HACC SÛRESİSûre, 78 âyettir. 19 âyetten itibaren 6 âyeti Medine'de nazil olmuş; diğerleri ise Mekke'de nazil olmuştur. 1"Ey insanlar! Rabbinize karşı takvâlı olun (o'nun azabından sakının!) Çünkü kıyamet zelzelesi, gerçekten pek büyük bir şeydir." A- "Ey insanlar! Rabbinize karşı takvâlı olun (o'nun azabından sakının!)" Bu hitabın hükmü, nüzulü sırasında mükellef bulunanları kapsadığı gibi, o sırada mevcut oldukları halde teklif mertebesinde olmayıp da sonra bunlara dâhil olacak olanları ve kıyamete kadar bunlara dâhil olacak olanları da kapsamaktadır. Ancak şifahî hitap, birinci gruba mahsustur. Nitekim izahı Nisâ sûresinin başında geçti. Burada insanlar, erkeklere de, kadınlara da şâmildir. Âyetin asıl metninde takva fiilinin erkeklere mahsus olan kip ile zikredilmesi ise, Tağlib (birden fazla olanlardan birinin galip kabul ederek onun kipinin kullanılması) kabilindendir. Burada emredilen takva, mutlak takvadır ki, günah olan her türlü fiilden ve günah olan her türlü fiilin terkedilemeyişinden sakınmak demektir. Buna, İslam dininin tarif ettiği şekilde Allah'a ve âhiret gününe îman da öncekide dâhildir. Yani bütün varlıklarınızın Mâliki olan ve sizin Mürebbinız bulunan Allah'ın (celle celâlühü) azabından salcının. B- "Çünkü kıyamet zelzelesi, gerçekten pek büyük bir şeydir." Burada Allah'ın (celle celâlühü) bazı cezalan zikredilerek mezkûr takva emrine uymanın gerekçesi beyan edilmektedir. Zira korunmak için takva elbisesini zırh etmekten başka çaresi bulunmayan kıyamet zelzelesinin büyüklüğünü, korkunçluğunu ve ondan önce meydana gelecek olan hallerin fecaatim düşünmek, ister istemez, takvaya ilgi duymayı ziyadesiyle gerektirmektedir. Bu zelzele, "Şu yerküre o zelzelesiyle zelzele geçireceği zaman." âyetinde zikredilen zelzeledir. Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre bu zelzele, kıyamet günü olacaktır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, kıyamet zelzelesi, kıyametin kopması demektir. Alkame ile Şa'bi'den rivâyet olunduğuna göre, bu zelzele, kıyamet akşamı güneş doğmadan önce gerçekleşecektir. Buna göre bu zelzele, kıyametin yakın alâmetlerindendir. Bu zelzelenin "şey" olarak ifade edilmesi, bize bildiriyor ki, akıllar, bunun mâhiyetini idrak etmekten âcizdir ve ifadeler, bunu ihata edemez, ancak böyle müphem olarak ifade edilebilir. 2"Onu gördüğünüz gün, çocuğunu emzirmekte olan her emzikli kadın, emzirdiği çocuğunu unutacak ve her gebe kadın yükünü düşürecektir. Ve sen o gün insanları sarhoş bir halde görürsün; Halbuki onlar içkiden sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok çetindir." A- "Onu gördüğünüz gün, çocuğunu emzirmekte olan her emzıkli kadın, emzirdiği çocuğunu unutacak ve her gebe kadın yükünü düşürecektir." Yani siz, kıyametin o zelzelesini, onun korkunç başlangıcını gördüğünüz zaman, o anda çocuğunu emzirmekte olan her kadın, bunun dehşetinden, memesini verdiği bebeğini tam olarak, emzirip doyurmayı unutacak ve her hâmile kadın, gebelik süresi tamamlanmadan hamlini düşürecektir. Bu izah, yukarıda zikredilen Alkame ile Şa'bi görüşüne göre (kıyamet zelzelesinin, kıyametten önce olacağı görüşüne göre), açıktır, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) görüşüne göre (kıyamet zelzelesinin, kıyametin kopması anlamında olduğu görüşüne göre) ise, durumun korkunçluğunun temsik anlatımı olduğu, söylenmiştir. Ancak bu izah isâbetli değildir; çünkü o zaman durum, belirtilen halden daha çetin, daha korkunç ve daha fecî olacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, âyette anlatılan durum, ikinci Nefha'da olacak. Zira insanlar, birinci Nefha'da öldükleri hal üzere ikinci Nefha'da ditilip kalkacaklar. Bu itibarla çocuğunu emzirirken ölen kadın, o hal üzere dirilip kalkacak ve gebe kadın da, gebe olarak ditilip kalkacak. Ancak hiç şüphe yoktur ki, insanların, mezarlarından kalkması, ikinci Nefha'da sonra olacak; ondan önce olmayacak ki, zikredilen durum tasavvur edilebilsin. B- "Ve sen o gün insanları sarhoş bir halde görürsün; Halbuki onlar içkiden sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok çetindir." Yani sen, o kıyamet zelzelesinin vuku bulduğu gün sen, insanların her ferdi, insanları sarhoş gibi bir halde görür; Halbuki onlar hakikatte içici sarhoşu değillerdir; fakat Allah'ın (celle celâlühü) azabı çok çetindir. İşte bu azabın korkunçluğu, onları vurur; akıllarını başlarından alır ve onların temyiz gücünü yok eder. İşte onları bu hale getiren, o korkunç manzaradır. 3"İnsanlardan kimi de vardır ki, hiç bilgisiz olarak Allah hakkında tartışmaya girer durur ve azgın her şeytanın izine uyar, gider." İkincı dırilişi bildiren kıyametin ne kadar büyük bir hâdise olduğu beyan edildikten sonra bu kelâm da, onu inkâr eden bazı insanların hâlini beyan etmektedir. Yani insanlardan kimi de vardır ki, sözlerinden anlaşıldığı gibi bilgisizce ve cehaletle Allah (celle celâlühü) hakkında tartişmaya girer ve içinde hiç hayır olmayan bâül şeyler söyler ve yaptığı tartışmada, yahut bütün bâtıl işlerinde ve ezcümle bunda da azgın, inat ve yalnız fesat düşünen her Şeytanın izine uyar, gider. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet, Nazr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Bu adam, tartışmacı bir kâfir olup meleklerin Allah'ın kızları olduklarını, Kur’ânin eskilerin masallan olduğunu ve ölümden sonra dirilme olmayacağım söylüyordu. Ancak âyetin ifade ettiği hal, anılan Nazr gibi diğer azgın kâfirleri de kapsamaktadır. Burada şeytandan murat, başkalarını küfre çağıran kâfirlerin reisleridir, yahut İblis ve askerleridir. 4"O Şeytan hakkında yazılmıştır ki, kim onu yoldaş edinirse, bilsin ki, o, onu mutlaka yoldan çıkaracak ve çılgın Cehennem azabına sürükleyecektir." 5"Ey insanlar! Siz eğer öldükten sonra dirilmekten herhangi bir şüphede iseniz, o takdirde düşünün ki, Biz sizi topraktan, sonra bir damladan, sonra pıhtılaşmış bir kan parçasından, sonra uzuvları önce belirsiz, sonra belirlenmiş canlı bir çekim etten yarattık ki, size hakikatleri gösterelim. Ve dilediğimizi, belli bir vakte değin rahimlerde tutarız; sonra sizi bir bebek olarak annenizin karnından çıkarırız; sonra da erginliğînize erişmeniz için sizi çıkarırız. İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en aşağı (en uzak) çağına değin bırakılır ki, bilgi sahibi bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Ve sen yeryüzünü kupkuru görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır; kabarır ve her güzel çiftten bitkiler verir." A- "Ey insanlar! Siz eğer öldükten sonra dirilmekten herhangi bir şüphede iseniz, o takdirde düşünün ki. Biz sizi topraktan, sonra bir damladan, sonra pıhtılaşmış bir kan parçasından, sonra uzuvları önce belirsız, sonra belirlenmiş canlı bir çekim etten yarattık ki, size hakikatleri gösterelim." Bundan önce, bilgisiz olarak tartışanların hak beyan edildikten ve akıbetlerine işaret edildikten sonra burada da, onların, hakkında tartiştıkları ikinci dirilmenin bir gerçek olduğuna hüccet ikame edilmektedir. Yani ey insanlar! Siz eğer öldükten sonra dirilmenin, mümkün ve Allah'ın (celle celâlühü) kudreti dâhilinde olduğundan, yahut onun vukuundan herhangi bir şüphede iseniz... Âyette, onların ikinci dirilme hakkındaki inançları şüphe olarak ve şüphe ifade eden "Reyb" kelimesi de nekre olarak zikredilmiş, Halbuki onlar, bunun imkânsız olduğuna kesin olarak inanıyorlardı. İşte bunun îzahı ile, âyette kullanılan ifadenin, "Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız..." anlamına gelecek bir ifadeye tercih edilmesinin izahı, Bakara; 23 âyetin tefsirinde geçti. Eğer bundan bir şüphede iseniz, şüphenizin zail olması için ilk yaratılışa bakın; Biz, sizin her bir ferdinizi, Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı zımnında icmali olarak topraktan yarattık. Zira beşerin her ferdinin, Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışından nasibi vardır. Zira onun şerefli fıtratı, kendisine münhasır değildi; fakat insan cinsinin bütün fertlerinin fıtratını icmali olarak ihtiva eden ve sonuçlarının hepsinde cereyan etmesini gerektiren bîr örnektir. Bu itibarla Âdem'in topraktan yaratılması, bütün insanların ondan yaratılması demektir. Nitekim daha önce defalarca bunun izahı geçti. Bu âyette, zikredilen aşamaların her birinin, onların yaratılması için bir başlangıç kılınmış olması ve "Sonra meniyi pıhtılaşmiş kan parçası haline soktuk; sonra pıhtılaşmiş kan parçasını da bir parçacık et haline soktuk../'âyetinde olduğu gibi, bu aşamaların her birinin, kendisinden sonraki aşama için başlangıç olarak zikredilmemesi, Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin büyüklüğüne daha çok delâlet etmekte ve müşriklerin bunu imkânsız sayan fikirlerinin şiddetini daha iyi kırmaktadır. İşte Biz, sizi böyle hârikalar yaratarak meydana getirdik ki, sizin için, anlatılmaları imkânsız hakikatler, sırlar ve ezcümle Ölümden sonra dirilmenin sırrı anlaşılmış olsun. Zira bir kimse, zikredilen bu tedricî yaramışı hakkıyla düşünen kimse, zorunlu olarak şu kesin hükme varır: Beşeri önce, hiç hayat kokusunu almamış topraktan yaratmaya ve yaratılış aşamaları ve halleri arasında bunca farklılıklar varken, onlarda tasarruf edip bir halden diğerine dönüştürmekle, kendi benzerini sürekli olarak doğurmaya el verişk bir şekilde inşa etmeye Kaadir olan bir kuvvet, onun iadesine de Kaadir'dir; hatta bu, ona kıyasla daha kolaydır. B- "Ve dilediğkmizi, belli bir vakte değin rahimlerde tutarız." Bu kelâm da, insanların yaratılışı tamamlandıktan sonraki halini beyan etmektedir. Âyetin bu ve bundan sonraki kısmı, hakikatleri göstermek gerekçesine dayandırılan aşamak yaratmanın devamı ve hakikatleri göstermenin unsurlarından olduğu halde ona dâhil edilmemiş, zira birinci kısım, Allah'ın (celle celâlühü), kudrete konu olan her şeye ve ezcümle bahis konusu olan ikinci kez ekriltmeye olan kudretinin kemaline delâlet etmesi daha net ve açıktır. Yani Biz, o aşmalardan sonra dilediğimizi, doğum zamanına değin rahimlerde tutarız. Gebeliğin en az süresi altı aydır. En uzun süresi ise iki yıldır. Diğer bir görüşe göre ise dört yıldır. Bu kelâm işaret ediyor ki, rahimlerdeki bazı ceninler, yaratılışları tamamlandıktan sonra Allah (celle celâlühü) onların rahimlerde kalmalarını dilemez; böylece anneleri düşük yapar. Âyette düşüklere değinilmemiş, çünkü onların zikri bu makama münasip değildir. Zira burada kelâm, yaratılma aşamalarını geçiren çocuklar hakkındadır. Âyetin bu cümlesi, sarahatle bildiriyor ki, âyetteki "gayri muhallaka" (uzuvları belirsiz olan) ifadesinden murat, noksan olarak veya kusurlu olarak doğan çocuk değil ve buraya kadar açıklanan aşamalar, doğumdan önce ceninin geçirdiği aşamalardır. C- "Sonra sizi bir bebek olarak annenizin karnından çıkarırız; sonra da erginliğinize erişmeniz için sızı çıkarırız." Yani sizi anne rahmine yerleştirdikten sonra hamilelik sûresi tamamlandığında sızı bir bebek olarak dünyaya getiririz. D- "Sonra da erginliğınıze erişmeniz için sizi çıkarırız." Yani sızın tedricî olarak büyümeniz ve sonra da kuvvet, akıl ve temyizde kemale ermeniz için sizi dünyaya çıkarırız. Diğer bir görüşe göre ise, yani sonra da kemale ermeniz için size mühlet veririz, demektir. Bir diğer görüşe göre ise, bundan önceki cümlelerle birlikte mânası şöyledir: Biz, sizi mezkûr tedrîc üzere, ona terettüp eden iki gaye için yarattık: Biri, yüce şanımızı beyan etmek, diğeri de sizi rahimlere yerleştirmek, sonra bebek olarak oradan çıkarmak, sonra da kemalinize ermeniz için ve Allah'ın şanını ve kudretini göstermenin bilfiil hâsıl olması, hepsinden sonra olduğu halde önce zikredilmesi, onun en büyük gaye ve bizzat maksut olduğunu bildirmek içindir. E- "İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en aşağı (en uzak) çağına değin bırakılır ki, bilgi sahibi bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin." Yani içinizden kimi, erginlik çağına erdikten sonra veya ondan önce vefat eder. Yine içinizden kimi de en aşağı (en uzak) çağına değin, en ileri ihtiyarlık ve bunama çağma değin bırakılır ki, birçok bilgiye sahip bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin, bildiklerini inkâr etsin ve muktedir olduğu işlerden âciz kalsın. F- "Ve sen yeryüzünü kupkuru görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır; kabarır ve her güzel çiftten bitkiler verir." Burada ifade edilenler de, ölümden sonra dirilmenin bir gerçek olduğuna ikinci bir hüccettir. Bu hitap, görmeye muhatap olabilen herkes için geçerlı-dır. Burada görmek, göz görmesidir. Yeryüzünün kupkuru olması da, cansız, bitkisız olması demektir. 6"İşte bu, şundandır ki, Allah, şüphesiz hakkın ta kendisidir ve O, şüphesiz ölüleri diriltir ve O, şüphesiz her şeye Kaadirdir." A- "İşte bu, şundandır ki, Allah, şüphesiz hakkın ta kendisidir." Bundan önce ölümden sonra dirilmenin hak olduğu tahkik edildikten ve gerek insanlar âleminden, gerekse bitkiler âleminden buna dâir deliller ikame edildikten sonra bu kelâm da, şu hakikatleri beyan etmektedir: Bu anlatılanlar, Allah'ın İlâhlığının eserlerindendir; zâtı, sıfatı ve fiili ile ilgili şanlarının hükümlerindendir ve o kâfirlerin, vücûdunu, hatta imkân dâhilinde olmasını inkâr ettikleri kıyametin kopması ve ölümden sonra dirilme, onların, kendi nefislerinde ve haricî varlıklarda gördükleri o acayip eserlerin esbabından ve onların, Allah'tan (celle celâlühü) sâdır olmalarının başiangıçlarmdandır. Bu kelâm, delilin kuvvetini, tahakkukta medlulün asaletini açıkça bildirmekte ve inkârının bâtıl olduğunu ortaya koymaktadır. Zira müsebbibin tahakkukuna kesin olarak hükmetmekle beraber sebebin tahakkukunu inkâr etmek, basit akılların bile bâtıl olduğuna hükmettiği açık gerçeklerdendir. Âyetteki Hak, sübûtu zati için olduğundan, kaçınılmaz olan hak demektir; yoksa mutlak sabit olan demek değildir. Âyetin basındaki işaret (işte bu), insanın değişik aşamalarla yaratılması, birbirlerinden farklı hallere dönüştürülmesi ve cansız olan yeryüzüne hayat verilmesi gibi mezkûr hususları işaret etmektedir. Yani bu hârika işlerin hâsıl olmasının sebebi, Allah'ın (celle celâlühü), zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde yegâne Hak olması ve Kendisinden başka bütün varlıkları vücûda getirmesi sebebiyledir. B- "Ve O, şüphesiz ölüleri diriltir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) şanı ve âdeti, ölüleri diriltmektir. Hülasa, Allah (celle celâlühü), bidayet olarak (baştan) da, iade olarak da cansızlara hayat vermeye Kaadir'dir. Öyle olmasaydı, meniye ve ölü toprağa defalarca hayat vermeye Kaadir olmazdı. C- "Ve O, şüphesiz her şeye Kaadir'dir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) kudreti sonsuzdur; yoksa bu sayısız varlıkları ve ezcümle zikredilen şeyleri var edemezdi. Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin sonsuz olduğuna "Allah'ın kudreti Zâtı içindir ki, onun bütün varlıklara nispeti eşittir. Şu halde müşahede, Allah'ın (celle celâlühü) bazı cansızlara hayat vermeye muktedir olduğuna delâlet ettiğine göre, bütün cansızlara hayat vermeye muktedir olması lâzım, gelmektedir" şeklinde, delil getirmenin menşei ise, bu kelâm-ı kerîmin amacının, mezkûr özel eserlerin, tam ve umumî kudretin parçalarından ve müsebbiplerinden olduğunu beyan etmekten gafil kalmaktan ileri gelmektedir. Ölülerin diriltilmesi, İlâhî kudretin kapsamının bir parçası iken, burada onun zikre tahsis edilmesi, tartışma konusu hususu sarahatle belirtmek ve inkarcıların inkârını def etmek içindir. Onun önce zikredilmesi ise, ona verilen önemi göstermek, içindir. 7"Ve kıyamet, mutlaka gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur. Ve şüphesiz Allah, kabirlerdekileri diriltip kaldıracaktır." A- "Ve kıyamet, mutlaka gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur." Yani kıyamet gerçeği, kâinat delilleri ve vahiy delilleri ile o kadar açıktır kı, geleceğinden şüphe etmeye hiç mahal yoktur. Nitekim Bakara sûresinin başında da bu ifadenin izahı geçti. B- "Ve şüphesiz Allah, kabirlerdekileri diriltip kaldıracaktır." Bu cümle de, bundan önceki iki cümle gibi âyetin başında bildirilen sebebe (İşte bu, şundandır ki, ) dâhildir. Ancak bu sebebiyet, kıyametin gelmesinin ve ölülerin diriltilmesinin, zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) fillerinde O'nun kudretinin tesiri gibi müessir olmaları cihetiyle olmayıp fakat her ikisi de, Allah'ın (celle celâlühü) varlığını gerektiren sebepler olmaları cihetiyledir; Allah'ın (celle celâlühü) varlığına ve sonsuz kudretine delil gösterilebilecek şekilde mezkûr şeylerin yaratılması ve ölü toprağa hayat verilmesi, O'nun, üstün hikmetlere bina edilmiş olan hârika işlerinden olup kullarına olan şefkatinin de icabıdır ki, bunları tefekkür etsinler; bunu, dirilmenin ve kıyametin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğine delil saysınlar; bunu ifade eden açık vahyi tasdik etsinler ve bu vesile ile ebedî saadete erişsinler. Eğer bunlar olmasa, Allah bu yaptıklarını yapmazdı; hatta başta kâinati da yaratmazdı. Gördüğün gibi bu da, Allah'ın (celle celâlühü), sıfatlarında hakkaniyetinin ve son derece mükemmeliyetinin göstergelerindendir. Kıyametin gelmesi ve kabirlerdekilerin diriltilip kaldırılması, hikmetin gereği olduğundan, Allah'ın (celle celâlühü) Hakîm olmasının, kinaye yoluyla ifadesi kılınmıştır. Sanki şöyle denilmiştir: Bu, şundan dolayıdır ki, Allah (celle celâlühü), ölüleri diriltmeye ve her şeye Kaadir'dir; O, gerçekten Hâkim'dir; vaadinden caymaz. Ve O, kıyameti ve ölümden sonra dirilmeyi, vaat etmiştir. Şu halde vaadim mutlaka yerine getirecektir. Malûmun olduğu üzere bunun sonucu, kıyametin gelmesine ve kabirlerdekilerin dirilmesine İlâhî hikmeti delil göstermektir. Ancak burada kelâmın konusu bu değildir; fakat kelâmın konusu, kıyamet ile dirilmenin, mezkûr insanın yaratılmasına ve toprağın ihya edilmesine sebep olmalarıdır. Bunu iyice tefekkür et ve apaçık haktan ayrılma! 8Bak. Âyet 9. 9"İnsanlardan kimi de vardır ki, hiçbir bilgiye, hiçbir rehbere ve aydınlatıcı Kitaba dayanmadan, sırf Allah yolundan saptırmak için sağına ve soluna gururla eğilerek Allah hakkında tartışmaya girer, durur. Dünyada onun için rezîl rüsvâ olmak vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı ateşin azabını tattıracağız." A- "İnsanlardan kimi de vardır ki, hiçbir bilgiye, hiçbir rehbere ve aydınlatıcı Kitaba dayanmadan, sırt Allah yolundan saptırmak için sağına ve soluna gururla eğilerek Allah hakkında tartışmaya girer, durur." İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu âyete konu olan şahıs, Ebû Cehil b. Hişâm'dır. Diğer bir görüşe göre ise, âyetin konusu, kim olursa olsun, insanları saptırmaya ve azdırmaya çalışan herkestir. Nitekim birincisinde zikredilenden murat, onları taklit edendir. Buna göre orada geçen şeytan, mutlak olarak, saptıran, azdıran demektir. Bu âyetteki bilgiden murat, zanırî bilgidir. Hidâyetten murat da, marifete ulaştıran istidlal ve sıhhatli tefekkürdür. Aydınlatıcı kitap da, hakkı açıklayan vahiydir. Yani kimi insanlar da, zarurî bir mukaddimeye, fikrî bir hüccete ve vahyi bir delile dayanmadan Allah'ın (celle celâlühü) şanı hakkında tartışır durur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onlar, Allah'tan başka, Allah'ın, kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği, kendilerinin de hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere tapıyorlar." Bir görüşe göre, bu âyette konu edilen kimseden murat, birinci tartışmacıdır ve buradaki tekrar, tekit ve devamı için, yani ne istidlalden, ne de vahiyden dayanağı olmadığını beyan için hazırlıktır. Ancak âyetin ifadesi, buna müsait değildir. Nasıl olabilir ki, bu kimsenin, azgın her Şeytana uymakla vasiflandırılması, aklî' ve nakli delili olmamakla vasıflandırılmasına gerek bırakmaz. Burada, Allah (celle celâlühü) yolundan saptırmaktan murat, mü’minleri veya insanları hidâyetten dalâlete çıkarmaktır, yahut kafirleri dalâlette bırakmak veya dalâletlerini arttırmaktır. B- "Dünyada onun için rezîl rüsvâ olmak vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı ateşin azabını tattıracağız." Dünyadaki rezîl rüsvâ olmaları, Bedir savaşında öldürülmeleri ve esir alınmalarıdır. 10"Ona: "İşte bu, önceden ellerinin yaptıkları yüzündendir. Yoksa Allah, elbette ki kullarına hiç de zulmedici değildir" denir." Yani ona denir ki; bu dünyevî ve uhrevî azap, ellerinin işlemiş olduğu küfür ve günahlar sebebiyledir. Bu fiiller, ellere isnat edilmiş, çünkü iktisap (bir şeyi yapmak veya elde etmek), âdete göre ellerle olmaktadır. Ve gerçek şudur ki Allah (celle celâlühü), kullarının günahı olmadan onlara hiç de zulmedici değildir. Ehl-i Sünnet itikadına göre, Allah'ın (celle celâlühü), günahsız olarak da kullarına azap etmesi, büyük zulüm olması şöyle dursun, hiç zulüm bile değil iken böyle ifade edilmesinin izahı, Al-i İmrân: 182 âyetin tefsirinde geçti. 11"İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'a yalnız bir yönden ibâdet eder. Şöyle ki: Kendisine bir hayır isabet ederse, onunla mutmain olur; fakat ona bir musibet isabet ederse, dinden yüz çevirir. O, dünyasını da, ahretini kaybetmiştir. İşte bu, apaçik hüsranın tâ kendisidir." A- "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'a yalnız bir yönden ibâdet eder. Şöyle ki: Kendisine bir hayır isabet ederse, onunla mutmain olur; fakat ona bir musibet isabet ederse, dinden yüz çevirir." Bundan önce, küfrünü net ve açık olarak ortaya koyanların hali beyan edildikten sonra burada da kararsız olanların halini beyan edilmektedir. Yani insanların bir kısmı da, Allah'a yalnız dinin bir yönüyle ibâdet eder; dinde sebat sahibi değildir. Tıpkı savaşan ordunun bir tarafına çekilip bekleyen ve zafer hissedince yerinde duran, zafer görmeyince de firar eden savaşçı gibi, bu kimse de, sağlık ve bol rızk gibi bir dünyalık kendisine isabet ederse, zahiren konumunda sebat gösterir; yoksa hiçbir şeyin kendilerini geri çevirmediği ve yönlerini değiştirmediği mü’minler gibi gerçekten mutmain değillerdir. Fakat bu kimsenin kendisine veya ailesine veyahut malına bu: fenalık gelince, dinden yüz çevirir. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet, Medine'ye gelip yerleşen bazı bedevi Araplar hakkında nâzıl olmuştur. Bunlardan biri, bedeni sağlıklı olduğu, ati sağlıklı bir tay, karısı da sağlıklı bir çocuk doğurduğu, malı ve koyunları çoğaldığı zaman, "Ben, bu dine girdiğim günden beri hep hayır gördüm!" der ve bu halinden mutlu olur. Ama eğer bunun aksi olursa, "Ben, serden başka bir şey görmedim!" der ve dinden yüz çevirir. Ebû Saîd El- Hudrî'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Bir Yahudi Müslüman oldu; sonra musîbetlere uğradı. Kendisi bu musibetleri, İslam'ın uğursuzluğuna saydı ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelip: "- Benim ahdimi feshet!" dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Hayır! İslam ahdi feshedilemez!" buyurdu." Diğer bir rivâyete göre ise, bu âyet, Müellefe-i Kulûb (kalbi İslam'a ısındırılacak bazı yeni Müslümanlar) hakkında nazil olmuştur. B- "O, dünyasını da, ahretini kaybetmiştir, işte bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir." Yani bu kimse, dinden dönmekle ismeti (dokunulmazlığı) kalkmış; amelleri boşa gitmiş ve neticede dünyasını da, ahretini de kayıp etmiştir, işte bu, en büynik hüsrandır; bunun ikinci bir benzeri yoktur. 12"O, Allah'ın dışında, kendisine zarar da, fayda da getirmeyen varlıklara yalvarır. İşte bu, büsbütün uzak olan sapıklığın tâ kendisidir." Bu kelâm, mezkûr hüsranın ne kadar büyük olduğunu beyan etmektedir. Yani bu kimse, Allah'ın (celle celâlühü) ibâdeti dışında öyle varlıklara tapıyor ki, onlara tapmadıkları zaman kendilerine bir zarar veremezler ve taptıkları zaman da kendilerine bir fayda getiremezler. Hülasa, onların taptıkları varlıklar, fayda vermek, onların şanından olmayan, cansız varlıklardır. 13"O, zararı, faydasından daha yakın olana yalvarmaktadır. Yemin olsun ki, o yalvardığı, en kötü yardımcı ve en kötü yoldaştır." Bu kelâm, mezkûr yalvarma ve duasının sonucunu beyan etmekte ve bunun niçin büsbütün bir sapıldık olduğunu açıklamakta ve bir de, taptı İdarinin zararının doğrudan doğruya olmayacağının belirtilmesinden, anlaşılması muhtemel olan bunun dolayk olarak olabileceği vehmini de ortadan kaldırmaktadır. Bu âyetin metninde, putlar için, akıl sahipleri hakkında kullanılan "Men" harfinin kullanılmış olması, puta tapanın hâlinı ziyadesiyle takbih ve zemmetmek, içindir. Yani o kafir, kıyamet gününde, mabudu yüzünden mutazarrır olduğunu ve Cehenneme girdiğini ve ondan hiçbir fayda görmediğini göstermek üzere, o zararı faydasından daha yakın olan için: "Vallahi o, en kötü yardımcı ve en kötü dosttur!" diye haykırır. Zararı faydasından daha yakın olan, böyle olduğuna göre, sırf zarar olan ve hiçbir faydası olmayanın hali nice olmalıdır? Bu iki âyetin tefsiri olarak şöyle de denilebilir: Bu âyette geçen, duâ (yalvarma, haykırma), bir önceki âyette geçen duâ için tekit olmakla beraber bir de, sonrası için bir hazırlık olup onun kötü ibâdeti, "işte bu, büsbütün uzak olan sapıklığın tâ kendisidir" cümlesiyle beyan edildikten sonra bununla da, taptığı şeyin halinin kötü olduğu beyan edilmektedir. Yani onun, kendisine zarar da, fayda da vermeyen bir şeye ibâdeti zikredildikten sonra Allah (celle celâlühü) tarafından: "O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarmaktadır" denilmiş, sonra da bu zararı faydasından daha yakın olan i çın: "Vallahı o, en kötü dost ve en kötü yoldaştır" denilmiştir, 14"Şüphe yok ki Allah, îman edip iyi işler yapan kimseleri, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. Zira şüphesiz Allah, dilediğini yapar." A- "Şüphe yok ki Allah, îman edip iyi işler yapan kimseleri, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır." Bundan önce küfürlerini net ve açık olarak ortaya koyan kâfirler ile kararsız olan kâfirlerin hallerinin ve akıbetlerinin son derece kötü olduğu, taptıklarının, kendilerine hiçbk fayda vermeyecekleri, aksine onlara büyük zararları olacağı ve kendilerinin de, taptıklarının dostluklarının ve yoldaşlıklarının gayet kötü olduğunu kabul edecekleri ve onları en ağır şekilde zemmedecekleri anlatıldıktan sonra bu kelâm da, yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibâdet edenlerin hallerinin ve akıbetlerinin son derece iyi olduğunu anlatmaktadır. B- "Zira şüphesiz Allah, dilediğini yapar." Bu cümle, makablinin illetini beyan etmekte ve tahkik olarak onu açıklamaktadır. Çünkü Allah üstün hikmetlere binâen, şanına lâyık şekilde gayet mükemmel isler yapan ve ezcümle Kendisine îman edip Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) tasdik edeni mükâfatlandırır ve Kendisine ortak koşup Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) yalanlayanı da cezalandırır. Bu anlatılanlar, Allah'ın (celle celâlühü), Resûlüllah'a yardımının sonuçlan olduğu için bundan sonra O'nun, Resulüne olan yardımı anlatılmaktadır. 15"Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette Resulüne asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa, haydi, yukarıya bir ip bağlasın; sonra da boynunu o ipe geçirip ayağını yerden kessin! Sonra da baksın, acaba, hilesi, kızdığı ilâhî yardımı engelleyecek midir?" Yani bunu zanneden, kendi içinden tasavvur edip baksın, kızdığı yardıma karşi koymak ve engellemek konusunda kudretini sonuna kadar harcasın, bu ilâhî yardımı engelleyebilecek, mi? Hayır, asla engelleyemeyecektir. Diğer bir görüşe göre de, yani üstümüzdeki göklere bir ip uzatsın da oraya çıksın ve sonra da vahyi kessin! demektir. Bir diğer görüşe göre de, yani mesafeyi kat' etsin de, gökler âlemine çıksın da, yardımı engellemeye çalışsın! demektir. Ancak âyetin siyakı bu görüşleri reddetmektedir. Çünkü bundan amaç, farz edilen şeyler, vukuu ve tahakkuku takdirınde de, kızdığı yardımı engelleyemeyeceğini beyan etmektir. Ve apaçık bir gerçektir ki, imkânsız olan şeylerin vukuunu ve hükmünü, özellikle de vahyin kesilmesi hükmünü ona bağlamanın hiçbir anlamı yoktur. Zira vahyin kesilmesini farz etmek, kesin olan merama halel getirmektedir. Bir görüşe göre de, Müslümanlardan bazı kimseler, müşriklere çok kızdıkları için, Allah'ın (celle celâlühü), Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) vaat ettiği yardımın geç kaldığını düşünüyorlardı. Ve müşriklerden bazıları da, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak istiyorlardı; fakat onun başarısının devamından endişe ediyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bazı âlimler, âyetteki nusret'i, rızk olarak tefsir etmişlerdir. Buna göre mâna şöyledir: rızklar, Allah'ın (celle celâlühü) kudret elindedir; Allah (celle celâlühü) dilemedikçe hiçbir rızk ekle edilemez. Bu itibarla kul, kısmetine razı olmakdır. Şu halde her kim ki, kendi rızkını Allah'ın (celle celâlühü) vermediğini zannedip de sabır etmezse ve teskmiyet göstermezse, öyleyse sabırsızlığm son noktası olan kendini asmak fiiline tevessül etsin ve bilsin kı, bu da, kısmeti engelleyemez ve rızkı geri çeviremez. 16"İşte Biz, böylece o Kur’ân'ı açık seçik âyetler halinde indirdik. Ve şüphe yok ki Allah, dilediği kimseye hidâyet eder." A- "İşte Biz, böylece o Kur’ân'ı açık seçik âyetler hâlinde indirdik." Yani işte Biz, üstün hikmetleri içeren o hârika inzal (nazil etmek) gibi, Kur’ân'ın tamamını, yüksek mânalara delâleti açık seçik olan âyetler halinde indirdik. B- "Ve şüphe yok kı Allah, dilediği kimseye hidâyet eder." Yani şüphesiz Allah (celle celâlühü), kimi dilerse, onu hidâyete erdirir veya hidâyet üzerinde sabit kılar veyahut hidâyetini arttırır. Yahut Allah (celle celâlühü) dilediğini hidâyete, erdirdiği için Kur’ân'ı böyle indirmiştir. Yahut gerçek şudur ki, Allah (celle celâlühü) dilediğini, hidâyete erdirmektedir. 17"Mü’min olanlar, Yahudi olanlar, Sabitler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve müşrik olanlar yok mu, muhakkak ki Allah, kıyamet günü bunlar arasında hükmedecektir. Çünkü şüphesiz Allah, her şeye şahittir." A- "Mü’min olanlar, Yahudi olanlar, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve müşrik olanlar yok mu, muhakkak ki Allah, kıyamet günü bunlar arasında hükmedecektir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) hidâyetiyle mezkûr apaçık âyetlere, yahut öncekide bu âyetler olmak üzere, îman edilmesi lâzım olan her şeye îman edenler, Yahudi, olanlar, Sabiî'ler, Hıristiyan'lar, bir görüşe göre ateşe tapan, Diğer bir görüşe göre güneşe ve ay'a tapan bir kavim olan, bir görüşe göre de, Hıristiyanlardan ayrılıp da çul giymeyi âdet edinmiş bir kavim olan, başka bir görüşe göre de, kısmen Hıristiyanlıktan ve kısmen de Yahudilikten esinlenmiş bir kavim olan ve kâinatın nur ve zulmet olmak üzere iki ask olduğunu söyleyen Mecüsî'ler, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşan putperestler yok mu, muhakkak ki Allah (celle celâlühü), kıyamet günü bunlar arasında, evet mü’minler ile küfür dininde ittifak etmis bu beş fırka arasında hükmedecek; hakçiyı bâtılcıdan ayırtacak ve bunların her ferdine, hak ettiği mükâfat ve cezayı verecektir. B- "Çünkü şüphesiz Allah, her şeye şahittir." Bu cümle, makablinde geçen hükmetmenin illetidir. Yani Allah (celle celâlühü) her şeyi bilendir ve bütün halleri gözetendir. Bunun zorunlu gereği olarak da O'nun bilgisi, mezkûr fırkaların her bir ferdinden sâdır olanları tafsilatıyla kuşatmaktadır ve ona lâyık olan karşılığı verecektir. 18"Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmektedir. Birçok insan da vardır ki, onlara azap hak olmuştur. Allah, kimi tahkir ederse, artık ona ikramda bulunacak hiçbir kimse yoktur. Şüphe yok ki Allah, dilediğini yapar." A- "Görmez mısın ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmektedir." Bundan önce, Allah'ın (celle celâlühü) mezkûr fırkalar arasında hükmetmesini mucip olan O'nun her şeye ve ezcümle o fırkaların hallerine ve fiillerine de şahit olduğu beyan edildikten sonra bu kelâm da, yine mezkûr hükmetmeyi mucip olan mezkûr fırkaların amellerini beyan etmekte ve bir de, onun keyfiyetine ve bunun azap ile mükâfat, ikram ile tahkir seklinde olacağına işaret etmektedir. Burada görmekten kastedilen, bilmektir. Görmek olarak ifade edilmesi, bunun malûm olduğunu zımnen bildirmek içindir, Âyetteki hitap, görmek imkânına sahip herkes içindir. Zira bu hakikat, hiç kimseye gizli kalmayacak kadar açıktır. Bu secdeden murat, İlâhî iradeye tam olarak boyun eğmektir; yoksa akıl sahiplerine mahsus olan ibâdet secdesi değildir. B- "Birçok insan da vardır ki, onlara azap hak olmuştur." Yani birçok insan da vardır ki, küfür ve isyanları sebebiyle onlara İlâhî azap hak olmuştur. C- "Allah, kimi tahkir ederse, artık ona ikramda bulunacak hiçbir kimse yoktur." Yani Allah (celle celâlühü), ezelî imiyle, seçimini şer yönünde kullanacağını bildiği için kimi bedbaht yazmışsa, artik ona saadet ikram edecek hiç kimse yoktur. D- Şüphe yok ki Allah, dilediğini yapar. Yani Allah (celle celâlühü) her dilediğini ve ezcümle ikram ve tahkiri de mutlaka yapar. 19Bak. Âyet 20. 20"Şu iki taraf, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır. İşte şu kâfirler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Başları üstünden o kaynar su dökülecektir. Karınları içinde olan organlar ve derileri o su ile eritilecektir. Onlar için demirden kamçılar da vardır." A- "Şu iki taraf, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır." Burada iki taraf, denilmesi, husûmetin iki tarafını tayin etmek ve bu husûmetin, mezkûr altı fırkadan her biri ile diğerleri arasında olduğu vehmini gidermek ve husûmet mahallini açıklamak içindir. Yani mü’minler fırkası ile beş fırkaya ayrılmış olan kafirler fırkası, Rablerinin şanı, yahut dini, yahut zâtı, yahut sıfatlan hakkında -ki bunların hepsi de O'nun şanlarındandır- çekişen iki hasımdır. Zira taraflar arasında muhavere ve çekişme cereyan etmese de, iki fırkadan her biri, kendi inancının hak olduğuna, karşi tarafın inancının ise bâtıl olduğuna inanması ve sözleri ile fiillerini buna bina etmesi, diğer fırkaya karşı husûmet sayılmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise, Yahudiler ile Mü’minler çekiştiler: Yahudiler: "Bizim Allah hakkındaki inancımız daha haklıdır; bizim Kitabımız sizinkinden daha eskidir ve bizim peygamberimiz de sizinkinden öncedir" dediler. Mü’minler de: "Asıl biz, Allah (celle celâlühü) hakkında daha haklı inanca sahibiz; biz, Muhammed'e de îman ettik; sizin peygamberinize de îman ettik ve Allah'ın indirdiği bütün Kitaplara da îman ettik. Siz ise, bizim Kitabımızı ve Peygamberimizi bildikten sonra sırf haset için Peygamberimizi inkâr ediyorsunuz" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. B- "İşte şu kâfirler için ateşten bir elbise biçilmiştir." Burada, "Allah, kıyamet günü bunlar arasında hükmedecektir" cümlesinde mücmel olarak anlatılanı açıklamaktadır. Yani korkunç bir ateş, elbisenin bedeni kaplaması gibi şu kâfirlerin bedenini kaplayacaktır. C- "Başlan üstünden o kaynar su dökülecektir. Karınları içinde olan organlar ve derileri o su ile eritilecektir. 21Onlar için demirden kamçılar da vardır." Yani başları üstünden de son derece sıcak olan o kaynar su dökülecektir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Eğer o sudan bir damla, dünya dağları üstüne dökülse, onları eritir." 22"Zor sıkıntıdan onlar oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürüleceklerdir ve: "Tadın, bu şiddetli ateşin azabını!" denecektir." Yani Cehennem yaranı, içinde bulundukları ateşten her defasında çıkmaya yaklaşınca, Cehennemin üst kısmından dibine döndürülecekler ve hiçbir zaman içinden çıkarılmayacaklardır. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Cehennemin şiddetli alevleri, onları yukarı fırlatır; nihayet onlar üst kısmına geldiklerinde kamçılarla vurulup yetmiş senelik mesafe kadar aşağıya inerler. 23"Şüphe yok ki Allah, îman edip iyi işler de yapanları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. Orada altın bileziklerle ve incilerle bezenecekler. Orada giysileri ise ipektir." Kâfirlerin kötü hak beyan edildikten sonra burada da mü’minlerin iyi hak beyan edilmektedir. Âyetin başında tahkik kelimesinin (şüphe yok ki) zikredilmesi, mü’minlerin halinin, kâfirlerin halinden son derece farklı olduğunu bildirmek, mü’minlerin durumuna fazla önem verildiğini izhar etmek ve kelâmın içeriğinin tahkikine delâlet içindir. Yani Cennette melekler, Allah'ın (celle celâlühü) emriyle onları bu şekilde bezeyip giydireceklerdir. 24"Ve onlar, sözün pek güzeline yönlendirilmişler ve övgüye lâyık olan Allah'ın doğru yoluna iletilmişlerdir." A- "Ve onlar, sözün pek güzeline yönlendirilmişler." Sözün en güzeli, onların şunu söylemeleridir: "Bize verdiği söze sâdık olan ve dilediğimiz yerinde oturacağımız bu Cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun!" B- "Ve övgüye lâyık olan Allah'ın doğru yoluna iletilmişlerdir." Yani onlar, kendisi övgüye lâyık olan yola veya sonu -ki Cennettir- övgüye lâyık olan yola iletilmişlerdir. 25"Kâfirler ve Allah yolundan ve orada yerli ve taşralı, kendisini ziyaret eden bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar ve burada zulüm yolu ile uygunsuzluk isteyenler yok mu, Biz, muhakkak surette onlara dayanılmaz bir azaptan tattıracağız." Burada alıkoymaya kalkmaktan murat, geçmişte veya gelecekte bunu yapmak değil, fakat bunu sürekli yapmak anlamındadır. Diğer bir görüşe göre ise, yani Mescid-i Harâm'dan alıkoymaya kalkan o kafirlere Biz, muhakkak surette dayanılmaz bir azaptan tattıracağız, demektir. Zira Harem'de zulüm ile uygunsuz işler yapmak isteyenler, dayanılmaz azaba duçar olacaklarına göre, buna bir de küfrü ve Allah (celle celâlühü) yolundan alıkoymayı da ilâve edenler, bu azabın daha ağırıyla cezalandırılmaya müstahak olurlar. Bazılarına göre burada Mescid-i Harâm'dan murat, Mekke'dir. Zira "Kendisini ziyaret eden bütün insanlara eşit kıldığımız" şeklinde vasiflandırılması da, buna delildir. Mescid-i Haramin bu şekilde vasiflandırılması, ondan alıkoymaya kalkanları ziyadesiyle takbih içindir. 26"Biz, bir zamanlat İbrâhim'e, Beytullah'ın yerini uğrak kılmış ve ona demiştik ki: Bana hiçbir şey ortak koşma ve Evimi, tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rüku ve secdeye varanlar için temiz tut!" Yani o vakti hatırla ki, Biz, Beytullah'ın yerini İbrâhîm için merci (uğrak) içilmiştik; İbrâhîm (aleyhisselâm), îmar ve ibâdet için oraya uğruyordu. Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, İbrâhîm'i Beytullah'ın bulunduğu yerde konaklatmıştık, demektir. Deniliyor ki, Beytullah, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) Tufanı günlerinde göklere kaldırıldı. O Beytullah, kırmızı yakuttan idi. Hazret-i İbrâhîm zamanında Allah ona yerini, Hacûc denilen rüzgâr marifetiyle bildirdi; bu rüzgâr, o yerin etrafını süpürdü. Böylece Hazret-i İbrâhîm, Beytullah'ı eski temeli üzerinde binâ etti. Rivâyet olunuyor ki, Kâbe-ı Kerîm, beş kez binâ edilmiştir: Birincisinde melekler onu binâ etmişler. Bu Kâ'b e, kırmızı yakuttan idi. Sonra bu Kâ'b e, Hazret-i Nûh. Tufanı zamanında göklere kaldırıldı, ikincisini ise, Hazret-i İbrâhîm binâ etmiştir. Üçüncüsünü de, câhiliyye devrinde Kureyşliler binâ etmiştir. Bunda Resûlüllah da bizzat bulunmuştur. Dördüncüsünü de İbnü'z Zübeyr binâ etmiştir. Beşincisini de Haccâc binâ etmiştir. Biz, bu konudaki görüşleri, daha önce Bakara: 127 âyetin tefsirinde zikretmiştik. Beytullah'ın temiz tutulması, putlardan ve kirlerden temiz tutulması demektir. Burada namazın, rükünleri olan kıyam, rükû ve secde ile ifade edilmesi, bunların her birinin bu temizliği gerektirdiğim belirtmek için olabilir. Şu halde bunların hepsi bir araya geldiği takdirde nasıl olmak? 27"Ve insanlar arsında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse her uzak yoldan gelen yorgun argın develer sırtında, sana (Kabe'ye) gelsinler." Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), Ebû Kubeys dağına çıkıp: "Ey insanlar! Rabbinizin Beytini haccedin!" diye haykırdı. Allah (celle celâlühü) da, dünyanın doğusu ile batisi arasında bulunan bütün erkeklerin sulplerinde ve kadınların rahimlerinde bulunanlardan, ezelî ilminde hacca gideceğini bildiği bütün insanların ruhlarına bu nidayı duyurdu. Diğer bir görüşe göre ise, bu hitap, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için olup bu emir Vedâ Haccı'nda kendisine verilmiştir. Ancak bu sûrenin Mekke'de nazil olmuş olması, bu görüşe engeldir. 28"Tâ ki, kendilerine ait olan bir takım menfaatleri bizzat görsünler ve belli günlerde, kendilerine rızk olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanlar üzerinde Allah'ın adını ansınlar. Artık onlardan hem kendiniz yeyin, hem de o zavallı yoksullara da yedirin." A- "Ta kı, kendilerine ait olan bir takım menfaatleri bizzat görsünler ve belli günlerde, kendilerine rızk olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanlar üzerinde Allah'ın adını ansınlar." Yani tâ ki, kendilerine ait olan çok sayıda üstün menfaatleri, yahut bu ibâdete mahsus olan dinî ve dünyevî bir çeşit menfâatleri bizzat görsünler ve kurban kesme günlerinde, bir görüşe göre ise, Zilhicce ayının ilk on gününde, kendilerine rızk olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanları kesmeye hazırlarken ve keserken Allah'ın (celle celâlühü) adını ansınlar. B- "Artik onlardan hem kendiniz yeyin, hem de o zavallı yoksullara da yedırm." Yani kurbanlıkları Allah'ın (celle celâlühü) adını anarak kesin; sonra da etlerinden yeyin... Bu yeme emri İbâhe (mubah kılmak) için olup bir cahiliyye âdeti olarak kurban etlerinden yememek sıkıntısını kaldırmaktadır. Yahut bu emir, Sünnet ifade edip bu etten yemek hususunda kendileri ile yoksulların eşit olduklarını ifade etmektedir. "O zavalk yoksullara da yedirin" emri ise, zorunluluk ifade etmektedir. Bir görüşe göre birinci emir de, zorunluluk ifade etmektedir. 29"Sonra insanlar, kirlerini gidersinler; adaklarını da yerine getirsinler ve o Beyt-i Atîk'i (Eski Evi/Kâ'be"yi) de tavaf etsinler." Yani temizdik işlerini yapsınlar. Yahut ihramdan çıktıklarında bıyıklarım kısaltsınlar; tırnaklarını kessinler ve koltuk altlarım temizlesinler; haclarında yaptıkları hayırlı adaklarını da yerine getirsinler. Bir görüşe göre ise, yani haccın vaciplerini yerine getirsinler. Ve Kabe'yi rükün tavafı olarak, yahut veda tavafı olarak tavaf etsinler. Kâ'be'ye, Beyt-i Atık denilmesi, insanlar için kurulan ilk mabet olmasından dolayıdır. Yahut Atik azat edilmiş anlamında olup Kâ'be, zorba zâlimlerin tasallutundan korunduğu için böyle vasıflandırılmıştır. Nitekim Kâ'be'yi yıkmak için yola çıkan her zâlim bir hükümdarı Allah (celle celâlühü) kahretmiştir. Haccâc El- Sakafî'nin, maksadı ise Kabe'yi yıkmak değildi; Ibnü'z Zübeyr'i oradan çıkarmak idi. 30"İşte böyle! Her kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, işte o, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır. Size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılınmıştır. Artık o pislik putlardan kaçının; yalan sözden de kaçının!" A- "işte böyle! Her kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, işte o, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır." "işte böyle" anlamındaki "Zâkke" kelimesi, iki kelâm arasında, yahut bir kelâmın iki veçhesi arasında fasıla olmak üzere zikredilmektedir. Yani her kim, Allah'ın hükümlerim ve ihlal edilmesi helâl olmayan yasaklarını gözetmenin zorunlu olduğunu bilip gereğini yaparsa, işte bu saygıyı göstermesi, ahirette Rabbi katında sevap olarak daha hayırlıdır. Diğer bir görüşe göre ise, bu yasaklar, haccın yasaklan ve onunla ilgili mükellefiyetlerdir. Bir diğer görüşe göre ise, bunlar, Kâ'b e, Mescid-i Haram, Beled-ı Harâm (Mekke) ve Haram Ay'dır. C- "Size okunanların dışında kakın hayvanlar sîze helâl kılınmışur." Helâl kılınmış olan hayvanlar, daha önce de zikredilen sekiz çift hayvanlar olup bunlar mutlak olarak helâl kılınmıştır; ancak tahrîm âyetinde zikredilenler müstesnadır ki bunlar, arızî bir sebeple ölen ve Allah'tan (celle celâlühü) başkasının adı anılarak kesilen hayvanlar vs. dir. Bu cümle, daha önce geçen kurban etini yemek ve yedirmek emrine bir açıklamadır ve bir de, hac ihramının, avlanmayı yasak kılması gibi, helâl etleri yemeyi de yasak kılması vehmini ortadan kaldırmaktadır. Ç- "Artık o pislik putlardan kaçının." Bundan önce, o dört ayaklı hayvanların helâl kılınmalarının beyanı, bununla meşgul olmayı, bundan kaçmmamayi gerektirmektedir. Onun akabinde de kaçınılması gereken yasaklar zikredildi; sonra da yasakların en büyüğünden kaçınmak emredildi. Yani her kim Allah'ın (celle celâlühü) yasaklarına saygı gösterirse, bu, kendisi için daha hayırlıdır. Sağmal hayvanlar ise, yasaklardan değildir. Zira Tahrîm âyetinde size okunanlar dışında onlar sîze helâl kılınmıştır. Orada size okunanlardan ise kaçınmak gerekir. Öyleyse kaçınılması gereken şeylerin en büyüğünden kaçının. D- "Yalan sözden de kaçının!" Bu kelâm, tahsisten sonra tamim kabilindendir. Zira puflara tapmak, yalanların başıdır. Demek ki, Allah yasaklara saygı gösterilmesini teşvik buyurduktan sonra bunun arkasından, kâfirlerin savundukları Ba hıra, Sâibe vs. nın haram sayılmasını ve bunun Allah'ın hükmü olduğu iftirasını bu şekilde red etmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat yalancı şâhitliktir. Zira rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz "Yalancı şâhitlik, Allah'a ortak koşmanın üç katına muâdildir" buyurmuş ve ardından da bu âyeti okumuştur. Bir diğer görüşe göre ise, yalan sözden murat, Câhihyye insanlarının, telbîyelerinde şöyle demeleridir: "Lebbeyke/Fermanma uydum. Senin ortağm yoktur; ancak Senin bir ortağın var ki, Sen, onun da, onun mâlik olduklarının da Mâlikisin, " 31"Kendisine ortak koşmaksızın sırf Allah için Hanîf (tevhîdçi) mü’minler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp de kendisini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir." Yani Allah'a (celle celâlühü), öncelikle putlar olmak üzere hiçbir ortak koşmaksızın O'nun için, bâtıl bütün dinlerden yüz çevirip hak dine yönelmiş ve elini O'nun için hâlis kılmış mü’minler olun. Her kim Allah'a (celle celâlühü) ortak koşarsa, o, îman zirvesinden küfür çukuruna düşmüş olacağından, sanki gökten düşüp de kendisini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir; çünkü alçaltıcı arzular, onun fikirlerini darmadağın eder ve Şeytan, onu dalâlet çukuruna atmış olur. Âyetin bu ifadesi, terkip teşbihi kabilinden de olabilir. Yani Allah'a (celle celâlühü) ortak koşan kimse, bu iki şekilden biriyle helâk olmuş kimse gibi helâk olur. 32"îşte böyle! Her kim Allah'ın nişanelerine saygı gösterirse, işte bu, şüphesiz kalplerin takvâsındandır." Yani durum budur. Yahut işte bu buyruklara uyun! Burada şiarlardan murat, Hacc kurbanlıklarıdır. Nitekim "Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin şiarlarından kılmışızdır." âyeti de bunu bildirmektedir. Bundan sonra gelecek âyete de en uygun olan mâna da budur. Hacc kurbanlıklarma saygı göstermek, bunun bir ibâdet, olduğuna inanmak ve bu kurbanlık için en güzeli, en semizi ve en pahak olanı seçmektir. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yüz deve kurban etti. Bu develerin içinde Ebû Cehıl'in, burnuna altın halka taktığı erkek devesi de bulunuyordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, satması için kendisine üç yüz dinar teldif edilen yürük, güçlü bir dişi deveyi kurban etti. İşte bu şekilde Hacc kurbanlıklarma saygı göstermek, kalplerin takvasından deri gelmektedir, yahut takvâlı kalp sahiplerinin işidir. Takva, kalbe izafe edilmiş, çünkü takvanın merkezi kalptir ve takva, kalbe iyice yerleşince, onun esen diğer beden organlarında da kendisim gösterir. 33"Sizin için onlarda (kurbanlık hayvanlarda) belli vakte değin bir takım menfaatler vardır. Sonra varacakları yer Beyt-i Atîk'tir (Kabe'dir)." Yani Hacc kurbanları kesilip etleri dağıtılıncaya ve sız de ondan yeyinceye kadar, onların sütünden, yününden o develerin sırtına binmekten faydalanmak gibi sizin için bir takım faydalar vardır. Sonra kesilmek üzere, varacakları yer Harem bölgesidir. Burada sonralık anlamı, zaman itibanyladır, yahut mertebe itibanyladır. Yani sizin için dünyevî bir takım menfaatler vardır; sonra da dinî bir takım menfaatler vardır. Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki şiarlar, Hacc ıbâdederı ve nişaneleridir. Yani Hacc günleri sona erinceye değin, Hacc Menâsik'inin ifasında ve Hacc şiarlarının ikame edilmesinde sizin için ecir ve sevap menfaaderı vardır. Sonra insanların ihramlı bulunma süresi, Hacc Menâsiki eda edildikten sonra bayramın birinci günü yapacakları ziyaret tavafı ile sona erer. 34"Allah'ın, kendilerine rızk olarak verdiği dört ayaklı hayvanlardan boğazlarken üzerlerine Allah'ın adını ansınlar diye her îman etmiş ümmete bir kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız, bir tek İlahdır. Öyleyse yalnız O'na teslim olun. Ey Resûlüm! O samimi alçak gönüllüleri müjdele!" A- "Allah'ın, kendilerine rızk olarak verdiği dört ayaklı hayvanlardan boğazlarken üzerlerine Allah'ın adını ansınlar diye her îman etmiş ümmete bir kurban kesmeyi gerekli kıldık." Burada ümmetten maksat, hak din mensuplarıdır. Âyetin metnindeki "Mensek" (kurban kesmek) kelimesi, bir Kırâete göre "Mensik" olarak okunmaktadır. Buna göre "kurban yeri" demektir. "Allah'ın adını ansınlar diye" denilmesi, kurban kesmekten asıl gayenin Mâbûd'u hamlamak olduğuna dikkat çekmek içindir. "Dört ayaklı hayvanlar" denilmesi, kurbanın bu hayvanlardan olmasının zorunlu olduğuna dikkat çekmek içindir. B-"İmdi, İlâhnız, bir tek İlahdır." Bu hitap genel olup içeriği, makabline terettüp etmektedir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) her ümmet için kurban kesmeyi gerekli kılması, O'nun birliğine delâlet eden hususlardandır. Burada "bir tek ilâh" anlamında "ilâhün Vâhidün" denilmiş, çünkü amaç, Allah'ın (celle celâlühü) hepsinin tek İlâhı okluğunu beyan etmenin yanı sıra, Kendi Zâtında da tek olduğunu beyan etmektir. C- "Öyleyse yalnız O'na teslim olun. Ey Resûlüm! O samımı alçak gönüllüleri müjdele!" Bu cümlenin içeriği de, makabline terettüp etmektedir. Yani sizin Tanırınız, bir tek ilâh olduğuna göre, kurbanı, yahut anmayı yalnız O'na tahsis edin ve hassaten O'nun rızası için yapın; buna şirk şaibesini hiç karıştırmayın. 35"Onlar öyle insanlardır ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene de sabrederler; namaz da kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah için harcarlar." Yani onlar öyle bahtiyar insanlardır ki, Allah'ın adı her anıldığında, O'nun celâlinin kıvılcımlarının çakmasından kalpleri titrer; mükellefiyetlerin güçlüklerine ve hâdiselerin zorluklarına da katlanırlar; namazlarını vakitlerinde kılarlar ve kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden hayır yollarında harcarlar. 36"Biz, bedene'leri (büyük baş hayvanları) da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden (kurbanlık) kılmışızdır. Onlarda sizin için hayır vardır. O halde onları ayakta ayakları bağlı olarak keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyaçlarını gizleyen, dilenen fakirlere de yedirin. İşte şükredesiniz diye bu hayvanları Biz, sizin emrinize verdik." A- "Biz, bedene'leri (büyük baş hayvanları) da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden (kurbanlık) kılmışızdır." "Bedene", deve demektir. Bedence büyük oldukları için develere bedene denilmiştir. "Bedene (deve) yedi kişiye, sığır da yedi kişiye ortaklaşa kurban olabilir." hadisiyle, sığır da, yedi kişiye kurban olarak yeterli sayılmak hükmünde deve gibi kabul edildiğinden, şen hükümde ikisi bir cins sayılmıştır. B- "Onlarda sizin için hayır vardır." Bu cümle, makabk için bir izah mahiyetindedir. Yani bunlarda sizin için birçok, dinî ve dünyevî hayırlar vardır. C- "O halde onları ayakta ayakları bağlı olarak keserken üzerlerine Allah'ın adını anın." Yani siz, kurbanlık develeri ayakta ve ön ayaklan ile arka ayakları bağlanmış olarak keserken "Allahu ekber lâilâhe illallah vallahu ekber allahümme minke ve ileyk/Allah, en büyüktür. Allah'tan başka İlâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah'ım! Bu, benden Sanadır! şeklinde Allah'ı anın! Bir kırâete göre, "ayakta ayaklan bağlı" şeklinde tercüme edilen "Savâff kelimesi "Savâfiye" şeklinde okunmuştur ki, "o kurbanlık develer sırf Allah rızası için" demek olur. D- "Yan üstü yere düştüklerinde ise, artik onlardan hem, kendiniz yeyin, hem de ihtiyaçlarını gizleyen, dilenen, fakirlere de yedirin." Kurban edilen develerin yan üstü yere düşmeleri, kinaye olarak ölmeleri demektir. Kanaatkar fakir, elindekine kanaat ederek dilenmeyen yoksuldur. Yahut dilenen yoksuldur. E- "İşte şükredesiniz diye bu hayvanları Biz, sizin emrinize verdik." Yani hâlis Allah rızası için kurban keserek nimetlerimize şükredesiniz dîye, bu kurbanlık develer, son derece cüsseli ve güçlü oldukları halde size karşı koymasınlar, onları itaatli olarak tutup yularlarından bağlayasınız, ayakta durdurup ayaklarını da bağlayasınız ve sonra da onları boğazlayasınız diye onlari sizin, emrinize verdik. 37"O kurbanların etleri ve kanları Allah'a varacak değildir; fakat O'na varacak olan sadece sizin takvanızdır. Sizi hidâyete erdirdiğinden dolayı Allah'ı yüce tanıyasiniz diye onları böylece size teshir etti. Ey Resûlüm! İyi davrananları müjdele!" A- "O kurbanların etleri ve kanları Allah'a varacak değildir; fakat O'na varacak olan sadece sizin takvanızdır." Yani kestiğiniz kurbanların sadaka verilen etleri ve onların kesilirken akıtılan kanları, et ve kan olarak Allah'ın (celle celâlühü) rızasını kazandıracak ve kabul makamına erecek değildir; fakat O'na varacak olan, sizi O'nun emrine uymaya, onu tazim etmeye, O'na kurban kesmeye ve içtenlikle O'na yönelmeye davet eden kalplerinizin takvâsıdır. Bir görüşe göre de, Câhiliyye insanları, kestikleri kurbanların kanlarını Kâ'b e'ye sürüyorlardı. Müslümanlar da bunu yapmak istediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. B- "Sizi hidâyete erdirdiğinden dolayı Allah'ı yüce tanıya siniz diye onları böylece size teshir etti." Yani Allah (celle celâlühü) size teshir yolunu ve Kendisine kurban kesmek keyfiyetini gösterdiğinden dolayı başkasının muktedir olamadığı şeylere muktedir olmak azametini anlayasiniz ve sonuçta azamet ve ululuğu yalnız O'na tahsis edesiniz diye onları böylece size teshir etti. Diğer bir görüşe göre ise bu tekbîr, ihramdan çıkarken, yahut kurban keserken getirilen tekbîrdir. C- "Ey Resûlüm! İyi davrananları müjdele!" Yani ey Resûlüm! Yapıp yapmadıktan bütün din işlerinde samimiyetten ayrılmayanları müjdele! 38"Şüphe yok ki Allah, îman edenleri korur. Çünkü şüphe yok ki Allah, hiçbir hain ve nankörü sevmez." A- "Şüphe yok ki Allah, îman edenleri korur." Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), düşmanlarına karşı mü’minlerin yardımcısı olduğunu, kâfirlerin mü’minleri. Hacc'dan engellemeye asla muktedir olamayacaklarını beyan ederek mü’minlerin gönüllerini ferahlatıyor ki, gönül rahatlığı ile Hacc Menasik'ini eda etsinler. B- "Çünkü şüphe yok ki Allah, hiçbir hain ve nankörü, sevmez." Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) ücram vaadi zımnında müşriklere yapdan ceza vaadinin illetini beyan etmekte ve onları kahır ve rezil ederek def edeceğini bildirmektedir. Allah'ın (celle celâlühü) hain ve nankörleri sevmemesi, kinaye olarak onlara buğuz ettiği anlamındadır. Yani Allah (celle celâlühü), emanetleri olan emir ve yasaklarına, yahut bütün emanetlerinde hainlik edenleri ki bu hıyanetin büyük kısmı nimetlerine nankörlüktür- sevmez. 39"Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, gerçekten zulme uğramış olmaları sebebiyle, savaşmalarına izin verilmiştir. Allah, onlara yardıma hiç şüphesiz Kaadir'dir." A- "Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, gerçekten zulme uğramış olmaları sebebiyle, savaşmalarına izin verilmiştir." Bu Müslümanlar, Peygamberimizin ashabıdır önceleri müşrikler, onlara eziyet ediyorlardı ve onlar dövülmüş ve kafaları kırılmış olarak Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şikâyet ediyorlardı. Peygamberimiz de onlara: "Sabredin; zira bana henüz savaş emri verilmedi" diyordu. Nihayet Müslümanlar, Medine'ye hicret ettikten sonra bu âyet nâzıl oldu. Yetmiş küsur âyette Müslümanlara savaş yasaklandıktan sonra savaş izni hakkında nâzıl olan ilk ayet budur. B- "Allah, onlara yardıma hiç şüphesiz Kaadir'dir." Bu, Müslümanlara zafer vaat etmekte, Allah'ın (celle celâlühü) onlara olan mezkûr ikram vaadini tekit etmekte ve mezkûr vaatten murat, sadece Müslümanları müşriklerin elinden kurtarmak olmadığını, fakat aynı zamanda onları galip muzaffer kılmak olduğunu sarahatle bildirmektedir. Allah'ın (celle celâlühü) onlara yardıma Kaadır olduğunu haber vermek, İlâhî azametin tarzıdır. 40"Onlar, o kimselerdir ki, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dediklerinden dolayı yurtlarından haksız olarak çıkarılmışlardır. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğer bazı insanlar ile savmasaydı, mânâstırlar, kiliseler, sinagoglar ve içlerinde Allah'ın adı çokça andan camiler muhakkak yıkı-kp giderdi. Yemin olsun ki, Allah, Kendisine yardım edenlere şüphesiz yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir." A- "Onlar, o kimselerdır ki, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dediklerinden dolayı yurtlarından haksız olarak çıkartılmışlardır." Yurtlarından murat Mekke'dir. Yani onlar, yurtlarından çıkarılmalanm gerektiren bir durundan olmadığı halde sırf tevhîd inançları sebebiyle çıkarılmışlardır. Halbuki bu inançları, onların, yurdarından çıkarılmalarını, oradan kovulmalarını, gerektirmez, aksine orada saygın olarak kalmalarını gerektirmektedir. B- "Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğer bazı insanlar ile savmasaydı, manastırlar, kiliseler, sinagoglar ve içlerinde Allah'ın adi çokça anılan camiler muhakkak yıkılıp giderdi." Yani eğer her asırda ve zamanda Allah mü’minleri kâfirlere musallat etmeseydi, müşriklerin diğer din mensuplarının yurtlarını istila etmeleriyle rahiplerin manastırları, Hıristiyanların kiliseleri, Yahudilerin sinagogları ve içlerinde Allah'ın (celle celâlühü) adı çokça anılan camiler muhakkak yıkılıp giderdi. "İçlerinde Allah'ın adı çokça anılan" vasfının camilere tahsis edilmesi, onun ve cemaatinin üstünlüğünü belirtmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise bu vasıf, dördünün sıfatıdır. Ancak bu doğru değildir; çünkü Şeriatlerınin nesih edilmesınden sonra Allah'ın adının manastırlarda, kiliselerde ve havralarda çokça anıldığını beyan etmek, makamın gereği olmayan ve akli sekmin kabul etmediği, hususlardandır. C- "Yemin olsun ki, Allah, Kendisine yardım edenlere şüphesiz yardım edecektir." Yani yemin olsun ki, Allah dostlarına, yahut dinine yardım edenlere muhakkak yardım edecektir. Nitekim Allah (celle celâlühü) vaadini gerçekleştirerek Muhacirleri ve Ensâr'ı Arap ulularına, Iran Kisrâlarina ve Rum Kayserlerine musallat etti ve topraklarına ve yurtlarına vâris kıldı. D- "Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir." Yani Allah, dilediği her şeye ve ezcümle Müslümanları muzaffer kılmaya Kaadir'dir ve hiçbir kuvvet O'na engel olamaz; karşı koyamaz. 41"Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı gereğince kılarlar; zekâtı verirler; iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoyarlar. Zaten bütün işlerin sonu yalnız Allah'a varır." A- "Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı gereğince kılarlar; zekâti verirler; iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoyarlar." Allah yurtlarından çıkarılanlara iktidar ve hâkimiyet dizgini verdiği zaman onların gösterecekleri güzel hal ve hareketleri belirterek kendilerine ikramı en anlamlı ve güzel şekilde vaat etmektedir. Hazret-i Osman'dan rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Vallahi, bu ilâhî kelâm, imtihandan önce metih ile senadır." Hazret-i Osman (radıyallahü anh) demek istiyor ki, onlar, yaptıkları hayırları gerçekleştirmeden önce kendilerini övmüştür. Bu âyet, Hulefâ-ı Râşidîn'in idarelerinin sıhhatine delildir. Zira Allah (celle celâlühü), yeryüzünde iktidar ve nüfuz ile âdil idare, onlardan başka diğer Muhacirlere vermemiştir. Ensâr Müslümanlar ile Mekke fethinde Müslüman olanlar ise, âyetin konusu olan Müslümanlara dâhil değillerdir. Hasen El- Basrî'den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Bu âyete konu olanlar, genelde Hazreti Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetidir." B- "Zaten bütün işlerin sonu yalnız Allah'a varır." Zira bütün işlerin yegâne mercii Allah'ın (celle celâlühü) hüküm ve takdiridir. Bu cümle. Allah'ın (celle celâlühü), dostlarını gâlip kılmak kelâmını yüceltmek vaadini tekit etmektedir. 42Bak. Âyet 43. 43"Ey Resûlüm! Eğer o kâfirler seni yalanlıyorlarsa, bil ki, onlardan önce Nûh kavmi de, Ad Kavmi de, Semûd Kavmi de İbrâhîm kavmi de, Lût kavmi de, Medyen yaranı da peygamberlerini yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlanmıştı. İşte Ben o kâfirlere mühlet verdim; sonra kendilerini yakaladım. İşte Benim inkârım nasilmış!" A- "Ey Resûlüm! Eğer o kâfirler seni yalanlıyorlarsa, bil ki, onlardan önce Nûh kavmi de, Ad Kavmi de, Semûd Kavmi de İbrâhîm kavmi de, Lût kavmi de, 44Medyen ashabı da peygamberlerini yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlanmıştı." Bu kelâm, Resûlüllah'a düşmanlık eden kâfirleri helâk etmeyi vaat ederek onu teselli etmekte ve "Yemin olsun ki, Allah, Kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edecektir." âyetinde vaat edilen yardımın da keyfiyetini tayın etmekte ve bütün işlerin akıbetlerinin Kendisine döneceğini beyan etmektedir. Yani ey Resûlüm! Eğer onların seni yalan saymalarına üzülüyor s an, bil kı, bunda sen yalnız değilsin. Zira senin kavminin sem yalanlamalarından önce Nûh kavmi de, Âd Kavmi de, Semûd Kavmi de, İbrâhîm kavmi de, Lût kavmi de, Medyen yaranı da, adları zikredilen ve edilmeyen peygamberlerini yalanlamışlardı. Âyet de bu kısımlar hazfedilmiş, çünkü maksat gayet açıktır. Yahut maksat yalanlama fiilinin kendisidir. Âyette Hazret-i Mûsâ hakkında üslûp değiştirilip "Mûsâ da yalanlanmıştı" denilmesi, Hazret-i Mûsâ'nın kavmi İsrail Oğulları olup onlar ise, kendisini yalanlamadıkları, kendisini yalanlayanların Kıbtî'ler oldukları için değildir. Zira bu gerekçe, onların "Mûsâ'nın kavmi" unvanıyla zikredilmemelerini gerektirir; başka bir unvanla da zikredilmemelerini gerektirmez. Kaldı ki israil Oğulları da defalarca kendisini yalanlamışlardı. Nitekim "Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla îman etmeyeceğiz!" gibi âyet-i kerimelerde bu husus anlatılmaktadır. Hayır! Hazret-i Mûsâ hakkında bu değişik, ifadenin kullanılması şu gerçeği, bildirmek içindir: Onların Hazret-i Mûsâ'yi yalanlamaları son derece çirkin idi. Zira onun mucizeleri gayet açik idi. B- "İşte Ben o kâfirlere mühlet verdim; sonra kendilerini yakaladım." Yani Ben, onların ecel ipleri kopuncaya kadar kendilerine mühlet verdim ve verdiğim mühlet süresi sona erince de o fırkaların hepsini teker teker yakaladım. C- "işte Benim inkârım nasilmış!" Yani onları helâk etmek olan inkârım nasilmış! Bu, son derece korkunç ve fecî olmuştur. 45"İşte nice memleket vardır ki, onlar, zulüm ile meşgul iken, Biz onları helâk edivermişizdir. Artık duvarlar, çökmüş çatıların üstüne yıkılmıştır. Nice kuyular da kullanılmaz hale gelmiş ve yüksek saraylar bomboş kalmıştır." A- "işte nice memleket vardır ki, onlar, zulüm ile meşgul iken, Biz onları helâk edivermişizdir." Yani Biz, çok sayıda memleketi, halkını helâk etmişizdir. Bu cümle, "işte Benim inkârım nasilmış!" cümlesinin izahı mahiyetindedir. B- "Artık duvarlar, çökmüş çatıların üstüne yıkılmıştır, " Yani binaları bomboş kalmış ve zamanla önce çatılan çömüş; sonra da duvarları, çökmüş olan çatıların üstüne yıkılmıştır. Yahut artık çatıları sağlam dururken binalar bomboştur. Yahut, çatılar çökmüş; duvarlar ise ayakta durmaktadır. A- "Nice kuyular da kullanılmaz hale gelmiş ve yüksek saraylar bomboş kalmıştır." Yani çöllerde nice mamur kuyular vardir kı, çevre sakinleri helâk olduklarından metruk kalmış ve ondan su çekilmez olmuş ve yüksek, yahut kireçle sıvalı saraylar vardır ki, sakinleri boşaltılıp bomboş kalmıştır. Bir görüşe göre bu kuyudan murat, Hadramud'taki bir dağın eteğinde bulunan bir kuyudur. Bu saraydan murat da, o dağın tepesinde bulunan bir saray idi. Bu kuyu ve saray, Sâlih Peygamberin (aleyhisselâm) bakayasından olan Hanzalc b. Şalvarı kavmine ait idiler. Onlar Sâlih Peygamberi öldürünce, Allah (celle celâlühü) da, onları helâk etti ve bu kuyu ile sarayı muattal bıraktı. 46"Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun. Ancak şu muhakkak ki, o gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." A- "Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun." Bu âyet, helâk edilenlerin yere serildikleri mekânları görüp ibret almaları için onları seyahate teşvik etmektedir. Onlar her ne kadar seyahat etmişlerse de, ibret için seyahat etmedikleri için seyahat etmemiş sayılırlar. İşte bundan dolayı buna teşvik edilmişlerdir. Yani onlar niçin gafil kalıp yeryüzünde dolaşmamışlar ki, görecekleri ibret ve basiret vesilesi olacak şeyleri görmek sebebiyle, düşünülmesi gereken tevhidi düşünsünler ve işitmeleri gereken vahyi, yahut helâk edilmiş olan ümmetlerin çevrelerinde bulunan insanlardan onların haberlerini işitsinler. Zira bu insanlar, onların hâllerini kendilerinden daha iyi bilirler. C- "Ancak şu muhakkak ki, o gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." Yani asıl noksanlık, onların duyularında değil, fakat kötü arzulara uyup gaflete dalan akıllarındadır. Âyette göğüs kelimesinın zikredilmesi, tekit için, mecazî ifade olmadığını belirtmek için ve gerçek körlüğün, göz körlüğü olmadığına daha fazla dikkat çekmek içindir. Rivâyet olunuyor ki, "Kim bu dünyada kör ise, ahirette de kördür."âyeti nâzıl olunca, âmâ oları İbnî Ummi Mektûm: "Ya Resûlallah! Şimdi ben, ahirette de âmâ mı olacağım?" diye sordu... 47"Ey Resûlüm! Onlar alay yolu ile o azabın çabuk gelmesini senden istiyorlar. Allah da vaadinden asla caymayacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." A- "Ey Resûlüm! Onlar alay yolu ile o azabın çabuk gelmesini senden istiyorlar. Allah da vaadinden asla caymayacaktır." O kâfirler, kendilerine vaat edilen azabın gelmesini şiddetle inkâr ediyorlardı. Onların o azabın çabuk gelmesini istemeleri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay etmek ve kendi, iddialarına göre Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) âciz bırakmak içindi. İşte bunun için bu halleri, hata sayılmak ve red edilmek yolu ile kendilerinden hikâye edilmiştir. B- "Şüphe yok ki, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) Halim sıfatının ve vakarının son derece geniş olduğunu beyan ederek mezkûr aceleciliklerinin hatâ olduğunu beyan etmekte ve onların sahasının gayet dar olması sebebiyle Allah (celle celâlühü) katında gayet kısa olan bir süreyi pek uzun bir müddet saydıklarını açıklamaktadır. Nitekim bir âyette de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz onlar, onu uzak görüyorlar; Biz ise yalcın görüyoruz." işte bundan dolayıdır ki, onlar o azabı uzak görüyorlar ve gecikmesini inkârına vesile sayarak çabuk gelmesini istemek cüretini gösteriyorlar. Bılmiyorlar ki, bütün işlerin vukuunun ve ihbarının takdir ölçütü, Allah (celle celâlühü) katındaki miktardır. Bir görüşe göre, bu âyetteki Allah'ın (celle celâlühü) vaadinden murat, her ümmetin helaki için tayin buyurduğu belli süredir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "O azâbın acele gelmesini senden istiyorlar. Eğer tâyin edilmiş bir belli bir süre olmasaydı, o azap mutlaka acilen kendilerine gelecekti." Şu halde birinci cümle (Allah da vaadinden asla caymayacaktır.), o azâbın, vaat edilen vaktinden önce gelmesinin imkânsız olduğunu beyan ederek onların onu acele istemelerinin anlamsız olduğunu bildirmektedir. İkinci cümle (Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.), Allah (celle celâlühü) katinda pek kısa olan bir müddetin onlar için çok uzun sayıldığını beyan ederek acele etmelerinin anlamsız olduğunu beyan etmektedir. Bu izaha göre, bu kelâm-ı kerîmde, o kâfirlerin azâbi acele istemeleri altında gizledikleri inkârlarına değinilmemekte, fakat sözlerinin zahirine göre cevap verilmekte ve onların inkârlarının reddi için, kendilerinden önceki emsallerinin akıbetlerini anlatmak yeterli sayılmaktadır. O kâfirlerin acele olarak istedikleri azâbi, âhiret azabına hamletmek ve âyette geçen günü de, azâbın şiddetinden dolayı uzun sayılan azap gününden ibaret saymak, yahut gerçekten uzun olan, yahut azabının şiddetinden dolayı uzun sayılan âhiret günlerinden ibaret saymak, kelâm-ı kerimin siyak ve sibakının müsait olmadığı bir İzahtır. Çünkü siyaktan da, sibaktan da, bu azabın dünyevî azap olduğu ve uzayan zamanın, azaptan önce mühlet olarak geçen zaman olduğu, yoksa azap ile beraber geçen zaman olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. 48"Nice memleket(ler) vardır ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet vermişimdir. Sonra onları yakalamışımdır. Zaten son gidiş ancak Banadır." A- "Nice memleket(ler) vardır ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet vermişimdir. Sonra onları yakalamışımdır." İşte bu âyet de, mezkûr "İşte Ben, o kâfirlere mühlet verdim; sonra kendilerini yakaladım." âyeti gibi sarih olarak ifade ediyor ki, burada kastedilen, onlara uzun zaman mühlet verdikten sonra dünyada onları yakalamaktır. Yani nice memleketler halkı var ki, Ben, bu insanlara mühlet verdiğim gibi onlara da mühlet vermiştim de, nihayet bu insanlar gibi onlar da, kendilerine vaat edilen azabı inkâr ettiler ve peygamberleriyle alay etmek için o azabı acele istediler. "Onlar zulmedip dururlarken" cümlesi, Allah'ın son derece Halîm olduğunu ifade etmekte ve o acele edenlerin zulmünü tariz yolu ile bildirmektedir. Yani Biz, onlara mühlet verdik; Halbuki bu kâfirler gibi onların zulmü de, cezalarının acilen verilmesini gerektiriyordu. Ama Ben, onlara uzun mühlet verdikten sonra azap ve ceza ile onları yakalamışımdır. B- "Zaten son gidiş ancak Banadır, " Bu cümle, makabk için açıklayıcı bir zeyil mahiyetinde olup tariz yoluyla ifade edilen o acelecilerin işlerinin sonunun, bu çetin yakalayış olacağını sarih olarak ifade etmektedir. Yani hepsi, sonunda yalnız Benim hükmüme döneceklerdir; ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak hiçbir kimsenin bunda müdâhalesi asla olmayacaktır. O zaman Ben, onların amellerine uygun olan muameleyi kendilerine yapacağım. 49"Ey Resûlüm! De ki: Ey insanlar! Ben size ancak apaçık bir uyarıcıyım Yani ben sizi, ancak, helâk edilen ümmetlerin haberlerinden bana vahiy olunanlarla apaçık uyarıyorum; size vaat edilen azâbın getirilmesine benim müdâhalem söz konusu değildir kı, o azâbın acele gelmesini benden istiyorsunuz. Bundan sonra her iki fırkanın (mü’minler ile kâfirlerin) halleri beyan edildiği halde burada yalnız uyarının zikriyle iktifa edilmiş, çünkü işaret edildiği gibi bu kelâmın konusu, müşrikler ile onların azabıdır. Mü’minler ile mükâfatlarının zikredilmesi ise, onları ziyadesiyle öfkelendirmek içindir. 50"İmdi, îman edip iyi işler yapan kimseler için mağfiret ve üstün rızk vardır, " Yani îman eden ve iyi ameller de yapan kimseler için, kendilerinden sâdır olan günahların bağışlanması ve Cennet vardır. 51"Ayetlerimizi tesirsiz kılma yolunda yarışı önde götürenlere gelince, işte onlar da Cehennem yaranıdırlar." Yani onlar kendi iddialarına ve takdirlerine göre öndedirler ve islam için kurdukları tuzakların başarıya ulaşacağını umuyorlar. Diğer bir kırâete göre, yani âyetlerimizi tesirsiz kılmak için insanları îmandan alıkoyanlara gelince... demektir. Bir görüşe göre, Cahîm, Cehennemin aşağı derecelerinden birinin adıdır. 52"Ey Resûlüm! Biz Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o, içinden bir arzu geçirdiği zaman, Şeytan onun arzusuna ille de vesvese katmaya çalışmasın. Fakat Allah, Şeytanın katacağı vesveseyi iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerinin hükümlerini içine sapasağlam yerleştirir. Zaten Allah, her şeyi bilendir: her işinde hikmet sahibidir." A- "Ey Resûlüm! Biz Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik, ki, o, içinden bir arzu geçirdiği zaman, Şeytan onun arzusuna ille de vesvese katmaya çalışmasın. Fakat Allah, Şeytanın katacağı vesveseyi ıptâl eder. Sonra Allah kendi âyetlerinin hükümlerini içine sapasağlam yerleştirir." Resul, Allah'ın (celle celâlühü), insanları davet edeceği yeni bir Şerîatle gönderdiği peygamberdir. Nebî ise, bunu da kapsar; Allah'ın (celle celâlühü) eski bir şeriatı uygulamak için gönderdiği peygamberi de kapsar. Nitekim Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) arasında yaşamış olan İsrail Oğullan peygamberleri hepsi nebî idiler, işte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi ümmetinin âlimlerini israil Oğullan peygamberlerine benzetmiştir. Şu halde nebî, resulden daha geniş kapsamlıdır. Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi de buna delâlet etmektedir: Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) nebilerin sayısı sorulmuş; o da: "Yüz yirmi dört bindir" diye cevap vermiştir. "Onlardan resul olanlar kaç tanedir?" diye sorulmuş; o da: "Onlar da büyük bir topluluk olup sayıları üç yüz on üçtür" buyurmuştur. Diğer bir görüşe göre, resul; hem mucizesi olan, hem de kendisine indirilmiş Kitabı olan peygamberdir. Resul olmayan nebî ise, kendisine indirilmiş Kitabı olmayan peygamberdir. Bir diğer görüşe göre ise, resul; kendisine meleğin vahiy getirdiği peygamberdir, nebî ise; hem buna denir; hem de rüyada kendisine vahiy gelen peygambere denir. Yani resul olsun, nebî olsun, bütün eski peygamberler, içlerinden bir arzu geçirirken, mutlaka şeytan, o arzularına, onların dünya ile meşgul olmasını gerektirecek vesvese katardı. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz dünyevî arzular benim kalbimi de duman gibi kaplar. Bunun îçin ben günde yetmiş kere Allah'a istiğfarda bulunuyorum." (Müslim, Zikir Kitabı Hadis: 41; Ebû Davud, Vitir Kitabi, Bab: 26) İşte Allah (celle celâlühü), şeytanın, peygamberlerin içinden geçen arzularına kattığı dünyevî istekleri iptal edip kaldırır; onları o arzulara meyil etmekten korur ve onları bu arzulan îzale edecek tedbirleri irşat eder; sonra Allah (celle celâlühü), peygamberlerin, tamamen Hakkin şanlarına gark olmalarını sağlayan âyetlerinin hükümlerini onların gönüllerine sapasağlam yerleştirir. B- "Zaten Allah, her şeyi bilendir; her işinde hikmet sahibidir." Yani Allah (celle celâlühü), bihnmesi şanından her şeyi ve ezcümle kullardan bilerek veya bilmeyerek sâdır olan bütün sözleri ve fiilleri hakkıyla bilmektedir ve bütün işlerinde de hikmet sahibidir. Deniliyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) içinden, yoksulluğun kalkmasını temenni etmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin îmâna gelmesini şiddetle arzu ettiği için, onları îmâna yaklaştıracak hususların nâzıl olmasını temenni ediyordu ve bu temennisini ısrarla sürdürdü. Nihayet bir gün kavminin meclisınde iken Necm sûresi nâzıl oldu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de sûreyi okumaya başladı. Nihayet "Ve üçüncüleri olan ötekim, Menat'ı gördünüz mü?" âyetine gelince, Şeytan ona vesvese verdi ve sonunda lisanından sehven: "İşte onlar yüce kuğulardır ve hiç şüphesiz onların şefaati umulur" ifadesi çıkıverdi. Bunun üzerine müşrikler çok sevindiler; hatta Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), sûrenin sonunda secde ederken onlar da kendisine iştirak ettiler ve Mescid-i Harâm'da bulunan mü’min, müşrik herkes secde etti. Sonra Cebrâîl (aleyhisselâm), bundan dolayı Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) uyardı. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buna çok üzüldü. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetle teselli buyurdu. Bu görüş, tahkik ehli âlimlerce reddedilmektedir. Eğer bu görüşün sıhhati kabul edilse, bu bîr imtihan olup onunla, îman üzere sabit olan ile îmanı sarsılan kimselerin birbirlerinden ayrılması hikmetine binaen olmuştur. Bir görüşe göre de, âyetteki temenni okumak anlamındadır. Şeytanın ona bir şey katması da, yüksek sesle aykırı şeyler okuyup dinleyenlerin, onun, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) okumasından olduğunu sanmalarına sebep olmasıdır. Ancak bu görüş de, Kur’ân'a olan güvene halel getirir, gerekçesi ile reddedilmektedir. Ve bu sakınca, "fakat Allah, şeytanın katacağı’vesveseyi iptal eder. Sonra Allah, âyetlerinin hükümlerini sapasağlam içine yerleştirir." ifadesiyle de kalkmaz. Çünkü bu ifadede de aynı ihtimal mevcuttur. Bu âyet delâlet ediyor ki, sehiv ve vesvese, peygamberlerden de sâdır olabilir. 53"Allah, Şeytanın bu vesvesesine müsaade eder ki, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri kaskatı olan kimseler için, bunu bir deneme vesilesi yapsın. Zâlimler hiç şüphesiz uzak bir şekaavet içindedirler." A- "Allah, Şeytanın bu vesvesesine müsaade eder ki, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri kaskati olan kimseler için, bunu bir deneme vesilesi yapsın." Bu âyet, özellikle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında Şeytana böyle vesvese atma imkânının verilmesinin illetini beyan etmektedir. Bu illetin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında olduğu, bu kelâm-ı kerimin siyakından da anlaşılmaktadır. Zira diğer peygamberler hakkında Şeytana bu kukanın verilmiş olması için, âyette zikredilen hususlar gerekçe olamaz. Bu âyet delâlet ediyor ki, Şeytanın kattığı şeyler, kakçı olsun, bâtıla olsun, herkesçe açıkça biliniyordu. Âyetteki hastalık, şüphe ve nifaktır. Nitekim "Kalplerinde hastalık vardır." âyetinde de bu anlamdadır. Kalpleri kaskati olanlar, müşriklerdir. B- "Zâlimler hiç şüphesiz uzak bir şekaavet içindedirler." Yani kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri kaskatı olanlar, hiç şüphesiz şiddetli bir düşmanlık ve tam bir muhalefet içinde bulunuyorlar. Bu cümle, makablinin içeriğini açıklayan bir zeyil mahiyetindedir. 54"Yine, kendilerine ilim verilenler, bu Kur’ân'ın hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de, ona îman etsinler; böylece kalpleri tatmin olsun. Hiç şüphesiz Allah, îman edenleri dosdoğru yola eriştirmektedir." A- "Yine, kendilerine ilim verilenler, bu Kur’ân'ın hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de, ona îman etsinler; böylece kalpleri tatmin olsun." Bir görüşe göre ise, yani kendilerine ilim verilenler, Şeytana bu katma imkânının verilmesinin, üstün hikmet ve güzel gaye içeren bir gerçek olduğunu bilsinler. Çünkü bu, Âdem'den beri insanlarda cari olan ilâhî bu adettir. Bu îzaha göre, geçen âyette zikredilen temkini (imkân vermeyi) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında tahsis etmeye gerek kalmaz. Ancak âyetteki "ona îman etsinler", yani Kur’ân'a îman etsinler; îmanlarında sebat göstersinler, yahut Şeytanın vesvesesini reddetmekle îmanlarım arttırsınlar. Böylece kalpleri, Kur’ân'daki emir ve yasaklara itaat, huşu ve izan gösterip tatmin olsun. B- "Hiç şüphesiz Allah, îman edenleri dosdoğru yola eriştirmektedir." Yani hiç şüphesiz Allah (celle celâlühü), özellikle din işlerinde ayakların kaydığı müşkülat karşısında îman edenleri sıhhatli bakışla hakka ulaştırır. 55"Kâfirler, kıyamet, kendilerine ansızın gelinceye, yahut kısır bir günün azabı gelinceye değin Kur’ân konusunda bir şüphe içinde kalıp duracaklar." Diğer bir görüşe göre ise, "ondan" zamiri Resûlüllah'a irca edilmektedir. Yani onlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bir şüphe içinde kalacaklar. Ancak birinci görüş, daha zahirdir. Nitekim "Sonra Allah kendi âyetlerini sapasağlam içine yerleştirir." ve "Bu Kur’ân'ın hakikaten Rabbin tarafindan gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de, ona îman etsinler." âyetleri ile bundan sonra gelecek "inkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlara gelince..." âyetleri de bunun kanıtlarıdır. Âyetteki "ondan" zamirinin, şeytanın, peygamberin dileğine kattığı vesveseye irca edilmesi ise, asla caiz değildir. Çünkü ondan şüphe etmek, o kâfirlerin kıyamete dek sürecek hallerinden değildir; onların şüphesi ancak Kur’ân hakkındadır. Bu kıyametten murat, kıyamet alametleri olmayıp kıyametin kendisidir. Nitekim "ansızın" ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira bu ifade, ancak gerçek kıyamet için kullanılmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise, bu kıyametten kastedilen, ölümdür. Kısır gün de, kendisinden sonra gün olmayan son gündür. Sanki her gün, kendisinden sonraki günü doğurmaktadır. Bu itibarla kendisinden sonra gün bulunmayan son gün, kısır sayılır. Bu günden murat da yine kıyamettir Yani kendilerine o korkunç günün azabı gelinceye değin... Bazılarına göre bu günden murat, o kâfirlerin öldürülecekleri Bedir savaşı gibi bir savaş günüdür. Buna kısır denilmiş, çünkü kadınların çocukları o gün öldürülecek; böylece kadınlar, doğurmamış kısır gibi olacaklar. Yahut savaşçılar, savaşların çocuklarıdır. Bu itibarla onlar öldürülünce, savaşlar kısır kalacaklar. Böylece mecazî olarak savaş günü, kısır olarak vasıflandırılmıştır. Yahut da, o savaş gününde kendileri için bir hayır olmadığı için bu vasfı almıştır. Nitekim aynı sebepten dolayı, yağmur getirmeyen ve ağaçları aşılamayan rüzgâra da kısır rüzgâr denilmektedir. Yahut da Bedir savaşına bu sıfatın verilmesi, o savaşta meleklerin savaşmalarından dolayıdır. Ancak kelâm-ı kerimin siyakı bu görüşlere asla müsait değildir. Zira o günde hükümranlık ve küllî tasarrufun Allah'a (celle celâlühü) tahsis edilmesi, sonra, o gün vaki olacak olan, Allah'ın (celle celâlühü), iki fırka arasında uhrevî mükâfat ve azap ile hükmetmesinin beyan edilmesi, bu günden murat kıyamet olduğuna şüpheye mahal bırakmaksızın açıkça hükmetmektedir. 56"O gün mülk, yalnız Allah'ındır. O, insanlar arasında hüküm verecektir. İmdi, îman edenler ve iyi işler de yapanlar, nimet dolu Cennetlerdedirler." A- "O gün mülk, yalnız Allah'ındır." Yani kıyamet günü kahir saltanat, tam hâkimiyet ve mutlak tasarruf yalnız Allah'ındır (celle celâlühü); hiçbir ortağı yoktur; o gün hiçbir kimse için hiçbir iş için gerçek tasarruf olmayacağı gibi, dünyada olduğu gibi mecazî ve şeklen bir tasarruf da olmayacaktır. Zira dünyada bazı kimselerin kısmen şeklî tasarrufları vardır. B- "O, insanlar arasında hüküm verecektir." Yanı kıyamet günü Allah (celle celâlühü), Kıyamet günü, Kur’ân'a ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îman edenler ile bunlar hakkında şüphe içinde olanlar arasında, her fırkanın müstahakkını vermek suretiyle hükmedecektir. C- "imdi, îman edenler ve iyi işler de yapanlar, nimet dolu Cennetlerdedirler." Bu kelâm, mezkûr hükmün tefsir ve izahıdır. Yani Kur’ân-ı Kerim'e iman edip ondan şüphe duymayanlar ve Kur’ân'da verilen emirlere uyanlar, nimet dolu Cennetlerde olacaklardır. 57"İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, işte onlar için alçaltıcı bir azap vardır." Yani inkâr ve tekziplerinde ısrar edip bu tutumlarını sürdürenlere gelince, iste onlar için alçaltıca bir azap vardır. İki fırkanın akıbederini anlatan bu iki kelâmdan birincisinin metnine tümleç cümlesinde "f' harfinin kullanılmaması, ikincisinde ise kullanılması, bize bildiriyor ki, kâfirlerin azaba duçar edilmeleri, kötü amelleri sebebiyledir. Mü’minlerin mükâfatlandırılmaları ise, onların ıyı amelleri bunu gerektirdiği için değil, fakat Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu keremidir. 58"Allah yolunda göç ettikten sonra savaşta öldürülen, yahut ölenlere hiç şüphesiz Allah, güzel bir rızk verecektir. Hiç şüphesiz Allah, rızk verenlerin en hayırlısıdır." A- "Allah yolunda göç ettikten sonra savaşta öldürülen, yahut ölenlere hiç şüphesiz Allah, güzel bir rızk verecektir." Yani cîhad için göç ettikten sonra göç sırasında öldürülen, yahut ölenlere ebedî olarak hiç kesilmeyen Cennet nimetleri verilecektir. Âyette, bu uğurda öldürülen ile ölene eşit vaatte bulunulmuş, çünkü ikisinin kasti ve asıl ameli eşittir. Ancak güzellik dereceleri farklı olabildiği için, bu rızkın verildiği kimselerin hali de, güzel rizldardaki farklılığa göre farklı olabilir. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı Ashabı dediler ki: "Ey Allah'ın peygamberi! Şu Allah yolunda öldürülenlere, Allah'ın (celle celâlühü) verdiği hayrı biliyoruz. Ama onlar cîhad ettikleri gibi biz de seninle beraber cîhad ediyoruz. Biz seninle beraber bu cihadı yaparken öldüğümüz takdirde bizim ne mükâfatımız olur?" İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Diğer bir görüşe göre ise, bazı kafileler, Hicret için Mekke'den çıkıp Medine'ye yöneldiler. Ancak müşrikler onların peşine düşüp kendilerini öldürdüler. İşte âyet bunlar hakkinda nâzıl olmuştur. B- "Hiç şüphesiz Allah, rızk verenlerin en hayırlısıdır." Zira Allah (celle celâlühü) hesapsız olarak rızk verir ve O'nun verdiği rızka, Kendisinden başka hiç kimse muktedir olamaz. Bu cümle, makabk için açıklayıcı bir zeyil mahiyetindedir. 59"Hiç şüphe yok ki Allah, onları, hoşnut olacakları bir yere sokacaktır. Ve hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir; Halîm'dir." A- "Hiç şüphe yok ki Allah, onları, hoşnut olacakları bir yere sokacaktır." Bu verden murat Cennettir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Âyette, "hoşnut olacakları" denilmiş, çünkü onlar, Cennette, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemediği nimetleri görecekler ve bundan hoşnut olacaklardır." B- "Ve hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir; Halim'dir." Yani Allah ezcümle onların ve düşmanlarının halledin de gayet iyi bilmektedir; fakat düşmanlarının cezasını acilen vermemektedir. 60"İşte durum böyle! Her kim, kendisine verilen cezanın (eziyetin) misli ile karşılık verir de, sonra kendisine saldırılırsa, hiç şüphesiz Allah, ona yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır; çok mağfiret edicidir." A- "işte durum böyle! Her kim, kendisine verilen cezanın (eziyetin) misli ile karşılık verir de, sonra kendisine saldırılırsa, hiç şüphesiz Allah, ona yardım edecektir." Yani durum bundan ibarettir. Bu cümle, makabline izah mahiyetindedir ve kendisinden sonraki kelâmın, makablinden bağımsız olduğuna dikkat çekmektedir. Kendisine yapılan eziyetin misli ile karşılık vermek, kısasa fazla bir şey ilâve etmeme demektir. İlk yapılan eziyete de ceza denilmesi, ikisi benzeşmesi içindir, yahut cezanın sebebi olduğu için ona da ceza denilmiştir. B- "Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır; çok mağfiret edicidir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) bağışlaması ve mağfireti bol olduğundan, O'nun, "Kim sabreder ve affederse, bu hareketi şüphesiz hayırlı işlerdendir." âyetinde teşvik buyurduğu affetmeye ve sabra, bu kimse intikamı tercih etmesinden dolayı ondan sadır olan hareketi af ve mağfiret eder. Bu âyette bağışlamaya büyük teşvik vardır. Zira Allah'ın (celle celâlühü) kudreti sonsuz olduğu halde Kendisi affettiğine göre, insanlar daha çok affetmelidir. Bir de, bu âyet, Allah'ın (celle celâlühü) cezalandırmaya Kaadir olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü ancak affın zıddına muktedir olan kimse af ile vasıflandırılır. 61"Allah, buna Kaadir'dir; çünkü O, geceyi gündüze katar; gündüzü de geceye katar ve şüphe yok ki Allah, her şeyi işitendir, görendir." A- "Allah, buna Kaadir'dir; çünkü O, geceyi gündüze katar; gündüzü de geceye katar." Yani Allah (celle celâlühü) bu yardıma muktedirdir; çünkü bazı yaratılmışlarını diğerlerine gâlip kılmak ve zıt olan şeylerini yerlerini değiştirmek, O'nun yüce şanından ve kâinatta cari olan sünnetındendir. Bu İlâhî tasarrufun, gece ile gündüzün birbirine katılması, yani birinden eksilenin öbürüne ilâve edilmesi, yahut birinin, ötekinin yerinde hâsıl edilmesi ile ifade edilmesi, en açık ve net misal olmasından dolayıdır. B- "Ve şüphe yok ki Allah, her şeyi işitendir, görendir." Yani Allah (celle celâlühü) her şeyi ve ezcümle ceza verenin sözünü de işitendir; her seyi ve ezcümle onun fiillerini de görendir. 62"Bu, böyledir; çünkü şüphesiz Allah, hakkın tâ kendisidir ve O'nun dışında taptıkları ise, bâtılın tâ kendisidir ve gerçekten Allah, yegâne yüceler yücesinin ve ulular ulusunun tâ kendisidir." A- "Bu, böyledir; çünkü şüphesiz Allah, hakkın tâ kendisidir ve O'nun dışında taptıkları ise, bâtılın tâ kendisidir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz kudret ve ilme sahip olması sabittir; çünkü şüphesiz Allah (celle celâlühü), zâti için vaciptir; Kendi nefsinde, sıfatlarında ve fiillerinde eşsizliği sabittir. Zira O'nun vücudunun ve tekliğinin vacip olması, bütün varlıklann başlangıcı olmasını ve her şeyi bilmesini gerektirmektedir. Yahut Allah'ın (celle celâlühü) hakkın tâ kendisi olması, yegâne İlâh olarak sabit olmasıdır. Ve ancak her şeyi bilen ve her şeye muktedir olan zât İlâh olabilir. O kâfirlerin taptıklarının bâtıl olması, haddi zâtında yok sayılması, yahut İlâhlığının bâtıl olması demektir. B- "Ve gerçekten Allah, yegâne yüceler yücesinin ve ulular ulusunun tâ kendisidir." Yani Allah (celle celâlühü) her şeyden daha yücedir; ortağı olmaktan münezzehtir ve en büyük sultandır. 63"Görmedin mi ki, Allah, gökten yağmur indirmiştir de, şu yeryüzü yemyeşil oluvermiştir. Şüphe yok ki Allah, çok lütufkârdır; her şeyden haberdardır." Şüphesiz Allah'ın lûtfu keremi, büyük, küçük, her şeye ulaşmaktadır ve O, zahir, bâtın (gizli), Kendisine yaraşan bütün güzel tedbirleri bilmektedir. 64"Şu göklerde ve bu yerde ne varsa, hepsi, yalnız Allah'ındır. Hiç şüphe yok ki Allah, yegâne müstağninin ve övgülerin gerçek sahibinin tâ kendisidir." Yani göklerde ve yerde ne varsa, hepsi, yaratılış olarak da, mülk olarak da ve tasarruf olarak da yalnız Allah'ın (celle celâlühü)dır. Ve hiç şüphe yok ki Allah (celle celâlühü), her şeyden müstağnidir ve sıfatlan ve fiilleriyle bütün övgülerin yegâne gerçek kaynağıdır. 65"Görmedin mi ki, Allah, yeryüzünde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize vermiştir. Göğü de, Kendi izni olmadıkça yeryüzüne düşmekten korur. Çünkü Allah, insanlara gerçekten çok şefkatlidir; çok merhametlidir." A- "Görmedin mi ki, Allah, yeryüzünde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize vermiştir." Yani Allah (celle celâlühü), yeryüzünde bulunan şeyleri size boyun eğdirmiş; istifadeniz için hazırlamıştır; siz istediğiniz gibi onları kullanıyorsunuz. Nitekim tastan daha katı, demirden daha sert ve ateşten daha korkunç bir şey olmadığı halde Allah (celle celâlühü), onları sizin istifadenize vermiştir. B- "Göğü de, Kendi izni olmadıkça yeryüzüne düşmekten korur." Yani Allah (celle celâlühü), göğü (gökteki cisimleri), havada duracak şekilde yaratmıştır. Ancak O'nun izni (emri) olduğu zaman, yani kıyamet günü düşecektir. Bu kelâm, göğün kendi zatıyla (dıştan bir müdahale olmaksızın) havada kaldığını reddetmektedir. Zira gök (gök cisimleri) de, aşağıya düşme kabiliyeti hususunda diğer cisimler ile eşit özelliktedir. Bu itibarla gök de, diğer cisimler gibi aşağıya düşme kabiliyetine sahiptir. C- "Çünkü. Allah, insanlara gerçekten çok şefkatlidir; çok merhametlidir." Nitekim Allah (celle celâlühü), insanlara yaşama imkânlarını hazırlamış; onlara menfaatlerin kapılarını açmış ve kâinat âyetleri ile vahiy âyetlerinden delil bulmak yollarını onlara açıklamıştır. 66"Sizi ilkin dirilten, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olan O'dur. Şu insan hiç şüphesiz çok nankörün tâ kendisidir." A- "Sizi ilkin dirilten, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olan O'dur." Yani bu sûrenin başında tafsilatıyla açıklandığı gibi, sız önceleri cansız maddeler ve sonra da meni iken size hayat veren, sonra ecelleriniz geldiğinde sizi öldürecek, sonra mezardan kalkacağınız zaman sızı yine diriltecek olan ancak Allah'tır (celle celâlühü). B- "Şu insan hiç şüphesiz çok nankörün tâ kendisidir." Yani insan, Allah'ın (celle celâlühü) apaçık nimetlerine karşı çok nankördür. Ancak bütün insanlar böyle değildir; bu, bazı insanların vasfını bütün, insanlara teşmil, etmek kabilindendir. 67"Biz, her ümmet için, uygulamakta oldukları bir şeriat kilmışızdır. Artık onlar bu işte seninle sakın çekişmesinler. Sen, Rabbine davet etmene bak. Çünkü hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yoldasın." A- "Biz, her ümmet için, uygulamakta oldukları bir şeriat kilmışızdır." Yani Biz, her ümmet için belli bir şeriat belirlemişizdir. Öyle ki, her ümmet, kendi şerîat'ini bırakıp ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasının şerîat'ini uygulayamaz. İşte Mûsâ'nın gönderilmesinden İsa'nın (aleyhisselâm) gönderilmesine kadar olan ümmetin şerîaü Tevrat'tır; bu ümmet yalnız onu uygulamakta ve onun hükümleriyle amel etmektedir; başka ümmetler, Tevrat ile amel edemezler. İsa'nın (aleyhisselâm) gönderilmesinden Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmesine kadar olan ümmetin şeriati ise İncil'dir; yalnız bu ümmet, İncil'i uygular ve onun hükümleriyle amel eder; başkaları onunla amel edemezler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildiğinde mevcut olan insanlar ile onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan insanlar, bir tek ümmettir; onların şeriati de Kur’ân'dır. Nitekim "Sizden her bir ümmet için bir şeriat ve din yolu kılmışızdır." âyetinin tefsirinde izahı geçti. B- "Artık onlar bu işte seninle sakın çekişmesinler." Zira Allah'ın her bir ümmet için ve ezcümle bu ümmet için müstakil bir şeriat tayin ettik; hiçbir ümmet, kendisi için tayin edilmiş olan şeriati bırakıp başka bir şerîati uygulayamaz, işte bu hakikat, bu ümmetin Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat etmesini ve kendi şerîatlerinin, ataları için tayin edilmiş olan Tevrat ve İncil olduğu iddiasıyla, din işlerinde sakın seninle çekişmesinler. Zira Tevrat ile İncil, onların hükümlerinin kaldırılmasından önceki geçmiş ümmetlerin şeriatleridir. Bu ümmet ise müstakil bir ümmet olup şeriati, yalnız şanlı Kur’ân'dır. Âyetin olumsuz emri (çekişmesinler), gerçek mânasında olabildiği gibi, kinaye olarak, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), mezkûr iddialarına binaen olan çekişmelerine aldırmaması anlamında da olabilir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onlarla çekişmemesi anlamında izahına ise, makam müsait değildir. Âyette zikredilen çekişmenin konusu, mezkûr husustur. Bu çekişme konusunu, Huzaî'lerin ve başkalarının: "Size ne oluyor ki, kendi öldürdüğünüz (boğazladığınız) hayvanların etlerini yiyorsunuz da, Allah'ın öldürdüğü (kendi kendine ölen) hayvanların etlerini yemiyorsunuz?" şeklinde Müslümanlara söylediklerine tahsis etmeye ise asla imkân yoktur. Zira bu İzah, ölü hayvan etini yemek ve dinlerındekı diğer bâtıl şeyleri, Allah'ın bazı ümmetler için meşru kıldığı hususlardan sayılmasını gerektirmektedir. Halbuki bunun gerçek dışı olduğunda hiçbir akıl sahibi şüphe etmez. C- "Sen, Rabbine davet etmene bak. Çünkü hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yoldasın." Yani Ey Resûlüm! Sen onları, yahut onların da öncekide dâhil oldukları bütün insanları, şerîatlerinde beyan edildiği veçhile Rabbinin tevhidine ve ibâdetine davet et. Çünkü hiç şüphesiz sen, hakka ulaştıran dosdoğru yoldasın. Bu dosdoğru yoldan murat, din ve şerîattir, yahut delilleridir. 68"Eğer seninle mücadeleye girişirlerse, sen de, de ki: Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi bilendir." Yani zikredilen tahkikten ve onların aleyhinde hüccetin sabit olmasından sonra eğer seninle mücâdeleye girişirlerse, tehdit olarak onlara de ki; Allah bâtılları ve ezcümle mücâdelenizi en iyi bilendir. 69"Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerde Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir." Yani hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz din işlerinde Allah (celle celâlühü), sizden mü’min olanlar ile kâfir olanlar arasında kıyamet günü, dünyada hüccet ve âyetlerle açıklandığı gibi mükâfat ve ceza ile hükmedecektir. 70"Bilmiyor musun ki, Allah, şu göklerde ve bu yerde ne varsa, hepsini muhakkak bilir. Çünkü bu, bir kitapta (Levh-ı Mahfûz'da) kayıtlıdır. Bu biliş, şüphe yok ki, Allah'a pek kolaydır." Yani hiçbir şey ve ezcümle kâfirlerin söyledikleri ve yaptıkları da Allah'a (celle celâlühü) asla gizli kalmaz. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa, hepsi, daha yaratılmadan önce Levh-ı Mahfuz'da yaratılmıştır. Artik Biz, her şeyi bilip muhafaza ederken onların yaptıkları sem hiç etkilemesin. Zikredilen ilim, ihata ve Levh-ı Mahfûz'da tespit edilmeleri, yahut kıyamet günü onların arasında hükmetmek, şüphe yok ki Allah'a (celle celâlühü) pek kolaydır. Zira O'nun ilmi ve kudreti, Zâtının gereğidir. Bundan dolayı Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz ve hiçbir şey O'nun kudretine zor gelmez. 71"Onlar, Allah'tan başka, Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği, kendisine dâir hiçbir bilgileri de olmayan şeylere tapıyorlar. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur." Bu kelâm, müşriklerin, akıl ve görüşlerinin zayıf ve kapalı olduğuna delâlet eden bazı bâtıl hallerini hikâye ederek onların, din işlerini, vahye veya akla dayak bir temel üzerine binâ etmediklerini ve dinin temek ve dayanağı olan apaçık deliller kendilerine anlatıldığı halde onlardan şiddetle yüz çevirdiklerinî bildirmektedir. Yani onlar, Allah'ın (celle celâlühü) ibâdeti dışında, Allah'ın (celle celâlühü), ibâdetinin cevazı hakkında hiçbir hüccet indirmediği, ibâdetinin cevazı hakkında da aklî zaruret veya delil gibi hiçbir bilgileri de okmayan şeylere tapıyorlar. Ve bâtıl ve zulüm olduğuna en basit akılların bile hükmettiği böylesi büyük zulmü irtikâp edenlerin, dinlerini teyit edecek ve görüşlerinin haklılığını anlatacak, yahut zulümleri sebebiyle uğrayacakları azabı engelleyecek bir yardımcıları da yoktur. 72"Onların yüzüne karşı açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kafirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Neredeyse, âyetlerimizi kendilerine okuyanlara saldıracaklar. De ki: Şimdi size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateş! Allah, onu kâfirlere vaat etmiştir. Ne kötü sondur o!" A- "Onların yüzüne karşı açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kafirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Neredeyse, âyetlerimizi kendilerine okuyanlara saldıracaklar." Yani o kâfirlerin yüzüne karşı, hak itikatlara ve doğru hükümlere, yahut putlara tapmanın bâtıl olduğuna, yahut Allah (celle celâlühü) katından olduklarına delâletleri gayet açık olan âyetlerimiz okunduğu zaman, onların suratlarında hoşnutsuzluk, yüz ekşitme, saldın izlerini sezersin, yahut düşündükleri şerrin belirtilerini görürsün. Nitekim "Neredeyse, âyetlerimizi kendilerine okuyanlara saldıracaklar" cümlesine en münâsip olan mâna da, bu son görüştür. Yani bu kâfirler, taklidi olarak aldıkları bâtıl inançları için, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara o kadar kızıyorlardı ki, neredeyse, onlara saldıracaklardı. Onların, ibâdetlerinin doğruluğunu vehmettirecek hiçbir delil bulunmayan, aksine aklın ve naklin, bâtıl olduğuna hükmettiği şeylere tapmaları ve kendilerini apaçık delil ile hakka hidâyet etmeye çalışanlara bu çirkin hoşnutsuzluğu göstermek kadar büyük ve kör bir cehalet var mıdır! C- "De ki: Şimdi size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateş! Allah, onu kâfirlere vaat etmiştir. Ne kötü sondur o!" Yani ey Resûlüm! Sen de, onların görüşlerim reddetmek ve Müslümanlara zarar vermek umutlarını tamamen kesmek üzere onlara de ki: Ben size hitap ederek, sizin, âyetleriırnzi okuyanlara gösterdiğiniz kızgınlık ve tepkinizden, yahut âyetlerimizi okuyanlara yapmak istediğiniz fenalıklardan, yahut bu okuma sebebiyle duyduğunuz bu rahatsızlıktan daha kötüsünü size haber vereyim mi? O ateş! Allah (celle celâlühü) onu kâfirlere vaat etmiştir. O ateş ne kötü sondur! 73"Ey insanlar! Size bir misal verilmiştir. Artık onu dinleyin: Allah'ın dışında taptığınız şeyler, bunun için hepsi bir araya gelseler de, hiçbir zaman bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. Bu isteyen de âciz; kendisinden istenilen de!.." A- "Ey insanlar! Size bir misal verilmiştir. Artık onu dinleyin." Yani size öyle garip bir hal, hârika bir kıssa anlatılmıştır ki, asırlar boyu ülkelerde misal olarak anlatılmaya değer. Yahut onların, putlara tapmalarında, ibâdetin liyâkatinde Allah'a bir misal kılınmiştır. Artık onu dinleyin, yahut bu sebeple onu dinleyin: B- "Allah'ın dışında taptığınız, şeyler, bunun için hepsi bir araya gelseler de, hiçbir zaman bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar." Bu kelâm, mezkûr misal için belirtilen birinci izaha göre, mısalin beyan ve tefsiridir. İkinci îzaha göre ise, onların, ibâdetin liyâkatinde putları Allah'a (celle celâlühü) misal kılmalarının niçin bâtıl olduğunu beyan etmektedir. Yani sinek, son derece küçük ve zayıf bir hayvan olduğu halde, onu yaratmak için bir araya gelip yardımlaş salar da, onu yaratamazlar ve sinek, onlardan bir şey kapıp alacak olsa, onlar bunun, karşısında âciz kalırlar; onu kendisinden geri alamazlar. Bu kelâm, o kâfirlerin, her şeye muktedir olan ve bütün kâinatı tek başına var eden Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmakla, son derece büyük, bir cehalet sergilediklerini, en âciz olan bir varlığı misal göstererek bildirmekte; onların hepsi bu iş için ittifak etseler bile, en küçük ve önemsiz canlıya bile söz geçıremeyeceklerini, hatta ona karşı da koyamayacaklarını ve kaptığı bir şeyi ondan geri almaktan da âciz kalacaklarını beyan etmektedir. Deniliyor ki, putlara tapanlar, putlara güzel kokular ve bal sürüp onlara sunuyorlardı ve onların üzerine kapılan kapatıyorlardı. Fakat sinekler pencerelerden girip bak ve kokulu maddeleri yiyorlardı. C- "Bu isteyen de âciz; kendisinden istenilen, de!.." Yani puta tapan da, onun taptığı put da âcizdir. Yahut bak ve güzel kokulu maddeleri isteyen sinek de âciz, kendisinden bunlar istenen put da âcizdir. Ve bunu araştırıp gözlemlediğin zaman anlayacaksın ki, put, sinekten derecelerce daha zayıftır ve ona tapan da, bütün câhillerden daha câhil ve bütün sapkınlardan daha saplandır. 74"Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, mutlak güçlüdür; galiptir." Yani o müşrikler, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmakla ve münâsebet olarak O'ndan en uzak olan şeyi O'nun ismiyle isimlendırmekle, O'nu hakkıyla tanıyamadılar. Ve hiç şüphesiz Allah (celle celâlühü), mümkün olan bütün şeyleri yaratmaya ve bütün varlıkları yok etmeye muktedirdir; bütün varlıklara karşı gâliptir. Onların ilâhlarının, en güçsüz varlık karşısındaki âcizliğini de yukarıda gördün. 75"Allah, meleklerden de elçiler seçer; insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir; her şeyi görendir." A- "Allah, meleklerden de elçiler seçer; insanlardan da elçiler seçer." Yani Allah (celle celâlühü), vahiy için Kendisi ile peygamberler arasında vasıta olacak meleklerden elçiler seçer ve insanlardan da elçiler seçer. İnsanlardan secden elçiler, temiz ruhların yalnız kendilerine verildiği, kutsî kuvvetle desteklenen, ruhlar âlemi ve cisimler âlemi denilen her iki âlemle de alakadar olan müstesna insanlar olup vahyi bir taraftan alıp diğer tarafa aktarırlar; halkın maslahadariyla ilgilenmeleri, kendilerini Hakka tamamen vermeye engel olmaz. Böylece Allah'ın (celle celâlühü) elçileri olan peygamberler, kendilerine indirilen vahiy ile insanları Allah'a (celle celâlühü) çağırırlar; onlara O'nun şerîatlerini ve hükümlerini öğretirler. Öyle sanılıyor ki, Allah (celle celâlühü), İlahlıkta tekliğini (vahdaniyetini) ve hiçbir şeyin- Kendisine ortak olamayacağını beyan buyurduktan sonra burada da beyan buyuruyor ki, peygamberlik için seçilmiş öyle kulları vardır ki, onların dâvetine icabet ve itaat, Allah'ın (celle celâlühü) ibâdetine vesile kılınır. Peygamberlerin derecesi, Allah'tan (celle celâlühü) başka varlıklar için derecelerin en yücesi ve gayelerin en büyüğüdür. Allah (celle celâlühü) bu kelâmiyla, peygamberliği açıklamış oluyor ve onların: "Allah, dileseydi, melekler indirirdi.", "Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." şeklindeki sözleri ile "Melekler, Allah'ın kızlarıdır." sözlerini ve diğer bâtıl inançlarını böylece çürütüyor. B- "Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir; her şeyi görendir." Yani Allah (celle celâlühü) işıtilebılen her şeyi işiten ve görülebilen her şeyi görendir. Onun için Kendisine hiçbir söz ve fiil gizli kalmaz. 76"Allah, onların önlerinde kini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Bütün işler de, yalnız Allah'a döndürülür." Yani Allah (celle celâlühü) onların yaptıklarını da, yapacaklarını da hakkıyla bilir ve bütün işler de, yalnız Kendisine döndürülür; ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasına döndürülmez. 77"Ey îman edenler! Rükû edin; secdeye varın; Rabbinize ibâdet edin; hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz." Yani namazlarınızda rükû ve secde edin. Allah (celle celâlühü), onlara rükû ve secdeyi emretmiş, çünkü İslam'ın ilk zamanlarında Müslümanlar, namazlarında rükû ve secde etmiyorlardı. Yahut namaz kılın, demektir. Bu görüşe göre, namaz, rükû ve secde olarak ifade edilmiş, çünkü rükû ve secde, namazın en büyük rükünleridir. Yahut da Allah (celle celâlühü) için eğikn ve secdeye kapanın demektir. Ve bütün ibâdet şekilleriyle O'na ibâdet edin; bütün işlerinizde, nafile ibâdetler, sıla-ı rahim ve üstün ahlak gibi hayırlı ve maslahatlı olanları araştırın. Ve siz bütün bunları yaparken de, kesin olarak kurtuluşa ereceğinize hükmetmeyin; amellerinize güvenmeyin; fakat kurtuluşa ereceğinizi yalnız umut edin. Bu âyet, İmam Şafiî'ye göre secde âyetidir. Çünkü âyetin zahiri secdeyi emretmektedir. Bir de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hacc sûresi iki secde ile fazîletk kılınmıştır. Bu iki secdeyi yapmayacak olan kimse, bu sûreyi, okumasın!" 78"Allah yolunda hakkıyla cîhad edin! O Allah, sizi seçmiştir; atanız İbrâhîm'in dini gibi din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklememiştir. Peygamberin size şâhıt olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, Allah, bundan önceki Kitaplarda da, Kur’ân'da da size "Müslümanlar" adını vermiştir, öyleyse namazı gereğince kılın; zekâtı da verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. Sızın Mevlâ'nız O'dur. İşte O, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı!" A- "Allah yolunda hakkıyla cîhad edin!" Yani Allah (celle celâlühü) için, bâtıl ehli gibi dininin zâlik düşmanlarıyla hakkıyla cîhad edin ve nefis ile kötü arzular gibi dininin batin (gizli) düşmanlarıyla hakkıyla cîhad edin! Yine Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre, Tebûk savaşından döndüğünde şöyle buyurmuştur: "Küçük cîhaddan döndük; şimdi büyük cîhada!..." Hakkıyla cîhad, halis olarak Allah (celle celâlühü) rızası için olan bir hak uğruna yapılan cîhad demektir. B- "O Allah, sizi seçmiştir." Yani Kendi dini için ve dinme yardım için sizi seçen O'dur; başkası değildir. Bu cümle, cihadı gerektiren ve ona davet eden hususa dikkat çekmektedir. C- "Atanız İbrâhîm'in dini gibi din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklememiştir." Yani Allah (celle celâlühü), yapılması sizin için zorluk teşkil edecek şeylerle sızı mükellef kılarak din hususunda sizi sıkıntıya sokmamış ve İbrâhîm'in dini gibi, sizin dininizi de geniş kılmıştır. Bu kelâm işaret ediyor ki, bu dini yaşamaları için hiçbir engel ve mükellefiyederin terki, için de kendilerinin hiçbir özrü yoktur. Yahut bu kelâm, zorluk teşkil eden bazı emirlerin terkinin ruhsatına işaret etmektedir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Size bir şeyi emrettiğim zaman, ondan yapabildiğinizi yapın!" Buharî, Kitabu'l İtisam, Bab: 6, Müslim, Kitabul Fezâil Hadîs: 130, Nesaî, Kitabu'l Hacc, Bab: 1; İbni Mâceh, Mukaddime. Bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü), dinde zorluk yüklememiştir, çünkü her günah için bir çıkış yolu vermiştir. Nitekim Allah (celle celâlühü) zorluklarda ruhsat tanımış; günah işleyenler için tevbe kapısı açmış ve Kendi haldan için kefaretler, kul haldan için de diyet ve yaralama tazminatı meşru kılmıştır. Allah (celle celâlühü), Hazret-i İbrâhîm'i bu ümmetin babası olarak ifade buyurmuş, çünkü Hazret-i İbrâhîm, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) atasidır ve Resûlüllah da, ümmetinin babası gibidir. Zira bu ümmetin ebedî hayatinin ve âhirette geçerli olacak veçhile varlıklarının sebebi kendisidir. Yahut Arapların çoğu, Hazret-i İbrâhîm'in zürriyetinden idiler. İşte bundan dolayı ekseriyet itibarıyla babalan, sayılmaktadır. D- "Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, Allah, bundan önceki Kitaplarda da, Kur’ân'da da size "Müslümanlar" adını vermiştir." Yani kıyamet günü Resûlüllahm (sallallahü aleyhi ve sellem), size tebliğ ettiğine, dâir -Bu, delâlet ediyor ki, ismetine binaen Peygamberin kendi nefsi için de şahitliği geçerlidir- size şahit olması, yahut itaat edenin itaatine ve isyan edenin de isyanına şahit olması ve peygamberlerin tebliğine dâir sizin de insanlara şahit olmanız için, Allah (celle celâlühü), bundan önceki eski Mukaddes Kitaplarda da, Kur’ânda da size "Müslüman" adını vermiştir. Yahut İbrâhîm (aleyhisselâm), size "Müslüman" adını vermiştir. Kur’ân'da onlara "Müslüman" adının verilmesi, her ne kadar Hazret-i İbrâhîm tarafından değil ise de, onun, daha önce "Neslimizden de Müslüman bir ümmet kıl!" duasında bu İsını vermesi sebebiyledir. Diğer bir görüşe göre ise, yani Kur’ân'da da onun, size Müslüman adını vermesinin beyanı vardır, demektir. E- "Öyleyse namazı gereğince lalın; zekâtı da verin ve Allah'a sımsıkı sarıklı." Yani çeşitli ibâdetlerle Allah'a (celle celâlühü) yakınlık kazanmaya çaksın. Âyette, ibâdetler içinden namaz ile zekâtın zikre tahsis edilmesi, önem ve faziletlerinden dolayıdır. Ve bütün islerinizde Allah'a (celle celâlühü) güvenin ve yardım ile başarıyı yalnız O'ndan dileyin. F- "Sizin Mevlâ'nız O'dur. İşte O, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı!" Yani Allah (celle celâlühü), yegâne yardımcınız ve işlerinizin mütevelksidir. İşte O, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır! Zira velayet ve yardımda O'nun benzen yoktur. Hattâ hakikatte O'ndan başka Veli ve yardımcı yoktur. Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Hacc sûresini okursa, geçmişte yapılan ve gelecekte de yapılacak hacların ve umrelerin sayısınca hac ve umre yapmış gibi sevap kazanmış olur." |
﴾ 0 ﴿