NÛR SÛRESİ

Bu sûre, 62 veya 64 âyettir; tamamı Medine'de nazil olmuştur,

1

"Bu, katımızdan, indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt alırsınız diye onda pek açık âyetler de indirdik."

A- "Bu, katımızdan indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir."

Yani bu sûre, katımızdan indirdiğimiz ve hükümlerini kesin olarak farz kıldığımız pek şanlı bir sûredir.

Bu âyet, sûrede farz kılınanların farziyetinin pek kuvvetli olduğunu açıkça bildirmektedir.

Diğer bir kırâete göre ise, bu sûre, birçok farzları ihtiva etmektedir, yahut selef ile haleften, mükelleflerinin çok olduğu farzları kapsamaktadır, anlamına gelecek şekilde okunmuştur.

B- "Düşünüp öğüt alırsınız diye onda pek açık âyetler de indirdik."

Eğer bu âyetlerden murat, en zahir görüş olduğu üzere, farz kılman hükümlerin ifade edildikleri âyetler olursa, onların bu sûrede bulunmaları keyfiyeti açıktır ve o âyetlerin pek açık olmasının mânası da, hükümlerine delâletleri açık demektir. Yoksa mutlak olarak pek açık demek değildir; çünkü mutlak olarak bu âyetlerin ifadeleri de, diğer sûrelerin âyetleri gibidir. Bu görüşe göre, sûrenin indirilmesi, bu âyetlerin indirilmesini de ifade ettiği halde, ’indirmek" fitlinin burada da tekrar edilmesi, bu âyetlerin şanına son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Eğer bu âyetlerden murat, sûrenin bütün âyetleri olursa, bu zâidiyet (onda pek açık...), bir küllün (bir bütünün), kendi cüzlerinin (parçalarının) her birine şâmil olması itibanyladır. Bu görüşe göre, bu sûrenin âyetlerinin tamamı, sûrenin kendisi olduğu halde, indirmek fiilinin tekrar edilmesi, âyetlerin şerefini ve yüksek mevkiini göstermek içindir. Bu ifade, "Biz, Hûd'u ve onunla beraber îman edenleri kurtardık." cümlesinden sonra "Ve onları ağır bir azaptan kurtardık." denilmesi kabilindendir.

Yani öğüt alırsınız ve hükümlerinin icrasını gerektiren hâdiselerin vukuunda icaplarını uygularsınız diye bu sûrede pek çok âyetler de indirdik.

Bu kelâm, bize bildiriyor ki, bu âyetler devamlı hatırda tutulmalıdır. Öyle ki, onlara ihtiyaç hâsıl olduğunda hemen o âyetlere baş vurulmakdır.

2

"Zinâ eden kadın ile zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın. Onların uygulanan cezasına mü’minlerden bir grup şahit olsun!"

A- "Zinâ eden kadın ile zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun."

Burada, zikredilen pek açık âyetlerin tafsilatına ve hükümlerinin beyanına geçilmektedir.

'/Aniye, kendi arzusuyla zinâ eden, kendi isteğiyle erkeğe zinâ imkânını veren kadındır; yoksa kendisiyle zorla zinâ edilen kadın değildir.

Âyette zaniye kadın, zinâ eden erkekten önce zikredilmiş, çünkü zinâ fiilinde asıl olan kadındır; zira zinâ filini tahrik eden şeyler, kadında daha çoktur ve kadın, bu fiile imkân vermediği takdirde bu fiil gerçekleşmez.

Bu âyette bildirilen yüz sopa hükmü, önceleri, evli olan ve olmayan bütün kadınları kapsayan umumî bir hüküm idi. Sonra bu hüküm, evli kadınlar hakkında kesin olarak nesih edildi (kaldırıldı). Bu kesin nesih konusunda delil olarak, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), zinâ işleyen Mâiz adındaki şahsı ve başkasını da recim etmesi (bunların taşlanarak öldürülmesine hükmedip bu hükmü uygulaması), yeterli delildir. Şu halde bu, Kur’ân hükmünün, meşhur hadisle nesih edilmesi kabilindendir. El-Izah adlı tefsir kitabında şöyle denilmektedir: "Recim, üzerinde ittifak edilen meşhur sünnet ile sabit olmuş bir hükümdür. Şu halde meşhur sünnet ile, Kur’ân hükmüne ziyade (ilâve) caizdir.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Ben, Kur’ân'ın hükmüyle, zinâ eden kadına yüz sopa vurdum ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetinin hükmüyle de, zinâ eden kadını recim ettim."

Diğer bir görüşe göre ise, bu hüküm, tilâveti (okunma metni) nesih edilmiş, fakat hükmü bâld olan "Yaşlı erkek ve yaşlı kadın, zinâ ettikleri zaman, Allah'ın cezası olarak, onları mutlaka recim edin. Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir. "âyetiyle nesih edilmiştir. Ancak. Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadis, bu görüşü red etmektedir.

B- "Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) tâatindc ve cezasını uygulamada mahkûmlara şefkat ve merhametiniz tutup da, hükmü uygulamaktan sizi alıkoymasın veya müsamaha göstermenize sebep olmasın.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhammed'in kızı Fatıma bile hırsızlık etse, mutlaka onun da elini keserim."

Bu âyette, "Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız" ifadesi, mü’minlerin heyecanına heyecan katmak ve bu yöndeki ateşlerini daha da alevlendirmek içindir (yoksa onların îmanında şüphe olduğu için değildir). Zira Allah'a (celle celâlühü) ve âhiret gününe îman, Allah'a (celle celâlühü) itaatte ciddiyet ve hükümlerinin icrasında gayret gerektirmektedir.

Âyette âhiret gününün zikredilmesi, hükümleri uygulamamak veya müsamaha göstermek karşılığının âhiret azabı olduğunu hatırlatmak içindir.

C- "Onların uygulanan cezasına mü’minlerden bir grup şahit olsun!"

Bu, cezayı ağırlaştırmak içindir. Zira insanların huzurunda rezîl, rüsvâ olmak, bazen cezadan da fazla caydırıcı olur.

Katâde'den rivâyet olunduğuna göre taifenin asgarisi, üç kişidir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, dört kişiden kırk kişiye kadardır. Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre ise, taife on kişidir. Burada taifeden murat, teşhir ve caydırıcılık hâsıl olacak bir topluluktur.

3

"Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrike olan bir kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden kadınla da, zinâ eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenmez. Bu, mü’minlere: haram kılınmıştır."

A- "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrike olan bir kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden kadınla da, zinâ eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenmez."

Bu hüküm, genellikle mutat olan hal üzerine binâ edilmiştir. Bundan amaç, mü’minler, zinâcı kadınlarla zinâ etmekten men' edildikten sonra zinâci kadınlarla evlenmelerinin de men edilmesidir.

Medine'de bazı yoksul muhacir Müslümanlar, zengin müşrike zinâcı kadınlarla evlenmeye rağbet gösterdiler ve bunun için Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istediler, işte bunun üzerine bu evliliğin, zinâcıların fiillerinden ve müşriklerin özelliklerinden olduğu beyan edilerek bu evlilikten nefret ettirildiler. Yani zinâcı erkek, ancak bu ikisinden biriyle evlenmeye rağbet eder; zinâcı kadınla evlenmeye de ancak bu ikisinden biri rağbet eder. Bu itibarla siz, bunların etrafında dolaşmayın ki, o zümreye dahil olmayasınız veya onların vasiflarıyla vasıflandırılmayasımz.

Bu konuda asıl nefret ettirme, ikinci cümle ile ifade edildiği halde, birinci cümlenin zikredilmesi, ya o Müslümanların, rağbetlerini bu kadınlara hasrettiklerini ortaya koydukları içindir. Nitekim onlarla evlenmek için izin istemişlerdi Ya da iki taraf arasındaki alakayı tekit etmek ve zecir ile tenfiri ziyadesiyle ifade etmek içindir, ikinci cümlede müşrike kadının zikredilmemesi, bu zecir ve ten fitin asıl sebebinin, sırf şirk olmayıp fakat zinâ olduğuna dikkat çekmek içindir. Birinci cümlede bunun zikredilmesi ise, zinâcı kadını müşrike kadınlar zümresine dahil etmek suretiyle zinâcı kadınla evlenmekten ziyadesiyle nefret ettirmek içindir.

B- "Bu, mü’minlere haram kılınmıştır."

Yani zinâcı kadınlarla evlenmek, mü’minlere haram kılınmıştır. Zira bu evlilik, fâsıklara benzemeye, töhmet altında kalmaya, kötü dedikodulara, nesep eleştirisine, yaşam imkânlarının haleldar olmasına ve değil mü’minlere, âdi ve rezîl insanlara bile yakışmayan birçok mefsedetlere sebep olmaktadır.

İşte bundan dolayıdır ki, ziyadesiyle zecri bildirmek için tenzih, tahrım (haram kılınma) olarak ifade edilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki olumsuzluk (evlenmez), yasak anlamındadır. Zaten diğer bir kırâete göre nehiy sıygasıyla okunmuştur. Bu görüşe göre tahrım de, gerçek manâsında olup bu evlilik haram kılınmış, demektir. O takdir de bu hüküm, ya nüzul sebebine mahsustur, ya da bu hüküm, "Ve aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişk olanları evlendirin..." âyetiyle nesih edilmiştir. Zira bu âyet, zinâ e: kadınları da kapsamaktadır. Rivâyet edilen bir hadis de bunu teyit etmektedir. Nitekim Peygamberimize At bu evlilik sorulmuş ve o da şöyle cevap vermiştir: "Nikâhtan önceki cinsel ilişki zinadır; nikâhtan sonraki ise, meşru evliliktir. Haram olan, helâl olanını haram kılmaz."

Âyetteki, nikâhtan (evlilikten) cinsel ilişkinin murat olduğu görüşünün bâtıl olduğu ise, gayet açıktır.

4

"Muhsane (iffetli, hür, ergin, Müslüman) kadınlara zinâ isnat edip, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar günahkârların tâ kendileridir."

A- "Muhsane (iffetli, hür, ergin, Müslüman) kadınlara zinâ isnat edip, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen sopa vurun."

Zinâcı kadınların hükmü beyan edildikten sonra burada da, iffetli kadınlara zinâ ısnât etmenin hükmü beyan edilmektedir.

Muhsane kadın, iffetli, hür, ergin Müslüman kadın demektir.

Âyette "Sümme/Sonra" kelimesinin kullanılmış olması, şahitlerin getirilmesinin tehirinin caiz olduğunu bildirmektedir. Şu var ki şâhitlik edâ edilirken dört şahidin bir araya gelmesi şarttır. İmam Şafiî'ye göre ise, suçlama ile şâhitlik arasında gecikme caiz olduğu gibi, dört şahidin şâhitliklerı arasinda da gecikme caizdir. Şahitlerden birinin, suçlanan kadının kocası olması da caizdir, imam Şafii'ye göre bu, caiz değildir.

İşte anılan kadınlara zinâ isnadında bulunup da dört şahit getirmeyen kimselere seksen sopa vurulur; çünkü onların dört şahit getirmemeleriyle, yalan ve iftiraları ortaya çıkmış olur. Nitekim gelecek bir âyette "İşte bu şahitleri getiremeymce, artik onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir."denilmektedir.

Muhsan bir erkeğe de zinâ suçlaması yapıldığı ve dört şahit getirilmediği takdirde aynı hüküm cari olduğu halde burada kadınların zikre tahsis edilmesi, vakanın hususî olmasından, bir de, zinâ suçlamasının kadınlar hakkında yaygın olmasından dolayıdır.

B- "Ve artık onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyin."

Bu da, müfteriler için ilâve bir hükümdür. Zira bunda da caydırma anlamı vardır. Çünkü sopa vurma, bedene acı verdiği gibi, bu da kalbe acı vermektedir. Müfteri, suçlanan masuma diliyle ezâ verdiği için, uygun bir ceza olarak, onun menfaatleri harcanmıştır.

Haksız olarak yapılan zinâ suçlamasına terettüp eden ebedî şahadet reddi, suçlama sırasında sabit olan şahadet ehliyetine dayanan şahadet sebebiyledir, işte tevbe edip Müslüman olduktan sonra, daha önceki zinâ suçlamasından dolayı bu cezanın uygulandığı kâfirin şâhitliğinın kabul edilmesinin sırrı da budur. Zira onun şahitliği, eski ehliyetine dayanmamaktadır; fakat Müslüman olmasından sonra hâsıl olan yeni ehliyetine dayanmaktadır. Bundan dolayı bu hüküm, ona şâmil olmaz. Bunu böylece düşün ve: "Müslümanlar, kâfirlerin nesebine itibar etmez. Bundan dolayı da Müslüman'ın suçlamasıyla lâzım gelen ayıp ve kabahat, kâfirin suçlamasıyla lâzım gelmez" görüşüne itibar etme. Zira bu izah, zikredilen husus itibar edilmeden, Nass'a rağmen illet ile hükmetmek olur ki, bunun caiz olmadığı açıktır.

Yani belirtildiği şekilde müfteri duruma düşen kimseler, tevbe edip ıslah olsalar bile, artık onların hayati boyunca, suçlama sırasında sabit olan şahadet ehliyetlerine dayanan şahitliklerinin hiç birini kabul etmeyin. Zira daha önce belirtildıği gibi, bu da cezanın devamıdır. Hulâsa ceza olarak hem onlara seksen sopa vurulur, hem de şâhıtlikleri ebedî olarak reddedikr.

C- "İşte onlar günahkârların tâ kendileridir."

Bu kelâm, makablinin izahıdır ve Allah katinda onların halinin ne kadar kötü olduğunu beyan etmektedir. Yani günahkârlıkla, itaatin dışına çıkmak ve haddi tecavüz etmek ile, aleyhlerine hükmedilenler bunlardır; bunlar bu haslette o kadar ileri gitmişler ki, sanki günahkâr vasfının kullanılmasına yalnız bunlar müstahaktır; diğer günahkârlar müstahak değildir.

5

"Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü şüphesiz Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir."

Bu istisna, mezkûr günahkârlardandır. Zira burada zikredilen illet (Çünkü şüphesiz Allah...) de bunu bildirmektedir. Yani o pek büyük ve korkunç günahı işledikten sonra tevbe edip amellerini ıslah eden, kendilerinde ortaya çıkan kusurları telâfi eden ve ezcümle cezası için gidip teslim olan ve suçladığı kimseden de helâllik alanlar, mezkûr günahkârlardan müstesnadır; o zaman Allah (celle celâlühü), kendilerinden sâdır olan günahtan dolayı onları müahaze etmez ve kendilerini günahkârlar zümresine dahil etmez. Çünkü O'nun rahmet ve mağfireti sonsuzdur.

İmâm Şâfiîye göre ise, bu istisna, "onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyin" cümlesindendir. Bu itibarla Şafii'ye göre, onların şâhitliğinın kabul edilmemesi hükmü, tevbe etmeleriyle son bulur ve ondan sonra şâhitliklerı kabul edilir.

6

Bak. Âyet 7.

7

"Hanımlarına zinâ isnadında bulunup da, kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna dâir dört defa Allah adına yemin ederek şâhıtlik etmesi, beşinci defada da, "eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını" dilemesidir."

Bundan önce başkasına zinâ isnadında bulunanların hükmü beyan edildikten sonra burada da özellikle kendi Hanımlarına zinâ isnadında bulunanların hükmü beyan edilmektedir. Ancak böyle olması, bu kelâmın, daha önce geçen Muhsane'leri, (eşler değil, de) yabancı kadınlara tahsis etmek suretiyle değildir ki, geçen 4 âyetin, zannî delil olarak kalması ve bu yüzden de onunla had cezasının sabit olmaması lâzım gelsin. Zira bu kabil tahsisin şartlarından biri de, tahsis eden kelâmın nüzulünün sonra gerçekleşmemiş olmasıdır. Hayır, bu hükmim özel olması, bu kelâmın, geçen 4 âyetin hükmünün umumiyetini nesih etmesiyledir. Zira ileride belirtileceği gibi bunun nüzulünün sonra olması zorunludur. Böylece geçen 4 âyetin, nesihten sonra kalan hükmüne delâleti kati olarak kalmış olur. Çünkü yerinde de belirtildiği gibi, neshin delili bir illet ile izah edilmez.

8

Bak. Âyet 9.

9

"Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dâir dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşinci defada da, "eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını" dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."

Bir kimse, kendi karısına mezkûr şeklide zinâ isnadında bulununca, kadın hapsedilir, bu hapis, suçunu itiraf eckp recim edilinceye kadar, yahut bu isnadı bir şekilde bertaraf edinceye veyahut kendisi de bu şekilde kendine lanet okuyarak yemin edinceye (Lian'da bulununcaya) kadar devam eder. Bu şekilde Lian'da bulunması, kendisini dünyevî azaptan, yani sonu recim (taşlanarak öldürülmek) olabilen hapis ten kurtarır.

Rivâyet olunuyor ki, Kazif (zinâ suçlaması) âyeti nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onu minberde okudu. Bunun üzerine Asım b. Adiyy el-Ensârî (radıyallahü anh) ayağa kalkıp: "Ya Resûlallah! Allah, beni sana feda eylesin! Yani bir adam, karısının yanında bir erkek görüp de, bunu şikâyet ve dâva edecek olsa, seksen sopa vurulacak; ondan sonra şahitliği de (ebediyen) reddedilecek ve fâsık olarak ilan edilecek; eğer kılıçla vurup öldürse, kendisi de (kısas olarak) öldürülecek; eğer sükût edip hiç sesini çıkarmazsa, dört şahit getirinceye kadar bu öfkeyi yüreğinde taşıyacak. O kötü adam ise bu arada, işini görmüş, gitmiş olacak!., Allah'ım! Bize bir kapı aç!" dedikten sonra dışarı çıktı. Yolda damadı Hilal b. Ümeyye, yahut Uveymîr ile karşılaştı ve ona: "Nedir bu telaşın? Arkanda ne var?" diye sordu. Damadı da: "Arkamda şer var! Ben, karım, yani senin kızın Havle'nin yatağında Şerik b. Sehma'yı gördüm!" dedi. Asım: "Vallahi, işte sualim bu idi. Ne de çabuk başıma geldi de imtihan edildim?" dedi ve ikisi birlikte hemen Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girip olanları kendisine anlattılar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, (Asım'ın kızı) Havle'nin ifadesini aldı. Havle, bunu inkâr etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), karı-koca arasında mezkûr şekilde Liân yaptırdı.

Lîân sebebiyle vaki olan boşanma, İmânı Ebû Hanîfe İle İmâm Muhammed'e (radıyallahü anh) göre, Bâine (rücû imkânı bulunmayan kesin) bir talâk hükmündedir. Bu talâkın hükmü, ebedî değildir. Hattâ ondan sonra adam kendi kendini tekzip edip de, ona had (zinâ suçlaması cezası) uygulanırsa, bu karısıyla evlenmesi caiz olur.

İmâm Ebû Yûsuf, İmâm Züfer, Hasen b. Ziyâd ve imâm Şafiî'ye göre ise, Lîân sebebiyle vaki olan boşanma, talâksız bir boşanma olup o kadının ebedî olarak kendisine haram olmasını gerektirmektedir; ondan sonra karı-koca olarak bir araya gelmeleri ebediyen mümkün olmaz.

10

"Allah'ın lûtfu ve merhameti üzerinize olmasaydı ve Allah, gerçekten tevbeleri çok kabul edici ve mutlak hikmet sahibi olmasaydı, haliniz harap olurdu."

Minnet makamına hakkını vermek için, burada hitap, değiştirilerek zinâ isnadında bulunanlara ve kendilerine bu isnat yapılanlara tevcih edilmiştir.

Yani eğer Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu merhameti üzerinize olmasaydı, tevbeleri kabulünde son derece müsamahakâr ve bütün fiillerinde ve hükümlerinde ve ezcümle sizin için meşru kıldığı Liân hükmünde hikmet sahibi olmasaydı, kelimelerle anlatılamayacak kadar başınıza büyük işler gelirdi. Ezcümle eğer size bu, meşru kılınmasayclı, kocaya suçlama haddi (cezasi)nin uygulanması lâzım gelirdi. Halbuki zahire göre, onun iddiası doğrudur; çünkü kendi karısının hâlini en iyi bilen odur ve zahire göre karısına iftira da etmez; çünkü ortaya çıkacak rezîl-rüsvalık ikisi arasında müşterektir. Bir de, Allah bunu kendileri için meşru kıldıktan sonra da eğer erkeğin şâhitliklerini, suçlama haddınin kendisine uygulanmasını gerektirseydi, onun durumu değerlendirme imkânı kalmazdı. İşte bütün bu hükümlerin, Allah'ın hikmetinden, lûtfu merhametinden ileri geldiğinde hiç şüphe yoktur. İşte bundan dolayı, ikisinden birinin yalancı olduğu kesin olmakla beraber, her birinin şahitliği, kendisine yönelen dünyevî cezayı ortaya çıkarmaktadır. Bunların ikisinden yalancı olan, şâhıdikleri esnasında, kendisinden kaldırdığı azabın daha ağırı ile müptela olmaktadır. Bunun da, ilâhî üstün hikmetin hükümlerinden ve lûtfu rahmetinden olduğu açıktır. Doğru söyleyen taraf için böyle olduğu zahirdir. Yalancı tarafa gelince, bu lûtfu merhamet, ona mühlet verilmesi, dünyada suçunun örtülmesi, had cezasının ondan kaldırılması ve onu tevbeye maruz bırakmak şeklinde tezahür etmektedir. Nitekim burada Allah'ın (celle celâlühü) Tevvâb (tevbeleri çok kabul edici) unvanının zikredilmesinden de bu anlaşılmaktadır. Şânı pek yüce, rahmeti pek geniş ve hikmeti pek ince olan Allah'ı tesbih ederim!

11

"Resülullah'ın zevcesine bu ağır iftirayı getiren o kimseler, sizden bir güruhtur. Siz onu kendiniz için bir kötülük sanmayın; aksine, o, sizin için bir hayırdır. Onlardan her birine günah olarak, ne işlemişse, onun cezası vardır. Onlardan bu günahın öncülüğünü yapıp büyük kısmını yüklenen kimse için ise, çok büyük bir azap vardır."

A- "Resûlüllah'ın zevcesine bu ağır iftirayı getiren o kimseler, sizden bir güruhtur."

İfk, yalan ve iftiranın en ağırıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, aniden karşına çıkıncaya kadar hiç sezemediğin bühtandır. Böyle bir iftiraya maruz kalan, mü’minlerin vakdesi Hazret-i Âişe El- Sıddiyka'dir (radıyallahü anha)

Âyette "getirmek" fiilinin kullanılması, aslı, esası olmaksızın, kendiliklerinden bunu uydurduklarına işaret etmektedir. Bu hâdise şöyle cereyan, etmiştir:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir sefere çıkmak istediği zaman zevceleri arasında kur'a çeker; kur'a kime çıkarsa, onu yanında götürürdü.

Hazret-i Aîşe (radıyallahü anha) diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı bir gazadan önce aramızda kur'a çekti. -Bunun Mustalık Oğulları gazası olduğu söylenmektedir- Çekilen kur'a bana çıktı. Bunun üzerine ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber sefere çıktım. Bu sefer, hicap âyetinin nüzulünden sonra olduğundan, ben, devenin sırana konulan bir hevdece (hevdec, bir çeşit koçu, koşi, yahut tahtı revam) bindirildim. Böylece, yürüyüp gidilecek yere vardık. Sefer dönüşünde nihayet Medine'ye yaklaşınca, bir yerde konakladık. Sonra hareket için duyuru yapıldı. Ben def-i hacet için kalıp yürüdüm. Nihayet ordugâhtan uzaklaşıp def-ı hacette bulunduktan sonra tekrar eşyamızın yanma döndüm. O anda göğsümdekı gerdanlığımı yokladım; bir de baktım ki, Zafare (Yemen'de bir kent) Akîki'nden olan gerdanlığım kopmuş. Ben de geri dönüp aramaya başladım. Böylece onu aramak yüzünden geciktim. Beni hevdecin içinde devenin sırtına yükleyen kişiler, gelip hevdecimi deveme yüklemişler ve benim, içinde olduğunu sanmışlar; ben çok hafif olduğum için, hevdecin hafifliğini de yadırgamamışlar ve deveyi alıp götürmüşler. Ben ise, ancak ordu hareket ettikten sonra gerdanlığımı buldum ve konaklama yerine döndüm. Ancak orada ses, seda kalmamıştı. Ben de eski yerime gelip orada beklemeye başladım. Ben, onların, benim yokluğumun farkına varacaklarını ve dönüp beni arayacaklarını biliyordum. Ben yerimde oturup beklerken uyku bastırdı; böylece uyumuşum. Safvân b. El-Muattil Es- Sülemî adındaki şahıs da, artçı olarak ordunun arkasından geliyordu. Beni görünce beni tanımış. Ben, onun, (bir musibet anında söylenen) "İnnâ İthali ve innâ ileyhî râcîün/Biz, ancak Allah'ın kudretiyle varız ve yalnız o'na döneceğiz!" sesiyle uyandım. Hemen yüzümü Cilbab'imla (yeldirmemle) örttüm. Vallahi, tek bir kelime olsun, konuşmadık ve onun İstırcâ (innâ Litaah...) duasından başka ondan tek bir kelime bile işitmedim. Kendisi indi ve devesini çöktürüp devenin ön ayaklarına bastı. Ben de kalkıp deveye bindim; kendisi de devenin yularından çekerek yürümeye başladı ve nihayet biz, iyice bunalmış olarak kaba kuşluk vaktinde konaklama halinde olan orduya yetiştik Konakladıklarında onlar, beni bulamayınca bana ne oldu? diye beni konuşmaya başlamışlar ve o sırada ben gelince de bazı insanlar, benim hakkımda dedikodu yapmaya başladılar. İşte bu yüzden bazı insanlar helâk oldular (dinlerini yıktılar)."

Usbe, sayıları on ile yirmi arasında değişen topluluktur. Bu iftirayı atanlar, Abdullah b. Ubeyy, Zeyd b. Rifâ'a, Hassan b. Sabit, Mistah b. Esâse, Hım ne Bint Cahş ve bunlara yardım edenlerdir.

B- "Siz onu kendiniz için bir kötülük sanmayın; aksine, o, sizin için bir hayırdır."

Bu hitap, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Âişe ve Safvân (radıyallahü anh) için olup daha baştan onları teselli etmektedir.

Yani bu iftira (ifk) hâdisesi, sonuç olarak sizin için köü'ilük değil, fakat hayir getirmektedir. Zira siz, bu vesile ile pek büyük sevap kazanıyorsunuz ve sizin sahanızın nezihliği, şanınızın tazimi, sizin hakkınızda dedikodu yapanlar hakkında şiddetli azap tehdidi ve sizin için hüsnü zanda bulunanların ise medhü senası hakkında on sekiz âyet nazil olup Allah (celle celâlühü) katındaki üstünlüğünüz ortaya çıkmıştır.

C- "Onlardan her birine günah olarak ne işlemişse, onun cezası vardır. Onlardan bu günahın öncülüğünü yapıp büyük kısmını yüklenen kimse için ise, çok büyük bir azap vardır."

Yani bu iftira işine bulaşan topluluktan her birine günah olarak bu işe bulaştığı kadar cezası vardır. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlık olarak bu iftirayı önce başlatmak ve insanlar arasında yaymak suretiyle günahın büyük kısmını yüklenen Abdullah b. Übeyy'e,

Diğer bir görüşe göre ise, Abdullah b. Übeyy ile Hassan ve Mistah'a -Zira bunların ikisi de, bu iftirayı sarahatle ifade etmekte ona iştirak etiler- ahrette, yahut dünyada da çok büyük bir azap vardır. Nitekim onlara iffetsizlik suçlaması cezası (seksen sopa) uygulandı ve şâhitlik ehliyetleri kaldırıldı ve Abdullah b. Ubeyy, münafıklığı şahitlerle sabit olmuş menfur bir insan haline geldi; Hassan da, gözleri âmâ ve elleri felç oldu; Mistah'ın da, gözleri tamamen kapandı.

12

"Bu bühtanı işittikleri zaman, erkek ve kadın mü’minlerin, kendi nefisleri hakkında hüsnü zanda bulunarak: "Bu, apaçık bir bühtandan ibarettir." demeli değil miydiler?"

Bundan önce Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına olan hitap değiştirikp mezkûr iftirayı dillerine dolayanlara tevcih edilmiş ve îman sahibi oldukları belirtilmekle, tevbihleri ve teşnileri tekit edilmiştir. Zira onların îmanla vasıflandırılmaları, kendilerini, kendi nefisleri hakkında hüsnü zanda bulunmaya ve kendi nefislerine kötülük etmekten alıkoymaya sevk eder. Bunda asla şüphe yoktur.

Kendi nefisleri, kendi nefisleri derecesinde olan hemcinsleri demektir. Nitekim "Sonra siz kendi nefislerinizi öldürüyorsunuz..." ile "Ve kendi nefsinizi kötü lakaplarla çağırmayın" âyetlerdekı ifadeler de bu kabildendir.

Bu itibarla onların îman vasfının gereğini ihlal etmeleri, daha çirkin, daha şenî ve onun tevbihi daha haklı olur. Bir de, âyetin bu ifadesi, iftira işine bulaşanların sarih tevbıhlerine vesile olmaktadır.

Eğer âyetteki îmandan murat, hakiki îman ise, mezkûr şeyleri gerektirmesi, gayet açık olur ve tevbih, mü’minlere mahsus olur. Yok eğer bu îman, münafıkların da zahiren gösterdikleri îmanı da kapsayan mutlak îman ise, mezkûr gerektirmesi, onların, zahirî iddialarının aksini göstermekten kaçınmaları cihetiyledir. Buna göre tevbih, hepsine yöneltilmiş olur.

Yani mü’min erkekler ve kadınlar, bu bühtanı bizzat uydurandan, yahut başkasından ilk işittiklerinde hiç gecikmeden ve tereddüt etmeden kendileri gibi olan o mü’minler hakkında hüsnü zan da bulunmak idiler ve o anda şunu demeli idiler: Bu, apaçık bir bühtandan ibarettir. O halde Hazret-i Ebû Bekir El-Sıddıykin kızı, mü’minlerin validesi ve Resûlüllah'ın zevcesi Hazret-i Âişe El-Sıddıyka (pek dürüst) hakkında böyle bir şey nasıl mümkün olabilir!

13

"İftiracılar buna dâir dört şahit getirmeli değil miydiler! İşte bu şahitleri getiremeyince, artık onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir."

Bundan önce iftiracılardan işittikleri, "Bu, apaçık bir bühtandır" sözleriyle tekzip edildikten ve bunu söylemediklerinden dolayı tevbih edildikten sonra bu kelâm da, ya söylenmesi teşvik edilen sözlere dahil olup dinleyenleri, iftiracıları susturmaya veya tekzip etmeye teşvik etmektedir. Yani bu iftira işine dalanlar, söylediklerine dâir şahitlik edecek dört şahit getirmek değiller miydi! İşte o müfteriler, bu şahitleri getiremeyince onlar, sağlam zahirî deliller üzerine kurulmuş olan Allah'ın (celle celâlühü) hükmünde ve şerıatınde tam olarak yalancıların ve başkalarına değil sadece kendilerine yalancı denilmeye müstahak olanların tâ kendileridir. İşte bundan dolayıdır ki, had cezası özellikle onlara terettüp etmiştir. Ya da bu kelâm, doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafindan sevk edilmiş olup onların söylediklerinin hiçbir delile müsait olmadığı belirtilmek suretiyle yalanlarına hüccet teşkil etmektedir.

14

"Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lûtfu, merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size muhakkak surette pek büyük bir azap dokunurdu."

Bu hitap, hem dileyenler içindir, hem de iftirayı dillerine dolayanlar içindir. Yani eğer Allah'ın (celle celâlühü) dünyada size bahşettiği çeşitli nimetleri ve ezcümle tevbe için size mühlet, vermesi gibi ve ahirette de, dünyada yaptığınız tevbeden sonra size bahşedeceği affı ve mağfireti olmasaydı, içine daldığınız iftira konuşmasından dolayı size dünyada acilen, yanında tevbih ve had cezasının çok önemsiz kaldığı pek büyük bir azap mutlaka dokunurdu.

15

"Hani siz o iftirayı aktarıyordunuz ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyordunuz; Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur."

A- "Hani siz o iftirayı aktarıyordunuz ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz."

Yani siz bu iftirayı uyduranlardan alıp başkasına aktarırken ve kalplerde (kafalarda) kaynağı ve delili olmayan bir şeyi sırf ağızlarınızda geveleyip dururken o pek büyük azap sizi yakalardı. Zira ağızlarınızla söylüyor olduğunuz şey, kalbinizdeki bir bilgiden kaynaklanmıyordu. Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler."

B- "Bunun önemsiz olduğunu sanıyordunuz; Halbuki bu, Allah katinda çok büyük bir suçtur."

Yani siz bu iftirayı eklinize dolamayı sorumluluk gerektirmeyen kolay bir şey sanıyorsunuz; yahut fazla cezası olmayan bir şey sanıyorsunuz; Halbuki bu, Allah (celle celâlühü) katında vebal olarak ve azap sebebi olmak cihetinden tarif edilemeyecek kadar büyük bir şeydir.

16

"Siz onu duyduğunuzda: "Bunu ağza almak bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, pek büyük bir bühtanıdır" demeli değil miydiniz!"

Yani siz bu iftirayı, uyduranlardan, yahut yayanlardan duyduğunuzda onları tekzip ve irtikâp ettikleri suçun ne kadar korkunç olduğunu göstermek için: "Bizim böyle bir şeyi konuşmamız mümkün değildir; bu, hiçbir şekilde bizden sâdır olmaz."

Sübhanallah, bu iftirayı ağzına alanlara taaccüp ifade etmektedir. Bu kelime, aslında Allah'ın (celle celâlühü) pek acayip işleri görüldüğünde, Allah'ı (celle celâlühü), o gibi şeylerin Kendisine zor gelmesinden tenzih etmek anlamında kullanılırdı. Sonra çokça kullanılarak nihayet taaccüp edilen her şey için de kullanılmaya başlandı.

Yahut bu kelime, Allah'ı (celle celâlühü), Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesinin iffetsiz olmasından tenzih anlamındadır. Zira Peygamberin İğz zevcesinin iffetsiz olması, kendisinden nefret ettirir ve evlilik gayesine halel getirir. Bu mânaya göre, anılan kelime, makabline îzah ve "Bu, pek bir bühtandır" cümlesine ön hazırlıktir. Zira hakkında bu iftira uydurulan şahıs, son derece azametk bir insandır ve böyle bir isnadın doğru olması imkânsızdır. Çünkü günahların önemsizliği ve büyüklüğü, sahipleri itibarıyladır.

17

"Bunun gibisine bir daha dönmemenizi Allah size tembih ediyor. Eğer îman edenler iseniz..."

Yani hayatınız boyunca bu gibi günahlara bir daha dönmemeniz için, bunlara dönmekten sizi alıkoymak için size bu nasihati veriyor. Eğer mü’minlerden iseniz, bu gibi günahlara bir daha dönmemeniz gerekir. Zira îman, mutlaka bundan alıkoyar.

Bu kelâmda, heyecana heyecan katmak ve serzeniş vardır.

18

"Ve Allah, bu âyetleri size açıklıyor. Allah, alîm'dir (her şeyi bilendir); hakîm'dir (her işinde hikmet sahibidir)."

A- "Ve Allah, bu âyetleri size açıklıyor."

Yani Allah (celle celâlühü) şer'î hükümleri ve güzel edebi bildiren âyetleri size pek açık olarak beyan ediyor; onları baştan bu şekilde indiriyor ki, onlardan öğüt ve edep alasınız.

B- "Allah, alîm'dir (her şeyi bilendir); hakîm'dir (her işinde hikmet sahibidir)."

Yani Allah (celle celâlühü) bütün yaratılmışların hallerinin büyüğünü de, küçüğünü de eksiksiz olarak bilmektedir ve bütün tedbirlerinde ve fiillerinde hikmet sahibidir. Şu halde Allah'ın (celle celâlühü) bütün insanları hakka irşat etmek, onları tezkiye edip temizlemek için peygamber olarak seçip gönderdiği bu kadar büyük bir insanın zevcesi hakkinda söylenenlerin doğru olması nasıl mümkün olabilir!

19

"O kimseler ki, îman edenler arasında o çirkin işin (iftirâ'nın) yayılmasını arzuluyorlar, dünyada da, âhirette de dayanılmaz bir azap onlara mahsustur. Zaten Allah, bilir; siz ise bilemezsiniz."

A- "O kimseler ki, îman edenler arasında o çirkin işin (iftirâ'nın) yayılmasını arzuluyorlar, dünyada da, âhirette de dayanılmaz bir azap onlara mahsustur."

Burada çirkin işten murat, son derece çirkin olan o menfur iş ve zinâ suçlaması (ifk) demektir. Yahut zinanın kendisidir. Zinanın kendisi kastedüdiği takdirde onun yayılmasından maksat, haberinin yayılması demek olur. Yani onun yayılmasını arzuluyorlar ve bunu yaymaya kalkışıyorlar. Bu, sarahatle zikredilmemiş, çünkü arzulamak, kaçınılmaz olarak bunu da gerektirmektedir.

Burada îman edenlerden murat, ya bütün insanlardır ve mü’minlerin zikri, insanlar arasında umde olmalarından dolayıdır. Ya da özellikle mü’minler kastedilmektedir.

Dünyadaki dayanılmaz azaptan murat, onlara uygulanan had cezası ile başlarına gelen dünyevî belalardır. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Ubeyy ile Hassan ve Mistah'a haksız yere zinâ suçlaması cezasını uygulamış ve Safvân da, Hassân'a bir kılıç darbesi vurmuştu ve gözleri de tamamen kapanmıştı. Ahiret azabından murat ise, Cehennem azabı ile yalnız Allah'ın (celle celâlühü) bildiği başkaca azaplardır.

B- "Zaten Allah, bilir; siz ise bilemezsiniz."

Yani Allah (celle celâlühü) bütün işleri ve ezcümle onların kalbindeki mezkûr kötü arzularım da eksiksiz olarak bilir; siz ise, O'nun bildiklerini bilemezsiniz; siz ancak zahirde hislerle anlaşılan sözleri ve fiilleri bilirsiniz. O halde siz işlerinizi bildiklerinize bina ediniz ve dünyada gördüğünüz zahir hallere göre cezalandırınız. Allah (celle celâlühü) ise, sırları yegâne bilendir. Bu itibarla O, ahirette, işlenip de kalplerde gizli tutulan fiillerden dolayı da cezalandırır.

Bu izah, dünyadaki dayanılmaz azabın, zinâ isnadı haddinden (cezasından) ibaret olmasına veya bunu da kapsamasına göredir. Nitekim cumhûrun ittifakı da bu yöndedir. Ama eğer anılan dünyevî azap, mutlak olarak kastedilırse, o takdirde "îman edenler arasında o çirkin işin yayılmasını arzuluyorlar" cümlesindeki arzulamadan, yayma gayreti olmaksızın, yalnız arzulamanın kendisi kastedilir. Âyet-i kerîmenin siyakına münâsip olan da bu tefsirdir. Buna göre, arzulamaya azabın terettüp ettirilmesi, o çirkin işi yaymak için gayret harcayan ve bilfiil çalışan kimselerin azaplarının daha ağır ve büyük olduğuna dikkat çekmek için olur ve "Zaten Allah, bilir; siz ise bilemezsiniz" cümlesi, dayanılmaz azâbın sübutuna îzah ve gerekçe mahiyetinde olur.

20

"Allah'ın lûtfu, rahmeti üstünüze olmasaydı ve Allah gerçekten çok şefkatli ve merhametli olmasaydı, haliniz harap mı harap olurdu."

Bu kelâm, onlara âcil azap vermemek suretiyle gösterilen minnetin tekrarı mahiyetinde olup onların cürümlerinin son derece büyük olduğuna dikkat çekmektedir.

21

"Ey îman edenler! O Şeytanın adımlarına uymayın. Kim, Şeytanın adımlarına uyarsa, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Allah'ın lûtfu, merhameti üzerinizde olmasaydı, sizden hiç biriniz ebedî olarak temiz kalamazdı. Fakat Allah dilediği kimseyi temize çıkarmaktadır. Zaten Allah, her şeyi işitendir, her şeyi bilendir."

A- "Ey îman edenler! O Şeytanın adımlarına uymayın. Kim, Şeytanın adımlarına uyarsa, muhakkak ki o, edepsızliği ve kötülüğü emreder."

Yani ey îman edenler! Yaptığınız ve yapmadığınız bütün fiillerde ve ezcümle edepsizliğin yayılmasını arzulamak ve bunun için gayret harcamak işinde Şeytanın yolundan gitmeyin. Kim, Şeytanın yolundan giderse, o, edepsizliği ve kötülüğü irtikâp etmiş olacaktır. Zira Şeytanın devamlı âdeti bunları emretmektir. Şu halde Şeytanın yolundan giden kimse, bu emrine kesin olarak uymuş olur.

Âyetteki "muhakkak ki o, " zamiri, şeytanı ifade eder. Yahut Şeytanın adımlarına uyanı ifade eder. Zira Şeytanın adımlarına uyan kimse, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Çünkü Şeytanın işi, saptırmaktır. Bu itibarla Şeytana uyan, dalâlet ve fesat rütbesinden saptırmak ve ifsat etmek mertebesine yüksekr.

B- "Allah'ın lûtfu, merhameti üzerinizde olmasaydı, sizden hiç biriniz ebedî olarak temiz kalamazdı. Fakat Allah dilediği kimseyi temize çıkarmaktadır. Zaten Allah, her şeyi işitendir, her şeyi bilendir."

Yani eğer Allah'ın (celle celâlühü), bu apaçık delillerin, günahları yok eden tevbe tevkikinin ve günahlara kefaret olan hadlerin izahının da dahil oldukları lûtfu, merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz günahların pisliğinden ebedî olarak temiz kalamazdı. Fakat Allah (celle celâlühü) kullarından dilediğine lûtfu rahmetinin feyizlerini nasip eder; onu tevbeye sevk eder; sonra tevbesini kabul buyurur. Nitekim size de böyle yaptı. Allah (celle celâlühü), bütün sözleri ve ezcümle onların izhar ettikleri tevbeyi eksiksiz olarak işitendir ve bütün malumatı ve ezcümle onların niyetlerini de hakkıyla bilendir. Bu kelâm, onları tevbelerinde ihlask olmaya teşvik etmektedir.

22

"Sizden fazilet ve varlık sahipleri, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; bağışlasınlar; hoş görsünler! Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Zaten Allah, ğafûr'dur, rahîm'dir."

A- "Sizden fazilet ve varlık sahipleri, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; bağışlasınlar; hoş görsünler!"

Diğer bir görüşe göre ise, yani andan sınıflara mallarından vermekte eksiklik göstermesinler, demektir. Ancak en zahir olan birinci görüştür. Zira bu âyet, Hazret-i Ebû Bekir El-Sıddıyk (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) Mistah'ın da, müfterilerin Hazret-i Âişe hakkındaki bühtan dedikodusunu diline doladığını görünce, ondan sonra artık Mistah'a infakta bulunmayacağına yemin etmişti. Mıstah, fakır Muhacirlerden ve Hazret-i Ebû Bekir'in teyzesinin oğlu olduğundan, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), ona malî yardımda bulunuyordu.

Âyetteki faziletten murat, dinî fazilettir. Hazret-i Ebû Bekir El-Sıddıykin dinî faziletine delil olarak sadece bu âyet bile yeterlidir.

B- "Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?"

Yani size kötülük edeni bağışlamanız ve ona karşı hoşgörü göstermenize karşılık Allah'ın (celle celâlühü) sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?

C- "Zaten Allah, ğafûr'dur, rahîm'dir."

Yani Allah'ın (celle celâlühü), günahkâr kullarını müahaze için kamil kudreti olduğu halde ve kulların, cezalandırmayı gerektiren günahları da çok olduğu halde, O'nun mağfireti ve rahmeti yine çok çok tecelli etmektedir. Bu kelâm, affetmek için büyük bir teşvik ve karşılığının verileceğine dâir de üstün bir ilâhî vaattir. Yani siz, Allah'ın (celle celâlühü) sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? işte bu, o bağışlamayı gerektiren hususlardandır.

23

Bak. Âyet 24.

24

"Muhsane (namuslu) ve gafile (ilgisiz) mü’mine kadınlara zinâ isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklan, yapmış olduklarına dâir aleyhlerine şahitlik edeceği gün, onlara pek büyük bir azap da vardır."

A- "Muhsane (namuslu) ve gafile (ilgisiz) mü’mine kadınlara zinâ isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir."

Muhsane, kendilerine isnat edilen o çirkin fiilden uzak ve iffetli olan kadın demektir. Gafile kadın ise, ne o çirkinlik, ne de onun mukaddimelerinı aklından bile asla geçirmeyen tamamen ilgisiz kadın demektir. Bu itibarla gafile vasfının ifade ettiği nezihlik, muhsane vasfında yoktur. Yani içlen ve kalpleri, her kötülükten arı ve temiz olan kadın demektir. Mü’mine kadınlar da, vaciplere, mahzurlara ve diğerlerine hakikî ve tafsik bir îman ile îman etmiş olan kadınlar demektir. Nitekim bu âyette mü’mine kelimesinin, mâkablindeki îmanın aslını bildiren kelimelerden sonra zikredilmesinden de bu îmanın hakiki ve tafsik îman olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu kelimenin en son zikredilmesi, bundan murat olan mânanın, zikredildiği gibi vasfi îman olduğunu, yoksa bu kelimenin daha önce zikredilmesi takdirinde ilk akla geldiği gibi, bu kelimenin, kısmî mânası için de kullanılmasına imkân veren kısmı mânası olmadığını bildirmek içindir.

Âyette zikredilen kadınlardan murat, Hazret-i Âişe El-Sıddiyka'dır (radıyallahü anha) Çoğul kıpı ile ifade edilmesi ise, ona yapıları çirkin isnadın, diğer vâkdelerimıze (Peygamberimizin bütün zevcelerine) yapılmış gibi olmasından dolayıdır. Zira bütün bu görüşe göre vakdelerımiz, ismette, nezakette ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) intisapta müşterektir. Nitekim "Nûh kavmi, peygamberleri yalanladı." ve benzerleri de bu kabildendir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyete konu olan kadınlardan murat, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleridir. Buna göre, Hazret-i Âişe El-Sıddıyka da öncelikle buna dahildir.

Bu kadınlardan, Hazret-i Âişe El- Sıddıyka'nın murat olması ve çoğul kipinin kullanılmasının, bu ümmetin kadınlarından mezkûr sıfatları taşıyanların da aynı hükme tâbi oldukları görüşüne ise, bu kadınlara yapılan haksız isnada terettüp eden cezanın, kâfir ve münafıklara mahsus olduğu gerçeği mânidir. Ve hiç şüphe yok ki, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleri dışındaki kadınlara haksız olarak zinâ isnadında bulunmak, küfür değildir. Binaenaleyh bu kadınlardan murat, mezkûr iki vecıhten birine göre, Peygamberımizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zevceleri olması gerekir. Zira diğer mü’mine kadınlar içinden onların özel bir hükmü vardır ki, bu çirkin isnat onlar hakkında olduğu takdirde küfür sayılmıştır. Bu özel hüküm, onların Allah katındaki yüksek şerefini göstermek ve Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) haysiyet sahasını, bir kimsenin kötülük maksadıyla etrafında dolaşmasından korumak içindir. Hattâ İbn-i Abbâs'a (radıyallahü anh) bu âyetler sorulduğunda Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namusuna leke sürmenin, küfür çeşitlerinin en ağırını sayarak şöyle demiştir: "Bir kimse, bir günah işledikten sonra tevbe ederse, tevbesi kabul olur. Ancak Hazret-i Âişe'nîn (radıyallahü anha) iftira hâdisesine bulaşanlar müstesna... "İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bu sözleri, Hazret-i Âişe hakkındaki iftiranın, ne kadar korkunç bir günah olduğunu göstermek ve onun ağır bir küfür olduğuna dikkat çekmekten başka bir şey değildir.

İşte bunun içindir ki, bu müfteriler, Hazret-i Âişe hakkında söylediklerinden dolayı dünyada ve âhirette lanetlenmişler. Nitekim mü’minler ve melekler onlara ebediyen lanet okumaktadırlar.

B- "Dilleri, ellen ve ayaklan, yapmış okluklarına dâir aleyhlerine şâhitlik edeceği gün, onlara pek büyük bir azap da vardır."

Yani zikredilen ebedî lanet ile beraber onlar için ifade edilemeyecek kadar pek büyük ve korkunç bir azap da vardır. Zira işledikleri cinayet gayet büyüktür.

Âyetteki "Dilleri, elleri ve ayakları... şâhitlik edeceği gün..." cümlesi, ya makabli ile bağlantılı (muttasıl) olup mezkûr azabın geliş vaktini ve korkunçluğunu tayin ederek ve diğer cezalan gerektiren başka cinayetleri ile beraber bu cezayı gerektiren cinayetlerini de korkunç bir keyfiyetle ve harikulade bir şekilde beyan etmek suretiyle mezkûr azabı izah etmekteekr. Ya da bu cümle, makablinden bağımsız olup o gün olacakların korkunçluğunu beyan etmek suretiyle o günün korkunçluğunu bildirmektedir. Buna göre bu ifade, o gün vuku bulacak büyük dehşet ve umumî felaketin tafsilatının kelimelerle anlatılamayacağını bildirmek içindir. Yani onların dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerine şâhitlik edeceği gün, kelimelerle anlatılamayacak haller ve hâdiseler olacaktır.

Kıyamet günü onların dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik etmelerinin anlamı şudur: Allah (celle celâlühü) kendi kudretiyle o organları konuşturacak ve her biri, kendisinden sâdır olan sahibinin fiillerini haber verecektir. Yoksa bu organların her biri, onların malûm cinÂyetini haber verecek, anlamında değildir.

25

"O gün Allah, onlara hak olan cezalarını tastamam verecektir. Şüphesiz onlar da, Allah'ın her şeyi apaçık bildiren hakkın tâ kendisi olduğunu anlayacaklardır."

A- "O gün Allah, onlara hak olan cezalarını tastamam verecektir."

Yani onların organlarının, o çirkin amellerine şâhitlik edeceği gün, Allah onların sâbıt ve mutlaka gerçeklestirilmesi gereken cezalarını tastamam ve verecektir.

B- "Şüphesiz onlar da, Allah'ın her şeyi apaçık bildiren hakkın tâ kendisi olduğunu anlayacaklardır."

Yani onlar da, Kur’ân-ı Kerîm'de belirtildiği veçhile o korkunç halleri ve dehşeti müşahede ettikleri zaman, Allah'ın (celle celâlühü), zâtının, sıfatlarınının, fiillerinin ve ezcümle onların gördükleri ve haklarında organlarının konuş umulduğu şeyleri de olduğu gibi apaçık bildiren tam kelimelerinin zorunlu olarak hak ve sabit olduğunu anlayacaklardır.

Âyetin metnindeki "Mübîn" kelimesi, eşyayı olduğu gibi bildiren demektir, Yahut hak olduğu apaçık olan demektir. Bu kelimenin, Allah'ın (celle celâlühü) ilâhhğının apaçık olduğu, başkasının ilâhlıkta O'na ortak olmadığı ve başkasının mükâfat ve cezaya muktedir olmadığı şeklinde tefsir edilmesinin, bu makam ile pek münasebeti yoktur. Nitekim mezkûr hak kelimesınin de, apaçık hak sahibi, adaleti gayet açık âdil şeklinde tefsir edilmesinin de, bu makam ile pek ilgisi yoktur.

Eğer sen şanlı kitabımız Kur’ân-ı Kerim'de, azgın, zorba ve inatçı bütün kâfirler hakkında vârid olan tehdit âyetlerinin hepsini incelersen, çeşitli tehditler ve teşditlerle dolu bu tahkir edici âyetlerin fevkinde bir şeyi bulamazsın. Bu, Peygamberimizin yüce şan ve şerefini ve Hazret-i Âişe El-Sıddiyka'nın (radıyallahü anha) iffet ve nezahetini göstermekten başka bir şey değildir.

26

"Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de, kötü kadınlara; ve iyi kadınlar, iyi erkeklere; iyi erkekler de, iyi kadınlara mahsustur, işte o şerefli insanlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzaktırlar. Mağfiret ve çok iyi bir rızk onlarındır,

A- "Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de, kötü kadınlara; ve iyi kadınlar, iyi erkeklere; iyi erkekler de, iyi kadınlara mahsustur, işte o şerefli insanlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzaktırlar."

Bu kelâm, insanlar arasında cari olan ilâhî sünneti beyan etmektedir. Şöyle ki, Allah'ın (celle celâlühü) görevli bir meleği vardır; bu melek, birbirlerine lâyık olanları birbirlerine sevk etmektedir. Yani kötü kadınlar, kötü erkeklere mahsustur; o kadınlar, başkasını değil, kötü erkekleri bulur. Kötü erkekler de, kötü kadınları bulur; çünkü aynı sınıftan olmaları, onları birbirine cezp eder. Yine iyi kadınlar, başkasını değil, ancak iyi erkekleri bulur. İmdi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), iyilerin iyisi ve hayırlıların hayırlısı olduğuna göre, bunun zorunlu bir sonucu olarak, Hazret-i Aîşe El-Sıddıyka'nın (radıyallahü anha) da iyi kadınların en iyisi olduğu ve hakkında söylenen saçmalıkların tamamen haksız ve boş olduğu ortaya çıkmış olur. Nitekim "İşte o şerefli insanlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzaktırlar" kelâmı da bu hakikati bildirmektedir. Nitekim bu işaret (İşte onlar), öncelikle Hazret-i Âişe'nin de dahil olduğu Ehl-i Beyti göstermektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan işaret, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Aîşe El-Sıddıyka ve Safvâni (radıyallahü anha) göstermektedir. Yani o sânları yüce olmakla vasıflandırılan insanlar, haklarında iftiracıların uydurdukları yalanlardan tamamen uzaktırlar.

Diğer bir görüşe göre ise, yani kötü sözler, kötü erkeklere ve kötü kadınlara mahsustur; onlara lâyıktır; başkası hakkında kötü sözler, söylenmemekdir. Yine kötü erkekler ve kadınlar, haklarında kötü sözlerin söylenmesine lâyıktırlar, iyi sözler de, iyi erkeklere ve kadınlara mahsustur; onlar, haklarında iyi sözlerin söylenmesine lâyıktır. İşte bu iyiler, kötülerin, onların hakkında söylediklerinden çok uzaktırlar.

Şu halde bu tefsire göre de, sonuç olarak bu âyet, Hazret-i Âişe El-Sıddıyka'yı tenzih etmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani kötü sözler, kötü erkeklere ve kadınlara mahsustur; başkalarından sâdır olmaz. Yine kötü erkekler ile kötü kadınlar, kötü sözleri sarf ederler. İyi sözler de, iyi erkeklere ve iyi kadınlara mahsustur; başkasından sâdır olmaz. İyi erkekler ve iyi kadınlar da, iyi sözlerin ehlidirler; onlardan iyi sözlerden başka bir şey sâdır olmaz. İşte o iyi insanlar, kötü insanların söyledikleri kötü sözlerden çok uzaktırlar; onlardan böyle sözler sâdır olmaz. Bu görüşe göre, âyetin sonucu, "sübhânallah! bu, büyük bir bühtandır" diyenleri tenzih etmektir.

B- "Mağfiret ve çok iyi bir rızk onlarındır."

Beşer olarak onlar da, günahlardan tamamen uzak kalmadıkları için, Allah'ın (celle celâlühü) büyük mağfireti onlar hakkında da caridir. Onlara verilecek çok iyi bir rızk ise, Cennettir.

27

"Ey îman edenler! Sahibinden izin almadan ve ona selam vermeden kendi evlerinizden başka evlere girmeyin. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır."

A- "Ey îman edenler! Sahibinden izin almadan ve ona selam vermeden kendi evlerinizden başka evlere girmeyin."

Bundan önce zinanın ve iffetli kadınları suçlamanın yasakları anlatıldıktan sonra burada da, erkeklerin kadınlarla iç içe olmaları ve yalnızlık hâlinde kadınların yanına girmeleri gibi mezkûr iki şeyden birine ortam hazırlayabilecek yasaklar ve iki cihan saadetine vesile olacak güzel edepler ve hoşnutluk veren fiiller anlatılmaktadır.

Âyette zikredilen evlerden murat, kiracı da olsa, emanetçi de olsa, herkesin mesken olarak kullandığı ev demektir. Bu itibarla evini kiraya veya ariyet (iğreti) olarak vermiş olan kimse de, içinde oturandan izinsiz olarak o eve giremez.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, başkasının meskenine girmek isterken üç kez: "Esselamu Aleyküm! Gireyim mi?"der. Eğer kendisine izin verilirse, girer; yoksa geri döner."

B- "Bu, sizin için daha hayırlıdır."

Yani izin alarak meskenlere girmeniz, ansızın veya Câhiliyye selamı de girmenizden daha hayırlıdır. Nitekim Câhiliyye devrinde birisi, başkasının evine girmek istediği zaman: "İyi sabahlar! İyi akşamlar!" diyerek izinsiz olarak içeri giriyordu. Böylece bazen adamı kansiyla beraber bir yorgan altında buluyordu.

Rivâyet olunuyor ki, bir adam, Peygamberimize Mü'-

"- Annemin yanma girerken de izin isteyeyim mi?" diye sordu.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "- Evet!.." dedi.

Adam:

"- Annemin benden başka hizmetini gören kimsesi yoktur. Ben her defasında yanına girerken izin isteyeyim mi?" diye sordu.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Sen anneni çıplak görmek istiyor musun?" dedi.

O adanı da:

"- Hayır!.." dedi.

Peygamberimiz Mü'

"- O halde izin iste!" buyurdu.

C- "Eğer düşünürseniz."

Yani bu size emredilmiş, yahut size söylenmiştir ki, düşünesiniz, öğüt alasınız ve gereğini yapasınız.

28

"Eğer o evlerde hiçbir kimse bulamazsanız, yine size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size: "Geri dönün!" (Geri dönün) denikrse, hemen dönün. Bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Zaten Allah sizin yaptığınızı tamamıyla bilendir."

A- "Eğer o evlerde hiçbir kimse bulamazsanız, yine size izin veriknceye kadar oraya girmeyin."

Bu evlerde hiç kimsenin bulunmamasından murat, ya izin vermeye yetkili kimsenin bulunmamasıdır. Buna göre, izin verme etkisi olmayan kadınların ve çocukların bulunup bulunmamaları arasında bir fark yoktur. Ya da izin yetkisi olsun veya olmasın, hiç kimsenin bulunmamasıdır. Buna göre, âyet-ı kerîmenin sarîh ifadesi, boş evlere dahi girmenin yasak olduğudur. Zira bu evlere girmek, mutad olarak insanların sırlarına muttak olmak ihtimalini, taşımaktadır. Bir de, başkasının mülkünü kullanmak, mutlak olarak yasaktır. Kadınların ve çocukların mahremiyetlerine muttak olmak ihtimak olan evlere izinsiz olarak girmenin haram olduğu, âyetin sarîh ifadesi ile sabittir. Zira bu evlere girmek, mezkûr gerekçe ile haram olduğuna göre, bu gerekçeden daha kuvvetli bir gerekçenin, yani mahremiyetlere muttak olmak da buna ilâve edilmesi halinde daha kuvvetli olarak haram olur.

Yani eğer girmek istediğiniz evlerde hiçbir kimse bulamazsanız, oraya girmeyin ve izin yetkisi olan bir kimse gelip size izin verinceye kadar sabredin.

B- "Eğer size: "Geri dönün!" (Geri dönün) denilirse, hemen dönün."

Anılan yasağın izin şartina bağlı kılınması, kapılarda mutlak olarak beklemek, hatta reddedildikten sonra da tekrar izin istemek ruhsatını vehmettirdiği için bu vehim, bu cümle ile ortadan kaldırılmıştır. Yani izne yetkili olsun, veya olmasın, girmek istediğiniz ev halkı, tarafından size: "Geri dönün" (Girmeyin) diye emredilirse, hemen dönün ve birincisinde olduğu gibi izin istemeyi üç kez tekrarlamakla ısrar etmeyin ve ikincisinde olduğu gibi izin verecek olan kimse gelinceye kadar beklemekte de ısrar etmeyin. Zira bu davranış biçimi, insanların gönlünde nefret meydana getirir ve kişiliği iyice zedeler.

C- "Bu, sizin için daha nezih bir davranıştır."

Yani bu durum karşısında sizin hemen geri dönmeniz, ısrar ve inat etmekten ve kapılarda beklemekle hâsıl olacak aşağılık ve rezaletten daha nezih bir davranıştır.

D- "Zaten Allah sizin yaptığınızı tamamıyla bilendir."

Binaenaleyh Allah (celle celâlühü) sizin yapıp yapmadığınız bütün mükellefiyetlerinizi bilir. Dolayısıyla onların karşılığını mutlaka verecektir.

29

"Özel mesken olmayıp faydalanma hakkınız bulunan binalara izinsiz olarak girmenizde her hangi bir sakınca yoktur. Zaten Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir."

A- "Özel mesken olmayıp faydalanma hakkınız bulunan binalara izinsiz olarak girmenizde her hangi bir sakınca yoktur."

Yani yalnız özel bir topluluğun meskeni olarak kullanılmayan, fakat kim olursa olsun, mecbur kalan herkesin kendine mesken edinmeden geçici olarak faydalandığı kervansaraylar, tekkeler, hanlar, hamamlar, umumî dükkânlar ve benzerleri gibi, sıcaktan, soğuktan korunmak, eşyayı, yükleri indirmek, alış-veriş yapmak, yıkanmak ve o binaların ve müşterilerinin durumuna uygun olan başka işlerin de yapıldığı mekânlara, daha önceki müşterilerinden, idarecilerinden, işletmecilerinden ve sahiplerinden İzin almaksızın girmenizde her hangi bir sakınca yoktur. Zira bu mekânlar, kamu işleri, umumun yararlanması için yapılmıştır.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) "Ya Resûlallah! Biz ticaret için dolaşıyoruz ve hanlara iniyoruz. Şimdi biz, izinsiz olarak oralara girmeyecek miyiz?" diye sordu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, izinsiz girilebilen bu mekânlar, def-i hacetin yapıldığı harabelerdir. Ve âyetteki "Meta" da, def-i hacettir. Ancak zahire göre, bu da, "evler" kapsamına dahildir; yoksa yalnız bu murat değildir.

B- "Zaten Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir."

Bu kelâm, anılan yerlerden birine, bir kötülük veya kadınların mahremiyetlerine muttak olmak için giren için ağır bir tehdit ifade etmektedir.

30

"Ey Resûlüm! Erkek mü’minlere de ki, gözlerini haramdan sakınsınlar; iffetlerini de korusunlar! İste bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır."

Bu âyet ile, bütün mü’minlere şâmil olan ve evlere girerken izin isteyenlerin hükmünün de öncelikle içinde bulunduğu genel bir hükmün beyanına başlanmaktadır.

Bu hitap, özellikle Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmiş ve hitaptaki emirler ve yasaklar, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) görüşüne havale edilmiş, çünkü bu emirler ve yasaklar, çokça vald olan cüzî hususlara ilişkin mükellefiyetler olduğundan, bunları emreden ve tedbirlerini üstlenen kimsenin, bunlara muhafızlık ve gözcülük yapması uygun olur.

Yani ey Resûlüm! Mü’minlere de ki, gözlerini haramdan sakınsınlar; helâl olanlarla iktifa etsinler ve zevceleri ile cariyeleri dışında namuslarını da korusunlar. İşte bu sakınma ve koruma, kendileri için şüphe pisliğinden daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah (celle celâlühü), onların yapmakta olduklarından haberdardır; kendilerinden sâdır olan hiçbir fiil ve ezcümle onların bakışlarından, diğer duyularını kullanmalarından, bedenî (yani cinsel) organlarını hareket ettirmelerinden ve bunlardan neyi kastettiklerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz, işte bundan dolayı yapıp yapmadıkları bütün işlerinde Allah'a (celle celâlühü) karşı dikkatli olsunlar.

31

"Kadın mü’minlere de, de ki, gözlerini haramdan sakınsınlar; iffetlerini de korusunlar; açık olan (görülebilen) kısımlar hariç, ziynetlerini de açmasınlar; baş örtülerini de yakaları üzerine (göğüslerini kapayacak şekilde) koysunlar. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’mine kadınlar), sahip oldukları köleler, erkekliği kalmamış aile içindeki erkekler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerim göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey îman edenler! Hepiniz Allah'a dönün ki, felâha eresiniz."

A- "Kadın mü’minlere de, de ki, gözlerini haramdan sakınsınlar; iffetlerini de korusunlar; açık olan (görülebilen) kısımlar hariç, ziynetlerini de açmasınlar"

Yani ey Resûlüm! Kadın mü’minlere de, de kı, gözlerini, bakılması haram olan yerlere bakmaktan sakınsınlar; örtünmekle, yahut zinadan uzak durmak suretiyle iffetlerini de korusunlar. Önce gözlerini sakınmaları zikredilmiş, çünkü bakmak, zinanın habercisi ve fesadın öncüsüdür. "Ve ziynet takıları ile diğer süslerini de göstermesinler." Bu ifade, ziynet takılarının ve diğer süslerin yerlerini göstermenin ne kadar ağır bir yasak, olduğunu açıkça bildirmektedir. Ancak yüzük, sürme, kına ve benzerleri gibi iş görürken açıkta alan kısımlar bu yasaktan müstesnadır. Zira bunların örtülmesinde açık olarak zorluk vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki ziynetten murat, ziynet yerleridir, yahut doğal güzellikler ile süs güzellikleridir ve bu hükümden müstesna olan da, yüz ve iki eldir, çünkü bunlar avret (bakılması haram) değildir.

B- "Baş örtülerini de yakaları üzerine (göğüslerini kapayacak şekilde) koysunlar."

Ziynetlerin gösterilmesinin yasak olduğu belirtildikten sonra burada da bazı ziynet yerlerinin örtülmesi keyfiyeti gösterilmektedir. Câhiliyye devrinde kadınlar, baş örtülerinin uçlarını arkalarına salıyorlardı. Böylece geniş olan yakalarından göğüsleri ve gerdanlıkları görünüyordu, işte bundan dolayı baş örtülerinin uçları, göğüslerini ve gerdanlıklarını örtmesi için, baş örtülerinin uçlarını gerdanlıkları ve göğüsleri üzerine salmaları emredildi.

C- "Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’mine kadınlar), sahip oldukları köleler, erkekliği kalmamış aile içindeki erkekler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler."

Burada da, ziynetlerini göstermeme emri tekrar edilmiş, çünkü bundan önceki emirden, bakılana göre görünmesi zarurî olan bazı maddeler istisna edildiği gibi, burada da, bakana göre bazı ruhsat maddeleri istisna edilmektedir.

Kadınların kocaları bundan müstesnadır, çünkü karılarının ziynetinden maksat onlardır. Erkekler, kanlarının bütün bedenine, hatta onların malum yerine de bakabilirler. Keza, kadınların babalan, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları da bu hükümden müstesnadır. Çünkü bu kimselerle kadınlar arasında zarurî olan çok yakın münasebetler vardır ve bu erkekler tarafından fitne (kötü davranış) vâki olması pek enderdir; zira her iki tarafta da doğal olarak, yalcın akrabalara dokunma nefreti mevcuttur. Bu erkekler, anılan kadınların ev hizmetleri sırasında açılan yerlerini görüp bakabilirler.

Âyette müstesnalar içinde amcalar ile dayılar zikredilmemiş, çünkü ihtiyat olan, kadınların onlardan örtünmeleridir. Zira onların, bu kadınları kendi oğullarına anlatmaları ihtimali sakıncası vardır.

Yine, kadınlara hizmet eden ve onlarla sohbet eden hür ve mü’min kadınlar da bu hükümden müstesnadır. Zira kâfir olan kadınlar, gördüklerini erkeklere anlatabilirler.

Yine, sahip oldukları cariyeler de, bundan müstesnadır. Kadının erkek köleleri ise, kendisi için yabancı erkekler gibidir.

Diğer bir görüşe göre ise, cariyeleri gibi erkek köleleri de bundan müstesnadır. Çünkü rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz Hazret-i Fatıma'nın (radıyallahü anha) yanına ona bağışladığı bir erkek köle ile beraber geldi. O sırada Hazret-i Fatıma'nın (radıyallahü anha) üstünde kısa bir örtü vardı; onunla başını örtünce, geri kalan kısmı ayaklarına ulaşmıyordu; ayaklarını örtünce de, üst kısmı başına ulaşmıyordu. Bu durumunu gören Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), : "Senin için bir sakınca yoktur; burada yalnız baban ve erkek kölen vardır" buyurdu.

Keza, kadınlara karşı isteği kalmamış aile içindeki erkekler de, mezkûr hükümden müstesnadır. Bu erkekler, şeyh-i fâni (Hazret-i Ömer hadisinde deniliyor kı; kendisi, ordusuna, "Savaştığınız düşmanların çok yaşlı erkekleri ile kadınlarını öldürmeyin!" diye emir veriyordu.) denilen çok yaşlılar ile memsûh (doğuştan erkeklik organı hiç gelişmemiş olan, yahut erkeklik organı ile husyeleri tamamen kesilmiş olan) erkeklerdir. Erkeklik organı kesilmiş olan erkekler ile hadimlaştırilmış olan erkekler hakkında ise görüş ayrılığı vardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar, artık yemeklerini yemek için kadınların peşine takılan ve kadınlara karşı hiçbir his beslemeyen budala erkeklerdir.

Yine, henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklar da bundan müstesnadır. Çünkü bu çocuklar henüz temyiz, yahut ergenlik çağına erişmemişlerdir.

D- "Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar."

Yani kadınlar, gizlemekte oldukları (bir çeşit ayak bileziği olan) halhallerinin çıkardığı takırdı sesleri duyulsun diye ayaklarını yere vurmasınlar; çünkü bu, erkekleri onlara meylettirir ve bu kadınların erkeklere meyk olduğunu vehmettirir.

Kadınların, takılarını göstermemeleri emredildikten sonra takılarının seslerini bile duyurmamalarınin emredılmesi, takıların yerlerinin gösterilmesinin ne kadar şiddetle yasak okluğu açıkça anlaşılmaktadır.

E- "Ey îman edenler! Hepiniz Allah'a dönün ki, felâha eresiniz."

Bundan önce Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yapılan hitap, burada değiştirilip bütün mü’minlere tevcih edilmiştir. Bu, tevbeye son derece önem verildiğini ve onun emrinin, ancak Allah'a (celle celâlühü) yaraşan büyük hususlardan olduğunu göstermek içindir. Zira hiçbir mükellef, mükellefiyetlerin gereklerini lâyıkıyla ifa etmekte bir çeşit taksirattan uzak kalamaz.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hûd sûresi, beni İhtiyarlattı." (Tirmizî, Kıtâbu't-Tefsir, Sûre: 56, Bab: 6) hadisiyle seni yasakların hepsinden men' etmektedir. Çünkü. Hûd sûresinde: "Emir olunduğun gibi dosdoğru ol!" âyeti vardır. Özellikle emir edilen husus, eğer şehvetlerden el çekmek ise, daha da büyük önem arz etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetin meâli, yani câhılıye devrinde yaptıklarınızdan tevbe edin, demektir. Zira câhiliye adetleri, İslam ile ortadan kalkıyorsa da, her akla geldiğinde ondan pişmanlık duymak ve terkine azim göstermekle tamamen kalkmaktadır.

Hulâsa,  hangi mânaya göre olursa olsun, iki cihan saadeti, ancak hâlis bir tevbe ile kazanılmaktadır.

32

"Sizden bekâr olanları, o dürüst kölelerinizi de, cariyelerinizi de evlendirin. Onlar eğer yoksul iseler, Allah Kendi lûtfu ile onları zengin kılar. Zaten Allah, lûtfu geniş olan ve her şeyi bilendir."

A- "Sizden bekâr olanları, o dürüst kölelerinizi de, cariyelerinizi de evlendirin."

Bundan önce Allah (celle celâlühü), zinayı ve onun yakın ve uzak sebeplerini men' ettikten sonra burada da evlenmeyi emretmektedir. Zira evlenme, beser nevinin bekasının ana sebebi olmak cihetiyle bizzat maksut olmanın yanı sıra, zinadan da en iyi caydırıcıdır.

Âyetin hitabı, veliler ve efendiler içindir. Yani bekâr olan hür erkekler ile hür kadınları ve sâlih olan kölelerinizi ve cariyelerinizi evlendirin; bunun için gerekli yardımları yapın.

Evlendirme emrinde, kölelerde salâh şartı konulmuş, çünkü kölelerden sâlih olmayanlar, efendisinin, kendisiyle ilgilenip ona şefkat göstermesine ve dinen ve âdet olarak gerekli olan mal ve menfaatleri harcamayı üstlenmesine lâyık değildir; hatta dürüst olmayan köle ve cariyeyi yanında bile tutmamak-dır. Hür erkeklerde ve kadınlar için bu emirde salâh şartı konulmamış, çünkü onlarda genellikle salâh vardır. Kaldı ki, hürler, kendileri ve mallan ile ilgili tasarruflarda kararı kendi başlarına vermek hakkına sahiptir. Şu halde hürler evlenmeye karar verince, velilerinin onlara yardım etmeleri gerekir. Zira evlenme yardımında hürler üzerinde, ödenmesi zorunlu bir hak terettüp etmez ki, bu yardım, ergeç onlara geri dönecek bir yatırım olarak itibar edilebilsin.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki salâh, evlenme ve onun hukukunu gözetme ehliyetidir.

B- "Onlar eğer yoksul iseler, Allah Kendi lûtfu ile onları zengin kılar."

Bu kelâm, iki taraftan birinin fakirliğinin evlenmeye engel olması vehmini ortadan kaldırmaktadır. Yani isteyen erkek tarafının veya istenen kadın tarafının fakirliği evlenmelerine engel olmasın. Zira Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu keremi, dünya malına ihtiyaç bırakmaz. Çünkü dünya malı gelip geçicidir. Allah (celle celâlühü) onu dilediğine hesapsız olarak verir. Yahut bu kelâm, onları zengin kılacağı vaadidir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bu âyette zenginlik arayın!" buyurmuştur. Ancak bu zenginlik, Allah'ın (celle celâlühü) dilemesi şartına bağlıdır.

Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Eğer siz yoksulluktan korkuyorsanız, bilin ki, Allah dilerse, siz lûtfu kereminden zengin kılar."

C- "Zaten Allah, lûtfu geniş olan ve her şeyi bilendir."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) zenginliği çok geniştir; dilediği insanları zengin kılmak. O'nun hazinesini eksiltmez. Zira O'nun nimetleri asla tükenmez ve kudretinin nihayeti de yoktur. Bununla beraber O, her şeyi bilendir; ilâhî hikmet ve maslahatın gereği olarak, dilediği kimsenin rızkını genişletir; dilediği kimsenin rızkını da daraltır.

33

"Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, onları lûtfu ile zengin kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerden Mükâtebe (anlaşması) isteyenlerle, onlarda hayır (güvenilirlik) görüyorsanız, hemen Mükâtebe yapın ve Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Cariyeleriniz namuslu kalmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için onları fuhşa zorlamayın. Kim onları o işe zorlarsa, artık şüphe yok ki Allah, zorlanmalarmdan sonra onlar için ğâfûr'dur, rahîm'dir."

A- "Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, onları lûtfu ile zengin, kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar."

Bundan önce fakirlerin evlenmelerinin de caiz olduğu beyan edildikten sonra bu kelâm da, evlenme hazırlıklarından ve imkânlarından âciz olanlara, kendileri için daha iyi ve uygun olan yol gösteriîmektedır. Yani evlenme imkânlarını, yahut evlenmek için gerekli olan malı bulamayanlar ise, Allah (celle celâlühü), onları lûtfu kereminden zengin kılıncaya kadar iffetli kalmaya ve şehvetlerini dizginlemeye olanca gayretleriyle çalışsınlar,

Bu kelâm, o yoksullar için, ilâhî ihsan ile kendilerini zengin kılmak ile iffetlerini korumakta ilâhi lûtfa mazhar olacakları vaadidir; onların kalpleri için de takviyedir ve ilâhî lûtfu keremin, iffetlilere ve sakillere daha yakın olduğunu bildirmektedir.

B- "Sahip olduğunuz kölelerden Mükâtebe (anlaşması) isteyenlerle, onlarda hayır (güvenilirlik) görüyorsanız, hemen Mükâtebe yapın."

Bundan önce Allah (celle celâlühü), sâlih ve evlendirilmeye lâyık kölelerin evlendirilmesini emrettikten sonra burada da, erkek kölelerden ve cariyelerden mükâtebeye lâyık olanlarla mükâtebe yapmayı emir buyurmaktadır.

Mükâtebe akdi, efendinin, kendi kölesine: "Dirhem olarak şu miktar üzerinde seninle mükâtebe yapıyorum; onu bana ödediğin zaman azat olursun!" demesi ve kölenin de: "Ben de kabul ettim!" demesi veya bu ifadelerin benzerleriyle gerçekleşir. Bundan sonra köle, efendisine o miktarı ödediği takdirde azat olur.

Mükâtebe emri, zorunluluk için olmayıp mendûbiyet (tavsiye) içindir. Zira kitabet akdi de, menfaat içermektedir. İşte bundan dolayı diğer akitler gibi bu da zorunlu değildir.

Mükâtebe akdi, peşin olarak da caizdir; vâdek olarak caizidir; taksitk olarak da caizidir; taksıtsiz olarak da caizdir. İmam Şafiî'ye göre ise, ancak vadeli ve taksitli olarak caizdir. Bu konu, yerinde tafsilatıyla anlatılmaktadır.

"Onlarda hayır görüyorsanız... " cümlesindeki hayırdan murat, emanet (güvenilirlik), rüşt, helâl bir kazanç ile ödeme gücü ve azat edilip serbest bırakıldıktan sonra insanlara eza vermeyecek dürüstlük demektir.

C- "Ve Allah'ın size vermiş olduğu malınızdan siz de onlara verin."

Bu, mallarından bir miktar bu mükâtebck köle ve cariyelere vermeyi efendilerine emretmektedir. Kitabet bedelinden bir miktar indirmek de bunun hükmündedir. Bu hususta asgari miktarda mal vermek yeterlidir.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu emir, kitabet bedelinın dörtte birini indirmektir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre bu yardım, kitabet bedelinin üçte birini indirmektir.

Biz Hanefîlere göre bu âyetteki emir mendûbiyet ifade etmektedir. İmam Şafiî'ye göre ise vücub ifade etmektedir. Ancak Peygamberinizin (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mükâteb üzerinde bir dirhem bile kaldığı müddetçe o köledir." (Ebû Davud, Kitab'ül Itak, Bab: 1; Tirmizî, Kitabu'l Büyü, Bab: 35; Malik- El-Muvatta, Kıtabü'l-Mükâteb, Hadis: 1, 2.) hadisi, Şafiî'nin içtihadını red etmektedir. Zira eğer kitabet bedelinden indirim yapmak vacip olsaydı, bu bedelden geri kalan bu kadar küçük miktar kesin olarak sakıt olurdu. Bir de, eğer indirim yapmak vacip olsaydı, bu vücub, akde bağlı olurdu. Böylece akıt, indirimi hem zorunlu kılar, hem de sakıt edici olurdu. Bir de, kitabet akdi, bir muavaza (karşılıklı menfaat) akdi olduğundan, alış-verıs akdinde de olduğu gibi, indirim yapmaya ıcbâr edilmez.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "onlara verin" demek, onlara ödünç verin, demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, onlara vermek emri, o köleler, kitabet bedelini ödeyip azat edildikten sonra da nifakta bulunmayı eski efendilerine emretmektir.

Âyette (Allah'ın size vermiş olduğu malından) malın Allah'a (celle celâlühü) izafe edilmesi ve o malın, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerine vermesiyle vasıflandırılması, emre uyup emredileni gerçekleştirmeye teşvik içindir. Nitekim "Allah'ın, sizi tasarrufta yetkili (halife) kıldığı maldan hayır içın harcama yapın." âyeti de bu kabildendir. Zira malın, Allah (celle celâlühü) tarafından kendilerine ulaştığı ve gerçek malikinin Allah (celle celâlühü) olduğu mülâhazası, malı emredilen yönde harcanmasını gerektiren en kuvvetli sebeplerdendir.

Başka bir görüşe göre ise, anılan verme emri, kölelerin sadakalardan hisselerinin verilmesi emridir. Buna göre bu emir, yine kesin olarak vücub içindir. Anılan izafe ve vasıflandırma ise, verilecek kaynağı tayin etmek içindir. Bir başka görüşe göre ise, anılan emir, bir mendûb olarak, bütün Müslümanların, mükâteb kölelere sadaka vererek yardım etmeleri emridir. Mükâteb oları köle zengin de olsa, efendisinin ona sadaka vermesi caizdir. Çünkü kölenin unvanı değişmiştir (mükâteb olmuştur). Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), (Hazret-i Aîşe'nin azatlı cariyesi olan) Berîre hakkındaki hadisinde: "O et, Berîre için sadaka, bizim için ise hediyedir" buyurmuştur. Hazret-i Âişe, Berîre adındaki cariyesini azat ettikten sonra bir gün Berîre'ye sadaka olarak verilmiş olan et tencerede pişerken Peygamberimiz eve gelmiş. Kendisine takdim edilen yemekte et görmeyince, sebebini sormuş. Kendisine, bu etin Berireye sadaka olarak verildiği ve Resûlüllah'ın sadaka malından yemediği için önüne et konulmadığı söylenince, Peygamberimiz: "O et, Berire için sadakadır: bizim için ise hediye sayılır" buyurmuştur.

D- "Cariyeleriniz namuslu kalmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için onları fuhşa zorlamayın."

Fetâ, erkek kölenin, fetât da, cariyenin kinayesidir. İşte buna binâen Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Siz, köle ve cariyenizden söz ederken, "Benim fetâm (gencim), benim fetâ tim (genç kızım)" desin; "Benim kölem, benim cariyem" demesin."

Asıl mânası itibarıyla bu kelimenin, fuhuş kelimesiyle ziyadesiyle münasebeti vardır. Çünkü genellikle fuhuş, yaşlı cariyeler ile küçük cariyeler değil, genç cariyelerden beklenmektedir.

Âyetteki "Namuslu kalmak istiyorlarsa.." ifadesi, bu yasağın, onların namuslu kalmak istemeleri takdirine tahsis için ve diğerlerini bunun hükmünün dışına çıkarmak için değildir. Mesela: Cariyelerin, kendileriyle zinâ etmek isteyen erkeğin bir özelliğinden dolayı, yahut belli bir zaman veya mekân için, yahut kısmen icbarı doğru gösteren başka gerekçelerden dolayı zinâ etmek' istememeleri halinde buna icbar edilmemeleri demek değildir. Hayır! Âyetin anılan İfadesi, onların sürekli olarak uygulaya geldikleri, bir âdete binâendır. Nitekim onlar, cariyelerini zinaya zorluyorlardı; cariyeleri ise, iffetlerini korumak istiyorlardı. Halbuki bu cariyeler, cinsel ilişkı arzularının en yoğun olduğu çağda bulunuyorlardı ve güzel ahlakı sağlayan, çirkinliklerden alıkoyan manevî değerler hakkındaki bilgilen de eksik idi.'

Nitekim (baş münafık) Abdullah b. Übeyy'in yedi cariyesi vardı. Kendisi bu cariyeleri zinaya icbar ediyordu ve onları baş haracı (cizye vergisi) vermekle yükümlü kılmıştı. Bu cariyelerden iki tanesi, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) baş vurup şikâyette bulundular, işte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu âyet, onların bu çirkin âdetini ziyadesiyle açıkça takbih ve zem etmektedir. Zira asgari bir şerefe sahip olan kimse, haremi himayesinde bulunan cariyelerine zinâ etmeyi emretmek ve onları buna icbar etmek şöyle dursun, özellikle onlar kendi iffetlerini korumak istedikleri halde onların zinâ etmelerine rıza göstermez.

Bu îzahı iyice kavramaya çalış ve "Zorlama, ancak namuslu kalmak iradesi karsısında gerçekleştiği için, âyetteki şart cümlesi kullanılmıştır. " görüşü ile "Eğer namuslu kalmak, bu yasağın şartı kılıma da, bu şartın bulunmaması halinde zorlamanın caiz olması lâzım gelmez; zira mümkündür ki, namuslu kalmak istemeyen cariyeler hakkında bu fiile zorlamanın gerçekleşmesi zaten imkânsız olduğu için böyle ifade edilmiştir. " görüşüne ise asla itibar etme; çünkü bu görüşler gerçeklikten uzaktır.

Âyetteki " Dünya hayatının geçici menfaatlerim elde etmek için" ifadesi, zorlamanın kaydıdır. Ancak bu kayıt da, daha önceki gibi (namuslu kalmak istiyorlarsa), yasağın bağlı olduğu bir kayıt değil, fakat aralarında mutat, olan bu olduğu içindir. Bu, önemsiz bir menfaat için büyük bir vebal yüklenmelerini tahkir için zikredilmiştir. Yani çabuk zail olacak ve hemen yok olmak üzere olan bir menfaat elde etmek talebiyle onları zinaya zorlama halinizi sürdürmeyin.

E- "Kim onları o işe zorlarsa, artık şüphe yok kı Allah, zorlanmalarından sonra onlar için ğâfûr'dur, rahîm'dir."

Bu cümle, zorlanan cariyelerin, zorlandıkları günâhın cezasından kurtulacaklarını ve zorlama sonucunun zorlayanlara ait olduğunu beyan etmek suretiyle yasağı açıklamak ve onu uygulamanın zorunlu olduğunu tekit etmek için zikredilmiştir.

Yani kim, o cariyeleri, anılan fuhşa zorlarsa, artık şüphe yok ki Allah (celle celâlühü), bu cariyelerin zorlanmalarından sonra onlar için Ğafûr'dur, Rahîm'dîr.

(Âyetin metninde "onlar için" anlamındaki) "Le Fitin ne" ifadesi, İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) mushaf'ında sarih olarak mevcuttur. İbn-i Abbâs'in (radıyallahü anh) kıraeti de böydedir. Zaten " zorlanmalanndan sonra" ifadesinden de bu mâna anlaşılmaktadır.

Hasen-ı Basrî (radıyallahü anh) bu âyeti okuduğu zaman: "Vallahi, o fuhşa zorlanan cariyeler için, Vallahi onlar için Allah, ğâfûr'dur, rahîm'dir" derdi.

Âyette geçen şart cümlesinde zorlayanlar da zikredildiği halde Allah'ın (celle celâlühü) mağfiret ve rahmetinin bu cariyelere tahsis edilmesi, onları fuhşa zorlayanların, ilâhî mağfiret ve rahmetten tamamıyla mahrum olduklarına apaçık delâlet etmektedir. Böylece sanki "o cariyeleri fuhşa zorlayanlar için Allah, ğafûr Ve rahîm değildir" denilmiştir. Bu itibarla tevbe şartıyla, ilâhî mağfiret ve rahmetin, müstâkil olarak, yahut zorlanan cariyelerle beraber zorlayanlara da şâmil kılınması, kelâm-ı celîkn mükemmeliyetini ihlal ve yasağın korkunç gösterildiği makamda onu hafif göstermek olur.

Fuhşa zorlanan cariyelerin, geçmiş günâhları olduğunu bildiren onların mağfirete ihtiyaçları ise, ya her ne kadar onlar fuhşa zorlanıyorlarsa da, zinâ esnasında beşer cibilliyetinin hükmü olarak, bir çeşit arzudan uzak kalmayacakları şaibesi itibarıyladır; ya da zorlama, bazen ihtiyari tamamen ortadan kaldıracak dereceden eksik olması itibarıyladır; yahut da zinâ fiilinin son derece korkunç olduğunu göstermek ve zorlanan cariyelerin, zinadan uzak kalmakta direnmelerini teşvik etmek ve zorlayanları bundan şiddetle sakındırmak içindir. Zira burada beyan ediliyor ki, bu cariyeler, mazeretli olmakla beraber, İlâhî mağfiret ve rahmet olmasa, cezaya maruzdurlar. Şu halde onları fuhşa zorlayanları, daha çok azaba müstahak olmaz mı?

34

"Yemin olsun ki, Biz, size açık açık bildiren bir çok âyetler, sizden önce gelip geçen kavimlerden misaller ve takva ehline öğütler indirmişizdir."

Bu âyetin geçmiş ve gelecek âyetler arasında zikredilmesi, âyetlerin mefihumlarıyla amel etmeye tam olarak yönelmeyi gerektiren yüce şanlarını beyan etmek içindir. Âyetin başında yemin zikredilmesi, şanına son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Yani, Vallahi, bu sûre-i kerîmede öyle âyetler indirmişizdir ki, bu âyetlerde konu edilen had cezalan, sair ahkâm ile âdap ve muhtaç olduğunuz diğer ilâhî emirler ve yasaklar bu âyetlerin konusu olarak apaçık belirtilmiştir. Bu İzaha göre, açıklama vasfının âyetlere isnadı mecazîdir.

Yahut Biz öyle apaçık âyetler indirmişizdir ki, eski kutsal Kitaplar ile aklı selim de onları tasdik etmektedir.

Eski kavimlerin misallerinden murat, eski kavimlerin acayip kıssaları, eski kutsal Kitaplarda zikredilen darbımeseller ve peygamberlerin (aleyhisselâm) diliyle söylenen sözler kabilinden olan misallerdir. Bu itibarla bu misaller, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kıssası ve Hazret-i Meryem (radıyallahü anha) kıssasını çağrıştıran Hazret-i Âişe kıssası ile bu sûre-i kerîmede vârid olan diğer misalleri, açık olarak kapsamaktadır.

Âyetteki "açık açık âyetleri", geçen âyetlere tahsis etmek ve mis ak de, yalnız acayip kıssaya hamletmek îzahı ise, gelecek temsillerin kusurlu sayılması sakıncası sebebiyle red edilmektedir. 35

Âyetlerin, takva ehline öğüt olmaları, onların muhtevasından ders almaları, onların sayesinde haramlardan, mekruhlardan (nahoş şeylerden) ve güzel âdaba halel getiren hareketler gibi uygun olmayan bütün hal ve hareketlerden salınmalarıdır. Şu halde öğütler, geçen âyetlerden ve misalden ibarettir. Zira bunların bu mânada öğüt olmaları gayet açıktır.

Anılan âyetler, hadleri ve hükümleri beyan eden âyetlere tahsis edilmiş; öğüt de, "Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın...") âyeti ile "Bu iftirayı işittiğinizde..."âyeti ve âdap hakkında vârid olan diğer âyetlere tahsis edilmiştir.

"Size indirdik..." âyetinde belirtildiği üzere Kur’ân'ın inzali bütün insanlar için olduğu gibi, âyetlerin öğüt olmaları da, herkes için olduğu halde burada öğütün, takva ehline tahsis edilmesi, öğütleri ganimet olarak telakki edip nurlarından istifade edenlerin ancak takva ehli olduğunu beyan etmek suretiyle muhatapları, takva ehli olan zümreye dâhil olmaya teşvik içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, açık, açık bildiren âyetlerden, misallerden ve öğütlerden murat, şanlı Kur’ân'da bulunan bütün âyetler, misaller ve öğütlerdir.

35

"Allah, şu göklerin ve bu yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir mişkat gibidir. Bu lamba, bir bulur sırça içindedir; bu billur, sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir ki, doğu da olmayan, batıda da olmayan mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden çıkan yağdan yakılır. Öyle ki, kendisine hiç ateş değmese de, onun yağı kendiliğinden neredeyse parlayıverecektir. O, nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi Kendi nuruna kavuşturur. Allah, insanlara temsiller getirir. Zaten Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

A- "Allah, şu göklerin ve bu yerin nurudur."

Eğer bundan önceki âyette geçen âyetlerden, misallerden ve öğüderden, son görüşte belirtildiği gibi, bütün Kur’ân'daki âyetler, misaller ve öğütler murat olursa, bu âyet, onların beyanını izah etmekte ve o beyanın, burada zikredildiği veçhile son derece mükemmel olduğunu bildirmektedir. Yok eğer anılan âyetlerden, misallerden ve öğütlerden, birinci görüş olarak belirtildiği gibi, sadece bu sûredeki âyetler, misaller ve öğütler murat olursa, o takdirde bu âyet, şu gerçeği tahakkuk ettirmektedir:

Allah'ın (celle celâlühü) beyanı, bu sûre-i kerîmede vârid olanlarla sınırlı değil, fakat beyan edilmesi, gereken bütün hükümlere, şer'î kaidelere, onların prensiplerine, dünya ve âhirette onlara terettüp eden gayelerine ve bunların dışında beyan konusu olan her şeye şâmildir ve bu beyanlar, en mükemmel şekilde Allah'tan (celle celâlühü) vâki olmaktadır. Nitekim Allah (celle celâlühü), bu beyanı, beyanın en kuvvetli mertebesi olan aydınlatma olarak ifade buyurmuş ve aydınlatanı da, nurun kendisi olarak ifade buyurmuştur. Bundan amaç, aydınlatmanın kuvvetine ve tesirin şiddetine dikkat çekmek ve Allah'ın (celle celâlühü) kendi zâtıyla zahir olduğunu, O'ndan başka her şeyin ise, O'nun izhâr buyurmasıyla zâhır olduğunu bildirmektir. Nasıl ki, nûr, kendi zâüyla aydındır; başkası ise, onunla aydınlanmaktadır.

Nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, mecazî mânada nûr olarak ifade edilen beyanın, son derece yaygın olduğuna ve insanların irşadı ile alâkadar ve beyana lâyık olan her şeye tamamen şâmil olduğuna delâlet etmesi içindir. Tıpkı, mecazî olarak kullanılmış olan nûr, yukarı âlemlerde ve aşağı âlemde bulunan cisimlerden onu kabul eden her şeye şâmil olması gibi. Zira gökler ile yer, hissi nûr için başkaca tezahür mahalli bulunmayan iki cismanî âlemin cihetleridir.

Yahut nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, beyanın, onların ve onlarda bulunan varlıklarm hallerine şâmil olduğuna delâlet etmesi içindir. Zira her varlığın ahvalinden beyana lâyık olanlar, tafsilatlı olarak, yahut icmali olarak mutlaka beyan edilmiştir. Bunun aksi nasıl olabilir! Zira hiç şüphe yok ki, bütün varlıkların, Yaradan'ın varlığına, sıfatlarına delil oldukları ve tekrar dirilişin gerçek olduğuna kanıt oldukları beyan edilmiştir.

Yahut da nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, beyanın, göklerin ve yerin ehli ile alâkadar olduğuna delâlet etmesi içindir. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh), bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: "Yani Allah (celle celâlühü) gökler ve yer ehlinin hidâyetçisidir; hepsi O'nun nuruyla hidâyet bulurlar ve O'nun hidâyetiyle dalâlet şaşkınlığından kurtulurlar."

Gizli kılmakta (ihfâ'da) asıl olan yok etme, îdam olduğu gibi, izhârda da asıl olan îcat olduğu gerekçesiyle, tenviri, Allah'ın (celle celâlühü), mahiyetleri yokluktan vücuda çıkarmak mânasına hamletmek, yahut gökleri ay, güneş ve diğer yıldızlar ve onlardan saçılan ışıklarla tezyin etmek, yahut meleklerle tezyin etmek ve dünyayı da peygamberler, âlimler ve mü’minlerle tezyin etmek, yahut bitkiler ve ağaçlarla süslemek mânasına hamletmek, yahut Allah'ın (celle celâlühü) gökleri yeri ve onlarda bulunanları tedbir etmesi mânasına hamletmek, makama münâsip düşmez ve nizamın güzelliğine de müsait olmaz.

B- "O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir mişkat gibidir. Bu lamba, bir billur sırça içindedir; bu billur, sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir ki, doğuda olmayan, batıda da olmayan mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden çıkan yağdan yakılır."

Mişkât, dışarıya açılmayan, duvardaki kapak küçük pencere, delik, kandillik demektir. Misbah, çok ışık veren büyük lamba demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, Mişkât, kandilin ortasında bulunan delikli kamıştır; Misbah da, yanan fitildir.

Allah'ın (celle celâlühü) nurundan murat, kâinatı aydınlatan İlâhî feyiz Kur’ân-ı Mübîndir. Nitekim bundan önce Kur’ân âyetlerinin, inzâl (indirmek) ve tebyîn (açık açık olmak) ile vasiflandırılmasından da anlaşılmaktadır. Zaten "ve size apaçık bir nûr indirdik."âyetinde de sarahatle nûr olarak vasıflandırılmıştır. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ile Zeyd b. Eşlem (radıyallahü anh) de böyle demişlerdir. Karanlığin, mecazî olarak bâtıl anlamında kullanılması gibi, nurun da, mecazî olarak hak anlamında kullanılması her ne kadar yaygın ise de, burada nuru, haktan ibaret kılmak görüşünü, âyetlerin şânının beyanı ve zikredilen tebyin ile vasiflandırılması makamı red etmektedir. Kaldı ki, hak, daha önce zikredilmedi. Bir de, Kur’ân-ı Kerîm'in şânında olduğu gibi, nûr mefhumunda da muteber olan zahir olmak ve izhâr etmektir. Hak olması hasebiyle hakkın mefhum undaki muteber olan ise, izhâr değil, yalnız zahir olmaktır.

Mesel, acayip sıfat demektir.

Yani Kur’ân'ın acayip nurunun tenvîr ve aydınlatmadaki sıfatı...

Mübarek, faydalan çok demektir. Nitekim kandilin fıtık, bu ağacın yağı ile yanmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, bereket ile vasıflandırılmış, çünkü bu ağaç, Allah'ın (celle celâlühü) âlemlere bereketk kıldığı topraklarda yetişmektedir.

Bu ağacın şarkî de, garbî de olmaması, bazen güneş alıp bazen almayacak yerlerde değil, yüksek tepeler ve geniş düzlükler gibi, güneş doğarken de, batarken de ve bütün gün boyu güneş alan yerlerde bulunması demektir. Bu, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Saîd b. Cübeyr ve Katâde'nin görüşüdür. Ferrâ ile Zeccâc ise diyorlar kı: "Yani yalnız şarkî ve yalnız garbî değil, fakat hem şarkîdir, hem de garbidir; yani güneş doğarken de, batarken de güneş almaktadır; her ikisinden de nasibini almaktadır ve bundan dolayı yağı daha safidir."

Diğer bir görüşe göre ise, yani bu ağaç, dünyanın doğu bölgelerinde de, batı bölgelerinde de yetişmez; fakat dünyanın ortası olan Şam bölgesinde yetişmektedir. Zira Şam bölgesinin zeytinleri, en üstün kalitededir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani devamlı güneş vurup onu yakacak yerlerde yetişmez, hiç güneş vurmayip da onu ham bırakacak yerlerde de yetişmez. Bir hadiste şöyle denilmektedir: "Hiç güneş almayan yerlerde yetişen ağaç ve bitkilerde de, her zaman güneşin vurduğu yerlerde yetişen ağaç ve bitkilerde de hayır yoktur."

C- "Öyle ki, kendisine hiç ateş değmese de, onun yağı kendiliğinden neredeyse parlayıverecektir."

Yani bu ağacın yağı, safiyet ve aydınlatma özelliğinde öyledir ki, hiç ona ateş değmeden de neredeyse kendiliğinden parlayiverecektir.

D- "O, nûr üstüne nurdur."

Bu cümle, temsilin fezlekesi, ondan hâsıl olan mânanın sarih ifadesi ve bundan sonra gelene de hazırlık mahiyetindedir.

Yani Kur’ân'ın, kendisiyle ifade edildiği ve acayip sıfatının, temsilî olarak kandilliğin sıfatıyla açıklanan nûr, muazzam bir nûr üstüne muazzam bir nurdur. Yoksa muayyen ve gayri muayyen bir nûr üstüne yine muayyen veya gayri muayyen bir nurdan ve yalnız iki nurun toplamından ibaret değildir, fakat o nûr, belli bir sınırla değil, sınırsız olarak kat kat artan bir nurdur. Bu nurun, temsilî olarak anlatıldığı kandil ışığı ile sınırlandırılması ise, insanlar arasında câri olan âdete göre, ışık mertebelerinin son sınırı olmasından dolayıdır. Zira lamba, küçük yuva (delik) gibi dar bir yerele olduğu zaman, yansıyan ışıkların, ana ışıkla birleşmesi sebebiyle daha kuvvetli ve toplu ışık vermektedir. Geniş yerde olan lamba ise böyle değildir; zira onda ışık etrafa dağılır. Yine kandil (lamba), aydınlatmayı ziyadesiyle arttırmanın en büyük yardımcı aracıdır. Keza, zeytin yağı ve safiyeti de öyledir. Âdete göre, bu mertebelerin ötesinde daha kuvvetli ışık sağlayacak başka bir mertebe yoktur.

Âyetteki nuru, (Kur’ân değil de) nurun kendisi olarak kabul etmek ise, Kur’ân'ın yüce sanına yaraşmaz.

E- "Allah dilediği kimseyi Kendi nuruna kavuşturur."

Yani Allah (celle celâlühü), kullarından hidâyetini dilediği, kimseyi, kesin olarak matlûba ulaştıran özel bir hidâyetle o şânı pek yüce yoğun nura kavuşturur; o kimseyi, bu nûr içindeki hakikat delillerini, Allah (celle celâlühü) katından olduğunu, icazını, gaibi bildiren haberlerini ve îmanı mucip olan diğer üstün vasıflarını anlamaya muvaffak eder.

Bu kelâm bize bildiriyor ki, bu hidâyetin ana sebebi ve dayanağı yalnız Allah'ın (celle celâlühü) dilemesidir ve ilâhî irade olmadıkça sebeplerin tezahürü, matlûplara ulaştırmaktan uzaktır.

F- "Allah, insanlara temsiller getirir."

Yani Allah (celle celâlühü), hidâyet esnasında insanların halinin ihtiyaç duyduğu temsiller gerektirir. Çünkü irşat bağlanımda temsillerin büyük etkisi vardır. Zira temsil, aklî olarak düşünülenleri., hissedilenler şeklinde göstermek ve garip mânaları, ünsiyetli şeyler olarak tasvir etmektir. İşte bundan dolayıdır ki, apaçık Kur’ân'ın kendisiyle ifade edildiği İlâhî nûr, kandillik nuru olarak temsil edilmiştir.

G- "Zaten Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

Yani aklî olsun, hissi olsun ve zahir olsun, bâtın olsun, Allah (celle celâlühü) her şeyi hakkıyla bilendir. Ve bunun gereği olarak da, O'nun dileği, insanlardan hidâyete lâyık olanların hidâyetine taallûk eder; diğerlerine taallûk etmez; çünkü bunun aksi, tekvin (yaratılış) ve teşriin (ilâhî kanunların), üzerine binâ edildikleri hikmete ters düşer. Yine Allah'ın (celle celâlühü) her şeyi biliyor olmasının gereği olan diğer bir husus da, insanların hallerinin gerektirdiği şekilde, O'nun umumî hidâyetinin çeşitli ve yollarının farklı olmasıdır.9

9 Malik Bin Nelvı, Kur’ân-ı Kerim Mucizesi eserinde bu ayeti son ilmî gelişmeler ışığında ıncelemekte ve Kur’ân'ın icazının ebedî olduğunu göstermektedir.

36

"O kandil, öyle evlerdedir ki, Allah, yükseltilmesine (yüeeltilmesine) ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Seçkin adamlar orada sabah akşam O'nu tesbîh ederler."

A- "O kandil, öyle evlerdedir ki, Allah, yükseltilmesine (yüceltilmesine) ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir."

Bundan önce Kur’ân-ı Kerîm'in şânı konusunda onun, şer'î kuralları, hükümleri, bunların prensiplerini, onlara terettüp eden mükâfatlar ile cezaları ve bunlardan başka âhiretin halleri ve korkunç sahneleri beyan edildi ve Kur’ân'ın gayet açıklayıcı ve öğretici olduğuna da işaret edildi. Nitekim onun aydınlatması, açıklanan kandil ışığı ile temsil edildi ve o nûr, en yüksek mertebede zahir olmakla beraber, ancak, Allah'ın dilediği kimsenin onun hidâyetinden faydalanacağına, başkasının faydalanamayacağına işaret edildi...

İşte bütün bu hakikatlerin beyanından sonra bu âyetten itibaren de her iki fırka anlatılmakta ve hidâyet bulup bulmamakta hallerinin keyfiyetini, bildiren bazı amelleri tasvir edilmektedir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, âyetteki evlerden murat, bütün mescitlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın (celle celâlühü) her hangi bir peygamberinin binâ ettiği mescitlerdir ki, onlar da şu mescitlerdir: Hazret-i İbrâhîm ile İsmail'in (aleyhisselâm) binâ ettikleri Kâ'be; Hazret-i Dâvûd ile Süleyman'ın binâ ettikleri Beytülmakdis; Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) binâ ettiği Medine Mescidi ile Kuba Mescidi.

Bu evlerin yükseltilmesine izin verilmesinden murat, diğer evlerden farklı olarak, yüksek binâ edilmelerinin emredılmesidır.

Diğer bir görüşe göre ise, o evlerde Allah'a (celle celâlühü) ibâdet etmekle, kadir ve kıymetlerinin yüceltilmesi emridir. Bu görüşe göre, âyette ondan sonra gelen "içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir" cümlesi, onun îzahi kabilindendir. Hangi görüşe göre olursa olsun, bu emrin izin olarak ifade edilmesi, işaret ediyor ki, burada memurun haline yaraşan, bu konuda sanki izinliymiş gibi, henüz emir vârid olmadan önce emredilecek şeyi gerçeldeştirmek niyetiyle emir konusuna yönelmesidir.

Burada Allah'ın (celle celâlühü) isminin anılmasından murat, O'nun bütün zikirleridir.

B- "Seçkin adamlar orada sabah akşam O'nu tesbîh ederler."

Tesbîh'in aslı, tenzih ve kutsamaktır. Derler ki; bundan, farz namazlar kastedilmiştir. Nitekim "sabah akşam" sözleriyle vakitlerin tayini de bunu bildirmektedir. Yani sabahlar ve akşamlar O'nu tesbîh ederler.

Bu tesbîhten, tenzihin kendisi de kastedilebilir. Buna göre bu tenzih, namazların esnasında ve vakitlerinde vâki olan tenzihlerden ibarettir. Bu tenzîlı, sair tenzihlerden daha üstün olmasından dolayı zikre tahsis edilmiştir. Yahut bu tenzih, bütün vakitlerde vâki olan tenzihlerdir. Buna göre günün iki tarafının (sabah akşam) zikredilmesi, günün tamamını ifade etmektedir. Zira günün vakitlerinde umde olan ve iş güçlerin yapılmasıyla ilgili en çok günün iki tarafı ifade edilmekledir.

37

"O seçkin adamları, Allah'ı anmaktan, namazı gereğince kılmaktan ve zekâtı vermekten hiçbir ticaret ve alım satım alıkoyamaz. Onlar, bu yüreklerin ve şu gözlerin tersine döneceği bir günden korkarlar."

Bu kelâm, o seçkin şahsiyederin, kendilerini tamamıyla Allah'ın (celle celâlühü) ibâdetine verdiklerini, onların, halleri olarak belirtilen tesbihe gark olduklarını ve her ne olursa olsun, hiçbir engelin onları bundan alıkoyamadığını ifade etmektedir.

Burada özellikle ticaret, zikre tahsis edilmiş, çünkü onlara en kuvvetli ve en meşhur engeldir. Yani ne kadar kârlı olursa olsun, hiçbir ticaret ve akm satım, onları ibâdetlerinden meşgul etmez.

Alım-satım da, ticaretin kapsamına dâhil olduğu halde bir de ayrıca zikredilmesi, diğer ticaret nevilerinden daha cazip olduğu içindir. Çünkü akm satımın kazancı, kesin ve peşindir; diğer ticaretlerin kazancı ise, ikinci asama satiş sırasında beklenmektedir. İşte bundan dolayı diğer ticaretlerin alıkoymamasından, akm satımın da alıkoymaması lâzım gelmez.

Vâkıdî'den naklolunduğuna göre, burada ticaretten murat, satın almaktır; çünkü ticaretin aslı ve başlangıcı budur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu ticaret, satılmak üzere bir yerden başka bir yere sevk edilen davar ve emtiadır.

Yani ne kadar cazip ve kârlı olursa olsun, hiçbk ticaret ve alıs-veriş, o bahtiyar insanları, tesbîh ve hamd ile Allah'ı (celle celâlühü) anmaktan, namazları geciktirmeden vaktinde hakkıyla kılmaktan ve hak sahiplerine verilmesi farz kılınmış olan zekâtı vermekten alıkoyamaz.

Zekât, yalnız mescitlerde ifa edilen bir ibâdet olmadığı halde burada zikredilmesi, namazın arkadaşı olup diğer yerlerde hep onunla beraber zikredilmesinden dolayıdır. Bir de, zekâtın burada zikredilmesi, bu seçkin insanların güzel amellerinin, mescitlerde ifa edilenlere münhasır olmadığına dikkat çekmek içindir. Nitekim "Onlar, bu yüreklerin ve şu gözlerin tersine döneceği bir günden korkarlar" cümlesinin burada zikredilmesi de, onların korkularının, mescitlerde bulunmalarına bağlı olmadığına dikkat çekmek içindir.

Yüreklerin ve gözlerin tekallüb etmesi, korku ve dehşetten yerinden oynaması, normal halinin bozulması ve dışarı fırlaması demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "... gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği zaman..." Yahut yüreklerin ve gözlerin halinin bozulup tersine dönmesi ve kalpler, önceleri mühürlü iken şimdi hakikatleri idrâk etmesi ve gözler de, önceleri kör iken şimdi hakikatleri görmesi demektir. Yahut yürekler, kurtulmak umudu ile helâk olmak korkusu arasında ve gözler de, hangi taraftan götürülecekleri ve amel defterlerinin hangi taraftan verileceği tereddüdü içinde olmaları demektir.

38

"Allah, onları, yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandıracak ve lûtfunden onlara fazlasıyla verecektir de onun için. Zaten Allah, dilediği kimselere hesapsız olarak rızık verir."

Yani onlar hiçbk engel tanımadan, tesbîh, zikir, zekât ve kıyamet korkusu gibi amellerine devam ederler ki, Allah kendilerine vaat ettiği gibi bir tek sevap için, onun on katından yedi yüz katına kadar sevapla kendilerini mükâfatlandırır ve lûtfunden onlara fazlasıyla bir takım nimetler verir ki, bunların hususiyetlerini, yahut miktarlarını onlara vaat etmemiştir ve dolayısıyla bunların keyfiyetleri ve kemiyetleri akıllarına bile gelmez; fakat ancak bazı âyet ve hadislerde icmali olarak vaat edilmiştir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "İyilik edenlere, iyilik ve daha fazlası var."

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de kutsî bir hadiste Allah'tan (celle celâlühü) hikâye ederek şöyle buyurmuştur: "Ben, sâlih kullarım için öyle nimetler hazırlamısımdır ki, onları hiçbir göz görmemiş; hiçbir kulak işitmemiş ve onlar, hiçbir insanın kalbinden bile geçmemiştir."

Bundan başka da daha nice icmali vaatler vardır ve "Zaten Allah, eklediği kimseye hesapsız olarak rızık verir" cümlesi de, bunlardan biridir. Zira bu cümle, mezkûr ziyâdeyi açıklayan bir zeyil mahiyetinde olup Allah'ın (celle celâlühü) onların amellerinin mükâfatından fazla olarak hesapsız hayırlar vereceğinin vaadidir,

Allah'ın (celle celâlühü) dilediği kimselerden murat, güzel sıfatlan zikredilen kimselerdir. Yani Allah (celle celâlühü), güzel sıfatlan zikredilen o kimselere hesapsız olarak rızık verir. Onların "Allah'ın dilediği kimseler" olarak ifade edilmeleri, mezkûr rızkın, yegâne sebebinin sırf Allah'ın (celle celâlühü) dilemesi olduğuna, yoksa anlatılan amelleri olmadığına dikkat çekmek içindir. Nitekim Allah'ın (celle celâlühü) nuruna kavuşmanın yegâne sebebi de, yine İlâhî iradedir; yoksa sebeplerin tezahürü değildir. Bir de, bu ifade bize bildiriyor ki, o güzel sıfatlara sahip olanlar, Allah'ın İl hesapsız olarak rızık vermeyi dilediği kimselerdir. Nasıl kı, onlar, Allah'ın (celle celâlühü), nuruna kavuşturmayı eklediği kimselerdendir. Nitekim onların açıklanan amelleri bu gerçeği bildirmektedir. Zira zikredilen tesbîh, namaz, zekât, âhiret günü ile dehşetinin korkusu ve mükâfat umudu, nurdan kastedilen Kur’ân-ı Kerimden kaynaklanmaktadır. İşte bu kelâm ile, ilâhî hidâyetle hidâyet bulanın halinin beyanı en açık ve net şekilde tamamlanmış olur.

39

"Kâfirlere gelince, onların amelleri engin bir çöldeki bir serap gibidir ki, susamış, onu bir su sanır; nihayet onun yanına vardığında orada hiçbir şey bulamaz. Ve yanında Allah'ın hükmünü bulur. İşte o zaman Allah, onun hesabını tastamam görür. Zaten Allah, hesabi gayet çabuk olandır."

A- "Kâfirlere gelince, onların amelleri engin bir çöldeki, bir serap gibidir ki, susamış, onu bir su sanır; nihayet onun yanına vardığında orada hiçbir şey bulamaz."

Yani îman edenlerin amellerinin hak ve geleceği anlatıldığı gibidir . Kâfirlere gelince, onların sıla-ı rahim., köleleri azat etmek, hacılara su vermek, Beytullah'ı onarmak, yardıma muhtaç olanların yardımına koşmak, misafir ağırlamak ve ancak îmanla beraber olması takdirinde ilahi mükâfat gerektiren diğer amelleri, engin bir çöldeki bir serap gibidir... Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Kâfirlerin hak şöyledir: Onların amelleri fırtınak bir günde rüzgârın şiddede savurduğu küle benzer..."

B- "Ve yanında Allah'ın hükmünü bulur. İşte o zaman Allah, onun hesabını tastamam görür. Zaten Allah, hesabı gayet çabuk olandır."

Bu cümle, tamamlayıcı olarak, ondan sonraki hallerini beyan ediyor ki, onların sonunun, serabı gören susamış gibi yalnız hüsran ve umutsuzluktan ibaret olduğu vehmedilmesin ve ondan sonra başlarına geleceklere göre o hüsranın tamamen önemsiz kaldığı anlaşılsın.

Bu cümle, "orada hiçbk şey bulamaz" cümlesine atıf değil, fakat temsil yoluyla anlaşılan kâfirlerin, mezkûr amellerinden hiçbir şeyi ve eserini bulmamaları mefhumuna atıftır. Yani nihayet kâfirler, kıyamet gününde, dünyada, ahirette kendilerine faydası olacağını sandıkları amellerinin yanına vardıklarında o amellerden bir şey bulamazlar ve Allah'ın (celle celâlühü) hükmünü bulurlar. İşte o zaman Allah (celle celâlühü), mezkûr amellerinin hesabım ve cezasını tastamam görür. Zira onların, îmanları olmadığı halde amellerinin faydasına inanmaları ve bunun gereğince hareket etmeleri, küfür üstüne küfür olup kesin olarak ceza gerektirmektedir.

Deniliyor ki, bu âyet, Utbe b. Ebî Rebîa b. Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, bu adam, Câahiîiyye devrinde rahiplerin kıyafetlerini giyip kendim ibâdete vermiş ve dindarca bir hayat yaşamaya başlamış; ama sonra İslam gelince küfrü seçmiştir.

40

"Yahut kâfirlerin hali, engin denizdeki karanlıklar gibidir ki, onu bir dalga, onun üstünden diğer bir dalga, onun üstünden de bir bulut kaplamaktadır. Birbiri üstüne karanlıklar... Öyle ki, insan elini çıkarıp uzatsa, onu bile görecek değildir. Zaten bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık onun için ışık adına bir şey yoktur."

A- "Yahut kâfirlerin hali, engin denizdeki karanlıklar gibidir ki, onu bır dalga, onun üstünden diğer bir dalga, onun üstünden de bir bulut kaplamaktadır."

Bundan önce, o kâfirlerin çok güvendikleri ve her ortamda iftihar vesilesi yaptıkları amelleri zikredilen seraba benzetildikten ve ilâve olarak çetin bir hesap ve azap görecekleri belirtildikten sonra burada da, onların, aldananların aldanması için içinde hiçbir hayır şaibesi bulunmayan çirkin amelleri, engin denizlerde üst üste dalgalarla kaplanmış ve dalgaların üstünde de, yıldızların ışıklarını örten bir bulut bulunan karanlıklara benzetilmiştir.

"Üstünde bîr bulut" denilmesi, dalgaların sanki bulutlara ulaşmış gibi kat kat ve üst üste olduklarına işaret etmektedir.

B- "Birbiri üstiine karanlıklar..."

Bu da, karanlıkların son derece zifiri olduklarını beyan etmektedir. Tıpkı "nûr üstüne nûr" kelâmı, nurun son derce kuvvetli olduğunu ifade ettiği gibi.

C- "Öyle ki, insan elini çıkarıp uzatsa, onu bile görecek değildir."

Yani bu karanlıklara müptela olan kimse, kendi eline bakmak için elini çıkarıp gözünün en yakınına götürse, onu bile görecek değildir.

D- "Zaten bir kimseye Allah nûr vermemişse, artik onun için ışık adına bir şey yoktur."

Bu kelâm, makabli için bir zeyil mahiyetinde olup temsilin ifade ettiği kâfirlerin amellerinin böyle olduğunu açıklamakta ve onların bu sonucunun, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerini nuruna, Kur’ân'a hidâyet buyumumasından ileri geldiğini açık etmektedir.

41

"Görmüyor musun ki, göklerde ve yerde olanların hepsi ve uçan kuşlar da kanatlarını çırparak Allah'ı tesbîh etmektedirler. Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir. Zaten Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir."

A- "Görmüyor musun ki, göklerde ve yerde olanların hepsi ve uçan kuşlar da kanatlarını çırparak Allah'ı tesbîh etmektedirler."

Bu hitap, Resûlüllah için olup Allah'ın (celle celâlühü), ona nûr mertebelerinin en yükseğini ve en parlağını, indirdiğini ve zahir âlem ile bâtın âlemin en ince ve küçük sırlarını beyan ettiğini bildirmektedir. Yani ey Resûlüm! Sarih vahiy ve sahîh delil sayesinde müşahede gibi bir kesin bilgi ile biliyorsun ki, şu göklerde ve bu yerde onların bir parçası olarak ve ayrı olarak bulunan aklı olan ve olmayan bütün varlıkları hepsi, devamlı Allah'ı (celle celâlühü) zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde, yüce şanına yakışmayan her türlü noksanlık ve halelden manevî bir tenzih ile tenzih etmektedir. Kâinatın bu tenzihini bütün aklı selim sahiplerini anlamaktadır. Zira mürekkep olsun, basit olsun, kâinatta bulunan bütün mümkün varlıklar, mahiyetleri, vücutları ve halleri itibarıyla, varlığı vacip, kemal sıfatlarının yegâne sahibi, yüce şanına yakışmayan her şeyden mukaddes olan bir Yaradanm varlığına delâlet etmektedir. Allah (celle celâlühü) bu delâletin kuvvetine ve gayet açık olduğuna da dikkat çekmektedir. Nitekim hal lisanını söz lisanı mertebesinde kabul ederek, akıl sahiplerine mahsus bulunan ve tenzih mertebelerinin en kuvvetlisi ve zahiri olan tesbih ile onu ifade buyurmuş ve bu mânayı, âkil sahipleri için kullanılan harfi (Men), âkil sahipleri olmayanlar için kullanılan harfe (Mâ) tercih etmekle de tekit etmiştir. Sanki, önemli olsun veya olmasın, her şey ve arazların (araz, başka varlıklar vasıtasıyla görünen) ve ayinlerin her ferdi, âkil, nâtik olup birer doğru haberci olarak, Allah'ın (celle celâlühü) yüce şanını ve üstün hükümranlığını bildirmektedir.

Göklerde ve yerde, Allah'ın (celle celâlühü) kemal sıfatlarına delâlet: eden varlıklar da bulunduğu halde yalnız tenzih, zikre tahsis edilmiş, çünkü kelâmın siyakı, -Hâşâ! Sümme Hâşâ!- cansız varlıkları ilâhlıkta Allah'a (celle celâlühü) ortak kılarak ve evlat edinmeyi O'na isnat ederek tenzihi ihlal eden kâfirlerin halını takbih etmek içindir.

Âyetteki Tesbîh'i, yaratılmışların her nevine uygun olan mânalara hamletmek, yani bundan sonra gelecek olan "Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir." Cümlesinden de ilk akla geldiği gibi, âkil sahiplerinin tesbihine de, başkasının tesbihine de şâmil olacak mecazî bir mânanın kastedilmesi ise, insan ve cin kâfirlerin de, âkil sahipleri oldukları halde, o mânada kesinlikle Allah'ı (celle celâlühü) tesbîh etmedikleri, onların tesbîhi, âkil sahibi olmayan varlıkların da onlara iştirak etlikleri, mezkûr delâlet tesbîhi olduğu gerçeği ile reddedilmektedir.

Bu âyet, kâfirlerin hatasını ziyadesiyle ortaya koymakta ve onların, en aşağı cihetleri olan cansız varlık, cisim ve hayvan olmaları cihetleriyle Allah'ı (celle celâlühü) tesbîh ettiklerini, en şerefli cihetleri olan insan olmaları cihetiyle O'nu tesbîh etmediklerini beyan etmektedir.

Kuşlar da, yerdeki varlıklara dahil oldukları halde ayrıca zikredilmişler, çünkü kuşlar, devamlı yerde kalmazlar; bir de kuşların pek hârika mükemmel bir özelliği olup onların tesbîhi bu cihetten anlatılmak istenmektedir. Zira kuşların bu ciheti, Yaradanının kudretinin kemalini ve O'nun tedbirinin güzelliğim gayet açık bildirmektedir. Nitekim "kanatlarını çırparak" kaydı de bunu bildirmektedir. Zira Allah'ın (celle celâlühü), istedikleri gibi havada durmak ve hareket etmek imkânına sahip olmaları için ağır cisimlere kanatlar ve hafif kuyruklar vermesi ve bunları açıp yummak suretiyle onlara kullanma keyfiyetini öğretmesi, aklını kullanan bir kavım için apaçık bir hüccet ve âyet olup Mecîd (lûtfu keremi bol) olan Yaradanın kudretinin kemaline ve Mübdî (ilk yaratan) ve Muîd (sonra yine hayata döndüren) Allah'ın üstün hikmetine delâlet etmektedir.

B- "Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir."

Bu kelâm, zikredilen varlıkların her birinin Yaradanım tenzihinin son derece derin ve köklü olduğunu beyan etmektedir. Zira onların hali, kendisinden sâdır olan fiilleri, rasgele ve düşünmeden değil, fakat bilerek ve kasten yapan kimsenin haline benzetilmektedir. Bu arada şu hakikatlere de işaret edilmektedir. Zikredilen eşyanın her birinin, mezkûr tenzih ile beraber, Allah'a (celle celâlühü) zatî bir ihtiyacı vardır; kendisini ilgilendiren bilgileri yeterliliği ve yeteneği nispetinde O'ndan feyiz almaktadır. Bunun tahkiki şöyledir: Mümkün olan varlıkların her biri, haddi zâtında (kendi kendine) vücut bulmak, yeterlik ve yeteneğinden uzaktır; fakat başlangıçtan da, beka olarak da, kendi şanına uygun olan vücut ve onu takip eden kemallerin feyizlerini almaya yeteneği vardır. İşte o, sürekli Allah'tan (celle celâlühü) feyiz almaktadır; Allah (celle celâlühü) her an Zâtı ve sıfatları ile alâkadar, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar çeşitli feyizler ona yağdırmaktadır. Öyle ki, ilâhî yardım ile arasındaki, alâka kesilince, o anda yok oluverir, işte o manevî feyiz almak, duâ ve yakarış demek olan Salât (namaz)olarak ifade edilmiştir ki, temsil ikmal edilsin ve tafsilatıyla zikredilen meziyetler ifade edilmiş olsun.

Dua, tesbihten önce zikredilmiş, çünkü duanın mertebesi ondan öndedir Âyetin bu cümlesi şöyle de tefsir edilebilir: Kuşların her çeşidi ve ferdi, Allah'ın (celle celâlühü) onlara özel olarak ılhâm buyurduğu duâ ve tesbîhi bilmiştir.

Bu tefsire göre de, bu cümle, her kuş çeşidinin ve ferdinin, duâ ile tesbihinde derin bilgiye sahip olduklarını, duâ ile tesbihin onlardan sâdır olmasının düşüncesiz ve rasgele olmadığını, aksine ilme ve kesin bilgiye dayandığını, Allah'ın (celle celâlühü) onlara ilham buyurduğu şekline halel, getirmediklerini beyan etmektedir. Zira Allah'ın yaratılmışların her nevine, dehâ sahibi akıllı varlıkların bile keşfedemediği bir takım ince bilgileri ilham buyurduğu, inkârı kabil oknayan bir gerçektir. Buna nasıl hayır denilebilir kı, kirpi bile, idrâki en geri hayvanlardan olduğu halde, kuzey ve güney rüzgârları esmeden önce onları hisseder ve ona göre yuvasının girişini değiştirir. Hattâ rivâyet olunuyor ki, istanbul'un fethinden önce bu kentte servet yapmış bir adam varmış. Bunun sebebi şu imiş: Bu adam, rüzgârlar esmeden önce hangi yönden eseceğini biliyormuş ve insanları bu yönde uyarıyormuş; insanlar, bu uyarısından faydalanıp gemicilik işleri ile diğer işlerim ona göre düzenliyorlarmış. Bu adamın bu bilgiye sahip olmasının sebebi de şu imiş: Bu adam, evinde bir kirpi besliyormuş ve onun davranışlarından bu bilgilen ediniyormuş.

Bu îzaha göre, âyette kuşların zikre tahsisi edilmelerinin sebebi, onların seslerinin daha açık ve tesbihe hamledilmeye daha uygun olmasından dolayıdır.

C- "Zaten Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir."

Bu cümle, makabknin mefhumuna bir İzahtır. Onların yaptıkları, birinci tefsire göre, akıl sahibi olsun veya olmasın, bütün varlıklara şâmil olan mezkûr delâletten ibarettir. İkinci tefsîre göre ise, ya hem onlardan, hem de kuşlara mahsus olan özel tesbihten ibarettir; ya da yalnız kuşların tesbihinden ibarettir. Buna göre bu cümle, yalnız kuşların tesbîhini izah etmektedir; ilk iki tefsire göre ise, hepsinin tesbihine izahtır.

Diğer bir görüşe göre ise mezkûr "bilmiştir" fiili ile tesbîh ve duâ zamirleri Allah'a (celle celâlühü) racidir. Yani Allah (celle celâlühü) gökler ve yerde olanların hepsinin duâ ve tesbîhini bilmiştir.

42

"Şu göklerin ve bu yerin hükümranlığı sadece Allah'ındır. Gidiş de, yalnız O'nadır."

Zira göklerin ve yerin yegâne Yaradanı O'dur ve onlarda bulunan zât ve sıfatların, var etme ve yok etme olarak, baştan ve iade olarak yegâne mutasarrıfı O'dur. Ve hepsinin ölmek ve tekrar dirilmek olarak gidişleri de ancak O'nadır.

Hulâsa,  baştan da, sonuçta da hükümranlık, yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsustur.

43

"Görmüyor musun ki, Allah, bulutlan kolayca yürütüp sürüyor; sonra onları bir araya getiriyor; sonra da onları bir kütle durumuna sokuyor. Bir de bakıyorsun ki, onun arasından yağmur çıkıyor. Allah, gökteki dağlar misak kütlelerden dolu da indirmekte, onu istediğine çarptırmakta, istediğinden de uzak tutmaktadır, öyle ki, bulutun şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır."

A- "Görmüyor musun ki, Allah, bulutlan kolayca yürütüp sürüyor; "

Bu kelâm işaret ediyor ki, bulutların sürülmesi, ilâhî kudret için pek önemsiz bir hâdisedir.

B- "Sonra onları bir araya getiriyor; sonra da onları bir kütle durumuna sokuyor."

Yani sonra İlâhî kudret, o bulut parçalarını bir araya getirerek ve onları üst üste koyarak bir kütle durumuna sokuyor.

C- "Bir de bakıyorsun ki, onun arasından yağmur çıkıyor."

Yani o bulutların üst üste yığılıp yoğunluk kazanmasından sonra bir de bakıyorsun ki, onun yarıklarından yağmur çıkıyor.

Bu ifade de, "Bunun üzerine mûsâ'ya: Asân ile denize vur! diye vahiy ettik; derhal yarıldı." Âyetinin ifadesi kabilinden olup fiilden sonra neticenin pek süratle hâsıl olduğunu bildirmektedir.

D- "Allah, gökteki dağlar misali kütlelerden dolu da indirmekte, onu istediğine çarptırmakta, istediğinden de uzak tutmaktadır."

Burada semadan murat, buluttur. Çünkü yukarıda olan her şeye sema denilmektedir.

Yahut Allah (celle celâlühü), gökteki dolu dağlarından dolu da indirmektedir. Ancak ilk görüş daha açıktır.

Yahut Allah (celle celâlühü) gökten dağlar kadar çok dolu da indirmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, semadan murat, gök kubbedir ve yerde taşlardan dağlar bulunduğu gibi, göklerde de dolu dağları bulunmaktadır. Akli olarak bunu reddeden bir kesin delil de mevcut değildir.

Meşhur olan görüşe göre, buharlar yükselirken, eğer onları çözen hararetle karşılaşmadan havanın soğuk tabakalarına kadar yükselirlerse ve soğuk daha da şiddetlenirse, buharlar orada yoğunlaşıp bulut haline gelir; eğer soğuk şiddetlenmezse, yağmur olarak yağmaya başlar; eğer soğuk şiddetlenip de, yoğunlaşmadan önce buhar derecesine gelirse, kar olarak yağar; yahut dolu olarak yağar. Bazen hava, aşırı derece soğur ve sonunda büzülüp buluta dönüşür ve ondan yağmur veya kar yağar. Bütün bunlar üstün hikmetlere ve maslahatlara dayanan ilâhî iradenin sonuçlandır.

İşte Allah (celle celâlühü) bu şekilde yağdırdığı doluyu istediğine çarptırmaktadır. Böylece dolunun isabet ettiği kimse, bedenî ve malî zarar görmektedir. Allah (celle celâlühü) dilediğinden de bu doluyu uzak tutmaktadır. Bu kimse de, onun zararlarından kurtulmaktadır.

E- "Öyle ki, bulutun şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır."

Diğer bir kırâete göre, (parıltı anlamındaki) "Sena" kelimesi. "Sena" olarak okunmuştur. Buna göre yükseklik ve yücelik anlamındadır.

Yani bu bulutun şimşeğinin ışığı ve sürati o kadar müthiştir ki, neredeyse gözleri, alır.

Gözlerin zikredilmesi, ziyadesiyle korkunçluğunu ve tesirinin şiddetini beyan etmek, içindir. Sanki gözler kapalı da olsa, onları alacak.

Bu, ilâhî kudretin kemalim gösteren en kuvvetli delillerdendir. Zira bu, zıddı, zıt tan üretmek kabilindendir.

44

"Allah, gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Hiç şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır."

Yani Allah (celle celâlühü), gece ile gündüzü, onları art arda getirmek suretiyle, yahut birini eksiltip diğerini arttırmak suretiyle, yahut sıcaklık ve soğulduk gibi onlarda gerçekleşen durumlarla ve ezcümle bulutların sürülmesi ve onun sonuçlarıyla hallerini değiştirmek suretiyle onları birbirine çeviriyor. Bunda, hiç şüphesiz basiret sahipleri için, ezelî Yaradanın varlığına, birliğine, kudretinin kemaline ve bütün kâinatı kuşattığına ve iradesinin, yüce şânına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğuna apaçik delâlet vardır.

45

"Allah, her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte onlardan kimi karnı üstünde sürünür; onlardan kimi de iki ayak üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye Kaadir'dir."

A- "Allah, her canlıyı sudan yaratmıştır."

Yani Allah (celle celâlühü), yerde yürüyen her canlıyı, maddesinin bir kısmı olan sudan, yahut özel bir su olan meniden yaratmıştır. Bu ikinci görüşe göre, gâlip olan şeyi, bütün için değerlendirmek olur. Çünkü bazı canlılar, meni olmaksızın üremektedir.

B- "İşte onlardan kimi karnı üstünde sürünür; onlardan kimi de iki ayak üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) yarattığı canlılardan yılan gibi bir kısmı karnı üstünde sürünür; insan ve kuş gibi baza canlılar da iki ayak üstünde yürür; deve, davar ve mal hayvanları ile vahşî hayvanlar gibi bazıları da dört ayak üstünde yürür.

Âyette, örümcek ve diğer haşarat gibi dörtten fazla ayaklar üstünde yürüyen canlıların zikredilmemesi, zikredilenlere göre önemsiz olmalarından dolayıdır.

C- "Allah dilediğini yaratır."

Allah (celle celâlühü), zikredilen ve edilmeyen canlılar türünden, basit olsun, mürekkep olsun, dilediği canlıları, ana unsur aynı olmakla beraber, eklediği suretlerde, dilediği organlarla, dilediği biçimlerde ve dilediği hareketlere, tabiatlara, kuvvetlere ve fiillere sahip olarak yaratır.

D- "Şüphesiz Allah her şeye kaadir'dir."

İşte bu kudretiyle dilediği canlıyı dilediği gibi yaratır.

46

"Yemin olsun ki, Biz, birçok açıklayıcı âyetler indirdik. Zaten Allah, dilediğini doğru yola iletir."

Yani Allah buyuruyor ki, dinî hükümlerden ve kâinat sırlarından uygun olan hakikatleri açıklayan birçok âyetler indirdik. Zaten Allah (celle celâlühü), dilediği kimseyi, bu âyetleri doğru değerlendirmeye muvaffak kılmak ve muhtevalarını hakkıyla tefekkür etmek suretiyle, hakkın hakikatine ve Cenneti kazanmak imkânına ulaştıran doğru yola iletir.

47

"Münafıklar: "Biz, Allah'a ve Resulüne îman ettik; itaat de ettik" diyorlar. Sonra onlardan bir güruh bunun ardından yüz çeviriyorlar. Zaten onlar hiç de îman etmiş değillerdir."

A-' "Münafıklar: "Biz, Allah'a ve Resulüne îman ettik; itaat de ettik" diyorlar."

Burada, Allah'ın (celle celâlühü) doğru yola hidâyet edilmesini dilemediği bazı kimselerin halleri beyan edilmeye başlanmaktadır.

Hasen El- Basrî diyor ki: "Bu âyet, zahiren îman ettiklerini açıklayıp da içlerinde küfür gizleyen münafıklar hakkında nazil olmuştur."

Diğer bir görüşe göre ise bu âyet, münafık Bişr hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Bişr, bir Yahudi'den davacı oldu ve davanın halk için o Yahudi'yi, Yahudilerin reisi Kâb b. Eşrefin hükmüne davet etti. Onun hasmı olan Yahudi ise, kendisini Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hükmüne davet etti.

Bir diğer görüşe göre ise bu âyet, Muğîre b. Vâil hakkında nazil olmuştur. Muğîre, bir arazi ve su hakkında Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) davacı oldu ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğim kabul etmedi.

Hangi görüşe göre olursa olsun, âyet çoğul kipinin kullanılması (diyorlar), bize bildiriyor ki, bunu söyleyene yardım eden ve bu söylemde kendisini destekleyen bir grup vardı. Nitekim "Filan oğullan, filan oğullarını öldürdüler" denilir. Halbuki katil, onlardan bir kişidir.

B- "Sonra onlardan bir güruh bunun ardından yüz çeviriyorlar. Zaten onlar hiç de îman etmiş değillerdir."

Yani onlar, Allah'a (celle celâlühü) ve Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) îman ettiklerini ve onların emir ve yasaklarına itaat ettiklerini söyledikleri halde içlerinden bir güruh, bu duan ve itaat iddiasından sonra hükmünü kabul etmekten yüz çeviriyorlar. İşte bu îman ve îtâat iddiasında bulunduktan sonra bu akde ve işe iştirak edenler, gerçek mü’min değillerdir; îmanda ihlas ve sebat ehli değillerdir.

48

"Aralarında hükmetmek için Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman da, bakarsın ki, içlerinden bir güruh, yüz çevirip giderler."

Hakikatte hüküm Allah'ın (celle celâlühü) ise de, bilfiil ve bizzat hükmeden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iken, Allah'ın zikri, Resûlüllahı tazım için ve Allah, katındaki yüksek makamını bildirmek içindir.

Yani onlar, aralarında hükmetmek için Resûlüllah'a davet edildikleri zaman, hak onların aleyhinde olduğunu ve Resûlüllah'ın hak ile hükmedeceğini bildiği için, bakarsın ki, içlerinden bir güruh, Resûlüllah'ın hükmüne başvurmaktan yüz çeviriverirler.

49

"Ama hükmedilen hak, kendi lehlerine ise, ona boyun, eğip gelirler."

Yani hükmedilecek hakkın, kendi aleyhlerine değil, lehlerine olduğunu bildikleri zaman ise, boyun eğerek Resûlüllah'a gelirler; çünkü Resûlüllah'ın haktan ayrılmayarak kendi lehlerine hükmedeceğini kesin olarak bilirler.

50

"Onların kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüpheye mi düşmüşlerdir; yoksa Allah ve Resulünün, kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! İşte onlar zâlimlerin tâ kendileridir."

A- "Onların kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüpheye mi düşmüşlerdir; yoksa Allah ve Resulünün, kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?"

Bundan önce onların bir takım tahkik edilmiş mevcut çirkinlikleri ile beklenen çirkinlikleri ortaya konulduktan sonra burada ise, onların mezkûr yüz çevirmeleri inkâr ve takbih edilmekte, onun kaynağı beyan edilmekte ve kaynağının çeşitleri belirtılmektedir. Yani onların mezkûr yüz çevirmeleri, kalplerinde küfür ile nifak hastalığı bulunmasından dolayı mıdır, yahut gerçekliği apaçık ortada iken Peygamberimizin peygamberliğinde şüpheye düşmelerinden dolayı mıdır, yahut Allah ve Resulünün, kendilerine haksızlık edeceğinden korkmalarından dolayı mıdır?

B- "Hayır! İşte onlar zâlimlerin tâ kendileridir."

Bu kelâm ile de, zikredilen hususların, mezkûr yüz çevirmelerinin kaynağı olmadığı belirtilmekte ve bunun kaynağının, onların şenaatlerinden başka bir şey olmadığına hükmedilmektedir. Yani zikredilenlerin hiçbirisi bunun kaynağı değildir. İlk ikisi değildir, çünkü eğer onlar olmuş olsa, hükmedilecek hak, onların lehine olduğu zaman da onlar Peygamberimizden yüz çevirirlerdi ve boyun eğerek onun hükmüne gelmezlerdi. Çünkü o zaman da onların nifak ve şüpheleri mevcuttur. Üçüncüsüne gelince, o zaten hiç mevcut değildir. Zira onlar, Peygamberin haksızlık edeceğinden hiç korkmuyorlardı. Çünkü onlar, Peygamberimizin emânet ve hak üzerindeki sebatını ayrıntılarıyla biliyorlardı. Hayır! Onların yüz çevirmelerinin asıl kaynağı, onların, zâlimlerin tâ kendileri olup hak sahiplerine zulmetmek istemeleri ve hakkı inkâr etmelerinin mümkün olması idi. İşte bundan dolayı onlar, Peygamberimizin hakemliğini kabul etmiyorlardı. Zira Peygamberin hakka hükmedeceğini kesin olarak biliyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, "yoksa şüpheye mi düşmüşlerdir?" cümlesinin mânası, yani Peygamberde bir töhmet sebebi görüp de onun hakkında güven ve itimatları mı sarsılmıştır? demektir.

Bu tafsilatı yüksek bir nazarla iyice tefekkür et ve bu konudaki kıylükaale îtibar etme!

51

"Aralarında hükmetmek üzere mü’minler Allah'a ve Resûlüne çağırıldıkları vakit sözleri ancak "İşittik ve itaat ettik" demelerinden ibaret olur. İşte onlar da, felâha erenlerin ta kendileridir."

Yani mü’minler, mü’minlerden olsun, başkalarından olsun, hasımları ile aralarındaki davaların halli için Resûlüllah'a çağırıldıkları zaman, onlar, Resülullah'ın vereceği hükmü peşinen kabullenmek anlamında böyle derler, işte bu güzel vasfı taşıyan mutlu ve kutlu insanlar da, bütün dileklerine kavuşmuş ve tekmil kötülüklerden kurtulmuş bahtiyar insanların ta kendileridir.

52

"Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder ve Allah'tan korkar ve sakınırsa, işte onlar da muratlarına erenlerin ta kendileridir."

Bu kelâm, makablinde ifade edilen mü’minlerin güzel halini açıklamakta ve diğerlerini de onların zümresine dâhil olmaya teşvik etmektedir.

Yani kim, her ne olursa olsun, gerek yalnız kendisini ilgilendiren hususlarda, gerekse başkasını da ilgilendiren hususlarda emredilen serî hükümlerde Allah'a ve Resulüne itaat ederse,

Diğer bir görüşe göre ise, yani farzlarda ve sünnetlerde Allah'a ve Resulüne itaat ederse -ancak birinci görüş makama daha münâsiptir- ve geçmiş günâhları için Allah'tan korkar ve gelecek için de Allah'a karsı aykırılıklardan sakınırsa, işte bu itaat, korku ve sakınma vasıflarını taşıyanlar, ebedî nimetlere erenlerin tâ kendileridir.

53

"Münafıklar, sen kendilerine emrettiğin takdirde hiç şüphesiz savaşa çıkacaklarına dâir en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Ey Resûlüm! Sen o münafıklara de kı: Yemin etmeyin; sizinki belli bir itaattir. Çünkü şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."

A- "Münafıklar, sen kendilerine emrettiğin takdirde hiç şüphesiz savaşa çıkacaklarına dâir en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler."

Bu kelâmda da, onların, yalan yeminlerle pekiştirdikleri diğer bazı yalanları hikâye edilmektedir.

Mukaatil diyor ki: "Allah'a yemin eden kimse, en ağır yemini yapmış olur."

Bazıları, âyetteki çıkmayı, savaşa çıkmak olarak değil, fakat yurtlarından ve mallarının içinden çıkmak olarak tefsir etmişlerse de, bu görüş, isabetli değildir. Çünkü bu ifade, onların Resûlüllah'a söyledikleri: "Sen nerede olursan, senin yanında olacağız; sen çıkarsan, biz de çıkarız; sen evinde kalırsan, biz de kaktız; sen cihad için bize emrederse, biz cihada çıkarız" şeklindeki sözlerinin hikâyesidir.

B- "Ey Resûlüm! Sen o münafıklara de ki: Yemin etmeyin; sizinki belli bir itaattir."

Onların mezkûr sözleri ve yeminleri yalan okluğundan dolayi Peygamberimiz, onu reddetmekle emir olundu. Yani onların sözlerini reddetmek, onu ağızlarına almalarını men etmek ve yalancı oldukları için bunun kabul edilmeyeceğim belirtmek üzere o münafıklara de kı; zahirî sözlerinizle iddia ettiğiniz itaat için yemin etmeyin; çünkü sizin itaatiniz münafıkça bir ıtâat olup yalnız dilinizle söylediğiniz, fakat kalbinizin tasdik etmediği bir itaattir.

Onların bu sahte itaati, belli bir itaat olarak ifade edilmiş, çünkü onların itaatinin münafıkça olduğu herkesçe biliniyordu.

Âyetin bu cümlesini, "sizden istenen, münafıkça bir itaat değil, gerçek bir itaattir" mânasına hamletmek ise, makama münâsip değildir.

C- "Çünkü şüphesiz Allah, saptıklarınızdan haberdardır."

Yani Allah, sizin açık ve gizli bütün amellerinizden ve ezcümle yeminle pekiştirdiğiniz yalan sözlerinizden ve kalbinizde gizlediğiniz küfür ile nifaktan ve mü’minleri aldatmak azminizden ve diğer şer ve fesat çeşitlerinden hakkıyla haberdardır.

Bu cümle, onların itaatinin münafıkça bir itaat olduğuna hükmetmenin illeti olup bu hallerinin mü’minler arasında şöhret bulmanın yegâne sebebi, Allah'ın bunu bildirmesidir. Yine bu cümle onlar için ceza vaadi olup Allah'ın onların bütün kötü amellerinin ve ezcümle nifaklarının cezasını vereceğini bildirmektedir.

54

"De ki: "Allah'a itaat edin; Resûlüllah'a da itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Resûlüllah'a düşen, kendisine yüklenen sorumluluğu (tebliği) yapmaktan, sizin sorumluluğunuz da size yüklenen görevleri yerine getirmekten ibarettir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyete erersiniz." Zaten Resûlüllah'a düşen, sadece apaçık tebliğdir."

A- "De ki: "Allah'a itaat edin; Resûlüllah'a da itaat edin!"

Burada "De ki..." emrinin tekrar edilmesi, bunun son derece önemli olduğunu belirtmek ve ikisinin farklı olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Çünkü birincisinde söylenen, red ve azarlama yoluyla bir yasaktır. Nitekim "Orada dilinizi tutun ve konuşmayın artik!" âyeti de bu kabildendir. İkincisinde söylenen ise, teklif ve teşrî yoluyladır.

Onların itaati mezkûr şeîdlde vasıflandirildiktan sonra burada mutlak olarak zikredilip sıhhat ve ihlas gibi vasıflarla vasıflandırılmaması, onların itaatinin asla itaat olmadığına dikkat çekmek içindir.

B- "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Resûlüllah'a düşen, kendisine yüklenen sorumluluğu (tebliği) yapmaktan, sizin sorumluluğunuz da size yüklenen görevleri yerine getirmekten ibarettir."

Bu hitap, Allah tarafından itaate memur edilen kimselere yönelik olup bu emri pekiştirmek, ona uymanın gerekliliğini kuvvetlice ifade etmek ve muhatapları, korkutmak ve teşvikle ona hamletmek içindir. Zira her hangi bir maksat için sevk edilen kelâmın üslubunu değiştirmek, söyleyenin buna yeni bir önem verdiğini bildirir ve dinleyen için de ziyadesiyle rağbet celp eder. Nitekim Kehf: 109 âyetinin tefsirinde de geçti. Özellikle bu değişikliğin, vasıtalı hitabın, vasıtasız hitaba dönüştürülmesi şeklinde olması, daha da anlamlı olur. Zira Allah'ın, Peygamberimiz vasıtasıyla emir etmesinden sonra bizzat onlara hitap buyurması ve emre uymak ile ondan yüz çevirmek hükmünü icmali veya tafsili olarak beyan buyurması, zikredilen tekit ve kuvveti son derece ifade etmektedir.

Yani eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Resûlüllah'a düşen, kendisine yüklenen tebliğdir ve sız bunu, "Allah'a itaat edin; Resûlüllah'a itaat edin!" söylemesiyle müşahede ettiniz. Ve sizin sorumluluğunuz da, size emir edilen itaattir.

C- "Eğer ona itaat ederseniz, hidâyete erersiniz."

Yani eğer size itaat edip emrine uyarsanız, asıl maksat olan ve her türlü hayra ulaştırıp her türlü serden kurtaran hakka erersiniz.

D- "Zaten Resûlüllah'a düsen, sadece apaçık tebliğdir."

Bu kelâm, makablim açıklayıp yüz çevirmenin kötü sonuçlarının ve itaatin faydasının yalnız kendilerine ait olduğunu bildirmektedir.

Burada elçiden murat, ya bütün peygamberlerdir, yahut da îzaha muhtaç her şeyi îzah eden Peygamberimizidir.

55

"Allah, (celle celâlühü) sizden îman edip de sâlih işler yapanlara, kendilerinden öncekileri hâkim kıldığı gibi, onları da hiç şüphesiz yeryüzüne hâkim kılacağını, onlar için seçip beğendiği dini onların iyiliğine yerleştireceğini ve korku döneminden sonra, bunun yerine güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar, Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfre giderse, işte onlar yoldan çıkmışların tâ kendileridir."

A- "Allah, sizden îman edip de sâlih işler yapanlara, kendilerinden öncekileri hâldm kıldığı gibi, onları da hiç şüphesiz yeryüzüne hâkim kılacağını, onlar için seçip beğendiği dini onların iyiliğine yerleştireceğim ve korku döneminden sonra, bunun yerine güven sağlayacağını vaat etti."

Bu kelâm, "Eğer ona itaat ederseniz, hidâyete erersiniz" cümlesinde ifade edilen lütûfkâr vaadi açıklamakta, onda mücmel olarak ifade edilen ve hidâyetin sonuçları olan çeşitli dinî ve dünyevî sarahatle ve tafsilatıyla bildirmekte ve hidâyetin mihveri olan itaatten neyin murat olduğunu da zımnen ifade etmektedir.

Burada îman edenlerden murat, hangi taifeden ve hangi vakitte olursa olsun, mutlak olarak küfürden sonra îman eden kimselerdir; yoksa yalnız münafıklar taifesinden îman edenler değil ve bu âyet-i kerîmenin nâzıl olmasından sonra îman edenler de değildir. Zira bu lûtufkâr ilâhî vaat, hepsini kapsayan genelliktedir. Şu halde "sizden" hitabı, yalnız münafıklar için değil, fakat bütün kâfirler içindir.

Âyette zikredilen itaatin tefsiri, işaret edildiği gibi, ancak îman ve saklı amelin her ikisiyle tamamlanmakta ve lütûfkâr vaatteki mükâfat, ancak her ikisine terettüp etmektedir.

Yani Allah (celle celâlühü), İman edip de sâlih ameller yapanları, memleketlerinde istedikleri gibi tasarruf eden hükümdarlar gibi, yeryüzünde diledikleri gibi tasarruf yapan halîfeler, yahut îman etmeyen ve sâlih ameller yapmayan insanlara halef kılacağını vaat etmiştir. Nitekim Allah, Mısır'da Fir’avun ile kavminin helakinden sonra ve Şam bölgesinde de Cebabîre kavimlerinin helakinden sonra İsrail Oğullarını, onların yerine halîfe kılmıştır. Yahut kendilerinden öncekilerden murat, hem Isrâiloğullarıdır, hem de daha önceki diğer mü’min ümmetlerdir. Nitekim "Sizden öncekilerin, Nûh, Ad ve Semûd kavimlerinin..." âyetlerinde bu kavimlere işaret edilmektedir.

Allah'ın, onlar için seçip beğendiği dini onların iyiliğine yerleştirmesi, vaat edilen nimetlerin en büyüğü olduğu halde önce zikredilmemiş, çünkü nefisler, âcil hazlara daha çok meyyaldir. Bundan dolayi âcil bazların başta zikredilmesi, meyletmek için daha etkilidir.

Yani Allah (celle celâlühü), onlar için seçip beğendiği İslam dinini hiç şüphesiz yeryüzüne yerleştirip sabit kılacaktır; onlar, hükümlerini uygulamayı sürdürecekler ve bütün hal ve hareketlerinde ona baş vuracaklardır.

Âyetin metninde dinin, onlara izafe edilmesi ve sonra da seçilip beğenilmesiyle vasıflandırılması, onların kalplerini alıştırmak, onu ziyadesiyle teşvik etmek ve onda sebat etmenin faziletini belirtmek içindir.

Allah (celle celâlühü) korku döneminden sonra güven sağlayacağını da vaat etti. Nitekim Peygamberimizin Ashabı, Hicretten önce on seneden fazla bir zaman korku içinde yaşadılar; sonra Medine'ye hicret: ettiler. Bu dönemde Müslümanlar, sabah akşam silah taşıyorlardı. Hattâ bir gün onlardan bir zât dedi kı: "Bizim güven içinde olacağımız bir gün gelmeyecek mi?" Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu kı: "Pek kısa bir zaman sonra sizden binleri, üzerinde hiçbir demir silah bulunmadan büyük kalabalıklar içinde güven içinde yayılacaktır." İşte o zaman Allah (celle celâlühü) bu âyeti indirdi ve vaadini gerçekleştirip Müslümanları Arap yarımadasına hâkim kıldı, onlara doğu ve batı ülkelerinin fethini müyesser kıldı ve Müslümanlar, her milletin çekindiği gâlip ve muzaffer bir toplum haline geldi.

Bu âyet, açıkça Peygamberimizin peygamberliğinin hak olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü gaibi, vâki olmasından önce olduğu gibi haber vermiştir.

Diğer bir görüşe göre ise bu âyetteki korkudan ve güvenden murat, âhiret azabından korkmak ve ondan güvende olmaktır.

B- "Çünkü onlar, Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar.

Bu kelâm, anılan vaadin, tevhîd itikadı üzerinde sebat etmek ve ibâdette Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak şart ve kaydına bağlı olduğunu bildirmektedir.

C- "Artık bundan sonra kim küfre giderse, işte onlar yoldan çıkmışların tâ kendileridir."

Yani o lütufkâr vaatten sonra ve elde edilmesi yolunda son derece ehemmiyetle güzel çalışmaları gerektiren yüce gayelerin tafsilatı konusunda yapılan izahattan sonra her kim, zikredilen uyarı ve teşviklerden etkilenmeyerek küfürde sebat edip onu sürdürürse, işte onlar, haktan uzak düşmüş, azgınlık ve dalâlet çölünde şaşkın kalmış, fâsıklık, küfür ve azgınlık sınırlarının son haddine varmış bedbahtların tâ kendileridir.

56

"Ve namazı gereğince kılın; zekâtı da verin; Resûlüllah'a da itaat edin ki, merhamet göresiniz."

Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan ve makamın gerektirdiği bir mukadder cümleye atıftır. Zira Allah'ın, itaate memur olanlara, yüz çevirmemek konusunda uyarı yoluyla "Eğer yüz çevirirseniz../' buyurması, "Eğer ona itaat ederseniz, hidâyete erersiniz" kelâmıyla da onları itaate teşvik buyurması, O'nun, îman ve sâlih amel karşılığında açıklanan halife kılınmaları ile ondan sonra vaat edilen rağbetli şeyleri vaat etmesi ve küfürden vazgeçmek için de îmanı, sâlih ameli emretmeyi ve küfrü de men etmeyi gerektiren ceza vaadi bu mukadder cümleyi zımnen ifade etmektedir. Bu itibarla sanki şöyle denikmıştir: Artık siz de îman edin, sâlih ameller yapın, namazı gereğince kılın... Yahut artık siz de küfürde kalmayın ve namazı gereğince kılın!

Bu cümleyi "Allah'a itaat edin" cümlesine atfetmek ise, İlâhî kelâmın mükemmeliyetine uygun değildir.

Allah'ın (celle celâlühü), hakikatte Allah'a itaat olan Resulüne itaatini onun vasıtasıyla emrettikten sonra bir de bizzat bunu emretmesi, geçmiş emrin tekidi ve içeriğinin îzahı olması içindir. Kaldı ki Resûlüllah'a olan itaatin konusu, Allah'ın rızasına uygun olan edepleri de kapsayan bütün seri hükümlerdir. Yani Resûlüllahm bütün emir ve yasaklarında ona itaat edin. Yahut buradaki emirler, daha önce geçen emirlerin, özellikle namaz ve zekât: ile birlikte tamamlayicısıdır. Buna göre, daha önce zikredilenlerden murat, namaz ve zekât dışındaki şer'î hükümlerdir. Yani sair hususlarla ilgili emirlerine de uyun, demektir.

57

"Kâfirleri bu yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sakın sanmayasın! Onların son varacağı yer de Cehennemdir. Yemin olsun, o, pek kötü varış yeridir!"

A- "Kâfirleri bu yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sakın sanmayasın!"

Bundan önce Peygambere itaat eden kimsenin durumu beyan edildi ve onun, iki cihan saadetini temin eden mutlak rahmete nail olacağına işaret edildi; sonra da Peygambere isyan eden kimsenin fışkın son haddinde olduğu beyan edildi. Burada da, teşvik ve uyarı hususuna tamamlayıcı olarak, bu âsinin dünya ve âhiretteki akıbeti beyan edilmektedir.

Bu hitap, ya muhatap olabilen herkes içindir, ya da "Sen asla müşriklerden olma!" âyeti ile benzerleri kabilinden olmak üzere, yalnız Peygamberimiz içindir. Buna göre bu âyet, şu hakikati bildirmektedir: Bunu böyle sanmak, o kadar çirkin ve sakıncalı bir şeydir ki, kendisinden böyle bir şeyin sâdır olması mümkün olmayan kimse bile bundan men edilir. Şu halde kendisinden sâdır olması mümkün olan kimsenin hali nasıl olmalı?

Yani ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, dünyanın bütün genisliğıyle her hangi bir ülkesinde Allah'ın, onlara yetişip kendilerini helâk etmekten âciz olduğunu sakın, sanmayasın!

B- "Onların son varacağı yer de Cehennemdir."

Yani kâfirleri, bu yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sakın, sanmayasın ve onların varacağı yer Cehennemdir. Yahut kâfirlerin bu yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sakın, sanmayasın; zira onlara ilâhî azap yetişecek ve onların varacakları yer de Cehennemdir.

C- "Yemin olsun, o, pek kötü varış yendir!"

Bu cümle, makabline bir îzah mahiyetindedir. Onların yeryüzünde kaçacak her yere kaçmakla kurtulamayacakları belirtildikten sonra Cehennemin, onların son varacakları yerin Cehennem olduğu belirtilmesinde son derece edebî bir güzellik vardır. Kur’ân'ın yüce şanına aşk olsun!

58

"Ey îman edenler! Köleleriniz, cariyeleriniz ve siz hürlerden henüz ergenlik çağma ermemiş küçük kimseler, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra olmak üzere üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler.

Bunlar, sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına serbest girip çıkmanızda size de, onlara da bir günâh yoktur. Çünkü siz birbirinizi çokça dolaşmaktasınız. Allah âyetleri size işte böylece açıklamaktadır. Zaten Allah, Alîm'dir (her şeyi bilendir); Hakîm'dir (sınırsız hikmet sahibidir)."

A- "Ey îman edenler! Köleleriniz, cariyeleriniz ve siz hürlerden henüz ergenlik çağma ermemiş küçük kimseler, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vâkit ve yatsı namazından sonra olmak üzere üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler."

Bundan önce, daha önce zikredilen hükümler ile gelecek hükümlere ilişkin emir ve yasaklara uymayı gerektiren temsiller, teşvikler, uyarılar ve mükâfat ile ceza vaatleri konusunda gerekli İzahat verildikten sonra burada yine mezkûr hükümlerin devamı olan birtakım hükümlerin beyanına dönülmektedir.

Bu hitap, ya özellikle erkekler içindir ve kadınlar da nass'ın delaletiyle hükme dahildir, ya da hitap, her iki sınıf içindir.

Rivâyet olunuyor ki, Esma Binti Ebî Mersed'in bir kölesi, onun istemediği bir zamanda yanma girdi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), henüz ergenlik çağma ermemiş olan Mîdiec b. Amr El-Ensârî'yi, Hazret-i Ömer'i çağırmak için öğle üzeri ona gönderdi. Midlec de, o sırada uyumakta olan ve elbisesi açılmış bulunan Hazret-i Ömer'in yanma girdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer dedi ki: "Allah'ın, babalarımızı, çocuklarımızı ve hizmetçilerimizi, bu saatlerde izinsiz olarak yanımiza girmelerini yasaklamasını ciciden çok arzu ediyorum!" Sonra Midlec ile beraber Resûlüllah'ın yanına gittiğinde bu âyetin nazil olduğunu gördü.

Sabah namazından önceki vakit için izin gereklidir; çünkü bu vaktin, yataktan kalkma vakti ve uyku elbisesini gündüz elbisesiyle değiştirme vakti olduğu bilinmektedir. İzin gerekli olan ikinci vakit de, öğle uykusu için gündüz elbisesini çıkarıp uyku elbisesini giydiğiniz vakittir.

Birinci vakit ile üçüncü vakitte, bu emrin sebebi olan soyunma zikredilmemiş, yalnız ikinci vakit için zikredilmiş, çünkü öğle uykusu için elbise çıkarma zamanı pek kısadır. Bir de bu uyku zamanı gündüz olduğu için, girip çıkmanın çok olabileceği ve benzer olayların beklendiği bir vakittedir. Diğer iki vakit ise, böyle değildir; çünkü o iki vakitte dâima soyunma olduğu bilinen bir gerçek olduğundan, bunun sarahatle belirtilmesine ihtiyaç yoktur.

Üçüncü vakit de, yatsı namazından sonraki vakittir. Zira bu vakit, zorunlu olarak, soyunma ve yatağa girme vaktidir.

Âyette zikredilen öncelik (sabah namazından önce) ve sonralık (yatsı namazından sonra), iki namaz vaktinin arasını kaplayan mutlak öncelik ve sonralık değil; fakat o uzun vakitten, âdete göre, o namaz vaktinin bitişiği sayılan vakitlerdir.

B- "Bunlar, sızın açık bulunabileceğiniz üç vakittir."

Bu cümle, anılan üç vakitte izin istemenin zorunlu olmasının gerekçesini beyan etmektedir. Yani bu üç vakit, âdete göre örtünmenin olmayabileceği vakitlerdir.

C- "Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına serbest girip çıkmanızda size de, onlara da bir günâh yoktur."

Yani anılan üç vaktin dışında birbirinizin yanına izinsiz olarak serbest girip çıkmanızda size de, köle ve çocuklara da bir günâh yoktur; çünkü günâhı mucip emre muhalefet ve avretlere muttah olma hali mevcut değildir.

D- "Çünkü siz birbirinizi çokça dolaşmaktasınız."

Bu kelâm, izin istememe ruhsatını sağlayan özrü beyan etmektedir ki, bu, insanların köleler ve çocuklarla olan zorunlu ilişkileri ve onlarla iç içe olmalarıdır. Yine bu kelâm, anılan hükümlerin illetlere dayandıklarına ve bu vâkitlerin açık bulunabilme vâkitleri olduklarından diğer vakitlerden farklı olduklarına delilidir.

E- "Allah âyetleri size işte böylece açıklamaktadır."

Yani Allah (celle celâlühü), hükümleri bildiren âyetleri iste böylece açık seçik olarak indirmektedir. Yoksa önce bu âyetler açık seçik değil iken sonra onları açıklıyor, demek değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah (celle celâlühü), hükümlerin illetlerini, işte böylece açıklamaktadır, demektir. Ancak bu görüş açık değildir. Kaldı ki buna göre, âyetleri burada zikredilen âyetlere tahsis etmek lâzım gelir.

F- "Zaten Allah, Alîm'dir (her şeyi bilendir); Hakim'dir (sınırsız hikmet sahibidir)."

Yani Allah (celle celâlühü) her şeyi eksiksiz olarak bilmektedir. Şu halde sizin hallerinizi de bilmektedir. Ve Allah (celle celâlühü) bütün işlerinde hikmet sahibidir. Binâenaleyh size, dünya ve âhiretiniz için faydalı olanları teşri buyurmaktadır.

59

"Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri vakit, daha öncekiler, izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler. Allah âyetlerini size işte böylece açıklamaktadır. Zaten Allah, Alim'dir; Hakîm'dır."

Bundan önce anılan üç vakit dışında çocukların ve kölelerin, yanınıza girip çıkarken izin istememelerinde bir sakınca olmadığı beyan edildikten sonra akabinde de çocukların, ergenlik çağma ermelerinden sonraki halleri beyan edilmektedir, çünkü akla gelebilir ki, ailenin çocukları, yanlarına devamlı girip çıktıkları için ergenlik çağından sonra da diğer yabancılar gibi olmayacakları vehmedılebilir.

Yani hür yabancı çocuklar, ergenlik çağma erdikleri vakit, yanınıza girmek istediklerinde, daha önce "Ey îman edenler! Sahibinden izin almadan ve ona selam vermeden kendi evlerinizden başka evlere girmeyin." âyetinde anlatılanlar izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler.

Bunların, daha önce olmakla vasıflandırılmaları, daha önce zikredilmeleri itibarıyladır; yoksa denildiği gibi, bunların ergenlik çağına ermelerinden önce onların ermiş olmaları itibarıyla değildir. Çünkü teşbihten maksat, bunların izin istemeleri keyfiyetini beyan etmek ve ziyadesiyle İzah etmektir. Bu ise, ancak dinleyicilerce bilinen kimselerin izin istemelerine teşbih ile hâsıl olmaktadır. Ve hiç şüphe yok la, onların bunlardan önce ergenlik çağına ermeleri, bir vakıa ise de, hiç kimsenin aklına gelmez. Dinleyicilerce bilinen ise, ancak onların, bunlardan önce zikredilmeleridir. Yani bunlar da, daha önce zikredilenler gibi, orada geçen tafsilata göre bütün vakitlerde izin istesinler ve kendilerine, "Geri dönün, girmeyin!" denildiğinde geri dönsünler.

60

"Evlenme umutlan kalmamış yaşlı kadınların, ziynetlerini göstermeksizin örtülerini çıkarmalarında üzerlerinde bir vebal yoktur. Bununla beraber bundan da sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Zaten Allah, her şeyi işitendir; her şeyi bilendir."

Yani hayız (ay hali) ve gebe kalmak imkânı kalmamış ve yaşlılıktan dolayı evlenme umudunu yitirmiş ihtiyar kadınlar, "Ziynetlerini göstermesinler..." âyetinde gizlenmesi emredilen ziynetlerini göstermeksizin, Cilbâb (yeldirme) ve benzeri giysilerini çıkarmalarında bir sakınca yoktur. Bu ruhsatla beraber eğer o giysilerim çıkarmazlarsa, kendileri için daha hayırlıdır; çünkü bu hal, töhmetten uzaktır. Allah, her şeyi işittiğine göre, bu kadınlar ile erkekler arasında geçen konuşmaları da işitmektedir. Ve Allah her şeyi bildiğine göre, bu kadınların maksatlarını da bilmektedir.

Bu kelâm, açıkça büyük bir uyarıdır.

61

"Âmâya güçlük yok; topala güçlük yok; hastaya güçlük yoktur (bunlar, yapamayacaklarıyla mükellef değildir). Sızın içinde, kendi evlerinizden, yahut babalarınızın evlerinden, yahut analarınızın evlerinden, yahut kardeşlerinizin evlerinden, yahut kız kardeşlerinizin evlerinden, yahut amcalarınızın evlerinden, yahut halalarınızın evlerinden, yahut dayılarınızın evlerinden, yahut teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları uhdenizde bulunan evlerden, yahut can dostlarınızın evlerinden (yemek) yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde bir sakınca yoktur. Evlere girdiğiniz zaman da, Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin! Düşünesiniz diye Allah size âyetleri böylece açıklamaktadır."

A- "Âmâya güçlük yok; topala güçlük yok; hastaya güçlük yoktur (bunlar, yapamayacaklarıyla mükellef değildir). Sizin içinde, kendi evlerinizden, yahut babalarınızın evlerinden, yahut analarınızın evlerinden, yahut kardeşlerinizin evlerinden, yahut kız kardeşlerinizin evlerinden, yahut amcalarınızın evlerinden, yahut halalarınızın evlerinden, yahut dayılarınızın evlerinden, yahut teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları uhdenizde bulunan evlerden, yahut can dostlarınızın evlerinden (yemek) yemenizde bir sakınca yoktur."

Bu malûl insanlar, kendilerinden tiksinti duyarlar ve hareketleri ve vaziyetlerıyle eziyet verirler diye sağlam insanlarla yemek yemekten sakınıyorlardı. Zira âmâ, farkında olmadan yanmdalanin el uzattığı yemek kısmının aynısına el uzatabilirdi. Topal da, oturduğu mecliste fazla yer kaplayıp yanındakine darlık yapabiliyordu. Hasta da, yanındakine ezâ vermekten uzak kakmıyordu.

Diğer bir görüşe göre ise, bu malûl insanlar, ilim öğrenmek için bazı zâtların evlerine gidiyorlardı. Bu zâtlar da, onlara yedirecek bir şeyi bulamayınca onları babalarının, yahut analarının evlerine, yahut âyet-i kerîmede belirtilen diğer bazı yakınlarının evlerine götürüyorlardı. Bu malûl insanlar da, bunu sakıncalı görüp "Bizi başkasının evine götürdü; her halde kendi ailesi bu durumdan hoşlanmadı" diyorlardı. Yine, mücâhitler gazaya giderken geride, anılan malûl kişileri evlerinde bırakıp evlerinin anahtarlarını da onlara verdiklerinde ve evlerinden yemelerine izin verdiklerinde, bu malûl zâtlar, izin gönül hoşluğuyla oknayabilir korkusuyla bu evlerden yemek yemeyi sakıncalı buluyorlardı. Yine, başka insanlar da, başkalarının evlerinden yemek yemeyi sakıncalı buluyorlardı, işte bundan dolayı onlara denildi ki; o sayılan sınıfların ve durumları sizin gibi olan mü’minlerin, sayılan sınıflarla beraber bu akrabaların evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur,

Kendi evlerinizden murat, kendi eşlerinizin ve ailelerinizin bulundukları evlerdir. Binâenaleyh evlâdın evleri de buna dahildir. Zira onların evlen de, kendi evi gibidir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen ve malın, babana aitsiniz" buyurmuştur. (İbni Mâce, Kitâbu't Ticâret, Bab: 64; Ahmed b. Hanbel: 2/179, 204, 214)

Yine Peygamberimiz buyurur ki: "Kişinin en temiz malı, kendi kazancıdır ve çocuğu da kendi kazancıdır."

Anahtarları, uhdenizde bulunan evler, daha önce belirtıldıği gibi, sahiplerinin izniyle tasarrufta bulunduğunuz evlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu evler, kölelerinin ve cariyelerinin evleridir.

Yine, candan dostlar ile sizin aranızda nesebi bir akrabalık olmasa da, onların evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Zira candan dostlar, buna, birçok akrabadan daha fazla razı ve memnun olmaktadır.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "insanın can dostu, ebeveyninden bile ilendir; çünkü Cehennem ehli, yardım isterken, babalarından, annelerinden yardım istemezler; fakat "Artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de bir can dostumuz var." derler.

Anılan kimselerin evinden yemek yemenin caiz olması hükmü ev sahibinin rızası, sarih izin ile veya ona delâlet eden bir karine ile bilinmesi haline mahsustur. İşte bundan dolayı özellikle bunlar zikredilmiştir. Zira câri olan âdete göre bunlar, birbirlerinin evinden yeyip içerler.

B- "Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde bir sakınca yoktur."

Bu kelâm, makablinin cinsinden başka bir hükmü beyan etmektedir. Şöyle ki, Kinane kabilesinden Leys b. Amr Oğulları, yalnız olarak yemeklerini yemeyi sakıncalı buluyorlardı ve bazıları, kendisiyle beraber yemek yiyecek bir misafir buluncaya değin, bütün gün yemek yemeden beklerdi ve misafir bulamayınca yine de yemek yemezdi. Böylece bazen bu adamlar, yemekleri önlerinde hazır iken, ona el uzatmadan sabahtan akşama değin bekliyorlardı ve bazen memeleri süt dolu develeri yanlarında iken, kendisiyle beraber süt içecek birim buluncaya değin süt içmiyorlardı. Nihayet bunlar akşama değin bekleyip de birini bulamayınca yemeklerini yemeye başlıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, onların zenginleri, fakir akrabalarının veya fakır dostlarının yanma gittiklerinde ve onlar, kendilerini yemeğe buyur ettiklerinde: "Ben, seninle yemek yemeyi sakıncalı buluyorum, çünkü ben zenginim; sen ise fakirsin!" diyorlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, Ensar'dan bir kavim, kendilerine konuklar geldiğinde, konuklarından ayrı olarak yemek yemiyorlardı. İste bunun üzerine kendilerine, diledikleri gibi yemek yemeleri ruhsatı verildi.

Başka bir görüşe göre ise, onlar, yemek için toplandıklarında, âmâ ve benzerlerine ayrı olarak yemek veriyorlardı, işte bu âyetle, Allah (celle celâlühü), bunun zorunlu olmadığını beyan buyurdu.

C- "Evlere girdiğiniz zaman da, Allah tarafından mübarek ve güzel bir yasama dileği olarak birbirinize selam verin!"

Meskenlerle ilgili ruhsatlar beyan edildikten sonra burada da, o ruhsatların uygulanması sırasında gözetilmesi vacip olan edepler beyan edilmektedir.

Hazret-i Enesten (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ne zaman benim ümmetimden birisiyle karşılaşırsan, ona selam ver; bu, senin ömrünü uzatır. Kendi evine girdiğin zaman da ev halkına selam, ver; bu, evinin hayrını çoğaltır. Kuşluk namazım da kıl; çünkü o, iyilerin ve kötülükten dönüp tevbeye yönelenlerin namazıdır."

D- " Düşünesiniz diye Allah size âyetleri böylece açıklamaktadır."

Bu kelâm, zikredilen hükümleri tekit ve tazim etmektedir. Yani bu âyetlerin içerdiği hükümleri ve dinî kaideleri anlayasınız, gereklerini uygulayasınız ve bu sayede iki cihan saadetine eresiniz diye Allah bu ayetlerini size işte böylece açıklamaktadır.

62

"Mü’minler, ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne gönülden îman ederler; onlar, o peygamber ile ortak bir iş içinde iken, ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Ey Resûlüm! Gitmek için senden izin isteyenler var ya, işte onlar gerçekten Allah'a ve Resulüne iman edenlerdir.

İmdi bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin veriver ve kendileri için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, Ğâfûr'dur (çok bağışlayandır); Rahîm'dir (çok merhamet edendir)."

A- "Mü’minler, ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne gönülden îman ederler; onlar, o Peygamber ile ortak bir iş içinde iken, ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Ey Resûlüm! Gitmek için senden izin isteyenler var ya, işte onlar gerçekten Allah'a ve Resulüne îman edenlerdir."

Yani îmanı kâmil olanlar, ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne gönülden ve samimiyetle îman ederler; onlara bütün hükümlerde ve ezcümle bundan önce umumî ve her zaman vâki olan halleri ile, zaman zaman vâki olan hususi halleri ile ilgili açıklanan hükümlerde itaat ederler. Mesela: Cumalar, bayramlar, savaşlar ve görüş ve tecrübe sahiplerinin bir arada bukanmasını zorunlu olarak gerektiren diğer önemli işler gibi önemli işlerde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber iken, izin isteyip kendilerine izin verilmedikçe toplantıyı terk edip gitmezler. Kaldı ki, bu işleri hepsi, Cuma namazı ve düşmanla karşılaşma gibi onların mutlaka bulunmalarım da gerektirmez; fakat bulunmamalarına da ruhsat vardır.

Burada ruhsat için şart olan yalnız izin istemek değil, fakat izin almaktır. Onun zikriyle iktifa edilmiş, çünkü gerçek mü’minler tarafından gerçekleştirilen şey, izin istemektir ve îmanın kemalinde itibar edilen de, izin istemeye terettüp eden izin vermek ile gitmek değil, fakat izin istemektir; çünkü bu, îmanının sıhhatinin ölçütü ve münafıktan ayırt etme özelliğıdır. Zira münafıkların âdeti, firar için sıvışmak idi.

Peygamberimizin izni olmadan gitmenin ne kadar büyük bir cinâyet olduğuna dikkat çekmek îçin de, "Gitmek için senden izin isteyenler var ya, işte onlar gerçekten Allah'a ve Resulüne îman edenlerdir" denilmiştir. Böylece birinci cümlede, kâmil îman sahiplerinin, ancak îman ile izin istemeyi bir araya getirenler olduğuna hükmedildiği gibi, bu cümle ile de, izin isteyenlerin, ancak Allah'a ve Resulüne îman edenler olduğuna hükmedilmiştir.

B- "İmdi bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin veriver ve kendileri için Allah'tan mağfiret dile."

Bundan önce mü’minlerin vazifesi beyan edildikten sonra burada da Peygamberimizin vazifesi beyan edilmekte ve izin istendiğinde de izin vermesinin kaçınılmaz olmadığı, fakat onun kararına bağlı olduğu bildirilmektedir.

Yani ey Resûlüm! Onlar bazı önemli işleri ve çetin durumları için izin istediklerinde, izinlerinde hikmet ve maslahat gördüğün kimselere izin ver ve kendileri için mağfiret dile; zira izim istemek, kuvvetli bir özür için olsa bile, dünya işini âhıiret işinin önüne almak şaibesinden uzak olmaz.

C- "Şüphesiz Allah, Ğâfûr'dur (çok bağışlayandır); Rahîm'dır (çok merhamet edendir)."

Yani Allah (celle celâlühü), kullarının taksiratını çok bağışlamakta ve rahmetinin eserlerini onlara ziyadesiyle yağdırmaktadır.

Bu cümle, onlar için mağfiret dilemek emri zımnında vaat edilen mağfiretin illetini beyan etmektedir.

63

"Ey mü’minler! Peygamberin çağırmasını birbirinizi çağırmaya kıyaslamayın. Allah, içinizden izin alarak çıkanları siper edinerek, sıvışıp gidenleri elbette biliyor. O halde onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine dayanılmaz bir azap çatmasından çekinsinler."

A- "Ey mü’minler! Peygamberin çağırmasını birbirinizi çağırmaya kıyaslamayın. Allah, içinizden izin alarak çıkanları siper edinerek sıvışıp gidenleri elbette biliyor."

Bu cümle, makablinin, içeriği için bir izah mahiyetindedir. Yani Peygamberin sizi çağırmasını, itikatta ve uygulamada, birbirinizi çağırmaya hiçbir halde ve işte ve ezcümle ciddiyetsizlikte ve izin istemeden onun meclisini terk etmede, birbirinizi çağırmaya kıyaslamayın. Zira bu, gerçekten haram kılınmış şeylerdendir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Peygamberin, Rabbine olan duasını sızın küçüklerinizin büyüklerinize yalvarmalarına kıyaslamayın. Zira büyükleriniz bazen küçüklerinizin isteklerini kabul ederler; bazen de reddederler. Peygamberimizin duası ise, her zaman. Allah katında kabul olunmaktadır; hiçbir zaman geri çevrilmez. Bu tefsire göre bu cümlenin, makabline İzah olması, ya Allah'ın, Peygamberimizin duasını kabul buyurması, onların da gelip gitmede, Peygamberimizin emrine tam olarak uymalarını gerektirmektedir, ya da Peygamberin bu hali, onun öfkesine maruz kalmaktan sakınmayı gerektirmektedir. Zira bu durumları, onların helakini gerektirecek Peygamberimizin bedduasına sebep olabilir.

Bir görüşe göre de, yani siz, Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi onun ismiyle, yahut yüksek sesle, yahut odaların arkasından çağırmayın, fakat onu muazzam lakabıyla, mesela: Ya Resûlallah! Ya Nebıyyeilah! Şeklinde, gayet saygık, tazim, tevazu ve alçak sesle çağırın, demektir. Ancak bu görüş, bu makama münâsip değildir. Çünkü "Allah, içinizden izin alarak çıkanları siper edinerek sıvışıp gidenleri elbette biliyor" cümlesi, Peygamberin, bundan önce zikredilen hususlara ilişkin emrine muhalefet edenler için bir tehdittir. Zikredilen şeyin bu iki husus arasına girmesinin ise, hiçbir izahı olmaz.

Yani Allah (celle celâlühü) cemaatten azar azar gizlice ve izin alanları siper edinerek, yahut arkasına takılıp onun adamlarından olduğunu göstererek sıvışıp gidenleri elbette biliyor.

B- "O halde onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine dayanılmaz bir azap çatmasından çekînsinler."

Bu kelâm, ma-kabline terettüp etmektedir. Zira Allah'ın (celle celâlühü) onların mezkûr hallerini bilmesi, elbetteki bu muhalefetten sakınmalarını gerektirmektedir.

Âyetteki "onun" zamiri, Allah içindir, çünkü gerçek âmir O'dur. Yahut Resûlüllah içindir; çünkü zikri maksut olan odur. Yani Allah'ın emrine, yahut Peygamberin emrine aykırı davranıp gereğini yapmayanlar, dünyada başlarına bir belâ gelmesinden veya âhirette kendilerine dayanılmaz bir azap çatmasından çekinsinler.

64

"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. O, sizin, içinde bulunduğunuz işi elbette ki biliyor. Onların, Kendine döndürülecekleri günü de biliyor. O zaman, yaptıklarını onlara bildirecektir. Zaten Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."

Yani bilmiş olun ki, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, yaratılış olarak, mülk olarak, tasarruf olarak, icât (var etme) olarak, idam (yok etme) olarak başlangıçta da, kıyamette tekrar hayata iade edildiklerinde de yegâne Allah'ındır. Siz ey mükellefler! içinde bulunduğunuz bütün hal ve vazıyetleri ve ezcümle muvafakat, muhalefet, ihlas ve nifakı elbetteki hakkıyla bilmektedir ve Allah'ın emrine muhalefet eden münafıkların, ceza ve azap için O'na döndürülecekleri günü de bilmektedir.

Âyette "Kendine döndürüleceklerini de biliyor denilmeyıp "Kendine döndürülecekleri günü de biliyor" denilmesi, Alkildin buna dâir ilmini ziyadesiyle tahkik ve en mükemmel şekilde îzah etmek içindir. Zira bir şeyin vâki olacağı vakti bilmek, onun vukuunu bilmeyi, en mükemmel ve kuvvetli veçhile gerektirmektedir.

Âyetteki "sizin" hitabının da, münafıklara mahsus olması caizdir.

B- "O zaman, yaptıklarını onlara bildirecektir."

Yani Allah (celle celâlühü), huzuruna çıktıkları gün, yaptıkları kötü işleri ve ezcümle emre muhalefetlerini onlara bildirecektir. Buna da uygun olan tahltir ve ceza terettüp edecektir.

C- "Zaten Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."

Yerde ve gökte zerre miktarı bir şey bile Allah'ın (celle celâlühü) ilminden gizli kalmaz.

Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Nûr sûresini okursa, geçmiş ve gelecek mü’minler sayısının on katı sevap verilir."

Allah (celle celâlühü), en iyi bilendir.

0 ﴿