtardık."

Yani Biz, onları Irak bölgesinden kurtarıp Şam bölgesine ulaştırdık. Şam bölgesinin bereketi bütün insanlar içindir, çünkü peygamberlerin çoğu bu bölgeden çıkmış ve dinî ve dünyevî kemallerin ve hayırların temel prensipleri olan o peygamberlerin Şerîatleri bu bölgeden dünyaya yayılmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu bölgenin bereketi, nimetlerinin ve ürünlerinin bol olması demektir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) Filistin'e yerleşti; Lût (aleyhisselâm) da, Mütefıke'ye yerleşti. İkisinin arasında bir günlük mesafe vardır.

72

"İbrâhîm'e, İshâk'ı ve fazla olarak Yakûb'u da verdik. Hepsini de iyilerden kıldık."

Yani Hazret-i İbrâhîm'e, İshâk'ı verdik ve ihsan olarak, yahut torun olarak, yahut dileği olan İshâk'a ilâve olarak Yakûb'u da verdik. Bunların dinî ve dünyevî iyiliklere muvaffak kıldık; böylece onlar kâmil insanlardan oldular.

73

"Ve onları buyruğumuzla insanları hidâyete eriştiren rehberler kıldık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahiy ettik. Onlar, yalnız Bize ibâdet eden kimselerdi."

A- "Ve onları buyruğumuzla insanları hidâyete eriştiren rehberler kıldık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahiy ettik."

Yani Biz, Hazret-i İbrâhîm'in; "... ve min zürriyyeti” duasını kabul ederek onları, din işlerinde kendilerine uyulan, Bizim buruğumuzla ve kendilerini ümmetlerine peygamber olarak göndermekle ümmeti hakka yönelen ve neticede kemale erişen önderler kıldık ve kendilerine, hayırlı işler yapmayı vahiy ettik ki, ümmetlerini hayra teşvik etsinler de, böylece ilimlerine ameli de katmakla kemalleri tamamlansın. Yine namaz kılmayı ve zekât vermeyi de onlara vahiy ettik.

B- "Onlar, yalnız Bize ibâdet eden kimselerdi."

Yani anılan peygamberleri yalnız ve yalnız Bize ibâdet ediyorlardı ve onlar Bizim ibâdetimizden başka bir ibâdeti akıllarından bile geçirmezlerdi.

74

"Lût'u da an! Ona hikmet ve bilgi verdik ve kendisini, o çirkin işleri işlemekte olan memleketten kurtardık." Çünkü onlar, gerçekten yoldan çıkmış kötü bir kavım idiler.

A- "Lût'u da an! Ona hikmet ve bilgi verdik."

Yani Hazret-i Lût'a hikmet, yahut peygamberlik, yahut hasımlar arasında hak ile hükmetmeyi ve peygamberlere lâyık olan ilim verdik.

B- "Ve kendisim, o çirkin işlen işlemekte olan memleketten kurtardık. Çünkü onlar, gerçekten yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler."

Yani Biz, Hazret-i Lût'u, Livata fiilini işleyen o memleket halkından kurtardık...

75

"Lût'u da rahmetimizin içine aldık. Çünkü o, gerçekten iyilerden idi."

Yani Biz, Lût'u (aleyhisselâm) da rahmetimizin ehli olan, yahut Cennet yaranı olan bahtiyar kullarımıza dâhil eyledik. Çünkü o, gerçekten, tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş mutlu ve kutlu kullarımızdan idi.

76

"Nuh'u da an! Hani o daha önce duâ etmiş, Biz de onun duasını kabul etmiştik. Nihayet kendisini de, îman eden ailesini de o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık."

Yani Hazret-i Nuh'un Sââl haberini de an! Hani o, bu zikredilen peygamberlerden önce, kavminin helaki için Allah'a (celle celâlühü) duâ etmiş ve Biz de, onun duasını ve ezcümle, "Ben gerçekten mağlup durumdayım; bana yardım eyle!" duasını da kabul etmiştik ve nihayet kendisini de, îman eden ailesini de o tufandan kurtarmıştık.

Diğer bir görüşe göre ise, o büyük sıkıntı, kavminin eziyeti idi.

77

"Âyetlerimizi yalan sayan kavme karşı onu muzaffer kılmıştık. Onlar muhakkak kötü bir kavim idiler. Bu yüzden onların hepsini suda boğduk."

Ayetlerimizi yalan sayan kavme karşı onu muzaffer kıldık ve onlardan intikam aldık. Çünkü onlar gerçekten azabımızı hak etmiş kötü bir kavim idiler. İşte bu yüzden onların hepsini, suda boğduk; zira hakkı yalanlamakta ısrar ve şer ile fesada dalmak, kesin olarak helaki gerektirmektedir.

78

"Dâvûd ve Süleyman'ı da an! Hani o kavmin koyunlarının çobansız girip yayıldığı ekin tarlası hakkında hüküm vermişlerdi. Biz de hükümlerine şahit idik."

Diğer bir görüşe göre, bu çobansız koyunların gece girip büyük zarar verdikleri, ekin değil, salkımları sarkmış üzüm bağlan idi.

79

"Böylece hükmetmeyi Süleyman'a Biz öğretmiştik. Onların hepsine de hüküm ve ilim vermiştik. Dâvûd ile beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları ona tâbi kıldık. Bunları Biz yapmaktayız."

A- Böylece hükmetmeyi Süleyman'a Biz öğretmiştik."

Rivâyet olunuyor ki, iki adam, Davud'un (aleyhisselâm) yanına geldiler; bunlardan biri dedi ki: "Bu adamın koyunları gece benin ekinime girip büyük zarar verdiler. Hazret-i Dâvûd da, tazminat olarak, o koyunların ekin sahibine verilmesine hükmetti. Bu iki adam Hazret-i Süleyman'ın yanından geçerken hâdiseyi kendisine anlattılar. Hazret-i Süleyman: "Başka bir hüküm, iki taraf için de daha uygun olur" dedi. Hazret-i Dâvûd, bunu haber alınca, Hazret-i Süleyman'ı çağırttı ve ona dedi kı: "Peygamberlik ve babalık hakkı için, her iki taraf için de daha uygun olanı bana söyle!" Hazret-i Süleyman da dedi kı: "Bana göre, koyunlar, arazı sahibine verilmek ve o, koyunların sütünden, yününden ve doğacak nesillerinden faydalanmak. Ekin tarlası da koyunların sahibine verilmek ve tarlayı eski haline getirmelidir. Ekin o hale gelince de, herkes malını geri almalıdır. " Bunun üzerine Hazret-i Dâvûd: "Gerçek hüküm, senin, hükmündür" dedi ve bu hükmü uygulattı.

Bana göre, Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman'ın (aleyhisselâm) hükümleri kendi, içtihatlarına dayanıyordu. Zira Hazret-i Süleyman'ın: "Başka bir hüküm, iki taraf için de daha uygun olur" demesi ile sonra da: "Bana göre, koyunlar arazi sahibine verilmek..." demesi, bu hükmün vahiy yoluyla olmadığını sarih olarak ifade etmektedir. Yoksa kesin olarak, yegâne hükmün bu olduğunu ifade ederdi. Ve Hazret-i Dâvûd da, Hazret-i Süleyman'dan, görüşünü söylemesini yemin ile talep etmezdi. Aksi takdirde Hazret-i Süleyman'ın, hükmünü baştan söylemesi vacip olurdu ve onu gizlemesi haram olurdu. Bundan zorunlu olarak, Hazret-i Davud'un hükmünün de içtihat olması lâzım gelir. Zira zorunlu olarak, Nass ile olan hülcmün içtihad ile nakzedılmesi imkânsızdır. Hattâ -Allahu Âlem- ben derim ki; Hazret-i Süleymânın görüşü istihsân'a (faydalı olanı tercih etmek, metoduna) dayanan bir içtihad idi. Nitekim onun: "Taraflar için daha uygun..." demesi de, bunu bildirmektedır. Hazret-i Davud'un görüşü ise kıyas idi.

Nitekim bir köle, efendisi aleyhinde bir cinayet işlediği zaman, imâm Ebû Hanîfe'ye göre, efendisi, köleyi cinâyet sahibine verir, yahut fidyesini verir ve onu karşılamak için köleyi satar. İmâm Şafiî'ye göre ise, kölenin efendisi, bu cinÂyetin fidyesini verir. Ve rivâyet olunuyor ki, ekinin değeri ile koyunların değeri arasında bir fark yoktu. Hazret-i Süleyman, istihsân hükmünü tercih etmişti. Nitekim o, koyunlardan faydalanmayı, kayıp edilen ekinden faydalanma yerine saymıştı. Ama koyun sahiplerinin koyunlar üzerindeki mülkiyeti baki kalıyordu. Koyunların sahibine de, onun tarafından gelen zarar telâfi edilinceye kadar ekin tarlasında çalışması vacip kılmıştı. Nitekim Şafiî akimlerine göre, bir kimse, bir köleyi gasp edip de, köle, onun elinden kaçarsa, tazminat olarak kölenin değerini sahibine verir.

Böylece kölenin sahibi, gasp edenin ortadan kaldırdığı menfaatlerin karşılığı olarak, kölenin değerinden faydalanır. Ama sonra, kaçan köle yakalanırsa, taraflar eski mallarına dönerler.

Âyetteki "Böylece hükmetmeyi Süleyman'a Biz öğretmiştik" kelâmı, Hazret-i Süleyman'ın hükmünün tercihe şayan olduğuna ve Hazret-i Davud'un, onun hükmüne döndüğüne delildir. Halbuki içtihada bina edilen hüküm, başka bir içtihâd ile nakzedilmez; ikinci içtihâd, birincisinden daha kuvvetli olsa bile. Fakat bu, bizim Şerıatimizin hususiyederindendir. Kaldı ki, konuya ilişkin haberlerde vârid olduğuna göre, Hazret-i Dâvûd, Hazret-i Süleyman'ın hükmünü duymadan kesin hükmünü vermemişti.

Bu meselenin bizim Şeriatimizdeki hükmüne gelince, Ebû Hanîfe'ye (radıyallahü anh) göre, eğer zarar meydana getiren hayvanın yanında onu süren veya yeden biri bulunmuyorsa, tazminat lâzım gelmez. İmâm Şafiî'ye göre ise, bu gibi hâdiseler gece olursa, tazminat lâzım gelmez; gündüz olursa lâzım gelir.

B- "Onların hepsine de hüküm ve ilim vermiştik."

Bu kelâm, hükmetmenin Hazret-i Süleyman'a tahsis edilmesinden akla gelebilecek, Hazret-i Davud'un hükmünün şer'i olmaması gibi bir vehmi ortadan kaldırmaktadır. Yani Biz, yalnız Hazret-i Süleyman'a değil, her ikisine de birçok hikmet ve ilim vermiştik.

Bu âyet, sadece delâlet ediyor ki, müçtehıdin hatası, müçtehidliğine halel getirmez.

Bir görüşe göre, her müçtehidin, isâbetli olduğuna da delâlet etmektedir. Ancak bu görüş, âyetteki "Böylece hükmetmeyi Süleyman'a Biz öğretmiştik" gerçeğine ters düşmektedir. Eğer "Böylece hükmetmeyi ... "cümlesi nakledilmeseydi, anılan iki peygamberin de aynı hükümde birleştikleri muhtemel olurdu; Kaldı ki, "Böylece hükmetmeyi ..." kelâmı, Hazret-i Süleyman'ın küçük yaşma rağmen bilgi üstünlüğünü göstermek içindir. Zira Hazret-i Süleyman o sırada on bir yaşında bulunuyordu.

C- "Dâvûd ile beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları ona tâbi kıldık."

Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) her ikisine olan umumî ihsanı beyan edildikten sonra burada da her birine mahsus olan ihsanları anlatılmaktadır.

Dağların ve kuşların Hazret-i Dâvûd ile beraber Allah'ı (celle celâlühü) tesbîh etmeleri, Hazret-i Davud'un duyduğu temsilî bir sesle O'nu takeks etmeleridir. Yahut onların takdisi, Allah'ın (celle celâlühü) onlarda yarattığı kelâm ile olmaktaydı.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki fiil, Tesbîh kökünden olmayıp Sebh kökünden olup, onlar, Hazret-i Dâvûd ile beraber yüzüyorlardı, demektir.

D- "Bunları Biz yapmaktayız.

Yani bu gibi şeyleri yapmak. Bizim şanımızdandır. Bu itibarla bunlar, size göre pek garip şeyler ise de, Bize göre öyle değildir.

80

"Savaşınızda sizi korusun diye sizin için Davud'a zırh sanatını da öğrettik. Artık şükredecek misiniz?"

Diğer bir görüşe göre ise, önceleri zırhlar, yassı düz parçalar hâlinde iken, Hazret-i Dâvûd, halkalar hâlinde dokunan zıhlar yaptı.

81

"Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgârı verdik; onun emriyle, kendisinde bereket yarattığımız yere doğru akar, giderdi. Zaten Biz her şeyi biliriz."

A- "Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgârı verdik."

Âyetin ifade tarzından anlaşılıyor ki, Hazret-i Davud'a bahşedilen teshir ile Hazret-i Süleyman'a bahşedilen teshir arasında fark vardı. Nitekim Hazret-i Süleyman'a teshir edilen rüzgâr İle diğer şeyler, hükümranlığının emri altında küllî bir İnkıyat ile onun emirlerine ve yasaklarına uymaları şeklindeydi. Dağların ve kuşların Hazret-i Davud'a teshir edilmeleri ise, bu derece olmayıp fakat Allah'ın (celle celâlühü) ibâdetinde ona tâbi olmaları ve uymaları şeklindeydi.

Hazret-i Süleyman'a teshir edilen rüzgâr, o kadar şiddetli idi ki, kısa bir zaman içerisinde onun tahtını çok uzaklara taşıyordu. Nitekim ilgili bir âyette şöyle denilmektedir: "Onun sabah gidişi bir aylık mesafe idi ve akşam dönüşü de bir aylık mesafe idi." Bu rüzgâr haddi zâtında yumuşak ve rahatlatıcı idi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu rüzgâr, Hazret-i Süleyman'ın isteğine bağlı olarak, bazen yumuşak, bazen de kasırga şeklinde esiyordu.

B- "Onun emriyle, kendisinde bereket yarattığımız yere doğru akar, giderdi."

Bu yerden murat, Şanı bölgesi idi. Bu rüzgâr, sabahlan Hazret-i Süleyman'ı istediği yere götürüyordu; akşamlan da onu geri Şam'a getiriyordu.

Kelbî diyor ki: "Hazret-i Süleyman ve kavmi, bu vasıtaya binip (İran'daki) Istahr'dan Şam'a geliyorlardı ve diledikleri yere gidip aynı günde evlerine dönüyorlardı."

C- "Zaten Biz her şeyi biliriz."

İşte bundan dolayı Biz, o vasıtayı hikmete uygun olarak yürütürüz.

82

"Onun için dalgıçlık yapan, daha başka işler de gören o şeytanlardan da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk."

A- "Onun için dalgıçlık yapan, daha başka işler de gören o şeytanlardan da onun emrine verdik."

Yani Hazret-i Süleyman için dalgıçlık yaparak ona denizlerden değerli şeyler çıkaran ve şehirler, saraylar bina etmek ve garip sanatlar icat etmek gibi daha başka işler de gören Şeytanlardan da onun emrine verdik. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden...

ne dilerse yaparlardı."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Süleyman'a teshir edilen cinler, mü’min cinler olmayıp kâfir cinler idi. Çünkü "Şeytanlardan" denilmesi de, bunu bildirmektedir.

B- "Biz onları gözetim altında tutuyorduk."

Yani o şeytanlar, Süleyman'ın (aleyhisselâm) emrinden çıkmasın, yahut tabiatları gereği olan kötülükleri yapmasınlar diye onları gözetim altında tutuyorduk. Deniliyor ki, bu gözetim için o Şeytanların başında meleklerden bir topluluk ve mü’min cinlerden de bir topluluk görevlendirilmişti. Zeccâc diyor ki: "O Şeytanlar, yaptıklarını bozmamak için gözetim altında tutuluyorlardı. Zira Şeytanların âdeti, gündüz yaptıklarını geceleri bozmak idi."

83

"Eyyûb'u da an! Hani, Rabbine: "Dermansız bu dert beni sardı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!" diye niyaz etmişti."

Hazret-i Eyyûb'un, kendi nefsini, ilâhî merhameti gerektirecek şeklide vasıflandırmakla yetinip talebini arz etmemesi, niyâzmdakı nezâketinden dolayıdır.

Hazret-i Eyyûb, Rumların babası olan Îs b. İshâk'ın (aleyhisselâm) soyundan idi. Allah (celle celâlühü) kendisine peygamberlik verdi. Pek geniş bir aile ve servete sahip oldu. Sonra Allah (celle celâlühü) onu imtihan buyurdu: Evleri üstlerine çökmesiyle çoçuldan helâk oldu; serveti de elinden gitti ve on sekiz, yahut on üç sene, yahut, yedi sene, yedi ay, yedi gün ve yedi saat bir hastalık çekti.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Eyyûb'un karısı Mâhîre Binti Mîşâ b. Yûsuf (radıyallahü anha), Yahut Rahme Binti Efrâyim b. Yûsuf (aleyhisselâm), bir gün kendisine:

"- Bu hastalıktan şifâ bulmak için Allah'a duâ etsen!..." dedi.

Hazret-i Eyyûb da ona:

"- Bizim rahat yaşadığımız müddet ne kadardı?" diye sordu. Karısı da:

"- Sekiz sene" dedi.

Hazret-i Eyyûb:

"- Benim belâlı müddetim, rahatlık müddetim kadar olmamışken, ben bunun için Allah'a duâ etmekten utanırım" dedi.

Rivâyet olunuyor ki, İblis, azametli bir görünümde Hazret-i Eyyûb'un karısının yanına geldi ve ona dedi ki:

"Ben, yeryüzünün ilahiyim. Senin kocana bu yaptıklarımı, yaptım, çünkü o, beni bırakıp göklerin ilahına tapmaya başladı. Eğer o, bana bir kez secde ederse, ikinizden aldıklarımın hepsini, mallarınızı, çocuklarınızı geri vereceğim ve kocanı sağlığına kavuşturacağım."

Hazret-i Eyyûb, o sırada atılmış olduğu çöplük gibi bir yerde, bulunuyordu ve hiç kimse onun yanına yaklaşmıyordu. Bunun üzerine karısı, onun yanma gidip bunları kendisine anlattı. Hazret-i Eyyûb:

"Herhalde sen, o lânetlinin sözlerine kapıldın. Yemin olsun kı, eğer Allah (celle celâlühü) bana şifâ verirse, hiç şüphesiz ben sana yüz kamçı vuracağım. Artık bundan sonra senin yiyeceklerinden ve içeceklerinden tatmak, bana haram olsun!" dedi ve onu yanından kovdu.

Bundan sonra Hazret-i Eyyûb, tek başına o çöplük gibi yerde, kaldı, hiç kimse onun yanma yaklaşmıyordu. İşte o zaman secdeye, kapanarak:

"Ey Rabbim! Dermansız bu dert beni sarmıştır. Sen ise, merhamethlerin en merhamedışısın!" diye niyazda bulundu. Bunun üzerine kendisine: "Kaldır başını! duan kabul olunmuştur. Vur ayağını yere!" diye nida edildi. Hazret-i Eyyûb da, ayağını yere vurunca, onun altından bir pınar fışkırmaya başladı. Hazret-i Eyyûb, o su ile yıkandı, bedenindeki bütün kurtlar döküldü ve bütün yaralan iyileşti. Sonra tekrar ayağını vurdu; ikinci bir pınar fışkırmaya başladı. Onun suyundan da içti; içindeki bütün hastalıklardan kurtuldu ve eski sağlığına, gençliğine ve cemâline kavuştu. Sonra kendisine güzel bir elbise giydirildi. İşte bu gelişmeler, âyette şöyle anlatılmaktadır:

84

"Biz de onun duasını kabul ettik. Onu saran hastalığı kaldırmış ve tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenlere bir öğüt olmak üzere ailesini, onlarla beraber daha bir o kadarını kendisine vermiştik."

Hazret-i Eyyûb bu şekilde şifâ bulunca, ayağa kalkıp çevresine göz attı; baktı kı, eski ailesi ve serveti kat, kat geri verilmiş.

Bir görüşe göre, bu, Hazret-i Eyyûb'un, bundan sonra, önceki çocuklarından kat kat fazla çocukları olmak suretiyle gerçekleşmiştir.

Bu arada karısı da:

Onu beni kovmuş olsa da, ben onu ölmeye ve kurda, kuşa yem olmaya mı terk edeceğim! Hiç şüphesiz ben ona döneceğim!" dedi.

Sonra Hazret-i Eyyûb'un yanma dönünce, baktı ki, ne o çöplük gibi yer kalmış, ne de eski hal kalmış; bütün şeyler değişmiş. Bunun üzerine o mekânın etrafında dönüp ağlamaya başladı ve orada nadide giysiler içinde bulduğu zâtın yanına varıp ona sormaktan çekindi. Hazret-i Eyyûb, onu görünce kendisine birini gönderip onu yanına çağırttı. Yanına gelince de, ona:

Ey Allah'ın kulu! Sen böyle ne arıyorsun?" diye sordu.

O da ağlayarak dedi ki:

"- Ben, bu çöplüğe terkedilmiş olan o hastalıklı adamı arıyorum!"

Hazret-i Eyyûb, ona:

"- O, senin neyindi?" dedi.

O da:

"- Benim kocamdı" dedi. Hazret-i Eyyûb:

"- Sen görsen onu tanır mısın?" dedi. O da:

"-Tanımaz olur muyum?" dedi. Hazret-i Eyyûb, tebessüm ederek: "- işte ben oyum!" dedi.

Karısı, onun gülmesinden kendisini tanıdı ve hemen boynuna sarıldı.

Yani Biz, bu nimetleri, Eyyûb'a olan rahmetimiz olarak ve ibâdet edenlere öğüt olmak üzere vermiştik ki, onlar da, Eyyûb sabrettiği gibi sabretsin ve onun nail olduğu mükâfatlara nail olsunlar. Yahut bunları, ıbâdet edenlere ve ezcümle Eyyûb'a (aleyhisselâm) rahmet olmak üzere ve onları unutma yıp ihsan ile onları yâd etmek üzere vermiştik.

85

"İsmail'i de, İdrîs'i de, Zülkifl'i de an! Bunların hepsi de sabredenlerdendi, "

Zülkifl, İlyas'dır. (aleyhisselâm)

Diğer bir görüşe göre ise, Yûşa' b. Nûn'dur.

Bir diğer görüşe göre ise, Zekeriyyâ'dır kendisine Zülkifl denilmesi, Allah (celle celâlühü) tarafından büyük nasıp sahibi, yahut kefalet sahibi olmasından dolayı, yahut kendi devrindeki peygamberlerin amel ve sevaplarının kat kat fazlasına sanıp olmasından dolayıdır. Yani bu peygamberlerin hepsi, ağır mükellefiyetlere ve şiddetli hâdiselere karşı sabredenlerden idiler.

86

"Onları rahmetimizin içine aldık. Onlar gerçekten iyi kimselerdendi."

Yani Biz, onları da peygamberler camiasına dâhil eyledik, yahut âhiret nimetleri içine aldık. Onlar gerçekten salâhta, etrafında hiçbir fesat şaibesinin dolaşmadığı kemale ermiş peygamberlerdi. Zira peygamberlerin salâhı, fesat bulanıklığından münezzehtir.

87

"Zünnûn'ıı (Yûnus'u) da yâd eyle! Hani, kavmine öfidelenerek çıkıp gitmişti de, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı.

Derken karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir İlâh yoktur; Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!" diye niyaz etmişti."

A- "Zünnûn'u (Yûnus'u) da yâd eyle! Hani, kavmine öfkelenerek çıkıp gitmişti de, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmışti."

Zünnûn, balina yaranı demek olup Hazret-i Yûnus'dur. Hazret-i Yûnus, uzun zaman kavmini hakka davet etmesi karşısında, onların şiddetli serkeşliğmden ısrarlarını sürdürmelerinden bıkıp usanınca, kendisine bu konuda bir emir gelmeden, kavmine öfkelenerek onların arasından hicret etmişti.

Bir görüşe göre, Hazret-i Yûnus, kavmine azap vaat etti; fakat bu arada kavmi tevbe ettiği için, zamanında azap gelmedi. Hazret-i Yûnus, bu durumu bilmediği için,

kavmine yalan söylediğini zannetti. İşte bundan dolayı öfkelenmişti.

Yani Yûnus (aleyhisselâm) kaçıp giderken Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı, yahut kendisini cezalandırmayacağımızı, yahut onda kudretimizi kullandırmayacağımızı sanmıştı.

Diğer bir görüşe göre îse, bu temsilî bir ifade olup onun hali, böyle sanan kimsenin haline benzetilmektedir. Yani o, Bizim emrimizi beklemeden kavmini terk ederken, sanıyordu ki, Biz, böyle sananlara karşı uyguladığımız muameleyi ona karşı uygulamayacağız. Nitekim "O, malının kendisini ebedî kılacağını zanneder."âyeti de bu kabildendir. Yani böyle sanan kimsenin muamelesini ona uygularız.

Başka bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûnus'un bu zannı, aklından geçen şeytanî bir vehimdir. Buna zan denilmesi, mübalağa içindir.

B- "Derken karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir İlâh yoktur; Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!" diye niyaz etmişti."

Yani gemi yolcuları arasında kur'a çekilip denize atılmasından ve balinanın onu yutmasından sonra yoğun zifirî karanlıklar içinde, yahut balinanın karnının karanlığı, deniz karanlığı ve gece karanlığı içinde...

Bir görüşe göre de, onu yutan balinayı ondan daha büyük bir balina yuttu. Böylece iki balina karınlarının karanlıkları ile deniz ve gece karanlıkları hâsıl oldu.

İşte bu karanlıklar içinde Hazret-i Yûnus şöyle niyazda bulunmuştu: "Senden başka hiçbir İlâh yoktur; Seni Sana yaraşır şekilde, bir şeyin Seni âciz bırakmasından, yahut başıma gelen bu musibetin tarafımdan sebepsiz olmasından tenzîh ederim. Ben Gerçekten, kavmim arasından hicret etmeye acele etmekle, kendilerini tehlikeye mâruz bırakan zâlimlerden oldum."

88

"Biz de onun duasını kabul eyledik ve onu o sıkıntıdan kurtardık, îşte Biz, mü’minleri böyle kurtarırız."

A- "Biz de onun duasını kabul eyledik ve onu o sıkıntıdan kurtardık."

Yani Biz de, onun, suçunu en nâzik ve güzel şekilde itiraf zımnında ettiği niyazı kabul eyledik.

Resûlüllah tan rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir sıkıntıya duçar olan kimse, bu duayı okuyarak niyazda bulunursa, mutlaka onun duası kabul olunur."

Ve Biz, Yûnus'u kurtardık. Onu yutan balina, kendisini dört saat karnında tuttuktan sonra, bir görüşe göre de, üç gün sonra onu sahile attı.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sıkıntı, balinanın onu yutması sıkıntısıdır.

Bir diğer görüşe göre ise, bu sıkıntı, onun hatasıdır.

B- "İşte Biz, mü’minleri böyle kurtarırız."

Yani sıkıntılara mâruz kalan mü’minler de, ihlâs ile bize yalvardıklarında onları da, bundan aşağı bir kurtarmakla değil, böyle tam olarak kurtarırız.

89

"Zekerîyya'yı da arı! Hani, o, Rabbine şöyle niyaz etmiştir: Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın."

Yani Hazret-i Zekeriyya şöyle niyazda bulunmuştu: Rabbim! Beni, bana vâris olacak çocuksuz bırakma! Eğer beni vârissiz bırakırsan, Sen vârislerin en hayırlısısın.

90

"Biz de onun duasını kabul ettik de, ona Yahya'yı bağışladık; eşini de kendisi için elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlı işlerde yarışıyorlardı; ümit ve korku ile Bize yalvarıyorlardi; onlar Bize karşı derin saygı içinde idiler."

A- "Biz de onun duasını kabul ettik de, ona Yahya'yı bağışladık; eşim de kendisi için elverişk kıldık."

Yani Biz de, Hazret-i Zekeriyyâ'nın duasını kabul ettik de, ona Yahya'yı bağışladık. -Bu duanın kabulünün ve Hazret-i Yahya'nın bağışlanmasının keyfiyeti Meryem sûresinde geçti.- Ve Biz, kısır hâlinden sonra eşini de doğurmaya elverişli hale getirdik. Yahut eşi önceleri hırçın iken, Biz, onun huyunu güzelleştirerek onu muaşeret için ıslâh ettik.

B- "Gerçekten onlar hayırlı işlerde yanşıyorlardı; ümit ve korku ile Bize yalvarıyorlardi; onlar Bize karşı derin saygı içinde, idiler."

Bu kelâm, daha öne açıklanan Allah'ın (celle celâlühü), mezkûr peygamberlere çeşitli ihsanlarının illetini beyan etmektedir. Yanı o peygamberler, asıl hayır prensiplerinde istikrar ve sebat göstermekle beraber çeşitli hayır işlerinde daha ileriye gitmeye çalışıyorlardı ve ümit ile korku içinde, yahut mükâfata rağbet ederek, icabet umarak, yahut itaate rağbet ederek ve azaptan korkarak, yahut günahlardan korkarak, yahut ümit ve korku için Bize yalvarıyorlardi ve onlar Bize karşı her zaman derin bir saygı, sükûnet, huşu, yahut korku içinde bulunuyorlardı. Hülasa, o peygamberler, üstün hasletlere sahip olmaları sebebiyle Allah (celle celâlühü) tarafindan bahşedilen nimetlere eriştiler.

91

"Irzını iffetle korumuş olan Meryem'i de yâd eyîe! Derken, Biz ona ruhumuzdan üflemiştik; kendisini de, oğlunu da âlemlere bir ibret kıldık."

Bu âyetin asıl metninin başında "Elletî / O Kadın ki" kelimesinin kullanılması, Hazret-i Meryem'in şanını tâzirn etmek ve öncelikle, kendisini., hakkında iddia ettikleri fiilden tenzih etmek içindir.

Yani cinsel ilişkinin helâlinden de, haramından da ırzını korumuş olan Hazret-i Meryem'i de yâd eyle! Derken, Biz, onun karnında Hazret-i İsa'ya, mahiyetinin bilgisi Bize ait olan ruhumuzdan hayat vermiştik.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, Ruhumuz Cebrâîl (aleyhisselâm) tarafından ona üflemeyi gerçekleştirmiştik ve Hazret-i Meryem ile oğlu Hazret-i İsa'nın Söâî kıssasını, yahut onların hâlini âlemlere ibret kıldık. Zira ikisinin hâlini tefekkür eden kimse, Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin kemalini hakikat olarak anlamış olur.

Şu halde bu âyetten murat, Hazret-i Meryem ve oğlu Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) ile hâsıl olan büyük âyettir. Ayrıca her birinin birçok âyetleri vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetten murat, her ilcisinin bütün müstakil âyetlerini kapsayan âyet cinsidir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Biz, onu bir âyet İvildik; oğlunu da bir âyet kıldık, demektir.

92

"İşte bu din, gerçekten bir tek din olarak sizin dininizdiı. Ben de Rabbinizim. O halde Bana ibâdet edin!"

Bu hitap, bütün insanlar içindir. Yani bu tevhîd ve islam dini, sınırlarını korumanız, haklarını gözetmeniz ve hiçbir şeyini ihlâl etmemeniz gereken dininizdir. Ben de sizin yegâne Rabbinizim; Benden başka İlâh yoktur. O halde yalnız Bana ibâdet edin; başkasına değil!..

93

"İnsanlar, kendi aralarında din birliğini bozmuşlardır. Ama hepsi Bize döneceklerdir."

Bu kelâm, onların din birliğini bozmalarını, dini param parça etmelerini teşhir etmekte ve bu çirkin fiillerinin başkalarına sirayet etmesini men' etmektedir. Sanki şöyde denilmiştir: Bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri Allah'ın (celle celâlühü) dininde onların işledikleri o büyük hatayı görmüyor musunuz? Ama fırkaların, yahut fertlerin her biri, başkasına değil ancak Bize döneceklerdır. O zaman Biz, onların amellerine göre ceza ve mükâfatlarını vereceğiz.

94

"İmdi, her kim, mü’min olarak iyi işler yaparsa, artık onun emeği için hiçbir inkâr yoktur. Zaten Biz, onu kesin olarak yazmaktayız."

A- "imdi, her kim, mü’min olarak iyi işler yaparsa, artık onun emeği için hiçbir inkâr yoktur."

Bu kelâm, işaret edilen ceza ve mükâfatın nasıl verileceğinin tafsilaü mahiyetindedir. Yani her kim, mü’min olarak iyi işler yaparsa, onun için, amelinin mükâfatından mahrumiyet yoktur. Bunun, nimeti örtmek ve inkâr etmek anlamında olan nankörlük olarak ifade edilmesi, Allah'tan sâchr olması imkânsız olan çirkinlikler olarak tasvir edilmek suretiyle Allah'ın (celle celâlühü) bundan son derece münezzeh olduğunu beyan etmek ve bu mükâfatı vermeyi, Allah'a (celle celâlühü) vacip mis gibi göstermek içindir.

B- "Zaten Biz, onu kesin olarak yazmaktayız."

Yani Biz, onların amellerini amel defterlerinde kesin olarak tespit etmekteyiz; onlardan en ufak bir şeyi bırakmayız.

95

"Helakine hükmettiğimiz bir memleket halkının, artık ceza için Bize dönmemeleri kesinlikle imkânsızdır."

Yani azgınlıkları ve taşkınlıkları yüzünden Bizim, helakim takdir ettiğimiz, yahut helakine hükmettiğimiz bir memleket halkının artık ceza için Bize dönmemeleri, tasavvur bile olunamaz.

Bu cümle, daha önce zikredilen, "Ama hepsi Bize döneceklerdir" cümlesinin izahı mahiyetindedir.

"Ama hepsi Bize demeceklerdir" cümlesinde de belirtildiği gibi, bu dönmeme imkânsızlığı, herkese şâmil iken, burada onlara tahsis edilmiş, çünkü ölümden sonra dirilmeyi ve Allah'a (celle celâlühü) dönmeyi inkâr edenler, onlardır.

Diğer bir görüşe göre ise, onların tevbeye dönmeleri imkânsızdır, demektir.

Bir diğer tefsire göre ise, yani onlar için, imanlı olarak iyi işler yapmak imkânsızdır; çünkü onlar, içinde bulundukları küfürden dönmezler.

96

"Nihayet Ye'cûc ile Me'cûc setleri açıldığı ve onlar her tepeden akın ettikleri vakit.."

Yani onların helaki devam edecek; nihayet kıyamet koptuğu zaman Bize dönecekler ve: "Eyvah bize!.." diyecekler. Yahut onların tevbeye dönmelerinin imkânsızlığı devam edecek; nihayet kıyamet kopunca tevbeye dönecekler; fakat artık tevbenin onlara bir faydası olmayacaktır. Yahut onlar, küfürden dönmeyecekler, nihayet kıyamet kopunca küfürden dönecekler; fakat o zaman da küfürden dönmenin kendilerine bir faydası olmayacaktır.

Ye'cûc ile Me'cûc, insanlardan iki kabiledir. Derler ki; Ye'cûc ile Me'cûc, diğer bütün insanların dokuz katidir.

İşte onların seti açıldığı zaman kendileri, yahut insanlar, her tepeden, yahut her mezardan akın edecekler.

97

"Ve gerçek vaat yaklaşınca, işte o zaman, kâfirlerin gözleri bakakalacaktır. "Eyvah bize! Gerçekten biz bundan muhakkak gaflette imişiz; hatta biz zâlim kimselermişiz" diyecekler."

A- "Ve gerçek vaat yaklaşınca, işte o zaman, kâfirlerin gözleri bakakalacaktır."

Bu gerçek vaatten murat, birinci Sûr Nefha'sı (üflemesi) olmayıp ikinci Sûr Nefha'sından sonra gerçekleşecek olan dirilme, hesap ve cezadır.

B- "Eyvah bize! Gerçekten biz bundan muhakkak gaflette imişiz; hatta biz zâlim kimselermişiz" diyecekler."

Yani onlar diyecekler ki; yazıklar olsun bize! Biz gerçekten, bu ansızın karşılaştığımız ikinci hayattan ve ceza için Allah'a (celle celâlühü) dönmekten tam bir gaflet içinde idik ve bunların hakikat olduklarını bilmiyorduk; hatta biz, bunlardan habersiz gafiller de değildik; -nitekim âyetler ve uyarılarla dikkatimiz çekilmişti- fakat o âyetler ve uyarılar hakkında zâlimler idik; onları yalanlamıştık. Yahut biz, kendi nefsimizi ebedî azaba mâruz bırakmakla kendi kendimize zulmetmişiz.

98

"Onlara: "Siz de, Allah'ın dışında taptığınız şeyler de Cehennem yakıtısınız; siz oraya varacaksınız!" denecek."

Bu hitap, Mekke kâfirleri için olup daha önceki ifadelerden mücmel olarak anlaşılan akıbetlerini, uyarının kuvvetlendirilmesi ve özrün tamamen ortadan kaldırılması için, bu kez sarahatle bildirmektedir.

Onların, Allah'ın dışında taptıkları şeylerden maksat, putlarıdır. Zira onlar, putlara tapıyorlardı. Nitekim onlar için âyetin asıl metninde kullanılan "Mâ" harfinden de anlaşılmaktadır. (Zira Arapça'da "Mâ", akıl sahibi olmayan varlıklar için, "Men" ise, akıl sahibi olanlar için kullanılmaktadır.)

Rivâyet olunuyor ki-, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti, okuyunca, İbn'uz-Ziba'râ (Abdullah b. Ez-Ziba'râ b. Kays Es-Sehmi El- Kureyşi, Cahilîyye devrinde Kureyş'in ünlü bir şâiri idi; Müslümanlara karşı şiddetli hücumları oluyordu. Bu tavrı, Mekke fethine kadar devam etti. Mekke fethedilince, Necran'a kaçtı. Sonra Mekke'ye dönüp Müslüman oldu ve özür dileyip Resûlüllahı methetmeye başladı. Resûlüllah da, ona değerli bir kaftan hediye etti. Hicrî 15 yılında vefat etmiştir.)

Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki:

"- Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, sana düşmanlık yapacağım. Yahudiler, Uzeyr'e tapmadılar mı? Hıristiyanlar da, Mesih'e tapmadılar mı? Muleyh Oğulları da, meleklere tapmadılar mı?"

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona şöyle karşılık verdi:

"- Kendi kavminin lügati hakkında da ne kadar câhilsin! Sen bilmiyor musun ki, "Mâ" harfi, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılmaktadır?"

Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle karşılık vermişti: "Hayır, onlar, bu ibâdeti, kendilerine emreden Şeytana tapınışlardı, " Yine rivâyet olunuyor ki, Abdullah b. Ez-Ziba'râ, Peygamberimize:

"Bu dediğin, bizim ilâhlarımıza mı mahsustur, yoksa Allah'tan başka tapılan bütün ilâhlar için midir?" dedi. Peygamberimiz de: "Hayır, Allah'tan başka, tapılan bütün ilâhlar içindir" buyurdu. Ancak bu iki rivâyet, birincisiyle çelişmemektedir. Zira birinci rivâyette, hükmün, putlara mahsus olduğu gayet açıktır.

Diğer ikinci rivâyette ise, hükmün, putlara da, diğer tapılanlara da şâmil olduğuna açık bir delâlet yoktur. Âyetin hükmünün genel olması, ibare cihetinden de genel olmasını gerektirmez. Zira hükmün genel olması için, Allah'tan başka mabûtluk vasfının bulunması yeterlidir. Bu itibarla muhtemeldir ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mezkûr mabutların, ibare cihetinden hükme dâhil olmadıklarını beyan ettikten sonra, iddialarının reddinin ve ilzamın tekidi için, onları mağlup etmeyi ve susturmayı tekrarlamak için, delâlet cihetinde de onların bu hükme dâhil olmadıklarını beyan etmiştir.

Ancak bu hükmün putlara tahsisi, Hazret-i Uzeyr'in, Hazret-i Mesih'in ve meleklerin, onların iddia ettikleri gibi mabutları olmaları cihetiyle değildir. Zira bazı mabutların, tapanlar ve tapılanlar için gazap ifade eden bir hükümden çıkarılması, ibâdetleri için kısmî bir ruhsat vehmettirebilir. Hayır, mezkûr tahsis, hakkı tahkik etmek ve onların mabûtlukla hiç ilgisinin bulunmadığını, dolayısıyla Allah'tan başka mabûtluk vasfında putlarla ortak olduklarından dolayı mezkûr hükme dâhil olmalarının vehmedilemeyeceğini beyan etmek içindir. Onların mabutları, bu ibâdeti kendilerine emreden Şeytanlardır.

Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Sen yücesin! Bizim dostumuz onlar değil, Sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı, diyecekler."Bu itibarla mezkûr hükme dâhil olanlar, şeytanlardır. Zira Allah'tan başka mabûtluk vasfında putlarla ortak bulunuyorlar; mezkûr peygamberler ve melekler ise bu hükme dâhil değillerdir.

İşte zikredilen hadisleri birbirleriyle bağdaştırmanın izahı budur. Âyetteki "Alâ" harfini, akıl sahiplerini de kapsayacak genellikte kabul etmek ve bundan sonra gelecek, olan "Kendileri için tarafımızdan güzel akıbet takdir edilmiş olanlar..."âyetini de, buna beyan veya tahsis saymanın izahı ise, sibak ve siyaka müsait değildir. Nitekim zevk-i selim de buna şahittir.

99

"Eğer o taptıkları, gerçek İlâh olsaydı, (onlar) Cehenneme varmazlardı. Halbuki hepsi de orada sonsuz kalacaklardır."

A- "Eğer o taptıkları, gerçek ilâh olsaydı, (onlar) Cehenneme varmazlardı."

Yani eğer onların putları, iddia ettikleri gibi İlâhlar olsaydılar, onlara tapanlar, Cehenneme varmazlardı. O halde onların, Cehenneme varacakları kesinleştiğine göre, zorunlu olarak, o putların İlâh olmalarının imkânsızlığı da anlaşılmış olur.

İşte gördüğün gibi bu da sarih olarak bize bildiriyor ki, onların taptıklarından murat, pudardır. Zira burada kastedilen, onların iddialarının aksini ispat etmektir. Onların iddiası ise, putların İlâh olduklarıdır; yoksa Şeytanların İlâh oldukları değildir ki, Şeytanların Cehenneme varmaları, onların, İlâh olmadıklarına hüccet sayılsın.

Eğer denilse ki, daha önce zikredilen Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hadisinde (Hayır, Allah'tan başka tapılanların hapsi için geçerlidir) vâki olan açıklama ise, âyetin siyakından ibare olarak kastedilenin beyanı sırasında kelâmın varmış olduğu noktayı, tamamlayıcı bir husus olarak beyan etmek sırasında vâki olmuştur. Nitekim anılan İbn'uz-Ziba'râ, diğer mabutların hâlini de sormuştu. İşte bu sual karşısında ilk cevap ile yetinmek, anılan peygamberler ve meleklerin ibâdetine kısmi ruhsat vehmettirebilirdi. Buna cevaben denilir ki, onlara göre mabutlar, Şeytanlardı ve onlar da, âyetin hükmüne (Cehennemin yakıtı olmak...) dâhildir. Ancak dâhil olmaları, ibare delâlet yoluyla değil, delâlet yoluyladır. Ta ki, mezkûr iki hadis arasında çelişki lâzım gelmesin.

B- "Halbuki hepsi de orada sonsuz kalacaklardır."

Yani tapanlar da, tapılanlar da, Cehennemde sonsuz kalacaklar; ondan hiç kurtulamayacaklardır.

100

"Orada onlar için inim inim inlemek vardır, Onlar orada birbirlerinin iniltisini işitmezler."

İnim inim inlemek, o putlara tapanların fiili ve akıbeti olduğu halde, Tağkb kainimden hepsine izafe edilmiştir. Bununla beraber "Onlar" zamirinin, tapanları göstermesi de caizdir. Zamir olarak ifade edilmeleri, zamirin merciini karıştırmak ihtimali olmadığı içindir. "Onlar Orada Başka Bir Şey İşitmezler" zamiri, için de aynı izah, geçerlidir. Yani korkunçluğun şiddeti ve azabın fecaati yüzünden onlar Cehennemde birbirlerinin iniltisini hiç duymazlar.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar Cehennemde, kendilerini sevindirecek söz işitmezler.

101

"Kendileri için tarafımızdan güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince; işte onlar Cehennemden uzak tutulurlar."

Kâfirlerin hak açıklandıktan sonra burada da mü’minlerin hali beyan edilmektedir. Zira Kur’ân'ın câri olan üslûbu, Vaad ile vaîd (vaat edilen ceza) ve Terğîb ile Terhîb gibi zıtlar, hep çift olarak zikredilmektedir.

Yani Bizim İlâhî takdirimizde hasletlerin en güzeli olan saadet, yahut itaatte basan yazılmış olanlar, yahut itaatinden dolayi mükâfat müjdesi yazılmış olanlar... En etkih ve en zahir olan mâna, bu sonuncusudur. Zira ilk iki mâna, açık olmamakla beraber, mükelleflerin kudreti dâhilinde de değildir. Şu halde bu cümle devamıyla beraber, "imdi, her kim mü’min olarak iyi işler yaparsa..." âyetindeki icmalin tafsilatıdır, Nitekim "Siz de, Allah'ın dışında taptığınız şeyler de..."âyeti de, "Artık onun emeği için hiçbir inkâr yoktur"cümlesindeki icmalin tafsilatıdır.

İşte o mutlu ve kutlu insanlar, Cehennemden uzak tutulurlar. Zira onlar, Cennette olacaklar ve Cennet nerde, Cehennem nerde!..

Rivâyet olunuyor ki, bir gün Hazret-i Ali (radıyallahü anh), hutbe okurken, bu âyeti okudu. Sonra dedi ki: "Ben, bu âyetin anlattığı bahtiyar insanlardanım. Ebû Bekir, ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Saîd, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. El-Cerrâh (radıyallahü anh) da onlardandırlar." Sonra namaz için kamet getirilmiş ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ayağa kalkıp abasını çekerek, "Onlar, Cehennemin o korkunç uğultusunu işitmezler"âyetini okumuş.

İşte Hazret-i Ali'den rivâyetle bu anlatılanlar da, bu âyetin, özel bir tâıfe hakkında olduğuna sarih delil olamaz.

102

"Onlar, Cehennemin o korkunç uğultusunu işitmezler. Canlarının dilediği nimetler içinde ebedî kalacaklardır."

Cennet yaranının, tehlike ve helakten kurtulmaları anlatıldıktan sonra bu ayette de onların, bütün arzularına erişecekleri anlatılmaktadır. Yani onların en büyük nimetler içindeki hayatları sonsuz olacaktır.

103

"O en büyük dehşet onları endişelendirmez. Melekler, kendilerini karşılayıp: "İşte size vaat olunan gününüz!" derler."

A- "O en büyük dehşet onları endişelendirmez."

Onların, Cehennemden kurtuluşları anlatıldıktan sonra burada da onların korkudan tamamen emin olacakları beyan edilmektedir. Çünkü en büyük dehşet ve korku onları endişelendirmedikten sonra zorunlu olarak, diğerleri onları hiç etkilemez.

Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Bu en büyük dehşet, Cehenneme dönclürülmeleri endişesidir." Dahhâk'e göre ise, Cehennem kapısı kapatılıncaya kadar devam eden süreçtir.

Diğer bir görüşe göre ise, ölümün, bir güzel toklu şeklinde kesilinceye kadar olan aşamadır.

Bir diğer görüşe göre ise, en büyük korku ve dehşet, son Nefha'dır.

Zira Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmaktadır: "Sûr'a üfürüldüğü gün, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır..."

Ancak bu görüş isâbetli değildir, çünkü bu âyette "Allah'ın dilediği kimseler müstesna" istisnasıyla, o büyük dehşetten emin olanlar, iyi amelleri olan bütün mü’minler değildir. Kaldı ki, âlimlerin ekseriyetine göre, bu en büyük dehşet, son Nefha'da değil, birinci Nefha'da olmaktadır. Nitekim Neml sûresinde gelecektir.

B- "Melekler, kendilerini karşılayıp: "İşte size vaat olunan gününüz!" derler."

Yani melekler, kendilerini karşılayıp: "Dünyada îman ve itaatlerinize karşılık size vaat edilen çeşitli mükâfatların verildiği gününüz işte bu gündür!" diye müjde verirler.

Bu âyet de, sarahatle ifade ediyor ki, kendileri için güzel akıbet takdir edilmiş olanlardan murat, kimilerinin dediği gibi özellikle Hazret-i Mesîh, Hazret-i Uzeyr ve Melekler (aleyhisselâm) değil, fakat îman ve iyi amelleri, olan bütün mü'minlerdir

104

"O günü düşün ki, yazılı kâğıtların sicillini (tomarını) dürer gibi göğü durup bükeceğiz, ilk yaratmaya başladığımız gibi, üzerimize bir vaat olmak üzere onu tekrar o hale getireceğiz. Biz, şüphesiz vaadimizi yaparız."

A- "O günü düşün ki, yazılı kâğıtların sicillini (tomarını) dürer gibi göğü durup bükeceğiz."

Diğer bir görüşe göre ise, Sicili, kendisine getirilen insanların amel defterlerini düren meleğin adıdır. Buna göre, yani o meleğin, amel defterlerini dürmesi gibi... demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, Sicili, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kâtibinin adıdır. Buna göre de, yani, bu kâtibin, yazılı kâğıtları dürmesi gibi... demektir.

B- "İlk yaratmaya başladığımız gibi, üzerimize bir vaat olmak üzere onu tekrar o hale getireceğiz. Biz, şüphesiz vaadimizi yaparız."

Yani Biz, nasıl yaratılmışları yokluktan sonra yaratmışsak, yine yolduktan sonra onları eski haline getireceğiz. Yahut dağılmış parçalan bir araya toplayacağız. Bundan maksat, başlangıca kıyasla (eski hâle) iadenin de olabileceğini beyan etmektir. Zira bunu imkân dâhilinde gösteren, zatî imkân ile ikisine kudretin erişmesi aynıdır.

105

"Yemin olsun ki, ’Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazdık ki: "Şüphesiz şu topraklara ancak o sâlih kullarım vâris olacaktır."

Zebur, Hazret-i Davud'un Kitabıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, peygamberlere indirilen bütün semavî Kitaplara Zebur denir. Zikir de, Tevrat demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, Levh-ı Mahfuz demektir. Yani yemin olsun ki, Biz, Tevrat'ta, yahut Levh-ı Mahfuz'da yazdıktan sonra Hazret-i Davud'un Kitabında da, yahut peygamberlere indirilmiş bütün Kitaplarda da yazdık ki kâfirlerin sürülmesinden sonra şu topraklara mü’minler vâris olacaklardır.

Bu kelâm, Allah'tan (celle celâlühü), İslâm dinini azîz ve Müslümanları gâlip kılacağına bir vaattir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu topraklardan murat,

Cennet topraklarıdır. Nitekim "Onlar: Bize verdiği sözü yerine getiren ve bızı dilediğimiz yerinde oturacağımız bu Cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun..." âyeti de bunu bildirmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu topraklardan murat, Mukaddes Topraklardır; Hazret-i Muhammed'in ümmeti bu topraklara vâris olacaktır.

106

"İşte bunda, kulluk eden zümreye gerçekten bir belâğ (yeterli bir ders) vardır."

Yani bu sûre-i kerimede zikredilen haberler, üstün öğütler, vaatler, tehditler, tevhide ve bu peygamberliğin doğruluğuna kesin olarak delâlet eden delillerde, gayeleri âdet değil, ibâdet olan zümre için yeterli bir ders, yahut murada erişme sebebi vardır.

107

"Ey Resûlüm! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."

Yani ey Resûlüm! Biz, seni, sana indirdiğimiz mezkûr şeyler ile iki cihan saadetine vesile olan diğer kanunlar, hükümler ve benzeri hususlarla göndermemiz, ancak bütün âlemlere olan geniş rahmetimizden dolayıdır. Yahut, seni ancak rahmet olarak âlemlere gönderdik. Zira kendileriyle gönderildiğin şeyler, iki cihan saadetinin sebepleri ve her iki cihanda menfaat ve maslahatlarınızın, intizamının kaynağıdır. Bunların eserlerini ganimet olarak değerlendirip almayanlar, kendileri kendi nefisleri ve haklarının hürmetinde kusurlu hareket etmiş olurlar; yoksa Allah onları saadetten mahrum etmiş değildir.

Bir görüşe göre ise, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirler hakkında rahmet olması, onların, yerin dibine batmaktan, hayvanların suretine dönüştürülmekten ve toptan yok edilmekten emin olmalarıdır. Nitekim "Sen onların arasında iken Rabbin onlara azap edecek değildir." âyeti de bunu bildirmektedir.

108

"De ki: Bana, sadece, sizin İlâhınızın, bir tek İlândan ibaret olduğu vahiy olunuyor. Artık Müslüman olmayacak mısınız?"

A- "De ki: Bana, sadece, sizin İkilinizin, bir tek İlâhdan ibaret olduğu vahiy olunuyor."

Zira Peygamberlerin gönderilmesinden asıl maksat, tevhîd inancını tesis etmektir. Diğer dinî hükümler ise, bunun fer'i meseleleridir.

B- "Artık Müslüman olmayacak mısınız?"

Yani bunca açık delillerden sonra siz artık ihlâsa yönelip ibâdeti Allah'a tahsis etmeyecek misiniz?

Âlimler derler kı; bu kelâm, vahdaniyet sıfatını öğrenmenin işitmek yoluyla da olabileceğine delâlet etmektedir.

109

"Eğer yüz çevirirlerse, o zaman de ki: Bana vahiy olunanları size tas tamam bildirdim. Vaat olunduğunuz kıyamet, yakın mıdır, yoksa uzak mı bilmiyorum."

Yani eğer onlar, İslam dininden, kanun ve temel esaslarından yüz çevirip vahyin icaplarına aldırmazlarsa, o zaman sen de onlara de ki; ben emir olunduğum şeyleri, yahut size karşı savaşacağımı size tastamam bildirdim, bunu hiç kimseden gizlemedim. Yahut size bildirdiğim gerçekler karşısında benimle sizin durumunuz eşittir. Yahut düşmanlıkta durumlarımız eşittir.

Bir görüşe göre ise, yani ben size apaçık delillerle bildirdim ki, ben şüphesiz adalet ve istikamet üzerindeyim.

Vaat olunan şey, Müslümanların gâkbiyeti ve İslam dininin güçlenmesi olarak da tefsir edilmiştir.

110

"Şüphesiz Allah, sizin aşikârınızı da bilir, gizli tuttuklarınızı da bilir."

Yani Allah (celle celâlühü), sizin, açıktan İslam dinini eleştirmenizi, âyetleri ve ezcümle vaat edilen kıyameti bildiren âyeti yalanlamanızı kesinlikle bildiği gibi ve Müslümanlara beslediğinizi gizli kin ve düşmanlığınızı da bilir.

111

"Bilmiyorum, belki de o vaadin uzaması, sizi denemek ve bir vakte kadar faydalandırmak içindir."

Yani bilmiyorum, belki de size vaat edilen cezanın uzaması, belki, de sızın için bir istidrâctır ve fitnenizi artırmaktır, yahut ne yapacağınızı görmek için sizin için bir imtihandır ve Allah'ın (celle celâlühü) üstün hikmetlere bağlı olarak iradesinin gerektirdiği geçici bir faydalandırmadım Tâ ki, bu, sizin aleyhinizde hüccet olsun.

112

"Peygamber dedi ki: Rabbim! Hak ile hükmünü ver! Zaten Bizim Rabbimiz, çok merhamet edendir (Rahmân'dır) ve sizin yakıştırdığınız sonuca karşı yardımı umulandır."

A- "Peygamber dedi ki: Rabbim! Hak ile hükmünü ver!"

Bu âyet, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) duasını hikâye etmektedir. Yani ey Rabbim! Bizimle Mekke halkı arasında adaletli hükmünü ver kı, bu İlâhî adalet, âcil ağır bir azabı gerektirmektedir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu duası kabul olundu. Nitekim onlar Bedir savaşında cezalandırıldılar, hem de nasıl cezalandırıldılar!

B- "Zaten Bizim Rabbimiz, çok merhamet edendir (Rahmân'dır) ve sızın yakıştırdığınız sonuca karşı yardımı umulandır."

Bundan önceki cümlede Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Rabbim!" demiş, çünkü bu kabil duâ, Peygamberimize mahsus vazifelerdendir. Bu cümlede ise "Rabbimiz" demiş, çünkü yardım dilemek, bütün mü'minler için umumî vazifelerdendir.

Mekke müşrikleri, nihaî galibiyetin kendilerinin olacağını, İslam bayrağının önce dalgalanacağını, fakat sonra duracağını, kendilerine vaat edilen azap gerçek olmuş olsa, şimdiye kadar gelmiş olmasının lâzım olduğunu ve benzeri faydasız şeyler söylüyorlardı, işte bu durumda Allah (celle celâlühü), Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) duasını kabul buyurdu; müşrikleri emellerinde hüsrana uğrattı; onlarin düzenini bozdu; dostlarına yardım buyurdu ve sonunda Bedir savaşında başlarına gelenler geldi.

Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem), rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Enbiyâ sûresini okursa, Allah (celle celâlühü) onun hesabını kolaylaştırır; onun hatalarını bağışlar ve Kur’ân'da isimleri zikredilen bütün peygamberler, ona selam verirler."

0 ﴿