35

"Allah, şu göklerin ve bu yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir mişkat gibidir. Bu lamba, bir bulur sırça içindedir; bu billur, sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir ki, doğu da olmayan, batıda da olmayan mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden çıkan yağdan yakılır. Öyle ki, kendisine hiç ateş değmese de, onun yağı kendiliğinden neredeyse parlayıverecektir. O, nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi Kendi nuruna kavuşturur. Allah, insanlara temsiller getirir. Zaten Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

A- "Allah, şu göklerin ve bu yerin nurudur."

Eğer bundan önceki âyette geçen âyetlerden, misallerden ve öğüderden, son görüşte belirtildiği gibi, bütün Kur’ân'daki âyetler, misaller ve öğütler murat olursa, bu âyet, onların beyanını izah etmekte ve o beyanın, burada zikredildiği veçhile son derece mükemmel olduğunu bildirmektedir. Yok eğer anılan âyetlerden, misallerden ve öğütlerden, birinci görüş olarak belirtildiği gibi, sadece bu sûredeki âyetler, misaller ve öğütler murat olursa, o takdirde bu âyet, şu gerçeği tahakkuk ettirmektedir:

Allah'ın (celle celâlühü) beyanı, bu sûre-i kerîmede vârid olanlarla sınırlı değil, fakat beyan edilmesi, gereken bütün hükümlere, şer'î kaidelere, onların prensiplerine, dünya ve âhirette onlara terettüp eden gayelerine ve bunların dışında beyan konusu olan her şeye şâmildir ve bu beyanlar, en mükemmel şekilde Allah'tan (celle celâlühü) vâki olmaktadır. Nitekim Allah (celle celâlühü), bu beyanı, beyanın en kuvvetli mertebesi olan aydınlatma olarak ifade buyurmuş ve aydınlatanı da, nurun kendisi olarak ifade buyurmuştur. Bundan amaç, aydınlatmanın kuvvetine ve tesirin şiddetine dikkat çekmek ve Allah'ın (celle celâlühü) kendi zâtıyla zahir olduğunu, O'ndan başka her şeyin ise, O'nun izhâr buyurmasıyla zâhır olduğunu bildirmektir. Nasıl ki, nûr, kendi zâüyla aydındır; başkası ise, onunla aydınlanmaktadır.

Nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, mecazî mânada nûr olarak ifade edilen beyanın, son derece yaygın olduğuna ve insanların irşadı ile alâkadar ve beyana lâyık olan her şeye tamamen şâmil olduğuna delâlet etmesi içindir. Tıpkı, mecazî olarak kullanılmış olan nûr, yukarı âlemlerde ve aşağı âlemde bulunan cisimlerden onu kabul eden her şeye şâmil olması gibi. Zira gökler ile yer, hissi nûr için başkaca tezahür mahalli bulunmayan iki cismanî âlemin cihetleridir.

Yahut nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, beyanın, onların ve onlarda bulunan varlıklarm hallerine şâmil olduğuna delâlet etmesi içindir. Zira her varlığın ahvalinden beyana lâyık olanlar, tafsilatlı olarak, yahut icmali olarak mutlaka beyan edilmiştir. Bunun aksi nasıl olabilir! Zira hiç şüphe yok ki, bütün varlıkların, Yaradan'ın varlığına, sıfatlarına delil oldukları ve tekrar dirilişin gerçek olduğuna kanıt oldukları beyan edilmiştir.

Yahut da nurun, göklere ve yere izafe edilmesi, beyanın, göklerin ve yerin ehli ile alâkadar olduğuna delâlet etmesi içindir. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh), bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: "Yani Allah (celle celâlühü) gökler ve yer ehlinin hidâyetçisidir; hepsi O'nun nuruyla hidâyet bulurlar ve O'nun hidâyetiyle dalâlet şaşkınlığından kurtulurlar."

Gizli kılmakta (ihfâ'da) asıl olan yok etme, îdam olduğu gibi, izhârda da asıl olan îcat olduğu gerekçesiyle, tenviri, Allah'ın (celle celâlühü), mahiyetleri yokluktan vücuda çıkarmak mânasına hamletmek, yahut gökleri ay, güneş ve diğer yıldızlar ve onlardan saçılan ışıklarla tezyin etmek, yahut meleklerle tezyin etmek ve dünyayı da peygamberler, âlimler ve mü’minlerle tezyin etmek, yahut bitkiler ve ağaçlarla süslemek mânasına hamletmek, yahut Allah'ın (celle celâlühü) gökleri yeri ve onlarda bulunanları tedbir etmesi mânasına hamletmek, makama münâsip düşmez ve nizamın güzelliğine de müsait olmaz.

B- "O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir mişkat gibidir. Bu lamba, bir billur sırça içindedir; bu billur, sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir ki, doğuda olmayan, batıda da olmayan mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden çıkan yağdan yakılır."

Mişkât, dışarıya açılmayan, duvardaki kapak küçük pencere, delik, kandillik demektir. Misbah, çok ışık veren büyük lamba demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, Mişkât, kandilin ortasında bulunan delikli kamıştır; Misbah da, yanan fitildir.

Allah'ın (celle celâlühü) nurundan murat, kâinatı aydınlatan İlâhî feyiz Kur’ân-ı Mübîndir. Nitekim bundan önce Kur’ân âyetlerinin, inzâl (indirmek) ve tebyîn (açık açık olmak) ile vasiflandırılmasından da anlaşılmaktadır. Zaten "ve size apaçık bir nûr indirdik."âyetinde de sarahatle nûr olarak vasıflandırılmıştır. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ile Zeyd b. Eşlem (radıyallahü anh) de böyle demişlerdir. Karanlığin, mecazî olarak bâtıl anlamında kullanılması gibi, nurun da, mecazî olarak hak anlamında kullanılması her ne kadar yaygın ise de, burada nuru, haktan ibaret kılmak görüşünü, âyetlerin şânının beyanı ve zikredilen tebyin ile vasiflandırılması makamı red etmektedir. Kaldı ki, hak, daha önce zikredilmedi. Bir de, Kur’ân-ı Kerîm'in şânında olduğu gibi, nûr mefhumunda da muteber olan zahir olmak ve izhâr etmektir. Hak olması hasebiyle hakkın mefhum undaki muteber olan ise, izhâr değil, yalnız zahir olmaktır.

Mesel, acayip sıfat demektir.

Yani Kur’ân'ın acayip nurunun tenvîr ve aydınlatmadaki sıfatı...

Mübarek, faydalan çok demektir. Nitekim kandilin fıtık, bu ağacın yağı ile yanmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, bereket ile vasıflandırılmış, çünkü bu ağaç, Allah'ın (celle celâlühü) âlemlere bereketk kıldığı topraklarda yetişmektedir.

Bu ağacın şarkî de, garbî de olmaması, bazen güneş alıp bazen almayacak yerlerde değil, yüksek tepeler ve geniş düzlükler gibi, güneş doğarken de, batarken de ve bütün gün boyu güneş alan yerlerde bulunması demektir. Bu, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Saîd b. Cübeyr ve Katâde'nin görüşüdür. Ferrâ ile Zeccâc ise diyorlar kı: "Yani yalnız şarkî ve yalnız garbî değil, fakat hem şarkîdir, hem de garbidir; yani güneş doğarken de, batarken de güneş almaktadır; her ikisinden de nasibini almaktadır ve bundan dolayı yağı daha safidir."

Diğer bir görüşe göre ise, yani bu ağaç, dünyanın doğu bölgelerinde de, batı bölgelerinde de yetişmez; fakat dünyanın ortası olan Şam bölgesinde yetişmektedir. Zira Şam bölgesinin zeytinleri, en üstün kalitededir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani devamlı güneş vurup onu yakacak yerlerde yetişmez, hiç güneş vurmayip da onu ham bırakacak yerlerde de yetişmez. Bir hadiste şöyle denilmektedir: "Hiç güneş almayan yerlerde yetişen ağaç ve bitkilerde de, her zaman güneşin vurduğu yerlerde yetişen ağaç ve bitkilerde de hayır yoktur."

C- "Öyle ki, kendisine hiç ateş değmese de, onun yağı kendiliğinden neredeyse parlayıverecektir."

Yani bu ağacın yağı, safiyet ve aydınlatma özelliğinde öyledir ki, hiç ona ateş değmeden de neredeyse kendiliğinden parlayiverecektir.

D- "O, nûr üstüne nurdur."

Bu cümle, temsilin fezlekesi, ondan hâsıl olan mânanın sarih ifadesi ve bundan sonra gelene de hazırlık mahiyetindedir.

Yani Kur’ân'ın, kendisiyle ifade edildiği ve acayip sıfatının, temsilî olarak kandilliğin sıfatıyla açıklanan nûr, muazzam bir nûr üstüne muazzam bir nurdur. Yoksa muayyen ve gayri muayyen bir nûr üstüne yine muayyen veya gayri muayyen bir nurdan ve yalnız iki nurun toplamından ibaret değildir, fakat o nûr, belli bir sınırla değil, sınırsız olarak kat kat artan bir nurdur. Bu nurun, temsilî olarak anlatıldığı kandil ışığı ile sınırlandırılması ise, insanlar arasında câri olan âdete göre, ışık mertebelerinin son sınırı olmasından dolayıdır. Zira lamba, küçük yuva (delik) gibi dar bir yerele olduğu zaman, yansıyan ışıkların, ana ışıkla birleşmesi sebebiyle daha kuvvetli ve toplu ışık vermektedir. Geniş yerde olan lamba ise böyle değildir; zira onda ışık etrafa dağılır. Yine kandil (lamba), aydınlatmayı ziyadesiyle arttırmanın en büyük yardımcı aracıdır. Keza, zeytin yağı ve safiyeti de öyledir. Âdete göre, bu mertebelerin ötesinde daha kuvvetli ışık sağlayacak başka bir mertebe yoktur.

Âyetteki nuru, (Kur’ân değil de) nurun kendisi olarak kabul etmek ise, Kur’ân'ın yüce sanına yaraşmaz.

E- "Allah dilediği kimseyi Kendi nuruna kavuşturur."

Yani Allah (celle celâlühü), kullarından hidâyetini dilediği, kimseyi, kesin olarak matlûba ulaştıran özel bir hidâyetle o şânı pek yüce yoğun nura kavuşturur; o kimseyi, bu nûr içindeki hakikat delillerini, Allah (celle celâlühü) katından olduğunu, icazını, gaibi bildiren haberlerini ve îmanı mucip olan diğer üstün vasıflarını anlamaya muvaffak eder.

Bu kelâm bize bildiriyor ki, bu hidâyetin ana sebebi ve dayanağı yalnız Allah'ın (celle celâlühü) dilemesidir ve ilâhî irade olmadıkça sebeplerin tezahürü, matlûplara ulaştırmaktan uzaktır.

F- "Allah, insanlara temsiller getirir."

Yani Allah (celle celâlühü), hidâyet esnasında insanların halinin ihtiyaç duyduğu temsiller gerektirir. Çünkü irşat bağlanımda temsillerin büyük etkisi vardır. Zira temsil, aklî olarak düşünülenleri., hissedilenler şeklinde göstermek ve garip mânaları, ünsiyetli şeyler olarak tasvir etmektir. İşte bundan dolayıdır ki, apaçık Kur’ân'ın kendisiyle ifade edildiği İlâhî nûr, kandillik nuru olarak temsil edilmiştir.

G- "Zaten Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

Yani aklî olsun, hissi olsun ve zahir olsun, bâtın olsun, Allah (celle celâlühü) her şeyi hakkıyla bilendir. Ve bunun gereği olarak da, O'nun dileği, insanlardan hidâyete lâyık olanların hidâyetine taallûk eder; diğerlerine taallûk etmez; çünkü bunun aksi, tekvin (yaratılış) ve teşriin (ilâhî kanunların), üzerine binâ edildikleri hikmete ters düşer. Yine Allah'ın (celle celâlühü) her şeyi biliyor olmasının gereği olan diğer bir husus da, insanların hallerinin gerektirdiği şekilde, O'nun umumî hidâyetinin çeşitli ve yollarının farklı olmasıdır.9

9 Malik Bin Nelvı, Kur’ân-ı Kerim Mucizesi eserinde bu ayeti son ilmî gelişmeler ışığında ıncelemekte ve Kur’ân'ın icazının ebedî olduğunu göstermektedir.

35 ﴿