FURKÂN SÛRESİ

Bu sûre, Mekke'de nazil olmuştur; 77 âyettir.

1

"Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed'e) Furkan'ı indiren Allah, mübarektir."

Mübarek kelimesinin kökü olan bereket, maddî ve manevî nemâ ve ziyâde, bir de bol hayır ve hayrın devamı demektir. Bu makama en uygun olan birinci mânaya göre, bunun Allah'a (celle celâlühü) isnat edilmesi, Allah'ın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde Kendisinden başka her şeyden yüce olması ve ezcümle mucize olan, Allah'ın, yüce sân ve sıfatlarının yüceliğini, fiillerinin hikmetler ve maslahatlar esası üzerine bina edildiğini ve halel şaibesinden tamamen temiz olduğunu ifâde eden Kur’ân-ı Kerîm'in indirilmesinde de yüce olması itibariyladır. İkinci mânaya göre ise, Allah'ın, yaratılmışlara bol feyizleri ve özellikle de insana olan çeşitli hayırları ve ezcümle bütün dinî ve dünyevî hayırları içeren Kuranın indirilmesi itibarıyladır.

Furkan, mastar olup iki şeyi birbirinden iyice ayıran demektir. Kur’ân'a bu vasfın verilmesi, hükümleriyle hak ile batılı birbirinden tamamen ayırdığı, yahut îcaziyla, haklı ile haksızı birbirinden ayırdığı içindir, yahut haddi zâtında veya indirilmesi sırasında bölümleri birbirinden ayrı kılındığı içindir.

Peygamberimizin kul unvanıyla zikredilmesi, onu şereflendirmek ve onun, kulluk mertebelerinin en yükseğinde bulunduğunu bildirmek ve Hıristiyanların iddiasını reddetmek konusunda peygamberin de, ancak kendisini gönderenin kulu olduğuna dikkat çekmek içindir.

Uyarıcı olan ya Peygamberimizdir, ya Furkandır. Müjdeci olduğu zikredilmemiş, çünkü bu kelâmın siyakı, kâfirlerin ahvali hakkındadır.

2

"O Allah ki, bütün göklerin ve yerin hükümranlığı sade Kendisine aittir; O, çocuk de edinmemiştir; hükümranlığında ortağı da yoktur; O, her bir şeyi yaratmış ve gereğince takdîr etmiştir."

A- "O Allah ki, bütün göklerin ve yerin hükümranlığı sade Kendisine aittir; "

Yani göklerin ve yerin hükümranlığı, ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasının değildir; ancak ve ancak Allah'ındır. Çünkü Allah'ın kahir saltanatı ve açık galibiyeti, gökler, yer ve ikisinde bulunan varlıklar üzerinde var etme, yok etme, hayat vermek, hayatı sona erdirmek ve hikmetler ve maslahatlara binâ edilmiş olan emir ve yasaklarda tam kudret ve külli tasarruf sahibi olmasını gerektirmektedir.

B- "O, çocuk de edinmemiştir; hükümranlığında ortağı da yoktur; "

Yani Mesih İsâ ve melekler hakkında o çirkin sözü söyleyenlerin iddia ettiklerinin aksine Allah çocuk da edinmemiştir gökler ile yerin hükümranlığında ortağı da yoktur.

Bundan önce zikredilen, göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a mahsus olması, bu cümlede ifâde edileni de, kesin olarak gerektirdiği halde bunun ayrıca zikredilmesi, birden fazla ilah olduğunu söyleyen Mecûsîlerin iddiasının bâtıl olduğunu sarih olarak belirtmek ve onların itikadını bertaraf etmek içindir. İkisinin arasında, çocuk edinme hususunun zikredilmesi, bunun müstakil ve ayrı bir şey olduğuna dikkat çekmek ve bunun, birincinin devamı, olduğu vehminden sakınmak içindir.

C- "O, her bir şeyi yaratmış ve gereğince takdîr etmiştir."

Yani Allah (celle celâlühü), varlıkların her birini, üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan iradesinin gerektirdiği şekilde takdîr kanunlarına uygun olarak vücuda getirmiştir. Şöyle ki, onların her birini hususî maddelerden belli suretlerde yaratmış ve eserleri ile hükümleri değişik olan kuvvetleri ve özellikleri onlarda tertip etmiş ve onu, takdiri yapılamayan ve mahiyeti bilinmeyen hârika bir takdirle, kendisiye irade buyurduğu özelliklere ve uygun fiillere hazırlamıştır. Meselâ: insanı, kavramak, idrâk etmek, dünya ile âhiret işlerine nazar ve tedbir ile yaklaşmak, çeşitli sanatları îcat etmek ve çeşitli işlerle uğraşmak için hazırlamak. Diğer canlı nevilerinin halleri de böyledir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onları, belirti süre kadar kalmak üzere takdîr etmiştir.

3

"Müşrikler, Allah'tan başka bir takım ilâhlar edindiler ki, hiçbir şeyi yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlar; kendilerine bile ne zarar, ne de fayda veremezler; öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya da kudretleri yoktur, "

A- "Müşrikler, Allah'tan başka bir takım ilâhlar edindiler ki, hiçbir şeyi yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlar; "

Bu sûre-i kerîmenin başında, Allah'ın Fürkân-ı Azîm'i Resulüne indirdiği zikredilerek, Allah kemal sıfatlarıyla vasıflandırılarak ve yüce şânına yakışmayan sıfatlardan tenzih edilerek hakkın hakikati beyan edildikten sonra müşriklerin, Kur’ân'ı indirmiş olan Allah indirilmiş olan Kur’ân ve Kur'amn indirildiği Peygamberimiz hakkındaki bâtıl inançları sırasıyla anlatıldı ve bu inançlarının bâtıl olduğu açıklandı.

Yani o müşrikler, göklerin ve yerin hükümranlığının Kendisine, mahsus olması, çocuğunun ve ortağının olmaması, her şeyi Kendisinin yaratmış olması ve onlari en güzel şekilde takdîr buyurması gibi yüce şanları zikredilen Allah'tan başka kendileri için öyle bir takım ilâhlar edindiler ki, onlar hiçbir şeyi yaratmaya muktedir değildir; aksine kendileri de diğer yaratılmışlar gibi yaratılmışlardır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani o ilâhlar, bir şeyi yapmaya muktedir değillerdir; aksine kendileri başkaları tarafından yapılmaktadır. Nitekim o putları, onlara tapanlar yontmak ve tasvir etmekle meydana getiriyorlar.

B- "Kendilerine bile ne zarar, ne de fayda veremezler; "

Bu kelâm, makablinin delâlet etmediği acz ve zafiyetlerinin mertebelerini beyan etmektedir. Zira yaratmaktan âciz olan bazı yaratılmışlar, bazen kısmî olarak zararı önlemeye ve menfaat sağlamaya muktedir olur. Mesela: Hayvanlar gibi. Bu ilâhları ise, her hangi bir zararda tasarruf sahibi değildir ki, onu kendi nefsinden def etsin ve her hangi bir menfaatte de tasarruf sahibi değildir ki, onu kendine celp edebilsin. Şu halde başkaları için nasıl zarar ve faydaya mâlik olabilirler!

Burada zarar önce zikredilmiş, çünkü zararı önlemek, haddi zâtında daha mühim olmanın yanı sıra, bir de, menfaat mertebelerinin birincisi ve en önde olanıdır.

C- "Öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya da kudretleri yoktur."

Hayattakileri öldürmek, ölüleri diriltmek ve ölüleri diriltip kabirlerinden çıkarmaktan daha ehven olan, zararın define ve menfaatin celbine muktedir olmadıkları zikredildikten sonra anılan hususlarda da tasarruf sahibi olmadıklarının zikredilmesi, tafsilatıyla mezkûr fiillerin her birinden âciz olduklarının sarahatle belirtilmesi ise tapılmaya lâyık İlâhın bütün bunlara muktedir olmasının zorunlu olduğuna dikkat çekmek içindir.

Bu kelâm, o müşriklerin son derece câhil olduklarını ve akıllarının zayıf olduğunu bildirmektedir. Sanki onlar, kendi ilâhlarının sahip olmadığı mezkûr şeyleri bilmiyorlar ve bunların sarahatle zikrine muhtaç bulunuyorlar.

4

"Kâfir olanlar: "Bu Kur’ân Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Başka bir zümre de bu hususta ona yardım etmiştir" dediler. İşte onlar böylece, korkunç bir zulmle ve yalana başvurmuşlardır."

A- "Kâfir olanlar: "Bu Kur’ân Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Başka bir zümre de bu hususta ona yardım etmiştir" dediler."

Burada, Kur’ân ve Peygamberimiz hakkındaki bâtıl inançları birlikte anlatılmakta ve bu inançları çürütülmektedir. Bunu söyleyen, kâfirler, ya Nadr b. Haris, Abdullah b. Ümeyye, Nevfel b. Huveylîd ve adamları gibi küfür ve azgınlıkta aşın olanlarıdır. Kelbî ile Mukatil'den rivâyet olunduğuna göre, bunu söyleyen, Nadr b. Hâris'tir. Çoğul kipinin kullanılması ise, diğerlerinin de ona iştirak etmesinden dolayıdır. Yahut da bunu söyleyenler, bütün müşriklerdir.

Bunu söyleyenler demek istiyorlar ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi, -hâşâ-Kur’ân'ı uydurmuş ve Yahudiler de, ona yardım etmişler. Onların bâtıl iddiasına göre, Yahudiler, eski ümmetlerin haberlerini Peygamberimize anlatmışlar ve o da, bunları kendi sözleriyle ifâde etmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, onların bu çirkin iddiasına göre, Peygamberimize, yardım eden, Cibr ve Yesâr adlarında iki zatmış. Bu iki zât, Mekke'de kike yapmakla uğraşıyorlar ve Tevrat ile incil okuyorlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, kastedilen yardımcı Abis adındaki zât idi. Bu konunun tafsilatı Nahl sûresinde geçti.

B- "İşte onlar böylece korkunç bir zulmle ve yalana başvurmuşlardır."

Yani onlar, bu söyledikleriyle pek korkunç ve kavranması imkânsız bir zulme baş vurmuşlar. Nitekim onlar, ne önünden, ne de arkasından bâtılın yaklaşamadığı katıksız hakkı, beşer tarafından uydurulmuş bir yalan saymışlar. Halbuki Kur’ân, hârika nazmı ve üstün tarzı itibarıyla öyle bir mükemmeliyettedir ki, bütün insanlar ve cinler, onunla yarışmak için bir araya gelseler, onun bir âyetini bile meydana getirmekten âciz kalırlar. Yine Kur’ân, gizli hikmetleri ve iki cihan saadetini temin eden hükümleri ve gaip işleri içermesi itibarıyla da, beşer aklının erişemediği ve anlamakta bütün güç ve kudretlerin yetersiz kaldığı yüksek bir mertebededir. Keza, onlar, bu iddialarıyla, son derece büyük bir yalana baş vurmuşlardır. Nitekim Peygamberimizin tamamen uzak ve ilgisiz olduğu bir şeyi ona isnat etmişlerdir.

5

"Yine onlar dediler ki: "Bu Kur’ân Muhammed'in başkasına yazdırıp da, kendisine sabah-akşam okunmakta olan eskilerin masallarıdır."

O müşrikler, kaçınılmaz bir hak olan Kur’ân'ı beşerin yardımıyla uydurulmuş bir yalan saydıktan sonra kendi fasit iddialarına göre yardımın keyfiyetini beyan etmişler. Yani onlar dediler ki; bu Kur’ân, Peygamberimizin kendisi ümmî olduğu için, başkasına yazdırıp da, sonra onu yazanların ağzından hıfzetmek için, kendisine o yazanlar tarafından her zaman, yahut insanlar akşam evlerine çekildikten sonra akşamları ve daha insanlar evlerinden çıkmadan sabahleyin okunmakta olan eskilerin masallarıdır.

İşte o müşriklerin bu büyük cürümlerine bak! Allah, onları kahreylesin, nasıl da haktan, döndürülüyorlar!

6

"Ey Resûlüm! De ki: Kur’ân'ı, şu göklerdeki ve bu yerdeki bütün sırları bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, gafur'dur (çok bağışlayıcıdır); rahîm'dir (çok merhamet edendir)."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Kur’ân'ı, şu göklerdeki ve bu yerdeki bütün sırlan bilen Allah indirdi."

Yani ey Resûlüm! Sen de, onların iddiasını reddetmek ve hakkı tahkik etmek üzere de ki...

"Kur’ân'ı şu göklerdeki ve bu yerdeki bütün sırları bilen Allah indirdi."

Burada Allah'ın Kendini, ilminin gizli ve açık her şeyi ihata etmekle vasıflandırması, indirdiği Kur’ân'ın, beşerin aklından gizli sırlan ihtiva ettiğini bildirmek içindir. Bir de, bunda, kendilerinden hikâye edilen cinayetlerinin de Allah'ın ilmi dâhilinde olduğuna ve onların cezasının verileceğine tariz vardır.

Yani bu Kur’ân, bazılarının yardımıyla ve bazılarının da yazmasıyla uydurulmuş sözlerden ve eskilerin masallarından değildir; aksine o, semavî bir Kitap olup onu, hiçbir şeyin, ilminin dışında kalmadığı Allah indirmiş ve onun içine, beşerî anlayışların, etrafında dolaşamadığı çeşitli hikmetleri ve sırlan hârika bir şekilde yerleştirmiştir. Nitekim o, hepinizi fesahat ve belâgatıyla âciz bırakmış ve alîm ve habîr (her şeyden haberdar) olan Allah'ın tevil ki olmadan önceden bilinmesi mümkün olmayan geleceğe ait bir takım gaipleri ve gizli hâdiseleri haber vermiştir. Siz ise onu eskilerin masalları kabilinden uydurulmuş yalan saydınız ve bu yüzden de üzerine azap kamçısının yağdırılmasına müstahak oldunuz.

B- "Şüphesiz O, gafûr'dur (çok bağışlayıcıdır); rahîm'dir (çok merhamet edendir)."

Bu kelâm, onların azabının niçin tehir edildiğini ifâde etmektedir. Yani Allah'ın (celle celâlühü) rahmet ve mağfireti ezelî ve ebedîdir. Bunlar da, onların azabının tehir edilmesini gerektirmektedir, İşte bundan dolayı, onun hakkında söyledikleriniz, âcil cezayı tam olarak gerektirdiği ve Allah, buna gayet muktedir olduğu halde, bu ceza acilen verilmemektedir.

7

"Yine dediler ki: "Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi yemek yiyor; çarşılarda gezip dolaşıyor! Ona bir melek indirilip de kendisiyle birlikte uyarıcı olmalı değil miydi!"

A- Yine dediler ki: "Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi yemek yiyor; çarşılarda gezip dolaşıyor!"

Burada kendisine Kur’ân'ındirilmiş olan Peygambemrıizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hususıyetleriyle ilgili cinayet mertebesindekihatak anlayışları anlatılmaktadır.

Onların, Peygamberimize peygamber demeleri istihza yoluyladır. Nitekim Fir’avun’un, "Size gönderilen peygamber, hiç şüphesiz delidir." (Şuarâ: 27) demesi de bu kabildendir.

Onlar bu sözleriyle demek istiyorlar ki; eğer bu zâtın iddia ettiği peygamberliği doğru ise, o halde niçin onun hali bizimkinden farklı değildir? Onların bu görüşleri, onların ancak şaşkınlığından, akıl eksikliğinden ve madde âlemine kusurlu bakmalarından ileri gelmektedir. Zira peygamberlerin, başkalarından farklı ve ayrıcak olmaları, cismanî şeylerle değil, fakat ruhanî şeylerledir. Nitekim "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım; şu var ki bana, İlâhınızın bir tek İlâh olduğu vahiy olunmaktadır

B- "Ona bir melek indirip de kendisiyle birlikte uyarıcı olmak değil miydi!"

Yani ona kendi gerçek suretinde ve melektik haliyle bir melek indirilip de...

Kâfirler, önce Peygamberimizin, yemek, içmek ihtiyacı oknayan bir melek olmasını teklif ediyorlardı; sonra bunda vazgeçip ondan daha hafif bir teklif olarak kendisine bir melek indirilip de onu tasdik etmesini ve uyarıcılıkta ona destek olmasını teklif ettiler.

8

"Yahut kendisine bir hazine atılmalı ve yahut onun, içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi!" O zâlimler, mü’minlere: "Siz, ancak büyülü bir adama uyuyorsunuz" dediler."

A- "Yahut kendisine bir hazine atılmak ve yahut onun, içinden yiyeceği bir bahçesi olmak değil miydi!"

Burada onlar, ikinci tekliflerinden de vazgeçip daha aşağı bir teklif olarak, kendisine yardım kaynağı olacak, geçimi için çalışmasına ihtiyaç bırakmayacak ve doğruluğuna delil olacak gökten bir hazine indirilmesini teklif ettiler. Onların "Veyahut onun, içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi!" şeklindeki teklifleriyle de, önceki tekliflerinden de vazgeçip gerçekleşmesi daha kolay bir teklifte bulundular.

B- "O zâlimler, mü’minlere: "Siz, ancak büyülü bir adama uyuyorsunuz" dediler."

Bu zâlimler, bundan önce zikredilen sözleri söyleyenlerdir. Onların zâlim olarak zikredilmeleri, söylediklerinde zâlim olduklarını ve haddi tecavüz ettiklerini tescil etmek içindir. Zira söyledikleri, dalâletten de öte saptırmaktır. Bir de, onlar bu sözleriyle, Peygamberimize büyü isnat etmektedirler. Yani onlar, mü’minlere dediler ki; siz, ancak büyülenip de büyü ile aklı karıştırılmış bir insana uyuyorsunuz.

Diğer bir görüşe göre ise, yani siz melek değil, ancak bir beşere uyuyorsunuz, demektir. Fakat onların haline daha münâsip olan birinci görüştür.

9

"Ey Resûlüm! Bak, sana nasıl meseller (temsiller) getirmişlerdir de, haktan sapmışlardır. Artık hiçbir yol bulamazlar."

Burada, onların ağızlarına almaya cüret ettikleri bâtılların ne kadar büyük hatalar oldukları beyan edilmekte ve ondan taaccüp ettirilmektedir. Yani ey Resûlüm! Bak ki, onlar senin hakkında nasıl o akıl dışı acayip ve garabetinden meseller sayılabilecek sözleri söylemişler ve gerçek olma ihtimali bulunmayan o sıfatlar ile bir takım halleri uydurmuşlar ve böylece hüccet yolundan tamamen sapmışlar! Nitekim onlar, asgarî derecede akıl ve temyiz sahibi olan kimseden sâdır olabilecek bir delil getirmemişler ve böylece şaşkınlık içinde kalmışlardır. Artık onlar, peygamberliğini eleştirmek için, bâtıl bile olsa, bir sözde karar kılamazlar. Yahut onlar, apaçık olarak haktan sapmışlar. Artık onlar, hakka ulaştıracak bir yol bulamazlar. Zira bu gibi bâtılları kullanmayı itiyat edinen kimse, artık hak mukaddimeleri kullanmak ve haklı sonuçlara ulaşmak yolunu bulamaz.

10

"O Allah ne mübarektir ki, dilerse sana, ondan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan cennetleri verir ve sana saraylar ihsan eder

Yani o Allah'ın hayır ve bereketi o kadar çoktur ki, O dilerse, onların sahip olmanı istedikleri o içinden yiyeceğin bahçeden daha hayırlısını, âhırette sana vaat ettiği, o altlarından ırmaklar akan cennetler gibisini ve sarayları dünyada âcil olarak verir.

Âyette "O Allah... dilerse sana..." denilerek bunun Allah'ın dilemesine bağlanması, bunun gerçekleşmemesi, Allah'ın, hikmetler ve maslahatlara binâ edilmiş iradesiyle olduğunu bildirmektedir.

Âyette, onların ilk iki teklifine cevap verilmemesi, onların akıl dışı ve bâtıl ve teşriî hikmete ters oldukları gayet açık olduklarından, cevap vermeye bile değmediğine, kısmen cevap vermeye değer olanın, son teklifleri olduğuna dikkat çekmek içindir. Zira son teklifleri, tamamen hikmete ters değildir. Nitekim bazı peygamberlere, dünyada peygamberlikle beraber pek büyük mülkler de verilmiştir.

11

"Hayır! Onlar, kıyameti yalan saydılar. Biz de kıyameti inkâr edenler için alevk bir ateş hazırladık."

Burada onların eski cinayetlerini hikâye ederek yapılan tahkirleri bırakılıp diğer cinayetlerini hikâye ederek onlar tahkir edilmekte ve devamında da, bu cinayetleri sebebiyle âhirette duçar olacakları çeşidi cezalar beyan edilmektedir.

Yani Biz de, kıyameti yalan saymaları sebebiyle onlara pek büyük ve alevleri şiddetli, şöyle, şöyle bir ateş hazırladık. Yahut Biz, kıyameti yalan sayan herkes için bu ateşi hazırladık ve onlar da, öncelikle bu zümreye dâhildir.

12

"Cehennem ateşi onları uzaktan görünce, onun öfke homurtusunu ve uğultusunu işitecekler."

Yani Cehennem ateşi, uzaktan bakan bir kimsenin görebileceği bir mesafe kadar onlara yaklaşınca... Nitekim Peygamberimizin: "Ateşleri birbirini görmesin!" hadisi de bu kabilden olup mecazîdir. Yani mü’min ile müşrikin ateşleri, birbirini görebilecek (birinin ateşinin yanında bulunan bir kimse, diğerinin ateşini görebilecek) kadar mü’min, müşrikin yakın komşusu olmasın.

Âyette, görmek fiilinin, onlara değil, ateşe isnat edilmesi, ateşin öfke homurtusunun ve uğultusunun, onları gerçekten veya temsilî olarak gördüğü zaman, onlara duyacağı şiddetli öfkeden dolayı olduğunu bildirmek içindir.

Âyetin ifâdesi, zımnen bildiriyor ki, ateş, onları göreceği zaman ateş ile onlar arasındaki mesafe, malûm dünya mesafelerindeki mutat uzaklık değildir. Bu da, ateşin pek korkunç olduğunu bildirmektedir.

Kelbî ile Süddî diyorlar ki: "Ateşin onları göreceği mesafe, bir senelik yürüyüş mesafesidir."

Diğer bir görüşe göre ise, yüz senelik mesafedir.

Bu ifâdede, ateşin çatırtılı sesi, öfkeli insanın sesine ve homurtusuna benzetilmişti. Bize göre, hayat, bünye şartına bağlı olmadığı için mümkündür ki, Allah (celle celâlühü), Cehennem ateşinde bir hayat yaratır da, böylece görür, öfke homurtusunu ve uğultusunu çıkarır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu öfke homurtusu ve uğultusu, Cehennem Zebaniler'inindir; bunlar, mecazî olarak Cehennem ateşine isnat edilmiştir.

13

"Elleri boyunlarına bağlı olarak Cehennemin dar bir yerine atıldıkları zaman, orada yok olup gitmeyi isteyecekler."

"Dar bir yerine" denilmesi, Cehennem azabının şiddetini ifâde etmek içindir. Zira keder, darlıktadır, ferahlık da, genişliktedir. "Cennetin genişliği gökler ve yer kadardır" şeklinde vasıflandırilmasinin sırrı da budur.

İbn-i Abbâs ve İbni Ömer'den rivâyet olunduğuna göre, diyorlar ki: "Mızrak dibinin demiri, ağacını sıktığı gibi, Cehennem de onları sıkar. "

Kâfirlerin Cehennemdeki halleri Peygamberimize sorulunca buyurdu meydana ki: "Ruhum, kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, duvarda kazık sıkıştırıldığı gibi, onlar da Cehennemde sıkıştırılacaklardır. "

Kelbî diyor ki: "Cehennem ehli, aşağıdakileri alevler yukarıya kaldırır. Yukarıdakileri de yeni girenler aşağıya indirir. Böylece büyük bir izdiham getir. "

Diğer bir görüşe göre ise, onlar şeytanlarla birlikle zincirlere vurularak Cehennemin dar bir yerme atıldıkları zaman... demektir. Şöyle ki: Her bir kâfir bir şeytanla birlikte zincire vurulacak ve ayaklarında da prangalar olacak.

14

"Onlara denilecek ki: "Bugün yalnız bir kere yok olmayı istemeyin; birçok kere yok olmayı isteyin!"

Bunun söylenmesi ya gerçek olup melekler, onların azabının ebedî olduğuna, yalvarmalarına cevap verilmeyeceğine ve helâk olmaktan temenni ettikleri kurtuluşa eremeyeceklerine dikkatlerini çekmek için bunu söyleyecekler, yahut bu ifâde, onların halini, kendisine bunun söylendiği kimsenin haliyle temsil ve tasvir kabitindendir. Yoksa aslında orada ne söz var, ne de hitap var.

Yani bunu bir kere değil, birçok kere isteyin; çünkü içinde bulunduğunuz azap o kadar şiddetti ve süreklidir ki, bunu bir kere istemek değil, her an istemeyi gerektirmektedir. Bu da o azâbın ne kadar korkunç olduğuna daha iyi delâlet etmektedir.

Bir görüşe göre ise, siz öyle bir azabın, düştünüz ki, sizin orada helakiniz bir kere değil, takat birçok keredir. Bu da, ya o azabın çeşitleri olduğu ve her çeşidinin şiddetinden dolayı helâk gerçekleşeceği içindir, yahut da onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derileri başka derilerle değiştirileceği için, onların helaklerinin nihayeti yoktur. Ancak bu görüş bu makama uygun değildir. Nasıl uygun olabilir ki, onların istedikleri helâk, azaplarını sona erdirecek ve kendilerini kurtaracak bir helaktir. Şu halde onlara verilen cevap, isteklerinin imkânsız olduğunu, onların bu isteğini devamdı gerektirecek çetin az âbın sonsuzluğunu bildirmek suretiyle kurtuluş umutlarını kesmelidır.

Âyette zikredilen emrin (bir kere istemeyin, birçok kere isteyin), "bugün" ile kayıtlandırılması, korkunçluğu ve dehşeti ziyadesiyle ifâde etmek ve bugünün diğer malûm günler gibi olmadığına dikkat çekmek içindir.

15

"Ey Resûlüm! De ki: Bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahiplerine vaat olunan sonsuzluk Cenneti mi? Orası, onlar için bir mükâfat ve bir varış yeri olmuştur."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahiplerine vaat olunan sonsuzluk Cenneti mi?"

Yani ey Resûlüm! Sen de, onları tahkir etmek, susturmak ve geçmişlerine hayıflandırmak üzere onlara de ki; kıyameti yalan sayanlar için, korkunçluğu, dehşeti ve ehlinin perişanlığı anlatılan o Cehennem mi daha hayırlıdır, yoksa takva sahiplerine vaat olunan sonsuzluk cenneti mi?

Sonsuzluk cenneti denilmesi, cennetin methi içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, dünya cennetlerinden ayırt etmek içindir.

Burada takva sahiplerinden murat, mutlak olarak takva vasfını taşıyanlardır; yoksa takvanın yalnız ikinci, yahut üçüncü mertebesinde olanlar değildir.

B- "Orası, onlar için bir mükâfat ve bir varış yeri olmuştur."

Yani o cennet, Allah'ın ilminde, yahut Levh-ı Mahfûz'da, daha önce belirtildiği gibi lûtufkâr İlâhî vaat gereğince amellerinin karşılığı olarak takva sahiplerinin mekânı ve varacakları yer olmuştur. Yahut bu husus, geçmiş fiil kipi ile, yani, (olmuştur) şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir. İşte bundan dolayı bu husus, gerçekleşmiş ve vâki olmuş gibi anlatılmıştır.

16

"Onlar orada sonsuz kalmak üzere diledikleri her şey kendileri için vardır. Bu, Rabbinin niyaz edilen bir vaadidir."

A- "Onlar orada sonsuz kalmak üzere diledikleri her şey kendileri için vardır."

Yani onlar, sonsuz olarak cennette kalacaklar ve orada, diledikleri her çeşit zevklere, lezzetlere ve nimetlere sahip olacaklardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Cennette, nefsinizin arzu ettiği her şeye sahip olacaksınız."

Herhalde cennette her fırka, kendisine sağlanacak nimetlerin derecelerine kanaat getirecek ve gözlerini, daha yüksek mertebelerdeki nimetlere dikmeyecekler. Bu itibarla cennet ehlinin hiçbir fırkası için mahrumiyet lâzım gelmez ve mertebeleri eşit olmaz.

B- "Bu, Rabbinin niyaz edilen bir vaadidir."

Yani onların diledikleri, yahut takva sahiplerine vaat edilen, Rabbinin, niyaz edilmeye, değer bir vaadidir. Çünkü bu, yarışanların, uğruna yarıştıkları mükâfatlardır. Yahut bunlar, insanların, "Ey Rabbimiz! Peygamberlerine indirdiğin âyetlerde bize vaat ettiklerini bize ver!" gibi dualarında niyaz ettikleri nimetlerdir. Yahut meleklerin, "Ey Rabbimiz! Onları... kendilerine vaat ettiğin Adn Cennetlerine koy!" dualarında bahtiyar insanlar için niyaz ettikleri Cennetlerdir.

17

"O gün Allah onları ve Allah'tan başka taptıkları nesneleri toplayacak da, o nesnelere diyecek ki: "Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?"

Allah'tan başka taptıklarından murat, akıl sahibi olsun veya olmasın taptıkları bütün varlıklardır. Yahut taptıklarından murat, melekler, Hazret-i Mesih ve Hazret-i Uzeyr'dir. Zira sual ile cevap karinesi de buna delâlet etmektedir. (Zira tapılan putlar cevap vermeye muktedir değildir.) Yahut putlar da buna dâhildir ve Allah (celle celâlühü), onları konuşturacaktır. Yahut onların cevabı, lisân-ı hal ile olacaktır. Nitekim ellerin ve ayakların şahitlik etmesi konusunda da bunun İzahı geçti.

Yani Allah hepsini mahşerde topladıktan sonra müşrikleri tahkir etmek ve susturmak için, taptıkları mabutlarına diyecek ki: "Şu kullarımı siz mi saptırdınız; sız mi onları kendinize tapmaya çağırdınız? Yoksa kendileri, doğru bir nazarla bakmadıkları ve mürşitten yüz çevirdikleri için mi kendiliklerinden yoldan saptılar?" Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey Isâ! Sen mi insanlara, beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilah edinin! demiştin?"

18

"Diyecekler ki: "Sübhanallah! Senden başka veliler edinmek bize yakışmaz. Fakat Sen onlara ve babalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda Seni anmayı unuttular. Zaten onlar helâk olmuş bir güruh oldular."

A- "Diyecekler ki: "Sübhanallah! Senden başka veliler edinmek bize yakışmaz."

Yani onlar, kendilerine söylenene taaccüp ederek "Sübhanallah!" diyeceklerdir. Çünkü onların taptıkları ya masum meleklerdir, ya da hiçbir kudreti olmayan cansız varlıklardır. Yahut bu ifade, zımnen şu hakikati bildirmektedir: Onların taptıkları, Allah'ın tesbih ve tevhidinin alâmetleridir. Şu halde onlar, Allah'ın kullarını nasıl saptırırlar!

Yahut "Sübhanallah", Allah'ı ortaklardan tenzih etmek anlamındadır. Yani onlar da, sorulan suale cevap olarak diyecekler ki; "Sübhanallah, Seni tenzih ederiz! Senden başka tapacağımız velîler edinmek bize yakışmaz; çünkü bu, bizim halimize ters düşer. Şu halde bizim, başkasını bizi velî edinmeye sevk etmek şöyle dursun, Senden başkasını velî edinmeye başkasını sevk etmek, nasıl tasavvur edilebilir! "

Yahut, "Sübhanallah! Senden başka (kendi başımıza) tâbiler edinmek, bize yakışmaz, demektir. Zira velî kelimesi, metbû (kendisine tâbi olunan) anlamında kullanıldığı gibi, tâbi anlamında da kullanılmaktadır. -Nitekim "Mevlâ" kelimesi de, üst için de, ast için de kullanılmaktadır. - "Şeytanın velileri" tamlamasında da veli, tâbi anlamındadır.

B- "Fakat Sen onlara ve babalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda Seni anmayı unuttular."

Bundan önce, onların taptıkları nesnelerin, kendilerini saptırmaktan münezzeh oldukları beyan edildikten sonra bu kelâm ile de, kendilerinin dalâlette oldukları beyan edilmektedir.

Burada onların kötü işleri teşhir edilmektedir. Nitekim onlar, hidâyet sebeplerini dalâlet sebepleri yapmışlardır.

Yani ey Rabbimiz! Sen, takdîr etsinler ve şükürlerini ifâ etsinler diye, onlara ve babalarına çeşidi nimetler verdin. Onlar ise, zevk ü sefalara daldılar; nihayet Seni anmayı unuttular yahut nimetlerini ve âyetlerini tefekkür etmeyi unuttular. Sonunda hidâyet sebeplerini kendi kötü, seçimleriyle dalâlete vesile yaptılar.

C- "Zaten onlar helâk olmuş bir güruh oldular."

Yani onlar, kendi seçimleriyle kendilerinden sâdır olacağına dâir olan ezelî ilmine binaen verdiğin hükümde helâk olmuş bir güruh oldular.

19

"Müşriklere de denir ki: "İşte taptıklarınız, söylediklerinizde sizi tamamen yalancı çıkardılar. Artık siz, ne azabınızı geri çevirebilirsiniz, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. Sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azap tattıracağız."

A- "Müşriklere de denir ki: "İşte taptıklarınız, söylediklerinizde sizi tamamen yalancı çıkardılar. Artık siz, ne azabınızı geri çevirebilirsiniz, ne de bir yardım temin edebilirsiniz."

Tap ilanların cevabı bittikten sonra Allah hitabı değiştirip bu sefer onu tapanlara tevcih ederek, o bâtıl ilâhlara tapanları takbih ve susturmak için onlara karşı gösterilen hücceti beyan buyurmaktadır.

Tapanların söylediklerinden murat, "Onlar ilandır" demeleridir.

Diğer bir görüşe göre ise, "Bunlar bizi saptırdılar" demeleridir. Ancak şu husus, bu görüşe manidir: Onların bu sözlerinde tekzîp edilmeleri, bundan sonra gelecek olan azabı geri çevirememeleri ve yardım temin edememeleri konusuyla ilgisi yoktur. Bunu gerektiren, onların kendi iddialarına göre, o nesnelerin kendi ilâhları ve yardımcıları olmalarıdır.

B- "Sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azap tattıracağız."

Yani, ey mükellefler! Siz mükelleflerden her kim, kibir ve inattan ayrılmayip içinde bulundukları fesadı sürdüren ve inatta mutat sınırı aşan bu kâfirler gibi zulmederse, Biz de âhirette ona kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir azap tattıracağız. Bu azap, Cehennem ateşinin azabıdır.

Zulmün umumî olarak zikredilmesi, bu büyük azabın tattırılmasında fâsıkmda kâfire iştirakini gerektirmez. Zira bu cezanın gerekmesi için, tevbe olmaması, iyi amellerin tamamen boşa gitmesi ve bize göre İlâhî affa mazhar olmaması şartları vardır.

20

"Ey Resûlüm! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerlerdi ve çarşılarda gezip dolaşırlardı.

Zaten sizin bazınızı bazınıza imtihan vesilesi kılmışızdır. Bakalım, sabredecek misiniz? Zaten Rabbin, her şeyi hakkıyla görmektedir."

A- "Ey Resûlüm! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerlerdi ve çarşılarda gezip dolaşırlardı."

Bu kelâm, onların, "Bu ne biçim peygamber ki, bizler gibi yemek yiyor; çarşılarda dolaşıyor! " şeklindeki sözlerine cevaptır.

B- "Zaten sizin bazınızı bazınıza imtihan vesilesi kılmışızdır, Bakalım, sabredecek misiniz?"

Bu kelâmda eski hitap değiştirilip hitap bütün peygamberlere tamim edilmiştir. Burada birinci "bazınız"dan murat, ümmetlerin kâfirleridir. Zira o kâfirlerin, özellikle o peygamberlerin tebliğlerine muhatap olmaları ve ümmet olarak o peygamberlere tâbi bulunmaları, onların bazısı sayılmasına doğru bir sebeptir, ikinci "bazımz"dan murat ise, onlarin peygamberleridir. Ancak bu, "sizin bazınızın tamamını bazınızın tamamına imtihan ve mihnet vesilesi kılmışız dır" anlamında, keza, "sizin bazınızın her ferdini diğer bazınızın her ferdine imtihan vesilesi kuralsızdır" anlamında, yine "sizin müphem olarak, bazınızı müphem olarak bazınıza imtihan vesilesi kılmışız dır" anlamında da değildir. Zira zorunlu olarak sabit bir gerçektir ki, bütün peygamberler bütün olarak, bütün ümmetler ile imtihan edilmemiş; keza, peygamberlerin her ferdi de, ümmetlerin her ferdi ile imtihan edilmemiş ve ümmetlerin müphem olarak bazısı, müphem olarak peygamberlerin bazısına imtihan vesilesi kılınmamıştır. Fakat bunun anlamı şudur: Ümmetlerin muayyen bazısı, peygamberlerin muayyen bazısına imtihan vesilesi kıbnmiştır. Yani Biz, kâfir ümmetlerden her hususî ümmeti, kendisine gönderilmiş olan muayyen peygambere imtihan vesilesi ve mihnet kılmışızdır. Bunun bu şekilde açık olarak ifâde edilmemesi, durumun buna şahit olması ile iktifa edilmesindendir.

Bu hitabı (bazınızı bazınıza), bütün mükellefleri kapsayacak genellikte ve her iki bazıyı da genel ve müphem olarak kabul ederek, "hangisi olursa olsun, sizin bazınızı diğer bazınıza, imtihan vesilesi kılmışızdır" şeklinde izah etmeye ise, "Bakalım, sabredecek misiniz?" cümlesi mânidir. Çünkü mezkûr kılmanın amacı budur. Ve açık bir hakikattir ki, insanların her ferdinin imtihanının gayesi, sabır değil, fakat onun haline münâsip olan başka şey de olabilir. Kaldı ki, yalnız sabrın zikredilmesi ve başka bir yüce gayenin zikredilmemesi de, delâlet ediyor ki, imtihan edilenlerin haline uygun olan ve onlardan sâdır olması beklenen, yalnız sabırdır; başkası değildir. Bu itibarla imtihan edilenlerden murat, peygamberlerin olması icap eder ki, onunla, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli hâsıl olsun. Şu halde mâna şöyledir: Hikmetimiz gereğince câri olan sünnetimiz (değişmez İlâhî kanunumuz), peygamberlerin, kendi ümmetleri ile, ümmetlerinin onlara karşı, düşmanlık yapmaları, onlara ezâ etmeleri ve insaf sınırlarını aşan sözleri ile imtihan edilmeleridir ki, siz peygamberlerin sabrını görelim.

C- "Zaten Rabbin, her şeyi hakkıyla görmektedir."

Bu kelâm, güzel sabrından dolayı Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük mükâfat verileceğine dâir lütufkâr bir vaattir. Ayrıca Rab kelimesinin, Resûlüllahi ifâde eden zamire izafesi de, onun için ziyadesiyle şereftir.

21

"Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki: "Bize melekler indirilmeliydi, yahut Rahibimizi görmeliydik." Yemin olsun ki, onlar, kendileri hakkında kibre kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir."

Bundan önce bazı bâtıl hâlleri beyan edildikten sonra burada da, diğer bazı bâtıl sözleri hikâye edilmekte ve neden bâtıl oldukları beyan edilmektedir.

Allah'a kavuşmaktan murat, ya tekrar dirilmek ve huzuruna toplanmaktır, yahut Allah'ın hesabına kavuşmaktır. Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "Kadar ben hesabımla karşılaşacağımı bitiyordum." Onların Allah'a kavuşmayı ummamalarından murat da, bunu hiç beklememeleridir. Çünkü onlar, tekrar dirilmeyi ve âhiret hesabını tamamen inkâr etmektedirler. Yoksa ondan murat, onların, Allah'a güzel bir şekilde kavuşmayı ummamaları ve kötü kavuşmadan korkmamaları da değildir. Zira bunların olmaması, onların içinde bulundukları azgınlığı, kibri, tekrar dirilmeyi ve hesabı doğrudan doğruya gerektirmemektedir.

Yani sözlerinin gerektirdiği kötü azapla, sonuçlanan bize, yahut hesabımıza dönmeyi beklemeyenler dediler ki; Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru olduğunu bize bildirecek melekler bize indirilmeliydi.

Diğer bir görüşe göre ise, yani melekler, peygamberliği bize indirmeliydi, demektir. Nitekim "yahut Rabbimizi görmeliydik" cümlesine münâsip olan mâna da, bu ikinci görüştür. Çünkü her iki söylem de, onlarin kibir ve azgınlıkta pek aşırı olmalarından kaynaklanmaktadır.

Nitekim "Yemin olsun ki onlar, kendileri hakkında kibre kapılmışlardır" cümlesi de bunu bildirmektedir. Yani onlar, peygamberlik konusunda kendi nefisleri hakkında kibre kapılmışlar da, nihayet bu son derece çirkin olan sözü ağızlarına almaya cüret etmişler ve zulüm ile azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir. Nitekim Resûlüllah ve melek aracilığı olmaksızın Allah ile ilişki kurmak mertebesine ermeyi ummuşlar.

Nitekim diğer bir âyette de: "Allah, bizimle konuşmalı değil miydi?" Ve onlar, sağır dağların bile, karşısında secdeye kapandıkları kahir mucizelerle iktifa etmemişler de, anlamsız teklifler için her yola başvurmuşlar. Hattâ onların habis nefisleri, hiçbir ümmetin gözlerinin görmediği; himmetlerinin erişemediği ve ancak eski peygamberlerden ulü'l-Azm peygamberlerin nail oldukları pek yüksek şeyleri umut etmiştir.

Bu İlâhî kelâm, onların hallerinin son derece çirkin olduğuna açıkça delâlet etmekte ve kibirleri ile azgınlıklarından taaccübü de zımnen bildirmektedir.

22

"O melekleri görecekleri gün, o gün o günahkârlara hiç de müjde yoktur. Onlar: "Maazallah! Allah saklasın!" diyecekler."

A- "O melekleri görecekleri gün, o gün o günahkârlara hiç de müjde yoktur."

Bundan önce onların, kendilerine meleklerin indirilmesini teklif etmelerinin pek büyük bir hatâ ve son derece çirkin bir teklif olduğu beyan edildikten sonra burada da, melekleri gördüklerinde nelerle karşılaşacakları beyan edilmektedir.

Âyette, "O meleklerin inecekleri gün" denilmeyip "O melekleri görecekleri gün" denilmesi, onların melekleri görmelerinin, kendilerinin teklif ettikleri şekilde bir görme olmayıp fakat malûm olmayan bir veçhile olacağını baştan bildirmek içindir.

Müjdenin olmaması, onun ziddınm olacağından kinayedir. Nitekim "Bitin ki, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." ifâdesindeki, sevmemek öfkeden kinayedir. Bu itibarla "hiç müjde yoktur" ifâdesi, onlar için büyük felâketler olacağına en beliğ ve kuvvetli şekilde delâlet etmektedir.

B- "Onlar: "Maazallah! Allah saklasın!" diyecekler."

Yani onlar meleklerin indirilmesini talep ve teklif edecekler. Ama melekleri gördükleri zaman, onlarla karşılaştıklarına hiç de memnun olmayacaklar; onlardan çok korkmuş olacaklar ve kötü bir hâdise, şiddetti bir azap indiğinde söyledikleri sözü söyleyecekler.

Diğer bir görüşe göre ise, melekler, kâfirlerin umudunu kesmek için "Hicren Mahcüren", yani mağfiret, yahut Cennet, yahut müjde size tamamen yasaktır, Allah bunu size yasaklamıştır, demektir. Ancak bu, açık bir İzah değildir.

23

"Onların yaptıkları her bir iyi ameli ele alacak ve onu toz duman edeceğiz."

Bu âyette de, onların dünyada, sıla-i rahim, yardıma muhtaç olanların yardımına koşmak, misafir ağırlamak ve savaş esirlerine güzel muamele etmek gibi, îman ile beraber yapmış olmaları halinde mutlaka mükâfatına erecekleri iyi amellerin halini beyan etmekte, onların hali ile mezkûr amellerinin hali, sultanlarına muhalefet edip kendisine karşı gelen ve sultanın da onlarin mallarına ve ellerinde bulunanlara yönetip hepsini ifsat ettiği, yaktığı ve parçaladığı, onlardan ne bir şey, ne de bir eser bırakmadığı bir kavmin haline benzetilmektedir.

Yani Biz, onların amellerine yönetip onları iptal ettik; onların tamamen bâtıl olduklarını gösterdik, demektir. Yoksa hakikatte bu işte ne yönelmek var, ne de teşbihi kastedilen bir şey var.

24

"O gün cennet yaranının kalacakları yer daha hayırlı ve dinlenecekleri yer daha güzeldir."

Yani "De ki: Bu mu daha iyidir, yoksa takva sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi daha hayırlıdır?" (Furkân: 15) âyetinde kendilerine işaret edilen mü’minlerin, o kâfirler için müjde olmayacağı, "Maazallah!" diyecekleri, yaptıkları amellerin toz duman olacağı gün takva sahiplerinin kalacakları ver, yani vakitlerinin çoğunda oturmak ve konuşmak için kalacakları yer ve dinlenecekleri, eşleri ile baş başa kalacakları yer daha hayırlı ve daha güzeldir.

Onların kalacakları bu mekânların, hem daha hayırlı olmak, hem de daha güzel olmakla vasıflandırıfması, işaret ediyor ki, o mekânlar, çeşitli ziynetler ve süslerle süslü olacaktır.

Bu mekânların daha hayıriı ve daha güzel olması, ya bu ziyâde mudak olarak kastedilmektedir. Yani onlar olabildiğince en hayırlı ve en güzel mekânlarda olacaklardır. Yahut bu ziyâde, kâfirlerin dünyada sahip oldukları nimetlere göredir. Yahut alay yoluyla, kâfirlerin âhirette sahip olacakları nimetlere göredir. Nitekim benzeri bir İzah, "De ki: Bu mu hayırlıdır

25

"O gün gök, ak bulutlarla açılacak ve melekler, indirildikçe indirileceklerdir."

Bu bulutlar, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi beklerler?" âyetinde zikredilen buluttur. Deniliyor ki; bu bulut, duman gibi ince ak bir buluttur. Bu bulut, ancak Isrâiioğulları için olmuştur.

Ve o gün melekler de, hiç görülmemiş acayip bir şekilde indirildikçe indirileceklerdir. Deniliyor ki; o gün gök, kat, kat yarılacak ve melekler, o bulutların arasından kulların amel defterleriyle inecekler.

26

"İşte o gün hakikî hükümranlık Rahmân'ındır. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gündür."

A- "işte o gün hakikî hükûmranlık Rahmân'ındır."

Yani o kıyamet günü kahir hükümranlık, umumî istila, hem suret, hem mâna, hem zahir, hem de batın olarak yegâne Allah (celle celâlühü) için sabittir; bu hükûmranlığın zevali asla olmayacaktır. O gün Allah'ın merhameti de sabittir.

Burada "o gün" kaydının zikredilmesinin faydası şudur: Mezkûr hükûmranlığın, yegâne Allah (celle celâlühü) için sabit olması, o güne mahsustur; dünya günlerinde ise zahirî kısmî tasarruf başkaları için de sabittir.

B- "Kâfirler için ise o, pek çetin bir gündür."

Yani o gün hükümranlık, kulları için son derece merhametli olan Allah'a mahsus olmakla beraber kâfirler için pek zor bir gündür. Mü’minler için ise Allah'ın lûtfu keremiyle o gün pek kolay bir gündür. Nitekim hadiste şöyle denilmektedir: "Kıyamet günü mü’minler için o kadar kolaylaştırılır ki, dünyada kıldığı bir farz namazdan bile hafif geçer." Bu cümle, makabli için bir izah mahiyetindedir.

27

"O gün zâlim, ellerini ısırıp şöyle der: "Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!"

Elleri ısırmak, parmak uçlarını ısırmak, parmak uçlarını yemek, dişlen yakmak gibi ifâdeler, öfkelenmek ve hayıflanmaktan kinayedir. Çünkü bu fiiller, öfkelenmeyi ve hayıflanmayı taldp eden fiillerdir.

Burada zâlimden murat, ya Ukbe b. Ebî Muayt'tır. Nitekim deniliyor ki; bu zât, Peygamberimizin meclisinde çok bulunuyordu. Bir gün de bu zât, Peygamberimizi ziyafetine davet etti. Peygamberimiz ise, şahadet kelimesi getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine o da şahadet kelimesi getirdi. Übeyy b. Halef de, Ukbe'nin yakın dostu idi. Übeyy, îman etmesinden dolayı Ukbe'yi kınayarak ona "Sen, dininden döndün!" dedi. Ukbe de: "Hayır! Muhammed, benim evimde benim yemeğimi yemek istemedi; ben de utandım ve bunun için şahadet kelimesini söyledim. O zaman Übeyy b. Halef, Ukbe'ye dedi ki: "Hayır! Sen, gidip Muhammed'in sırtına basmadıkça ve yüzüne tükürmedikçe ben senden razı olmayacağım!" Ukbe de Peygamberimizin bulunduğu yere gitti. O sırada Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Dârun-Nedve denilen Mekke hükümet konağında secde halinde bulunuyordu. Ukbe, Übeyye b. Halefin istediklerini yaptı. O zaman peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Mekke dışında seninle karşılaşırsam, mutlaka başını kılıçla uçuracağım!" Sonra Bedir savaşında Ukbe b. Ebi Muayt esir düştü. Peygamberimiz, Hazret-i Ali'ye emir buyurdu; Hazret-i Ali de, onu gebertti. Diğer bir rivâyete göre ise, Asım b. Sabit El-Ensârî, onu gebertti.

Peygamberimiz de, Uhud savaşında Übeyy ile teke tek çarpışmada onu mızrakla yaraladı. Übeyy, Mekkeye döndükten sonra bu yaradan öldü.

Yahut âyetteki zâlimden murat, Ukbe b. Ebî Muaytin da öncelikle dâhil olduğu bütün zâlimlerdir.

İşte bu zâlimler, kıyamet günü diyecekler ki; keşke Peygamberle beraber, beni bu kötü durumlardan kurtaracak bir yol, hak yolu tutsaydık da, dalâlet yollarına sapmasaydık!

28

"Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim!"

Falancadan murat, dünyada kendisini saptıran kimse demektir. Eğer âyetteki zâlimden Ukbe murat ise, falanca da Übeyy'den kinayedir. Eğer zâlimden bütün zâlimler murat ise, falanca da, insan şeytanlarından ve cin şeytanlarından saptıran herkesten kinayedir.

Kıyamet günü zâtimin bu temennisi, her ne kadar pişmanlık ve hayıflanma göstermek için ise de aynı zamanda, cinÂyetini başkasına yakıştırmaya çalışmak suretiyle zımnen bir nevi gerekçe ve özür beyanı mahiyetindedir.

29

"Yemin olsun ki, Kur’ân, Peygamber vasıtasıyla bana geldikten sonra o kötü dost, beni ondan saptırdı. Zaten o şeytan, ziyadesiyle insanı felâket içinde yüzüstü bırakandır."

A- "Yemin olsun ki, Kur’ân, Peygamber vasıtasıyla bana geldikten sonra o kötü dost, beni ondan saptırdı."

Bu kelâm, mezkûr temennisinin gerekçesinin beyanı mahiyetindedir. Kelamın başında yeminin zikredilmesi, hatasını, pişmantiğini ve hayıflanmasını ziyadesiyle beyan etmek içindir. Yani yemin olsun ki, Kur’ân, peygamber vasıtasıyla bana ulaştıktan ve ben içindeki hakikati öğrenmek imkânına sahip olduktan sonra o kötü dost, beni Kur’ân'dan, yahut Resûlüllah'ın nasihatinden, yahut şahadet kelimesinden saptırdı.

B - "Zaten o şeytan, ziyadesiyle insanı felâket içinde yüzüstü bırakandır."

Zira şeytan, insanı helake götürünceye kadar ona dostluk yapar; sonra onu terk eder ve ona hiç faydası olmaz.

Bu kelâm, makabli için bir açıklama mahiyetindedir. Bu cümle, ya doğrudan doğruya Allah kelâmındandır; yahut zâtimin kelâmının devamıdır. Buna göre bunu söyleyen zâtim, dostunu, şeytanî vasıfların en özeti olan saptırmakla vasıflandırdıktan sonra onu şeytan olarak, vasıflandırmıştır. Yahut şeytandan İblisi kastetmiştir. Çünkü vesvesesi ve iğvâ ile kendisini saptıranların dostluğuna ve hidâyetçi olan Resûlüllahın muhalefetine sevk eden İblistir. Şeytanın, onu yüz üstü bırakmakla vasıflandırilması da, zımnen bildiriyor ki, şeytan ona dünyada vaatlerde bulunuyor ve âhirette ona faydalı olacağı umudunu ona veriyordu. Bu, İblisin haline daha uygundur.

30

"Resûlüllah da dedi ki: "Ey Rabbim! kavmim bu Kur’ân'ı büsbütün terk etliler

Bu cümle, "Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki..." cümlesine atıftır. Bu iki cümle arasında zikredilenler, o kâfirlerinin söylediklerinin ne kadar büyük bir cürüm olduğunu ve âhirette onların başına gelecek felâket ve belâları beyan eden ara sözler mahiyetindedir.

Peygamberimizin, Resûlüllah unvanıyla zikredilmesi, hakkı tahkik etmek ve kâfirlerin kafasına vurmak içindir. Zira o kâfirlerden hikâye edilenler, Peygamberimizin peygamberliği hakkındaki eleştirileridir. Yani onlar şöyle, şöyle dediler; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onlardan son derece azgınlık ve isyan görünce, Rabbine şikâyet mahiyetinde dedi ki; ey Rabbim! Şenaatleri anlatılan kavmim, bu Kur’ânin ve ezcümle âhirette onların başına gelecek çeşitli azapları anlatan bu âyetleri tamamen terk ettiler; bunlara îman etmediler; başlarını kaldırıp bakmadılar ve onların vaatlerinden hiç etkilenmediler.

Bu kelâm işaret ediyor ki, mü’min kimse, Kur’ân'la çokça haşır-neşir olmalıdır ki, bu kelâm-ı kerîmin zahirinin kapsamına dâhil olmasın. Nitekim Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Bir kimse, Kur’ân öğrendikten sonra Mushaf (Kur’ân kitabını) duvara asıp ona baş vurmazsa, içindekilere bakmazsa, kıyamet günü o kimse, Kur’ân, kendisine asılmış olarak gelecek ve Kur’ân, şöyle diyecektir: "Ey Alemlerin Rabbı! Senin bu kulun, beni tamamen terk etti; benimle onun arasında hükmet!"

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar bu Kur’ân'ı hezeyan kıldılar, demektir. Bu da, ya onların bâtıl iddialarına göredir; yahut Kur’ân'ı duydukları zaman hezeyan etmeleri itibariyladır. Nitekim başka bir âyette onların halı şöyle anlatılmaktadır: "O kâfirler, bu Kur’ân'ı dinlemeyin ve okunduğu zaman gürültü yapın! dediler." Bu Kelâm-ı Kerîm, o kâfirler için apaçık bir uyarı idi. Zira peygamberler, kendi kavimlerini Allah'a şikâyet ettikleri zaman, onlara âcil bir azap gelir ve artık kendilerine mühlet verilmez.

31

"Ey Resûlüm! İşte Biz, her bir peygambere o suçlulardan azılı bir düşman kılmışızdır. Zaten sana hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter!"

A- "Ey Resûlüm! İşte Biz, her bir peygambere o suçlulardan azık bir düşmanmışızdır."

Bu kelâm-ı kerîm, Peygamberimiz için bir teselli mahiyetinde olup kendisini önceki peygamberlere uymaya sevk etmektedir. Yani ey Resûlüm! Müşriklerden, sana karşı söyledikleri bâtılları söyleyen ve yaptıkları bâtılları yapan azık düşmanlar kıldığımız gibi, şerîat ve davet sahibi olan her bir peygambere, kavimlerinin mücrimlerinden azılı düşmanlarmışızdır. O halde onlar sabrettikleri gibi, sen de sabret!

B- "Zaten sana hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter!"

Bu kelâm-ı kerîm, Peygamberimizi bütün maduplanna erdirmek ve düşmanlarına karşı muzaffer kılmak hususunda lütufkâr bir vaattir. Yani ey Resûlüm! Senin bütün işlerinin Mâliki olan ve seni kemale erdiren, seni en büyük gayeye erdirecek olan ve ezcümle yazdığı vaadi zamanında gerçekleştirecek, kıyamete kadar dünyanın her tarafında hükümlerini icra edecek ve bütün düşmanlarına karşı sana yardım edecek olan Rabbin sana yeter!

32

"Kâfir olanlar: "Bu Kur’ân, ona hepsi birden bir defada indirilmeli değil miydi!" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tertîl eyledik (âyet, âyet okuduk)."

O kâfirlerin, Peygamberimiz hakkındaki istekleri hikâye edildikten sonra burada da onların, özellikle Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki istekleri hikâye edilmektedir. Bunu söyleyen kâfirler de, öncekini söyleyen kâfirlerdir. Onların küfür unvanıyla zikredilmeleri, kendilerini zemmetmek ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir.

Yani o kâfirler dediler ki: "Diğer üç Mukaddes Kitapta olduğu gibi,

Kur’ân da, Muhammed’e bir tek defada indirilmek değil miydi?" Bu ahmakça kelâmın bâtıl olduğu., herkesçe bilinmektedir. Zira eski Mukaddes Kitapların hak ve Allah katından olduklarının delili, o Kitapların icazı değildi. Kur’ân-ı Kerim'in hak ve Allah katından olduğunun bir delili de, onun asırlar boyu devam eden mucize nazmıdır ki, bu mucize, onun en kısa sûresinde bile gerçekleşmiştir.

Nitekim benzerini meydana getirmek hususunda en kısa sûresi ile de kâinata meydan okunmuştur. Ve hiç şüphe yoktur ki, icaz çarkının döndüğü yörünge, hallerin gereklerine mutabık olmaktır. Ve o hallere mutabık olanın değişik olması, o hallerin değişmesinin ve yenilenmesinin kesin olarak zaruretindendir. Ayrıca Kur’ânin parça parça indirilmesinde birçok faydalar daha vardır ki, "Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık..." cümlesiyle de onların bazısına işaret edilmiştir. Zira bu cümle, onların bâtıl iddialarını reddetmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından vârid olup tedricî vahyin hikmetini beyan etmektedir.

Zira Kur’ânin tedricî olarak nazil olmasında metinlerini hıfzetmek, mânalarını anlamak, hükümlerini zabit etmek ve muhtevasindaki münâsip hikmet ve maslahatların tafsilatına vâkıf olmak kolaylığı vardır. Ayrıca Kur’ân'ın tedricî olarak nazil olması, mükelleflerin ahvâlinden, baştan itibaren sürekli olarak meşru kılınmasını, yahut nesih ile değiştirilmesini gerektiren sebeplere bağlıdır. Keza, şanlı Kur’ân'da vârid olan haberler ve yeni hâdiseler hakkındaki sözler ve fiiller içerîkli âyetler de böyledir. Ve bunların yenilenmesinin gereği olarak, bunlarla ilgili kâfirlerin vâki olan ve hikâye edilmelerini, yahut iptal edilmelerini gerektiren istekleri ve âhiretteki akıbetlerinin beyanı da yenilenmektedir. Üstelik o kâfirler, Kur’ân'ın defaten nazil olması şeklindeki isteklerinde ürnaklanyla ecelini araştıran keçi gibi davranıyorlar. Nitekim onlara, Kur’ânin her hangi bir vahiy nöbetinde nazil olan en küçük sûresi gibi bir sûre meydana getirmeleri emredilince, onların itiraz etmekte, âciz oldukları ortaya çıktı ve yeryüzü bütün genişliği ile onlara dar gelmeye başladı. Şu halde Kur’ân bir defa da indirilseydi ve onun tamamı gibi bir kitap meydana getirmeleri istense, halleri nîce olur?

Kur’ânin tertîl edilmesi, âyet âyet ayrı olarak art arda okunması demektir. İbrâhîm en-Nahaî, Hasen-ı Basrî ve Katâde böyle demişlerdir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) ise diyor ki: "Yani Biz, Kur’ân'ı öyle açıkladık, ki, onda tefrik ve tespit vardır." Süddî ise diyor ki: "Yani Biz, Kur’âni iyice açıkladık, demektir." Mücâhid diyor ki: "Yani Biz, Kur’ân'ın bölümlerini arka arkaya kıldık, demektir."

Diğer bir görüşe göre ise, bu, Kur’âni tertîl ile okumak emridir. Nitekim diğer bir âyette de: "Kur’âni da tertîl ile (tane tane) oku!" denilmektedir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Biz, Kur’âni Cebrâîl lisaniyla azar, azar yirmi sene, yahut yirmi üç sene zarfında mühletle sana okuduk, demektir.

33

"O İslam düşmanlarının sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, Biz, onun karşılığında sana doğrusunu ve daha güzel açıklama getirmeyelim."

O kâfirlerin, o son derece çirkin olan, akıl dairesi dışında kalan, bu yüzden de mesel gibi sayılan o anlatılan teklifleri de bu meseller cümlesinden-dir. Yani o kâfirler, senin ve Kur’ân hakkında eleştiri maksadıyla bâtıllıkta misal olan acayip bir kelâm getirdiler mi, Biz mutlaka onun karşılığmda, sabit olan, onu iptal eden ve dedikoduyu kesen hak cevabi getiririz. Nitekim geçen o hak cevaplar da, onların o çirkin suallerinin damarlarını kesip onları tamamen ortadan kaldırmıştır.

Kur’ân'daki temsillerin daha güzel açıklama olmaları, haddi zâtında son derece güzel olmasıdır. Yoksa onların getirdikleri temsillerin de kısmen güzel oldukları, Kur’ân'dakilerirı ise onlardan daha güzel oldukları anlamında değildir. Nitekim daha önce de benzerleri geçti.

Bu âyet, ibaresiyle, onların bütün suallerinin bâtıl ve bütün cevapların doğru olduklarını ifâde etmektedir. Yine mezkûr işaret de, onların son sualinin de bâtıl olduğunu ve cevabının da doğru olduğunu bildirmektedir. Zira eğer Kur’ân, tedricî olarak nazil olmasaydı, onların o çirkin tekliflerinin iptali mümkün ve Peygamberimizin kalbini o cihetten tespit etmek kabil olmazdı.

Âyetteki mesel, hükümdarlık, yemek-içmek ihtiyacı olmamak, hazinesi ve mükemmel bahçesi olmak ve Kur’ânin ona bir tek defada inmesi gibi Peygamberimiz hakkında teklif ettikleri garip vasıflar da olabilir. Yani onlar, senin sahip olmanı teklif ettikleri, "Böyle olmak değil miydi!" dedikleri hiçbir garip hal yoktur ki Biz, mümkün hallerden Bizim hikmetimizde ve irademizde sana verilmesi hak olan ve senin kendisiyle gönderildiğin hak için daha güzel açıklama ve hak olduğuna daha kuvvetli delâlet bulunan üstün vasıflan vermişizdir. Bu vasıflar, senin zâtında ve sıfatlarında bulunanlardır.

Ancak mezkûr istisna bu görüşe mânidir. Çünkü ondan ilk akla gelen, Allah'ın ona verdiği hakkın, o kâfirlerin getirdikleri bâtıllara terettüp etmesi ve onları yıkmasidır. Oysa hiç şüphe yoktur ki, Allah'ın, Peygamberimize, peygamberliğine lâyık üstün melekelerden verdiği vasıfları, ilk baştan vermiş; yoksa onlardan hikâye edilen teklifler karşısında o teklifleri yıkıp iptal etmek için vermemiştir.

34

"O kimseler ki, yüzleri üstü cehenneme sürüleceklerdir, işte onlar, yerleri en kötü, yollan en sapık olanlardır."

Yani o kâfirler ki, yüzüstü sürülerek cehenneme çekileceklerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, onların yüzleri arkalarına ve ayaklan da yukarıya çevrilmiş halde cehenneme sürüleceklerdir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Kıyamet günü insanlar üç şekilde haşır olunurlar: Üçte biri, hayvanların sırtında; üçte biri de, yüzleri üstü ve üçte biri de, ayaklan üzerinde hızla koşarlar."

Bir görüşe göre, yani onların kalpleri, süfli şeylere bağlı ve yüzleri onlara dönük olarak haşır olunurlar, demektir. Ancak bu görüş, isabetten uzaktır; çünkü o günün dehşeti, onların süfli şeylere bağlı kalmalarına ve onlara yönelmesine imkân verecek durumda değildir.

Yolun, sapık olarak vasıflandırılması, mübalağa için mecazî isnat kabilindendir. Onlardan daha üstün olan (Mufaddal Aleyh), Resülullah'tır (sallallahü aleyhi ve sellem). Bu da, "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği... kimseler." âyeti kabilîndendir. Sanki şöyle denilmiştir: Onları bu tekliflere sevk eden, Peygamberimizin yolunu sapık göstermek suretiyle mertebesini tahkir etmeleri ve kendi hallerinin, yerlerinin en kötü ve yollarının en sapık olduğunu bilmemeleridir.

35

"Yemin olsun ki, Mûsa'ya o Kitabı verdik; kardeşi Harun'u da ona vezir kıldık."

Bu cümle, daha önce geçen teselli ve "Hidâyet verici ve yardımcı olarak Allah sana yeter." âyetinde de geçen hidâyet ve zafer vaadinin tekidi mahiyetindedir. Zira burada zikredilen peygamberler ile kavimleri arasında cereyan eden hâdiseler, icmali fakat maksat için yeterli bir şekilde hikâye edilmektedir. Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz, sonunda Mûsa'ya Tevrat'ı verdik ve başta da kardeşi Hârûnü ona vezir kıldık.

36

"Haydin, âyetlerimizi yalan sayan kavme gidin!" dedik. Sonunda onları yerle bir ediverdik."

A- "Haydin, âyetlerimizi yalan sayan kavme gidin!"dedik."

Yani Biz, o zaman Mûsâ ile Harun'a: "Haydin, âyetlerimizi yalan sayan Fir’avun ile kavmine gidin!"dedik.

Bu âyetler, Hazret-i Mûsa'nın eliyle gösterilen dokuz mucizedir. Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn, ilk gönderildiklerinde, kavimleri, âyetleri yalan saymakla vasıflandırılmamışlar, çünkü zarurî olarak, kavimlerinin âyetleri yalan saymaları, o âyetlerin onlara gösterilmesinden sonradır ve âyetlerin gösterilmesi de, onların, kavimlerine peygamber olarak gitmelerinden sonradır ve gitmeleri de buna ilişkin emirden sonradır. Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn kavminin tekziple vasıflandırılmasinın, ancak hâdisenin Resûlüllah'a hikâye edilmesi sırasında olması, bundan sonra zikredilecek yerle bir edilmeyi niçin hak ettiklerini beyan etmek içindir.

B- "Sonunda onları yerle bir ediverdik."

Yani Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn da, aldıkları emrimiz gereğince kavimlerine gittiler ve nihayet âyetlerimizin hepsini onlara gösterdiler. Onlar ise, sürekli âyetlerimizi yalan saydılar. Biz de o sürekli tekziplerinden sonra, kelimelerle anlatılamayacak ve mahiyeti idrâk edilemeyecek kadar pek korkunç bir şekilde onları yerle bir ediverdik.

İşte görüldüğü üzere, maksût olan kısımla iktifa edilerek kıssanın yalnız iki ucu zikredilmiştir.

Âyetteki "Sonunda onları yerle bir ediverdik." cümlesini, "Onları yerle bir etmeye hükmettik" mânasına hamletmenin, zahiren bir zorlama olmanın yanı sıra hiçbir îzahi da yoktur. Zira vâki olup bitmiş olan onların yerle bir edilmelerinin hikâye edilmesinde itibara şayan bir fayda yoktur.

Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ın verilmesi, kavminin helakinden sonra olup diğer mucizeler gibi onların helakinde etkili bir unsur olmadığı halde kıssanın başında zikredilmesi, kıssanın başında, Hazret-i Mûsa'nın tam kemale erdiğini ve onun emellerinin en büyüğü olan Isrâiloğullarınin, Fir’avun'un sultasından kurtarılması ve Tevrat'ın hükümleriyle onların hakka irşat edilmeleri emeline nail olduğunu bildirmek içindir. Zira zikredildiği veçhile hidâyet vaadinin tekidi bununla hâsıl olmaktadır.

37

"Nûh kavmi de, peygamberleri yalanladıkları vakit kendilerini tufanda boğduk ve onları insanlara büyük bir ibret kaynağı kıldık. Biz, zâlimlere acıklı bir azap da hazırlamışızdır."

A- "Nûh kavmi de, peygamberleri yalanladıktan vakit kendilerini tufanda boğduk"

Burada peygamberlerden murat, Hazret-i Nûh ile ondan önceki peygamberlerdir (aleyhisselâm)!, yahut yalnız Hazret-i Nuh'tur. Zira onu yalanlamak, peygamberlerin hepsini yalanlamak sayılır. Çünkü bütün peygamberler, tevhîd ve islam noktasında ittifak hâlindedir.

B- "Ve onları insanlara büyük bir ibret kaynağı kıldık."

Yani Hazret-i Nûh kavminin tufanda boğulmasını, yahut onların kıssasını insanlara büyük bir ibret kaynağı kıldık; onu gören veya duyan herkes ibret almaktadır.

C- "Biz, zâlimlere acıklı bir azap da hazırlamışızdır."

Burada zâlimlerden murat, Hazret-i Nûh kavmidir. Onların zâlim olarak ifâde edilmeleri, küfür ve tekzipte haddi tecavüz ettiklerini bildirmek içindir. Acıklı azaptan murat da, âhiret azabıdır. Çünkü daha önce vâki olduğu bildirilen azâbın hazırlandığını haber vermekte bir fayda yoktur.

Yahut zâlimlerden murat, onların azabından ibret almayan diğer bütün zahirilerdir. Böylece Kureyş kafirleri de öncelikle bu zâlimlere dâhil olmaktadır. Buna göre âyetteki azap, dünya azabına da, âhiret azabına da muhtemeldir.

38

"Âd'ı da, Semûd'u da, Ress halkını ve bunlar atasında daha birçok nesilleri de helâk ettik"

Ress halkı, putlara tapan bir kavım idi. Allah (celle celâlühü), Hazret-i Şuâyb'ı (aleyhisselâm) onlara peygamber olarak gönderdi. Onlar ise, Hazret-i Şuâybi yalanladılar. İşte bu insanlar, önceleri suyu akıyor iken sonra bir daha örülüp kullanılmayan Ress kuyusunun başında iken, kendileri ve yurtlan yerin dibine geçirildiler.

Diğer bir görüşe göre ise, Ress, Yemame'nin Felec bölgesinde bir kasabadır. Semûd Kavminin bakayası burada yaşıyordu. Onlara bir peygamber gönderildi; onlar bu peygamberi öldürdüler. Bu yüzden hepsi helâk oldular.

Bir diğer görüşe göre ise, Ress, Uhdût'tur (ateşle dolu hendektir) (Bürûc: 4).

Başka bir görüşe göre ise, Antakya'da Habîb El-Neccâr'in içine atılarak öldürüldüğü kuyudur.

Bir başka görüşe göre ise Ress yaranı, Peygamber Hanzala b. Safvânin ashabıdır. Allah (celle celâlühü) onları büyük bir kuşla belâya uğratmıştı. Bu kuşta her çeşit renk bulunuyordu. Boynunun uzun olmasından dolayı ona Ankaa adını vermişlerdi. Bu kuş, onların Fetah, yahut Demah denilen bir dağında yaşıyordu. Bu kuş, başka av bulamadığı zaman onların çocuklarını kapıp götürüyordu, işte bundan dolayı bu kuşa Muğrib (çullanan) da diyorlardı. Hazret-i Hanzala, bu kuşa beddua etti; onu yıldırım çarptı. Sonra bu insanlar Hazret-i Hanzala'yı katlettiler. Bunun üzerine hepsi helâk oldular.

Diğer bir görüşe göre ise, Ress yaranı, peygamberlerini yalanlayıp da onu bir kuyuya atan bir kavimdir.

Kurun (Karn'lar)dan murat, o zaman biriminde yaşayan insanlardır,

Bir görüşe göre Kam, kırk senedir.

Diğer bir görüşe göre ise, yetmiş senedir.

Bir diğer görüşe göre ise yüz senedir.

Başka bir görüşe göre ise yüz yirmi senedir.

O Karnlar hakkında bu icmali beyan ile iktifa edilmesi, bunların her biri, şöhrette ve kıssanın garabetinde, zikredilen ümmetler mesabesinde olmadığından dolayı olabilir.

39

"Onların her biri için misaller verdik; hepsini de alt üst ederek yok eyledik."

Yani Biz, o mezkûr ümmetlerin her birini peygamberler vasıtasıyla uyardık; onlara, içinde bulunduklar küfür ve günâhlardan caydıracak acayip kıssalar beyan ettik ve bundan hiç etkilenmedikleri, başlarını kaldırıp bakmadıkları ve küfür ile düşmanlıklarını sürdürdükleri için hepsini darmadağın ettik.

40

"Yemin olsun ki, bu müşrikler, belâ yağmuru yağdırılmış olan memlekete uğramışlardır. Pekiyi, onu görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar dirileceklerini ummuyorlar."

A- "Yemin olsun ki, bu müşrikler, belâ yağmuru yağdırılmış olan memlekete uğramışlardır. Pekiyi, onu görmüyorlar mıydı?"

Bu kelâm-ı kerîm, onların, darmadağın edilmiş bazı ümmetlerin helâk kalıntılarını gördüklerini ve onlardan ibret almadıklarını beyan etmektedir.

Bu kelâmın başında yeminin zikredilmesi, içeriğini ziyadesiyle açıklamak içindir.

Yani Allah'a yemin olsun ki, Kureyş, Şam'a yaptıkları ticaret seferlerinde, taş yağdırılmış olan memlekete uğramışlardır. Burası, Lût kavminin kasabalarıdır. Bunlar beş kasaba idi.. O kasabalardan yalnız bir tanesi kurtuldu ki, onun sakinleri, o çirkin işi işlemiyorlardı. Diğerlerini ise, Allah, yağan taşlarla helâk buyurdu.

B- "Hayır! Onlar dirileceklerini ummuyorlar."

Bu kelâm, şu hakikati ifâde etmektedir: Kureyş kâfirlerinin, o kasabalar halkının uğradıkları azabın kalıntılarinı gerçek mânada görmemelerinin, ondan ibret almamalarının sebebi, o azabın kalıntılarını gözleriyle görmedikleri için değil, fakat bu az âbın, onların günâhlarının cezası olduğunu inkâr ettikleri içindir. Ancak bu inkârları, sarih olarak ifâde edilmeyip bunu gerektiren ve kâinatın yaratılışının asıl gayesi olan uhrevî ceza ve mükâfatını inkâr etmelerinin zikriyle iktifa edilmiştir. Bu da, kinaye yoluyla dirilmeyi ummamaları, yani onu beklememeleri ile ifâde edilmiştir. Sanki şöyle denilmiştir: Hayır! Onlar, anketteki ceza ile mükâfatı gerektiren tekrar dirilmeyi inkâr ediyorlardı ve hiçbir kimsenin dirileceğini asla kabul etmiyorlardı. Halbuki bu dirilmenin gerçekleşeceği kesindir ve istisnasız olarak bütün insanlar için vâki olacaktır. O halde onlar, nasıl belli bir taife hakkında dünyevî cezayı kabul edecekler! Kaldı ki, bu ceza, her zaman vâki olacak ve onunla günâhlar arasında ayrılmaz bir bağlılık var diye bir kural da yoktur ki, gördükleri helâk eserlerinden öğüt ve ibret alsınlar. Onlar bunu ancak bir rastlantıya hamlediyorlar.

41

"Ey Resûlüm! Seni gördükleri zaman: "Bu mu Allah'ın peygamber olarak gönderdiği!" diyerek hep seni alaya alıyorlar."

Yani sana karşı muameleleri, seni alaya almaktan ibarettir. Ve seni tahkir maksadıyla böyle derler. Yani onların "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği" demeleri, teskm anlamında değil, fakat inkâr anlamında istihza içindir.

42

"İlahlarımıza çok bağlı olmasaydık, gerçekten neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler."

A- "İlahlarımıza çok bağlı olmasaydık, gerçekten neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı" diyorlar,

Yani "Biz bu ilâhlarımıza olan bağlılığımızda sebat göstermeseydik ve onların ibâdetlerine sımsıkı bağlı olmasaydık, gerçekten neredeyse bizi onların ibâdetinden tamamen saptıracak ve kendilerinden de uzaklaştıracakü. "

Müşrikler, bu sözleriyle itiraf ediyorlar ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hakka davet, mucizeler göstermek, hüccet ve deliller ikame etmek hususlarında o kadar gayret harcamıştır ki, onların aşırı serkeştik ve inatları olmasa, bâtıl dinlerini terk etmek aşamasına gelmişlerdi.

Rivâyet olunuyor ki, bu söz, Ebû Cehl'in sözlerindendir.

B- "Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler."

Bu kelâm, Allah tarafından onların son sözlerine cevaptır ve onların, Peygamberimize zımnen dalâlet isnat eden bu sözlerini şiddetle reddetmektedir.

Yani geç de olsa, onlar, küfür ve inatlarının gerektirdiği azabı gördükleri zaman asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler.

Bu kelâmda açık bir vaat vardır. Bir de, Allah'ın (celle celâlühü) onlara mühlet verdiğine, yoksa onları ihmal etmediğine dikkat çekmektedir.

43

"Kötü arzularını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? İşte ona sen mi koruyucu olacaksın?"

A- "Kötü arzularını kendisine, ilah edinen kimseyi gördün mü?"

Daha önce o kâfirlerin çirkin sözleri ve fiilleri hikâye edildikten sonra burada da, onların şeni hallerinden Resûlüllah'a taaccüp ettirilmekte, onların geleceği beyan edilmekte ve onun görmeye ve taaccüp etmeye değer bir garabette olduğuna dikkat çekilmektedir.

B- "İşte ona sen mi koruyucu olacaksın?"

Bu, Peygamberimizin, istekli olarak veya kerhen onun koruyucusu olduğunu, içinde bulunduğu dalâletten onu alıkoyup kendisini hakka irşat edebileceğini ret ve inkâr etmektedir. Yani ey Resûlüm! Sen, onların kötü arzularına uymaktaki aşırılıklarını ve hidâyete uymaktan azgınlık gösterdiklerini gördükten sonra istesin veya istemesin, onu îmâna zorlamak suretiyle mi koruyacaksın?

44

"Yoksa sen, onların çoğunu işitirler veya akılları erer mi sanıyorsun? Hayır! Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler; hatta onlar yolca daha da sapıktırlar."

A- "Yoksa sen, onların çoğunu işitirler veya akılları erer mi sanıyorsun?"

Burada mezkûr inkârdan farklı bir inkâra işaret edilerek Peygamberimizin, onları işiten veya akıl eden kimselerden olduklarını sanmaması bildirilmektedir. Nitekim Peygamberimizin, onların daveti, irşadı ve öğütlenmeleri için gösterdiği gayret ve ihtimamdan, onun böyle sandığı anlaşılmaktadır. Ancak burada inkâr konusu, birincisinde olduğu gibi, vâki olmayacağı anlamında değil, fakat vâki olmaması anlamındadır. Yani ey Resûlüm! Sen onların çoğunu, kendilerine okuduğun âyetleri hakkıyla işiten veya muhtevasında, çirkinliklerden alıkoyan ve güzelikleri, gerektiren öğütleri akil edenler mi sanıyorsun ki, onlarla bu kadar ilgileniyorsun ve îman etmelerini umuyorsun?

B- "Hayır! Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler; hatta onlar yolca daha da sapıktırlar."

Bu cümle, inkârı îzah ve tekit etmek ve sanmak maddesini tamamen kesip atmak anlamındadır. Yani o kâfirler, kulaklarına gelen âyetlerden faydalanmamak ve gördükleri delil ve mucizeleri tefekkür etmemek hususunda ancak dört ayaklı hayvanlar gibidir ki, bu hayvanlar, gaflette misal olarak verilir ve dalâlet ile özdeşleşmişlerdir. Hattâ onlardan da yolca daha sapıktır. Zira bu hayvanlar, yemlerini veren sahiplerine itaat ederler; onları tanırlar; kendilerine, iyilik edenleri kötülük edenlerden ayırt ederler; onları faydalı olan şeyleri ararlar ve zararlı şeylerden sakınırlar; otlanacakları ve su içecekleri yerleri bilirler ve dinlenme yerlerine çekikrler. Bu kâfirler ise, Rablerine, Yaradanlarına ve Rızklarını Verene itaat etmezler; onlara yaptığı iyilikleri en büyük düşmanlar olan şeytanın kötülüklerinden ayırt etmezler; menfaatlerin en büyüğü olan sevabı talep etmezler; zararların ve tehlikelerin en büyüğü olan ilâhî azaptan sakınmazlar ve en hoş meşrep ve ihtiyacı tam olarak karşılayan tatlı kaynağı olan hakka hidâyet olmazlar.

Zira bu hayvanlar, hayır iktisabını gerektiren bir hak itikadına sahip değillerse, şer gerektiren bâtıl bir itikada da sahip değillerdir. Bu müşrikler ise, böyle değillerdir. Nitekim onlar batılı temel olarak almışlar ve şer hükümlerini onun üzerine binâ etmişlerdir. Bir de, bu hayvanların cehalet ve dalâlet hükümleri, kendi nefislerine münhasır olup başkasına sirayet etmemektedir. Bu müşriklerin cehaleti ise, fitne ile fesadın kopmasına, insanların doğru yoldan alıkonulmasına ve kullar arasında fitne-fesat anarşi ve kargaşa çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Bir de, hayvanların durumu, onlara verilmiş olan her hangi bir kuvveti iptal etmemekte, fakat aksine her kuvveti yara ülış gayesine çevirmekledir. Bu itibarla kemal talebinde hayvanlar tarafında bir kusurluk yoktur. Bu müşrikler ise, aklî kuvvetlerini iptal etmekte, insanların, üzerinde yaratıldıkları aslî fıtratı zayi etmektedirler. İşte bundan dolayı onlar, azabın en büyüğüne ve cezanın en şiddetlisine müstahak olmaktadırlar.

45

"Ey Resûlüm! Rabbine bakmaz mısın ki, gölgeyi nasıl uzatmıştır? İsteseydi, onu elbette ki, sakin de kılar, bırakırdı. Sonra Biz güneşi ona delil kıldık."

A- "Ey Resûlüm! Rabbine bakmaz mısın ki, gölgeyi nasıl uzatmıştır?"

Bundan önce, tevhîd'den yüz çevirenlerin cehaletleri ve dalâletleri beyan edildikten sonra burada da tevhidin bazı delilleri beyan edilmektedir.

Yani ey Resûlüm! Tevhidin Bir delili, olarak Rabbinin işine bakmaz mısın ki, güneş yeni doğduğu zaman, dağ, binâ, ağaç ve diğer cisimlerin gölgesini nasıl uzun kılmıştır? Yoksa öğleden sonra güneş batmcaya kadar olduğu gibi, gölgeler önce kısa iken sonra uzatmış değildir. Çünkü bu mânaya göre, gölgenin kendisinin Allah'ın inşa ve ihdasiyla ilgili bir sarahat olmadığı gibi, kelâm-ı kerîmin siyakı da buna manidir.

Kimilerine göre bu gölgeden murat, şafak sökmesinden güneş doğuncaya kadar olan zamandır ki, bu, vakitlerin en güzelidir. Zira halis karanlıktan tabiatlar nefret etmektedir. Ve güneşin ışınları da, havayı ısındırır ve gözlen kamaştırır. İşte bundan dolayıdır ki "ve uzun gölge..." âyetinde Cennet, bununla vasıflandırılmıştır. Ancak bu görüş isabetli değildir; çünkü hiç şüphe yoktur ki, burada murat, insanların gördüklerinde dikkatlerini Allah'ın büyük kudretine ve üstün hikmetine çekmektir. Bu itibarla gölgeden, insanların örfünde bilinen özel hâlin murat olması icap eder ki, bu da, onların, güneş ile arasında güneş ışıklarını geçirmeyen kesif bir cismin bulunduğu yerde gördükleri şeydir. O görüşte zikredilen şey ise, her ne kadar hakikatte şarkî ufkun gölgesi ise de, insanlar, onu gölge saymıyorlar ve gölgenin bilinen vasıflarıyla onu vasıflandırmıyorlar.

Âyetten murat, Peygamberimizin, uzun gölgenin keyfiyetine bakmasının îzahı olduğu halde bakmak irilinin Allah'a tevcih edilmesi, Peygamberimizin bakmasının, mütalaa ettiği eserlere ve hârikalara münhasır olmadığına, fakat onun bakışlarının hedefinin Şanlı Yaratanın şanlarının marifeti olduğuna dikkat çekmek içindir.

B- "İsteseydi, onu elbette ki, sakin de kılar, bırakırdı."

Bu kelâm, daha baştan, gölgenin uzatılmasında âdi sebeplerin tesiri olmadığına, onda asıl müessirin ilâhî irade ve kudret olduğuna dikkat çekmek içindir.

Yani Allah (celle celâlühü) gölgenin uzun halinde kalmasını isteseydi, elbette ki, onu olduğu gibi bırakırdı.

Bu durum sükûn olarak ifâde edilmiş, çünkü onun mukabili olan, o gölge yapan cisim ile güneş arasındaki vaziyetlerin değişmesine göre halinin değişmesi, gözle hareket ve intikal olarak görülmektedir. Hulâsa,  Allah isteseydi, gölgenin hak hiç değişmezdi; güneş onu iptal etmezdi.

Bunu, "isteseydik, güneşi bir vaziyette tutardık" şeklinde İzah etmek ise, bu kelâm-ı kerîmin siyak gayesinden ve sarih olarak belirtilen husustan gafil olmaktan ileri, gelmektedir ki, o husus da, Allah'ın kahir kudretinin ve üstün hikmetinin kemalini beyan etmektir. Bu da, bütün yeni meydana gelen şeylerin Allah'ın (celle celâlühü) Zâtına isnat edilmesi, bütün âdi sebeplerin sebebiyet derecesinden tamamen düşürülmesi ve sırf müsebbiplerin vücuduna delâlette münhasır kalmasıyla gerçeldeşmektedir. Yoksa bu, güneşin bir tek konumda ikame edilmesi gibi Allah'ın bazı hârikalara muktedir olduğunun zikredilmesiyle gerçekleşmez. Üstelik bu, İlâhî kudretin ve hikmetin kemaline delâleti, gölgenin kendi halinde bırakılmasından daha büyüktür. Çünkü o, bunun ferlerinden ve lâzimlarindandır. Şu halde bu, beyan konusunda zikredilmeye evlâ ve daha haklıdır.

C- "Sonra Biz güneşi ona delil kıldık."

Yani Biz, güneşi ona alâmet kıldık; güneşin değişen halleri, onun hallerine delîl kılınmıştır. Ancak aralarında sebebiyet ve tesir asla yoktur.

46

"Sonra gölgeyi yavaş, yavaş Kendimize çekmişizdir."

Buradaki sonralık, zaman itibarıyla olan sonralıktir. Zira kabız etmek ile uzatmanın, yaratılmışların maslahatlarına bağlı olarak gerçekleştiğini beyan etmek, İlâhî hikmete daha fazla delâlet etmektedir. Ancak bu sonralık, mertebe itibarıyla olan sonralık da olabilir. Yani Biz gölgeyi uzun olarak inşâ ettikten sonra güneş ışınları, yerine vurduğunda onun asla tesiri olmaksızın sırf kudret ve irademizle onu izâle ettik ve sildik.

Gölgenin bu hali, bast olunmuş (yayılmış) bir şeyi dikmek anlamında olan kabız ile ifâde edilmiş, çünkü onun ihdası da, uzunluğuna yaymak anlamında olan med olarak ifâde edilmiştir.

Âyette "kendimize" denilmesi, onun vücut kaynağı Allah olduğu gibi, mercii de O, olduğunu açıkça belirtmek içindir.

Bu hâdisenin yavaş, yavaş gerçekleşmesi, onun zahirî sebebi olan güneşin, belli ve değişmez bir yolda yaratılmışların maslahatlarının ve faydalarının icabı olarak kalkmasıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü) semâyı (göğü) kurulmuş bir kubbe gibi binâ edince ve yeryüzünü de onun altında yayınca, kubbe, gölgesini yere vurdu. Çünkü ışık yoktu.. İşte Allah'ın onu uzatması budur. Eğer Allah dileseydi, onu o halde devamlı sakin kılardı. Sonra Allah, güneşi yarattı ve onu o gölgeye musallat kıldı ve onu gölgeye, takip edilen bir sebep yaptı. Böylece gölge, güneşle artar ve eksilir; uzar ve kısalır. Sonra güneşle iptal etti. Böylece onu, hiç güçlük olmaksızın kolay ve azar azar kabız etti.

Yahut Allah (celle celâlühü), kıyamet kopacağı zaman gölgenin sebeplerini, yani gölge yapan cisimleri kolayca kabız edecektir. Buna göre, onun yok edilmesi, sebeplerinin yok edilmesi olarak zikredilmiş demektir. Tıpkı onun inşası da, sebeplerinin inşası olarak zikredildiği gibi. Onun kolaylıkla vasıflandırılması da, "îşte o, Bize göre kolay bir hasırdır." âyeti kabilindendir.

47

"Sizin için geceyi örtü, uykuyu da bir dinlenme, gündüzü de yayılma zamanı yapan O'dur."

Bu kelâm-ı kerîmde, Allah'ın kudretinin, hikmetinin, rahmetinin parlak hükümlerinin ve yaratılmışlara saçılmış nimetinin bazı hârika eserleri beyan edilmektedir.

Gölgenin hallerinin beyanından hemen sonra yeryüzünün gölgesi sayılan gecenin hükümlerinin beyan edilmesi, üslubun son derece güzel bir inceliğidir.

Yani Rabbiniz O Allah'tır ki, geceyi sizin için bir libâs gibi kılmış; elbiseleriniz sizi örttüğü gibi, gece de karanlığiyla sizi örtmektedir. Ve genellikle gece vâki olan uykuyu da, uyaniklık haline mahsus olan çalışma molası kılmıştır. Bu, aslında ölüm demek olan sübât olarak ifâde edilmiş, çünkü hayat hükümlerinin kesilmesi noktasında aralarında tam bir benzerlik var. İşte bu benzerlikten dolayıdır ki, başka âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Rabbiniz O'dur ki, gece sizi vefat ettirir." "Allah, ölümleri zamanında ruhları vefat ettirir. Ölmeyenleri de, uykularında vefat ettirir."

Ve Allah gündüzü de, ölülerin dirilmesi gibi, o uykudan ayilip yayılma ve çalışma zamanı kılmıştır.

Bu kelâm, işaret ediyor ki, uyku ile uyanıklık, ölüm ile dirilmenin örneğidir.

Lokman (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Oğulcuğum! Nasıl ki uyuyorsun da, sonra uyandırılıyorsun; öylece de ölürsün ve diriltilirsin. "

48

"Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderen de O'dur. Gökten tertemiz bir su da indirmişizdir."

Âyetin metnindeki "Büşrâ/ Müjde" kelimesi, diğer bir kırâete göre, "Nüşren" olarak okunmuştur ki, buna göre bulutlan yayan rüzgârlar, demek olur.

"İndirimişizdir" fiihnde azamet kipinin (biz) kullanılması, yağmurun yağdırılmasına pek önem verildiğini göstermek içindir. Çünkü rüzgârların gönderilmesinin neticesi budur. Yani Biz, azametimizle, tertip ettiğimiz rüzgârların gönderilmesiyle yukarıdan, tertemiz bir su indirimsizdir. Bazılarının, "yani kendisi temiz olan ve başkasını da temizleyen bir su" diye tefsîr etmeleri de, bu suyun tertemizliğini îzah içindir.

Nitekim: "Sizi temizlemek için üzerinize bir su indirir." âyeti de bunu bildirmektedir. Zira Arapça'da tahûr kelimesi, ya sıfat olarak kullandır. Nitekim "tabur bir sudur" denilir. Yahut da cins isim olarak kullanılır. Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem): "Toprak, mü’minin tahûrudur / temizleyicisıdır" (Ebıi Dâvûd, Kitabu't-Tahâret, Bab: 137) hadisinde cins isim olarak kullanılmıştır. Tahûr kelimesi, taharet (aptes alma) mânasında da kullanılmaktadır.

Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz, ancak tahûr ile olur" buyurmaktadır.

Âyette gökten indirilen suyun, tahûr olarak vasifiandirılması, nimetin tam olduğunu ve ondan sonraki nimetin de tam olacağım zımnen bildirmektedir. Zira tahûr olan suyun kullanımı ve faydası, bu vasfını izâle eden maddelerin karıştığı sudan daha iyidir. Bir de, anılan vasıflandırdım, onlar, zahirlerini temizlemek zorunda olduklarına göre bâtınlarının temizlenmesinin daha zorunlu olduğuna dikkat çekmektedir.

49

"Ta ki, onunla ölü bir bölgeyi ihya edelim ve onunla, yarattıklarımızdan davarları, malları ve insanları bol, bol sulayalım."

Yani, tâ ki, gökten indirdiğimiz o tertemiz su ile, bayındır olan veya olmayan bir toprak parçasını bitkiler bitirmek suretiyle ihya edekm ve su, vadilerde akarken, yahut göllerde, havuzlarda, sarnıçlarda, yahut kuyularda biriktikten sonra onunla, yarattıklarımızdan davarları, mallan ve çöllerde yaşayıp su ihtiyaçlarını yağmur suyundan karşılayan insanları bol, bol sulayakm.

Yukarıda belirtildiği gibi bu insanlardan murat, çölde yaşayanlardır. Zira kasabaların ve kentlerin sakinleri, akarsuların ve kaynakların yakanlarında ikamet ediyorlar. Bundan dolayı onların ve davarlarının ve mallarının yağmur sularına ihtiyaçları yoktur. Diğer hayvanlar da su için uzaklara da gidiyorlar. Böylece genellikle susuz kalmazlar. Âyet-i kerîmelerin siyakı, Allah'ın büyük kudretini göstermek olduğu gibi, aynı zamanda nimet çeşitlerini saymak içindir.

Davar ve mal (en'am) denilen hayvanlar, insanların temel malları olduğundan ve insanların menfaatlerinin çoğu ve geçimleri bunlara bağlı olduğundan, onların sulanması, insanların sulanmasından önce zikredilmiştir. Nasıl ki, aynı sebepten dolayı toprağın ihyası da hayvanlardan önce zikredilmiştir. Zira toprağın ihyası, o hayvanların hayatının ve geçiminin sebebidir.

50

"Yemin olsun ki, Biz, insanların öğüt almaları için bunu, aralarında çeşitli şekillerde anlatmışızdır. Fakat insanların çoğu ille nankörlük edip yan çizmiştir."

A- "Yemin olsun ki, Biz, insanların öğüt almaları için bunu, aralarında çeşidi şekillerde anlatmışızdır."

Yani Allah'a yemin olsun ki, insanlar, tefekkür etsinler, bu vesile ile Allah'ın kudretinin kemalini ve rahmetinin genişliğini bilsinler ve nimetinin şükrünü, hakkıyla yerine getirsinler diye, Biz, bu sözü, yani bundan önce geçen güzel amaçlar için bulutların inşâsı ve yağmurun indirilmesi zikrini Kur’ân'da ve diğer semavi Kitaplarda tekrar edip önceki ve sonraki insanlar arasında çeşitli şekillerde anlatmışızdır.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "bunu" zamiri, yağmura racidir ve yağmurun insanlar arasında tasrifi de, bazı bölgelerde yağdırılıp bazı bölgelerde yağdırılmamasi; yahut bazı vakitlerde yağdırılıp bazı vakitlerde yağdırılmamasi; yahut bazen sağanak, bazen de çisenti halinde olması, bazen şimşekli, yıldırımdı, bazen de sessiz olması demektir. Ancak birinci görüş daha zahirdir.

B- "Fakat insanların çoğu ille nankörlük edip yan çizmiştir."

Yani seleflerden olsun, haleflerde olsun, insanların çoğu, ille nimete karşı nankörlük edip ona aldırmıyorlar. Yahut Allah'ın (celle celâlühü) nimeti olduğunu inkâr ediyorlar. Meselâ: "Filan yıldızın akmasıyla bize yağmur yağdırıldı" diyorlar ve Allah'ın ihsanını ve rahmetini anmıyorlar.

Yağmurların yalnız yıldızlardan kaynaklandığına inanan kimse, kâfir olur. Fakat hepsinin Allah'ın yaratmasiyla olduğuna ve yıldızların değişik halleri de Allah tarafından yağmura işaret kılındığına inanan kimse, kâfir olmaz.

51

"Ey Resûlüm! Dilemiş olsaydık, elbette her kasabaya bir uyarıcı peygamber gönderirdik."

Yani dilemiş olsaydık, halkını uyarmak için her kasabaya bir uyarıcı peygamber gönderir, senin peygamberlik yükünü hafifletirdik. Fakat Biz bunu dilemedik de yapmadık; ancak son peygamberliği münhasıran sana verdik. Nitekim bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bütün âlemlere uyarıcı olması için..." Bu, şânını yüceltmek, seni tazim etmek ve diğer peygamberlerden üstün kılmak içindir.

52

"Ey Resûlüm! Artık kâfirlere boyun eğme ve Kur’ân'la onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücadele ver!"

A- "Ey Resûlüm! Artık kâfirlere boyun eğme."

Yani artık hakka davet ve hakkı izhârda sebat ve gayret göster ve kâfirlere karşı çetin dur.

Sanki bu emir, Resûlüllah'ın kâfirlere müdara etmemesi ve davette hatır, gönül gözetmemesi emridir. Zira Peygamberimiz efendimiz, onların İslam dinine girmelerini çok arzu ettiğinden, onların gönlünü almak için aşın derecede gayret gösteriyordu.

B- "Ve Kur’ân'la onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücadele ver!"

Yani Kur’ân'ın içindeki uyarı, tehdit, öğüt ve hakkı yalanlayan ümmetlerin akıbetlerini hatırlatmayı ihtiva eden âyetleri okumak suretiyle onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücadele ver. Zira bütün âlemlerin mezkûr şekilde daveti, kemiyet ve keyfiyet bakımından anlatılamayacak kadar büyük bir mücadeledir. Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cîhad et; onlara karşı sert davran."

53

"Şu tatlı ve kandırıcı, şu da tuzlu ve acı iki denizi yan yana salıveren ve ikisi arasına da bir engel ve aşılmaz bir sınır koyan da O'dur."

Yani bu iki denizi yan yana, mücavir ve bitişik olarak, fakat sulan birbirine karışmayacak şekilde sakveren ve ikisi arasında da, kudretinden gözle görülmeyen bir engel -Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Görebileceğiniz bir direk olmaksızın..." ve aşılmaz bir sınır, büyük bir ayırım koyan da O'dur.

İşte buna örnek olarak Dicle nehri gösterilebilir. Nitekim bu nehir, denize dökülünce denizi yarıyor ve denizin içinde fersahlarca gittiği halde suyunun tadı değişmiyor.3

Diğer bir görüşe göre ise, tatlı denizden murat, büyük nehirdir; acı denizden murat da büyük denizdir ve engelden murat da, ikisinin arasındaki topraklardır. Buna göre ilâhî kudretin eseri, ikisini ayırtmakta ve sıfatların değişik olmasında olur. Halbuki her unsur, tabiatının gereği olarak, başkasıyla birleşmek, yapışmak ve keyfiyette benzeşmek istemektedir.

54

"O sudan bir insan yaratıp da, ona nesep ve hısım veren de O'dur. Zaten senin Rabbin her şeye hakkıyla Kaadir'dir."

A- "O sudan bir insan yaratıp da, ona nesep ve hısım veren de O'dur."

Bu sudan murat, Hazret-i Âdem'in çamurunun yoğrulduğu sudur. Yahut Allah'ın birleşmesi, yumuşaması ve kolaylıkla çeşitli şeldl ve biçimleri kabul etmek istidadını göstermesi için beşerin maddesinin bir parçası kıldığı sudur. Yahut bu su, menidir.

Yani Allah (celle celâlühü) yarattığı insani da iki kısım kılmıştır: Biri, nesebin sahibi olan, nesebin isnat edildiği erkeklerdir; diğeri de, kendileri vasıtasıyla evlilik akrabalığı, hısımlık tesis edilen kadınlardır. Nitekim başka bir âyette de söyle denilmektedir: "Ondan da erkek ve kadın olmak üzere iki eş yarattı. "

B- "Zaten senin Rabbin her şeye hakkıyla Kaadir'dir."

Yani senin Rabbin her şeye ziyadesiyle Kaadir'dir. Nitekim bir tek maddeden, çeşidi organları ve çok farklı tabiatları bulunan bir beşer yaratmış ve onu da mütekabil iki kısma ayırtmıştır. Bazen de bir meniden, erkek veya kız olarak ikiz yaratmaktadır.

55

"Kâfirler, Allah'tan başka, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilen şeylere tapıyorlar. Zaten her kâfir, Rabbinin aleyhine olarak şeytana yardımcıdır."

A- "Kâfirler, Allah'tan başka, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilen şeylere tapıyorlar."

Yani kafirler, O şanı zikredildiği gibi yüce olan Allah'tan başka fayda ve zarar vermek asla şânından olmayan o putlara, yahut Allah'tan başka tapılan şeylere tapıyorlar. Zira hiçbir mahlûk, müstakil olarak fayda veya zarar veremez.

B- "Zaten her kâfir, Rabbinin aleyhine olarak şeytana yardımcıdır."

Yani her kâfir, İlahlığının eserleri zikredilen Rabbine karşı, düşmanlık ve şirkle şeytana yardım etmektedir.

Burada kâfirden murat, bütün kâfirlerdir yahut Ebû Cehil'dır. Yahut Rabbı katında hiçbir kâfirin değer ve itibari yoktur. Buna göre, bu da, "Allah, onlarla konuşmaz ve onlara bakmaz." âyetinin ifâde ettiği hakikati ifâde etmektedir.

56

"Ey Resûlüm! Biz seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermişizdir."

Yani ey Resûlüm Muhammed! Biz seni ancak mü’minlere müjdeleyici ve kâfirlere de uyarıcı olarak göndermişizdir.

57

"De ki: Ben, peygamberliğime karşılık ücret adına sizden, Rabbine bir yol tutmak dileyen kimselerden başka bir şey istemiyorum."

Yani de ki; ben, peygamberhğimin tebliğine karşılık ücret olarak bir şey istemiyorum; sizden istediğim, Rabbine bir vol tutmak isteyen kimselerin, onları dâvct ettiğim gibi îman ve ıtâat ile Rabbine yakınlık kazanması ve O'dan kurtuluş talep etmesidir.

Bunun ücret olarak tasvir edilmesi, ifası istenmesi cihetindendir.

58

"Hiç ölmeyen O Hay/ (diri) Allah'a (celle celâlühü) güvenip dayan ve O'nu hamd ile tesbih et! Kullarının günâhlarından O'nun haberdâr olması yeter."

A- "Hiç ölmeyen O Hayy (diri) Allah'a güvenip dayan ve O'nu hamd ile tesbîh et!"

Yani o kâfirlerin şerlerinden emin ve ücretlerinden müstağni olmak için O Hayy (Ezek, Ebedî ve Eksiksiz Hayat ile Muttasif) olan Allah'a tevekkül et; zira tevekküle yegâne lâyık olan O'dur; ölmeye mahkûm olan diğer canlılar değildir. Çünkü bunlar öldüğünde, onlara güvenen, zayi olur. Ve O'nu noksan sıfatlardan tenzih et; kemal sıfatlarıyla O'nu öv ve nimetlerine şükrederek fazlasını talep et.

B- "Kullarının günâhlarından O'nun haberdâr olması yeter."

Yani kullarının gizli, açık, bütün günâhlarından Allah'ın (celle celâlühü) haberdâr ve nıuttak olması yeter; O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Bu itibarla O, kullarının hak ettiklerini tam olarak verir.

59

"O, bütün gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükümran olan Rahmân'dır. Artık O'nu bir bilene sor!"

A- "O, bütün gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükümran olan Rahmân'dır."

Allah daha önce Zâti sıfatlardan olan ebediyetle (Hayy) vasıflandırıldıktan sonra burada da fiilî bir şifada vasıflandırılmaktadır. Yine bu kelâm ile Allah'ın ilim sıfatına işaret edilmektedir ki, bu, O'na tevekkül etmenin zorunluluğunun izahını ve tekidini de kapsamaktadır. Zira bu muazzam cisimleri metin bir tedbir ve muhkem bir tertip ile bu hârika nizam ve mükemmel şekilde, bir defada yaratmaya muktedir olduğu halde, akılların tafsilatına vâkıf olmadığı büyük hikmetlere ve güzel gayelere binâen muayyen vakitlerde Yaratan, Kendisine tevekkül edilmeye en lâyık ve işlerin Kendisine havale edilmesine en uygun olandır.

B- "Artık O'nu bir bilene sor!"

Yani icmali olarak zikredilen Allah'ın mezkûr varlıkları yaratması ve Arş'a hükümran olması hususlarının tafsilatını bir bilene sor; yoksa bu hususların yalnız kendilerini sor, demek değildir; çünkü bu hususların beyanından sonra suale ihtiyaç kalmaz. Çünkü bu sual şekli itina mânasını içermektedir ki, bu da, sorulan şeyin, soran için hâsıl olmamış pek önemli bir şey olmasını gerektirmektedir. Ve sırf yaratmak ile Arş'a hükümran olmak hususlarının böyle olmadıkları zahirdir.

Bazılarına göre, bu hitap Peygamberirnizedir; fakat murat başkalarıdır ve bu kelâmın takdîri, "Eğer bunda şüphe ediyorsan, bir bilene sor" şeklindedir. Ancak bu, doğruluktan uzaktır. Hayır, bu kelâmın asıl takdiri şöyledir: Eğer zikredilenin tahkikini veya tafsilatını istiyorsan, bîr bilene sor!

Habîr, şânı yüce, işlerin zahirini de, batınını (içyüzünü) de bilen demektir ki bu, Allah'tır Yani bunu Allah'a sor ki, seni apaçık olarak ona muttak kılsın.

Diğer bir görüşe göre ise, yani bunu, eski Kitaplarda onu okumuş olana sor kı, seni tasdik etsin, demektir. Bu görüşe göre, yukarıda zikredilen takdire hacet kalmaz.

Bir diğer görüşe göre ise, bu kelâmın mânası şöyledir: Eğer onlar, bu sıfatın (Hayy) Allah için kullanılmasını inkâr ediyorlarsa, o zaman onu, Ehl-i Kitâb'tan bunu sana bildirecek kimseye sor ki, onların Kitaplarında bunun eşanlamlısını söylesinler.

60

"Onlara: "Rahmân'a secde edin!"denildiği zaman, onlar:

"Rahman da ne? Bize emrettiğin şeye secde mi ederiz!" derler ve bu emir onların nefretini arttırır."

O kâfirler, Rahman ismini Allah için kullanmadıkları, yahut bundan murat Allah'tan başkası olduğunu sandıkları için böyle demişlerdi. İşte onun için "bize emrettiğin şeye secde mi ederiz!" demişlerdi. Yani biz, kendisine secde edeceğimiz şeyin ne olduğunu bilmeden bize emrettiğin şeye mi, yahut senin bunu bize emrettiğin için mi secde ederiz?

Diğer bir görüşe, göre ise, Rahman Arapçalaştırılmış bir kelime olup onu duymadıkları için böyle, demişlerdi.

61

"Şu gökte burçlar yaratan, orada bir çırağ (güneş) ve aydınlatıcı bir Ay meydana getiren Allah, mübareklerin mübareğidir."

Bu burçlar, göklerdeki on iki burçtur. Burç, aslında yüksek saray anlamında iken bunlara İsım olarak verilmiş, çünkü yüksek binalar, sakinleri için ne ise, burçlar da seyyâre (gezegen)'ler için odur.

Burada çırağ, güneş demektir. Nitekim diğer bir âyette de: "Ve güneşi çırağ kılmıştır." denmiştir.

Diğer bir Kırâete göre, âyetin metnindeki Sirâc kelimesi, çoğul olarak Süruc okunmuştur. Buna göre ondan murat, güneş ile büyük yıldızlardır.

62

"Düşünüp öğüt almak yahut şükretmek isteyenler için, gece ile gündüzü birbirinin ardında getiren de O'dur."

Gece ile gündüzün birbirinin halefi (birbirinin ardından gelen) olması, onlarda yapılan işler için birbirinin yerine kaim olması veya nöbetle birbirini izlemesi demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ve gece ile gündüzün birbiri ardınca değişmesinde..."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerim ve hârika işlerini tefekkür edip onlar için, Zâti vacip ve kullara son derece merhametli hakim bir Yaratanın zorunlu olarak olmasını öğrenmek, yahut gece ile gündüzde bulunan nimetlerden dolayı veya gece ile gündüzün, zikredenler için iki vakit olup birinde zikrini kaçıranlar için diğerinin telâfi zamanı olmasından dolayı şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de Allah'tır.

63

"Rahmân'ın kullan onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve câhiller onlara laf attığında "Selâm!" der, geçerler."

Bundan önce Allah'ın ibâdetinden ve secdesinden nefret edelerin hali beyan edildikten sonra bu kelâm, Rahmanın hâlis kullarının vasıflarını, dünyevî ve uhrevî hallerini beyan etmektedir. Bu kelâmda halis kulların kendi nefislerine yönelik olan halleri de beyan edilmekte, sonra da başkasına karşı izledikleri tutum açıklanmaktadır. Yani onlar yürüyüşlerinde hiç kabalık göstermeden sükûnet ve tevazu ile yürürler ve beyinsiz câhiller onlara laf attıklarında, kötü bir hitapta bulunduklarında:

"Size Allah selâmetlik versin! Sizden anlaşma, uyuşma istiyoruz; sizinle bizim aramızda ne hayır, ne de şer var!" gibi sözler söyleyip geçerler.

Diğer bir görüşe göre ise, yani câhiller, kendilerine kötü bir hitapta bulunduklarında, sayesinde eziyet ve günâhtan kurtulacak isabetli söz söylerler, demektir.

Bu kelâmda, bu hâlis kulların, kâfirlerle olan muamelesine değinilmemektedir ki, Ebû'l Akye'den naklolunduğu gibi, bu âyet, kıtal (savaş) âyeti ile nesih edilmiş, denilebilsin.

64

"O kullar, gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam ederek geçirirler."

Bu kelâm da, o halis kulların, Rablerine karşı olan tutumlarındaki halleri beyan edilmektedir. Yani bu kimseler, gecelerini tamamen veya kısmen namaz kılarak ihya ederler.

Denilmiştir ki; bir kimse, gece namazında asgari bir şey okursa, bu âyetin sırrına mazhar olur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetten, akşam namazından sonraki iki rekât namaz ile Yatsı namazından sonraki iki rekât namaz kastedilmektedir. Âyetin metninde secdenin kıyamdan önce zikredilmesi, cümle sonlarının uyumu içindir.

65

"Ve onlar şöyle derler. "Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden çevir. Onun azabı gerçekten bitmez bir felâkettir."

Yani namazlarından sonra, yahut bütün vakitlerinde şöyle derler; ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav; onun azabı gerçekten tükenmez bir şer ve kaçınılmaz bir helaktir.

Bu kelâm, onlar için ziyadesiyle övgüdür; çünkü onların, insanlarla olan ilişkilerini güzel tuttukları ve Hakkın ibâdetinde gayret gösterdikleri halde ilâhî azaptan korkuyorlar; azabın kendilerinden çevrilmesi için Allah'a yalvarıyorlar ve onlar amellerine güvenip onu katlamıyorlar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ve o kimseler ki, yapmakta olduklarını, kalpleri, Rablerine dönecekleri korkusuyla titreyerek yaparlar."

66

"Cehennem gerçekten ne kötü bir durak ve ikametgâhtır!"

Bundan önce o mutlu ve kutlu insanların, Cehennem azabından korunmak dileklerine, Cehennem azabının halinin kötü olması gerekçe olarak beyan edildikten sonra burada da, cehennemin kendisinin de haddi zâtında pek kötü olduğu, anılan dileğe illet olarak beyan edilmektedir.

67

"O kullar, harcama yaptıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar."

Yani o bahtiyar kullar, harcama yaparken de israf edip ikram haddini aşmazlar; cimri gibi harcamayı da dar tutmazlar; ikisi arasında vasat ve âdil bir yol tutarlar.

Diğer bir rivâyete göre ise, israf, günâhlar yolundaki harcamadır; "kater" (cimrilik) de, vacipleri ve ibâdetleri kısmak/azaltmaktır.

68

"Yine onlar o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar; Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, onun büyük cezasını bulur."

A- "Yine onlar o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar; Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler."

Bu mutlu ve kutlu kulların, ta'at ve ibâdetleri ifa ettikleri beyan edildikten sonra burada da günâhlardan sakındıkları beyan edilmektedir.

İsraf ve cimriliğin olmamasının zikri, iktisat mânasını tahkik etmek içindir. Bu kulların, îmanları zahir iken, onların şirk kosınadıklarının sarahatle belirtilmesi, tevhîd ile ihlâsa son derece önem verildiğini göstermek ve katil ile zinayı da bu sırada zikretmekle onların ne kadar korkunç günâhlar olduklarını bildirmek ve bir de, Kureyş kâfirleri ile diğer kâfirlerin içinde bulundukları şirki belirtmek ve ona karşı durmak içindir.

Yani o bahtiyar kullar, Allah ile beraber başka bir ilaha tapmazlar ve Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere, onun harâmlığını ve dokunulmazlığını kaldıran bu sebep olmadığı halde kıyarlar ve zinâ etmezler. Hulâsa,  onlar, bu son derece çirkin büyük günâhlardan hiçbirini işlemezler; kâfirler ise, bu günâhların hepsini istiyorlardı. Nitekim onlar, Allah'a ortak koştukları gibi, Allah'ın haram kıldığı canlara daima kıyıyorlardı ve ezcümle kız çocuklarını toprağa gömerek öldürüyorlardı; zinayı yaygın olarak işliyorlardı ve ondan hiç kaçınmıyorlardı.

B- "Kim bunları yaparsa, onun büyük cezasını bulur."

Yani her kim, anılan kâfirlerin yaptıkları gibi zikredilen günâhları yaparsa, âhirette onun cezasını bulur.

69

"Kıyamet günü azabı katmerleşir ve aşağılanmış olarak onda devamlı kalır."

Yani kıyamet günü azabı kat, kat artar ve o katmerli azabın içinde zeki, hakir, hem cismen, hem ruhen azap çekerek ebedî olarak kalır.

70

"Ancak tevbe edip îman eden ve sâlih ameller de işleyenler müstesna; işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Zaten Allah, gafur'dur (çok bağışlayıcıdır); rahîm'dir. (çok eskgeyendir)"

A- "Ancak tevbe edip îman eden ve sâlih ameller de işleyenler müstesna; işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir."

Yani tevbe, iman ve sâlih ameller vasıflarını taşıyanlar, bu hükmün dışında olup Allah (celle celâlühü), onların geçmiş günâhlarını tevbe ile siler ve onların yerine gelecek iyi amellerini koyar. Yahut onların günâh işleme melekesini kaldırıp tâat işlemek melekesini yerine koyar. Yahut onu, eski kötü amellerinin zıtları olan iyi amellere muvaffak eder. Yahut onun için her azap yerine bir mükafat koyar.

Diğer bir görüşe göre ise, onların şirkini îmanla, Müslümanların katlini müşriklerin katli ile ve zinayı da iffet ile değiştirir.

B- "Zaten Allah, gafurdur (çok bağışlayıcıdır); rahîm'dir (çok merhamet edendir)."

Bu cümle, makablinde geçen kötülüklerin imhası ve iyiliklerin ikamesi için bir izah mahiyetindedir.

71

"Kim tevbe eder, sâlih ameller de yaparsa, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner."

Yani kim, işlediği günâhlardan pişmanlık duyarak onları tamamen terk etmek suretiyle tevbe ederse ve eski taksiratını telafi ederek sâlih ameller de yaparsa, yahut günâhlardan tamamen çıkıp ta'atlara girerse, şüphesiz o, bu yaptıklarıyla tevbesi kabul edilmiş, Allah kendisinden razı olmuş, azabını kaldırmış ve ona mükâfatlar bahşetmiş olarak Allah'a dönmüş olur. Yahut o, hakkıyla tevbe eden ve onlara ihsanda bulunan Allah'a dönmüş olur. Yahut o, Allah'a, yahut O'nun mükâfatına güzel bir dönüş yapmış olur.

72

"Yine onlar o kimselerdir ki, yalan şahitlikte bulunmazlar; boş sözlerle karşılaştıklarında ağır başlılıkla geçip giderler."

Yani onlar yalan şahitlik etmezler yahut yalan meclislerinde bulunmazlar. -Zira bâtıl meclislerinde kasten bulunmak, bâtıla iştirak sayılır.- Ve onlar bir rastlantı olarak, boş ve hayırsız sözlerin, konuşulduğu yerden geçerken, ondan yüz çevirir; ona vâkıf olmak istemezler ve o sözlere kaülmazlar. Bu kabilden olarak onlar, çirkin şeylerden de gözlerini kaparlar; günâhlara hiç iltifat etmezler ve apaçık müstehcen olanın kinayesinden de kaçınırlar.

73

"O kimselere Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar."

Yani o bahtiyar kullara Rablerinin, öğütler ve hükümler içeren âyetleri hatırlatıldığında dikkat ve ciddiyetle onu dinlemeye ve ona bakmaya koyulurlar.

Âyette, yapılması gerekenin zıddının ifâde edilmiş olması, kâfir ve münafıkların yaptıklarına belirtip karşı durmak içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "onlara" zamiri, günâhları ifâde etmektedir.

74

"Ve onlar o kimselerdir ki: "Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine öncü kıl!" derler."

Yani onlar, eşlerinin ve çocuklarının, Allah'ın emirlerine uymakta ve fazilet ehli olmak için muvaffak olmalarını Rablerinden niyaz ederler. Zira Allah'ın tâat ve ibâdetinde mü’min kişiye ailesinin yardımcı olması kalbine sevinç getirir ve din yolunda kendisine iştirak ettiklerini görmesi ve cennette onlarla birlikte olmayı umması, gözlerini aydınlatır. Nitekim Allah "Zürriyetlerini de kendilerine ilhak ettik." âyetiyle bunu vaat etmektedir.

Ve bizi, ilim ve amel başarısı ihsan etmek suretiyle, takva sahiplerinin dinî merasimlerde imâm, öncü olarak kabul ettiği kimseler eyle!

Diğer bir görüşe göre ise, burada imam, hedefleyip yönelen anlamındadır. Yani bizi, takva sahiplerini hedefleyen ve onların izinden giden kimselerden eyle demektir.

75

"İşte onlar, sabrettiklerinden dolayı cennetin yüksek makamı ile mükâfatlandırılacaklar ve orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır."

Bundan önce sekiz âyette vasıflan belirtilen o mutlu ve kutlu insanların üstün amelleri beyan edildikten sonra burada da onlarin âhiretteki ebedî saadeti anlatılmaktadır. Yani onlar, meşakkatlere, tâat ve ibâdetlerin sıkıntılarına, kötü arzuların terkine sabrettiklerinden ve cihâda tahammül ettiklerinden dolayı cennetin yüksek derecesiyle mükâfatlandırılacaklar ve orada melekler tarafından hürmet ve selâmla karşılanacaklardır; melekler, onlari selâmlayıp kendilerine uzun hayat ile afetlerden selâmet duasında bulunurlar.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar, birbirlerine hürmette bulunup birbirlerini selâmlarlar.

76

"Onlar orada sonsuz olarak kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşim alanı ve ikametgâhtır!"

Yani Onlar cennette ne ölürler, ne de oradan çıkardırlar.

77

"Ey Resûlüm! De ki: Duanız ve ibâdetiniz olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? Siz, Rabbinizi kesinlikle yalanlamış oldunuz. Ondan dolayı da azap yakanızı bırakmayacaktır."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Duanız ve ibâdetiniz olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?"

Allah Resülullah'a emrediyor ki, uğruna birçok ibadet yapılan o büyük nimetlere erişenlerin, ancak bundan önce sayılan güzel amelleri sayesinde o nimetlere eriştiklerini ve o amelleri olmasa kendilerine hiç itibar edilmeyeceğini insanlara anlatsın.

Yani ey Resûlüm! İnsan türü tabiatından sâdır olan hayırları ve serleri onlara anlatarak onların hepsine hitaben de ki: "Eğer sizin Allah'a olan ibâdetiniz ve yakarmanız olmasa, Rabbim, size hangi özelliğinize bakarak size değer versin?" Zira insanın, kendisi için yaratıldığı şey, Allah'ın marifeti ve tâatidir. Yoksa insan da, diğer hayvanlar gibi olur.

Zeccâc diyor ki: "Yani duanız olmasa, Allah katında sizin ne ağırlığınız olur?"

Diğer bir görüşe göre ise, yani Rabbinizin sizi İslam'a davet etmesi olmasa, O, sizi ne yapsın? demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, yani sizin Rabbinizle beraber başka ilaha da yalvarmanız olmasa, size ne diye azap etsin?

B- "Siz, Rabbinizi kesinlikle yalanlamış oldunuz."

Bundan önce mü’minlerin hak beyan edildiği gibi, burada da muhatap kâfirlerin hak beyan edilmektedir. Yani siz kâfirler, size bildirdiğim hakikatleri kesinlikle yalanladınız; onlara muhalefet ettiniz ve siz, zikredilen mü’minler gibi onları uygulamadınız.

Diğer bir görüşe göre ise, siz ibâdette kusurluluk ve eksiklik gösterdiniz, demektir.

Bunun Hulâsası, her iki fırka da cinsleri bir ve kurtuluş imkânları müşterek olduğu halde, birinin kurtuluşa ermesinin, diğerinin ise hüsrana uğramasının yegâne sebebi, amellerinin farklı olmasıdır.

C- "Ondan dolayı da azap yakanızı bırakmayacaktır."

Yani yalanlamanızın cezası veya eseri, sizi cehenneme yuvarlayincaya kadar yakanızı bırakmayacaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, azapları devamlı olacaktır.

Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre, bu ceza, Bedir savaşında öldürülmeleridir.

Resûlüllah'tan rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Kim, Furkân sûresini okursa, kıyamet günü, kıyametin şüphesiz geleceğine îman etmiş gerçek mü’minler zümresinde Allah'ın huzuruna çıkacak ve zahmetsiz olarak cennete konulacaktır."

0 ﴿