ŞUARÂ SÛRESİMekke'de nazil olan bu sûre, 226 veya 227 âyettir. 224. ile 227. âyet Medine'de nazil olmuştur. 1"Ta. Sîn. Mim." Bu harfler, ya tadat etmek tarzında serd edilmiştir; yahut da ekseriyetin görüşü olduğu üzere bu sûrenin adıdır. Yani bu, Tâ. Sîn. Mîm süresidir; yahut bu sûreyi zikret, oku! demektir. 2"Bunlar, apaçık olan bu Kitabın âyetleridir." Bu kitaptan murat Kur’ân-ı Kerîm'dir. Bu Kitabın apaçık olması da, icazının apaçık olmasıdır. Yahut bu Kitap, serî hükümleri ve onlarla ilgili konuları apaçık beyan etmektedir. Yahut da bu Kitap, hak ile batılı birbirinden ayırt etmektedir. Yani bunlar, Kur’ânin muayyen âyetleri olup bu müstâkil isim ile ifâde edilmektedir. Bu âyetlerin, Kur’ânin bir kısmı olması, Kur’ân'ın tamamının meşhur üstün vasıflarına sahip olması demektir. 3"Ey Resûlüm! Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın." Yani ey Resûlüm! Senin kavmin, o apaçık Kitap Kur’ân-ı Kerîm'e îman etmiyorlar diye yahut îman etmeyecekler korkusuyla neredeyse kendi canına kıyacaksın; sen kendi kendine acı! 4"Biz dilersek, üzerlerine gökten bir mucize indiririz de, boyunları ona eğilerek kalıvcrir." Bu âyet, mezkûr aşırı üzüntüyü men etmenin illetini beyan ederek onların îmanının, Allah'ın (celle celâlühü) iradesinin taallûk ettiği şeylerden kesinlikle olmadığını, bu itibarla îman etmelerine tamah etmenin ve gerçekleşmemesinden dolayı acı duymanın anlamsız olduğunu bildirmektedir. Yani ey Resûlüm! Biz dilersek, îman etmelerini o kadar istediğin kavminin üzerine gökten, kendilerini îmâna zorlayacak bir mucize indiririz de, bu mucize karşısında boyunları eğilmek zorunda kalıvcrir. Diğer bir görüşe göre ise, bu boyunlardan murat, reisler ve cemaatlerdir. 5"Kendilerine Rahrnân'dan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler." Bu kelâm, onların şiddetli serkeşliklerini ve kendilerini icbar eden bir mucize olmadıkça küfür ve tekziplerinden vazgeçmeyeceklerini beyan ediyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onlarin islam'ının üstüne bu kadar düşmesin ve umudunu Müslüman olmalarından kessin. Bu âyet, Peygamberimizin yüksek fazilet ve şerefine ve kavminin kendisine karşı olan tutumlarının pek çirkin olduğuna delâlet etmektedir. Rahman unvanının zikredilmesi de, onlarin şenaatlerinin pek büyük ve cinayetlerinin pek korkunç olduğunu göstermek içindir. Zira Allah (celle celâlühü) tarafından mutlak olarak onlara gelen şeylerden yüz çevirmeleri, ne kadar şenî ve çirkindir. Allah'ın rahmeti mucibince ve sırf onların menfaati için gelen şeylerden yüz çevirmeleri ise, daha şenî ve daha çirkindir. Yani İlâhî hikmet ve maslahata binâen, Allah'ın geniş rahmetinin gereği olarak, onları kemaliyle uyaran ve tamamıyla gafletten uyandıran Kur’ân öğütlerinden yeni bir öğüt veya bölümlerinden yeni bir bölüm Allah tarafından onlara gelmez ki, onlar, tekzip ve istihza anlamında ondan yüz çevirip küfür ve dalâletlerinde ısrar etmesinler. 6"Artık onlar hakkı yalanlamışlardır. Fakat alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." A- "Attık onlar hakkı yalanlamışlardır." Yani onlar, kendilerine gelen Kur’âni sarih olarak ve istihza ile beraber yalanlamışlar ve ondan yüz çevirmekle iktifa etmemişlerdir. Nitekim onlar bu Kur’âni bazen sihir, bazen eskilerin masalları ve bazen de şiir olarak vasiflandırmişlardır. B- "Fakat alay edip durdukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." Burada, bundan önce geçen yüz çevirmelerinden ve tekziplerinden söz edilemeyip sadece alay etmelerinin zikredilmesi, bunların her ikisinin de alay etmekle beraber yapıldıklarını bildirmek içindir. Nitekim diğer bir yerde de şöyle denilmiştir: "Rablerinin âyetlerinden onlara bir âyet gelmeyedursun, o âyetlerden mutlaka yüz çevirirler. Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde onu yalanlamışlardır. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." Alay ettiklerinin haberleri, dünyada ve âhirette uğrayacakları cezalardır. Bu cezaların haberler olarak ifâde edilmesi, ya Kur’ân-ı Kerîm'in haber verdiği hususlardan olmasından dolayıdır yahut onlar, haberlerini duymakla gizli şeylere vâkıf oldukları gibi, bu cezalan görmekle de, Kur’ân'ın hakikatine vâkıf olacaklardır. Bu, ifâde, cezanın korkunçluğunu bildirmektedir. Zira âyetin metninde zikredilen "Nebe' / Haber", korkunç büyük haberler için kullanılmaktadır. Yani onların daha önce, vâkıf olmak için hallerini tefekkür etmeden alay ettikleri şeyin hakikati kesinlikle onlara gelecektir. 7"Onlar, yeryüzüne bakmazlar mı ki, orada rağbet edilen her bir çiftten nice ürünler yetiştirmişizdir!" Yani onlar, âyetlerden yüz çevirmek, tekzip ve istihza gibi yaptıklarını yaptılar ve kendilerini yaptıklarından caydıran ve yüz çevirdiklerine ve îmâna yönelten yeryüzündeki acâyipliklere ibrede bakmadılar mı ki, yeryüzünde faydası çok her bir güzel çiftten nice ürünler yetiştirdiğimizi görmediler. Burada yerde yetişen faydalı ürünler, zikre tahsis edilmiş, çünkü dahî kudrete ve nimete biriikte delâlet eden onlardır. Ancak bundan, faydalı olsun, zar ark olsun, bütün bitki çeşiderinin murat olması da, muhtemeldir. Buna göre hepsinin kerametle (rağbet görmekle) vasıflandırıhnası, Allah'ın (celle celâlühü) faydasız hiçbir şey yaratmadığına dikkat çekmek içindir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "O Rabbiniz ki, yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratmıştır." Zira gafiller anlamasa da ve akıl sahipleri onun bilgisine etmeseler de, hakim olan Allah, üstün bir hikmeti olmayan hiçbir şeyi yapmaz. 8"Hiç şüphe yok ki, bunda bir ibret vardır; ama o insanların çoğu mü’min olmadılar." Yani hiç şüphe yok ki, anılan bitki çiftlerinin her birinde, onu yetiştirenin kudretinin kemâline, ilim ve hikmetinin sınırsız olduğuna ve rahmetinin son derece genişliğine delâlet eden, küfürden vazgeçip îman etmelerini gerektiren pek büyük bir âyet vardır. Fakat Peygamberimizin kavminin çoğu mü’min olmadılar. Bir görüşe göre yani Allah'ın ilminde ve takdirinde mü’min olmadılar. Zira Allah (celle celâlühü) ezelden biliyordu ki, teklifin ölçütü olan onların ihtiyarları (seçimleri), ser tarafına döndürülecek ve onlar, bu büyük âyetleri tefekkür etmeyeceklerdir. Sibeveyhi'ye göre bu cümlenin Arapça metnindeki "Kâne" fiili zâid olup mânâsı, fakat onların çoğu mü’min değildir, seklindedir. Onların îman etmelerini gerektiren birçok deliller kendilerine Allah (celle celâlühü) tarafından geldiği halde kibir ile inatta azgınlık ve aşırılık gösterdiklerini beyan makamına en münasip olan mânâ budur. Birinci tefsire göre, onların küfrünü Allah'ın ilmine ve takdirine isnâd etmek, zahire göre onların mazur oldukları vehmini uyandırabilir. Zira işaret edilen tahkik, takva sahibi mahir âlimlerce bile bilinmeyebilir. Bu tefsire, göre sanki şöyle denilmiştir: bunda, îmanı gerektiren gayet açık deliller vardır; fakat bununla beraber onların çoğu mü’min değildir; çünkü onlar küfür ile dalâlette çok ileri gitmişler ve azgınlık ile cehalete tamamıyla batmışlardır. İmansızlık, onların hepsine değil çoğuna isnâd edilmiş, çünkü onlardan bazıları îman edeceklerdi. 9"Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne azizdir, rahimdir." Yani senin Rabbin, irade buyurduğu her hususta ve ezcümle onlardan intikam almakta galiptir ve merhameti de pek geniştir. İşte bundan dolayı onlar, çeşidi cezalar gerektiren büyük suçlar işledikleri halde onları ansızın hemen muahaze etmez; kendilerine mühlet verir. 10Bak. Âyet 11. 11"Ey Resûlüm! Hani Rabbin, Mûsa'ya: "O zâlimler güruhuna, Fir’avun'un kavmine git!" diye seslenmişti." Daha önce o kâfirlerin, müşahede etmekte oldukları kâinat âyetlerinden yüz çevirdikleri beyan edildikten sonra bu kelâm da, makablinde geçen ve onların, kendilerine gelen bütün vahiy âyetlerinden yüz çevirmelerini ve onları yalanlamalarını izah etmektedir. Yani ey Resûlüm! İçinde bulundukları tekzipten kendilerini caydırmak ve kendileri gibi zâlim tekzipçilerin başına gelenlerden onlari sakındırmak için, âyetlerimizden yüz çevirip onları tekzip eden kimselere o vakti anlat ki, Allah (celle celâlühü), Hazret-i Mûsa'ya nida etmişti ve onu tekziplerinden dolayı Fir’avun kavminin başına gelenleri sen kendi kavminin kâfirlerine anlat. Neticede onların, kendilerine gelen âyetlere îman etmeyeceklerini göreceksin demektir. Ancak bu hakikatin anlaşılması, yalnız, bunların hâlini onlara kıyas etmekle, değil. Fakat kendileri gibi eski kavimlerin kıssasını ifâde eden vahyi işittikten sonra da onların ısrarlarını görmek ve bundan ibret almamalariyla daha açık ortaya çıkacaktır. Nitekim her kıssadan sonra "Hiç şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ama onların çoğu mü’min değildir.") ifâdesinin tekrarı da buna işaret etmektedir. Fir’avun kavminin zâlim olması, küfürleri, günahları, İsrâiloğullarını köle edinmeleri ve onların erkek çocuklarını öldürmeleri gibi cürümleri sebebiyle idi. Hazret-i Mûsa'ya Rabbinin nidasının basında söylenen bu değil, fakat Tâ-hâ sûresinde: "Şüphesiz ki ben, senin Rabbinim..." âyetinden "Sana büyük âyetlerimizi göstermek için..." âyetine kadar anlatılanlardır. Bir kıssa içinde geçen kelâmların değişik ibareler ve farklı üsluplarla anlatılmasının tahkiki, A'raf sûresinin başında "Bana bak! dedi..." âyetinin tefsirinde geçti. Âyette, "O zâlimler kavmi/güruh" ifâdesinden sonra "Fir’avun kavmi" denilmesi, bu kavmin zulümde artık özel isim gibi olduğunu, sanki zâlimler kavminin mânâsının ve tercümesinin Fir’avun kavmi, olduğunu bildirmek içindir. Âyette, "Fir’avun kavmi" denilmesiyle iktifa edilmesi ve kendisinin de zikredilmemesi, Fir’avun'un, meşhur olduğu üzere, bu hükme ilk dâhil olan kişi olduğunu bildirmek içindir. Hâlâ sakınmayacaklar mı? Hazret-i Mûsa'nın uyarı için gönderilmesinden sonra bunun zikredilmesi, onların zulümdeki taşkınlığından ve düşmanlıktald aşırdıklarından taaccüp ettirmek içindir. "Hâlâ sakınmayacaklar mı?" Diğer bir kırâete göre bu fiil hitap kipi ile olup hâlâ sakınmayacak mısınız? demektir. Buna göre bu ifâde, onlar için ziyadesiyle ilâhî gazap bildirmektedir. Şöyle ki, sanki onların zulmünün zikredilmesi, onların şifahî hitabinâ yol açmıştır. Onlar o zaman her ne kadar gaip iseler de, kendilerine gönderilen peygamberin kelâmında hazır gibi kabul edilmişlerdir. Zira bunu kendilerine tebliğ edecek olan, peygamberleridir ve peygamberlerine duyurmak, onlara duyurmanın başlangıcıdır. Bir de, bu, iyice tefekkür edenler için takvaya ziyadesiyle teşvik ifâde etmektedir. 12Bak. Âyet 13. 13"Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben kadar beni yalanlamalarından korkuyorum. O takdirde kalbim daralır, dilim de dönmez olur; bundan dolayı benimle gelmesi için Hârun'a da haber gönder! Hem benim onlara karşı bir suçum vardır. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum." A- "Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben kadar beni yalanlamalarından korkuyorum. O takdirde kalbim daralır, dilim de dönmez olur; bundan dolayı benimle gelmesi için Harun'a da haber gönder!" Yani Hazret-i Mûsâ, Allah'a (celle celâlühü) yalvararak dedi ki; Rabbim! Ben, onların baştan beni yalanlamalarında korkuyorum. O takdirde kalbim daralır; dilim de dönmez olur; bunan dolayı benimle gelmesi ve senin mesajının tebliğinde bana destek olması için Cebrâîl ile ona haber gönder. Görüldüğü üzere Hazret-i Mûsâ, bu istidasını (arzuhalini) üç şey üzerine binâ etmiştir: yalanlanma korkusu, kalbin daralması ve zaten kendisinde mevcut olan dil tutukluluğunun, sıkılması halinde ruhî bunalımın kalbini etkilemesiyle kendisini konuşamaz hale getirmesi. Zira bunlar bir araya gelince, dil tutukluluğu tuttuğunda kendisini takviye edecek bir yardımcıya şiddetle ihtiyacı hâsıl olur ki, dâvetine halel gelmesin ve hücceti inkıtaa uğramasın. Hazret-i Mûsa'nın bu gerekçeleri, İlâhî emri telakki etmesiyle bir ügisi yoktur. Bu, emri yerine getirmek için yardımcı talep etmesi ve özür beyan etmesidir. 14B- "Hem benim onlara karşı bir suçum vardır. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum." Bu suçtan murat, o kıbtî şahsı öldürme sidir. Bunun suç olarak vasiflandırılmasi, onların iddiasına göredir. Nitekim "onlara karşı" sözünden de anlaşılmaktadır. Hazret-i Mûsa'nın bu sözü, müteaddit yerlerde anlatılan bir kıssaya işaret etmektedir. Yani ben tek başıma onlara gittiğim takdirde mesajı gereği gibi onlara tebliğ etmeden önce o suçum karşılığında beni öldürmelerinden korkuyorum. Hazret-i Mûsa'nın bu sözü de, emre uymamak için bir gerekçe belirtmek anlamında değil, fakat ancak vaki olmasından önce, beklenen belâyı def etmek içindir. 15"Allah buyurdu ki: "Asla seni öldüremezler. Haydin, ikiniz de mucizelerimizle gidin. Çünkü şüphesiz ki biz, sizinle beraberiz; her şeyi işitmekteyiz." Bu kelâmda, Allah (celle celâlühü), Hazret-i Mûsa'nın her iki talebini de icabet buyurduğunu beyan etmektedir: Onların şerrini def etmek ve kardeşi Harun'u da yanma katmak. Yani ey Mûsâ! O zannettiğin şeyleri bırak da, istediğin kardeşinle beraber gidin... "Mûcizelerimizle" denilmesi, bu mucizelerin, Hazret-i Mûsa'nın korktuğu şeyi def edeceğine işaret etmektedir. "Çünkü şüphesiz ki biz, sizinle beraberiz..." ifâdesi de, Hazret-i Mûsâ ile Hârun için ziyadesiyle teselli olup kâmil bir koruma altında olduklarını bildirmektedir. Nitekim diğer bir âyette de: Şüphesiz ben sizinle beraberim; her şeyi işitir ve görürüm." denilmektedir. Hazret-i Mûsa'ya vaad edilen, Fir’avun’un huzurunda gerçekleşeceği için bu hitapta çoğul zamiri kullanılmıştır. Yani biz, ikinizle Fir’avun arasında cereyan edecek olanların hepsini işitiriz; sonuçta sizi ona karşı muzaffer kılarız. Bu kelâmda Allah'ın hâli, dostlarına yardım etmek ve onları düşmanlarına karşı muzaffer kılmak için bir kavmin birbiriyle olan mücadelesinde hazır bulunan şevketli bir hükümdarın hak ile temsil edilmektedir. Bu, yardım vaadini kuvvetle ifâde etmek içindir. Yahut burada işitmek, mecazî olarak bilmek yerinde kullanılmıştır. 16Bak. Âyet 17. 17"Haydi, Fir’avun'a gidin de, deyin ki: "Gerçekten biz, İsrâiloğullarını bizimle beraber gönderesin diye Âlemlerin Rabbinin elçîsîyiz." Yani benim size olan bu lutufkâr vaadimden sonra haydi, Fir’avun'a gidin... Burada elçi kelimesinin tekil olarak zikredilmesi, ya her birinin elçiliği itibarıyladır, yahut ikisinin talebinin bir olması itibariyladır. 18Bak. Âyet 19. 19"Fir’avun, Mûsa'ya dedi ki: "Çocukken seni aramızda yetiştirmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Yaptığın işi de yapmıştın. Zaten sen kâfirin (nankörün) birisin!" A- "Fir’avun, Mûsa'ya dedi ki: "Çocukken seni aramızda yetiştirmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçinmedin mi?" Yani Hazret-i Mûsâ ile Hârun, Fir’avun'a gidip emir olunduklarını kendisine anlattıktan sonra Fir’avun, Mûsa'ya böyle dedi. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ ile Hârun, Fir’avun’un kapısına vardılar. Fakat bir sene müddetle onların Fir’avun’un huzuruna çıkmalarına izin verilmedi. Nihayet Fir’avun’un teşrifatçısı, ona: "Burada, Âlemlerin Rabbinin elçisi olduğunu iddia eden bir adam var" deyince, Fir’avun: "Ona izin ver; gelsin; belki bizi güldürüp eğlendirir" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ile Hârun, Fir’avun’un huzuruna varıp ilâhî mesajı ona tebliğ ettiler. Fir’avun, Mûsa'yı görünce onu tanıdı ve işte o zaman dedi ki: "Sen çocukken seni evimizde, kucağımızda yetiştirmedik mi? Sen hayatının birçok yıllarını aramızda geçırmedin mi?" Bir görüşe göre, Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'un sarayında otuz sene kaldıktan sonra Medyen'e gitti ve orada on sene kaldıktan sonra tekrar Mısır'a dönüp otuz sene müddetle onları Allah'ın hak dinine davet etti ve Fir’avun ile ordusunun, denizde boğulmalarından sonra da elli sene yaşadı., Bir görüşe göre, Hazret-i Mûsâ, kıbti adama yumruk atarken, henüz on iki yaşındaydı ve ondan hemen sonra Medyen'e kaçtı. Allah, en iyi bilir. B- "Yaptığın işi de yapmıştın." Yani Fir’avun, Hazret-i Mûsa'yı yetiştirip büyültmesi gibi ona yaptığı iyilikleri saydıktan sonra ona "Yaptığın işi de yapmıştın" diyerek kendisinin aşçısı olan kibtîyi öldürmesinden dolayı onu kınadı ve bunu çok büyütüp kendisini rezil-rüsva etmeye çalıştı. C- "Zaten sen kâfirin (nankörün) birisin!" Yani sen iyiliklerime nankörlük ettin; nitekim benim has adamlarımdan birini öldürdün. Yahut sen kâfirin tekisin, demektir. Buna göre. Fir’avun, Hazret-i Mûsa'ya iftira etmişti, yahut onun gerçek durumunu bilmiyordu. Nitekim Hazret-i Mûsâ, onun sarayında yaşarken takiyye ediyordu yoksa Hazret-i Mûsâ nerde, onların dinine iştirak etmesi nerde! Yahut Fir’avun'un bu sözü, Hazret-i Mûsa'nın, onun ilâhlığını inkâr ettiği, yahut onların dinine göre kâfir sayıldığı anlamındadır. Zira onların taptıkları başka bir ilâhları vardı. 20Bak. Âyet 21. 21"Mûsâ dedi ki: "O işi ben bilmezlerden iken yapmıştım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet: ihsan etti ve beni peygamberlerden kıldı." O nimet diye başıma kaktığın şey ise, İsrâiloğullarını kendine köle etmendir." A- "Mûsâ dedi ki: "O işi ben bilmezlerden iken yapmıştım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet ihsan etti ve beni peygamberlerden kıldı." Hazret-i Mûsâ, ona cevap verip öldürme meselesinde onu tasdik etti; kendisine küfür isnâd etmesinde ise onu tekzip etti. Yani sen iftira olarak iddia ettiğin gibi ben kâfirlerden değilim; ancak ben o zaman bir cahillik ve düşüncesizlik ettim, yahut bir hata işledim. -Zira Hazret-i Mûsâ, bu katil taammüden işlememiş; fakat kıbtîyî terbiye etmek istemişti- yahut ben, attığım yumruğun yaratacağı sonuçtan habersizdim, yahut unutmuştum. -Nitekim âyetin metnindeki dalâlet kelimesi, Bakara: 282. âyetinde de (en tedılle) bu mânâya gelmektedir.- Ve ben, sizin bana bir zarar vermenizden, bu fiilimden dolayı hak etmediğim bir cezaya beni çarptırmanızdan korkunca da, hemen aranızdan kaçıp Rabbime yöneldim. Sonra Rabbim bana hikmet ihsan etti ve beni peygamberlerden kıldı. 22B- "O nimet diye başıma kaktığın şey ise, İsrâiloğullarını kendine köle etmendir." Hazret-i Mûsâ, önce Fir’avun’un, kendisini kınadığı ve peygamberliğine eleştiri yaptığı isnâdları reddetti; sonra da onun nimet olarak saydığı hususu ele alıp onu izah etti ancak o nimeti sarahaten reddetmedi; çünkü aslında bu doğru idi ve peygamberliğine de halel getirmiyordu. Ancak bu nimetin hakikatine dikkat çekerek dedi ki; senin zahiren başıma kaktığın beni yetiştirme nimeti, hakikatte İsrâiloğullarını köle edinmen ve onların erkek çocuklarını öldürmek istemendir. Zira benim senin yanma düşmemin ve beni büyütmenin sebebi odur. Yahut benim başıma kaktığın nimet, İsrâiloğullarını köle edinmen mi? 23"Fir’avun dedi ki. "Alemlerin Rabbi dediğin de nedir?" Fir’avun, Hazret-i Mûsa'dan bu metin kelâmı duyunca, onun, işindeki kararlılığını ve parlayıp gürlemesinden hiç etkilenmediğini görünce, Hazret-i Mûsa'nın davasına itiraz etmeye başladı ve önce, kendisini elçi olarak göndereni sorarak "Alemlerin Rabbi dediğin de nedir?" dedi. Bunu, kendisinden başka Âlemlerin Rabbi olduğunu inkâr ederek söylüyordu. Nitekim "Ben sizin en yüce Rabbinizim.", "Ben benden başka sizin için ilah bilmiyorum." âyetlerinden de anlaşıkmaktadır ve Hazret-i Mûsa'nın cevabı bittiğinde onun ceza vaad etmesi bunu ifâde etmektedir. 24"Mûsâ dedi ki: "Bütün göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir." Siz eğer işin hakikatini düşünüp anlayan kişiler iseniz, bunu anlarsınız." A- "Mûsâ dedi ki: "Bütün göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir." Hazret-i Mûsâ, Fir’avun'a cevap verdi ve ziyadesiyle, tahkik ile takrir için ve lânetlinin, âlemleri kendi hükümranlığı altında bulunan memleketlere hamletmek suretiyle yapacağı tezvir ve kafa karıştırma maddesini tamamen kesip atmak için âlemlerden neyi kastettiğini tayin etti. B- "Siz eğer işin hakikatini düşünüp anlayan kişiler iseniz, bunu anlarsınız." Yahut eğer siz, herhangi bir şeyin hakikatini anlayan kişiler iseniz, bunu daha iyi anlamaksınız, çünkü gayet açık ve delili parlak bir vakıadır. 25"Fir’avun, çevresinde bulunanlara: "Duyuyor musunuz?" dedi." Fir’avun, Hazret-i Mûsa'nın bu cevabım duyunca, bu sözlerin, kavminin kalplerini etkilemesinden ve izan göstermelerinden endişe ettiği için çevresinde bulunan kavminin eşrafına: "Duyuyor musunuz?" dedi. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Fir’avun’un çevresinde bulunanlar, kollarında bilezikler bulunan beş yüz kişilik hassa meclisi idi. Fir’avun, bunu söylemekle, Hazret-i Mûsa'dan işittiği cevabın, aslında taaccüp edilmeye değer olmadığı halde, şüphesiz bir hakikat gördüğü kendi ilahliğina muhakf olduğu için yine de onun duyuknasını ve taaccüp edilmesini istiyordu. 26"Mûsâ dedi ki: "O, sizin de Rabbiniz, eski atalarınızın da Rabbidir." Hazret-i Mûsâ, ilk iki cevabında münderic olan mânâyı sarahatle belirtmek ve Fir’avun'u ilâhlık iddiasından kulluk mertebesine indirmek için bunu söyledi. 27"Fir’avun, çevresindekilere: "Size gönderilen bu elçiniz hiç şüphesiz delidir" dedi." Hazret-i Mûsa'nın, zikredilen cevapla karşılık vermesi, Fir’avun'u öfkelendirdi ve Fir’avun, kavminin etkilenmesinden endişe etti. Bunun üzerine kavmini, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerini kabul etmekten alıkoymak için, çirkin söylemini iki tekid ile pekiştirerek, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerinin, akıl sahibi bir kimseden sâdır olan bir şey olmadığını kavmine göstermek istedi, Fir’avun'un, bu sözünde Hazret-i Mûsa'ya, "gönderilmiş elçi" demesi, istihza yoluyladır. "Size gönderilen" demesi de, kendine gönderilmesini gururuna yedirmediği içindir. 28"Mûsâ dedi ki: "O, doğunun da, batının da, aralarındakilerin de Rabbidir. Eğer siz aklınızı kullansanız anlarsınız." A- "Mûsâ dedi ki: "O, doğunun da, batinin da, aralarındakilerin de Rabbidir." Hazret-i Mûsâ, ilk cevabını tekmil ve tefsir etmek ve onların cehaletine, Hazret-i Mûsa'nın sözlerini anlamadıklarına dikkat çekmek için bunu söyledi. Zira Allah'ın (celle celâlühü), göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabbi olduğunu beyan etmek, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunanların Rabbi olduğunu da zımnen içeriyordu, fakat bunda, gökler ile içindekilerin hareketlerinin, hallerinin ve vazıyetlerinin değişmesinin, dünyanın bazen karanlık ve bazen de aydınlık olmasının Allah'a (celle celâlühü) istinadı sarih olarak bulunmadığı için, doğunun ve batının arasındakileri de söyleyerek onları, Allah'ın, zikredilenlerin de Rabbi olduğunun marifetinin yoluna irşad etti. Çünkü doğunun ve batının zikredilmesi, güneşin doğmasını ve batmasını bildirir ki, bunlar, göklerin ve içindekilerin, bu mükemmel düzeni doğuran hârika hareketlerine bağlıdır. Bütün bu hâdiseler, zorunlu olarak bir yaratana muhtaçtır ki, o, cahiller güruhunun, mutlak bir yöneticiye ihtiyaç olmaksızın, durumlarının devam edeceğini vehmettikleri göklerin ve yerin sandıkları gibi değil, fakat Kadir (kudreti sınırsız), alim (ilmi sınırsız) ve hakim (hep hikmetle icraat yapan) olan Allah’ın emriyle olduğunu anlattı. B- "Eğer siz aklınızı kullansanız anlarsınız." Yani eğer siz gerçek akıl sahibi iseniz, yahut siz her hangi bir şeyi anlıyorsanız, durumun benim dediğim gibi olduğunu anlarsınız denmiş oldu. Bu kelâm, bu durumun, asgari akla sahip olan kimsenin şüphe etmeyeceği kadar yani son derece açık olduğunu bildirmekte ve o kâfirlerin, akıl dairesinden uzak olduklarına ve Hazret-i Mûsa'ya isnâd ettikleri deliliğin kendilerinde olduğuna işaret etmektedir. 29"Fir’avun dedi ki: "Yemin olsun ki, benden başka bir ilah edinirsen, hiç şüphesiz seni o zindana atılmışlardan ederim!" Lânetli Fir’avun, Hazret-i Mûsa'nın, üstün hikmetler esası üzerine kurulmuş olan sözlerini işitince ve davasını sürdürmekteki şiddetli hazmını, kuvvetli azmini ve münazarada mağlup olacak kimselerden olmadığını görünce, insaflı konuşmayı bırakıp zulüm ve gaddarlık tarafına yönelerek sual ve cevapta içinde gizlediğini böyle açıkladı. Fir’avun, bu sözleriyle, Hazret-i Mûsa'nın, peygamberlik davasından vazgeçmesi ve kendisine dokunmamasıyla da tatmin olmayacağını bildiriyor ve kendisini ilah edinmesini teklif ediyor. Çünkü o, ilâhlık iddiasında bulunacak kadar dalâlet ve azgınlığın son haddine varmıştı. İşte Fir’avun’un bu sizleri de sarih olarak bildiriyor ki, birinci cevabınclaki taaccüp, taaccüp ettirmesi ve ikinci cevapta da Hazret-i Mûsa'ya delilik isnâd etmesi, ilâhlığı kendisinden başkasına isnâd etmesinden dolayı idi. Diğer bir görüşe göre ise, Fir’avun'un suali, Hazret-i Mûsa'yı elçi olarak gönderenin hakikatini anlamak içindi ve onun cevabından taaccüp etmesi de, ilah için yaptığı vasıflandırmanın kendisine mutabakat etmediği içindi. Çünkü Hazret-i Mûsâ, gerçek ilahın ahvalini anlatıyordu. Ancak ne Kelâm-ı Kerîmin ifâdesi, ne de Fir’avun’un hak ve sözleri bu görüşe müsait değildir. Fir’avun'un, "Seni o zindana atılmışlardan ederim" demekle, Hazret-i Mûsa'nın da bildiği belli zindan mahkûmlarını kastetmektedir. Nitekim Fir’avun, onlari derin bir çukura atıp ölüme terk ediyordu. 30"Mûsâ dedî ki: "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam, yine mi?" Yani Hazret-i Mûsâ dedi ki: "Sana apaçık bir şey, davamın doğruluğunu apaçık ortaya koyan bir mucize getirsem, yine mi bana bu cezayı vereceksin?" Zira mucize, hem yaratanın varlığına ve hikmetine delâlet etmektedir, hem de eliyle zahir olduğu kimsenin davasının doğruluğuna delâlet etmektedir. 31"Fir’avun dedi ki: "Eğer doğruculardan isen, haydi getir onu" Yani Fir’avun dedi ki: "Eğer senin kelâmından anlaşıldığı gibi, sen, davanın doğruluğuna, gerçek peygamber olduğuna apaçık delâlet edecek bir şey getireceksen, haydi getir de, görelim!" 32"Bunun üzerine Mûsâ asasını yere alıverdi; âsâ o anda hemen apaçık bir ejderha oluverdi." Yani Hazret-i Müsâ (aleyhisselâm) asasını yere bırakınca âsâ, hemen o anda ejderha okluğu apaçık anlaşılan bir varlığa dönüştü; yoksa ejderhaya benzeyen bir varlığa dönüştü, demek, değildir. 33"Elini de koynundan çıkardı; o anda bakanlara bembeyaz görünen bir şey oluvermişti." Rivâyet olunuyor ki, Fir’avun birinci mucizeyi görünce, Hazret-i Mûsa'ya: "Bundan başka da mucizen var mı?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, elini çıkardı ve Fir’avun'a: "Bu nedir?" dedi. Fir’avun: "Bu senin elindir; içinde ne var?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, elini koltuğunun altına soktuktan sonra onu tekrar çıkarınca, nerdeyse gözleri kamaştıran ve ufuklara kadar yayılan ışınlar saçıyordu. 34Bak. Âyet 35. 35"Fir’avun, çevresindeki kodamanlara: "Hiç şüphesiz bu çok bilgili bir sihirbazdır! Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Artık ne buyurursunuz?" dedi." Hazret-i Mûsa'nın gösterdiği mucize hücceti Fir’avun'u kâhiretti ve onu şaşkına çevirerek sonunda kendisini ilâhlık iddiasının zirvesinden, kendi iddiasına göre kulları olan kimselere eğilmek ve onların emrine uymak alçaklığına indirdi. Yahut Fir’avun önceleri tek başına karar verirken, sonra onlara danışmak zorunda kalmak mertebesine düştü ve Hazret-i Mûsa'nın, kendi memleketini istilâ etmesinden korktuğunu izhar etti. Fir’avun’un, "Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor", -yani sizi kahrederek ve cebren yurdunuzdan çıkarmak istiyor- sözlerinde çıkarma fiilinı ve yurdu onlara isnâd etmesi, onları Hazret-i Mûsa'dan nefret ettirmek içindir. 36Bak. Âyet 37. 37"Dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy ve kentlere zabıtalar gönder; ne kadar usta sihirbaz varsa, sana getirsinler." Yani Fir’avun'un çevresindeki ilen gelenler dediler ki; Mûsâ ile kardeşi Harun'un işini ertele, Diğer bir görüşe göre ise, onları hapset ve kentlere sihirbazları toplayacak zabıtalar gönder; ne kadar uzman sihirbaz varsa, sana getirsinler. 38"Böylece belli bir günün tayin edilen vaktinde sihirbazlar toplandı." Bu vakit, Hazret-i Mûsa'nın: "Buluşma zamanımız, bayram günü, kuşluk vakti, insanların toplandığı zaman olsun." sözleriyle tayin ettiği vakit idi. 39"Halka: "Siz de artık toplanır mısınız?" denildi." Halk toplanmak için acele, etmeyip ağır davrandıklarından ve onları acele toplanmaya teşvik etmek için böyle denildi. 40"Fir’avun'un adamları: "Sihirbazlar galip gelirlerse, herhalde onlara uyarız" dediler." Yani eğer sihirbazlar galip gelirlerse, biz de herhalde Mûsa'nın (aleyhisselâm) dinme değil, dinlerinde onlara uyarız. Fir’avun adamlarının bu sözlerinden maksatları, gerçekten sihirbazların dinine uymak değil, Mûsa'ya (aleyhisselâm) uymamaktır. Ancak bu işe verdikleri ehemmiyet ve ciddiyeti ziyadesiyle belirtmek için sözlerini kinayek olarak ifâde etmişlerdir. 41"En son sihirbazlar geldiklerinde Fir’avun'a: "Şayet biz galip gelirsek, hiç şüphesiz bize büyük bir mükâfat var değil mi?" dediler." 42"Fir’avun dedi ki: "Evet, o takdirde hiç şüphesiz siz, yakınlarımdan olacaksınız!" Yani Fir’avun dedi ki: "Evet, siz Mûsa'ya galip geldiğiniz takdirde size büyük bir mükafat olacak ve ayrıca siz hiç şüphesiz yakınlarımdan olacaksınız." Deniliyor ki, Fir’avun, onlara dedi ki: "Siz benim meclisime ilk giren ve en son çıkan en itibarlı kimseler olacaksınız!" 43"Mûsâ onlara dedi ki: "Ne alacaksanız, atın!" Yani sihirbazlar, Hazret-i Mûsa'ya: "Ey Mûsâ önce sen mi atacaksın, yoksa önce atan biz mi olakm?" dedikten sonra Hazret-i Mûsâ, onlara bunu söyledi. Hazret-i Mûsa'nın bundan maksadı, onlara sihri ve göz boyacılığı emretmek değil, fakat hakkı izhâr etmek ve bâtılı çürütmek için, onların mutlaka yapacakları işte öncelik iznini vermek idi. 44"Bunun üzerine iplerini ve değneklerini yere attılar ve "Fir’avun'un izzeti hakkı için hiç şüphesiz biz galip geleceğiz!" dediler O sihirbazlar kendilerine aşırı derecede güvendikleri için ve sihrin en büyük maharederini gösterebildikleri için, iplerini ve değneklerini atarken bunu söylemişlerdi. 45"Sonra Mûsâ asasını attı; o anda âsâ, onların uydurduklarını yutuverdi." Yani Hazret-i Mûsa'nın attığı âsâ, o sihirbazların göz boyacılığıyla, veçhesini ve suretini değiştirip yürüyen yılanlar gibi gösterdikleri iplerini ve değneklerini hemen yutuverdi. 46Bak. Âyet 47. 47"O zaman, sihirbazlar hemen secdeye kapandılar. "Mûsa'nın ve Harun'un Rabbi olan Âlemlerin Rabbine îman ettik" dediler. Yani o sihirbazlar, o manzarayı gördükten sonra hiç gecikmeksizin ve tereddüt etmeksizin, kendilerine mâlik olmayarak ve sanki gayri ihtiyari bir kuvvetle buna itiliyorlarmış gibi hemen secdeye kapandılar. Çünkü onlar, böyle, bir şeyin sihrin sınırları dışında olduğunu, bunun İlâhî bir iş olup Hazret-i Mûsa'yı tasdik için onun eliyle zahir olduğunu kesin olarak anlamışlardı. Bu âyet de delâlet ediyor ki, sihirbazların himmetiyle gerçekleşebilecek en son şey, göz boy ayıcılık, tezvir ve ask olmayan hayak göstermektir. Âyette, Âlemlerin Rabbinin, Mûsa'nın ve Harun'un Rabbi olarak izah edilmesi; ondan, Fir’avun'un kastedildiği vehmini bertaraf etmek içindir. Çünkü Fir’avun'un cahil kavmi, kendisini ilah olarak vasıflandırıyordu. Bir de Allah'a îman etmelerini gerektiren şeyin, Hazret-i Mûsâ ile Harun'un eliyle izhar buyurduğu kahredici mucize olduğunu zımnen bildirmek için. 48"Mûsa'nın ve Harun'un Rabbine… 49"Fir’avun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona îman ettiniz ha! Hiç şüphesiz sîze büyüyü öğreten büyüğünüzmüş o! Şimdi siz gerçekten anlayacaksınız; yemin olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve yine yemin olsun ki hepinizi astıracağım!" Fir’avun’un, "Ben size izin vermeden" demesi, onun bu izni vermesi, mümkün olduğu ve beklendiği anlamında değildir. Yani Mûsâ, size büyüyü, öğreten büyüğünüzmüş; onun için aranızda muvazaa yaptınız. Yahut Mûsâ, sihrin bir kısmını öğretmiş, bir kısmım da öğretmemiş; onun için size gâlip geldi. Fir’avun'un bundan maksadı, kavminin kafasını karıştırmak idi. Ta ki, kavmi, sihirbazların, basiretli olarak ve hal zuhur ettiği için îman ettiklerine inanmasınlar. Âyetteki, "Yemin olsun ki..." yemininden sonra gelen kısım, Fir’avun’un, "Şimdi siz gerçekten anlayacaksınız" sözleriyle vaad ettiği cezanın izahıdır. Yani siz şimdi, yaptıklarınızın vebalini anlayacaksınız. 50Bak. Âyet 51. 51"Sihirbazlar dediler ki: "Hiçbir zararı yok; şüphesiz biz, ancak Rabbimize döneceğiz. Biz ilk îman edenler olduğumuz için Rakibimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." Yani o sihirbazlar dediler ki; bunda bizim hiçbir zararımız yok, aksine büyük bir fayda var, çünkü Allah rızası için buna göstereceğimiz sabır, günahlarımıza kefaret olur ve ondan dolayı bize pek büyük sevap yazılır. Yahut senin bizi tehdit ettiğin öldürmekte bizim hiçbir zararımız yok; çünkü biz, herhangi bir ölüm sebebiyle mutlaka Rabbimize döneceğiz ve hak yolunda öldürülmek, bunların en ehveni ve umut verenidir. Ve yine bizim için hiçbir zarar yok; çünkü biz, Fir’avun'a bağlı olan insanlardan yahut orada bulunanlardan ilk îman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız. 52"Mûsa'ya: "Kullarımı gece yola çıkar; çünkü mutlaka takip edileceksin!" diye vahyettik." Hazret-i Mûsâ, Mısır'da yıllarca kalıp Fir’avun kavmini hakka davet etti ve onlara mucizeler gösterdi; fakat onun bütün gayretleri sonuç vermedi; onların azgınlık ve inadı daha da arttı. Nitekim "Yemin olsun ki, biz de ders alsınlar diye firavungilleri yıllarca kuraklık ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık" âyetinin tefsirinde tafsilâtı geçti. "Çünkü mutlaka takip edileceksiniz" cümlesi, onları gece yola çıkarmanın illetidir. Yani Fir’avun ile ordusu, sabahleyin sizi takıp edecekleri için, sen yanmdakilerle birlikte gece yola çık ki, siz denize varmadan size ulaşmasınlar; sonra onlar da sizin arkanızdan denizde, açılan yollara girecekler ve ben, denizi onların üstüne kapatıp hepsini boğacağım. 53Bak. Âyet 54. 54"Fir’avun da kentlere asker toplayıcılar gönderdi. Onlar hiç şüphesiz sayıları az bir topluluktur. Ve böyle iken bizi hiç şüphesiz öfkelendirmişlerdir." Fir’avun, Hazret-i Mûsâ ile İsrâiloğullarını takip etmek için kentlere asker toplayıcılar gönderdi ve İsrâiloğullarının küçük bir topluluk olduklarını söyledi. İsrâilogutlarının sayısı, altı yüz yetmiş bin iken Fir’avun'un onları azımsaması, kendi ordusuna oranladır. Zira Rivâyet olunuyor ki, Fir’avun, onların arkasından, her birinin kumandasında bin asker bulunan bir buçuk milyon atlı kumandan göndermişti. Fir’avun kendisi de, büyük bir ordu ile yola çıktı. Bu ordunun önde giden kısmı, yedi yüz bin kişilik tolgalı küheylan süvarilerinden oluşuyordu. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, Fir’avun, kısrak at süvarileri hariç, sadece erkek at süvarilerinden bir milyon süvari ile yola çıkmıştı. Fir’avun, bu sözleriyle demek istiyordu ki, onlar, bize oranla az bir topluluk olup önemsenmezler ve galip çıkmaları beklenmez; fakat bizi öfkelendiren ve bunaltan hareketlerde bulunuyorlar. Ve biz, her zaman teyakkuz hâlinde bulunan, ihtiyatlı olan ve bütün işlerinde tedbiri elden bırakmayan bir milletiz. Bizim önümüze en ufak bir tehlike çıkarsa, derhal onu söndürürüz. Fir’avun’un bu gerekçeleri, hükümranlığına ve gücüne halel geldiği sanılmama sı için kentlerinden toplanan askerlere beyan ettiği mazeretlerdir. 55Fakat onlar bizi kızdırıyorlar. 56Biz ise ihtiyatlı (silâh kuşanmış) bir topluluğuz.” (dedi). 57Bak. Âyet 58. 58"Sonunda biz Fir’avun ve kavmini bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve kıymetli bir yerden çıkardık, İsrâiloğullarını da oralara vâris kıldık." Yani onlar bütün bunlara sahip iken, biz, bunları bırakıp çıkmaları için sebep yaratırız ve bu sebep, onları çıkmaya sevk eder. İşte bu garip çıkarmayı gerçekleştirdiğimiz gibi, onların anılan varlıklarının yanından ayrılmasından itibaren, kabız ve tesellüm gerçekleşmeksizin, vârisin, mirasa mâlik olması gibi, İsrâiloğullarını o varlıklarina mâlik kıldık. 59İşte böyle yaptık ve onlara İsrâîl oğullarını mirascı kıldık. 60"Derken Fir’avun ile ordusu, güneş doğarken arkalarına düştüler." 61"En son iki topluluk birbirini görünce, Mûsa'nın adamları. "Hiç şüphesiz yakalandık!' dediler." Âyetin metnindeki "Müdrekün" kelimesi, diğer bir kırâete göre, "Müdderekün" şeklinde okunmuştur. Buna göre, yani hiç şüphesiz hepimiz onların eliyle yavaş, yavaş yok edileceğiz! demektir. 62"Mûsâ: "Hayır, asîa! Şüphesiz Rabbim benimledir; o, bana yol gösterecektir" dedi." Yani Hazret-i Mûsâ, adamlarına dedi ki; paniklenmeyin; şüphesiz onlar size ulaşamayacaklardır; çünkü şüphesiz benim Rabbim, inayet ve hidâyet için benimledir; elbette o, beni onlardan tamamen koruyacaktır. Rivâyet oluyor ki, Yûşâ Hazret-i Mûsa'ya dedi ki: "Ey kekmullah / Allah'ın kelâmına muhatap olan, neresi sana emir olundu? İşte Fir’avun, bizi kuşattı ve önümüz de deniz!" Hazret-i Mûsâ: "işte burası!.." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûşâ, suya daldı ve Hazret-i Mûsâ da, asasını denize vurdu. İşte o zaman olanlar oldu... Rivâyet olunuyor ki, Fir’avun ailesinden bir mü’min, Hazret-i Mûsa'nın yanında bulunuyordu. İşte bu zât, Hazret-i Mûsa'ya: "Neresi sana emir olundu? İşte önün deniz ve firavungiller de arkadan seni kuşattılar!" dedi. Hazret-i Mûsâ da: "Denizin sahiline gelmem bana emir olundu; herhalde burada ne yapacağım da bana emir olunacak!" dedi. İşte o zaman kendisine emredilenler emredildi. 63"O zaman Mûsa'ya: "Âsân ile denize vur!" diye vahyettik. O anda deniz yarıkverdi; her parçası koca bir dağ gibi oldu." İşte bu âyet, Hazret-i Mûsâ, deniz sahiline geldikten sonra kendisine emredilenleri anlatmaktadır. Bu deniz, Kızıl Deniz’dir, yahut Nil nehridir. Hazret-i Mûsâ, asasını denize vurunca, denizde, İsrâiloğullarının sıbtları (kolları) sayısınca on iki yol açıldı. Bu yarılma sonucu meydana gelen su yığılmalarının her biri, yerinde sabit duran bir koca dağ gibi oldu. Bunun üzerine İsrâiloğullarımn her bir kolu, bir yola girdi. 64"Öbürlerini de oraya yaklaştırdık." Yani Fir’avun ile kavmini de denize yaklaştırdık ve nihayet onlar da, Isrâiloğullarinin peşinden o deniz yollarına girdiler. 65"Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık." 66"Sonra diğerlerini denizde boğduk." Yani Mûsâ ile beraberinde bulunanlar, karşı tarafta karaya çıkıncaya kadar denizi o halde muhafaza ettik. Sonra denizi diğerleri üzerine kapatarak hepsini boğduk. 67"Hiç şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır; ama onların çoğu îman etmiş olmadılar." Yani bundan önce anlatılanların hepsinde: Hazret-i Mûsa'dan sâdır olan hareketlerde, onun eliyle gösterilen kahredici mucizelerde, Fir’avun ile kavminin sözlerinde, fiillerinde, İsrâiloğullarına uyguladıkları baskı ve işkencelerde, kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir ders vardır, ibret almak isteyenler, bundan ibret almak; Peygamberimizin durumunu Hazret-i Mûsa'nın durumuna ve kendi hallerini, de o helâk edilen insanların haline kıyaslamak ve onların işledikleri küfürden, günahlardan ve Resûlüllah'a muhalefetten sakınmak ve Allah'a (celle celâlühü) îman edip Resulüne itaat etmeli ki, onların başlarına gelenler, kendi başlarına gelmesin. Yahut bu açıklanan kıssada, Peygamberimizin, onu kimseden duymadan aslına uygun olarak hikâye etmesinde büyük bir âyet vardır; bu âyet, onun sadık vahiy yoluyla olduğuna delâlet etmekte, yalnız Allah'a îman etmeyi ve Resulüne itaat etmeyi gerektirmektedir. Ama onların kıssasını Peygamberimizden dinleyenlerin çoğu îman etmiş olmadılar; onlar, Peygamberimizin durumunu Hazret-i Mûsa'nın durumuna ve kendi hallerini de o helâk edilen tekzipçilerin haline kiyaslamaddar ve Peygamberimizin, kimseden işitmeden onların kıssasını nasıl aslına sadık ve uygun olarak anlattığını da tefekkür etmediler. Halbuki bu iki yoldan her biri de, kesin olarak îman etmeyi gerektirmektedir. 68"Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne azız ve rahimdir." Yani Allah irade buyurduğu her işte ve ezcümle tekzıpçilerden intikam almakta yegâne galiptir. Yine o, yegâne rahimdir. İşte bunun için, onlar, vahiy yoluyla bu büyük âyeti gördükten sonra îman etmemekle âcil cezayı hak ettikleri halde onlara mühlet vermektedir. Bu sûre-i kerîmenin başından yedi kıssanın sonuna kadar, hatta sûre-ı kerîmenin sonuna kadar kelâm-i kerîmin fesahat ve mükemmeliyetinin, şüphesiz ve apaçık olarak gerektirdiği izah budur. Böyle iken, Diğer bir görüşe göre, "Onların çoğu îman etmiş olmadılar" (âyet: 67) cümlesindeki onlar zamiri, Fir’avun asımdaki kıbtileri ve diğer kavimleri ifâde etmektedir. Buna göre, yani Mısır halicinin çoğu îman etmediler, demektir. Nitekim onlardan Asiye, Hızkîl, Hazret-i Yûsuf'un tabutunu gösteren Yâmûşâ'nın kızı Meryem ve İsrâiloğullarından başkası îman etmedi. İsrâiloğulları da, kurtulduktan sonra tapmak için bir buzağı heykek talep etmişler; onu ilah edinmişler ve "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız!" demişlerdi. Bu görüş, tahkikten uzaktır. Bunun aksi nasıl olabilir ki, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kıssası hariç, bu sûre-i kerîmede varid olan kıssalardan her biri, Rablerinin emrine karşı gelmiş, elçilerine (aleyhisselâm) isyan etmiş, tekziplerini ısrarla sürdürmüş ve bu yüzden de Allah'ın (celle celâlühü) dünyevî ceza ile cezalandırdığı ve köklerini tamamıyla kazıdığı muayyen bir fırkanın hâlini beyan etmek içindir. Nitekim îman etmelerini gerektiren ve onları küfür ve isyandan men' eden o peygamberlerin eliyle gösterilen büyük âyetleri yani mucizeleri gördükten sonra peygamberleri tekzip etmelerinin, kıssaların başında zikredilmesi de bu hakikati açıkça belirtmektedir. O halde özellikle onların helakini haber verdikten sonra onların çoğunun îman etmediklerini haber vermek ve mü’minler, onlar hakkında anlatılan cinayetlere asla iştirak etmedikleri halde önce mü’minleri onların cümlesinden sayıp sonra onlardan ihraç etmek nasıl mümkün olabilir! Kur’ân-ı Kerîm, bu gibi izahlardan tenzih edilmelidir. Sen de iyice tefekkür eyle! 69"Ey Resûlüm! Onlara İbrâhîm'in kıssasını da oku." Yani ey Resûlüm! Müşriklere Hazret-i İbrâhîm'in O muazzam kıssasını da sana vahiy olunduğu gibi oku ki, daha önce zikredildiği gibi, bu müşriklerin, kendilerine gelen âyetlere iki yoldan biriyle dahi (seni Hazret-i İbrâhîm'e kıyaslamak ve kendilerini de onun helâk olan kavmine kıyaslamak veya bu konuda sen kimseden bir şey duymaksızın, sana gelen vahiy ile bu kıssayı olduğu gibi anlatmanı düşünerek) îman etmediklerine vâkıf olasın. 70Bak. Âyet 71. 71"Hani İbrâhîm, babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti. Onlar: "Putlara tapıyoruz. Onlara tapmaya da devam edeceğiz" diye cevap vermişlerdi." Burada, "Allah yolunda neyi harcayacaklarını sana soruyorlar, de ki, malınızın ihtiyaç fazlasını" "Rabbiniz neyi indirdi? Dediler ki, hayır indirdi.") âyetleri ile benzerlerinde olduğu gibi, yeterli cevap ile iktifa edilmemiş, fakat Hazret-i İbrâhîm'in kavminin, yaptıklarını izhar etmekle tatminkâr cevabı verdikten sonra putlara tapmaya devam edeceklerini de buna ilâve etmeleri, habis nefıslerindeki sevinç ve iftiharı ortaya koymak içindir. Diğer bir görüşe göre ise, yani biz, gündüzleri onlara tapmaya devam edeceğiz, demektir. Çünkü onlar, gecelen değil, gündüzleri o putlara tapıyorlardı. 72Bak. Âyet 73. 73"İbrâhîm: "Onlara yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda, ya da zarar verebiliyorlar mı?" dedi." Yani Hazret-i İbrâhîm onlara dedi ki; pekiyi, siz o putlara yalvardığınızda onlar, sizin yalvarışınızı işitiyorlar mı? Yahut size bir şey veya duanızın cevabını duyurabiliyorlar mı? Buna kudretleri var mı? Yahut onlara tapmanızdan dolayı sîze fayda, ya da onlara tapmadığınız takdirde bir zarar verebiliyorlar mı? Zira ibadetin ve özellikle de sizin anlattığınız mübalağalı ibadetin, bir menfaati celp etmesi veya bir zararı def etmesi lazımdır. 74"Onlar: "Hayır! Ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk" dediler." Onlar bu sözleriyle, taptıkları putların, hiçbir şey işitmediklerini ve hiçbir fayda ve zarar veremediklerini itiraf etmişler ve taklitten başka hiçbir dayanakları olmadığını izhar etmek zorunda kalmışlardır. Yani biz, zikredilen şeylerden hiçbirini atalarımızdan öğrenmedik ve görmedik; biz atalarımızı böyle yapar bulduk; onlar bizim ibadetimiz gibi ibadet ediyorlardı; biz de onlara uyduk. 75Bak. Âyet 76. 76"İbrâhîm dedi ki: "Şimdi sizin de, eski atalarınızın da neye taptığınızı gördünüz mü?" Yani Hazret-i İbrâhîm dedi ki; şimdi sizin de, eski atalarınızın da taptıklarınıza bakıp da onları hakkıyla gördünüz mü veya tefekkür edip de onları hakkıyla anladınız mı? 77"İşte onlar gerçekten benim düşmarnındır. Ancak Âlemlerin Rabbi benim dostumdur. " A- "işte onlar gerçekten benkm düşmanımdır." Bundan önce onlarin, taptıkları putların hallerini bilmediklerine dikkat çekildikten sonra bu âyette de putların hak beyan edilmektedir. Yani bilin ki, o putlar, kendilerine tapanların, Allah'ı sever gibi onlara sevgi besleyenlerin gerçekten düşmanlarıdır. Zira putlara tapanlar, kişinin, düşmanından gördüğü zararın fevkinde onlardan zarar görmektedirler. Yahut onları putların ibadetine teşvik ve sevk eden, insanın en büyük düşmanı olan şeytandır. Fakat Hazret-i İbrâhîm onlara tariz olmak üzere durumu kendi nefsinde tasvir ederek "İşte onlar gerçekten benim düşmanımdır" demiştir. Zira nasihat konusunda tariz, sarahatten daha faydalıdir. Bir de, Hazret-i İbrâhîm'in "Benim düşmanundir" demesi, bunun bir nasihat olduğunu ve kabule daha çok şayan olması için kendi nefsinden başladığını zımnen bildirmektedir. B- "Ancak Alemlerin Rabbi benim dostumdur." Yani fakat Alemlerin Rabbi böyle değil, o, dünyada da, âhirette de benim dostumdur; o, dünya ve âhiretin iyiliklerini bana lutfetmektedır. Nitekim bundan sonra zikrettiği dostun vasıfları da O'nun her zaman lütufkâr olduğunu bildirmektedir. 78"O Âlemlerin Rabbi ki, beni yarattı; doğru yolu da bana o göstermektedir." Gerek bu vasıf, gerekse buna atfen zikredilen vasıfların hepsi, O'nun Âlemlerin Rabbi olmasının mânâsının kapsamına dâhil oldukları halde O'nun bunlarla vasiflandırılması, Hazret-i İbrâhîm'e mahsus olan nimetlerin sarih olarak zikredilip açıklanması içindir. Çünkü bu üslup, ibadeti Allah'a tahsis etmenin, din ile dünya menfaatlerinin celbi için ve her iki dünyanın zararlarını def etmek yalnız O'na iltica etmenin zorunlu olması noktasında daha etkilidir. Yani beni yaratan ve yaratıldığım ve bana ruh üfürüldüğü andan itibaren, din ve dünya işlerinden beni ilgilendiren, benim maslahatıma olan işlerde iyiye, güzele, faydalıya, doğruya her zaman beni hidâyet eden yalnız O'dur. Zira Allah yarattığı her canlıyı, yaratıldığı andan itibaren ecelinın sona erdiği zamânâ kadar, yaratilış gayesi olan hayat ve memat işlerine hidâyet etmektedir. İşte bu hidâyet sayesinde o cardı, menfaatlerin celbinin ve zararların definin imkânına sahip olmaktadır. Bu da (akıl sahibi olmayan canlılarda olduğu gibi) ya tabiîdir yahut (akıl sahiplerinde olduğu gibi) ihtiyarîdir. İnsana göre bunun başlangıcı, ceninin, ana karnında hayız kanını emmeye hidâyet edilmesi ve bunun sonu da, Cennet yoluna ve onun ebedî nimetlerinden faydalanmaya hidâyet edilmesidir. 79"O Alemlerin Rabbi ki, beni yediren ve içiren de O'dur." Bu sıfatların başında, "O Alemlerin Rabbi ki, veya o ki, " anlamına gelen "Mevsukun / ellezî'nin" tekrar edilmesi, hükmü gerektirmek noktasında her birinin Allah'ın müstakil bir yüce sıfatı olduğunu, başka bir sıfatın devamı kılınmayip Allah hakkında bağımsız olarak zikredilmeye değer olduğunu bildirmek içindir. 80"Hastalandığım zaman bana şifa veren de O'dur" Bu sıfat, yedirme ve içirme sıfatının devamı olarak zikredilmiş, çünkü sağlık ile hastalık, genellikle yemek ve içmekle bağlantıkdir. Hazret-i İbrâhîm'in, hastalanmayı kendi nefsine, şifayı ise Allah'a isnad etmesi, güzel edebi gözetmek içindir. Nitekim Hızır (aleyhisselâm) da: "Ben onu kusurlu yapmak istedim ve "Rabbin istedi ki, o iki çocuk en güçlü çağlarına erişsin." demişti. 81"O ki, benim canımı alacak, sonra beni diriltecek de O'dur." Can almak da, baştan ve tekrar diriltmek gibi Allah'ın en büyük hususiyetlerinden olduğu için ve âhiretin bütün aşamaları ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye bağlı olduğu için ikisi bir arada zikredilmiştir. Bir de, ölüm, Hazret-i İbrâhîm'in ebedî hayata erişmesinin vesilesi olması hasebiyle kendisi için gayet tabiîdir 82"O ki, hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." Hazret-i İbrâhîm'in bu sözleri, alçak gönüllülük göstermek, ümmetine günahlardan sakınmayı, kendi taksiratlarının mağfiretini talep etmeyi öğretmek, kendisinden sâdır olabilecek küçük günahları telafi etmek ve kendi hallerini düşünüp de son derece kötü durumda olduklarını anlamaları için onları uyarmak anlamındadır. Zira Hazret-i İbrâhîm, Allah'a son derece itaatkâr ve ibadetli iken, hak böyle olduğuna göre, küfre, çeşidi günahlara ve hatalara tamamıyla batmış olan kavminin hali nasıl olmalıdır? Hazret-i İbrâhîm'in söylediği üç sözüne, yani (Nemrutgillerle beraber bayram yerine gitmemek için) "Gerçekten ben hastayım" demesi, (onların putlarını kendisi kırdığını söylemeyip) "Hayır! Onların büyüğü bunu yapmıştır" demesi ve (Mısır'da kendisine sorulduğunda) karısı Sâre için "Benim kız kardeşimdir" demesine hamletmek, mümkün değildir. Çünkü bu sözleri, tariz kabilinden olup istiğfarı gerektiren hatalar kabilinden olmamanın yanı sıra, bu sözlerini, ancak kendi kavmi ile arasında cereyan eden bu söyleşiden sonra söylemiştir. Üçüncü sözünün böyle olduğu zaten gayet açıktır; çünkü Hazret-i İbrâhîm'in, Şam bölgesine hicret etmesinden sonra vaki olmuştur, ilk iki sözü de, putların kırılmasıyla ilgili olarak söylenmiştir. Ve gayet açık olarak bilinmektedir ki, aralarında cereyan eden bu söyleşi, işin başında vaki olmuştur. Hatalar, dünyada bağışlandığı halde hesap günü ile bağlantdı kılınmış, çünkü onun sonucu hesap günü belli olur. Bir de, bu ifâde, hesap gününü korkunç göstermekte ve bağışlanmadığı takdirde o gün cezanın vaki olacağına işaret etmektedir. 83"Rabbim! bana hükm (hikmet) ver ve beni sâlihlere dâhil eyle!" Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), kendi kavmine, yaratıldığı andan itibaren kıyamete kadar Allah (celle celâlühü) tarafından kendisine lütfedilen çeşitli nimetleri zikrettikten sonra bu nimetleri sağlama bağlamak ve fazlasını celb etmek için kendisini Allah'a yalvarış ve yakarışta bulunmaya sevk etmiştir. Hükm, hikmet anlamında olup Hakk'a halife, halka da reis olmak imkânını temin eden ikrn ile ameldeki kemâldir. Ve beni sâlihlere dâhil eyle!" Yani salâhta kök salmış ve büyük günahlardan da, küçük günahlardan da arınmış kâmiller zümresine dâhil olmak adaylığımı hazırlayan ilimlere, amellere ve melekelere beni muvaffak eyle! Yahut cennette beni de onlarla beraber kıl! Allah (celle celâlühü), Hazret-i İbrâhîm'in duasını kabul buyurdu. Nitekini şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz İbrâhîm, âhirette sâdilerdendir." 84"Sonra gelecekler içinde sadık lisan (iyilikle anılmayı) da bana nasip eyle!" Yani sonuçları kıyamete kadar devam edecek dünyada güzel bir şan-şöhret bana nasip eyle! İşte bundan dolayıdır ki, bütün ümmetler, Hazret-i İbrâhîm'i sevmekte ve onu övgüyle anmaktadır. Yahut benim neslimden; dinimin aslını yenileyecek ve insanları benim davet ettiğim tevhide davet edecek sadık bir zürriyet nasip eyle demektir ki, o da, Peygamberimizdir! İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz: "Ben, atam İbrâhîm'in davetiyim" buyurmuştur 85"Beni Naîm cennetinin vârislerinden kıl." Yani âhirette beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Bu verasetin mânâsı, Meryem sûresinde geçti. 86"Babamı da bağışla; çünkü o gerçekten sapmışlardandır." Yani babamı hidâyet ve imâna muvaffak eyle demektir. Nitekim "Çünkü o gerçekten sapmışlardandır" illet cümlesinden de bu mânâ anlaşdmaktadır. Yani babam, gerçekten hak yolundan sapmıştır. Bu konunun tahkiki, Meryem sûresinde ziyadesiyle anlatıldı. 87Bak. Âyet 88. 88"İnsanların dirilecekleri gün beni rezîl-rüsva etme!" O gün mal ve oğullar hiç bir fayda vermez." A- "insanların dirilecekleri gün beni rezîl-rüsva etme!" Yani taksiratımdan dolayı beni sorgulama. Yahut benim mertebemi bu Cennet vârislerinin bazılarının mertebesinden tenzü etme. Yahut bana azap eyleme! demektir. Çünkü Hazret-i İbrâhîm'in akıbeti meçhul idi ve azap edilmesi aklen caiz idi. Bütün bu izahlar, Hazret-i İbrâhîm'in alçak gönüllülük göstermesine bınâendir. Yahut babama azap eyleme! Yahut onu imâna muvaffak etmeyerek sapmışlara dâhil olarak onu haşr eyleme demektir. B- "O gün mal ve oğullar hîç bir fayda vermez. " Bu cümle, mezkûr günü izah etmekte olup o günün korkunçluğunu pekiştirmek için ve gelecek istisnaya da hazırlık için zikredilmiştir. Yani dünyada hayır ve iyilik yolunda harcanmış olsa bile mal ve şefaat için hazırlanmış sâlih olsalar bile oğullar, îman olmadıkça hiç kimseye bir fayda vermez. 89"Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler fayda bulur." Yani küfür ve nifak hastalığından temiz bir kalp ile Rabbinin huzuruna varanlar, yaptıkları iyiliklerden ve hayırlı evladından fayda bulurlar. Zira anılan iki şeyin faydası, îman şartına bağlıdır. Bu âyet, Hazret-i İbrâhîm'in, babası için mağfiret dilemesinin, imâna hidâyetinin talebi anlamında olduğunu teyid etmektedir. Çünkü babasının kâfir olarak ölmesinden sonra bağışlanmasını talep etmesi imkânsızdır. Kaldı ki, Hazret-i İbrâhîm, böyle bir duanın fayda vermeyeceğini pek âlâ bilmektedir. Çünkü bu duâ, şefaat kabilindendir. 90"O gün cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır." Yani kıyamet günü mahşerde cennet, küfür ve günahlardan sakınan kimselere o kadar yaklaştırılır ki. Cennet yaranları onu mahşer yerinden görürler ve ondaki çeşitli güzelliklere vâkıf olurlar da, oraya haşır edilecek olanların, kendileri olduklarına çok sevinirler. 91"Cehennem de, sapkınlara açılır." Yani Cehennem de, hak yoldan, îman ile takvadan sapanlara öyle açılır ki, onlar da, cehennemi ve ondaki korkunç manzaraları görürler ve oraya atılacaklarını ve ondan kurtulma imkânı bulamayacaklarını kesin olarak anlarlar. 92Bak. Âyet 93. 93"Sapkınlara: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede? Size yardım edebiliyorlar mı? Yahut kendi kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilecek." Yani o zaman sapkınlara denilecek ki: "Dünyada Allah'tan başka taptığınız ve mahşerde sizin için şefaatçi olacaklarını iddia ettiğiniz ilâhlarınız nerede? Onlar, size yardım edip azabı sizden savabiliyorlar mı? Yahut kendi kendilerine yardımları dokunup azabı kendi nefislerinden savabiliyorlar mı?" denilecek. Bu sual, tahkir ve iskât kabilinden olduğu için cevabı beklenmemektedir. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: 94Bak. Âyet 95. 95"Şimdi onlar, o sapkınlar ve İblis orduları, hep birden cehenneme tepe taklak atılırlar." Yani şimdi o ilâhları, onlara tapan sapkınlar ve onları saptıran, onlara vesvese veren ve içinde bulundukları putların ibadetini ve çeşidi küfür ve günahları kendilerine süslü gösteren şeytanları, dünyada azabın sebebinde birleştikleri gibi cehennemde de bir arada olmaları için, cehennemin dibinde yerlerini buluncaya kadar tepe taklak yuvarlanırlar. Diğer bir görüşe göre ise, İblisin orduları, insanlardan ve cinlerden ona uyan asilerdir. Ancak isabetli olan birinci görüştür. 96Bak. Âyet 97. 97"Orada onlar birbirleriyle çekişerek diyecekler ki: "Tallahi, biz hiç şüphesiz apaçık bir sapıklıktaynıışız. Çünkü biz sizi Âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk. Bizi ancak o günahkârlar saptırdı. Artik bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz. Ah keşke bizim için bir kerecik dünyaya dönüş olsa da, îman edenlerden olsak! " A- "Orada onlar birbirleriyle çekişerek diyecekler ki: "Tallahi, biz hiç şüphesiz apaçık bir sapıklıktaymışız." Yani o putlara tapanlar, mezkûr putlar ve İblisin ordusuyla beraber cehenneme atıldıktan sonra onlarla çekişerek, dalâlete batmak, hatalarını itiraf etmek, nedamet duyup kendi kendilerini ayıplamak konusunda, taptıkları pudara hitaben böyle diyeceklerdir. Bu izaha göre, Allah, o zaman, onların taptıkları putları tartışacak hale getirecek, yani onlara anlamak ve konuşmak kudretini verecektir. Onların, dalâletlerini apaçık olarak vasıflandırmaları, nedametlerini ve hayıflanmalarını doyasıya ifâde, etmek ve hak apaçık ortada iken, görüşlerinde ne kadar büyük hata işlediklerini beyan etmek içindir. Nitekim onlarin yemin biçimi (tallahi) de taaccüp ifâde etmektedir. B- "Çünkü biz sizi Âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk." Yani ey pudar! Biz gayet fahiş bir sapıklıktaymışız ki, siz, Alemlerin Rabbinin en zeki ve âciz mahlukları iken, ibadet Liyakatinde sizi, Alemlerin Rabbi ile eşit tutmuşuz. C- "Bizi ancak o günahkârlar saptırdı." Onlar, sapkın olduklarını itiraf ettikten sonra bu sözleriyle de onun sebebini beyan etmektedirler. Yani bizim düştüğümüz o fahiş dalâlet, ancak o günahkârların saptırmasiyla oldu. Günahkârlardan murat, kendilerini saptıran reisleri ve büyükleridir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey Rabbimiz! Biz gerçekten ulularımıza ve büyüklerimize uyduk da, onlar bizi yoldan saptırdılar." Süddî'den rivâyet olunduğuna göre, günahkârlardan murat, onlarin uydukları kimselerdir. Hangi mânâ olursa olsun, bu kelâm da, "Biz atalarımızı böyle yapar bulduk." diyenlere tarizden en büyük nasip vardır. Ibnı Cüreyç'ten rivâyet olunduğuna göre, bu günahkârlardan murat, İblis île Hazret-i Âdem'in katil olan oğludur. Çünkü katli ve çeşidi günahları ilk işleyen odur. D- "Artik bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz." Yani mü’minler için meleklerden ve peygamberlerden (aleyhisselâm) şefaatçiler var; ama bizim için ne şefaatçi var, ne de mü’minler için gördüğümüz yakın dost var. Yahut bizim şefaatçi ve dost saydıklarımızdan ne şefaatçi var, ne de yakın dost var. Bu, onların şefaatçi ve yakın dost saydıklarının, düşman olmalarından kinayedir. Nitekim "Allah fesadı sevmez âyetindeki sevginin olmayışı, öfkeden kinayedir. Bu âyette ifâde edilen hakikat, "Dostlar, o gün birbirlerinin düşmanıdır, ancak takva sahipleri müstesna." âyetinde beyan edilmiştir. Yahut biz, öyle bir helâk yerine düştük ki, bizi ondan ne şefaatçi, ne de dost kurtaramaz. Buna göre şefaatçi ve dostun olmayışı, onların eserlerinin olmayışı demektir. E- "Ah keşke bizim için bir kerecik dünyaya dönüş olsa da, îman edenlerden olsak! " Yahut eğer bizim için dünyaya bir kerecik dönüş olsa, biz şöyle şöyle hayırlar yapardık. Ancak "îman edenlerden olsak!" cümlesi, ikinci görüşe müsait değildir. Çünkü bu, temenni cevabı olup îmanlarının, bu dönüşe mutlaka terettüp ettiği noktasında kesin ifâdedir. 98Çünkü (ey putlar), sizi âlemlerin Rabbine denk tutuyorduk. 99Bizi ancak (kendilerine uyduğumuz bizden önceki) mücrimler sapıttı. 100Artık bizim için ne şefaatçılar var, 101Ne de yakın bir dost... 102Bari bizim için geriye bir dönüş olsaydı da mü'minlerden olsak.” 103"Bunda hiç şüphesiz büyük bir ders vardır; ama onların çoğu îman etmiş olmadılar." Yani Hazret-i İbrâhîm'in kıssasının içerdiği Mekke halkının içinde bulundukları put ibadetinin bâtıl olmasının beyan edilmesinde, puta tapanların akıbetinin açıklanmasında, yani kıyamet günü Naîm cennetlerinin mü’minlere yaklaştırıldığını, cehennemin de kendileri için açıldığını ve çeşidi azap ve cezaların kendilerini kuşattığını gördüklerinde puta tapanların, fahiş hatalarını itiraf edip îman fırsatını kaçırmalarının, buna hayıflanmalarının ve mü’minlerden olmak için tekrar dünyaya dönmeyi temenni etmelerinin anlatılmasında ifâde edilemeyecek kadar pek büyük bir ders vardır. Bu ders, bütün puta tapanlar için ve özelikle de Hazret-i İbrâhîm'in dininde olduklarını iddia eden Mekke halkı için, aynı azaba uğramak korkusuyla, içinde bulundukları bâtıl ibadetten tamamıyla sakınmalarını gerektirmektedir. Zira onların uğradıkları azabı gerektiren fiile iştirak etmeleri halinde aynı âkibet ve azaba duçar olacaklardır. Yahut ey Resûlüm! Sen bu konuda kimseden bir şey duymadan bu kıssayı aslına sadık olarak olduğu gibi onlara okuyup anlatmanda, Kur’ân'ın Allah tarafından inmiş vahiy olduğuna delâlet eden ve kesin olarak ona îmanı gerektiren büyük bir delil vardır. Fakat bu kıssayı kendilerine okuduğun insanların çoğu îman etmediler; aksine küfür ve dalâletlerinde ısrar ettiler. Bazı kimselerin vehmettikleri gibi, bunu, "Hazret-i İbrâhîm'in kavminin çoğu îman etmediler" şeklinde tefsir etmek ise, asla mümkün değildir; çünkü gayet açıkça bilinmektedir ki, Hazret-i İbrâhîm'den duydukları, onların azgınlıklarını ve küfrünü artırmaktan başka hiçbir şeye yaramamış ve nihayet onlar, Hazret-i İbrâhîm'e karşı yaptıkları o büyük cürüme cüret göstermişlerdir. O halde onlar hakkında nasıl "Onların çoğu îman etmediler" denilebilir! Ona ancak Lût iman etti ve sonunda Allah (celle celâlühü), onları kurtarıp Şam toprağına hicret etmelerini emir buyurdu. Bu konudaki kelâmın devamı, Hazret-i Mûsa'nın kıssasının sonunda geçti. 104"Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne azizdir, hâkimdir." Yani ey Resûlüm! Hiç şüphesiz senin Rabbin, kavminin cezasını da vermeye yegâne Kadirdir. Fakat geniş rahme tiyle onlara mühlet veriyor ki, onların veya nesillerinin bir kısmı îman etsinler. 105"Nûh kavmi de, peygamberleri yalan saydılar." Bir görüşe göre kavim, ümmet demektir. Onların peygamberleri yalanlamaları, ya bütün peygamberlerin, tevhit ve zamanlara, asırlara göre değişmeyen hak dinlerin temel hükümlerine göredir. Yahut peygamberlerden murat bir peygamberdir. Nitekim yalnız bir atı ve bir hırkası olan kimse hakkında: "Filan adam, hayvanlara biniyor ve hırkalar giyiyor" denilerek çoğul, tekil anlamında kullanılmaktadır. 106"Hani bir zamanlar kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" Bu zamandan murat, taraflar arasında olup bitenler sona erinceye kadar hâdiselerin cereyan ettiği uzun zamandır. Nasıl ki onların tekzibi de, Hazret-i Nuh'un ilk davetinden itibaren sonuna kadar onlardan sâdır olan tekziptir. Hazret-i Nuh'un onlara kardeşliği (din kardeşliği değil) nesep kardeşliğidir, Yani Hazret-i Nûh, onlara demişti ki: "Siz Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız ki, O'ndan başkasına da ibadet ediyorsunuz? 107"Ben gerçekten size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim." Yani ben, gerçekten Allah tarafından size gönderümiş ve aranızda da güvenirlikle meşhur olan bir elçiyim. 108"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin." Yani size yaptığım tebliğlerden sonra artık Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakinin ve tevhid ile Allah'a itaate ilişkin size verdiğim emirlere uyun. 109"Sizin hayrınıza yaptıklarıma karşı sîzden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir." Yani size yaptığım duâ ve öğüdere karşı sizden asla bir ücret istemiyorum. Benim yaptıklarımın ecrini verecek olan, ancak Alemlerin Rabbidir. 110"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Bu, Hazret-i Nuh'un hiçbir dünyevî menfaatte gözü olmamasının, bundan münezzeh olmasının gerektirdiği bir sonuçtur. Nasıl ki, bundan önce zikredilen aynı cümle de, onun güvenilirliğinin gerektirdiği sonuç ıdı. Bu cümlenin tekrar edilmesi, tekid için ve Allah'a karşı gelmekten sakınmayı ve O'na itaati gerektirmek hususunda her birinin müstakil olduğuna dikkat çekmek içindir. Şu halde her ikisi bir araya gelince, bu sonuçları nasıl gerektirmezler. 111"Onlar dediler ki: "Sana en aşağı tabaka tâbi olurken, biz sana îman eder miyiz hiç!" Yani içimizde mal ve itibar olarak en aşağı olan kimseler sana tâbi olurken, biz sana îman eder miyiz hiç! Bu insanların sana tâbi olmalarının hiçbir değeri olmaz; çünkü onların sağlam aklı ve isâbetli görüşü yoktur. Hazret-i Nûh'un kavmi, başka yerde zikredildiği gibi, bu sözleri önceleri söylemişlerdi. Bu sözleri, onların akıllarının son derece zayıf olmasından, gözlerinin yalnız dünyalıkları görmesinden, en şerefli olan dünyalığı fazla olan, en aşağı olan da dünyalıktan mahrum bulunan kimseler olduğu görüşüne sahip bulunmalarından, dünyalıkların Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değeri olmadığını ve gerçek nimetlerin âhiret nimederı olduğunu, en şereflinin, bunları kazanmış olan ve en aşağının da bunlardan mahrum kalan kimseler olduklarını bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. 112"Nûh dedi ki: "Onların yaptıkları hakkında bilgim yok." Bu kelâm, onların, sözleriyle işaret ettikleri, Hazret-i Nuh'a îman edenlerin tahkik ve basiret ile îman etmedikleri iddialarına cevaptır. Yani benim vazifem, zahire itibar etmek ve hükümleri zahire binâ etmektir; onların içyüzünü araştırmak ve kalplerini yarıp bakmak, benim işim değildir. 113"Onların hesapları ancak Rabbime aittir.! Şuurlansanız!" A- "Onların hesapları ancak Rabbime aittir! " Yani onların amellerinin muhasebesi, o amellerin zahirinin ve batının keyfiyetini değerlendirmek, ancak Rabbime aittir. Çünkü sırlara ve kalbin gizlediklerine muttali olan ancak kendisidir. B- "Şuurlansanız!" Yani eğer her hangi bir şeye şuur erdirseydiniz yahut şuurlu olsaydınız, bu açık hakikati mutlaka anlardınız. Fakat siz şuursuz olduğunuz için bu söylediklerinizi söylüyorsunuz. 114"Ben, îman edenleri kovacak değilim." Bu cümle, onların sözlerinin vehmettirdiği yoksul mü’minleri kovması talebine ve îmanlarını bu şarta bağlayıp tabileri olan yoksulları îmanlarına engel saymalarına cevaptır. 115"Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım" Bu cümle, bir illet ve sebep gibidir. Yani ister azizlerden olsunlar, ister zekilerden olsunlar, ben ancak bütün mükellefleri uyarmak ve onları küfür ve günahlardan alıkoymak için gönderilmiş bir peygamberim. O halde zenginlerin bana tâbi olmaları için yoksulları kovmak, benim için nasıl olabilir! Yahut bana düşen vazife, ancak açık hüccet ile sizi uyarmaktan ibarettir ve ben bunu yaptım. Bazılarınızı razı etmek için diğer bazılarınızı kovmak ise, benim işim değildir. 116"Dediler ki: "Ey Nûh! Sen eğer bu dediklerine son vermezsen, hiç şüphesiz taşlanmışlardan olacaksın." Yani Hazret-i Nuh'un kavmi, kendisine dediler ki: "Ey Nûh! sen eğer bu söylediklerinden vazgeçmezsen, hiç şüphesiz sövülenlerden, yahut taşla taşlanmış olanlardan olacaksın. Onlar, bunu en son aşamada söylemişlerdi. Allah, onları kahreylesin! 117"Nûh dedi ki: "Rabbim! Kavmim beni yalanladı." Yani Hazret-i Nûh dedi la: "Ey Rabbim! Bunca uzun zamanlardan beri kavmimi hak dine davet ettiğim halde sonunda onlar, beni yalanlamakta ittifak ettiler, küfürlerinde ısrar ettiler ve benim davetim, ancak onların benden daha fazla kaçmasını sağladı. Nitekim bundan sonraki duasından bu mânâ anlaşılmaktadır. 118"Artık benimle onların arasında hakkıyla hükmet. Beni de, beraberimdeki mü’minleri de kurtar." Yani benimle onlar arasında her ikimizin müstahak olduğu şeye hükmet ve beni de, beraberimdeki mü’minleri de onların suikastından yahut kötü işlerinin uğursuzluğundan kurtar. Hazret-i Nûhün bu duası, Nûh sûresinde tafsilatlı olarak zikredilen duasının icmâk olarak anlatımıdır. 119"Bunun üzerine biz, onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde kurtardık." 120"Sonra da geri kalanları suda boğduk." Yani Hazret-i Nûhün duası üzerine biz, kendisini ve beraberindeki mü’minleri, o kendileri ve ihtiyaçları olan şeylerle dolu olan geminin içinde kurtardik ve onların kurtarılmasından sonra da geri kalan o kâfirlerin hepsini tufan suyunda boğduk. 121"Hiç şüphesiz bunda büyük bir ders vardır; fakat onların çoğu îman etmiş olmadılar." 122"Ey Resûlüm! Hiç şüphesiz senin Rabbin, yegâne azizdir, rahimdir." Bu iki âyetin tefsiri daha önce geçti. Ancak burada "Onların çoğu" ifâdesini, Hazret-i Nûhün kavmine hamletmek, isabet hususunda öncekinden daha da uzaktır. 123"Âd Kavmi de, peygamberleri yalanlamıştı." 124"Hani bir zamanlar kardeşleri Hûd, onlara şöyle demişti; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" 125"Gerçekten ben sizin için gönderilmiş bir elçiyim." 126"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin." 127"Sizin hayrınıza yaptıklarım karşılığında sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbidir." Onların tekzibinden ve vaki olduğu zamandan neyin murat olduğuna ilişkin izahat, Nûh kıssasının başında geçti. Yani siz niçin Allah’a karşı gelmekten sakınmıyorsunuz da, o yaptıklarınızı yapıyorsunuz? Bu âyetlerin tefsiri daha önce geçti. Kıssanın başında bu âyetlerin zikredilmesi, şu hakikatlere dikkat çekmek içindir: peygamberlerin gönderilmesinin temel gayesi, insanları ilâhî mükâfatlara yaklaştıran ve azaptan uzaklaştıran hakkın marifetine ve itaatine davet etmektir. Ve peygamberlerin şeriatlerinde, zamanlara göre ve asırlara göre değişen bazı feri hükümlerde farklılıklar varsa da, bütün peygamberler, bu gibi temel hükümlerde ittifak içindedirler. Ve peygamberler, dünyevî arzulardan ve amaçlardan tamamen münezzeh bulunuyorlar. 128"Siz, her yüksek yerde bir alâmet (koca bir yapı) kurup eğleniyor musunuz?" Yani siz, yolculara yol işareti olarak, her yüksek yerde boş yere bir alâmet mi dikiyorsunuz? Zira onlar, yolculuklarında yıldızlarla yollarını buluyorlardı; bundan dolayı da bu kabil işaretlere ihtiyaçları yoktu. Yahut siz, her yüksek yere. Hamam burçları mı yahut gelip geçenlerle eğlenmek için içinde toplanmak için yapdar mı, yahut iftihar edecek yüksek saraylar mı yapıyorsunuz? 129"Dünyada temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?" Yani sanki dünyada temelli kalacakmıssınız gibi, (âhiret işlerini tamamen ihmal ederek) su barajları, yahut muhkem saraylar ve kaleler mi binâ ediyorsunuz? 130"Yakaladığınız zaman zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?" yani siz, birini yakalayıp kamçı veya kılıçla vurduğunuz zaman, zorbalar gibi acımasız olarak, hiç merhamet etmeden, terbiye amacını gütmeden ve akıbeti de hiç düşünmeden mi davranıyorsunuz. 131"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Yani Allah'tan korkun ve bu fiilleri terk edin ve sizi davet ettiğim konularda bana itaat edin; zira bu, sizin için daha faydalıdır. 132"Bildiğiniz şeylerle size yardım eden Allah'a karşı gelmekten sakının." Yani bildiğiniz çeşitli nimetler ve sınıf, sınıf iyiliklerle size yardım eden Allah'a (celle celâlühü) karşı gelmekten sakının. 133Bak. Âyet 134. 134"O, size mal-davar, oğullar, bahçeler ve pınarlar ile yardım etmiştir." Allah'ın Onlara bahşettiği nimetler bundan önce icmali olarak zikredildikten sonra burada, o nimetler tafsilatlı olarak anlatılmıştır; çünkü icmalden sonra tafsil ve iphamdan sonra tefsir, ziyadesiyle takrir ifâde etmektedir. 135"Kadar ben, sizin hakkınızda pek büyük bir günün azabından endişe ederim." Yani bu nimetlerin şükrünü eda etmediğiniz takdirde gerçekten ben sizin hakkınızda hem dünyada, hem de âhirette pek büyük bir azaptan endişe ederim. Çünkü nimete şükretmek, nimetin artmasını mucip olduğu gibi, ona nankörlük etmek de, azabı gerektirmektedir. Nitekim Allah buyurur ki: "Yemin olsun ki, eğer nimetime şükrederseniz, nimetimi size arttırırım; ama nankörlük ederseniz, bilin ki, benim azabım gerçekten çetindir." 136"Onlar dediler ki: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da, bizce birdir." Yani sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da, biz kendi inancımızdan asla vazgeçmeyeceğiz. İkinci şıkkın mukabilinden farklı kılınması (öğüt vermesen de, denilmeyip öğüt verenlerden olmasan da, denilmesi), onun öğüdüne önem verilmediğini mübalağalı (kuvvetli) olarak ifâde edilmesi içindir. Yani sen öğüt versen de, öğüt erilinden ve bilfiil öğüt verenlerden hiç olmasan da bizim dinî inancımız hiç değişmez. 137"Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir." Yani senin bize getirdiğin, eskilerin uydurup yazdıklarından başka bir şey değildir. Yahut bizim mensubu olduğumuz din, eskilerin ahlâkından ve geleneğinden başka bir şey değildir. Biz de onlara uyuyoruz. Yahut bizim hayat ve ölüm anlayışımız, eski bir gelenek olup insanlar hep bu anlayışta olmuşlardır. Âyetin metninde geçen "Huluk" kelimesi, "Halk" olarak da okunmuştur. Buna göre, bu, eskilerin ihtilafından başka bir şey değildir, demektir. Tıpkı: "Bu, eskilerin masallarıdır" dedikleri gibi. Yahut bizim yaratılışımız da, eskilerin yaratılışı gibidir; biz de onlar gibi yaşayacağız ve onlar gibi öleceğiz; ölümden sonra ne dirilme var, ne de hesap var demektir. 138"Biz azaba uğratılacak da değiliz." Yani biz yaptıklarımızdan dolayı azaba da uğratılacak değiliz. 139"İşte böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini yokediverdik. Hiç şüphesiz bunda büyük bir ders vardır. Fakat onların çoğu îman etmiş değildir." 140"Ey Resûlüm! Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne azizdir, rahîm) dir." Yani onlar, peygamberlerini yalanlamalarında ısrar ettiler. Biz de bunun sebebiyle onları soğuk bir rüzgârla helâk ettik. 141"Semûd kavmî, kendilerine gönderilmiş peygamberleri yalanlamıştır." 142"ilanı bir zamanlar kardeşleri sâlih onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" 143"Gerçekten ben sizin için gönderilmiş güvenli bir peygamberim." 144"Artık Allah'a karşı gelmekten salcının ve bana itaat edin." 145"Ben buna karşı sizden hiçbir ücret de istemiyorum. Benim ecrim ancak Âlemlerin Rabbine aittir." 146Bak. Âyet 147. 147"Siz, burada, Cennet gibi bahçelerde, pınar başlarında, ekin tarlalarında ve salkımları sarkmış (veya meyveleri hoş, yumuşak) hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız hiç?!" 148Ekinlerin ve meyvası yumuşak, hoş hurma ağaçlarının içinde... 149"Sevinç içinde (veya ustaca) dağlardan evler oymaktasınız." 150"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." 151Bak. Âyet 152. 152"Yeryüzünde bozgunculuk yapıp insanlara dirlik, düzenlik vermeyen aşırıların emrine uymayın." 153"Kavmi dediler ki: "Sen, ancak iyice büyülenmişlerdensin." Yani sen, ancak delirecek kadar büyülenmişlerdensin. Yahut sen de, ancak Sehr / akciğer sahiplerindensin, yani insanlardansın. Buna göre, bundan sonraki âyet, bunun tekididir. 154"Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer sözlerinde doğruculardan isen, haydi bize bir mucize getir, " Yani eğer sen peygamberlik davasında doğruculardan, isen... 155"Hûd dedi ki: "İşte mucize bu dişi devedir: onun bir su içme hakkı vardır; belli bir gün içme hakkı da sizindir." Yani Allah Hazret-i Hûdün duası üzerine o dişi deveyi bir kayadan çıkardıktan sonra kavmine böyle dedi. Nitekim bunun tafsilatı A'raf sûresi ile Hûd sûresinde geçti. Yani siz, sizin için tayin edilmiş su içme nöbetinize kanaat getirin devenin, su içme hakkına tecavüz etmeyin. 156"Ona kötülükle ilişmeyin; yoksa pek büyük bir günün azabı sizi yakalayiverir." Günün, pek büyük vasfıyla vasıfiandırılmasi, o gün vuku bulacak hâdiseler itibanyladır. Korkunçluğu ifâde etmek için bu vasıflandırma, azabın pek büyük olmakla vasıflandırılmasından daha büyük anlam ifâde etmektedir. 157"Buna rağmen onlar, deveyi kestiler, ama hemen pişman oldular." Deveyi kesme fiili, onların hepsine isnâd edilmiş, çünkü onu kesen, hepsinin görüşüyle onu kesmişti. İşte bundan dolayıdır ki, bu yüzden gelen azap, hepsini kapsamıştı. Onlar, o deveyi kestikten hemen sonra da, tevbe olarak değil, azap korkusundan yaptıklarına pişman olmuşlardı. Yahut onlar, azabın işaretlerim görünce pişman olmuşlardı, işte bundan dolayı tevbe olarak da olsa, pişmanlıkları, kendilerine fayda vermemişti. 158"Bunun üzerine azap onları yakalayiverdî. Hiç şüphesiz bunda büyük bir ders vardır. Ama onların çoğu îman etmiş değildi." 159"Ey Resûlüm! Hiç şüphesiz senin Rabbin, yegâne azîz'dir, rahîm'dir." Denilmiştir ki, bu makamda onların çoğunun îman etmediklerinin belirtilmiş olması, işaret ediyor ki, eğer onların çoğu veya bir kısmı îman etmiş olsaydı, o azaba uğratilmazlardı. Ve Kureyşin böyle bir azaba uğratılmamalan, onların içinden îman edenlerin bereketiyle olmuştar. Ancak malûmun olduğu üzere, çoğu îman etmemekle meşhur olan kavim Kureyştir. 160"Lût kavmi, kendilerine gönderilmiş peygamberleri yalan saymıştır." 161"Kardeşleri Lût onlara demişti ki; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" 162"Ben, gerçekten size gönderilmiş güvenli bir elçiyim." 163"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin." 164"Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim, ecrimi verecek olan, ancak Alemlerin Rabbidir 165Bak. Âyet 166. 166"Rabhinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, âlemler içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Hayır! Siz sınırı aşan bir kavimsiniz 167"Onlar şöyle dediler: "Ey Lût! Bu dediklerine son vermezsen, hiç şüphesiz yurdundan çıkarılmışlardan olacaksın." 168"Lût dedi ki: "Kadar ben, sizin bu işinize öfkelenenlerdenim." 169"Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yapmakta olduklarının vebalinden kurtar." 170"Bunun üzerine biz, Lût ve bütün taraftarlarını kurtardık." 171"Ancak bir kocakan müstesna; o, geride kalanlar arasında kaldı." 172"Sonra diğerlerini yerle bir ettik." 173"Üzerlerine yağmur yağdırdıkça yağdırdık. Uyarılanların (buna rağmen yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü 174"Hiç şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır; fakat onların çoğu îman etmiş olmadılar." 175"Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne azîz'dir, rahîm'dir." 176"Eyke halkı, kendilerine gönderilmiş peygamberleri yalanlamışlardır." Eyke, sözlük olarak, yumuşak ağaçların bittiği meşelik demektir. Diğer bir görüşe göre ise, eyke, dallan birbirlerine dolanan ağaçtır. Ve onların ağaçlan da sedir ağaçlan idi. Özel isim olarak eyke, Medyen'e yakın meşelik bir bölge olup kıssaya konu olan bir kavmin yerleşim alanıdır. Bu kelime Leyke olarak da okunmuş ve o kavmin memleketinin adıdır, denilmiştir. Eyke halkı, Hazret-i Şuayb'ın Peygamber olarak gönderildiği kavimlerdendi. Hazret-i Şuayb, bu kavimden olmayıp onların yabancısı idi. İşte bundan dolayı daha önceki zikredilen peygamberler gibi, "Kardeşleri Şuayb onlara şöyle demişti" denilmemiş, şöyle denilmiştir; 177"Hanî bir zamanlar Şuayb onlara şöyle demişti: "Siz, Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" 178"Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim." 179"Artık Allah'a karşı, gelmekten sakının ve bana itaat edin." 180"Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbidir." 181"Ölçüyü tastamam yapın; hakları eksik verenlerden olmayın." 182"Doğru terazi ile tartın." 183"İnsanların haklarını hiç kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karşılıklı çıkarmayın." A- "İnsanların haklarını hiç kısmayın. " Yani insanların hangi hakları olursa olsun, ondan en az bir şeyi kısmayın. Bu insanlar, bazı haksız muamelelere, iyice dalmış olmalarından dolayı, özellikle o günahlar zikredildikten ve tahsisten sonra tamim kabilinden bu âyet zikredilmiştir. B- "Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karşılıklı çıkarmayın." Yani yeryüzünde katil, yağmacılık ve yol kesicilik gibi. Bozgunculuklar yaparak karışıklık çıkarmayın. 184"Sizleri ve önceki nesilleri yaratan Allah'tan korkun." 185"Onlar dediler ki: "Sen ancak iyice büyülenmişlerden birisin." 186"Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Biz hiç şüphesiz seni ancak yalancılardan biri sanıyoruz." A- "Sen de ancak bizim gibi bir insansın." Onlarin bu iki cümleyi birbirine atfen zikretmeleri, tekzibin daha kuvvetli bir ifâdesi olarak, büyülenmiş olmanın ve insan olmanın her birinin kendi başına peygamberliğe ters düştüğünü ifâde etmek içindir. B- "Biz hiç şüphesiz seni ancak yalancılardan biri sanıyoruz." Yani biz hiç şüphesiz seni iddia ettiğin peygamberlik davasında yalancılardan bir sanıyoruz. 187"Eğer sen doğruculardan isen, haydi, üzerimize gökten bir parça düşür." Burada gökten murat, bulutlardır yahut onları gölgeleyen çatıdır. Öyle sanılıyor ki, onların bu sözleri, Hazret-i Şuayb'in, Allah’tan korkmak emriyle zımnen bildirdiği tehdide cevaptır. Onların bunu talep etmeleri, inkâr ve tekzipteki kararlılıklarını ifâde etmek içindir. Yoksa bunu talep etmek değil, akıllarından bile geçirmezlerdi. 188"Şuayb dedi ki: "Rabbim, yapmakta olduklarınızı en iyi bilendir." Yani Hazret-i Şuayb dedi ki: "Rabbim, küfür ve günahlardan yapmakta olduklarınızı ve onlarin sebebiyle müstahak olduğunuz azabı en iyi bilendir, O, sonra kendisine takdir edilen vakitte mutlaka o azabı indirecektir. 189"En son Şuayb'ı yalanladılar. Bunun üzerine o gölge gününün azabı kendilerini yakalayıverdî." Yani onlar, tekziplerinde direnip ısrar ettiler. Bunun üzerine onların istediği şekilde gölge gününün azabı onlari yakalayiverdi. Eğer onlar, "üzerimize gökten bir parça düşür" sözlerinde gökten bulutları kastetmişlerse, gölge günü azabının mânâsı açıktır. Eğer ondan gölge yapan çatıyı kastetmişlerse, azap, o cihetten indiği için böyle denilmiştir. Âyetin metninde azap kelimesinin, kendisine değil, onun gününe izafe edilmesi, bize bildiriyor ki, o gün o azaptan başka bir azap daha vardır. Şöyle ki, Allah, onlara yedi gün, yedi gece öyle şiddetli bir sıcak musallat buyurdu ki, ne rutubet, ne su, ne de yer altındaki barınakların ona faydası olmuyordu, işte bundan dolayı onlar, çöle çıkmak zorunda kaldılar. Orada serinlik ve hoş bir esinti veren bir bulut onları gölgeledi. Böylece hepsi onun gölgesinde toplandıktan sonra o buluttan üzerlerine ateş yağdı da, hepsi yandılar. Rivâyet olunuyor ki, Şuayb (aleyhisselâm), iki ümmete gönderilmiştir: Medyen halkına, Eyke halkına. Medyen halkı, korkunç bir ses ve zelzele ile Eyke halkı da, gölge gününün azabiyla helâk edildüer. O azap, gerçekten pek büyük bir gününün azabı idi yani o gün vaki olan felaket ve büyük hâdisenin şiddeti, korkunçluğu ve fecaati pek büyük idi. 190"Hiç şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır, fakat onların çoğu îman etmiş olmadılar." 191"Hiç şüphesiz senin Rabbin yegâne Aziz'dir, Rahîm'dir." Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin müslüman olması için gösterdiği hırstan vazgeçirmek, onların müslüman olmalarından umudunu kesmek, Müslüman olmamalarına olan hayıflanmasını önlemek için kendisine vahiy edilen yedi kıssa burada sona ermektedir. Bu kıssaların zikredilmesi, bu sûre-i kerîmenin başında zikredilen "Onlara, Rahman olan Allah'tan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler. İşte onlar onu yalan saymışlardır. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir." âyetlerinin meflıûmunu tahkik etmek içindir. Zira bu kıssaların her biri, nüzulü yenilenen müstakil öğütler olup Allah'ın (celle celâlühü) geniş rahmetinin gereği olarak O'nun tarafından kendilerine gelmiştir. Ancak Onlar, bu kıssaları peyderpey tafsilatarıyla dinledikten sonra da çokları îman etmiş olmadılar. Onlar, bu kıssaları tefekkür etmedikleri ve her birinde bulunan o imâna davet eden ve küfür ile azgınlıktan men' eden öğütlerden ibret almadıkları gibi, bu kıssaları aslına uygun olarak olduğu gibi anlatan âyet-i kerîmelerin yüce şanlarını da düşünmediler. Halbuki onlar, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kıssaları hiç kimseden asla dinlemediğini de biliyorlardı. Ve onlar, kendilerini men eden hiçbir şeyi hiç dinlememiş gibi içinde bulundukları küfür ve dalâletlerini sürdürdüler. Nitekim Hazret-i Mûsâ kıssasının sonunda tahkik edildi. 192"Hiç şüphesiz ki, Kur’ân, âlemlerin rabbinin indirmesidir." Yani hikâye edden kıssaları ifâde eden âyet-i Kerîmeler, yahut bu âyetleri de içeren Kur’ân-ı Kerîm, hiç şüphesiz Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Kur’ân'ın bu şekilde vasıflandırılması, kastedilen hakikati ziyadesiyle ifâde etmek, içindir. Allah'ın (celle celâlühü), âlemlerin Rabbi olarak vasıflandırılması, Kur’ân'ın indirilmesinin, bütün âlemlerin terbiyesi ve Allah'ın âlemlere olan merhametinin hükümlerinden olduğunu bildirmek içindir. Nitekim diğer bir âyette şöyle denilmektedir: "Ey Resûlüm! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." 193Bak. Âyet 194. 194"Ey Resûlüm! Senin, uyarıcılardan olman, için Kur’ân'ı apaçık Arapça lisanıyla kalbine Ruhu'l Enim indirmiştir." Cebrâîl ilâhî vahyin emini ve onu peygamberlere ulaştıran vasıta olduğu için, kendisine "Ruhu'l Emin" denilmektedir. Burada kalpten murat, ruhtur. Eğer bedenin bir uzvu olan kalp kastedilirse, onun zikre tahsis edilmesi, aralarında bağlantı olduğundan dolayı, bütün ruhanî mânâların önce ruha indiği, sonra ondan kalbe intikal, ettiği içindir. Sonra mânâlar dimağa yükselir ve mütehayyile levhasında şekillenir. Yani içindeki korkunç cezalarla insanları uyarman için Kur’ân-ı Kerîmi Cebrâîl vasıtasıyla senin kalbine mânâ ve mefhûmu gayet açık Arapça lisaniyla indirmiştir ki, onların her hangi bir mazereti kalmasın. Bu kelâmda mevcut ifâdelerin tercih edilmesi delâlet ediyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, peygamberlik liyakatiyle meşhur olan uyarıcı büyük peygamberler zümresine dâhildir ve uyarısı yapılan azap, muhakkak vaki olacaktır. Âyetin (Arapça) metninde, Kur’ân'ın, Arapça lisanıyla olmasının, sonra zikredilmiş olması, uyarmaya fazla önem verildiği içindir. Bir de, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), mezkûr uyarıcı peygamberler zümresinden olması dayanağının, sırf Kur’ân'ın kendisine indirilmesi olduğuna işaret etmek içindir; yoksa Arapça lisanıyla indirilmiş olması değildir. Âyetteki "Arapça lisanıyla" kaydını, "İndirmiştir" fiiliyle bağlantılıdır. Cumhûr âlimlerin caiz gördükleri gibi, onu "Uyarıcılardan olman için" ifadesiyle bağlantılı saymak, Kur’ân'ı indirmenin gayesinin, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece, Hûd, Sâlih ve Şuayb (aleyhisselâm) Peygamberler gibi, Arapça lisanıyla uyaranlardan olması lazım gelir ki, bunun isabetsiz olduğu gayet açıktır. Bunun aksi nasıl olabilir ki, uyarı konusunda en büyük bela, Hazret-i Nûh ile Mûsa'nın (aleyhisselâm) uyarılarıdır ve müşriklerin kalbine en büyük tesiri yapan en şiddetli müeyyide, Hazret-i İbrâhîm'in uyarışıdır. Zira o müşrikler, Hazret-i İbrâhîm'in dininden olduklarını iddia ediyorlardı. 195Açık bir Arab dili ile... 196"Hiç şüphe yok ki Kur’ân, öncekilerin kitaplarında da vardır." Yani hiç şüphe yok ki, Kur’ân'ın bahsi (zikri), yahut mânâsı önceki kutsal kitaplarda da mevcuttur. Zira Kur’ân'ın, tevhit ve Allah'ın zâtı ve sıfatlan hakkındaki diğer bilgileri gibi, asırların değişmesiyle nesih ve tebdil kabul etmeyen hükümleri eski kutsal kitaplarda da yazılıdır. Keza, Kur’ân'ın içerdiği öğütler ve kıssalar da öyledir. Diğer bir görüşe göre ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), öncekilerin kitaplarında da vardır, demektir. Ancak bu görüş açık değildir. 197"İsrâiloğullarının bilginlerinin de Kur’ân'ı bilmesi, kâfirler için yeterli bir delil değil midir?" Yani o kâfirler. Isrâiloğulları âlimlerinin de Kur’ân hakkında bilgi sahibi olmalanndan gafil mi kalddar? Bu da, Kur’ân'ın Âlemlerin Rabbi katından indirilmiş olduğuna ve öncekilerin kitaplarında da ondan söz edildiğine delâlet eden ye terk bir delil değil midir? 198Bak. Âyet 199. 199"Eğer biz, Kur’âni Arapça bilmeyen birine indirseydik de, o da onu kâfirlere okusaydı, yine ona îman edecek değillerdi." Yani eğer biz, Kur’ân'ı bu hârika ve mucize nazmiyla, Arapça konuşmasını bilmeyen bir yabancıya (Arap olmayana) indirseydik ve o da Kur’ân'ı harikulade bir doğru okuyuşla kâfirlere okusaydı, okuma güzelliği ile metin icazı bir araya geldiği halde, yine ona îman edecek değillerdi. Zira onların aşın inadı ve kibirdeki şiddetli serkeşlikleri îmanlarına engel olurdu. Diğer bir görüşe göre ise, yani eğer biz, Kur’ân'ı Arap olmayan birine onun lisanıyla indirseydik de, o da onu kâfirlere okusaydı, ona îman edecek değillerdi; çünkü Kur’ân'ı anlamazlardı ve yabancıya tâbi olmaktan kaçınırlardı. Ancak bu görüş isabetli değildir; çünkü bu görüş, o kâfirlerin kibir ve inatta aşın gittiklerini beyan etmek makamına münasebetli olmaktan çok uzaktır. 200Bak. Âyet 201. 201"İşte biz, Kur’ân'ı günahkârların kalbine böylece sokmuş uzdur. Onlar acıklı azabı görmedikçe ona îman etmezler." Yani işte biz, Kur’ân'ı mezkûr hârika metot ile günahkârların kalbine sokmuşuzdur; onlar, Kur’ân'ın mânâlarını, fesahatini ve gerek nazım bakımından, gerekse bilinmeyenleri haber vermek bakımından beşer gücünün dışında olduğunu anlamışlardır, ilâve olarak da, kendisinden önce nazil olmuş olan kutsal kitapların mensuplarının âlimleri, ittifakla kabul ediyorlar ki, eski kutsal kitaplar, Kur’ân'ın indirileceğini ve indirileceği Peygamberin gönderileceğini vasıflarıyla müjdelemektedir. İşte onlar, îman etmelerini gerektiren bu gibi hususlardan hiç etkilenmiyorlar ve o acıklı azabı görmedikçe ona îman etmezler. O acıklı azap, kendilerini imâna icbar edecek; fakat o zaman îmanın bir faydası olmayacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, yani biz, Kur’âni inkâr ve tekzip halini ve vasfını onların kalbine sokmuşuzdur; onlar, acıklı azabı görmedikçe ona îman etmezler. Ancak birinci görüş, bu makama daha münasiptir. Çünkü bu makam, birbirlerini destekleyen bunca îman delilleri, hidâyet ve irşad unsurları mevcut olduğu halde ve onların mazeretleri de tamamen kesüdiği halde son derece kibir ve inat gösterdiklerini beyan etmek makamıdır. Bu âyetin tefsiri hakkında İbn Abbâs ve Hasen ve Mücâhid'den naklolunduğuna göre şöyle demişlerdir: "Yani şirki ve tekzibi günahkârların kalbine sokmuşuzdur." 202"İşte o azap, onlara, kendileri farkında olmadan ansızın geliverecektir." 203"O zaman diyecekler ki: "Bize mühlet verilir mi acaba?" Yani onlar o acıklı azabı gördüklerinde, kaçırdıkları imâna hayıflanarak Ve taksiratlarım telafi etmek için kendderine mühlet: verileceğini temenni ederek böyle diyeceklerdir. 204"Onlar yine de azbımızı mı acele istiyorlar?" Yani onlar, "Haydi, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azap getir.", "Haydi, bize vaad ettiğin azabı getir..." ve benzeri sözleriyle azabımızı mı acele istiyorlar? Ve fakat azap indiği zaman da onlar, belirtildiği gibi mühlet talep ediyorlar. 205Bak. Âyet 206. 206"Ey Resûlüm! imdi gördün mü? Eğer biz onları yıllarca yaşatıp faydalandırsak, sonra tehdit edilmekte oldukları azap onlara gelse!" 207"Faydalandırıldıktan nimetlerden hangisi onlara fayda verecektir?" (Faydalandırıldıktan nimetler onlara hiç fayda vermeyecektir). Görmek, bir şeyi haber vermenin en kuvvefk ve meşhur sebeplerinden olduğu için, "gördün mü" ifâdesinin, "Bana haber verir misin?" kullanılması yaygınlaşmıştır. Bu hitap, her kim olursa olsun, buna muhatap olabilen herkes için geçerlidir. Yani ey Resûlüm! Bana söyler misin? Eğer biz, onların ömürlerini uzatarak uzun yıllar kendilerini güzel bir hayat de yaşatsak, sonra tehdit edilmekte oldukları azap onlara gelse, o uzun zaman yaşadıkları dünya nimetlerinden hangisi, yahut hangi fayda onlara fayda verecektir? Diğer bir görüşe göre ise, yani o uzun ve güzel dünyevî yaşamları, azabın önlenmesinde kendilerine bir fayda vermeyecektir. Ancak birinci görüş, daha kuvvetlidir. Çünkü bu görüş, haber sorma şekline daha uygundur ve mezkûr faydanın olmayacağına daha mükemmel ve kuvvetli delâlet etmektedir. Sanki bu hitaba muhatap olabilen herkes. Onların dünya hayatından güzel bir şekilde faydalandırılmalarının, kendilerine ne fayda verdiğini haber vermekle mükellef kıünmış ve hiç kimse, bundan haber vermeye asla muktedir olamamıştır. Bu kelâm, onların "Bize mühlet verilir mi acaba?" sözlerine terettüp etmektedir. Bu iki kelâm arasındaki cümleler, bir ara kelâm mahiyetinde olup kınama ve susturma anlamındadır. 208Bak. Âyet 209. 209"Biz, hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan helâk etmemişizdir. Zaten biz zâlimler değiliz." A- "Biz, hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere uyarıcıları olmadan helâk etmemişizdir." Yani helâk edilen bütün memleketlerin uyarıcıları vardı ve hüccetle ilzam edilmeleri için kendilerini, öğütlerle uyarmışlardır. B- "Zaten biz zâlimler değiliz." Yani biz, zâlimler değiliz ki, zâlim olmayanları helâk edelim. Bir görüşe göre, yerinde beyan edildiği üzere, ehl-i sünnet itikadına göre, onlar uyarılmadan Allah tarafından helâk edilmeleri de asla zulüm olmadığı halde, helâk edilen memleketlere uyarıcıların gönderildiğinin ve onlara zâlimlik edilmediğinin belirtilmesi, Al-i İmran sûresinin 182. Âyetinin tefsirinde anlatıldığı gibi, bunu, Allah'tan (celle celâlühü) sâdır olması imkânsız olan bir şey olarak tasvir etmek suretiyle, Allah'ın bundan son derece münezzeh olduğunu beyan etmek içindir. 210"Kur’ân'ı şeytanlar indirmiş değildir." Bundan önce Kur’ân'ın, Hazret-i Cebrâîl (aleyhisselâm) tarafından indirildiği beyan etmek suretiyle hak, tahkik edildikten sonra bu kelâm da, kâfirlerin, Kur’ân hakkında, onun, şeytanın kâhinlerin aklına getirdiği şeyler kabilinden olduğu şeklindeki iddialarını reddetmektedir. 211"Bu, onlara düşmez; hem buna güçleri de yetmez." Yani Kur’ân'ı indirmek, şeytanlara düşen bir ış değil ve zaten buna güçleri de asla yetmez. 212"Hiç şüphe yok ki, şeytanlar, vahyi işitmekten büsbütün uzaklaştırılmışlardır." Yani hiç şüphesiz şeytanlar, meleklerin sözlerini işitmekten tamamen uzaklaştırılmışlardır; çünkü zâtların safiyetinde, hakkın nurlarının feyizlerini kabul ve rabbani ilimler ile nuranı marifetlerin şekillenme istidadında şeytanlar ile melekler arasında bir ortaklık, benzerlik yoktur. Bunun aksi nasıl olabilir ki, şeytanların nefisleri, habistir; (nuranî değil) zulmanîdır; bizzat şerirdir ve hiç hayrı olmayan çeşidi serlerin kabulünden başka hiçbir istidadı yoktur. O halde şeytanlar, ancak meleklerden telakkisi mümkün olan o üstün ve gaybî hakikatleri içeren Kur’ân-ı Kerîm etrafında dolaşma imkânı nasıl olabilir?! 213"Ey Resûlüm! O halde sakın, Allah ile beraber başka ilaha kulluk edip yalvarma, sonra azaba uğramışlardan olursun." Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde hitap edilmesi, heyecanına heyecan katmak, ihlâsını daha da kuvvetlendirmeye teşvik etmek ve diğer mükelleflere lutufta bulunmak içindir. Zira bu kelâm, netice itibarıyla beyan ediyor ki, Allah'a ortak koşmak, o kadar çirkin ve kötü bir şeydir ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bile sâdır olması mümkün olmayan bu durumdan men' edilmiştir. O halde başkası bundan nasıl men' edilmesin?! 214"Önce en yakın akrabalarını uyar." Yani başkalarından önce en yakın akrabalarını, şirkin ve günahların gerektirdiği azap ile uyar; sonra sırasıyla yakın olanları uyar. Zira yakın akrabalarla ilgilenmek daha mühimdir. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet nazil olunca Peygamberimiz Safâ tepesine çıktı ve Kureyş'i kol, kol çağırdı. Nihayet hepsi toplanınca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); onlara dedi ki: "Ben size, şu dağın eteğinde düşman süvarileri var, desem, bana inanır mısınız?" onlar da: "Evet, inanırız" dediler. Peygamberimiz, buyurdu ki: "İşte ben size gerçekten bir uyarıcıyım; önümde şiddetli bir azap vardır." Yine Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Abdulmuttalib Oğulları! Ey Haşîm Oğulları! Ey Abd-i Menaf oğulları! Sız kendi nefsinizin fidyesini vererek onu ateşten koruyun; çünkü gerçekten benim size bir faydam olmaz." Sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Bekir'in kızı Âişe! Ey Ömer'in kızı Hafsa! Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Ey Muhammed'in halası Safiyye! Siz kendi nefislerinizi ateşten satın alın! Çünkü gerçekten benim size bir faydam olmaz." 215"Sana uyan mü’minlere kanadını indir." Yani onlara büyük şefkat göster. Bu mü’minlerden murat, ya bütün mü’minlerdir yahut îman etmek üzere olanlardır yahut da yalnız diliyle tasdik edenlerdir. 216"Eğer sana karşı gelirlerse, o zaman de ki: "Ben sizin yapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağım." 217"Sen o yegâne Aziz ve rahim olan Allah'a tevekkül et." Yani eğer sana uymayip karşi gelirlerse, o takdirde sen de ki: "Sizin yapmakta olduklarınızda, sizin amellerinizden ben gerçekten uzağım. " Ve düşmanlarını kâhiretmeye, dostlarını muzaffer kılmaya muktedir olan Azız ve rahim Allah'a güvenip dayan. O, onlardan ve başkalarından sana gelecek şerri defetmeye kâfidir. 218Bak. Âyet 219. 219"O Allah ki, gece namaza kalktığın zaman seni görür ve secde edenler arasında dolaşmanı da görür." Yani o Allah ki, gece teheccüd namazına kalktığın zaman seni görür ve teheccüd namazını kılanların hallerini denetlemek için onlar arasında dolaşmanı da görür. Nitekim Rivâyet olunuyor ki, gece namazının farz olma hükmü nesli edilince, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabının fazla ibadet etmelerini çok arzu ettiği, için, ne yaptıklarını görmek için o gece evlerim dolaştı; baktı ki, evlerinden, arı kovanının sesi gibi. Allah'ın zikrinin ve Kur’ân tilâvetinin sesleri yükseliyor. Yahut mü’minlere imamlık ettiğin zaman, Allah, kıyam, rükû, secde ve oturma tasarrufunu da görür demektir. Allah'ın kendi Zâtını, düşmanlarının kahrını ve dostlarının zaferini bildiren aziz ve rahim sıfatlarıyla vasıflandırdıktan sonra, Peygamberimizin, kendisiyle Allah'ın dostluğunu hak ettiği halini, bilmekle de zâtını vasıflandırması, mezkûr tevekkülü tahkik etmek ve peygamberimizin kalbini tevekküle hazırlamak içindir. 220"Çünkü gerçekten her şeyi işiten ve her şeyi bilen yegâne O'dur." Yani Allah, senin söylediklerini de işitendir ve niyetlerini ve yaptıklarım da bilendir. 221Bak. Âyet 222. 222"Şeytanlar kime iner, size haber vereyim mi? Şeytanlar, her iftiracı günah budalası üzerine inerler." Şeytanların, Kur’ân'ı indirmelerinin imkânsız olduğu beyan edildikten sonra burada da şeytanların, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) inmesinin imkânsız olduğu beyan edilmektedir. Yani şeytanlar, çok iftira etmek ve çok günah işlemek vasıflarına sahip olan kâhinlere ve yalancı peygamberlere inerler; başkalarına ise inemezler. Peygamberimizin sahası, bu vasıfların şaibesinin bile, etrafında dolaşmaktan münezzeh olduğuna göre, şeytanların, onun üzerine inmesinin imkânsız olduğu gerçeği apaçık olarak anlaşılmış olur. 223"Onlar, şeytanlara kulak verirler. Zaten onların çoğu yalancıdırlar." A- "Onlar, şeytanlara kulak verirler." Yani iftiracılar, şeytanlara kulak verirler de, onlardan, bilgilerinin eksik olmasından dolayı sadece bir takım evham ve işaretler alırlar; sonra da bâtil hayallerinin gereği olarak onlara hurafeler eklerler ki, zaten bunların çoğu gerçeğe uymaz; asdsiz çıkar. B- "Zaten onların çoğu yalancıdırlar." Yani onlarin söyledikleri sözlerin çoğu yalandır. Hadiste şöyle vârid olmuştur: "Cinler, kelimeyi kapıp dostunun kulağına fısıldar; kulağında bundan yüz yalan meydana gelir. " Yahut iftiracılar, şeytanlardan işittiklerini insanlara aktarırlar ve onların çoğu da yalancıdır; onlarin çoğu, şeytanlara iftira ederek şeytanların onlara ilham etmediklerini uyduruyorlar. En zahir olan görüşe göre "Onların çoğu" ifâdesindeki çokluk, sözleri itibariyladır. Yani bu insanlar, cinlerden hikâye ettikleri sözlerinde pek az doğru söylüyorlar; sözlerinin çoğunda ise yalan söylüyorlar. Hulâsa, onların sözlerinin çoğu yalandır. Yoksa anılan çokluk, kendi zâtları itibarıyla değildir ki, onların çoğuna yalan isnâd edilmesinden, mutlak olarak pek azlarının doğru söyledikleri mânâsı çıkmış olsun. Yalancının (effâkin) mânâsı da, iftiradan başka bir şey konuşmayan, demek değildir ki, onun doğru konuşması imkânsız olsun, Hayır! Onun mânâsı, çok iftira eden, demektir. Su halde bazı zamanlarda nadiren doğru konuşması, bununla çelişmez. Diğer bir görüşe göre ise, "onlar" zamiri, şeytanları ifâde etmektedir. Yani şeytanlar, bazı gaipleri dinlememeleri, için taşlanıp uzaklaştırıldıktan sonra yüce âlemden (melekler âleminden) işittiklerini kendi dostlarına ulaştırırlar; ama onların çoğu, dostlarına ulaştırdıkları bilgilerde yalancıdırlar. Zira şeytanlar, şirretliklerinden dolayı yahut anlayışlarının veya hıfzlarının veya da anlatımlarının kusurlu olmasından dolayı meleklerin konuştukları gibi onları dostlarına aktarmıyorlar. Cumhûr âlimlerin caiz gördükleri gibi, şeytanların kulak vermesini, taşlanmalarından önce onların yüce âlemi dinlemeleri, mânâsına hamletmek mümkün değildir. Çünkü buna göre, şeytanların inişinin, kulak vermelerine mükarin (onunla beraber) olması veya onun gayesi olması lazım gelir ki, bu imkânsızdır; çünkü kulak vermelerinin, inişlerinden önce olduğu kesindir. 224"O şâirlere de ğavîler (azgınlar) uyarlar." Bundan önce o kâfirlerin, Kur’ân'ın, şeytanların kâhinlere ulaştırdıkları bâtıllar kabilinden olduğu seklindeki sözleri, onların hallerinin, Peygamberimizin hallerine zıt olduğu beyan edilerek çürütüldükten sonra burada da, onların Kur’ân-ı Azîm hakkında onun şiir kabilinden olduğu ve Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) da şâirlerden olduğu şeklindeki söylemleri, şâirlerin hallerinin, Peygamberimizin haline zıt olduğu beyan edilerek çürütülmektedir. Yani şâirlere tâbi olanlar, onlarla arkadaşlık edenler, onların yolundan gidenler ve onların arasına katılanlar, azgınlardır; yollardan sapan ve ne yapacaklarını bilmeyen şaşkınlardır; sözlerinde, hareketlerinde ve hallerinde, tutarlı olmayan kimselerdir; onlar, hak yolunu bulup onda sebat eden reşit insanlar değildir. 225Bak. Âyet 226. 226"Onların her vadide şaşkınca dolaştıklarını ve yapmayacaklarını söylediklerini görmedin mi?" Bu âyet, şâirlere ancak azgınların uyduğuna bir delil ve izah mahiyetindedir. Bu hitap, bu hakikati görebilen herkes içindir. Bu genel hitaptan maksat, onların halinin, belli kimselerin görmesine mahsus olmayacak kadar açık ve net olduğunu bildirmektir. Yani görmedin mi ki, şâirler, gerçekten her kıyl-ü kal vadisinde, her vehim ve hayal geçidinde, her azgınlık ve dalâlet yolunda yüzleri şaşkın şaşkın dolaşırlar; muayyen bir yolu tatmazlar; aksine azginlık ve sefahat çöllerinde şaşkın olarak dolanırlar; kaygısızlık ve edepsizlik sahrasında kayıp olurlar. O şâirlerin dini, dokunulmaz namusları yıpratmak, temiz ve yüce nesepleri lekelemek, kadınlar hakkında haram olan şeyler söylemek, güzel kadınları övmek, yalan söyleyip yemin etmek, övgü ve hicivde ifrat ve tefrit arasında gidip gelmekten ibarettir. O şâirler, sonunda maruz kalacakları kınamalara, eleştirilere aldırmayarak, yapmayacaklarını söylerler. Şu halde Resülullah'ın, şâirlerin bu meslekine uyması, onlara iltihak etmesi ve onların güruhuna katılması nasıl vehmedilebilir?! O Resûlüllah ki, mezkûr şâir vasıflarından en ufak bir şeyin şaibesinin bile, sahasının etrafında dolaşmaktan münezzehtir; bütün yüce sıfatların güzellikleri kendisinde mevcuttur; ahlâkı, mekârim-i ahlâkın güzelliklerinden ibarettir; bütün kutsî kemâlâtı hâizdir; bütün insanî üstün melekelere sahiptir; doğru yolda istikrarlıdır; Sirat-ı Müstakimden hiç ayrılmamaktadır; aziz ve Hamîd (her övgünün gerçek sahibi) olan Allah yoluna davet eden her isabetli emri vermektedir; üstün hikmet çeşitleriyle ve parlak marifet sınıflarıyla kahredici mucizeler ve açık âyetler ile desteklenmiştir; bu âyetlerin, kendilerine mahsus öyle bir hârika nazmı vardır ki, her usta hatibi âciz bırakmaktadır ve garip işler yapan her sihirbazı susturmaktadır. İste böyle... Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) şâir olmaktan tenzih konusunda şöyle de denümiştir: Şairlere tâbi olanlar azgın insanlardı; Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olanlar ise böyle insanlar değildir. Ancak peygamberimizin şâirlerden olmadığına delil olarak, ona tâbi olanların azgın kimseler olmadıklarım söylemek, onun yüce şânına yakışmaz. Diğer bir görüşe göre, şâirlere uyan ğavîler, rivâyetçilerdir. Bir diğer görüşe göre, şeytanlardır. Başka bir görüşe göre ise, Kureyş'in şu şâirleridir: Abdullah b. el-Zeb'arî, Hübeyr b. Ebi Vehb el-Mahzîmî, Müsâfi' b. Abdülmenaf, Ebû Azze el-Gümehî ve Sakîf kabilesinden Ümeyye b. Ebi's Salt. Bu şâirler, "Muhammed'in okuduklarını biz de söyleyebiliriz" demişlerdi. 227"Ancak îman edip sâlih ameller yapanlar, Allahı çok ananlar, kendilerine haksızlık edildikten sonra kendilerini savunanlar müstesnadır. Zulmedenler, hangi dönüleceğe döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." A- "Ancak îman edip sâlih ameller yapanlar, Allahı çok ananlar, kendilerine haksizlik edildikten sonra kendilerini savunanlar müstesnadır." Burada, Allah'ı çokça ananlar ve şiirlerinin çoğu, tevhit, Allah'ı övmek, O'nun itaatine teşvik etmek, hikmet, öğüt, dünyada zahitçe, yaşamak, dünya nimetlerine aşırı derecede rağbet etmemek, dünyanın şatafatına ve nefsanî cazibesine aldanmayı men etmek konularına ilişkin olan sâlih mü’min şâirler istisna edilmektedir. Bu müslüman şâirler, zaman, zaman hicviyeler söylüyorlarsa da, onlari hicvedenlere karşı kendilerini savunmak maksadıyla bunu yapmaktadırlar. Bir görüşe göre, istisna edilen şâirlerden murat, Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Kâb b. Mâlik, Kâb b. Züheyr b. Ebi Selma adlarındaki şâir sahabîlerdir. Bu şâirler, Resûlüllah'ı savunuyor ve Kureyş'in hicviyeci şâirlerine cevap veriyorlardı. Kâb b. Mâlik'ten rivâyet olunduğuna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle demişti: "Sen de onları hicvet; ruhum, kudret cimde bulunan Allah'a yemin ederim ki, senin hicvin, onlar için oktan daha etkikdir."6 Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hassân'a da şöyle derdi: "Sen de onlara karşı sür söyle; Cebrâîl , seninle, beraberdir."7 B- "Zulmedenler, hangi dönüleceğe döndürüleceklerini yakında Edeceklerdir." Bu, şiddetli bir tehdit ve pek kuvvetli bir vaaddir. Zira "Yakında bilecekler" sözü, korkunçluk ifadesidir; "zulmedenler" kelimesinde de ıtlak ve tamim vardır ve "Hangi dönüleceğe döndürülecekler" ifâdesi de ibhâm ve korkunçluk bildirmektedir. Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Bekir'e biat ettiğinde Hazret-i Ebû Bekir, bu âyetin bu cümlesini okumuştu. Yani zâlimler, Allah'ın azabından kurtulmayı umuyorlar; onlar, hiçbir suretle ondan kurtulamayacaklarını anlayacaklardır. Peygamberimiz’den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Şuarâ Süresini okursa, Nûh, Hûd Sâlih, Şuayb peygamberleri (aleyhisselâm) tasdik edenlerin ve tekzip edenlerin, İsa'yı tekzip edenlerin ve Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) tasdik edenlerin sayısının on katı kadaı sevap kazanmış olur." (Bu hadiste özellikle bu peygamberlerin zikredilmesi, bu sûrede onların kıssalarının anlatılmasından dolayıdır.) |
﴾ 0 ﴿