MÜ'MİNÛN SÛRESİ

Basrîlere göre 119, Kûfilere göre ise 118 âyet olup Mekke'de nazil olmuştur.

1

"İman edenler, gerçekten felâha (kurtuluşa) ermişlerdir."

Felâh, murada ermek ve fenalıklardan kurtulmaktır.

Bir görüşe göre ise, felâh, hayırda kalmaktır. İflâh da, hayra girmektir. Yani mü’minler, hallerinden beklendiği gibi, her hayra eriştiler ve her zarardan kurtuldular.

Zira mü’minlerin îmanı ve ondan kaynaklanan sâlih amelleri, Allah'ın (celle celâlühü) lütufkâr vaadi gereğince felâh sebeplerindendir.

Burada îman edenlerden murat, ya tevhîd, peygamberlik, ölüm sonrası dirilme, anketteki mükâfat ve ceza ile benzerleri gibi Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dininden olduğu zorunlu olarak bilinen hususlara îman edenlerdir. Ya da îmanın fer'î meselelerini de yerine getirenlerdir.

2

"Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler."

Huşu, korku ve zillet göstermektir. Yani onlar Allah'tan (celle celâlühü) korkuyorlar; zillet havasına bürünüyorlar ve gözlerini secde yerlerine dikiyorlar.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz lalarken göğe bakıyordu. Bu âyet nazil olduktan sonra namazda artık hep secde yerine bakmaya başladı.

Yine rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz kılan bir şahsın, sakalıyla oynadığını görünce şöyle buyurdu: "Eğer bu şahsın kalbi huşu duysaydı, organları da huşu duyardı."

3

"Ve onlar, boş şeylerden yüz çevirenlerdir."

Yani onlar her zaman mâlâyâni sözlerden ve fiillerden yüz çevirenlerdir. Böylece onların namazda yüz çevirmeleri öncekide buna dahil olmaktadır. Onların namazda bundan yüz çevirmelerini sağlayan, namazın bunu gerektiren özel halidir; yoksa bazılarının dediği gibi din işlerinde ciddi olmaya çalışmak değildir. Çünkü bu îzah, mâlayâni'den şeylerin kendisinde ciddiyete engel bir husus olmayabileceğini vehmettırebilir.

4

"Ve onlar, zekât verenlerdir."

Onların, namazda huşu ile vasıflandı rıkmalarından sonra bununla da vasitlandırılmaları, onların, bedenî ve mâlî ibâdetlerin ifasında, haramlardan sakınmada ve erdemli insanların sakınması gereken bütün şeylerden sakınmada azamî mertebeye eriştiklerini belirtmek içindir. Bedenî ve mâk ibâdet arasında mâlayâniden yüz çevirme hususunun zikredilmesi, namazdaki huşu ile son derece alâkadar olmasından dolayıdır.

5

"Ve onlar, iffetlerim, koruyanlardır."

6

"Ancak eşleri ve cariyeleri hariç. Çünkü onlar, bunlarla ilişkilerinden dolayı kınanmamaktadırlar."

Yani onlar, cinsel arzularını eşleri ve cariyeleri dışındaki kadınlarla tatmin cihetine gitmezler.

Bu, bize bildiriyor ki, bazı malûm istisnalar dışında, o insanların şehvet duyguları, bunu arzuladığı halde onlar kendilerini frenlemeyi başarmaktadır, işte iffetin kemak bununla tahakkuk etmektedir.

7

"Artık her kim bunun ötesine yeltenirse, işte onlar, haddi aşan kimselerdir."

Yani her kim, dört hür kadın veya istediği kadar cariyelerle yetinmeyip bu geniş sınırın ötesine yeltenirse, işte onlar, son derece haddi aşan kimselerdir.

Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir El- Siddıyktan (radıyallahü anh) nakledilen görüşün aksine, bu âyet, müt'a nikâhının haram kılındığına kesin olarak, delâlet etmez. Nitekim el-Kâsım b. Muhammed diyor ki: "Kişinin müt'a nikahıyla aldığı kadın, zevcesi değildir. Şu halde ona helâl olmaması gerekir. Bu kadın, onun zevcesi değil, çünkü ıcmâ ile bu eşler birbirlerine vâris olmazlar. Eğer zevcesi olsaydı, aralarında veraset gerçekleşirdi. Nitekim Allah (celle celâlühü) buyurur ki: "Sizin zevcelerinizin bıraktığı mirasın yarısı sizindir." Şu halde ona helâl olmaması lazımdır. Çünkü Allah (celle celâlühü) buyurur ki: "Ancak zevceleri hariç. " "Zira müt'a nikâhının meşruiyetini savunanlar diyebilirler ki: "Bu kadın, kısmen onun zevcesidir." Her zevcenin vâris olduğu hususuna gelince, müt'a nikâhını savunanlar bunu kabul etmezler. Bazı kimselerin, el-Kâsım b. Muhammed'in görüşüne itiraz konusunda: Eğer onun sözünden "Eğer kadın hayatında onun karısı olsaydı..." kastedılirse, bu, mezkûr neticeyi ifade etmez. Yok "Eğer ölümünden sonra karısı olsaydı... demek, istenmişse, bu iki hususun birbirini gerektirmesi kabul edilmez" şeklindeki izahın ise, hiçbir anlamı yoktur. Evet, bunun aksi söylense, geçerli bir izah olur.

8

"Yine onlar, emânetlerine ve ahitlerine riâyet edenlerdir."

Yani onlar, Hakkın ve halkın emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler; onları ıslah veçhile muhafaza ederler.

9

"Ve onlar, namazlarını devamlı kılanlardır."

Yani onlar, farz namazlarını devamlı vakitlerinde İmanlardır.

Bu âyet, yukarıda geçen 2 âyetin (Onlar, namazlarında huşu içindedirler.) tekrarı değildir. Zira namazdaki huşu, namaz kılmaktan başka bir şeydir. Bu ıkı hususun fasılak olarak zikredilmesi, her birinin müstakil olarak ve kendi basına bir fazilet olduğunu bildirmek içindir. Eğer ikisi bir arada zikredilmiş olsa, namazdald huşu ile namaz kılmanın bir tek fazilet olduğu vehmedilebılirdi.

10

"İşte onlar, vârislerin tâ kendileridir."

Yani bu yüce şifadan taşıyanlar, malların ve azıkların en rağbetk ve değerli olanlarının vârisi olarak vasıflandırılmaya başkalarından daha lâyıktır.

11

"Onlar, Firdevs'e vâris olacaklar. Onlar orada ebedî kalacaklardır."

A- "Onlar, Firdevs'e vâris olacaklar."

Bu cümle, onların vâris oldukları şeyi beyan etmekte, mutlak olarak zikredilen veraseti kayitlandırmakta ve şanını tazım için, müphem olarak zikredilmesinden sonra onu tazim etmektedir. Bu ifade, lütûfkâr vaadin gereği olarak, amelleriyle Firdevs'e lâyık olduklarının, kuvvetlice bildirilmek üzere mecazî ifadesidir.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar, kâfirlerin kayıp ettikleri Cennetteki yerlerini onlardan mîras alıyorlar. Çünkü Allah (celle celâlühü) her insan için Cennette de, Cehennemde de bir yer yaratmıştır.

B- "Onlar orada ebedî kalacaklardır."

Yani onlar, Firdevs'te, yahut Firdevs'in üst tabakasında ebedî kalacaklardır.

Firdevs, bütün meyve çeşitlerinin bulunduğu bahçedir.

Rivâyet olunuyor kı, Allah (celle celâlühü), Firdevs Cennetinin saraylarını, bir kerpici altından, bir kerpici gümüşten ve aralarındaki harcı da kokusu gayet kuvvetli miskten olmak üzere yaptırmıştır.

Bir görüşe göre de, bir kerpici de saf miskten olmak üzere yaptırmıştır. Ve onda en güzel meyve ve güzel kokulu ağaçları da diktirmişim.

Yani onlar, ebediyen ölmeyecekler ve oradan çıkarılmayacaklardır.

12

"Yemin olsun ki, Biz, insanı süzme balçıktan yarattık."

Bundan önce insanın mutlu ve kutlu fertlerinin hak beyan edildikten sonra burada da insanın ilk yaratılışı, yaratılış aşamalarında ve fıtrat evrelerinde geçirdiği değişiklikler icmali olarak beyan edilmektedir. Burada insandan murat, insan emsidir. Yani Allah'a yemin olsun kı, Biz, insan emsini Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı zımnında icmali olarak Hacc sûresi ile diğer başka sûrelerde tahkik edildiği veçhile yarattık.

İnsanın, aşamalardan ve evrelerden sonra meni haline gelmiş süzme balçıktan yaratılması İzahı ise, isabetten uzaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, burada insandan murat, Âdem'dir Çünkü balçıktan süzme bir özden yaratılan odur. Nitekim bunun tahkikini daha önce gördün.

13

"Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik."

Yani sonra Âdem'den farklı olan insan fertleri itibarıyla onun cinsini, yahut -insandan Âdem (aleyhisselâm) kast edildiği takdirde- onun neslini nutfe'den yarattık, yahut süzme balçığı nutfe haline getirerek onu kadın rahmine yerleştirdik.

14

"Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı yaptık. Arkasından o kan pıhtısını da bir et parçası haline soktuk. Ardından o et parçasını da kemiklere çevirdik. Peşinden de bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik, işte yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne mübarektir!"

A- "Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı yaptık. Arkasından o kan pıhtısını da bir et parçası haline soktuk. Ardından o et parçasını da kemiklere çevirdik. Peşinden de bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratişla insan haline getirdik."

Yani beyaz olan meniyi kırmızı olan katı kan haline getirdik. Arkasından o kan pıhtısını da organları belli, olmayan bir et parçası haline soktuk. Ardından o et parçasının çoğunu veya tamamını, hikmetin gereği olan özel biçim ve şekilde kaulaştırıp bedenin iskeleti, haline getirdik. Peşinden de bu kemikleri, daha önceki et parçasından arta kalan etlerle, yahut kudretimizle meydana getirdiğimiz yeni etlerle ve her kemiğe uygun olan türden, uygun miktarda ve ona münâsip şekilde kapladık. Sonra başka bir yaratişla tam olarak ona bedenî suretini, yahut liflemek suretiyle ruhunu, yahut kuvvetlerini ve duyularım, yahut bunların hepsini verdik.

Burada "Sümme / Sonra" kelimesinin kullanılması, iki yaratışın birbirinden tamamıyla farklı olduğuna işaret etmek içindir. İste İmâm Ebû Hanîfe bu âyeti hüccet, göstererek diyor ki: "Bir kimse, bir yumurtayı gasp ettikten sonra onun yanında iken yumurtadan civciv çıkarsa, civcivin tazminatı değil, yumurtanın tazminatı lazım gelir. Çünkü civciv olması, başka bir yaratışladır. "

B- "İşte yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne mübarektir!"

Yani Allah'ın (celle celâlühü) son derece kapsamlı ilminde ve açık kudretinde şânı ne kadar yücedir!

Burada yüce isim Allah'ın zikredilmesi, heybeti arttırmak, gönüllere korku vermek, zikredilen acayip fiillerin, İlâhlık hükümlerinden olduklarını zımnen ifade etmek ve tafsilatıyla anlatılan Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin eserlerini, duyan veya düşünen, kimsenin, Allah'ın şanını tazim için hemen bunu ifade etmesinin bir vecibe olduğunu bildirmek içindir.

Yani Allah yaratış olarak yaratıcıların en güzelidir. Şu halde bu güzellik, yaratış fiiline aittir. Deniliyor ki; bu ifadenin bir benzeri de. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah, güzeldir; güzelliği sever" sözleridir. (Diğer bir rivâyete göre, hadîs, "Allah güzeldir; güzeli sever" seklindedir. Müslim, Kıtabul-Eyman, hadîs rakamı: 147; İbni Mâce, Kîtabu'd duâ, Bab: 10; Ahmed b. Hanbel: 4, 133, 134, 151) Yani Allah'ın (celle celâlühü) fiili güzeldir.

Rivâyet olunuyor ki, Abdullah b. Ebî Serh, Resûlüllah'ın vahiy kâtipliğını yapıyordu. Bu âyeti yazarken "Sonra onu başka bir yaratişla insan haline getirdik" cümlesine kadar âyeti yazınca, daha Resûlüllah, "işte yaratıcıların en güzeli oları Allah, ne mübarektir!" meâlindeki en son cümleyi söylemeden kendisi acele edip bu cümleyi böyle yazdı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Yaz! Öylece nazil oldu" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah şüpheye düştü ve kendi kendine: "Eğer Muhammed'e vahiy geliyorsa, işte bana da geliyor" dedi ve kâfir olarak Medine'den Mekke'ye gitti. Sonra Mekke fethinde Müslüman oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, kâfir olarak öldü.

Saîd b. Cübeyrin İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, İbn-i Abbâs diyor ki: "Bu âyet nazil olunca, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Fetebâreke'llah... İşte yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne mübarektir!" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Böyle nazil oldu ey Ömer!" buyurdu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de bununla iftihar ederek şöyle diyordu: Dört şeyde Rabbime muvafık oldum: 1) Kâ'be tavafından sonra Alakam-ı İbrâhîm'in arkasında iki rekât namaz kılmak, 2) Kadınlara hicap konulması (perde arkasından kadınlarla konuşmak), 3) Ben, Resûlüllah'ın hanımlarına: "Yahut Allah ona daha hayırlısını verir" deyince, "Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona sizden daha hayırlısı, kendisini Allah'a veren, îman eden, sebatla îtâat eden, tevbe eden, ibâdet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verebilir" âyeti nazil oldu. 4) "İşte yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne mübarektir!" âyetidir."

İşte bak ki, bu vak'a, nasıl Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) saadetine, Abdullah b. Ebî Şerhin ise bedbahtlığına sebep olmuştur! Nitekim Allah (celle celâlühü) buyurur kı: "Allah, onunla birçok kimseyi saptırır; birçoklarım da hidâyete eriştırk.

Denilemez ki: "İşte burada insan, kendiliğinden Kur’ân nazmı gibi konuşmuş oluyor ve bu da, Kur’ânin icazına halel getirir. " Zira beşer kudretinin haricinde olan, Kur’ânin en kısa sûresi miktarıdır. Kaleli ki, bu âyet-ı kerimenin icazı makabline bağlıdır.

15

"Sonra, siz bunun ardından hiç şüphesiz öleceksiniz."

16

"Sonra, kıyamet gününde siz, mutlaka tekrar diriltileceksiniz."

Yani bütün bu acayip islerden sonra hiç şüphesiz ölüme varacaksınız. Sonra ikinci Sûr Nefha sı (üflemesi) yapıldığında ise, hesap için ve mükâfat ile ceza için tekrar diriltilip mezarlarınızdan kaldırılacaksınız.

17

"Yemin olsun ki, Biz, sizin üstünüzde yedi yol yaratmışızdır. Biz, bu yaratılmışlardan habersiz de değiliz."

A- "Yemin olsun ki, Biz, sizin üstünüzde yedi yol yaratmışızdır."

Bundan önce insanların yaratılması beyan edildikten sonra burada da onların bekasının muhtaç olduğu şeylerin yaratılması beyan edilmektedir. Yani Biz, yukarıda yedi gök yaratmışızdır. Ancak bu yaratma sırasında yukarıda olmak haline itibar edilmemiştir. Çünkü insanların yaratılmasından sonra bu yukarılık keyfiyeti hâsıl olmuştur.

Göklere yol denilmesi, meleklerin yolları oldukları içindir, yahut yıldızların yörüngeleri göklerde olduğu içindir.

B- "Biz, bu yaratılmışlardan habersiz de değiliz."

Yani Biz, göklerden, yahut bütün yaratılmışlardan ve ezcümle göklerden, yahut insanlardan habersiz ve onları ihmal etmiş de değiliz; aksine, hikmetin gereği olarak, kendilerine takdir edilmiş kemalin sonuna erinceye ve faydalan yeryüzündekilere ulaşıncaya kadar onları zail olmaktan ve bozulmaktan koruruz ve idare ederiz.

18

"Gökten gereği kadar su indirdik de, onu yerde durdurduk. Hiç şüphesiz Biz, onu büsbütün gidermeye de muktediriz."

A- "Gökten gereği kadar su indirdik de, onu yerde durdurduk."

Gökten indirilen su, yağmurdur, yahut Cennetten inen nehirlerdir.

Bir görüşe göre bunlar beş nehirdir: Hind nehri Seyhun, Belh nehri Ceyhun, Irak nehirleri Dicle ile Fırat, Mısır nehri Nil. Allah (celle celâlühü) bu nehirleri Cennetin bir pınarından indirmiş; onları dağlara emanet ederek yeryüzünde akıtmış ve insanların hayatlarının çeşitli ihtiyaçlarının karşılanmasını bu nehirlerle mümkün kılmıştır.

Kader ile, insanların menfaatlerinin celbine ve zararlarının define uygun olan bir takdirle demektir. Yahut bildiğimiz ihtiyaçları ve maslahatları miktarınca demektir.

B- "Hiç şüphesiz Biz, onu büsbütün gidermeye de muktediriz."

Yani Biz, bu suyu indirmeye muktedir olduğumuz gibi, onu ifsâd etmek, yahut yukarı kaldırmak, yahut yerin derinliklerine batırmak suretiyle kendisinden faydalanmayı imkânsız kılmaya da muktediriz.

19

"Sonuçta o yağmur sayesinde size hurmalıklardan ve üzümlüklerden bağlar-bahçeler meydana getirdik. Bunlarda sizin için birçok meyveler vardır; siz onlardan da yersiniz."

Yani sizin için onlarda yaş hurma, üzüm, kuru hurma, kuru üzüm, meyve suyu, pekmez ve benzerleri gibi çeşitli meyveler vardır ve siz gıda olarak onlardan yersiniz ve hayatınızı bu sayede sürdürürsünüz.

20

"Tûr-i Sînâ'da yetişen bir ağaç da meydana getirdik ki, bu ağaçtan hem yağ çıkar, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) biter."

Tûr-i Sînâ, Mısır ve Eyle arasında bulunan ve "Mûsâ Dağı" da denilen veya Fikstin'de bulunan bir dağdır. Buna Tûr-i Sînîn de denilmektedir.

Zeytin ağacı, başka yerlerde de yetiştiği halde bu dağın zikre tahsis edilmesi, bu dağı tazim içindir. Bir de bu ağacın asıl menşei bu dağ olduğundan dolayıdır.

Yani bu ağaç o kadar bir ağaçtır ki, verdiği meyvenin yağı çıkarılır ve bu yağ, hem yağlanma ve aydınlatmada kullanılır; hem de ona ekmek batırılarak katık olarak yenir.

21

"Sizin için mal ve davar hayvanlarda da hiç şüphesiz ibret vardır. Onların karınlarındaki sütten size içiririz. Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır. Onların etlerinden de yersiniz."

A- "Sizin için mal ve davar hayvanlarda da hiç şüphesiz ibret vardır."

Bundan önce su ve bitkiden insanlara ulaşan nimetler beyan edildikten sonra burada da hayvanlar tarafından onlara ulaşan nimetler beyan edilmektedir. Bir de şu gerçek beyan edilmektedir: Bu nimetler, haddi zâtında, insanların çeşitli şekillerde faydalandıkları nimetler olmakla beraber, bunlarda büyük ibretler olup insanların bunlardan ibret almaları ve onların özelliklerinden, Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin büyüklüğüne ve rahmetinin genişliğine deliller çıkarmaları ve bu nimetlere nankörlük etmeyip şükretmeleri gerekir. Burada ibret, hayvanlara tahsis edilmiş, çünkü ibret konusu hayvanlarda bitkilerden daha zahirdir.

B- "Onların karınlarındaki sütten size içiririz."

Burada ibret konulan açıklanmaktadır. Karınlarındakınden murat süttür ve karınlardan murat da, onların içleridir. Yahut karınlarındakinden murat, kendisinden süt oluşan yemleridir. Bu takdirde karınlarından murat, gerçek, manâsıdır.

C- "Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır. Onların etlerinden de yersiniz."

Yani zikredilen yünlerinden ve kıllarından başka o hayvanlarda sizin için birçok faydalar daha vardır. Siz onların etlerinden de yersiniz. Böylece siz, onların ürünlerinden faydalandığınız gibi, onların kendilerinden de faydalanırsınız.

22

"Onların (hayvanların) üzerinde de, gemilerde de taşınırsınız."

Yani bu mal ve davarlar üzerinde taşınırsınız. Ancak bu ifade, onların hepsinin üzerinde taşınma olmasını gerektirmez; fakat deve ve benzerleri gibi bir kısmında gerçekleşmesi yeterlidir.

Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat, özellikle develerdir. Çünkü Araplarda taşıt olarak kullanılan hayvanlar, özellikle develerdir. Ve gemilere uygun olan da develerdir. Zira develere kara gemileri denilmektedir. Hulâsa siz, karada da, denizde de Allah'ın (celle celâlühü) size bahşettiği vasıtalarla taşınırsınız.

23

"Yemin olsun ki Nuh'u kavmine gönderdik de, onlara dedi ki:

"Ey kavmim! Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Artik sakınmaz mısınız?"

A- "Yemin olsun ki Nuh'u kavmine gönderdik de, onlara dedi ki:"

Burada, eski ümmetlerin, kendilerine bahşedilmiş olan sayısız nimetlere ibret gözüyle bakmadıkları, peygamberlerinin uyanlarından ders almadıkları ve bu yüzden onların duçar oldukları azap çeşitleri, muhataplara uyarı olmak üzere anlatılmaktadır. Önce Hazret-i Nûh. (aleyhisselâm) kıssasının anlatılmasının sebebi gayet açıktır. Hazret-i Nûh kıssasının, "... ve gemilerde de taşınırsınız" âyetinden sonra zikredilmesi, son derece güzel uyum vardır.

Bu kıssanın başında yemin edilmesi, ona son derece önem verildiğini göstermek içindir, Hazret-i Nuh'un şerefli nesebi, gönderilmesinin keyfiyeti ve kavmi içinde kaldığı süre ile ilgili açıklama, A'raf sûresi ile Hûd sûresinde geçti.

B- "Ey kavmim! Allah'a ibâdet edin."

Yani yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibâdet edin. Nitekim. "... Yalnız Allah'a ibâdet edeceksiniz." âyetinden de bu husus anlaşılmaktadır. Burada bu kaydın zikredilmemesi, gerçek ibâdetin bu olduğunu bildirmek içindir. Ortak koşarak yapılan ibâdet ise, zaten ibâdet sayılmaz.

C- "Sizin O'dan başka hiçbir İlâhınız yoktur."

Bu cümle, emredilen ibâdetin, yahut bu emrin illetini beyan etmektedir. Yani sizin vücutta veya âlemde O'ndan başka hiçbir İlâhınız yoktur.

D- "Artik sakınmaz mısınız?"

Yani sız artık, içinde bulunduğunuz ibâdetsizliğin mucip olduğu Allah'ın (celle celâlühü) azabından kendi nefsinizi sakınmaz mısınız? Nitekim "Gerçekten ben sizin için büyük bir günün azabından kork ve "... acıklı bir günün azabından... " âyetlerinden anlaşılmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Rabbiniz Allah'ın ibâdetini terk etmekte korkmaz mısınız? demektir. Ancak bu görüş, isâbetli değildir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerini sizden almasından korkmaz mısınız? demektir. Ancak bu izahta da itiraza mahal vardır.

Bu cümleden önce mukadder bir cümle vardır. Yani sız "sızın O'ndan başka hiçbir İlâhnız yoktur" hakikatini anlayıp da, O'nun azabından sakınmaz mısınız? Kı O'nun azabının sebebi, ibâdete lâyık olması şöyle dursun, Allah'ın (celle celâlühü), onu îcat etmesi olmasa, var olmaya bile lâyık olmayan şeylere ibâdette O'na ortak koşmanızdır. Yahut bunu düşünüp de azabından sakınmaz mısınız?

24

"Kavminin kâfir olan ileri gelenleri de şöyîe dediler: "Bu, sizin benzeriniz bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün sayılmak istiyor, Allah, dileseydi, muhakkak melekler indirirdi. Biz eski atalarımızdan böyle bir şey duymadık."

A- "Kavminin kâfir olan ileri gelenleri de şöyle dediler: "Bu, sizin benzeriniz bir insandan başka bir şey değildir."

O kavmin hepsi kafir oldukları halde ileri gelenlerinin küfürle vasıflandırılmaları, onların küfürlerinin daha derin ve küfürdeki azgınlıklarının daha şiddetli olduğunu bildirmek içindir. Yani ileri gelenleri, avam halka dediler ki; bu adam, cins olarak da, vasıf olarak da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir; sizinle onun arasında hiçbir fark yoktur.

Onların Hazret-i Nuh'u bu şekilde vasıflandırmaları, onun yüksek mertebesini düşürmek ve peygamberlik makamından indirmek için gösterdikleri aşın gayretlerinin ifadesidir.

B- "Sizden üstün sayılmak istiyor."

Yani o da, sizin gibi bir insan olduğu halde peygamberlik iddiasıyla sizden üstün sayılmak ve önünüze geçmek istiyor.

Onların Hazret-i Nuh'u bu şekilde vasıflandırmaları, muhataplarını ona karşı öfkelendirmek ve onları düşmanlığma kışkırtmak gayesine matuf idi.

D- "Allah, dileseydi, muhakkak melekler indirirdi."

Hazret-i Nuh'un bir beşer olduğu tahkik edildikten sonra burada da, onların fasit iddiasına göre, mutlak olarak insanların peygamber olamayacakları beyan edilmektedir. Yani eğer Allah (celle celâlühü), peygamber göndermek isteseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi.

Âyette "indirirdi" ifadesi kullanılmış, çünkü meleklerin gönderilmesi, ancak indirmek yoluyla olur.

D- "Biz eski atalarımızdan böyle bir şey duymadık."

Yani biz, yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibâdet etmeyi ve diğerlerinin ibâdetini bırakmayı emreden böyle bir kelâmı geçmiş atalarımızdan duymadık.

Bir görüşe göre de, yani Nûh (aleyhisselâm) gibi bir kimsenin peygamberlik davasını geçmiş atalarımızdan duymadık, demektir.

Onların bunu söylemesi, ya kendileri ile geçmiş atalarının uzun bir fetret (peygambersiz dönem) içinde bulunmalarından dolayi idi, yahut tekzip, inat ve azgınlık ile fesada tamamen dalmaları sebebiyle idi. Hangi mânaya göre olursa olsun, Hazret-i Nuh'un ilk davetinde halkı engelleyen ana sebep olmalıdır. Nitekim âyetin başından da bu anlaşılmaktadır.

Diğer bir: görüşe göre ise, yani biz, Nuh'un (aleyhisselâm) peygamber olduğunu geçmiş babalarımızdan duymadık, demektir. Buna göre geçmiş babalarından murat, kendilerinden önce Hazret-i Nûh zamanında ölenlerdir. Onların mezkûr sözleri, Hazret-i Nuh'un son zamanlarında kendilerinden sâdır olan sözleridir. Bundan sonra gelecek Hazret-i Nuh'un duasına münâsip olan mâna da budur.

25

"Bu adam, ancak kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Artık bir süreye değin ona katlanıp bekleyin."

Yani bu adamda ancak cinnet vardır, yahut cinleri vardır; ona böyle hayal ettiriyorlar. İşte bundan dolayi bu söylediğini söylüyor. Artık siz bir süre ona katlanın, sabredin ve bekleyin; umulur ki., bu süre içinde ayılır.

Bu kelâm; bundan önceki cümlenin son tefsirine göre, onlar, Hazret-i Nuh'un, en akıllı ve sözleri en sağlam olan insan olduğunu bildikleri halde kibir taslama ve inat hallerini sürdürdüklerini, daha önceki onu beşer olarak vasıflandırmayı ve üstünlük istediği iddialarını bırakıp şimdi de onu böyle vasıflandırdıklarını göstermektedir. Birinci tefsire göre ise, bu kelâm, onların fasit söylemleri arasındaki çelişkiyi göstermektedir. Allah onları kahreylesin, nasıl da haktan döndürülüyorlar!

26

"Nûh dedi ki: "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et."

Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), onların küfür ve yalanlamada ısrar ettiklerini ve azgınlık ile sapkınlıldarmı sürdürdüklerini görüp onların îmana gelmelerinden umudunu tamamen kesince ve Allah da, îman edenlerin dışında kavminden artik hiç kimse îman etmeyeceklerini vahiy ile bildirince, dedi ki; Rabbim! Onların beni yalanlamaları sebebiyle, yahut beni yalanlamalarına karşın, onları tamamen helâk etmek suretiyle bana yardım et.

Bu cümle, "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiçbir kimseyi bırakma!"âyetinin icmali olarak hikâyesidir.

27

"Bunun üzerine Biz ona şöyle vahiy ettik: "Bizim nezaretimizde ve sana vahiy ettiğimiz şekilde gemiyi yap. Buyruğumuz gelip de tennûr da kaynayınca, her hayvan cinsinden eşler hâlinde iki tane ile içlerinden daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al! O zâlimler hakkında ise Bana hiç yalvarma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır."

A- "Bunun üzerine Biz ona şöyle vahiy ettik: "Bizim nezaretimizde ve sana vahiy ettiğimiz şekilde gemiyi yap. Buyruğumuz gelip de tennûr da kaynaymca, her hayvan cinsinden eşler hâlinde iki tane ile içlerinden daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al!

Yani sanki Allah (celle celâlühü) tarafından görevlendirilen muhafızlar ve bekçiler kendisini, gemi yapımında yanlışlık yapmaktan alıkoyuyorlarmış gibi bizim nezâretimiz ve gözetimimizde ve geminin nasıl yapılacağına ilişkın emrimiz ve tâlimatımıza uygun olarak gemiyi yap. Nihayet emrimiz, yani azabımız gelince... Nitekim Bugün Allah'ın emrinden koruyacak kimse yoktur... " âyetindeki emir de, azap anlamındadır. Yoksa bazılarının dediği gibi binme emri değildir. Bu azabın gelmesinden murat da, son derece yaklaşması, yahut ilk görülmesi demektir. Yani gemi yapımı tamamlandıktan sonra azabımız gelip de tennûr (tandır) kaynaymca...

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Nuh'a Allah (celle celâlühü) tarafından denildi ki: "Su, tennûr'dan (tandırdan) kaynaymca, yanındakilerle beraber gemiye bin!" Bu tennûr, Âdem'in (aleyhisselâm) idi; sonra Nuh'a (aleyhisselâm) intikal etmişti. Ondan su kaynaymca, Hazret-i Nuh'un karısı kendisine haber verdi ve hemen gemiye bindiler, tennûr'un yeri hakkında İhtilaf edilmiştir:

Bir görüşe göre, bugünkü Küfe camisinin yerinde ve bugünkü Kinde kapısının girişinin sağ tarafının yerinde idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Şam'da Ayn Verde denilen yerde idi.. Bu konunun tafsilatı, Hûd sûresinde geçti.

Bu âyet, açıkça bildiriyor ki, emir, Hazret-i Nuh'un, gemiyi yapmasından önce idi. Hûd sûresinde ise şöyle denilmektedir: "Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca, Nuh'a dedik ki: "Canlı çeşitlerin her birinden iki eş al... " Bunun izahı şöyle olmalıdır: Hûd süresindeki bu âyet, şartsız olarak verilen başka bir emrin hikâye edilişine hamledilebilır. Bu emir, taliki (şarta bağlı) emrin bağlandığı tennûr'un kaynaması sırasında emir konusu hususun önemine binaen vârid olmuştur. Yahut bu emir de, geçen emrin kendisidir. Fakat taliki (şarta bağlı) emir, şartın gerçekleşmesinden önce, emir konusu hususu gerektirmek noktasında yok sayıldığı için, sanki şartın tahakkukunda sâdır olmuştur. İşte bundan dolayı şartsız emir suretinde hikâye edilmiştir. Bu izah, İsrâ: 61. âyetin tefsirinde de geçti.

Hazret-i Nuh'un ailesinden murat, onun karısı ve oğullarıdır. Ailesini gemiye alması emrinin, zikredilen hayvan çiftlerinin gemiye alması emrinden tehir edilmiş, çünkü ithal (iç eriye alma) emrinde asıl olan hayvan çiftleridir; zira hayvanların gemiye alınmaları Hazret-i Nuh'un çalışmalarına, hatta ailesinin ve yanındaki mü’minlerin yardımına muhtaçtır. Kendisi ile ailesi ve yanındaki mü’minler ise, ondan sonra kendi ihtiyarlarıyla gemiye binerler. Bir de, zikri tehir edilen ailesi, ondan sonraki istisna ve diğerleriyle bir nevi açıklanmaktadır. Bu itibarla ailenin önce zikredilmesi, kelâm-ı kerîmin ilgili bölümleri arasında kesinti hak meydana gelmiş olur.

B- "O zâlimler hakkında ise Bana hiç yalvarma."

Yani o zâlimlerin kurtarılmaları için Bana hiç yalvarma.

C- "Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır."

Bu cümle, olumsuz emrin illetidir. Yahut böyle bir duanın kabul olmayacağının izahıdır. Yani onların ortak koşmaları ve günahları sebebiyle boğulmalarına kesin olarak hükmedilmiştir. Böyle kimselere ise, şefaat edilmez ve böyle bir şefaat kabul da olunmaz. Nitekim o zâlim kavmin helâk edilmesiyle sağlanan kurtuluşa hamd etmesi Hazret-i Nuh'a, şöyle emredilmiştir:

28

"Artık sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: "Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamd olsun!" de!"

Yani sen, ailenden ve mü’min taraftarlarından olan yanındakilerle birlikte gemiye yerleşip o zâlim topluluktan kurtulduğunda Allah'a (celle celâlühü) böyle hamd et! Bu kelâm da, "Böylece zâlim topluluğun kökü kesildi. Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun!" âyeti kabilindendir.

29

"Ve de ki: "Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Zaten Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın!"

Yani beni gemide, yahut gemiden bereketli, çok hayırlı olacak bir şekilde, yahut çok hayrı olan bir yere indir.

Duasının icabetine vesile olması için Hazret-i Nuh'a, duasına uygun olarak Allah'a (celle celâlühü) senada bulunması emredilmiştir.

Hazret-i Nuh'un yanındakiler de kendisiyle beraber gemiye yerleşip kurtuldukları halde bu emrin yalnız kendisine verilmesi, onun faziletini göstermek ve onun duasının, başkasının duasına ihtiyaç bırakmadığını zımnen bildirmek içindir.

30

"Hiç şüphesiz bunda bir takım ibretler vardır. Hiç şüphesiz Biz, insanlara böyle belâ vermekteyiz, insanları böyle denemekteyiz."

A- "Hiç şüphesiz bunda bir takım ibretler vardır."

Yani Hazret-i Nuh'a (aleyhisselâm) ve kavmine yapılanlarda, hiç şüphesiz basiret sahiplerinin çıkaracakları büyük deliller ve itibar sahiplerinin alacakları büyük ibret vardır.

B- "İliç şüphesiz Biz, insanlara böyle belâ vermekteyiz, insanları böyle denemekteyiz."

Yani hiç şüphesiz Biz, Nûh (aleyhisselâm) kavmine büyük bir belâ ve çetin bir azâp vermişizdir. Yahut hiç şüphesiz Biz, kim ibret ve öğüt alır diye kullarımızı bu âyetlerle denemekteyiz. Nitekim başka bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yemin olsun kı, Biz onu ibret olarak bıraktık. Artık ibret alan yok mu?"

31

"Sonra onların ardından başka nesiller meydana getirdik."

Yani onların helâk edilmesinden sonra Âd Kavmini meydana getirdik. Nitekim İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) böyle rivâyet edilmiştir ve tefsir âlimlerinin çoğu da bu görüştedir. Malûm olduğu üzere diğer sûrelerde Âd Kavminin, kıssasının, Nûh kavminin kıssasının ardından zikredilmesine de en uygun olan görüş budur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kavım, Semûd Kavmidir.

32

"Onların içinden kendilerine: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka hiçbir İlâhnız yoktur. Yine de sakınmayacak mısınız?" buyruğumuzu bildiren bir peygamber gönderdik."

Bu âyette de, "Böylece seni bir ümmet içinden gönderdik."âyetinde olduğu gibi, peygamberin, o topluluktan gönderildiği ifade edilmektedir. "Yemin olsun kı, Biz, nûh'u kavmine gönderdik." âyeti ile Mü’minûn: 23 âyetinde ise, Hazret-i Nuh'un, kendi kavmine gönderildiği ifade edilmektedir. Burada böyle ifade edilmesi, kendilerine gönderilen peygamberin, kencii yerleri dışından gelmediğini, aksine aralarında yetiştiğini baştan bildirmek içindir. Nitekim "Onların içinden bir peygamber" denilmesi de bunu bildirmektedir. Yani nesep olarak kendilerinden olan peygamber, demektir. Nitekim Hûd ile Sâlih nesep olarak, gönderildikleri kavimden idiler.

"Sizin O'ndan başka hiçbir İlâhınız yoktur" cümlesi, emredilen ibâdetin, yahut bu ibâdeti emretmenin, yahut bu emre uymak zorunluluğunun illetini beyan etmektedir.

33

"Onun kavminden kâfir olup âhiret hayatıyla buluşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kişiler, halka dediler ki: "Bu adam, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer; sizin içtiğinizden de içer."

Bundan önce peygamberin gönderilmesi zımnında hikâye edilen hak sözden sonra burada da onların bâtıl sözleri hikâye edilmektedir. Bunun hikâye edilmesinden murat, mutlak olarak, onların Hûd'u yalanlamalarını icmali olarak hikâye etmektir. Yoksa Hazret-i Hüd ile onların arasında geçen karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları tafsilatıyla hikâye etmek, değildir.

Onların kâfir olmakla vasıflandırılmaları, kendilerini zemmetmek ve küfürde aşın gittiklerine dikkat çekmek içindir. Yani Hazret-i Hûd'un kavminden kâfir olan ve akaretteki hesabı, mükâfat ve cezayı, yahut tekrar dirilişle ikinci hayatla buluşmayı inkâr eden ve dünya hayatında çok mal ve evlât nimetlerini verdiğimiz eşrafı, çevrelerini saptırmak için onlara dediler kı; bu adamın sıfatlan ve halleri de sizin gibi insanların sıfatlan ve halleri olup o da sizin yediğinizden yemekte ve sizin içtiğinizden de içmektedir.

34

"Yemin olsun ki, sizin gibi bir insana itaat ederseniz, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlar olursunuz."

Yani siz, zikredilen ahval ve sıfatlarda sizin gibi olan bir insanın emirlerine eğer uyarsanız, akıllarını yitirmiş ve görüşlerinde yanılmış kimseler olursunuz. Zira kendi nefislerinizi zeki etmiş olursunuz.

İşte bu bedbahtlara bak ki, kendilerini iki cihan saadetine eriştirecek olan hak peygambere uymayı hüsran saymışlar; ötesinde daha büyük hüsran bulunan putlara tapmayı ise hüsran, saymamışlar! Allah onları kahreylesin, nasıl da haktan döndürülüyorlar!

35

"O size, siz öldüğünüz ve toprak ve kemik yığını haline geldiğiniz zaman mutlak surette kabirden çıkarılacağınızı mı vaat ediyor?"

Onların bu kelâmı, daha önce geçen Hûd'a (aleyhisselâm) tâbi olmaları konusunu açıklayıp onları îmana davet eden hususun vâki olmasını red ve inkâr etmekte ve imkânsız olduğunu bildirmektedir.

Yani sizin bedeninizin et ve diğer bazı kısımları toprak, bazı kısımları da kemik haline geldiği zaman...

Âyette önce toprağın zikredilmesi, onlara göre imkânsızlığı daha kuvvetli olduğu için ve başka maddelerin toprağa dönüştüğü bilindiği içindir. Yahut sizin daha önce ölenleriniz tamamen toprak, sonra ölenleriniz de kemik haline geldiği zaman...

36

"Heyhat, heyhat! tehdit edildiğiniz şey ne kadar uzak!"

Heyhat, kelimesini tekrarı, uzaklığı tekîd içindir. Yani bunun vaki olması, yahut doğruluğu ne kadar uzak!

37

"Hayat, dünya hayatımızdan ibarettir. Burada ölürüz ve yaşarız. Biz tekrar diriltilecek de değiliz."

Yani dünya hayatından başka hayat yoktur; asrımız bitinceye kadar kimimiz ölürüz; kimimiz de doğarız. Ve bîz öldükten sonra da diriltilecek değiliz.

38

"Bu, Allah'a karşı yalan uyduran bir adamdan başka bir şey değildir. Zaten biz ona inanacak değiliz."

Yani Hûd (aleyhisselâm), peygamberlik iddiasında ve Allah'ın (celle celâlühü) bizi tekrar yaratacağını vaat etmesinde Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uydurandan başka bir şey değildir. Zaten söyledikleri konularda biz onu tasdik edecek değiliz.

39

"O peygamber dedi ki: "Rabbim! Beni yalanlamaları sebebiyle bana yardım et!"

Yani Hûd (aleyhisselâm), kavmini îmana davet hususunda bütün yollara baş vurduktan sonra îmanlarından umudu kesilince, Allah'a (celle celâlühü) yönelerek dedi ki; Rabbim! Beni yalanlamaları ve bunda ısrar etmeleri sebebiyle bana yardım et ve onlardan benim intikamımı al!

40

"Allah buyurdu ki: "Pek yakında onlar hiç şüphesiz pişman olacaklardır."

Yani Allah (celle celâlühü), duasına icabet ve kabul edeceğini vaat etmek üzere buyurdu ki; onlar pek yakın bir zamanda azabı görecekleri vakit yaptıklarına, yalanlamalarına pişman olacaklardır.

41

"Derken onları o hak olan sayha (çığlık) yakaladı da, kendilerini sel süprüntüsüne çeviriverdik. Artık zâlimler güruhu rahmetten uzak olsun!"

Belki de o akim rüzgâr kendilerine çarpınca, o sırada korkunç bir sayha (çığlık) da onları yakalayıverdi.

Rivâyet olunuyor ki, Şeddâd b. Âd, İrem kentinin yapımını tamamlayınca, ailesiyle birlikte ona doğru yürümeye başladı. Nihayet şehre yaklaşınca, Allah (celle celâlühü) gökten bir sayha gönderdi; böylece hepsi helâk oldu.

Diğer bir görüşe göre ise sayha, azap ve ölümün kendisidir.

Bir görüşe göre de, tamamen yok edici şiddetli azaptır.

Bu sayhanın hak olması, engellenmesi mümkün olmayan sabit hâdise demektir, yahut Allah'tan (celle celâlühü) adalet olarak, yahut doğru vaat olarak, demektir.

42

"Sonra onların ardından başka nesiller meydana getirdik."

Yani onların helakinden sonra Hazret-i Sâlih, Lût, Şu'ayb (aleyhisselâm) kavimleri ile diğer kavimler meydana getirdik.

43

"Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir."

Yani helâk edilen ümmetlerden hiç biri, helakleri için tayin edilmiş vakit gelmeden önce helâk olmaz ve onların helaki, o vakitten bir saat bile ertelenmez.

44

"Sonra peygamberlerimizi art arda gönderdik. Her ne zaman bir ümmete peygamberleri geldi mi, onu yalanladılar. Biz de, onları birbiri ardından yok ettik ve kendilerini ibret kıssaları kıldık. Artık îman etmeyen güruh, rahmetten, uzak olsun!"

A- "Sonra peygamberlerimizi art arda gönderdik."

Bu, peygamberlerin gönderilmesi, o nesillerin hepsinin meydana getirilmesinden sonra olduğu anlamında değildir; fakat her peygamberin gönderilmesi, kendisine mahsus olan neslin meydana getirilmesinden sonra olduğu anlamındadır. Yani onlardan sonra başka nesiller meydana getirdik; onlardan her bir nesle kendilerine has bir peygamber gönderdik.

B- "Her ne zaman bir ümmete peygamberleri geldi mi, onu yalanladılar."

Burada her peygamberin, ümmetine gelişi ve rısâleti tebliğ ederken onlardan sâdır olan hareket beyan edilmektedir. Peygamberlerin gelişinden murat, ya tebliğdir, ya da gelişin kendisidir. Buna göre bu kelâm, onların, peygamberleriyle ilk karşılaşmalarında onları yalanladıklarını beyan, etmektedir.

C- "Biz de, onları birbiri ardından yok ettik ve kendilerini ibret kıssaları İçildik."

Yani onlar, helakin sebebi olan küfür, tekzip ve diğer günahlarda birbirlerini izledikleri gibi, Biz de, onları birbiri ardından helâk ettik ve kendilerinden ancak, ibret alanların ibret aldıkları hikâyeleri geride bıraktık; bu hikâyeler, eğlence ve taaccüp için anlatılmaktadır.

D- "Artık îman etmeyen güruh, rahmetten uzak olsun!"

Burada onların tekzip hikâyelerinin icmaliyle iktifa edildiği gibi, onların îman etmemekle vasiflandırılmaları ile iktifa edilmiştir. Daha önce zikredilen nesiller ise, küfür ve düşmanlıkta azgınlıkları ve haddi aşmaları zikredilince, zulüm ile vasıflandırıldılar.

45

Bak. Âyet 46.

46

"Sonra, kardeşi hârûn ile beraber âyetlerimizle ve apaçık bir mucize ile mûsâ'yı firavun'a ve ileri takımına gönderdik. Onlar ise, büyüklük tasladılar. Zaten onlar zorbalar güruhu idiler."

A- "Sonra, kardeşi Hârûn ile beraber âyetlerimizle ve apaçık bir mucize ile Mûsâ'yı Fir’avun'a ve ilen takımına göndendik."

Bu âyetlerden murat, şu dokuz âyettir: (Beyaz) El, Asa, Çekirgeler, Kımıllar, Kurbağalar, Kan, Ürün Kıtlığı, Taun Hastalığı. Ancak dokuz âyetten, denizin yarılması mucizesini bunlara dâhil etmek mümkün, değildir. Çünkü bu âyetlerden murat, onların tekzip ettikleri ve karşısında büyüklük tasladıkları mucizelerdir.

Apaçık mucize, hasmı ilzam eden apaçık hüccet demektir ki, bu da Asa mucizesi olabilir. Bu izaha göre, Asâ, mucizesi de, mezkûr âyetlere dahil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, bu mucizenin, Hazret-i Mûsâ'nın mucizelerinin anası mesabesinde ve ilki olduğu içindir. Bir de, Tâ-Hâ sûresinde tafsilatı geçtiği gibi, Asanın yılana dönüşmesi ve büyücülerin büyü malzemelerini, yutması gibi Asa mucizesine bağlı olarak görülen çeşitli mucizeler olduğu için bu mucize ayrıca zikredilmiştir. Asânın vurulmasıyla denizin yarılması, yine Asânın vurulmasıyla kayadan pınarların fışkırması, Asânın koruculuk yapması, mum olması, meyveli yeşil ağaç olması, kova ve ip olması ile daha önce ve daha sonra Fir’avun ve kavminin huzurunda değil onların gıyabında Asadan zuhur eden mucizeleri burada konu etmek ise, makamın gereğine münâsip değildir.

Yahut apaçık mucize, mezkûr âyetlerin kendisidir. Buna göre, âyetlere bir de apaçık mucize denilmesi, mucizelerin iki büyük unvanı olduğuna dikkat çekmek ve onların farklılığını zati farklılık gibi saymak içindir.

Âyet Fir’avun ile kavminin eşrafı zikre tahsis edilmişler, çünkü İsrail Oğullarının serbest bırakılıp Hazret-i Mûsâ ile beraber gönderilmeleri. Fir’avun ile eşrafın görüşüne bağlıdır; halkın görüşüne bağlı değildir.

B- "Onlar ise, büyüklük tasladılar. Zaten onlar zorbalar güruhu idiler."

Yani onlar, serkeşlik göstererek itaatten büyüklük tasladdar. Zaten onlar mütekebbir ve azgın bir kavim idiler.

47

"Bu yüzden onlar dediler ki: "Bizim benzerimiz olan iki adama îman eder miyiz! Halbuki onların milleti bizim hizmetkârlarını izdir."

Gördüğün gibi bu kıssalar delâlet ediyor ki, peygamberliği inkâr edenlerin şüphesinin dayanağı, peygamberlerin hallerini kendi hallerine kıyaslamak idi. Bu, onların, beşerî hallerin hakikatlerinin tafsilatını, kemal ve noksanlık derecelerinde fertlerin farklılıklarını bilmeyişlerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı insanlar, yüceler yücesi makamda olurlar.

Bu bahtiyar zatlar, kendilerine has temiz ruhları olan, kutsî kuvvetle desteklenen, özleri temiz olduğu için her iki âlemle, yani ruhanî ve cismanî âlemle irtibat kurup feyizleri bir âlemden alıp diğer âleme aktaran, halkın maslahatlariyla ilgilenmeleri, bütün varlıklarıyla kendilerini Cenâb-ı Hakk'a vermelerine engel olmayan peygamberlerdir. Bazı insanlar da, dört ayaklı hayvanlar gibi, hatta yolca daha da sapık olan bu câhiller gibi aşağılar aşağısında bulunmaktadır.

Onların, Hazret-i Mûsâ ile Hârûn (aleyhisselâm) için "Onların milleti bizim hizmetkârlarımızdır.", yani İsrail Oğullan, köleler gibi bizim emrimiz dedir, demelerinden maksatları, her halde Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn'a tarizde bulunarak beşer olmaları dışında başka bir yönden onların mertebesini peygamberlik makamından düşürmek idi.

Bu cümle, onların Hazret-i Mûsâ ile Harun'a îman etmelerini red ve inkâr etmenin tekididir. Bu inkârları, onların fasit iddiasına binaendir ki, bu iddianın temek, dinî riyasetleri de, mal ve şöhrette önde olmaya bağlı olan dünyevî riyasete kıyaslamaktır. Kureyş'in tutumu da böyle idi. Nitekim onlar da şöyle demişlerdi: "Bu iş bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi." (Ahkaf: 11), "Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilmek değil miydi?" (Zuhruf: 31) Yine, onların bu sakat anlayışları, peygamberlik için seçmenin, kısmen yaratılıştan ve kısmen de iktisap ile hâsıl olan mezkûr yüce sıfatlan ve melekeleri hâiz olmaya bağlı olduğunu bilmemekten ileri gelmektedir.

48

"Böylece onlar mûsâ ile hârûn'u yalanladılar; bu sebeple de helâk edilenlerden oldular."

Yani Fir’avun kavmi, Hazret-i Mûsâ ile Hârûn'u yalanlamakta ısrar ettiler ve çok kibirlik tasladılar. Bu sebeple de Kızıl Deniz'de boğulanlardan oldular.

49

"Yemin olsun ki, onlar belki yola girerler diye mûsâ'ya o Kitabı verdik."

Yani onları helâk edip İsrail Oğullarını onların hâkimiyetinden kurtardıktan sonra Mûsâ'ya (aleyhisselâm) Tevrat'ı verdik.

Tevrat'ın Hazret-i Mûsâ'ya verilmesi, diğer İlâhî Kitaplarda olduğu gibi, onun kavminin hakka irşat edilmesi amacına yönelik olduğundan, sanki bu Kitap onun kavmine verilmiş gibi sayılarak "belki yola girerler" denildi. Yani bu Kitaptaki kurallar ve hükümleri uygulamak suretiyle belki hak yola girerler.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Mûsa'nın kavmine o Kitabı verdik, demektir. Âyetteki "onlar" zamirini (onlar belki yola girerler) Fir’avun ile kavmine irca etmek ise mümkün değildir. Zira firavun ile kavminin denizde boğulmasından sonra Tevrat'ın, İsrail Oğullan için indirildiği bilinen bir gerçektir. Buna, "Yemin olsun ki, Biz, eski nesilleri helâk ettikten sonra Mûsâ'ya o Kitabı verdik." âyetini, anılan görüşe delil göstermek ise, mümkün değildir. Zira zorunlu olarak biliniyor ki, bu eski nesillerden murat. Fir’avun kavmine de şamil olan nesiller değil; fakat özellikle Nûh, Hûd, Sâlih Ve Lût kavimleri gibi onlardan önce helâk edilmiş olan kavimlerdir. Nitekim Kasas sûresinde gelecektir.

50

"Meryem oğlunu ve annesini de bir âyet (ibret kaynağı) kıldık ve onları yerleşmeye elverişli, akar suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik."

A- "Meryem oğlunu ve annesini de bir âyet (ibret kaynağı) kıldık."

Bir insan dokunmaksızın, Hazret-i İsa'nın, Hazret-i Meryem'den doğması seldine tecelli etmiş olan bu âyet, Allah'ın kudretinin büyüklüğüne delâlet eden pek hârika bir âyettir. Şu halde âyet bir tane olup her ikisine de nispet edilmiştir. Yahut bu cümlenin manâsı şöyledir: Biz, Meryem oğlunu bir âyet kıldık; nitekim beşikte konuştu ve ondan sonra da kendisinden birçok mucizeler zuhur etti ve annesini de ayrı bir âyet kıldık; nitekim ona bir insan dokunmadan Hazret-i İsa'yı doğurdu. Bu izaha göre, birincisi, ikincisinin ona delâlet etmesinden dolayı hazfedilmiştir.

Âyette, Hazret-i İsa'nın, Hazret-i Meryem'in oğlu olarak ve Hazret-i Meryem'in de onun annesi olarak ifade edilmesi, daha baştan onların âyet olduklarını bildirmek içindir. Zira nesep, babaya ait olduğu halde, Hazret-i İsa'nın, Hazret-i Meryem'e nispet edilmesi, onun babasız olduğuna delâlet etmektedir. Yani Biz, Meryem oğlunu, babası olmaksızın kendi başına ve baba olmaksızın, kendisini doğuran annesini de ayrı olarak bir âyet kıldık.

Âyette önce Hazret-i İsa'nın zikredilmesi, âyet olmak hususunda asıl olmasından dolayıdır. Nitekim. "Biz, Meryem'i ve oğlunu âlemlere âyet kıldık." âyetinde ise, Hazret-i Meryem'e isnat edilen ihsan ve üflemede asıl olduğu için, kendisi önce zikredilmiştir.

B- "Ve onları yerleşmeye elverişli, akar suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik."

Deniliyor ki, yerleştirildikleri yer, Beytülmakdis toprağından İlyâ denilen tepedir. Nitekim burası yüksekçe bir yerdir ve Kâ'bül Ahbar'dan rivâyet olunduğuna göre, burası, yeryüzünün ciğeri mesabesinde olup diğer yerlerden semaya on seldz mil daha yakındır.

Diğer bir görüşe göre ise, burası Şam toprağında Ğavta denilen yerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, Fikstin toprağında Remle'dir.

Başka bir görüşe göre ise, burası Mısır toprağındadır. Zira Mısır köyleri yüksekçe yerlerde bulunmaktadır.

Bu yerin istikrarlı olması, toprağı yumuşak, yerleşmeye elverişk ova olması demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, meyveleri ve ekinleri bol olduğundan, insanların yerleştikleri yer demektir.

Bu yerin suyunun, akar olarak vasıflandırılması, külfetsiz olarak su içmek, hayvanları suvarmak, ekinleri sulamak ve hârika manzarasından keyif almak gibi çeşitli faydalan olduğunu biklirmek içindir.

51

"Ey peygamberler! Temiz şeylerden yeyin; sâlih amel yapın. Ben gerçekten yaptıklarınızı hakkıyla bilenim."

A- "Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yeyin; sâlih amel yapın."

Burada, her peygamberin kendi asrında muhatap olduğu hususlar, icmali olarak Reesûlullah'a hikâye edilmektedir. Bunun, Hazret-i İsâ ile annesinin, yaşamaya elverişk bir yere yerlestirılmelerınden sonra zikredilmesi, nimetlerden faydalanma imkânlarının tertibinin, Hazret-i İsa'ya özgü şeylerden olmadığını, fakat temiz şeylerin mubah kılınmasının bütün eski peygamberler için geçerli bir kadîm şeriat olduğunu bildirmek içindir. Yani Biz, her peygambere dedik ki; temiz şeylerden yeyin ve sâlih amel yapın. Zira sizin var olmanızın gayesi ve Rabbiniz katında yegâne faydası olan sâlih amellerdir.

Bu âyet, temiz nimetlerden faydalanmayı terk etmek olan ruhbanlığm bâtıl olduğuna açıkça delâlet etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, Hazret-i İsâ ile annesi, yaşamaya elverişk yere yerleştirildikten sonra, eski peygamberlere söylenmiş olanları hikâye etmektedir ki, onlar da, kendilerine rızk olarak verilen nimetlerden faydalanmak hususunda eski peygamberlere uysunlar.

Bir diğer görüşe göre ise, bu nida ve hitap, Hazret-i İsâ içindir. Çoğul kipinin (peygamberler) kullanılması ise, tazim içindir.

Tâbıî âlimlerinden Hasen, Mücâhid, Katâde, Süddî Ve Kelbî'ye göre ise, bu âyetin hitabı, yalnız Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir ve burada Arapların adeti olan, bir kişiye çoğul kipi ile hitap etmek üslubu gözetilmıştir. Bu hitap, aynı zamanda Peygamberimizin faziletini ve onun, diğer peygamberlerin kemal sıfadarını hâiz olması hasebiyle hepsinin yerine kaim olduğunu bildirmektedir.

B- "Ben gerçekten yaptıklarınızı hakkıyla bilenim."

Yani Ben, gizli, açık, bütün yaptıklarınızı eksiksiz olarak bilenim; dolayısıyla onların karşılığını vereceğim.

52

"Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetınizdir. Ben de sizin Rabbinizim! O halde Benden sakının!"

Bu kelâm da, mezkûr veçhile peygamberlere yapılan hitaba dâhil olup islam ve tevhîd dininin, bütün peygamberlerin ve ümmetlerin emir olundukları bir din olduğunu beyan etmektedir. Yani doğruluk ve sağlamlığı apaçık olan bu din ve şeriat, ana hüküm ve kuralları zamanla değişmeyen bir tek din ve şerîat olarak sizin dininiz ve şerîatinizdir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "bu" işareti, peygamberlere îman eden ümmetleri göstermektedir. Yani îman eden ümmetler, îmanda ve ibâdet birliğinde müttefik olan bir tek cemaat olarak sizin cemaatinizdir. Ben de, sizin Rabbinizim; İlahlıkta Benim ortağım yoktur. O halde zikredilen, bütün peygamberler ve ümmetler için, İlâhlığın Bana mahsus olmasının gereklerini ihlâl ederek Bana muhalefet etmekten sakanın.

Bu emir, peygamberler hakkında heyecanlarına heyecan katmak ve aşk ateşlerim daha da alevlendirmek içindir. Bu emir genel ümmetler hakkında ise, sakındırmak ve icabet ettirmek içindir.

53

"Fakat insanlar din işlerini aralarında parça parça böldüler.

Her fırka (hizip) kendilerinde bulunan ile sevinip böbürleilmektedir."

Burada, o eski peygamberlerden sonra onların ümmetlerinde meydana gelen muhalefet ve parçalanmalar hikâye edilmektedir. Yani onların dini bir tek din iken, onlar onu, dağınık parçalara ve çeşitli dinlere böldüler. O fırkalardan (hiziplerden) her biri, seçtikleri din anlayışını beğenip onun yegâne hak olduğuna inandılar.

54

"Ey Resûlüm! Sen şimdi onları bir zamânâ değin sapıklıkları ile baş başa bırak."

Bu emir, onlardan her fırkanın, kendi inancıyla sevinmesine terettüp etmektedir. Zira onların, içinde bulundukları sapıklığa tamamen dalmaları ve bunda ısrar etmeleri, kalplerinin mühürlendiğinin işareti erindendir. Yani onları, öldürülecekleri, yahut küfür üzere ölecekleri zamânâ değin, yahut kendilerine azap gelinceye değin sapıklıkları ile baş başa bırak.

Şu halde bu âyet, onlara dünya ve âhiret azabını vaat etmekte, Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) da teselli etmekte ve Resûlüllahı, âcil olarak onlara azap istemekten ve azâbın gecikmesinden dolayı sabırsızlanmaktan men' etmektedir.

55

Bak. Âyet 56.

56

"Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servet ve evlât ile, onların hayırlarına koşuyoruz?" Hayır! Onlar işimizi anlamıyorlar.

A- "Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servet ve evlât ile, onların hayırlarına koşuyoruz?"

Evlât, maldan daha azîz olduğu halde malın önce zikredilmesinin sebebinin izahı, Kehf sûresinde geçti.

B- "Hayır! Onlar işimizi anlamıyorlar."

Yani hayır! Biz, bunu asla yapmayız. Fakat onlar, dört ayaklı hayvanlar gibi anlayış ve şuurları yoktur ki, düşünüp onlara yaptığımız mal ve evlât yardımının kendileri için istidrac ve onların günahlarının artmasını beklemek için olduğunu anlasınlar. Onlar, kendileri için hayırlara koştuğumuzu sanıyorlar.

57

Bak. Âyet 58.

58

"Şüphesiz o kimseler ki, Rablerinden olan korkudan dolayı titrerler; Rablerinin âyetlerine de hakkıyla îman ederler; Rablerine hiçbir şekilde de ortak koşmazlar; Rablerine muhakkak dönecek lerınden dolayı, vermekte oldukları sadakaları kalpleri titreyerek verirler; işte onlar, hayırlarda koşuşurlar ve hayırlara erişirler.

A- "Şüphesiz o kimseler ki, Rablerinden olan korkudan dolayı titrerler;

Rablerinin âyetlerine de hakkıyla îman ederler;

59

Rablerine hiçbir şekilde de ortak koşmazlar;

60

Rablerine muhakkak döneceklerinden dolayı, vermekte oldukları sadakaları kalpleri titreyerek verirler."

Bundan önce kâfirlerin umudunu, onlar için hayırlara koşulduğundan kesildikten ve yalan zanları iptal edildikten sonra burada da hayırlara koşmanın kimler için olduğu beyan edilmektedir. Yani şüphesiz o kimseler ki, Rablerinin azabından olan korkudan dolayı titrerler ve o kimseler ki, Rablerinin kâinatta yaratılmış âyetleri ile katından indirilen âyetlerinin bildirdikleri gerçekleri tasdik ederler ve o kimseler ki, ne açık, ne de gizli olarak, Rablerine ortak koşmazlar ve rablerine muhakkak döneceklerinden dolayı ve sadakalarının kendilerinden kabul edilmemesi, lâyikı veçhile olmaması ve bu yüzden muaheze edilmekten endişe ettiklerinden dolayı, vermekte oldukları sadakaları kalpleri şiddetli korkudan titreyerek verirler.

Bu kelâmda üç kez Rab unvanının zikredilmesi, Rab olmanın, şiddetli korku, îman ve ortak koşmamanın illeti ve mucip sebebi olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Burada dört cümlede vasıflan anlatılanlar, her biri mezkûr sıfatlan olan değişik taifeler olmayıp fakat bu dört vasfı taşıyan bir tek taifedir. Bu itibarla sanki şöyle denilmiştir: "O kimseler kı, Rablerine olan korkudan dolayı titrerler ve Rablerinin âyetlerine hakkıyla inanırlar..." Ayetlerde bu şekilde ifade edilmesi, bu sıfatların her birinin müstakil olarak üstün fazileti olduğunu bildirmek ve her sıfat müstakil olduğundan, sıfatın sahibini de müstakil gibi saymak içindir.

61

B- "işte onlar, hayırlarda koşuşurlar ve hayırlara erişirler."

Yani başkaları değil, özellikle belirtilen yüce sıfatlan taşıyanlar, hayırlara ve ezcümle sâlih ameller için vaat edilmiş olan âcil hayırlara koşuşurlar.

Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Bundan dolayı Allah, onlara dünya mükâfatı ve âhiret mükâfatının güzelliğini verdi.", "Biz dünyada onun mükâfatını verdik; ahirette de hiç şüphesiz o, iyilerdendir." işte bu bahtiyar kullara, onların zıtlarına verilmeyen nimetler ve mükâfatlar verilmiştir.

Ve onlar, âhiretten önce dünyada bazı hayırlara erişirler.

Diğer bir görüşe göre ise, hayırlardan murat tâatlardır. Yani onlar, tâat ve ibâdetlere şiddetle rağbet ederler ve bunlar için yapılan yarışta insanları geçerler. Ancak birinci görüş daha isabetlidir.

62

"Biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını teklif etmeyiz. O hakkı konuşan kitap da katımızdadır. Onlar haksızlığa da uğratılmazlar."

A- "Biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını teklif etmeyiz."

Bu cümle, yarışı önde götürenlerin, hayırlara erişmeye vesile olan tâat ve ibâdet fiillerinin kolay olduklarını, insanların vüsati ve takati dışında olmadıklarım beyan etmek suretiyle o fiilleri teşvik etmektedir. Yani Bizim cari olan adetimiz, hiçbir kimseye imkânları dışında olan bir işi teklif etmemektir.

Yahut bu cümle, Allah'ın (celle celâlühü) kullarına ancak imkânları dahilinde olan işleri teklif ettiğini beyan ederek bu saklı insanların amellerinin derecesinden âciz olanlara ruhsat vermektedir. Yani eğer insanlar, tâat ve ibâdetlerde o önde gidenlerin mertebesine erişmiyorlarsa, olanca güçlerini ve imkânlarını bu yolda harcamıslarsa, kendileri için bir taksirat sayılmaz.

Tabiî âlimlerinden Mukaatil diyor ki: "Ayakta namaz kalamayan kimse, oturarak namaz kılsın. Oturarak da namaz kılamayan kimse, işaretle (imâ de) namaz kılsın."

B- "O hakkı konuşan Kitap da katımızdadır."

Bu kelâm, makablinin tamamlayıcısı mahiyetinde olup onlara teklif edilen amellerin ve o amellere terettüp eden hesap, mükâfat ve ceza hallerini beyan etmektedir.

Bu kitaptan murat, insanların hesap sırasında okuyacakları amel defterleridir. Nitekim "hakkı konuşan" ifadesinden de anlaşılmaktadır. Diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: İşte bu kitabımız hakkı konuşmaktadır. Çünkü şüphesiz Biz yaptıklarınızı kayıt ediyorduk. "Yani Bizim katımızda öyle bîr kitap var ki, her ferdi amelleri, yahut amellerde önde gidenler ile asgarî derecede olanların amelleri olduğu gibi onda tespit edilmiştir. Yoksa bu kitapta eskilerin amelleri tespit edilmiş de sonrakilerin amelleri ihmal edilmiş değildir. Bu itibarla bu kelâm, insanların mazeretlerini de ortadan kaldırmaktadır.

C- "Onlar haksızlığa da uğratılmazlar."

Bundan önce Allah'ın (celle celâlühü) teklifte ve amellerin yazımında lütufkarlığı beyan edildikten sonra burada da O'nun cezadaki keremi ve adaleti beyan edilmektedir. Yani insanlar, ceza ve mükâfatta, mükâfatın eksıltılmesi, yahut azabın arttırılması suretiyle haksızlığa uğratılmazlar; fakat teklif olundukları ve amel defterlerinin hak olarak konuştuğu amelleri miktarınca karşılık görürler.

Bu cümle, mâkablindeki teklif ve amellerin yazımı için izah da olabilir. Yani onlara imkânları haricinde olan işlerin teklif edilmesiyle ve bazı amellerinin ve ezcümle amelleri önde olanların derecesinden aşağı olan az amellilerin amellerinin yazılmaması suretiyle haksızlığa da uğratılmazlar, fakat bu amellerin hepsi miktarınca ve mertebesince yazdır.

Zikredilen, hususlar, âyette zulüm olarak ifade edilmiştir; Halbuki bunların hiçbiri zulüm değildir. Nitekim daha önce de açıklandığı gibi, sâlih ameller mükâfatın belli bir mertebesi şöyle dursun, mükâfat olarak hiçbir şeyi gerektirmemektedir ki, onun aşağısında bir mükâfat verilmesi, hakkım eksiltme sayılsın. Yine kötü ameller de azabın belli bir derecesini gerektirmez ki, onun fevkinde bir azap vermek, fazla azap sayılsın. Keza, imkân dahilinde olanların teklif edilmesi ve amellerin yazdması, Allah'a (celle celâlühü) vacip (zorunlu) bir husus değildir ki, onun terki zulüm sayılsın. Fakat böyle olmakla beraber, ilâhî sahayı en kâmil şekilde zulümden tenzih etmek için, mezkûr hususlar, Allah'tan sâdır olması imkânsız olan bir iş olarak tasvir edilmiş ve onlara zulüm denilmiştir.

63

"Hayır! O kâfirlerin kalpleri bu konuda derin bir gaflet içindedir. Onların, bundan başka yapmakta oldukları başka bir takım işlen de vardır."

A- "Hayır! O kâfirlerin kalpleri bu konuda derin bir gaflet içindedir."

Yani o kâfirlerin kalpleri, Kur’ân'da beyan edilen, hakkı konuşan ve şahitler huzurunda onların kötü amellerini ortaya koyacak Allah'ın bir kitabı olduğu, sonunda da amellerinden dolayı ceza görecekleri gerçeğinden derin bir gaflet içinde bulunuyorlar. Nitekim gelecek bir âyette de, "Ayetlerimiz size okunuyordu" denilmektedir.

Yahut o kâfirlerin kalpleri, sâlih amel sahiplerinin güzel hallerinden derin bir gaflet içindedirler.

B- "Onların, bundan başka yapmakta oldukları başka bir takım işleri de vardır."

Yani onların, zikredilen, kalplerinin derin bir gaflet içinde olmasından başka çeşitli küfür ve günahları da vardır ki, bundan sonra gelecek "Büyüklük taslayarak arkanızı dönüveriyor; geceleri de bir araya gelerek hezeyanlar savuruyordunuz." âyetinde de belirtildiği gibi Kur’ân'ı eleştirmeleri de bunlardan idi. Onlar, bu fiillerini adet haline getirerek ısrarla sürdürüyorlar; o fiilleri bırakacak değillerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani mü’minlerin vasıflandırıldıkları mezkûr sâlih amellerden başka, yapmakta oldukları bir takam işleri vardır, demektir. Ancak bu görüşe şöyle itiraz edilebilir ki, onların kötü amellerinin, mü’minlerin iyi amellerinden başka olmakla vasıflandırılmasinın bir özel anlamı yoktur.

Bir diğer görüşe göre ise, yani "içinde bulundukları şirkten başka..." demektir. Ancak bu görüşün, isabetten uzak olduğu açıktır; çünkü bu, daha önce zikredilmedi ki, âyetteki "bundan" işareti onu gösterebilsin.

64

"Nihayet Biz, refah içinde yaşayanlarını o azap ile yakaladığımızda, bir de bakarsın ki, feryadı basıp Allah'a yalvarırlar."

Yani onlar, kötü amellerini sürdürecekler; nihayet kendilerine servet ve evlât verdiğimiz o müreffeh olanlarını azap ile yakaladığımızda bir de bakarsın ki, feryadı basıp yardım için Allah'a (celle celâlühü) yalvarırlar.

Karnilerine göre bu azap, Bedir savaşında öldürülmeleri ve esir alınmalarıdır. Kimilerine göre ise, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım! Mudaroğullarını ağır bir cezaya uğrat ve Hazret-i Yûsuf'un (onun devrinde Mısır'da olan) kıtlık yıllan gibi kıtlık yularını ver!" duası üzerine onların uğradıkları kıtlık ve açlıktır. Öyle kı, onlar, köpek etlerim, leşleri, yakılmış kemikleri ve çocuk cesetlerini bile yediler. Buna âhiret azabı da dahildir. Çünkü o azabı gördüklerinde feryadı basıp yalvarırlar; fakat onlara red cevabı verilir ve yardımdan umutları kesilir. Bedir savaşında maruz kaldıkları azapta ise, onların feryadı olmamıştır. Nitekim "Yemin olsun ki, Biz, onları azap ile yakaladık da, yine Rablerine boyun eğmediler ve yalvartılıyorlardı."Zira bu âyetteki azaptan kesin olarak, kastedilen, Bedir savasında öldürülmeleri ve esir alınmalarıdır. Açlık azabına gelince, Ebû Süfyan, bunun için Resûlüllah'a yalvarmış ve Resûlüllah da onu ümitsiz bırakmamıştı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kıtlığın kalkması için duâ etmiş ve bunun üzerine kıtlık onlardan kalkmıştır.

Azap, hepsi için umumî olduğu halde onların müreffeh zümresi, azap ile yakalanmak ve feryadı basmak zikrine tahsis edilmiş, çünkü bunların halinin tersine döndüğü, durumlarının altüst olduğu gayet açıktır ve bu hal onlar için daha zordur. Bir de, müreffeh zümre, refah içinde, korumalar ve muhafızlarla haşmet içinde yaşadıkları halde, bu perişan duruma düştüklerine göre, korumalar ve hizmetçiler haydi, haydi perişan olurlar.

65

"Boşuna bağırıp çağırmayın bu gün! Çünkü siz, tarafımızdan yardım görmeyeceksiniz!"

A- "Boşuna bağırıp çağırmayın bu gün!"

Yani onlara böyle denilecek ve onların, yalvarma vaktini kaçırmalarından dolayı talepleri reddedilecek, susturulacaklar ve boş umutlan kesilecektir.

B- "Çünkü siz, tarafımızdan yardım görmeyeceksiniz"

Yani bu yalvarmanın size bir faydası olmayacaktır; Bizim tarafımızdan, sizi, uğradığınız felâketten kurtaracak bir yardım olmayacaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Bize karşı size yardım edilmeyecek ve Bize engel olunmayacaktır. Ancak bu kelâm-ı kerîmin siyakı bu mânaya müsait değildir. Zira onların yalvarışı, Allah'tan başkasına değildir ki, başkası tarafından onlara böyle cevap verilsin.

66

Bak. Âyet 67.

67

"Zira âyetlerimiz size okunuyordu; siz ise büyüklük taslayarak arkanızı dönüveriyor, geceleri bir araya gelerek hezeyanlar savuruyordunuz."

A- "Zira âyetlerimiz size okunuyordu."

Bu âyet de, sarih olarak ifade ediyor ki, onlara yardım edilmemesinin sebebi, âyetleri inkar etmeleridir. Eğer yukarıda zikredilen görüşe göre belirtildiği üzere eğer nefy edilen yardım, başkasından vehmedilen yardım olsaydı, bunun illeti, onların âciz ve zelil olmaları, yahut gâlip kuvvet ve kudretin yegâne Allah'a ait olduğu şeklinde olurdu.

B- "Siz ise büyüklük taslayarak arkanızı dönüveriyor, geceleri bir araya gelerek hezeyanlar sa vuruyordunuz."

Yani dünyada âyetlerimiz size okunuyordu; fakat siz, Beyt-i Harâm'ın, yahut Harem toprağının hadimleri ve bakıcıları olmakla iftihar ederek, yahut Benim Kitabıma karşı kibir taslayıp onu yalanlayarak arkanızı dönüveriyordunuz; tasdik etmek ve uygulamak şöyle dursun, dinlemekten bile şiddetle yüz çeviriyordunuz. Geceleri de bir araya gelerek Kur’ân hakkında hezeyanlar savuruyordunuz. Nitekim o müşrikler, geceleri Kâ'be'nin etrafında toplanıp sohbet ediyorlardı ve genellikle de Kur’ân hakkında hezeyanlar savurup onu büyü ve şiir olarak vasıflandırıyorlardı,

68

"Onlar bu Kur’ân'ı iyice düşünmediler mi? Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir şey mi gelmiştir?"

Yani onlar, arkalarını dönme, büyüklük taslama ve hezeyan savurma fiillerini şuursuzca yaptılar da, niçin Kur’ân hakkında takındıkları çirkin tavır yerine, onun metin olarak da mucize olduğunu, mefhûmunun doğruluğunu, gaipten verdiği haberleri anlamak ve Allah (celle celâlühü) katından bir hak olduğunu idrâk etmek ve sonuçta ona îman etmek için onu iyice inceleyip düşünmediler? Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir şey mı gelmiştir kı, onu yadırgadılar; haktan uzak saydılar ve bu yüzden küfür ve dalâletlerine düştüler? Hülasa, Allah (celle celâlühü) katından peygamberlere Kitapların gelmesi, Allah'ın (celle celâlühü) kadım, bir sünnetidir; neredeyse inkârı kabil değildir. Ve Kur’ân'ın gelmesi de, aynı sünnetin devamıdır. O halde Kur’ân'ı nasıl inkâr ediyorlar?

Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah'a (celle celâlühü), Kitaplarına ve peygamberlerine îman edip boyun eğen Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) ve ondan sonra gelen Adnan, Kahtân, Mudar, Rebîa, Kays, Haris b. Kâ'b, Esed b. Huzeyme, Temim b. Murre, Tebbe', Dabbe b. Udde gibi eski atalarına gelmemiş olan Allah'ın (celle celâlühü) azabından emin olmak teminatı mı gelmiştir?

69

"Yoksa peygamberlerini tanımadılar da, bundan dolayı mı onu inkâr ediyorlar?"

Bu da o kâfirler için başka şekilde bir tevbıhtır. Yani yoksa onlar, Resûlüllah'ın eminliğini, dürüstlüğünü, güzel ahlakını, hiç kimseden öğrenim görmediği halde üstün ilmini ve peygamberlere lâyık olan diğer kâmil vasıflarını bilmediler de, bundan dolayı mı onun peygamberliğini inkâr ediyorlar?

70

"Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar? Hayır! O, kendilerine o hakkı getirmiştir. Onların çoğu ise o haktan hoşlanmayanlardır."

A- "Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar?"

Bu da o kâfirler için başka bir tahkirdir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), akılca insanların en üstünü, en zekisi, en sağlam görüşlü, en vakuru olduğu halde, onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar?

İkisi Kur’ân hakkında, ikisi de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında olan mezkûr dört tevbıhte aşağıdan yukarıya terakki usulü gözetilmiştir. Nitekim önce düşünmemekle tevbih edilmişler. Kur’ân, bunun keyfiyetini hiç açıklamamışsa da, bu tevbih konusu tahakkuk etmiştir. Sonra öyle bir şeyle tevbih edilmişler ki, eğer Kur’ân o vasfı taşımış olsaydı, onların inkâr sebebi olurdu. Sonra da Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olarak, onların Peygamberimizi tanımamakla tevbih edilmişlerdir. Bu da, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında hayır olsun, şer olsun, hiçbir şeyi bilmemeleri ile tahakkuk eder. Sonra da öyle bir şeyle tevbih edilmişler ki, Peygamberimizde bulunsaydı, onun peygamberliğine bir nakısa olurdu.

B- "Hayır! O, kendilerine o hakkı getirmiştir. Onların çoğu ise o haktan hoşlanmayanlardır."

Yani durum, onların Kur’ân ve Resûlüllah hakkında iddia ettikleri gibi değil, fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kaçınılmaz ve sabit, içinde bâtıl için asla yer bulunmayan bir hakkı kendilerine getirmiştir. Onların çoğu ise, fıtratlarında bâtıla uygun eğrilik ve yamukluk bulunduğundan dolayı, yalnız özellikle bu haktan değil, hiçbir haktan hoşlanmazlar. İşte bundan dolayıdır kı, onlar bu açık haktan da hoşlanmadılar ve bu geniş yoldan saptılar.

Âyette onların çoğunun zikre tahsis edilmesi, ancak diğerlerinin, bütün haklardan nefret etmediklerini gerektirmektedir. Bu ise, onların bu açık haktan hoşlanmamalarıyla çelişmez. Bunu iyice düşün!

Diğer bir görüşe göre ise, anılan hüküm, ekseriyetle kayıtlandırılmış, çünkü bazılarının îman etmemeleri, kendi kavminin kınamasından çekinmesinden dolayı, yahut anlayış kıtlığından ve yeterince düşünmemesinden dolayı idi. Ancak malumun olduğu üzere, onların hepsi küfürde ittifak ettikleri halde, bazılarının haktan nefret etmediklerinin söylemek, bu makamın hiç müsait olmadığı bir izahtır.

71

"Eğer Hak, onların kötü arzularına uysaydı, gökler ve yer ile onlarda bulunanlar mutlaka bozulurdu. Hayır! Biz onlara şereflerini getirdik. Fakat onlar, kendi şereflerine sırt çevirdiler."

A- "Eğer Hak, onların kötü arzularına uysaydı, gökler ve yer ile onlarda bulunanlar mutlaka bozulurdu."

Bu kelâm, beyan ediyor ki, haktan hoşlanmamaları, hakkın, kendi bâtıl arzularına uymadığı içindir ve onların bu arzulan, felâketi muciptir. Yani eğer onların hoşlanmadığı hak ve ezcümle Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdikleri, onların bâtıl arzularına uygun olsaydı, gökler ve yer ile onlarda bulunanlar mutlaka bozulurdu ve salâh ile intizamdan tamamen çıkmış olurdu. Zira nizamı yegâne ayakta tutan haktir.

Bu âyet, hakkın şanının ne kadar yüce ve makamının ne kadar yüksek olduğuna açıkça dikkat çekmektedir.

Kimilerine göre, âyet, şunu ifade etmektedir: Eğer Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği hak, onların kötü arzularına uyup da şirke dönüşseydi, muhakkak Allah (celle celâlühü), kıyameti koparıp bu âlemi helâk ederdi ve bunu asla ertelemezdi.

Ancak bu izah, Peygamberimizin haline uygun değildir.

Bazılarının, "yani hak onların arzularına uysaydı, Allah, İlâh olmaktan çıkardı" şeklindeki izahı ise, asla muhtemel olan bir mâna değildir.

B- "Hayır! Biz onlara şereflerini getirdik. Fakat onlar, kendi şereflerine sırt çevirdiler."

Bundan önce o kâfirler, âlemi ayakta tutan haktan hoşlanmamakla takbih edildikten sonra burada da, her nefsin tabiî olarak, kendi hayrına olan şeye rağbet ettiği halde onların kendi hayırlarına olan Kur’ân'dan yüz çevirmekle takbih edilmektedirler.

Burada zikirden murat, onların iftihar ve şeref vesilesi olan Kur’ân'dır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Hiç kuskusuz Kur’ân, senin ve kavmin için zikirdir (şereftir)"

Yani, hayır! Biz, onların en güzel şekilde yönelip kucaklamaları gereken iftihar ve şeref vesilelerini onlara getirdik. Fakat onlar, özellikle kendileri için şeref ve iftihar vesilesi olan Kur’ân'a sırt çevirdiler; yönelmeleri ve ilgilenmeleri hiç gerekmeyen bâtıldan ise yüz çevirmediler.

Kur’ân, Allah'a (celle celâlühü) nispet edilirken (Biz onlara zikirlerini getirdik) "zikir" unvanıyla zikredilmesinde, gizli bir nükte ve hârika bir hikmet olduğu açıktır. Zira bandoların, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şânı hakkında söylediklerinin hikâye edildiği makamın gereği olan, onu getiren Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) hak olmasını gerektiren Kur’ân'ın hak olduğunu sarih olarak belirtmektir. Şereflendirmek ise, özellikle Resûlüllah da şereflendirilenlerden olduğu zaman, ancak Allah'a (celle celâlühü) yaraşır.

Bir görüşe göre ise, burada zikirden murat, "Eğer öncekilere verilenlerden bizde de bir zikir (kitap) olsaydı... " âyetinde temenni ettikleri zikirdir.

Başka bir görüşe göre ise, bu zikir, onlara verilen öğüttür.

İlk iki görüşe göre, müşrikleri takbih anlamı daha şiddetli olur. Çünkü onların, kendi öğütlerinden yüz çevirmeleri, kendi şereflerinden, yahut temenni ettikleri kitaptan yüz çevirmeleri kadar şeni ve çirkin değildir.

72

"Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? İşte Rabbinin ücreti en hayırlıdır. O, rızk verenlerin de en hayırlısıdır."

Daha önce zikredilen, "Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar?" tevbıhinden sonra bu kelâmda da o kâfirlere farklı bir tevbih yöneltilmektedir. Yani yoksa onlar, risaleti edâ etmene karşılık onlardan bir ücret istediğini mi iddia ediyorlar? İşte Rabbinin, dünyada sana verdiği rızk ile ahirette sana vereceği mükâfat en hayırlıdır. Hulâsa,  sen, peygamberliğine karşılık onlardan, bîr karşılık isteme; zira şüphesiz Allah'ın (celle celâlühü) dünyada ve ahirette sana verdiği rızk, en hayırlıdır.

73

"Hiç şüphesiz sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun."

Yani hiç şüphesiz senin onları çağırdığın yol, aklı sekinin, doğruluğuna şâhitlik ettiği yoldur; onların her hangi bir şekilde seni itham etmelerini vehmettirecek bir eğrilik şaibesi yoktur.

Bu âyetlerde Allah (celle celâlühü) onları ilzam etmiş ve gerekçelerini kaldırmıştır. Nitekim inkâr ve ithama sebep olacak bütün hususları saymış ve onların, haktan hoşlanmamaları ve kıt anlayışları dışında hiçbir gerekçelerinin mevcut olmadığını beyan buyurmuştur.

74

"Ahirete inanmayanlar ise, hiç şüphesiz yoldan sapmaktadırlar."

O kâfirlerin, ahirete inanmamakla vasıflandırılmaları, onların dünyaya tamamen dalmalarını ve dünya hayatından başka hayat olmadığını iddia etmelerini takbih etmek ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. Zira ahirete inanmak ve o günün büyük hâdiselerinden korkmak, hakkı aramanın ve hak yoldan yürümenin en kuvvetli sebeplerindendir.

Burada yoldan, yol cinsi murattır. Yani onlar, senin kendilerini davet ettiğin dosdoğru yol şöyle dursun, bütün yoklardan sapmışlardır. Bu ifade, onların son derece sapkın ve azgın olduklarını bildirmektedir. Zira bu ifade bildiriyor kı, gittikleri yola, eğri yol bile denmez.

75

"Eğer Biz, onlara acıyıp da, içinde bulundukları sıkıntıyı kaldırmış olsaydık, muhakkak azgınlıkları içine dalıp bocalar, dururlardı."

Yani eğer Biz, onlara acıyıp da, içinde bulundukları kıtlık ve kuraklığı kaldırmış olsaydık, muhakkak aşın küfürleri, kibirleri, Resûlüllah ile mü’minlere olan düşmanlıkları içine dalıp hidâyetten uzak olarak hayretler içinde kalırlardı.

Rivâyet olunuyor ki, Sümâme b. Esâl El-Hanefî, Müslüman olup Yemâme'ye gidince ve Mekke halkına gıda maddelerinin gelmesine engel olunca ve Allah (celle celâlühü) onlara kıtlık musallat edip Mekke halkı, kana batırılan deve yünlerini bile yemek zorunda kalacak kadar şiddetli bir açlığa maruz kalınca, Ebû Sûfyân, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip dedi ki: "Allah ve akrabalık hakkı için söyler inisin, âlemlere rahmet olarak gönderildiğini iddia eden sen değil mısın?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Elbette ki öyledir!" buyurdu.

Ebû Süfyan dedi ki: "Ey Muhammed! Babaları klıçla öldürdün; evlâtları da açlıkia öldürdün." işte o zaman bu âyet nazil oldu. Yani eğer Biz, onlara acıyıp da, başlarına gelen kıtlık ve zayıflığı kaldırsak ve onlar, bolluğa çıksalar yine eski küfürlerine ve kibirlerine dönerler ve bu yalvarış ve yakarışları da unutulacak. Nitekim öyle de oldu.

76

"Yemin olsun ki. Biz, onları azap ile yakaladık da, yine Rablerine boyun eğmediler. Zaten onlar yalvarmıyorlardı."

Bu azaptan murat, Bedir savaşında öldürülmeleri, esir alınmaları ile onların uğradıkları çeşitli azaplar ve ezcümle anılan kıtlıktır. Yani onları bu azaplarla yakaladığımız halde onlar yine de Rablerine boyun eğmediler; zelil olduklarını kabullenmediler; aksine azginlıklarını ve kibirlerini sürdürdüler. Zaten onların adetinde yalvarmak yoktu.

77

"En son üzerlerine Biz çok çetin bir azap kapısı açınca, bir de bakarsın, onlar orada umutsuz kalmışlardır."

Bu azap, âhiret azabıdır. Nitekim kapının açılması ve şiddetli olmak ile vasıflandırılarak korkunç gösterilmesinden de anlaşılmaktadır. Hulâsa,  onlar âhiret azabı görmeden önce dünyada öldürülmek, esir alınmak, açlık ve başka mihnetlere duçar oldukları halde, onlardan bir itaat yumuşaması ve İslam'a yönelme hiç görülmedi. Ebû Sûfyanın, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip yalvarması ise, Allah'a (celle celâlühü) boyun eğmek ve yalvarmak ile hiç alakası yoktu; fakat amacına ulaşıncaya kadar bir nevi alçaklık idi. Bu itibarla Ebû Sûfyanın hali, "Aç kalınca yaltaklanır; tok olunca azar" kabilindendir. İşte o müşriklerin çoğu, âhiret azabını görünceye kadar tutumlarını sürdürürler; âhiret azabını gördüklerinde ise, artik bütün umutlan kesilir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki kapıdan murat, açlıktır. Zira açlık, öldürülmek ve esir alınmaktan daha şiddetli ve umumîdir. Yani Biz, önce onları Bedir savaşında ileri gelenlerinin öldürülmeleri ve esir alınmaları azabı ile yakaladık; fakat onlardan yalvarma ve boyun eğme görülmedi. En son onların üzerine, daha ağır ve etkili olan açlık kapısını açınca, işte o zaman umutlarını kestiler; boyunları eğildi ve onların en azgınları ve en inatkları, sana gelip atıfet dilediler. Ancak isâbetli olan, birinci görüştür.

78

"Sizin için kulakları, gözleri ve kalpleri yaratandır. Ne de az şükrediyorsunuz!"

Yani Allah (celle celâlühü), sizin kâinat âyetleri ile vahiy âyetlerini görmeniz için kulaklarınızı ve gözlerinizi ve gördüklerinizi tefekkür edip gereği gibi ibret almanız için de kalplerinizi yaratandır. Sız bu büyük nimetlere şükür sayılmayacak kadar ne de az şükrediyorsunuz! Zira şükürde esas olan, haddi zâtında büyük nimetler olan bu güçleri, yaratılış gayesine uygun olarak kullanmaktır. Sız ise, bunu çok ihlal ediyorsunuz.

79

"Sizi yeryüzünde yaratıp yayan da O'dur. Ve siz ancak O'nun huzurunda toplanacaksınız."

Yani sizi, üremek yoluyla yaratıp yeryüzüne yayan da O'dur. Ve siz, böyle dağıldıktan sonra kıyamet gününde başkasının değil, ancak O'nun huzurunda toplanacaksınız. O halde size ne oluyor ki, O'na îman etmiyorsunuz ve nimetlerine şükretmiyorsunuz?

80

"Yaşatan da, öldüren de O'dur; gecenin ve gündüzün değişmesi de O'nundur. Yine de aklınızı kullanmaz mısınız?"

Yani yaşatmak ve öldürmekte de hiçbir gücün O'na müdâhalesi yoktur. Ve gece ile gündüzün değişmesinde, birbirini izlemesinde yahut uzamak ve kısalmak şeklindeki değişikliklerinde, yahut İlâhî emir ve hükümler itibarıyla değişik olmalarında yegâne müessir O'dur. Siz hâlâ tetkik ve tefekkür ile aklınızı kullanarak hepsinin Bizden olduğuna ve Bizim kudretimizin, bütün mümkünleri ve ezcümle tekrar dirilmeyi de kapsadığını idrâk etmez misiniz?

81

"Buna rağmen onlar, eskilerin dedikleri gibi dediler."

Yani onlar, akıllarını kullanmadılar; fakat ataları ve onların bir başka dindaşlarının dedikleri gibi dediler.

82

"Dediler ki: "Gerçekten biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelince mi, mutlaka tekrar diriltileceğiz?"

Bu âyet, bundan önceki âyetin iphamına tefsir ve icmaline tafsildir. Bununla ilgili izahat daha önce geçti.

83

"Yemin olsun ki, bize de, daha önce atalarımıza da böyle vaatte bulunuldu. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir."

84

"Ey Resûlüm! Sen de onlara de ki: Eğer biliyorsanız, söyleyin, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?"

Yani ey Peygamberim! Sen de onlara de ki; eğer siz bir şey biliyorsanız, bana söyleyin bakalım, bu dünya ve ondaki varlıklar, kime aittir? Zira bu, cevap olarak yeterlidir.

Bu ifade, durumun gayet açık olduğunu ve onların cehaletini pek kuvvetli olarak açıkça ortaya koymaktadır.

Yahut yani eğer bunu biliyorsanız, bana haber verin, demektir. Buna göre âyet, onları tahkir etmekte ve cehaletlerini açıklamaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, onlar cevap vermeden önce Allah (celle celâlühü) onların cevabını şöyle açıklamaktadır:

85

"Onlar: "Allah'a aittir" diyecekler. De ki: "Yine düşünmeyecek misiniz?"

Zira akıl, zorunlu olarak, hepsinin yaratıcısının Allah (celle celâlühü) olduğunu itiraf etmeye kendilerini mecbur kılmaktadır. Onlar bunu itiraf ettiklerinde ise kendilerini susturmak üzere de ki; siz bunu bildiğiniz halde, yahut bunu söylediğiniz halde, niçin düşünmüyorsunuz ki, dünyayı ve ondaki bütün varlıkları baştan yaratan Allah (celle celâlühü), ikinci kez onların iadesine de Kaadir'dir.

Zira ilk fiil, iadeden daha kolay değildir; hatta akılların kıyasına göre durum, bunun aksinedir.

86

"De ki: "Yedi göklerin rabbi ve muazzam Arş'ın rabbi kimdir?"

87

"Onlar: "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Hâlâ Allah'tan sakınmaz mısınız?"

Yani onları susturmak ve tevbilı için de ki; siz bunu bildiğiniz halde, kendinizi O'nun azabından sakınmıyorsunuz. Nitekim bu bilginin gereğim yapmıyorsunuz; O'nu inkâr ediyorsunuz; tekrar dirilmeyi reddediyorsunuz ve O'na İlahlıkta ortak nispet ediyorsunuz.

88

"De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, fakat Kendisine karşı ko umulmayan kimdir?"

Yani eğer bir şey biliyorsanız, yahut bunu biliyorsanız, söyleyin bakalım, zikredilen ve edilmeyen şeylerin tam ve kahir mülkiyetini, yahut hazinesini elinde tutan, dilediği zaman başkasını koruyup kollayan, fakat Kendisine karşı başkasını korunmak ve ona yardım etmek mümkün olmayan kimdir?

89

"Onlar: "Allah'ındır" (Allah'dır) diyecekler, De ki: "O halde nasıl oluyor da, böyle aldatılıyorsunuz?"

Yani onlar, hakkı itiraf etmek zorunda kalarak diyecekler kı; "her şeyin hükümranlığı Allah'ındır (celle celâlühü); Kendisi, başkasını koruyan, Kendisine karşı ise korunulması mümkün olmayan yegâne O'dur." De ki; o halde nasıl oluyor da, aldatılıyorsunuz ve bile bile doğruluktan bu azgın hâlinize döndürülüyorsunuz. Zira aldatılmış ve aklı karışmış olmayan kimse böyle olmaz.

90

"Hayır! Biz, onlara o hakkı getirdik; onlar ise, hiç şüphesiz yalancılardır."

Yani Biz, hak olduğu tartışma götürmez olan tevhidi ve tekrar dirilme haberini onlara getirdik; onlar ise, şirk ve kıyameti inkâr konusundaki sözlerinde hiç şüphesiz yalancıdırlar.

91

"Allah evlât edinmemiştir; Onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Olsaydı, elbette her ilâh kendi yarattığını idare eder ve şüphesiz biri diğerine galebe çalardı. Allah onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir."

A- "Allah evlât edinmemiştir; Onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Olsaydı, elbette her ilâh kendi yarattığını idare eder ve şüphesiz biri diğerine galebe çalardı."

Yani Hıristiyanların ve meleklerin Allah'ın (celle celâlühü) kızları olduklarını iddia edenlerin söylediklerinin aksine Allah (celle celâlühü) asla evlât edinmemiştir; O, bundan çok münezzehtir. Puta tapanların ve diğerlerinin dediklerinin aksine, ilâhlıkta O'na ortak olacak hiçbir ilâh da yoktur. Eğer iddia ettikleri gibi Onunla beraber başka bir ilâh olsaydı, elbette her ilâh kendi yarattığını tek başına idare etmeye kalkar; onun hükümranlığı diğerlerinin hükümranlığından ayrı-kr ve hükümdar arasında olduğu gibi ilâhlar arasında bir mücadele ve savaş olurdu ve şüphesiz biri diğerine galebe çalardı. Böylece her şeyin hükümranlığı, tek başına Allah'ın (celle celâlühü) kudret elinde olmazdı. Bu ise, hiçbir aklı selim sahibinin asla söylemeyeceği bâtıl bir şeydir. Üstelik bütün kâinatın, Vâcibü'l-Vücûd (varlığı zorunlu) bir tek Zâtın kudretine dayandığına dâir kesin deliller ortadır.

B- "Allah onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir."

Yani Allah onların Kendisine yakıştırdıkları ortaklardan ve evlâttan tamamen münezzehtir.

92

"Allah, gaibi de, açığı da bilendir. Öyleyse O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir."

Allah'ın (celle celâlühü) gaibi de, açığı da bilmesi, ortağının olmadığına diğer bir delildir. Zira onlar da, yalnız Allah'ın (celle celâlühü) bunları bildiğini kabul etmektedir. İşte bundan dolayı "öyleyse O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir" denilmiştir. Zira bu bilgilerin Allah'a (celle celâlühü) mahsus olması, Kendisinin, ortağı olmaktan münezzeh olmasını gerektirmektedir.

93

Bak. Âyet 94.

94

"Ey Resûlüm! De ki: "Rabbim! Eğer onlara vaat olunan azabı bana gösterecek isen, Rabbim! O halde beni o zâlim kavim içinde bulundurma!"

Bu azaptan murat, dünyevî azaptır; zira uhrevî azap, bu makama münâsip değildir. Yani Rabbim! Eğer tamamıyla yok edici olan dünyevî azabın mutlaka gelmesi zorunlu ise, o halde onların içinde olacakları azapta beni onlara arkadaş etme!

Bu kelâm bize bildiriyor ki, onlara vaat edilen azap, çok feci bir azaptır; öyle kı, o azaba uğramayacak kimselerin bile ondan Allah'a (celle celâlühü) sığınması lazımdır. Yine, bu kelâm, onların bu azâbi inkâr etmelerinin ve istihza yoluyla onu âcil olarak istemelerinin reddidir.

Diğer bir görüşe göre ise, Resûlüllah'a bunun emredilmesi (ey Resul! De ki...), nefsini sindirmek içindir.

Bir diğer görüşe göre ise, kâfirlerin uğursuzluğu, bazen başkalarına sıçradığı için Resûlüllah'a bu emredilmiştir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere bulaşmakla kalmaz."Rivâyet olunuyor ki, Allah (celle celâlühü), Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinde büyük bir felâket meydana geleceğini bildirmiş; fakat onu zamanına muttak kilmamiştır. İşte ondan dolayı kendisine bu duayı emir buyurmuştur.

95

"Biz, onlara vaat ettiğimiz azabı sana göstermeye hiç şüphesiz kaadir'iz."

Fakat Biz, o azabı erteliyoruz; çünkü onların veya onlardan sonra gelecek olanların bazısının îman edeceklerini biliyoruz. Yahut ey Resûlüm! Sen onların içinde iken Biz, onlara azap etmeyeceğimiz için bu azabı erteliyoruz.

Başka bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü) bu azabı Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) göstermiştir; bu azap, Bedir savaşında, yahut Mekke fethinde onların başına gelenlerdir. Ancak bu görüşün, isabetten uzak olduğu açıktır. Zira bundan ilk akla gelen, onların müstahak oldukları bu vaat edilen azabın, korkunç ve tamamen yok edici bir azap olup gerekli hikmeti için, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle olmamasıdır.

96

"Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav! Biz, onların seni nasıl vasıflandırdıklarını en iyi bileniz."

A- "Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav!"

En güzel olan tutum, bağışlamak ve kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. Ancak bu tutum, dinde zafiyete sebep olmamalıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, en güzel olan, tevhîd kelimesidir; kötülük de ortak koşmaktır.

Bir diğer görüşe göre ise, en güzel olan, mârufu (meşrûu) emretmektir; kötülük de, dinen yasak olandır.

B- "Biz, onların seni nasıl vasıflandırdıklarını en iyi bileniz."

Yani Biz, onların hilafı hakikat olarak seni nasıl yanlış vasıflandırdıklarını en iyi bileniz.

Bu kelâm, onlar için bir ceza ve azap tehdididir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için ise, bir tesellidır ve işini Allah'a (celle celâlühü) havale etmesi için yol göstermektir.

97

"Ve de ki: "Rabbim! O şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım!" .

98

"Onların karşımda bulunmalarından da Sana sığınırım, Rabbim!"

Yani Allah (celle celâlühü) tarafından sana emredilen güzelliklerin ve ezcümle kötülüğü iyilikle savmanın aksini telkin eden şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım ve onların, huzurumda bulunmalarından da Sana sığınırım!

Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), şeytanların vesveselerinden Rabbine sığınması emredildikten sonra onlarla olan ilişkilerden şiddetle kaçınmayı ifade etmek için onların huzurundan da Rabbine sığınması emredilmiştir. Hulâsa,  de ki: Rabbim! Şeytanların herhangi bir halde benim huzurumda ve etrafımda bulunmalarından da. Sana sığınırım!

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğu üzere bu sığınmanın, namaz ve Kur’ân okumak haline tahsis edilmesi ve Ikrıme'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğu üzere ölüm haline tahsis edilmesi, sığınmaya daha çok ihtiyaç olduğu haller olmasından dolayıdır.

99

Bak. Âyet 100.

100

"En son, o müşfiklerden birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! Beni geri çevir; umulur ki, terk ettiğim îmanla beraber iyi iş yaparım!" der. Asla! Şüphesiz o, onun mutlaka söyleyeceği bir sözdür, önlerinde dirilecekleri güne değin bir berzah (engel) vardır."

A- "En son, o müşriklerden birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! Beni geri çevir; umulur ki, terk ettiğim îmanla beraber iyi iş yaparım!" der."

Yani o müşrikler, mezkûr hallerini sürdürürler; nihayet onlardan her hangi birine, geri çevrilmesi mümkün olmayan ölüm gelince ve ölüm alâmetleri belirince, îman ve ibâdetteki taksiratına pişman olarak der ki; Rabbim! Beni geri dünyaya çevir ki, îman ettikten sonra iyi işler yaparım!

Âyette, "umulur ki, îman ederim; sonra da sâlih ameller yapayım" denilmek suretiyle, diğer sâlih ameller gibi îmanın, temenniye dâhil edilmemiş olması, dünyaya dönmesi takdirinde îman etmesi, umulan bir şey olmak değil, mutlaka gerçekleşecek bir husus olduğunu, bunun için vukuunu haber vermeye gerek olmadığını zımnen bildirmek içindir. Yani gerçekleştireceğini muhakkak olan îman ile beraber belki sâlih amel de yaparım.

Diğer bir görüşe göre ise, yani terk ettiğim mal veya dünyadan demektir.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Alümın, ölüm meleklerini görünce, melekler ona derler ki: "Seni dünyaya geri çevirelim mi?" derler. Mü’min: "Kederler ve hüzünler yurduna mı? Hayır! Allah (celle celâlühü) tarafına!.." der. Kâfir ise: "Beni geri çevirin!" diye yalvarır."

B- "Asla! Şüphesiz o, onun mutlaka söyleyeceği bir sözdür, önlerinde dirilecekleri güne değin bir berzah (engel) vardır."

Yani onun geri dönme talebi asla kabul olunmayacaktır; geri dönmesi imkânsızdır. Onun, "Rabbim! Beni geri çevir... " sözü, derin pişmanlığından dolayı mutlaka söyleyeceği bir sözdür. Onların önlerinde dirilecekleri kıyamet gününe kadar geri dünyaya dönmelerine bir engel vardır.

Bu, onların dünyaya geri dönme umutlarını tamamen kesmektedir. Zira kıyamet günü artık dünyaya geri dönüş olmayacağı bilinmektedir. O gün âhiret hayatına dönülecektir.

101

"Sûr'a da üfürüîünce, artık o gün aralarında akrabalık bağlan kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar."

Yani dirilme ve mezarlardan kalkmanın gerçekleşeceği ikinci nefha'da kıyamet için Sûr'a üfürüîünce... Diğer bîr görüşe göre ise burada "sûr", cesetler demektir. Yani cesetlere ruhları üfürüîünce, artık o gün aralarında kendilerine fayda verecek akrabalık bağları kalmaz. Çünkü büyük şaşkınlık ve dehşetten dolayı rahim (akrabalık ilişkisi) ve atıfet kalkmış olur. Öyle kı o gün insan, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve evlâdından bile kaçar. Yahut o gün, dünyadakinin aksine, iftihar edecekleri soy sop kalmaz. Ve o gün herkes kendi nefsiyle meşgul olduğu için birbirlerini arayıp sormazlar. "O zaman birbirlerine yönelip birbirlerini sorarlar." âyeti bununla çelişmez; çünkü buradaki durum, ikinci nefha'nin başındadır. Orada anlatılan ise, ondan sonradır.

102

"O zaman kimin tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

Yani o zaman kimin itikat ve amel tartıları ağır basarsa, kimin Allah (celle celâlühü) katında tartısı ve değeri olan doğru itikatları ve sâlih amelleri olursa, işte onlar bütün arzularına erenlerin ve bütün fenalıklardan kurtulanların ta kendileridir.

103

"Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerine yazık etmişlerdir ki, Cehennemde sonsuz kalacaklardır."

Yani kimin de Allah (celle celâlühü) katında tartısı ve değeri olan itikatları ve amelleri olmazsa, işte onlar da, kendi nefislerine kemalât kazandırmamak, zamanlarını zayi etmek ve kemale erme kabiliyetini ortadan kaldırtmak suretiyle yazık etmişlerdir. Bunlar, kâfir olanlardır. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Kıyamet gününde onlar için bir tartı ikame etmeyiz.". Bu konudaki tafsilat A'raf sûresinde geçti.

104

"Orada yüzlerini ateş yalar. Orada onların suratları çirkin ve gülünç bir haldedir."

Burada özellikle yüzlerin zikre tahsis edilmesi, bütün âzâ'ların en şereflisi olmasından dolayıdır. Bu itibarla onun hâlini beyan etmek, Cehenneme sebep olan günahlardan caydırmak için daha etkikdir.

105

"Onlara denecek ki: "Âyetlerim, size okunurdu da, siz onları yalanlardınız değil mi?"

Yani onları tahkir, tevbih için ve azaba müstahak olmalarına sebep olan hususu hatırlatmak üzere kendilerine denilecek ki: Dünyada âyetlerimiz size okundu da, siz o zaman onları yalanladınız değil mı?

106

"Onlar diyecekler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bastırdı da, sapıklar güruhu oluverdik."

Yani diyecekler ki: Kendi irademizle seçmiş olduğumuz azgınlığımız bize gâlip geldi de, onun sebebiyle haktan sapmış bir güruh oluverdik.

Gördüğün gibi onların bu sözleri, duçar oldukları azabın, kendi kötülükleri sebebiyle olduğunu itiraf etmeleridir. Bazılarının dediği gibi bunun, haklarında yazılmış ezelî bedbahtlığın galip gelmesinin ifadesi seklinde bir mazeret beyanı olduğu görüşü ise, haddi zâtında bâtıldır. Zira onlara ne saadet, ne de bedbahtlıktan hiçbir şey yazılmaz; ancak Allah'ın (celle celâlühü), onların kendi ihtiyarlarıyla yapacaklarını bildiği şeyleri yazmıştır. Zira zorunlu bir gerçektir kî, ilim, maluma tâbidir. Ayrıca bu görüşü bundan sonraki âyet de reddetmektedir.

107

"Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha küfre dönersek, işte o zaman biz gerçekten zâlimleriz, "

Yani ey Rabbimiz! Bizi ateşten çıkar ve dünyaya gönder. Eğer biz tekrar küfre ve günahlara dönersek, biz, zulümde haddi aşmış oluruz.

İşte bu âyet de, mezkûr görüşü (kader mahkumu olmakla mazeret beyan etmeleri görüşünü) red etmektedir. Zira eğer, kendilerinden sâdır olan günahlara mecbur ve mahkum, olduklarına inanmış olsalardı, dünyaya dönmeyi talep etmezlerdi ve döndükleri takdirde îman ve ibâdeti vaat etmezlerdi. Hattâ onların, "eğer biz dönersek... " sözleri sarih olarak bildiriyor ki, onlar o anda îman ve tâat duygusu içindedirler. Dünyaya döndükleri takdirde vaat ettikleri ise, îman ve tâati ihdas etmek değil, fakat o anda mevcut: olana sebat etmektir.

108

"Allah buyuracak ki: "Tutun dilinizi orada! Bana karşı söz söylemeyin artık!"

Yani Cehennemde hor ve zeki olarak susun ve köpekler gibi defolun! Cehennemden, çıkarılıp dünyaya gönderilmek için de artık Benden bir şey istemeyin!

Bir görüşe göre ise, yani azabın kaldırılması için Bana bir şey söylemeyin! demektir. Ancak gelecek illet, bu görüşü reddetmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani artık Benimle hiç konuşmayın! demektir ve bu onların son sözü olur; ondan sonra ancak manâları anlaşılmayan uğultu, homurtu ve köpek uluması gibi sesler işitilecek. Fakat bundan sonraki hitaplar, kesinlikle bu görüşü redd etmektedir.

109

"Zira kullarımdan bir zümre vardı ki: "Rabbimiz! İman ettik. Bizi artık bağışla ve bize merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” derlerdi.

Bu zümre, mü’minlerdir.

Bir görüşe göre ise, Sahabî'lerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, Ehl-i Suffa'dır (radıyallahü anh)

110

"Siz de onları alaya aldınız. Bu, Beni anmayı bile size unutturmuştu. Siz onlara hep güler, dururdunuz."

Yani siz artik "Rabbimiz!.." dualarınızı bırakın, susun; çünkü siz, "Rabbimiz! Biz îman ettik..." şeklinde duâ edenlerle alay ediyordunuz ve onların istihzasiyla hep meşgul oluyordunuz. Hattâ siz o kadar onlarla alay etmekle aşırı derecede meşgul oldunuz ki, bu haliniz. Beni anmayı bile size unutturmuştu ve artık siz onlara hep güler dururdunuz.

111

"Bugün Ben, onlara, sabretmelerinin mükâfatını verdim. Onlar gerçekten muratlarına erenlerdir."

Bu âyet, o bahtiyar insanların güzel halini ve kâfirlerin eziyetlerinden dolayı fayda gördüklerini beyan etmektedir.

112

"Allah, onlara: "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar."

Bundan önce Allah "dilinizi tutun orada! Bana karşı söz söylemeyin artık" sözleriyle dünyaya dönmelerinin imkânsız olduğuna dikkat çektikten sonra bu kelâm ile de Kendisi veya buna memur olan melek, onların geri dönmek istedikleri dünyada ne kadar kaldıkların hatırlatmak için bunu sormaktadır.

113

"Onlar derler ki: "Bir gün, yahut daha da az bir zaman kaldık, işte sayanlara sor!"

Yani onlar, dünyada kaldıkları süreyi bu şekilde çok kısa gösterdikten sonra derler ki; işte bunun sayısını bilenlere sor; zira bizim başımıza gelen bu azaptan dolayı biz bunun gerçek sayısını bilmeyiz.

Yahut kulların ömürlerini ve amellerini sayan meleklere sor! demektir. Bir kırâete göre, azgınlara sorun; zira onlar da bizim dediğimizi derler, anlamına gelecek şekilde okunmuştur. Buna göre, her halde bunu söyleyenler, avam halk olup onlar, reisleri, kendilerini saptırarak onlara zulmettikleri için, bunlar onlari böyle vasıflandırırlar. Bir diğer kırâete göre ise, eskiden çok yaşamış olanlara sorun, çünkü onlar da, bu sûreyi böyle kısa görürler, anlamına gelecek şekilde okunmuştur.

114

"Allah buyurur ki: "Siz sadece pek az bir zaman kaldınız; siz bilmiş olsaydınız!.."

Yani Allah yahut melek onları tasdik ederek der ki; siz sadece pek az bir zaman kaldınız. Eğer bir şey bilmiş olsaydınız, yahut ilim ehlinden olmuş olsaydınız, bunu, az kaldığınızı bildiğiniz gibi o gün de az kaldığınızı anlardınız ve bunun gereğini yapardınız ve bu azapta ebedî kalmazdınız.

115

"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten Bize döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?"

Yani siz, hiçbir şey bilmiyor musunuz ki, üstün bir hikmet olmaksızın sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin Bize döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız ki, tekrar dirilmeyi inkâr ettiniz. Zira ikinci dirilme olmadığı takdirde sizin yaratılmanız boşuna yaratılma kabilinden sayılır. Biz, tekrar hayata iade etmek ve amellerinizin karşılığını vermek için sizi yarattık.

116

"İşte mutlak hâkim ve hak olan Allah, çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, yüce arş-ı kerîmin rabbidir."

Bu kelâm, Allah'ın (celle celâlühü) Zâtını ve ilk hayat ile son hayatta kulların mükâfat ve cezalarını üstün ve erişilmez bir hikmetle yöneten O'nun şanım tazim etmektedir. Yani Allah Zâtı itibarıyla yücedir ve Zâtında, sıfatlarında, hallerinde ve fiillerinde yaratılmışlara benzemekten ve fiillerinin, hikmet ve maslahatların ve övgüye lâyık sonuçlardan bilgisiz olmaktan münezzehtir. O, başlangıçta da, iadede de, îcat ile îdam (yok etmek), diriltmek ile öldürmek, cezalandırmak ve mükâfatlandırmak hususlarında yegâne mutlak hak ve hâkimdir; O'ndan başka her şey, O'nun mülkü ve hükümranlığının kahrı altındadır. O'ndan başka hiçbir İlâh yoktur; zira O'ndan başka herkes O'nun kuludur; O, yüce Arş'ın sahibidir. Şu halde Arş'ın altında ve ihatası içinde kalan bütün varlıkların da sahibidir.

Arş'ın "kerîm" olarak vasiflandırılması, ya vahyin ve ezcümle Kur’ân-ı Kerîm, yahut hayır, bereket ve rahmet oradan indiği içindir. Ya da en büyük kerem sahibi Allah'a (celle celâlühü) nispet edildiği içindir. Bir kırâete göre ise, Kerîm kelimesınin harekesi, Rabbe sıfat olacak şekilde okunmuştur. Nitekim "Şerefli Arş'ın sahibidir." âyeti de bu kabildendir.

117

"Her kim, Allah ile beraber, kendisi için ona hiçbir delil bulunmadığı halde başka bir ilâha yalvarırsa, işte onun hesabı rabbinin katındadır. Şu muhakkak ki, kâfirler, felâh bulmazlar."

A- "Her kim, Allah ile beraber, kendisi için ona hiçbir delil bulunmadığı halde başka bir ilâha yalvarırsa, işte onun hesabı rabbinin batındadır."

Burada "ona hiçbir delil bulunmadığı halde" ifadesi, "başka ilâh" ifadesi için lâzım (ayrılmaz) bir sıfat olup, "İki kanadıyla uçar..."kabilindendir ve tekit ifade etmektedir. Bu ifade, şu hakikate dikkat çekmektedir: De ki sız bir dindarlık, geçersizdir. Şu halde en basit akılların bile aksine hükmettiği bâtıl din ile dindarlık nasıl olabilir?

B- "Şu muhakkak ki, kâfirler, felâh bulmazlar."

Bu sûre-i kerîme, mü’minlerin felahını bildiren âyet ile başlamakta ve sûrenin sonunda da, kafirlerin felâh bulmayacakları bildirlmektedir. Sonra da Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) mağfiret ve rahmet istemesi şöyle emredilmektedir:

118

"Ey Resûlüm! De ki: “Rabbim! (Ümmetimi) bağışla, onlara merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”

Bu âyet, mağfiret ve rahmet dilemenin, en önemli dini işlerden olduğunu bildirmektedir. Öyle ki, geçmiş ve gelecek yanlışları bağışlanmış olan Peygambere Aşı bile emredilmiştir. Şu halde diğerleri için ne kadar önemli olmakdır!

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Mü'minûn sûresini okursa, Ölüm Meleği kendisine indiğinde melekler ona rahatlık, güzel rızk ve gözlerini aydın kılacak büyük nimetler müjdelerler."

Yine Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bana öyle on âyet indirildi ki, onların hükümlerini ikame eden kimse, Cennete girer. " Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra Mü'minûn sûresinin başından on âyet okudu." 4

4 Tırmızî, Kıtabü't-Tefsır, Sûre: 23, Bab: 1

Yine rivâyet olunuyor ki, bu sûrenin bası da, sonu da, Cennet, hazinelerındendir. Her kim, sûrenin başından üç âyetle amel ederse ve sonundan da dört âyetle öğütlenirse, mutlaka kurtuluş ve felâh bulur.

0 ﴿