NEML SÛRESİ

Bu sûre, Mekke'de nazil olmuştur, 93 veya 94 âyettir.

1

"Tâ. Sin.

İşte bu, bu Kur’ân'ın ve bu açıklayıcı (apaçık) kitabın âyetleridir"

Tâ. Sîn, hakkında söylenecek kelâm, daha önce sûrelerin başlarındaki harfler için söylenen kelâmın aynıdır.

Eğer en zahir ve meşhur görüş olduğu üzere Tâ. Sîn, bu sûrenin adı ise, bu sûre, Tâ. Sîn süresidir, demektir.

"İşte bu" işareti, bu sûrenin kendisini göstermektedir. Zira adının zikredilme siyle malûm olan odur. Bu işaret, âyetleri göstermemektedir; çünkü âyetler kelimesi sarih olarak zikredilmemiştir.

Burada Kur’ân, Kur’ân'ın tamamı demektir. Yahut bu sûre, nâzıl olduğunda o zamânâ değin nazil olmuş Kur’ân'ın kısımlarının tamamı demektir. Nitekim Bakara sûresinin başında da zikredildi. Yani bu sûre, şânı yüce Kur’ân'ın âyetleridir; onun bir kısmıdır, bir özel isim ile ifâde edilen müstakil bir parçasıdır.

Kur’ân'ın açıklayıcı olması, içerdiği hikmetleri, hükümleri, âhiret hallerini ve ezcümle mükâfat ve azabı açıklamasıdır. Yahut rüşd ile azgınlık yollarını açıklamasıdır. Yahut hak ile bâtılı ve helâl ile haramı ayırtmasıdır. Yahut icazı apaçık demektir.

Allah Tâ. Sîn sûresini, Kur’ân olarak vasıflandırmakla onun yüce şânını tazim buyurmuştur. Zira bu vasıflandırma, onun kendi türünde hârika ve mucize nazmiyla mümtaz olduğunu bildirmektedir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Pürüzsüz Arapça bir Kur’ân..." yine anılan sûre kitap olarak da vasıflandırdmıştır ki, bu vasıflandırma da, onun, ilâhî kitapların kemal sıfatlarına şamil olduğunu bildirmektedir. Bu itibarla sanki kitabın tamamıdır. Kur’ân olma vasfının önce zikredilmesi, Kur’ân olma hailinin, kitap olma halinden önce olması itibarıyladır. Her sûresinde bunun aksi olması ise, orada zikredilen gerekçeye göredir.

Bir görüşe göre, burada kitap, Levh-i Mahfuz demektir. Onun açıklayıcı olması da, olacak her şeyin onda yazılmış olması demektir. Ancak âyetlerin Kur’ân'a izafe edilmiş olması, bu görüşe müsait değildir. Zira Levh-ı Mahfuz'un bu âyetlere şamil olması ve hidâyet ve müjde vasıflarına sahip olması bilinen bir şey değildir. Çünkü hidâyet ve müjde olması, açıklaması itibarıyladır. Şu halde açıklama, insanlara ve ezcümle mü’minlere göre olmakdır; Levh-i Mahfuz'a bakanlara göre değil.

2

"Bu âyetler, îman edenler için bir hidâyet ve bir müjdedir."

Mü’minler, zaten hidâyete ermiş iken, bu âyetlerin onlar için hidâyet olması, onların hidâyetini arttırmasıdır. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "îman etmiş olanlara gelince, nazil olan sûre, onların îmanım arttırır ve onlar sevinirler." bu âyetlerin, mü’minlere müjde olmasının mânâsı ise, açıktır. Çünkü bu âyetler onlara, Allah'tan (celle celâlühü) bir rahmet ile rıza ve içinde ebedî nimetler bulunan cennetler müjdelemektedir.

'

3

"O îman edenler ki, namazı gereğince kılarlar, zekâtı da verirler."

Bu âyet, mü’minleri methetmektedir. Burada namaz ile zekât zikre tahsis edilmiş, çünkü ikisi, îmanın karineleri ve bedenî ve mali ibadetlerin kuturları olup diğer sâlih amelleri de arkalarından getirmektedir.

"Ve âhirete kesin olarak inananlar da onlardır." Yani hakkıyla âhirete inananlar, îman edenler ve sâlih ameller yapanlardır; başkaları değildir.

4

"Âhirete inanmayanlar yok mu, biz onların işlerini kendilerine süslü göstermişizdir; bu yüzden bocalar, dururlar."

A- "Âhirete inanmayanla yok mu, biz onların işlerini kendilerine süslü göstermişizdir."

Bundan önce mü’minlerin halleri beyan edildikten sonra burada da kâfirlerin halleri beyan edilmektedir.

Yani Kur’ân'da belirtildiği veçhile âhirete ve onda, sâlih amellerden dolayı mükâfatlar ve kötü amellerden dolayı da azap verileceğine inanmayanlar yok mu, biz, onların kötü işlerini kendilerine süslü göstermişizdir. Nitekim biz tabiatlarını bu işlere iştahlı ve bu işleri nefis için cazip kılmışızdır. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde buyurur ki: "Cehennem, şehvetlerle kuşatılmıştır."

Yahut biz, onlara güzel amellerin dünyadaki güzelliklerini ve âhiretteki çeşidi faydalarını beyan etmek suretiyle o amelleri kendilerine süslü göstermişizdir. Buna göre, amellerin onlara izafe edilmesi, onların bu amellere memur olmaları ve o amellerin, kendilerine vacip olmaları itibarıyladır.

B- "Bu yüzden bocalar, dururlar."

Yani onlar inanmadıkları için her zaman hayret ve şaşkınlık içinde bu işlerle meşgul olup onlara tamamıyla dalarlar; onların fayda ve zararlarını hiç düşünmezler.

Yahut onlar, dalâlet ve sapkınlıkta bocalar dururlar. Bu kelâm, onların son derece azgın ve kibirli olduklarını ve işleri tersine çevirdiklerini bildirmektedir.

5

"İşte onlar, azabı en kötü olanlardır; âhirette en çok ziyana uğrayanlar yine onlardır."

Yani küfür ve şaşkınlıkla vasıflandırılmış olan o mezkûr kimseler, Bedir savasında öldürülmeleri ve esir alınmaları gibi dünyada azabı en kötü olanlarda; âhirette de en büyük zarara uğrayanlardır; çünkü mükâfatları kaçırmış ve azabı hak etmiş oluyorlar.

6

"Ey Resûlüm! Hiç şüphe yok ki, bu Kur’ân, en büyük hakim ve habîr olan Allah tarafından sana verilmektedir."

Bundan önce Kur’ân-ı Kerîm'in bazı şanları beyan edildikten sonra bu kelâm da, bundan sonra gelecek kıssalara hazırlık olmak üzere zikredilmiştir.

Hakim ve habîr vasıflarının tazim edilmiş olmaları, Kur’ân'ın şânını tazim etmek ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur’âni bilmesindeki ve büyük, küçük bütün mânâlarını ihata etmesindeki mertebesinin yükseldiğini sarahatle ifâde etmek, içindir. Zira ilimleri ve hikmetleri böyle bir hakim ve alimden telakki eden bir kimse, sağlam ilim ve hikmetin sembolü olur.

Ilım de, hikmet mânâsının kapsamına dâhil olduğu halde ikisinin (hakim, alim) zikredilmesi, ilmin genel bir mânâ ifâde etmesi, hikmetin ise, bir işi hakkıyla yapmak mânâsına delâlet etmesi itibarıyladır. Bir de, şu hakikati zımnen bildirmek içindir: Kur’ân'daki ilimlerin bir kısmı itikadî konular ile hükümler gibi hikmet kabiliendir; bir kısmı da, kıssalar ve gaybî haberler gibi böyle olmayan bölümleridir.

7

"Hani bir zamanlar Mûsâ, ailesine demişti ki: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Varıp oradan bir haber getireceğim, yahut size ondan yanar bir ateş parçası getireceğim ki, ısınasınız."

Bu âyette, bundan önce geçen konuların izah ve tahkiki için, Peygamberimize hitap edilerek ona, Allah (celle celâlühü) tarafından kendisine vahiy edilen Kur’ân'ın bir kısmını okuması emredilmektedir. Yani ey Resûlüm! Onlara o vakti anlat ki, Hazret-i Mûsâ, Tuva vadisinde gece karanlığında, yolunu da kayıp etmiş iken çakmağını çakmış, fakat çakmağı yanmamıştı;

Derken Tûr dağının bir tarafında bir ateş gözükmüştü, işte o zaman Mûsâ âilesine şöyle demişti: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Varıp oradan bir ateş getireceğim; yahut size o ateşten, tutuşmuş bir odun parçası getireceğim."

Eğer Hazret-i Mûsa'nın karısından başka kimse yoktu ise, onun çoğul zamirini (size) kullanması, kinaye yoluyla karısını âde olarak ifâde ettiği içindir; yahut ziyadesiyle teselli olmak üzere tazim içindir.

Hazret-i Mûsa'nın, "Yanar bir ateş parçası / tutuşmuş bir odun parçası" şeklindeki ifâdesi, maksadı tayin içindir ki, hem aydınlanma, hem de ısınma faydalarıdır. Zira bazı ateşler, bu iki faydayı temin etmemektedir.

Hazret-i Mûsa'nın, ateşin bulunduğu yerden yollarını bulmak için bir haber getireceğini veya bir ateş parçası getireceğini söylemesi, umut yoluyladır. Nitekim Tâ-Hâ sûresinde bu olay anlatılırken umut bildiren kelimenin kullanılmasından da anlaşılmaktadır.

Hazret-i Mûsa'nın tereddüt kelimesini (yahut) kullanması, ikisinden birine muvaffak olacağını bildirmek içindir. Zira zahirî durum böyle idi.; bir de Allah'ın (celle celâlühü) sünnetine (O'nun değişmez kuralına) güveniyordu. Çünkü Allah kulunu iki mahrumiyette bırakmaz.

8

"Nihayet oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: "Ateşin bulunduğu yerdekiler ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır." "Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne kadar da münezzehtir! "

A- "Nihayet oraya vardığında kendisine şöyle seslenildi: "Ateşin bulunduğu yerdekiler ve çevresindekiler mübarek kılınmiştır. "

Ateşin bulunduğu yer, "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi... "âyetinde geçen mekândır. Yani bu mekânda ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmiştır. Zahire göre bu hüküm, o vadi ve havalisi olan Şam (Filistin) toprağında bulunanların hepsine şamildir ki, bu topraklara be rekât denilmektedir. Zira bu topraklar, peygamberlerin (aleyhisselâm) gönderildikleri ve hayatta da, mematta da bulundukları yerlerdir. Bundan dolayı bu topraklar ve özellikle de Allah'ın Hazret-i Mûsâ ile konuştuğu mekân mübarektir.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan mekân ile çevresindekilerden murat, Hazret-i Mûsâ ile orada hazır olan meleklerdir.

Hazret-i Mûsa'ya İlâhî hitabın bu şekilde başlaması, bereketleri Şam toprağına yayılacak muazzam bir dinî hâdisenin kendisi için hükmedildiğine müjde olması içindir ki, bu, Allah'ın, Hazret-i Mûsâ ile konuşması, onu peygamber seçmesi ve onun eliyle mucizeler göstermesidir.

B- "Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne kadar da münezzehtir!"

Bu kelâm, Hazret-i Mûsa'yı bu büyük hâdiseden taaccüp ettirmekte ve bunu irade buyurup gerçekleştirenin, Âlemlerin Rabbi olduğunu bildirmektedir. Bu, vaki olan hâdisenin, pek büyük, şânı muazzam olaylardan olup Allah'ın, âlemleri terbiye etmek hükümlerinden olduğuna dikkat çekmek içindir.

9

"Ey Mûsâ! Şu muhakkak ki, Ben, azîz ve rahîm olan Allah'ım."

Bu kelâm, anılan bereketin eserlerini beyan etmektedir, azîz ve hakim sıfatları, Hazret-i Mûsa'nın eliyle gösterilmesi irade edilen mucizelere ön hazırlık mahiyetindedir yani akılların eremediği muazzam hâdiselere ve ezcümle âsâ ve beyaz el mucizelerine yegâne Kadir olan benim ve bütün yaptıklarımı üstün bir hikmet ve sağlam bir tedbir ile yapan da benim.

10

"Asanı at!" Mûsâ, âsâyı yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp kaçtı; arkasına da bakmadı. Biz kendisine dedik kî: "Ey Mûsâ! Korkma; çünkü peygamberler benim huzurumda asla korkmazlar."

A- "Asanı at!" Mûsâ, asayı yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp kaçtı; arkasına da bakmadı."

Yani Hazret-i Mûsâ da, asasını attı; atınca, baktı ki, âsâ, çevik bir yılan gibi deprenip süratle hareket ediyor, demektir. Bu hâdise malûm olduğu için ve pek süratle cereyan ettiğini göstermek için, âyette bazı kelimeler hazfedilmistir. Hazret-i Mûsâ, bu manzara karşısında korkudan arkasını dönüp kaçtı ve arkasına hiç bakmadı. Çünkü Hazret-i Mûsâ, gerçekleşmesi istenen şeyin bu olduğunu sanmıştı.

B- "Biz kendisine dedik ki: "Ey Mûsâ! Korkma; çünkü peygamberler benim huzurumda asla korkmazlar."

Yani bana güven ve benden başka hiç kimseden korkma, demektir. Yahut mutlak olarak hiç korkma, demektir. Nitekim "Çünkü peygamberler benim huzurumda asla korkmazlar" cümlesinden de anlaşılan mutlak olarak korkmamaktır. Ancak bu korkmamak, bütün vakitler için değil, fakat kendilerine hitap edildiği, vahiy edildiği vakit içindir. Zira peygamberler, o vakit Allah'ın yüce şanlarını düşünmeye dalıyorlar; o anda hiç kimseden korkmak, onların aklına gelmez. Ama diğer vakitlerde ise peygamberler, Allahtan en çok korkan insanlardır.

Yahut peygamberlerin benim katımda bir kötü akıbeti yok ki, ondan korksunlar, demektir.

11

"Ancak kim haksızlık eder, sonra, işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, işte gerçekten ben, ona karşı Gafurum, rahîmim."

Bu istisna, akla gelebilecek, hiçbir peygamberin korkmadığı vehmini kaldırmak içindir. Zira bazılarından, peygamberlerden sâdır olması mümkün olan bazı küçük hatalar sâdır olmuştur. Fakat onlardan bu hatalardan bir şey sâdır olmuşsa da, onlar, onun akabinde, onu ortadan kaldıracak ve onun vesilesiyle Allah'ın mağfiret ve rahmetine lâyık olacak sevaplar işlemişleridir. Bu istisna ile Hazret-i Mûsa'dan sâdır olan o kıbtîyi yumruklayarak öldürmesi hatasına ve sonra da mağfiret dilemesine tariz kastedilmektedir. Hazret-i Mûsa'nın bu hatası zulüm olarak vasıflandırılmış, çünkü: "Rabbim! Ben gerçekten kendi nefsime zulmettim; sen beni bağışla! dedi; Allah da onu bağışladı." âyetinde belirtildiği üzere Hazret-i Mûsâ, bu hatasını zulüm olarak vasıflandırmıştır.

12

"Elini de koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıksın. Dokuz mucize ile Fir’avun ve kavmine git. Çünkü onlar gerçekten yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır."

Zira Hazret-i Mûsa'nın sırtındaki yün hırka yensiz idi.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki ceyb, gömlek demektir.

Elin kusursuz olması, alaca ve benzeri hastalıkları olmaması demektir.

Hazret-i Mûsa'nın dokuz mucizesine bu beyaz el mucizesi de dâhildir. Diğerleri de şunlardır: 1) Denizin yarılması, 2) Tufan, 3) Çekirgeler, 4) Kımıl, 5) Kurbağalar, 6) Kan, 7) Arazilerinde yokluk, kıtlık, 8) Ekinlerinde noksanlık.

Âsâ ve beyaz eli, dokuz mucizeden sayanlar, son iki mucizeyi bir sayabilirler veya denizin yarılmasını bunlardan saymayabilirler. Zira Hazret-i Mûsâ, denizin yarılması mûcizesiyle Firravun'a gönderilmemiştir.

13

"Nihayet mucizelerimiz göz göre göre onlara gelince, onlar: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler."

Yani mucizelerimiz, Hazret-i Mûsa'nın eliyle onlara apaçık gösterilince... Âyetin metninde mucizelerin, Mübsıra (ki mealde göz göre göre olarak tercüme edildi) olarak vasıflandırılması, zımnen şunu bildirmek içindir: Bu mucizeler, o kadar açık ve parlak idiler ki, eğer (sonuçları değil, kendileri) gözle görülecek şeyler kabilinden olsalar, kendilerini insanlara gösterirlerdi. Yahut bu mucizeler, sanki basiretli bir varlık gibi idiler; çünkü insanları hidâyet ediyorlardı. Körlük ise, başkasına yol göstermesi şöyle dursun, kendisi yolu bulamaz. Yahu bu mucizeler, onlara bakıp tefekkür eden herkese hakikatleri gösteriyorlardı, demektir.

Anılan’Mübsıra' kelimesi, Mebsare' olarak da okunmuştur ki, basiretin çok olduğu mekân demektir.

14

"Vicdanları bunların doğruluğunu yakînen bildiği halde zulüm ve kibirlerinden ötürü onları yine inkâr ettiler. Fakat bak ki, o bozguncuların sonu nice olmuştur!"

A- "Vicdanları bunların doğruluğunu yakînen bildiği halde zulüm ve kibirlerinden ötürü onları yine inkâr ettiler."

Yani onlar, âyetlerimize zulmederek bile bile hakkı inkâr ettiler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Çünkü onlar, âyetlerimize zulmediyorlardı. Onlar, âyetlere gerçekten pek büyük bir haksızlık yaptılar. Çünkü onları yüksek rütbesinden indirip sihir olarak vasıflandırdılar.

Diğer bir görüşe göre ise, onlar, kendi nefislerine zulmettiler, demektir. Ancak bu görüş isabetli değildir.

Yine onlar, mucizelerimize îman etmeyi kibirlerine yediremedikleri için onları inkâr ettiler. Niteldim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir. "Ve o kimseler ki, âyetlerimizi yalanladılar ve büyüklük taslayıp onlardan yüz çevirdiler."

B- "Fakat bir bak ki, o bozguncuların sonu nice olmuştur!"

Yani âlemlere ibret olmak üzere onları korkunç bir şekilde denizde boğduk.

Âyette onların korkunç sonları açık olarak zikredilmemiş, çünkü bu hâdise, hazır, gaip herkes için meşhur ve malûmdur.

15

"Yemin olsun ki, biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar da: "Mü’min kullarından bir çoğuna bizi üstün kılan Allah'a hamd olsun!" dediler. Hiç şüphesiz bu, apaçık bir lutfun ta kendisidir."

A- "Yemin olsun ki, biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik."

Bu kelam, daha önce zikredilen, Kur’ân'ın, bakîm (bütün işlerinde üstün hikmet bulunan) ve akm (her şeyi bilen) Allah tarafından Peygamberimize verildiği konusuna bir izah kabiîindendir. Zira Hazret-i Dâvud ile Hazret-i Süleyman kıssaları da, tıpkı Mûsa'nın kıssası gibi Kur’ân'ın cümlesinden olup Allah (celle celâlühü) tarafından Peygamberimize verilmiştir.

Bu kelâmın yemin ile başlaması, içeriğine çok önem verildiğini göstermek içindir.

Yani biz, Dâvud ve Süleyman'ın Her birine, şeriatler ilminden, hükümler ilminden ve zırh yapma sanatı ile kuş dili gibi her birine mahsus olan bir takım, uygun ilimler verdik. Yahut her birine yüksek ve aziz ilimler verdik.

B- "Onlar da: "Mü’min kullarından bir çoğuna, bizi üstün kılan Allah'a hamd olsun!" dediler."

Yani biz, her ikisine önemli ikmler verdik, onlar da, bunlarla amel ettiler; başkalarına da öğrettiler ve bu nimeti hakkıyla takdir edip her biri, kendisine verilen ilme şükür olarak dediler ki: "Bize verdiği ilimle mü’min kullarından birçoğuna bizi üstün kılan Allah'a hamd olsun!"

Bu iki peygamberin, üstün kılındıkları mü’minler, kendilerine verilmiş olan bu ilimlerin verilmediği mü’minlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, biç ilim verilmeyen kimselerdir. Ancak bunların mü’min olması, bu görüşe müsait değildir. Çünkü mü’minlerin tamamen ilimsiz olmaları mümkün değildir.

Hazret-i Dâvud ile Süleyman'ın mü’minlerin çoğunu zikre tahsis etmeleri, işaret ediyor ki, bazı mü’minler de, onlardan üstün kılınmişlardır.

Bu kelâm, ilmin faziletine ve ilim ehlinin şerefine en açık delildir; nitekim Hazret-i Dâvud ile Süleyman ilme şükretmişler; onu faziletin esası saymışlar ve kendderinden başkasına verilmemiş olan hükümdarlığa itibar etmemişlerdir. Yine bu kelâm, âlimleri, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine olan lutfuna hamd etmeye, tevazu göstermeye ve her ne kadar kendileri mü’minlerin çoğundan üstün kılınmışlarsa da, çok sayıda mü’minlerin de kendilerinden üstün kalındıklarına inanmaya teşvik etmektedir. Zaten her âlimden üstün âlim vardır. Hazret-i Ömer ne güzel söylemiş: "Bütün insanlar, Ömer'den daha çok dinî bilgiye sahiptir."

16

"Süleyman Davud'a vâris oldu da dedi ki: "Ey insanlar! Biz kuş mantıki (dili) öğretildi ve bize her şeyden bir nasip verilmiştir. Hiç şüphesiz bu, apaçık bir lutfun ta kendisidir."

A- "Süleyman Davud'a vâris oldu da dedi ki: "Ey insanlar! Bize kuş mantıki (dili) öğretildi ve bize her şeyden bir nasip verilmiştir."

Yani Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), dokuz kardeş arasından kendisi, babası Hazret-i Davud'a (aleyhisselâm) peygamberlikte, ilmde, yahut hükümdarlıkta vâris olup yerine geçti ve Allah'ın (celle celâlühü) nimetini teşhir edip seslendirmek ve kendisine verilmiş olan açık mucizeleri zikrederek insanları tasdike çağırmak üzere dedi kı: "Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bir nasip verilmiştir."

Mantık, insanların örfünde, kalpteki şeyleri bildiren her türlü ifâdedir.

Bazen de kendisiyle seslendirme yapılan her ses için kullanılmaktadır.

Her sınıf kuş, sesleriyle anlaşmaktadır. Hazret-i Süleyman'a (aleyhisselâm) öğretilen kuş dili, seslerin birbirinden ayırt edilip her sesin mânâ ve gayesinin anlaşılmasıdır.

Hikâye ediliyor ki, Hazret-i Süleyman, bir ağaca konmuş, başını oynatarak ve kuyruğunu indirip kaldırarak öten bir bülbülün yanından geçerken, yanındakilere: "Siz bu kuşun ne demek istediğini büiyor musunuz?" dedi.

Onlar da: "Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dediler. Süleyman Peygamber, onlara dedi ki: "Bülbül diyor ki: Ben, yarım hurma bulup yediğim zaman, dünya umurumda değil!"

Bir gün de bir üveyik kuşu ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş diyor ki: Keşke yaratılmışlar, hiç yaratılmasaydı!"

Yine bir gün de tavus kuşu ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş diyor ki: Sen başkasına ne yaparsan, sana da o yapılır." (ne ekersen onu biçersin)

Bir gün de hüdhüd (çavuş kuşu) ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş diyor ki: Ey günahkârlar! Allah'tan bağışlanma dileyin!"

Bir gün de bir yabani ördek ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş şunu söylüyor: Her canlı mutlaka ölecek ve her yeni, mutlaka çürüyecek."

Bir gün de bir kırlangıç ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş şunu söylüyor: Hayır yapın; onu mutlaka bulacaksınız."

Bir gün de bir kumru ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Kuş şunu söylüyor: Sübhane Rabbiye'l alâ / yüce Rabbimi tenzih ederim!"

Bir gün de bir kartal ötüyordu. Süleyman (aleyhisselâm) dedi ki: "Bu kartal diyor ki: Gök ve yer dolusu kadar Sübhane Rabbiye'l ala!

Bir gün de bir dekçe (dölengeç) kuşu ötüyordu. Süleyman peygamber dedi ki: "Kuş şunu söylüyor: Allah'tan başka her şey yok olacaktır."

Bir gün de bağırtlak kuşu ötüyordu, Süleyman Peygamber dedi ki: "Bu kuş diyor ki: Sükût eden, selâmet bulur."

Bir gün de papağan ötüyordu. Süleyman dedi ki: "Papağan diyor ki: Yalnız dünyası için kaygılananın vay haline!"

Bir gün de bir horoz ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Horoz şunu söylüyor: Ey gafiller! Allah'ı zikredin!"

Bir gün de bir kerkenez ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Kuş şunu söylüyor: Ey Âdem oğlu! Dilediğin kadar yaşa; sonun ölüm olacaktır."

Bir gün de bir tavşancd ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Bu kuş diyor ki: Gerçek ünsiyet, insanlardan uzak kalmaktadır."

Bir gün de kurbağa ötüyordu. Hazret-i Süleyman dedi ki: "Kurbağa diyor ki: Kuddûs (her türlü, noksandan münezzeh) olan Rabbimi tenzih ederim!" Hazret-i Süleyman'ın: "Bize öğretildi, bize verildi" ifâdelerinde çoğul zamirini kullanması, kendisine gönüllü olarak itaat edilen bir hükümdar olduğunu, halkının, kendisine, itaati için cebir ve tekebbür kullanmadığını zımnen ifâde etmek, hatta emirlerinde ve yasaklarında güzelce itaat gösterip boyun eğmelerini telkin içindir. Nitekim kendisi, bu sırada sefer azimetinde bulunuyordu.

Hazret-i Süleyman'ın "her şeyden..." demesinden, kendisine verilen nimetlerin çok olduğunu kastetmektedir. Nitekim "Filan adama herkes geliyor. Bu adam her şeyi buiyor" sözlerinden de, o adama gelenlerin çok oldukları ve ilminin derinliği kastedilmektedir. "Sebe Melikesine her şey verilmiştir." âyetinden de bu mânâ kastedilmektedir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Hazret-i Süleyman'ın bundan kastettiği, dünya ve âhireti için kendisini ilgilendiren her şeydir."

Mukatil diyor ki: "Bundan murat, peygamberlik, hükümdarlık, cinlerin, insanların, şeytanların ve rüzgârın kendisine müsahhar kılmmasıdır."

B- "Hiç şüphesiz bu, apaçık bir lutfun ta kendisidir."

Yani bana öğretilen kuşdili ve verilen nimetler, Allah (celle celâlühü) tarafından bahşedilmiş apaçık bir lutfun ta kendisidir; bu lutf-u kerem, herkesçe bilinmektedir.

Hazret-i Süleyman bunu şükür ve hamd olarak ifâde etmektedir. Nitekim Resûlüllah da şöyle buyurmuştur: "Ben, Âdem’in evladının efendisiyim! İftihar da yoktur." Yani ben bunu iftihar için değil, şükür olarak söylüyorum.

Muhtemeldir ki, Hazret-i Süleyman, bu sözlerinden sonra insanları savaşa davet etmiştir. Zira Süleyman Peygamberin, halkına, her şeyin ve ezcümle savaş aletlerinin ve imkânlarının kendisine verildiğini haber vermesi, bunu bildirmektedir.

17

"Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı. Nihayet ordunun başı ile sonu bir araya getiriliyordu."

A- "Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı."

Yani Hazret-i Süleyman'ın hitap ettiği muhatapların girişimleriyle ordusu toplandı. Zira onun hitap ettiği kimseler, insanlardan, cinlerden ve diğerlerinden memleketinin reisleri ve devletinin büyükleri idi. Buna göre Hazret-i Süleyman'ın, "Ey insanlar..." hitabında insanlar, tağkp (galip kılmak) yoluyla hepsini kapsamaktadır.

Bu âyette cinlerin, insanlardan önce zikredilmesi, daha sözün başında onun hükümdarlığının son derece güçlü ve saltanatının pek üstün olduğunu acilen beyan etmek içindir. Zira cinler, serkeş, azgın, itaatsiz ve toplanmak ile boyun eğdiril inekten uzak bir taifedir.

B- "Nihayet ordunun başı ile sonu bir araya getiriliyordu."

Yani ordunun son kısımlarının da toplanması için baş kısmı durduruluyordu. Muhtemeldir ki bu, askerlerde mutad olduğu üzere safların düzeni için olmuştu. Ordunun bu şekilde nizama konulması, ordunun seyri, havada rüzgâr olmadığı zamanlar içindi.

Bu kelâm, onların süratle sefere çıktıklarını zımnen bildirmektedir. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Süleyman'ın ordugâhı yüz fersah kare idi. (Fersah, yaklaşık 5 km) Bunun yirmi beş fersahını cin askerler, yirmi beşini de insan askerler, yirmi beşini de kuşlar, yirmi beşini de yabani hayvanlar kaplıyordu.

Hazret-i Süleyman'ın sırça kaplamak ağaçlardan yapılmış bin harem evi vardı. Bu kadınların üç yüzü nikâhlı idi; yedi yüzü de odalık cariyeler idi.

Cinler, Hazret-i Süleyman için altın ve ipekten bir fersah kare büyüklüğünde bir sergi dokumuşlardı. Onun altın minberi bu serginin ortasına kuruluyordu ve kendisi bu minbere oturuyordu. Minberinin etrafında da altı yüz bin altın ve gümüş sandalyeler bulunuyordu. Peygamberler, bu altın sandalyelere, âlimler de gümüş sandalyelere oturuyorlardı, insanlar da onların etrafında, insanların etrafında da cinler ve şeytanlar duruyorlardı. Kuşlar da kanatlarıyla, Süleyman'a gölge yapıp onu güneşten koruyorlardı. Saba rüzgârı da o sergiyi havaya kaldırıp onu bir aylık uzaklığa götürüyordu.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Süleyman, şiddetli rüzgâra emir veriyordu; bu rüzgâr onu havaya kaldırıyordu ve yumuşak rüzgâra da emir veriyordu; bu rüzgâr da onu götürüyordu. Bir gün yine havada yolculuk yaparken Allah (celle celâlühü), ona şöyle vahiy buyurdu: "Ben senin hükümdarlığım o kadar güçlendirdim ki, birisi bir şey konuştu mu, mutlaka rüzgâr, onu kulağına getirir."

Hikâye, olunuyor ki, Hazret-i Süleyman, havadaki yolculuğunda bir çiftçinin üstünden geçerken, çiftçi: "Gerçekten Dâvud âilesine muazzam bir hükümdarlık verilmiştir" dedi. Rüzgâr da, bu sesi onun kulağına götürdü. Bunun üzerine Hazret-i Süleyman, yere inip o çiftçinin yanına vardı ve kendisine dedi ki: "Ben senin yanma şunun için geldim: hiçbir zaman muktedir olamayacağın bir şeyi temenni etme!" sonra sözüne, devamla ona dedi ki:’Yemin ederim ki, Allah'ın kabul edeceği tek bir tesbih, Dâvud ailesine verilenden daha hayırlıdır."

18

"Nihayet karınca vâdîsi'ne geldikleri zaman, bir dişi karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve ordusu, kendileri farkına varmadan sakın sizi ezmesin!" dedi

Mukatite göre, Karınca Vadisi, Şam bölgesinde karıncaların çok olduğu bir vadidir. Kâbüt, Ahbar'a göre ise, bu vadi Taîf tedir.

Diğer bir görüşe göre bu vadi, binekleri karıncalar olan emlerin mesken tuttukları bir vadidir.

Yani Hazret-i Süleyman ile maiyetleri, yolculuklarına devam ettiler ve nihayet Karınca Vadisine geldiler... Herhalde onlar, vadinin nihâyetinde inmek istemişler. Zira o takdirde yerdekiler onlardan korkar; yoksa onlar havada yolculuk yaparken onlardan korkmazlar. Sanki o dişi karınca onların vadiye doğru geldiklerini görünce, kendisi kaçtı ve karıncalara seslendi; oradaki karıncalar da verilen uyarıyı anlayıp onun arkasından kaçtılar, işte böylece o karıncanın hitap ve nasihati, akıl sahiplerine teşbih edilip akıl sahiplerinin vasfı onun için kullanılmıştır. Bununla beraber Allah'ın o karıncada konuşma kudreti ve diğer karıncalarda da akıl ve anlayış yaratmış olması imkânsız değildir.

Deniyor ki, bu karınca, topal bir karınca idi ve aksayarak yürüyordu. İşte bu karınca, o söyledikleri ile nida etmişti. Hazret-i Süleyman, üç mil mesafeden onun sesini işitmişti. Deniliyor ki, bu karıncanın adı da Tahiye idi.

"Kendileri farkına varmadan" ifâdesi, onların bilerek karıncaları ezmeyeceklerini ve bu karıncanın da, Hazret-i Süleyman ile diğer peygamberlerin (aleyhisselâm) zulümden ve eza vermekten masun olduklarını bildiğini bildirmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Süleyman Suâl karıncanın ne dediğim anladı; onun kavmi ise ne dediğini anlamıyorlardı, demektir.

19

"Süleyman, onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimetine şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak eyle ve rahmetinle beni sâlih kullarının arasına dâhil eyle!"

Hazret-i Süleyman'ın gülümsemesi onun taaccüp, memnuniyet ve sevincini ifâde ediyordu; o, karıncanın sakınmasından, kendi maslahatları ile diğer karıncaların maslahatları için önlem almasını bilmesinden taaccüp etmiş ve kendisi ile askerlerinin, takva ve şefkatinin, mahlukat sınıfları içinde ve hatta bu gibi konuları anlamakta en geri olan karıncalar içinde bile şöhret bulduğuna memnun olmuştu ve Allah'ın (celle celâlühü) karıncanın pek ince sesini ve ne demek istediğini anlamak hususiyetini kendisine bahşettiğine sevinmişti. Rivâyet olunuyor ki, o dişi karınca, ordunun sesini duymuş, fakat onların havada olduklarını bilmiyordu. O zaman Hazret-i Süleyman, karıncalar tedirgin olmasınlar diye, onlar yuvalarına girinceye kadar rüzgâra durmasını emretti.

Hazret-i Süleyman'ın, ana-babasini da zikretmesi, kendisine bahşedilen nimetlerin çokluğunu ifâde etmek içindir. Zira ana-babasına ihsan edilen nimetler de, kendisine ihsan edilmiş gibi, şükrü gerektirmektedir.

Hazret-i Süleyman'ın, Allah'ın hoşnut olacağı amelleri yapma imkânını dilemesi, şükrü tamamlamak ve nimetin devamını talep etmek anlamında idi. Sâlihler zümresine dâhil edilmesini niyaz etmesi, sâlihler içinde onların yurdu olan cennete girmeyi niyaz etmesi anlamındadır.

20

"Süleyman, bir de kuşları yokladı; sonra dedi ki: "Hüdhüdü niçin göremiyorum? Gaiplerden mi oldu?"

Yani Hazret-i Süleyman, bir de kuşların durumunu yoklaymca, Hüdhüdü aralarında görmedi; bunun üzerine böyle dedi. Övle anlaşılıyor ki, önce: "Niçin onu göremiyorum? Aramızda bir engel mi var? Yoksa başka bir sebepten dolayı mı göremiyorum?" demiş; sonra Hüdhüdün orada olmadığını anlamış; o zaman da, "Yoksa gaiplerden mi oldu?" demiştir.

21

"O, ya bana mutlak ve muhakkak apaçık bir delil getirecek yahut mutlak ve muhakkak ona şiddedi bir azap ile azap edeceğim yahut da mutlak ve muhakkak boğazlayacağım onu!"

Yani Hüdtiüd, hiç şüphesiz ya bana özrünü apaçık gösteren bir delil getirecek yahut hemcinslerine ibret olması için hiç şüphesiz ona şiddetli bir azap ile azap edeceğim, yahutda onu boğazlayacağım.

Bir görüşe göre, Hazret-i Süleyman'ın kuşları cezalandırması, tüylerim yolup onları tüysüz olarak güneşe bırakmakla olurdu.

Diğer bir görüşe göre ise, kuşu zıddı olan diğer bir kuşla aynı kafese koymakla olurdu.

Bir diğer görüşe göre ise onu sevdiğinden ayırmakla olurdu.

Rivâyet olunuyor ki, Süleyman (aleyhisselâm), Beytül Makdis binasını tamamladıktan sonra cemaatiyle beraber Hacca hazırlandı ve Harem'e (Mekke'ye) varıp dilediği kadar orada kaldı. Orada kaldığı sürece her gün beş bin deve, beş bin sığır ve yirmi bin koyun kurban kesiyordu. Sonra Yemen'e gitmek üzere sefere azimet etti. Hazret-i Süleyman, sabah erkenden Mekke'den çıkıp Süheyl yıldızını önüne alarak yola devam etti ve nihayet kuşluk vakti Sana'ya vardı. İşte kuşluk vaktine kadar aldığı yol, bir aylık yol idi. Yemen'de yeşıiliğini pek beğendiği güzel bir arazi gördü ve yemek yeyip namaz kılmak ıcin oraya indi. Fakat orada su bulamadı. Hüdhüd de Süleyman peygamber'e su kılavuzluğu yapıyordu. Hüdhüd, tıpkı cam kabın içindeki su gibi toprağın altındaki suyu görüyordu. Hüdhüd, suyu keşfedince, Hazret-i Süleyman'ın emrindeki cinler de, deriyi yüzer gibi, o suyun üstündeki toprağı yüzüp suyu çıkarıyorlardı. İşte Hüdhüdün kayıp olması bunun içindi. Süleyman konaklayınca, Hüdhüd havalanmış ve yerde başka bir Hüdhüd görünce yanına inip Süleyman'ın (aleyhisselâm) hükümdarlığını ve kendisine teshir edümış her şeyi ona anlatmış; diğer Hüdhüd de ona Belkis'ın hükümdarlığını ve emrinde on iki bin kumandan bulunduğunu, her kumandanın da emrinde yüz bin kişilik bir ordu bulunduğunu anlatmış. Hüdhüd de, yerli Hüdhüdün anlattıklarını bizzat görmek için onunla beraber gitmiş ve ancak ikindiden sonra dönebilmişti. İşte bundan sonraki âyet bunu anlatmaktadır.

22

"Çok geçmeden Hüdhüd geldi de, dedi ki: "Ben, senin ihata etmediğin bir şey (vâkıf olmadığın bir şeye) ihata ettim (vâkıf oldum) ve Sebe'den sana önemli kesin bir haber getirdim."

Anlatıldığına göre, Hazret-i Süleymanın başına biraz güneş isabet etmiş; Hazret-i Süleyman, başını kaldırıp bakınca, başına gölge yapan kuşlardan Hüdhüdün yerinin boş olduğunu görmüş; bunun üzerine kuşların çavuşu olan Kerkenez Kartalı çağırıp Hüdhüdü sormuş; onun da haberi olmadığını görünce, bu sefer kuşların ulusu olan Tavşancıl Kartalını çağırıp ona, Hüdhüdü bana getir! diye emir vermiş; o da havalanıp etrafa bakınca, bakmış ki, Hüdhüd geliyor. Kartal ona saldırınca, Hüdhüd, ona Allah adını verip: "Seni benden kuvvetli ve kudretli kılan Allah hakkı için bana merhamet et!" diye yalvarmış; kartal da, onu bırakmış ve ona: "Anan, sensiz kalasıca! Allah'ın peygamberi, sana mutlak ve muhakkak azap vereceğine, gerçekten yemin etti" dedi. Hüdhüd: "Pek iyi, yemininde hiç istisna yapmadı mı?" diye sordu. Kartal da: "Hayır! İstisna yaptı: yahut bana, mutlak ve muhakkak apaçık bir özür getirecek, diye istisna yaptı" dedi. Nihayet Hazret-i Süleyman'a yaklaşınca, ona tevazu göstermek için kuyruğunu ve kanatlarını yere bırakıp onları yere sürüyerek yürümeye başladı. Nihayet Hazret-i Süleyman'ın önüne gelince, Hazret-i Süleyman, onun başından tuttu; o da başını ona uzattı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'ın huzuruna duracağın anı hatırla!" Hazret-i Süleyman, titremeye başladı ve kendisini bağışladı. Sonra kendisine nerede kaldığını sordu. O da: "Senin ihata etmediğin bir bilgiyi ihata ettim" dedi.

Şu açık bir hakikattir ki, Hüdhüd'ün, ihatasını iddia ettiği ilimle, bilinmesı ve ihatası, ilim ve hikmet erbabının vazifelerinden olan ilmî hakikatleri ve ince marifetleri kastetmemiştir. Çünkü bu kabil bilgi, muhkem ve kâmil bir ilme ve apaçık bir fazilete tevakkuf etmektedir. Binâenaleyh Hüdhüdün, Hazret-i Süleyman'ın huzurunda bu bilgiyi kendi nefsine isnâd etmesi, saygısizlik ve haddini tecavüz ve Hazret-i Süleyman'ın bu bilgiye sahip olmadığını söylemesi, cinayet üstüne cinayet sayılmaz. Bu itibarla şöyle bir izaha ihtiyaç yoktur: Hüdhüd, ilham yoluyla bu bilgiye sahip olmuş ve Hazret-i Süleyman'a ise peygamberlik, hikmet, çok ilimler ve çok malûmat ihatası ile üstün kılındığı halde, Hüdhüd, bu kimle onun karşısına dikilmiştir. Bu, Hazret-i Süleyman'a ilminde bir imtihan olması için ve kendi nefisini hakir, ilmini de yetersiz görmesi, şu hakikate dikkat, çekilmesi içindir: Allah'ın (celle celâlühü) en önemsiz ve zayıf mahlukları içinde bile, Hazret-i Süleyman'ın ihata etmediği bilgiyi ihata edenler vardır. Yine bu hâdise, Hazret-i Süleyman'ın kendini beğenmişliğe iltifat etmemesi için kendisine bir lütuf sayılır. Zira kendini beğenmişlik, âlimler için âfet sayılır.

Hayır! Hüdhüdün, anılan sözünden kastettiği, ihatası fazilet ve yolduğu da noksanlık sayılmayan hislerle anlaşılan hususlardır. Zira bunların idrâki, ancak sırf hislere bağlıdır ki, bunda akıl sahipleri de diğerleri eşittir. Ve bilinen bir gerçektir ki, Hazret-i Süleyman, sebe halkı ve Melikesinin haberini başkasından hiç işitmemişti. İşte bundan dolayı Hüdhüd, Hazret-i Süleyman'ın (aleyhisselâm), kelâmını kabul etmesi, özrüne kulak vermeye onu teşvik ederek özrünü kabul etmesini sağlayıp kalbini kazanmak için anılan ifâdeyi kullanmıştır. Zira insan, hârika bir şeyi bildiren özrü kabul etmeye ve bilmediğini telakki etmeye daha çok meyyaldir.

Sonra Hüdhüd, söylediklerini "Ve Sebe'den sana önemli kesin bir haber getirdim" sözleriyle de teyid etti. Nitekim bu sözleriyle, müphem bıraktıklarını bir nevi açıklamış ve Hazret-i Süleyman'a pek önemli bir hizmet vermek sadedinde olduğunu göstermiştir ve ne kadar önemli bir haber getirdiğini de daha sonra söyledikleriyle anlatmıştır.

Yoksa eğer Hüdhüdün söylediklerinden kastı, bu olmayıp da yukarıda anlatıldığı gibi olsaydı, Hazret-i Süleyman hakkında anlatılan hamd ve şükrü ve Allah S?- yolunda muvaffakiyet dilemesinden başka kendisinden ne sâdır olmuş ki, İlâhî hikmet, terki için Hazret-i Süleyman'ın uyarılmasını gerektirsin?

Sebe, bir kabilenin adıdır. Bu kabile, ataları olan Sebe b. Yeşceb b. Ya'rub b. Kahtan'in adını almıştır. Derler ki, asıl adı Abdüşems'dir. Bu lakapla anılması, ilk esir alan kişi olmasından dolayıdır. Sonra Sebe, bu ülkedeki Me'rib kentinin adı oldu. Bu kent ile Sana arasında üç günlük mesafe vardır.

Hüdhüd, haber vermeden önce Hazret-i Süleyman'ın onların durumuna vâkıf olmaması, Allah'ın işlerinin hikmetlerden ve maslahatlardan hâli olması imkânsız ise de, mutlaka özel büyük bir hikmetinin olması gereken garip bir husus değildir. Zira Hazret-i Süleyman'ın konakladığı yer ile Me'sib arası kısa bir mesafe ise de, Hazret-i Süleyman'ın oraya inmesi ile Hüdhüdün haber getirmesi arasından kısa bir zaman geçmişti. Evet, cinler daha güçlü oldukları halde bu görevin özel olarak Hüdhüde verilmesi, ancak, bütün gaipleri hakkıyla bilen Allah'ın bileceği büyük bir hikmete binâendır.

23

"Ben muhakkak, bir kadın gördüm; o, Sebe halkına hükmediyor. Kendisine her şey verilmiş ve muazzam bir tahtı vardır."

A- "Ben muhakkak, bir kadın gördüm; o, Sebe hakana hükmediyor."

Bu kelâmla, Hüdhüd, getirdiği haberi beyan ediyor ve icmâk anlatımdan sonra tafsilatına başlıyor.

Sebe halkına hükmeden, Belkıs binti Şerahîl b. Mâlik b. Reyyan idi. Onun babası, bütün Yemen toprağına hükmediyordu; bu hükümdarlık, kırk babadan beri kendi sülalesinde bulunuyordu. Belkıs tan başka evladı da yoktu. Kendisinden sonra kızı Belkıs, hükümdarlığa geçti ve halkı kendisine itaat etti. Belkıs ile kavmi Mecûsî olup güneşe tapıyorlardı.

B- "Kendisine her şey verilmiş ve muazzam bir tahtı vardır."

Yani hükümdarların muhtaç oldukları her şey kendisine verilmişti ve otuz arşın genişliğinde ve otuz arşın yüksekliğinde,

Diğer bir görüşe göre de seksen arşın genışliğinde ve yüksekliğinde mücevherlerle süslü altın ve gümüşten muazzam bir tahtı vardı, dahimin ayakları da kırmızı ve yeşil yakuttan ve inci ve zümrütten idi. Tahtın üstünde de yedi oda vardı. Her odanın da kiktlı bir kapısı vardı.

Hüdhüd, Hazret-i Süleyman'ın eşsiz hükümdarlığım gördüğü halde Belkıs'ın tahtını muazzam olarak görmesi, ya Belkıs'ın haline göre idi, yahut emsali hükümdarlara göre idi. Bununla beraber Hazret-i Süleyman'ın böyle bir tahtı olmayabilir. Hangi izaha göre olursa olsun, Hazret-i Süleyman'ın huzurunda onun tahtını anlatması, daha önce belirtildiği gibi kendisine kulak asmasını ve Belkıs'ı emri altına almak için oraya azimet etmesini teşvik etmek içindi, işte bundan dolayıdır ki, bunun akabinde onunla savaşmayı gerektiren kendisinin ve kavminin küfrünü beyan etmiştir.

24

"Onu ve kavmini Allah'tan başka güneşe secde ederler buldum. Şeytan da, yaptıklarını kendilerine süslü göstermiş de, onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bundan dolayı onlar, doğru yolu bulamıyorlar."

Yani gördüm ki, Belkıs ile kavmi, Allah'ın ibadeti dışında güneşe secde ediyorlar. Şeytan da, güneşe tapmak ile diğer küfür ve günah çeşitlerim kendderine süslü göstermiş ve bu sebeple onları doğru yoldan alıkoymuştur. Zira onların küfür ve dalâletlerini kıymetli göstermeden yaptıklarını süslü göstermek tasavvur edilemez. Ve hak yolu eğri göstermek de, bunun zorunlu bir sonucudur, işte onlar bundan dolayı doğru yolu bulamıyorlar.

25

"Şeytan böyle yapmış ki, göklerde ve yerde gizli bulunanları açığa çıkaran, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilen Allah'a secde etmesinler."

Yani şeytan, onları doğru yoldan alıkoymuş ki yahut onların yaptıklarım kendilerine süslü göstermiş ki, Allah'a secde etmesinler. Yahut onlar, Allah'a secde etmek yolunu bulamıyorlar.

Diğer bir kırâete göre, âyetin Arapça metnindeki "Ellâ yescüdü" ifâdesi, "Ela yâ üscüdü" şeklinde okunmuştur. Buna göre yani ey kavmim! Allah'a secde edin!" demektir. Buna göre bu kelâm, Allah tarafından da söylenmiş olabilir, Hazret-i Süleyman tarafından da söylenmiş olabilir. Hangi kırâete göre okunursa okunsun, bu tilavet secdesi vaciptir.

Secde edilmek hakkının yegâne Allah'a (celle celâlühü) ait olduğu sadedinde, bunu mucip olan diğer vasıflar içinde özellikle göklerde ve yerde gizli bulunan her şeyi açığa çıkarmak vasfı zikre tahsis edilmiş, çünkü bu vasıf, Allah"ı âfş- tanımak ve hükümlerini kavramak hususunda daha derin anlam ifâde etmektedir. Zira bu vasıfta Allah'ın eserleri ve ezcümle O'nun, yer altındaki suyu bilmek kudreti müşahede edilmektedir.

Âyetteki "gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da bilen" ifadesiyle işaret ediliyor ki, Allahbüyük âlemde gizli olanları açığa çıkardığı gibi, insanî âlemdeki gizli şeyleri de açığa çıkarmaktadır. Zira bundan murat, Allah'ın, sizin gizlediğiniz halleri açığa çıkarmasının ve sonunda ona göre sizi mükâfatlandıracağının veya cezalandıracağının ifâde edilmesidir.

Bu âyette "açıkladıklarınızı da" ifâdesinin zikredilmesi, ilim dairesini genişletmek ve ilâhî ilme göre her ikisinin de eşit olduğuna dikkat çekmek içindir.

Göklerde gizli olanları açığa çıkarmak, yıldızların ufuklar ötesini aydınlatmalarından sonra ufuklarından da izhar edilmeleri, doğdurulmaları ve bitkilerin yetiştirilmesini de kapsamakta ve hatta bilkuvve mevcut olanı çıkarmak demek olan inşayı da kapsamakta, mümkün olanı yokluktan çıkarmak anlamında olan ibda'ı (icadı) da ve Allah'ın diğer gaiplerini de kapsamaktadır.

26

"O Allah ki, kendisinden başka hiçbir İlah yoktur. O, muazzam arşın sahibidir."

Arş, bütün cisimlerin ilki ve en büyüğüdür.

Malûmun olsun ki, Hüdhüd'den hikâye edilen "Göklerde ve yerde gizli bulunanı açığa çıkaran..." cümlesinden buraya kadar olanlar, Hüdhüdün "Ben, senin vâkıf olmadığın bir şeye vâkıf oldum..." cümlesiyle başlayan sözlerine dâhil değildir; bunlar ancak, Hazret-i Süleyman'dan iktibas ettiği ilimler ve marifetlerdir. Burada onları zikretmesi, Hazret-i Süleyman'ın dindeki kararlılığını beyan etmek içindir. Bütün sözleri de, söylediklerini Hazret-i Süleyman'a kabul ettirmek; Melike Belkıs'la savaşmaya ve hükümdarlığına boyun eğdirmeye ikna edilmesi içindir.

27

"Süleyman, Hüdhüde dedi ki: "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın? Bakacağız."

Zahire göre burada "Yoksa yalan mı söyledin?" denilmesi gerekirdi. Ancak âyetteki mevcut ifâdenin tercih edilmesi, şunu bildirmek içindir: Hüdhüdün bu konuda yalanı, yalancı olarak vasıflandırılan ve tamamen yalancılığa batmış olan kimselerin zümresine dâhil olmasını gerektirmektedir. Zira hiç aslı olmadığı halde bu sözlerin, dinleyicilerin kalplerini kabule cezp edecek şekilde güzel bir tertip ile sevk edilmesi ve özellikle de şânı pek yüksek bir peygamberin huzurunda ifâde edilmesi, ancak köklü yalancılardan ve iftiracılardan sâdır olabihr.

28

"Şu mektubumu götür de, onlara bırak; sonra onlardan yakın bir yere çekil de, ne sonuca varacaklarına bak."

Hazret-i Süleyman, vaad ettiği kararını bu sözleriyle bildirmektedir. Hazret-i Süleyman, bu sözlerini, mektubunu yazdıktan sonra aynı mecliste yahut ondan sonra söylemiştir. Hazret-i Süleyman'ın, emri altında bulunan tasarruf ve marifete muktedir emin cinleri değil de, bu elçiliği Hüdhüde tahsis etmesi, onda ilim, hikmet ve doğru feraset alâmetlerini görmesinden dolayıdır; bir de onun hiçbir özrü kalmaması içindir.

29

"Sebe Melikesi dedi ki: "Beyler! Gerçekten bana pek önemli bir mektup bırakılmıştır."

Yani Hüdhüd, kendisine emredildiği gibi, mektubu götürüp onlara bıraktıktan ve yakınlarında bir kenara çekilip beklemeye başladıktan sonra Sebe Melikesi, kavminin ileri gelenlerine böyle dedi. Bunların âyette zikredilmemesi, Hüdhüdün bu hizmeti pek süratle yerine getirdiğine işaret etmek ve bu husus, gayet açık olduğu için sarahatle belirtilmeye ihtiyaç olmadığını zımnen bildirmek içindir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Süleyman, mektubunu misk ile yazıp mühürledikten sonra Hüdhüde verdi. Hüdhüd, Belkıs'ı Me'rib'teki sarayında yatıyorken buldu. Belkıs yattığı zaman, bütün kapıları kilitleyip anahtarları başının altına koyuyordu. Hüdhüd, bir pencereden içeri girip mektubu, sırt üstü yatmakta olan Belkıs'ın göğsünün üstüne bıraktı.

Diğer bir görüşe göre ise, Hüdhüd onu gagaladı; Belkıs, korkarak uyandı.

Bir diğer görüşe göre ise, Belkıs'ın kumandanları ve askerleri etrafında iken Hüdhüd oraya vardı ve bir saat kadar onların üstünde havada döndü, insanlar da ona bakıyorlardı. Nihayet Belkıs da başını kaldırıp bakınca, mektubu onun koynuna bıraktı. Belkıs, Arapça okuma-yazma bilen Tübba' el-Himyerî'nin neslinden gelen bir hanımefendi idi. Nitekim daha önce de geçti. Belkıs, mektubun mührünü görünce, titreyip boyun eğdi. İşte o zaman: "Beyler! Gerçekten bana pek önemli bir mektup bırakılmıştır" dedi.

30

"Mektup, gerçekten Süleyman'dandır ve mektup Bisrnillahirrahmânirrahîm ile başlamaktadır."

Melikenin bu sözleri, mektubun niçin pek önemli olduğuna işaret etmektedir. Yani Melike Belkıs, mektubun pek önemli olmasını, onun Süleyman'dan gelmekle ve bismiliahırrahmânirrahîm ile başlamakla izah etmektedir.

31

"Bana karşı ululanmayın ve müslüman olarak bana gelin! diye yazmaktadır."

Yani mütekebbir hükümdarların yaptıkları gibi bana karşı ululuk taslayıp karşı gelmeyin. Diğer bir kırâete ise, âyetin metnindeki "Tal-ü" fidi, "tağlü" olarak okunmuştur. Buna göre yani haddinizi aşmayın! Demektir.

Ve mü’min olarak bana gelin. Yahut boyun eğerek bana gelin. Ancak birinci mânâ, Hazret-i Süleyman'ın şânına daha uygundur. Kaldı ki, îman, kesin olarak boyun eğmeyi gerektirmektedir.

Rivâyet olunuyor ki, mektubun nüshası şöyle idi: "Allah'ın kulu Süleyman b. Dâvud'dan, Sebe Melikesi Belkıs'a!.. Hidâyete uyanlara selâm olsun! îmdi, bana karşı ululanmayın ve müslüman olarak bana gelin!"

Hazret-i Süleyman'ın, Belkıs'a İslâm'ı emretmesi, peygamberliğme hüccet ikâme etmekten önce değildir ki, bu emrin, bir taklit talebi olduğu vehmedilebilsin. Zira mektubun bu şekilde ona bırakılması, açık bir mucize olup gönderenin peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) ne apaçık delâlet etmektedir.

32

"Melike dedi ki: "Beyler! Bu işimde bana fetva (cevap) verin; siz yanımda olmadan hiçbir iş için kesin bir karar vermiş değilim."

Bu âyette de Belkıs'ın’dedi' sözünün tekrar edilmesi, muhtevasına son derece önem verildiğini bildirmek içindir.

Yani bana çok zor gelen ve hulâsasını size anlattığım bu işimde bana cevap verin.

Genellikle müşkül hâdiselerin cevabı anlamında kullanılan fetva kekemesinin burada kullanılması, durumun ne kadar korkunç olduğunu göstermek ve onların, ağır müşküllerin halline muktedir bulundukları seviyede olduklarını zımnen bildirmek içindir.

Melikenin onlara: "Siz meclisimde hazır bulunmadan ve sizin görüşünüzü almadan hiçbir iş için kesin karar vermiş değilim" demesi, görüş ve tedbirinde kendisine muhalefet etmemeleri için yumuşak davranarak gönüllerini almaya matuftur.

33

"Beyler dediler ki: "Biz, güçlü kimseler ve çetin savaşçılarız. Yine de emir ve ferman senindir. Artık ne emredeceksen, sen bak!"

Yani Melikenin danıştığı beyler de dediler ki: "Biz, bedence, savaş aletleri ve sayıca güçlü kimseleriz ve savaşta çetin ve büyük kahramanlarız. Yine de ferman senindir. Artık ne emredeceksen, sen bak; biz sana itaat eder, emrine uyarız. "

Yahut demek istedder ki, biz savaş erleriyiz; görüş ve meşveret erleri değiliz. Artık sen bak; ne emredeceksen, biz senin hizmetinde oluruz.

34

"Melike dedi ki: "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve azizlerini zelil ederler. İşte onlar, hep böyle yaparlar."

Melike Belkıs, danıştığı beylerin doğru yoldan ayrılıp savaşa meyil ettiklerini görünce, onların, Hazret-i Süleyman'ın durumunu bilmemelerinden kaynaklanan sözlerini çürütmeye başlıyor. Yani hükümdarlar, çarpışarak, savaşarak bir memlekete girdiler mi, binalarını tahrip ederler; mallarını yok ederler ve öldürmek, esir almak ve sürgün etmek gibi çeşidi yollarla azizlerini zeki ederler. Onların sürekli adetleri böyledir.

Diğer bir görüşe göre ise, "İşte onlar hep böyle yaparlar" cümlesi, Allah tarafından Melike'yi tasdik anlamındadır. Tıpkı "Rabbinin kelimeleri tükenmeden mutlaka deniz tükenir" cümlesinden sonra "Onun misli kadar mürekkep getirsek de..."

35

"Kadar, ben onlara bir hediye göndereceğim de, elçiler nasıl bir haberle dönecekler? Bakacağız."

Melike Belkıs, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini çürüttükten sonra bu sözleriyle kendi görüşünü açıklamaktadır. Yani ben onlara bir hediye göndereceğim ve onların göstereceği tepkinin gereğine göre davranacağım.

Rivâyet olunuyor ki, Melike Belkıs, Hazret-i Süleyman'a hediye olarak beş yüz genç erkek köle gönderdi. Bu köleler, cariyeler kılığında idi ve bilezikler, gerdanlıklar ve küpeleri vardı. Bindikleri atların çulları da atlas kumaşları idi. Gemleri ve eğerleri de mücevherlerle süslenmiş altından idi. Yine hediye olarak beş yüz de cariye göndermişti. Bu cariyeler oğlanlar kılığında kısraklara bindirilmişlerdi. Hediyeler arasında bin kerpiç altın ve gümüş de vardı. Yine hediyeler arasında inci, yüksek yakut, misk ve amber ile süslenmiş bir taç da vardı. Yine, içinde deliksiz bir inci bulunan bir hokka ile deliği eğri bir boncuk, da vardı. Belkıs, kavminin eşrafından Münzîr b. Amr ile görüş ve akıl sahibi diğer birini de bu hediyelerle gönderiyordu. Ve Belkıs dedi ki: "Eğer o, peygamber ise, oğlanlarla cariyeleri birbirinden temyiz eder ve deliksiz inciye de düzgün bir delik açar ve boncuğun eğri deliğinden de iplik geçirir." sonra Belkıs, Münzir'e dedi ki: "Eğer sana kızgın bakarsa, o, hükümdardır; bakışı seni hiç korkutmasın. Ama eğer onu güler yüzlü ve nazik görürsen, bil ki, o, peygamberdir."

Bunları seyreden Hüdhüd, gidip hepsini Hazret-i Süleyman'a haber verdi. Hazret-i Süleyman da, cinlere emretti, altın ve gümüş kerpiçler döktüler ve sarayinin cephesinde yedi fersahlık bir sahayı bu kerpiçlerle döşediler. Meydanın etrafında da burçları altın ve gümüşten bir duvar çevirdiler. Ve emretti; kara ve deniz hayvanlarının en güzellerini de o meydanın sağında ve solunda o kerpiçler üzerinde bağladılar. Ve emretti; cin evladından büyük bir kalabalığı da sağda ve solda hazır bulunduruldular. Sonra kendisi de tahtına oturdu. Etrafında da eşrafın sandalyeleri vardı. Şeytanlar fersahlarca, insanlar da fer sahlarca, yabani hayvanlar, yırtıcı hayvanlar, kuşlar ve sürüngenler de fersahlarca saf bağladılar. Nihayet Belkıs'ın hediye kafileleri yaklaşınca, hayretler içinde kaldılar. Hayvanların, altın ve gümüş kerpiçleri, üstünde pislediklerini görünce de, aşağılık kompleksine düştüler ve yanlarındaki hediyeleri attılar. En son onlar Hazret-i Süleyman'ın huzuruna çıktıklarında da, onlara güler yüzle baktı ve onlara: "Sizin gerinizde ne var?" dedi ve: "Hokka nerede?" dedi. Cebrâîl hokkanın içindekini kendisine haber verdi. Hazret-i Süleyman da: "Hokkanın içinde şöyle, şöyle bir şey var" dedi. Sonra ağaç kurduna emretti; ağaç kurdu, bir kıl aldı ve deliksiz inciyi delip kılı içinden geçirdi. Onun rızkı, ağaçta kılındı. Bir beyaz kurt da, ağzına bir iplik aldı ve o boncuktan geçirdi. Onun rızkı da, meyvelerde kılındı. Hazret-i Süleyman, su getirtti. Hediye olarak kendisine gönderilen cariyeler, bir eliyle su alıp diğer eline verdikten sonra yüzlerine çarpıyorlardı. Oğlanlar ise, eliyle suyu aldığı gibi yüzlerine çarpıyorlardı. Sonra Hazret-i Süleyman, hediyelerin hepsini geri çevirdi. İşte bundan sonraki âyet bunu anlatılmaktadır.

36

"Elçi Süleyman'a gelince, Süleyman dedi ki: "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır! Hediyelerinizle siz kendiniz sevinirsiniz."

A- "Elçi Süleyman'a gelince, Süleyman dedi ki: "Siz bana mal de yardım, mı ediyorsunuz?"

Hazret-i Süleyman, elçiye ve elçiyi gönderene hitaben bunu söylemişti.

Diğer bir görüşe göre ise, elçiye ve elçinin maiyetine hitaben bunu söylemişti. Ancak birinci görüş, evlâdır; çünkü ona göre, bu kelâm, ağır inkâr ile kınama ifâde eder ve Belkıs de kavmini de kapsar. Hulâsa,  Hazret-i Süleyman'ın yüksek şânına ve geniş saltanatına rağmen onların, kendisine malî yardım yapmaları reddedilmekte ve onlar bundan dolayı kınanmaktadır.

B- "Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır"

Yani Allah'ın bana verdiği ve sizin de eserlerini gördüğünüz peygamberlik ve en büyük hükümdarlık, size verdiği inaldan ve ezcümle sizin hediye olarak getirdiklerinizden daha hayırlıdır. Binâenaleyh benim sizin hediyenize ihtiyacım yoktur. Ve ona ihtiyacım olduğu için de bana takdim edilmemektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hazret-i Süleyman, bu sözleri ile devamım onlara, ancak, hokka meselesi ve diğerleriyle ilgili aralarında cereyan eden hususlar belirtildiği şekilde cereyan ettikten sonra söylemiştir. Yoksa "Elçi, Süleyman'a gelince..." ifâdesinin zahirinden anlaşıldığı gibi, onlar, kendisine ilk geldiklerinde bunu onlara söylememişti.

C- "Hayır! Hediyelerinizle siz kendiniz sevinirsiniz."

Bu kelâm ile de, onların Hazret-i Süleyman'a hediye ettikleriyle, iftihar ve minnet ederek ve önemli sayarak sevinmeleri kınanmaktadır. Nitekim hokka, boncuk hâdiseleri de köle oğlanların ve cariyelerin kılıklarının değiştirilmesinden ve diğer hallerinden de anlaşılmaktadır.

Bu kelâm, şuna dikkat çekmektedir: Hazret-i Süleyman'a malî yardımda bulunmak, çirkin bir tutumdur; bu malların onun katında bir değeri olmadığı halde, bunu yarışmacıların yarıştığı cazip bir iş saymak ise, daha fazla çirkin ve ondan dolayı kınamak daha etkilidir.

Diğer bir görüşe göre, yani hayır! Mallarınız artıyor diye size verilen hediyelerle siz sevinirsiniz. Zira siz dünya hayatinin zahirinden başka bir şey bilmiyorsunuz, demektir.

37

"Ey elçi! Dön onlara. Yemin olsun ki, karşı koyamayacakları bir ordu ile geleceğiz ve yemin olsun ki, onları hor ve zelil olarak oradan çıkaracağız."

Yani ey elçi! Belkıs ile kavmine dön. Vallahi, onların mukavemet edemeyecekleri, karşı koyamayacakları bir ordu de onların üzerine geleceğiz ve Allah'a yemin olsun ki, onlar, yurtlarında aziz ve imkân sahibi iken, biz onları oradan sürgün olarak değil, hor esirler olarak çıkaracağız.

38

"Süleyman dedi ki. "Ey ulular! Onlar müslüman olarak bana gelmeden önce hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?"

Hazret-i Süleyman Belkıs'ın gelmesine yakın bunu söylemişti. Rivâyet olunuyor ki: Belkıs'ın elçileri, Süleyman'ın anlatılan haberiyle yamna dönünce, Belkıs dedi ki: "Vallahi, ben anladım ki, o, bir hükümdar değil ve bizim ona gücümüz yetmez." ve Belkıs, Hazret-i Süleyman'a: "Ben, senin emrini ve bizi davet ettiğin dinini anlamak için kendim, kavmimin reisleriyle beraber sana geliyorum" diye haber gönderdi. Sonra Belkıs, Hazret-i Süleyman'a gitmek için sefer ilan etti. Bunun üzerine Himyerî kabile reislerinden on iki bin kişi toplandı. Her bir reisin riyasetinde binlerce insan vardı.

Rivâyet olunuyor ki, Belkıs, bu arada emir verdi; tahtını, içice olan vedı sarayının sonuncusunda bulunan iç içe yedi odanın sonuncusuna koydurdu ve bütün kapıları kiktletti ve onu korumaları için de muhafızlar görevlendirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Belkıs'ın, tahtını böyle güvenceye aldığı Hazret-i Süleyman'a vahiy olundu. Bunun için o da, Allah'ın (celle celâlühü), kendisine özel olarak bahşettiği acayip işlerin kendi eliyle icrasını göstermek, Allah'ın büyük kudretine ve kendi pey gamb erhğinin sıhhatine muttak olmasını ve bir de, onun tahtını tanınmaz hale getirip bakalım tanır mı, tanımaz mı? diye onun aklını denemek istedi.

Belkıs'ın tahtının getirilmesi, "Onlar müslüman olarak bana gelmeden önce" kaydına bağlanmış, çünkü böyle, olması, daha tuhaf, daha acayiptir; âdete göre olma ihtimak daha uzaktır ve Allah'ın kudretine ve peygamberliğinin sıhhatine delâleti daha açıktır. Bir de, Belkıs'ın denenmesi ve hârika mucizelere muttak olması, ilk geldiğinde, gerçekleşmesi içindi. Diğer bir görüşe, göre ise, Belkıs, müslüman olarak oraya vardıktan sonra rızası olmadan makm almak helal olmayacağı içindi.

39

"Cinlerden bir ifrit dedi ki: "Sen meclisinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve hiç şüphesiz bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz."

Yani cinlerden Zekvân, yahut Sahr adında azgın ve habis biri dedi kı: Sen hükümet: meclisinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Hazret-i Süleyman, yarım gün hükümet meclisinde, bulunuyordu.

40

"Kendisine kitaptan bir bilgi verilmiş olan kimse dedi ki: "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm." Süleyman, Melikenin tahtını yanı başına yerleşmiş olarak görünce, dedi ki: "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? diye beni denemek için Rabbımin lutfundandır. Zaten kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin kı, Rabbim, gerçekten, her şeyden müstağnidir, çok kerem sahibidir."

A- "Kendisine Kitaptan bir bilgi verilmiş olan kimse dedi ki: "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm."

Bu kelâmın, makablinden ayrı zikredilmesi, iki söyleyenin, sözlerinin ve tahtı getirmek kudretlerinin keyfiyetinin tamamen farkli olduğunu bildirmek içindir. Yahut birinciyi itibar derecesinden düşürmek içindir.

Bir görüşe göre, bunu söyleyen, Hazret-i Süleyman'ın veziri Âsaf b. Berahya idi.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu söyleyen, onunla duâ edildiği, zaman her duanın kabul olduğu İsm-i A'zamı bilen başka bir zât idi.

Bir diğer görüşe göre, Hızır, yahut Cebrâîl yahut da Allah'ın (celle celâlühü), Hazret-i Süleyman'a destek kıldığı bir melek idi.

Başka bir görüşe göre ise, bunu söyleyen, Hazret-i Süleyman'ın kendisi idi. Ancak bu görüşün isabetten uzak olduğu açıktır.

Bu kitaptan murat, bütün semavî kitapları kapsayan ilâhî kitapların cinsidir. Yahut Levh-i Mahfuzdur.

"Bir bilgi" denilmesi de, bu bilginin malûm olmayan bir bilgi olduğuna işaret etmektedir.

B- "Süleyman, Melikenin tahtını yanı başına yerleşmiş olarak görünce, dedi ki: "

Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni denemek için Rabbimin lutfundandır."

Yani tahtı en kısa zamanda getireceğini söyleyen zât, onu getirince ve Hazret-i Süleyman, Melikenin tahtını yanma yerleşmiş olarak hazır görünce... Âyette hazfedilen kısım, gayet açık olmasından dolayı, zikretmeye gerek olmadığından dolayı hazfedilmiştir. Zira ona terettüp eden Hazret-i Süleyman'ın, tahtı görmesinin beyan edilmesinden gayet açık olarak anlaşılmakta ve artık onun sarih olarak zikredilmesine ihtiyaç kalmamaktadır. Bir de, bu İşın pek süratle gerçekleştiğini bildirmek için anılan kısım hazfedilmiştir. Sanki tahtı getirme vaadi ile Hazret-i Süleyman'ın onu görmesi arasına hiçbir şey girmemiştir.

Hazret-i Süleyman'ın, tahtı görmesinin, yanında yerleşmesi kaydıyla zikredilmesi de, bu mânâyı teyid içindir. Zira bu kayıt, araya, tahtı getirme başlangıcının da girmediğini vehmettirmektedir. Sanki taht, hep yanında imiş. Bir de, anılan kayıt, tahtın, mülküne dâhü olarak devamlı olarak orada kalacağına da delâlet etmektedir.

Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), tahtı yanında hazır görünce, diğer peygamberlerin ve hâlis kulların âdeti olduğu üzere nimeti şükürle telakki ederek dedi ki; bu kısa zaman içerisinde tahtın huzuruma getirilmesi, yahut vasıta ile, yahut bir görüş olduğu üzere doğrudan doğruya tahtı huzuruma getirtmek imkânına sahip olmam, benim hak etmediğim Rabbımin bana olan lutfundandır. Bundan amaç, bakalım, şükür mü ederim, yani ona gücüm, kuvvetim olmaksızın sadece onu Allah’ın lutfu olarak görür, onun hakkım eda eder miyim, yoksa kukam bahşedilen diğer nimeder gibi, ona nankörlük ederek kendi nefsim için de arada bir pay ve tesir görür müyüm, yahut onun gereklerini yerine getirmekte kusurlu davranır mıyım?

C- "Zaten kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim, gerçekten her şeyden müstağnidir, çok kerem sahibidir."

Zira kim şükrederse, onun görevli meleği bu şükrünü kayıt eder; bu şükür, nimeti arttırır; vacip yükünü zimmetinden düşürür ve onunla nankörlük ayıbından kurtulmuş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim, onun şükründen gerçekten müstağnidir ve kerem sahibidir; cezasını acilen vermez ve şükür olmadan da nimet bahşeder.

41

"Süleyman dedi ki: "Onun tahtını tanımayacağı bir hale sokun! Bakalım, tanıyacak mı, tanımayanlardan mı olacak?"

Bundan önce hikâye edilen de, bundan sonra hikâye edden de Hazret-i Süleyman'ın kelâmından olduğu halde hikâyenin (dedi ki...) tekrar edilmesi, geçen kısım ile gelecek kısmın birbirinden farklı olduğuna dikkat çekmek içindir. Zira Hazret-i Süleyman'ın bundan önce söyledikleri Allah'a (celle celâlühü) şükür kabilindendır; ikinci kelâmı ise, hizmetçilerine emri kabilindendir.

Yani Hazret-i Süleyman adamlarına dedi ki; Belkıs'ın tahtının görünümünü her hangi bir şekilde değiştirin; tanımayacağı bir hale sokun! Bakalım tanıyacak mı? Yahut makama uygun bir cevap verebilecek mi?

Diğer bir görüşe göre ise, yani bakalım, tahtını gördüğünde, ondan ibret alıp Allah'a "Seve Resulüne îman edecek mi? Zira kendisi tahtını kiktk kapılar ardında, görevli muhafızların, bekçilerin korumasında bıraktığı halde kısa bir zaman içerisinde oraya getirilmiş olması îman etmesini gerektiren pek kuvvetli bir delildir. Ancak bunun, tahtı tanımayacak hale getirmek kaydına bağlanması, bu mânâya engeldir; çünkü tahtı tanınmayacak hale getirmenin bununla alakası yoktur.

42

"Nihayet Melike gelince, kendisine: "Senin tahtın da böyle mi?" denildi. Melike dedi ki: "Tıpkı o!" "Bize ondan önce bu bilgi verilmiştir ve biz müslüman olmuşuzdur."

A- "Nihayet Melike gelince, kendisine: "Senin tahtın da böyle mi?" denildi.

Burada, Süleyman Peygamberin kast ettiği tecrübe (deneme) hikâyesine başlanmaktadır. Yani Belkıs, Süleyman'ın (aleyhisselâm) huzuruna çıktığında onun tahtı da orada bulunuyordu. Doğrudan doğruya Hazret-i Süleyman tarafından, yahut vasıtalı olarak kendisine: "Senin tahtın da böyle mi idi?" denildi.

Belkıs'a: "Bu, senin tahtın mı?" denilmedi ki, kendisine telkin olmasın da, tahtın görünümünü değiştirmenin amacı, yani Belkıs'ın zekâsının anlaşılması gayesi ortadan kalkmasın. Zira Belkıs'ın aklının zayıf olduğu Hazret-i Süleyman'a anlatılmıştı.

B- "Melike dedi ki: "Tıpkı o!"

Belkıs'ın bu cevabı, onun son derece akıllı olduğunu bildirmektedir. Zira tahtın kendisi değil, bazı vasıflarında değişiklik yapıldığı için gerçeği anladığı halde, onların tahtın dış görünümünde yaptıkları değişikliğe işaret ederek ve Hazret-i Süleyman ile olan karşılıklı konuşmasında da güzel edebi gözeterek: "Ta kendisi!.." demedi.

C- "Bize ondan önce bu bilgi verilmiştir ve biz müslüman olmuşuzdur."

Öyle anlaşılıyor ki, Belkıs da, Hazret-i Süleyman'ın, kendisinin aklını denemek ve kendisine mucize izhar etmek istediğini tahmin ettiği için: "Bizim gördüğümüz bu mucizeden önce de baş elçimiz Münzir'den dinlediklerimiz sayesinde Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz kudreti ve senin peygamberliğinin sıhhati hakkında biz bilgi sahibi olmuşuz ve o vakitten itibaren müslüman olmuşuzdur" demiştir. Belkıs'ın bu sözleri de, sağlam ve mükemmel bir düşünce ve zekâya sahip olduğuna açıkça delâlet etmektedir.

43

"Melîke'yi, Allah'tan başka taptığı şeyler, hak dinden alıkoymuştu. Çünkü o, gerçekten kâfir bir kavimden idi."

Bu kelâm, (başkasının sözünü hikâye kabilinden olmayıp) doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından olup şimdiye kadar, yani Hazret-i Süleyman'ın yanına gelmeden önce Belkıs'ı islâm'ını açıklamaktan alıkoyan şeyi beyan etmektedir. Yani Belkıs'ı İslâm'ını açıklamaktan alıkoyan şeyin, eskiden güneşe tapması idi. Çünkü o, tamamen küfre batmış bir kavimden idi. İşte bundan dolayı o, Hazret-i Süleyman'ın hâkimiyetine girmeden önce kavmi içinde iken islâm'ını açıklamaya muktedir olmamıştı.

Diğer bir görüşe göre, "Bize ondan önce bu bilgi verilmiştir." cümlesinden "Çünkü o, gerçekten kâfir bir kavimden idi." cümlesine kadar olan kısım, Hazret-i Süleyman ile müşavirlerinin sözlerindendir. Yani sanki onlar, Belkıs'ınn sözlerini dinlediklerinde onun İslâm'ını anladılar da onun halini takdir ettiler. Zira Belkıs, daha önce elçi Münzir'den dinlediği eski deliller ve tahtı ile ilgili gördüğü bu açık mucize sayesinde Allah'ın sonsuz kudretini ve Hazret-i Süleyman'ın peygamberliğinin sıhhatini anlamış; islâm ona nasip olmuş ve isabetli cevap vermişti. İşte Hazret-i Süleyman de müşavirleri de, buna atfen demişler ki: "Belkis'tan önce, Allah'ın kudretinin ve O'nun katından gelen peygamberliğin sıhhatinin bilgisi bize verilmiştir ve biz hep İslâm dini üzerindeyiz." Onlar, bunu, Belkis'tan faziletli kılındıklarina, Belkıs, kâfirler arasında yetişip güneşe tapması, kendisini İslâm'dan alıkoyduğundan, ondan önce Allah'ı (celle celâlühü) tanıyıp müslüman olduklarına şükür olarak söylemişlerdir.

Ancak bu görüşün, isabetten uzak ve zorlama bir izah olduğu açıktır,

44

"Melikeye: "Gir saraya!" denildi. Melike gelip de orayı görünce, onu derin bir su sandı ve iki ayağını sıvamaya başladı. Süleyman: "Bu gerçekten sırçalardan döşenmiş bir saraydır" dedi. Melike dedi ki: "Ey Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim ve ben, Süleyman'la beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teskm oldum."

A- "Melikeye: "Gir saraya!" denildi."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Süleyman, Belkıs gelmeden önce emir verdi; Belkıs'ın geleceği yol üzerinde beyaz camdan bir saray yaptırdı; onun altından da su akıttırdı; bu suya da balık ve diğer deniz hayvanlarını bıraktı; ortasına da tahtını kurdurdu ve tahta oturdu. Kuşlar, cinler ve insanlar da etrafına toplandılar. Hazret-i Süleyman bunu, Belkıs'a azametini, (cinlerin ve hayvanların da kendisine itaatini göstererek) peygamberliğini ve dindeki sebatını göstermek için yapmıştı.

Bazıları, asılsız olarak iddia etmişler ki, cinler, Belkıs, kendi sırlarını Hazret-i Süleyman'a anlatır endişesiyle, Belkıs'la evlenmesini istemiyorlardı. Zira Belkıs'ın annesi cin idi.

Diğer bir görüşe göre ise, cinler, Hazret-i Süleyman ve Belkıs evliliğinden bir çocuk olup da, hem cinlerin, hem de insanların zekâsına sahip olmasından ve sonuçta Hazret-i Süleyman'ın hükümranlığından çıkarılıp daha ağır ve feci bir hükümranlığa sokulmaktan endişe ediyorlardı, işte bundan dolayı o cinler, Belkıs'ın aklında noksanlık olduğunu, bacaklarının da çok kılk olduğunu ve ayaklarının da eşek tırnakları gibi olduğunu söylemişlerdi. İşte bundan dolayı Hazret-i Süleyman, tahtının görünümünü değiştirerek aldım denemek istemiş ve bacakları ile ayaklarını görmek için de camdan sarayı yaptırmıştı.

B- "Melike, gelip de orayı görünce, onu derin bir su sandı ve iki ayağını sıvamaya başladı."

Yani Belkıs, yanında Hazret-i Süleyman olduğu halde saraya girip sırça zemini görünce onu derin bir su sandı ve etekleri ıslanmasın diye iki ayağını sıvamaya başladı. Hazret-i Süleyman baktı ki, onun bacakları ve ayakları, insanların en güzel bacaklarından ve ayaklarındandır; yalnız bacakları kıllıdır.

Bir görüşe göre, zırnık gibi kadınların vücut kıllarını temizlemek için kullandıkları maddeleri ilk kullanan, Beikistır. Hazret-i Süleyman, cinlere emretmiş; onlar da kılları temizleyen bir macun hazırlamışlardı.

Hazret-i Süleyman, Belkısla evlendi ve cinlere emretti; cinler ona, Yemen'de Silhayn sarayını ve Sana'da bir dağın tepesinde Gamdan şatosunu yaptılar. Hazret-i Süleyman, ayda bir kez onu ziyaret edip yanında üç gün kalıyordu.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Süleyman, Belkıs'ı Hemdan kralı Zâtübba' ile evlendirdi ve onu Yemen üzerine musallat etti ve Yemen cinlerinin emin Zevbeaya da, ona itaat etmesini emretti. O da ona kaleler, saraylar binâ etti.

C- "Süleyman: "Bu gerçekten sırçalardan döşenmiş bir saraydır" dedi.

Yani Hazret-i Süleyman, Belkıs'ın hayret ve dehşete kapıldığım görünce, onun su sandığı şeyin, sırça döşenmiş zemin olduğunu söyledi.

D- "Melike dedi ki: "Ey Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim ve ben, Süleyman'la beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum."

Yani Belkıs, bu mucizeyi de görünce dedi ki; ey Rabbim! Ben, şimdiye kadar güneşe tapmakla, -isabetten uzak olan bir görüşe göre ise, Süleyman'ın, beni derin suda boğmak istediğini sanmakla- gerçekten kendime yazık etmişim ve ben Süleyman'a uyarak Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.

Belkıs'ın, "Alemlerin Rabbi" demesi, Allah'ın İlahlığını, ibadete yegâne lâyık olduğunu ve bütün varlıkların ve ezcümle daha önce taptığı güneşin de İlahı olduğunu bildiğini izhar etmek içindir.

45

"Yemin olsun, ki, Semûd Kavmine, Allah'a ibadet: edin! diye kardeşleri Sâlih'ı gönderdik. Onlar, hemen birbirleriyle çekişen iki fırka oluverdiler.

46

"Sâlih dedi ki: "- Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülüğe acele ediyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?"

47

"Kavmi dediler ki: "Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık. Sâlih de dedi ki: "- Uğursuzluğunuz, Allah katındadır. Hayır! Siz imtihana çekilen bir kavimsiniz."

48

"O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve hiçbir ıslah işinde bulunmuyorlardı."

49

"Onlar, Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: Sâlih'e ve ailesine mutlak ve muhakkak gece başlan yapıp hepsini öldürelim; sonra da velisine: "Biz, Sâlih ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik. Hiç şüphesiz biz, doğru söylüyoruz" diyelim."

50

"Onlar, bir tuzak kurdular. Biz de, haberleri olmadan onların tuzaklarını altüst ettik"

51

"Ey Resûlüm! Bak işte, tuzaklarının akıbeti nice oldu? Biz onları ve kavimlerini toptan yok etmişizdir."

52

"Zulmetmeleri yüzünden işte çökmüş evleri! Hiç şüphe yok ki, bunda, anlayan bir kavim, için büyük bir ibret vardır."

53

"îman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık."

54

"Lût'ıı da peygamber olarak gönderdik. Hani kavmine şöyle demişti: "Göz göre göre o hayasızlığı yapacak mısınız?"

55

"Siz hiç şüphesiz kadınların dışında erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz ha? Evet! Siz cahillik eden bir kavimsiniz."

Âyette iki teldd harfinin kullanılması (hiç şüphesiz), hiç kimsenin bunu tasdik etmediğini bildirmek içindir. Zira bu hayasızlık, akıldan son derece uzak bir iştir.

"Erkeklere" denilmesi, takbihi güçlendirmek ve erkekler ile onlara şehvetle yaklaşmak arasındaki tersliği tahkik içindir.

Yani siz, asıl şehvet mahalli olan kadınları bırakıp da şehvet mahalk olmayan erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz? Evet! Siz bunun çirkinliğini bilmeyen cahillerin işini yapıyorsunuz. Yahut siz bu fiilin feci akıbetini bilmiyorsunuz. Yahut siz hayasızlık yapan bir kavimsiniz.

56

"Kavminin cevabı ise ancak şu oldu: "Lût hanedanını memleketinizden çıkarın; çünkü onlar çok temiz kalmak isteyen insanlarmiş."

Yani onlar, bizim fiillerimizden, yahut pisliklerden teiniz kalmak istiyorlar ve bizim fiilimizi pis sayıyorlar.

îbn Abbas'tan rivâyet olunduğuna göre, onlar bunu istihza kabilinden söylemişlerdi. A'raf sûresinde geçti ki, onların bu sözü, Hazret-i Fûtun, emir ve yasak içeren vaazlarından sonra söylenmiştir; yoksa bundan başka sözleri olmadı demek değildir.

57

"Bunun üzerine biz de Lût'u ve ailesini kurtardık. Ancak karısı müstesna; onu, geriye kalanlardan olarak takdir ettik."

Yani biz, Hazret-i Lûtün karısını azapta kalanlardan takdir ettik.

58

"Onların üzerine müthiş bir yağmur indirdik. O uyarılanların yağmuru ne kötü oldu!"

Onların maruz kaldıkları azabın keyfiyeti defalarca geçti.

59

"Ey Resûlüm! De ki: El-hamdü lillah / Allah'a hamd olsun! Seçkin kıldığı kullarına selâm olsun! Allah mı hayuiıdır, yoksa onların ortak koştukları mı? "

Bundan önce Allah (celle celâlühü), anılan peygamberlerin kıssalarını, onların, Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz kudretini ve yüce şânmı ifâde eden haberlerini, o peygamberlerin yüksek kadirlerine ve haberlerinin sıhhatine delâlet eden o kendilerine tahsis buyurduğu kahredici âyetleri ve açık mucizeleri Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) beyan buyurdu; o peygamberlerin lisanıyla İslâm'ın hak din olduğunu, küfür de şirkin ise bâtıl olduğunu, o peygamberlere uyan kimsenin hidâyete eriştiğini, onlardan yüz çevirenin ise helâk uçurumundan yuvarlandığını da açıkladı; o kıssaların içerdiği çeşitli İlâhî marifetlerle de Resülullah'ın kalbini ferahlandırdı; mukaddes âlemden akan sübhanî melekelerin nurlariyla da Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kalbine nur doldurdu ve bütün bunlarla,

"Ey Resûlüm! Hiç şüphesiz bu Kur’ân, Hâkim ve ahin olan Allah tarafından sana verilmiştir." âyetinde anlatılan hakikatin mânâsını takrir buyurdu, işte ondan sonra burada da, Allah, Resulüne, herkesin istediği ve hîç kimsenin de daha ötesine göz dikmediği nimetlerden kendisine ihsan etmesinden dolayı hamd etmesini emir buyurduğu gibi, öncelik hakkını ve din için çalışmalarının hakkını eda etmek üzere, haberleri Peygamberimize vahy edilen İlâhî marifetler cümlesinden olan o kıssaları anlatılan peygamberlerin de dâhil olduğu bütün peygamberlere selâm etmesini de emir buyurdu.

Diğer bir görüşe göre ise, bu hamd ve selâm emri Lût (aleyhisselâm) içindir; Allah (celle celâlühü), kavminin kâfirlerini helâk buyurmasından dolayı kendisine hamd etmesini ve hayasızlıktan korumakla ve helakten kurtarmakla seçtiği kutlu insanlara da selâm vermesini emir buyurmuştur. Ancak bu görüşün isabetten uzak olduğu açıktır.

60

"Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve size gökten bir su indiren mi? işte biz, o su ile güzel güzel duvarla çevrik bahçeler meydana getirmişizdir ki, onun ağacını bitirmeye gücünüz yetmez. Allah ile birlikte başka bir ilah mı var! Hayır! Onlar haktan yan çizen bir kavimdir."

A- "Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve size gökten bir su indiren mi?"

Yanı yüce şanları zikredilen Allah mı hayır, yoksa Allah'a ortak koştukları putlar mı?

Bu tereddüdün mercii, kâfirlerin Allah (celle celâlühü) tarafından susturulmasına, onların sakat görüşlerinin çürütülmesine ve onların tahkir edilmesine tarizdir. Zira pek açık bir gerçektir ki, onların Allah'a ortak koştuklarında bir hayır ihtimali yoktur ki, onların Allah'a ortak koştukları nesneler ile, kendi hayrından başka hayır olmayan ve yegâne İlâh olan Allah arasında bir karşılaştırma yapılabilsin.

Bu cümleyi de, söylenmesi emredilenlere dâhil saymak görüşüne ise, bundan sonra gelecek olan "İşte biz, o su ile güzel güzel bahçeler meydana getirmişizdir" cümlesi engeldir; çünkü bu cümle, bu susturmanın bizzat Allah tarafından olduğunu sarih olarak ifâde etmektedir.

Yine, bu cümleyi, "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım!.." âyetindeki ifâde kabilinden, Peygamberimize emredilenin kendi ifadesiyle ondan hikâye edilmesi mânâsına hamletmek de sebepsiz olarak açık bir zorlamadır.

Bu istifham, takrir için olup onları zorunlu olarak hakkı ikrar etmeye sevk etmektedir. Zira asgarî temyize sahip olan hiçbir kimse, bütün mahlukları yaratan ve her birine onun lâyık olduğu faydaları bahşeden Allah'ın (celle celâlühü), o mahlukların en değersizinden ve aşağısından (putlardan) hayırlı olduğunu, hatta onların ortak koştukları nesnelerde kesinlikle hiçbir hayır bulunmadığını kabul etmemek kudretine mâlik değildir.

B- "İşte biz, o su ile güzel güzel duvarla çevrik bahçeler meydana getirmişizdir ki, onun ağacını bitirmeye gücünüz yetmez."

Yani onun meyveleri ve diğer hârika vasıfları şöyle dursun, siz onun ağacını bile meydana getiremezsiniz. Şimdi bu hârikaları yaratan Allah mı hayırlı, yoksa sizin O'na ortak koştuğunuz nesneler mi?

Bu kelâmda, makabli gibi fiilde gaip kipinin kullanılmayıp "Biz" kipinin kullanılması, bu fiilin, Allah'ın zâtına mahsus olduğunu tekid etmek ve şu hakikati de bildirmek içindir: sınıfları, vasıfları, renkleri, tatları, kokuları ve şekilleri bunca değişik olan ve bir de bu kadar hârika güzellik ve manzaralara sahip bulunan bahçeleri meydana getirmek, ancak yegâne eşsiz Allah'ın muktedir olduğu muazzam hâdiselerdendir. Nitekim "Gücünüz yetmez" kaydı da, bunu bildirmektedir.

C- "Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!"

Yani kendisinden başka hiçbir gücün muktedir olamadığı bazı fiilleri zikredilen Allah (celle celâlühü) ile beraber başka ilah mı var ki, onun, ibadetle Allah'ın ortağı olduğu vehmedüebilsin! Daha önce, onların ortak koştuklarında hiç hayır olmadığı delili ile o müşrikler mağlup edildikten sonra burada da, istidlal yoluyla, külli nefiy (olumsuzluk) zımnında, Allah'a ortak koştuklarında İlalılık olmadığını ifâde etmekle, o müşrikler susturulmaktadır. Zira asgari temyize sahip olan kimse, onların ortak koştuklarında hiç hayır bulunmadığım inkâr etmeye muktedir olmadığı gibi, onlarda asla İlahlık olmadığını inkâr etmeye de, özellikle İlahlık vasıflarının Allah'tan başkasında bunmadığını düşündükten sonra muktedh olamaz. Bundan sonra dört kez gelecek bu ifâdenin oralardaki izahı da böyledir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada kastedilen, zikredilen yaratmak fiili ile ona atfen zikredilen fiillerde Allah de beraber başka bir İlah olmadığım, ifâde etmektir. Fakat bu, müşriklerin yalnız bununla susturulması anlamında değildir. Nasıl aksi olur ki, müşrikler de, Allah'ı (celle celâlühü) inkâr etmiyorlar. Nitekim "Yemin olsun ki, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, hiç şüphesi? Allah! derler." âyeti de bunu ifâde etmektedir. Hayır, o müşrikleri asıl susturan delil, Hanlığın zikredilen zorunlu vasıflarında ortağı olmadıklarını kabul ettikleri nesneleri ibadette O'na ortak koşmalarıdır. Sanki şöyle denilmiştir: İlahlığın hususiyetlerinde ortak olan Allah ile birlikte başka bir İlah var mı ki, ibadette O'na ortak kılınabilsin!

Bir diğer görüşe göre ise, mânâ şöyledir: Allah yegâne Yaratan ve valeden olduğu halde, başkası onunla denk tatulabilir mi, ibadette O'na ortak sayılabilir mi!

Ancak bu görüşler içinde, en zahir ve "Onunla beraber hiçbir ilah yoktur." âyetine de uygun olan birinci görüştür ve bu makamın hakkını tam olarak veren de bu görüştür. Çünkü birinci görüşe göre bu kelâm, yalmz yaratmak ve şubelerinde değil. Allah ile birlikte hiçbir İlah olmadığını doğrudan doğruya ifâde etmektedir.

D- "Hayır! Onlar haktan yan çizen bir kavimdir."

Bundan önce müşriklere hitap edilerek onlar kesin delillerle mağlup edildikten sonra burada da, onların kötü halleri beyan edilmekte ve bu halleri başkasına hikâye edilmektedir. Yani o müşriklerin âdetleri, hak yoldan tamamıyla yan çizmek ve her hususta istikametten ayrılmaktır. İşte bundan dolayı onlar, yaptıklarını yapıyorlar; apaçık haktan ibaret olan tevhidden yan çiziyorlar ve bâtıl olduğu apaçık belli olan şirke kapılıyorlar.

Diğer bir görüşe göre ise, yani o müşrikler, başkasını Allah ile denk tutuyorlar. Ancak bu görüş faydasız uzak bir görüştür.

61

"Onlar mı hayırlı, yoksa yeryüzünü bir karargâh kılan, aralarında ırmaklar akıtan, yerküre için sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına engel koyan mı?" Allah ile birlikte başka bir İlah mı var! Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar."

A- Onlar mı hayırlı, yoksa yeryüzünü bir karargâh kılan, aralarında ırmaklar akıtan, yerküre için sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına engel koyan mı

Yani o bâtıl ilâhlar mı hayırlı, yoksa yeryüzünün bir kısmım sudan uzak tutmak, onu yaymak ve tesviye etmek suretiyle insanların ve hayvanların yaşayabileceği şekilde ve istifadelerine uygun olarak yaratan, ortasından, faydalanacakları ırmaklar akıtan, yerkürenin insanları sarsmaması için onda sabit dağlar yaratan, onda madenler, dağ eteklerinde su kaynakları ve insanların maslahatları için sayısız nimetler var eden, tatlı deniz de tuzlu deniz arasında, yahut Fars (Iran) ve Rum (İstanbul) boğazlarındaki iki deniz arasında birbirlerine karışmalarını önleyen engel koyan Allah mı?

B- "Allah ile birlikte başka bir İlah mı var! Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar."

Yani daha önce belirtildiği gibi, var olmakta, yahut bu hârikaları yaratmakta Allah (celle celâlühü) ile birlikte başka bir İlah mı var hayır! Onların çoğu hiçbir hakikati anlamıyorlar, işte bundan dolayı apaçık olduğu halde içinde bulundukları şirkin bâtıl olduğunu anlamıyorlar.

62

"Onlar mı hayırlı, yoksa muzlar (çaresiz) kalana kendisine yalvardığında karşılık veren ve sıkıntıyı kaldıran mı ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı hayırlıdır! Allah ile birlikte, başka bir İlah mı var! Pek az tezekkür ediyorsunuz (düşünüyorsunuz)."

A- "Onlar mı hayırlı, yoksa muztar (çaresiz) kalana kendisine yalvardığında karşılık veren ve sıkıntıyı kaldıran mı ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı hayırlıdır!"

İbn Abbâs'a göre bu muztar, çaresiz kalan demektir. Süddîden rivâyet olunduğuna göre ise, muztar, gücü, kuvveti olmayan kimse demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani günahkâr kimse, kendisinden mağfiret dilediği zaman demektir. İnsanların, yeryüzünün halifeleri kılınmaları, yeryüzünün iskânında ve tasarrufunda kendderinden önceki ümmetlere vâris kılınmalan demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu hilafetten murat, hükümranlık ve tasalluttur.

B- "Allah ile birlikte başka bir İlah mı var! Pek az tezekkür ediyorsunuz (düşünüyorsunuz)."

Yani bunca nimetleri bütün insanlara bahşeden Allah (celle celâlühü) ile birlikte başka bir İlah mı var! Siz pek az, yahut pek az zaman düşünüyorsunuz.

Bu kelâmın sonunda tezekkür kelimesinin zikredilmesi, bize bildiriyor kı, bu kelâmın mefhumu, zeki olsun, olmasın, herkesin zihninde mevcuttur ve o kadar açık bir hakikattir ki, idrâk edilmesi, sadece bir yöneliş ve tezekküre tevakkuf etmektedir.

63

"Onlar mı hayırlı, yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve yağmurunun önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi hayırlıdır! Allah ile birlikte başka bir ilah mı var? Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

A- "Onlar mı hayırlı, yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve yağmurunun önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi hayırlıdır."

Yani yoksa gece karanlıklarında karada ve denizde size yol gösteren ve yağmurunun önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi!

Eğer rüzgârların oluşmasında ekseriyetle sebebin, bir hava tabakasının soğuması sonucunda yükselen soğuk dumanların yer değiştirmeleri ve havayı dalgalandırmaları olduğu doğru ise, şüphe yok ki, bu ortamı sağlayan ve hâdiseyi gerçekleştiren sebeplerin tamamı Allah'ın yaratmasiyladır. Ve şüphesiz sebebin yaratıcısı, müsebbebîn de yaratıcısıdır.

B- "Allah de birlikte başka bir ilah mı var? Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

Bu kelâm, Allah'tan başka ilah olmadığının takrir ve tahkikidir. Yani bütün kemâl sifadarım, cemâl ve celâl vasıflarını isteyen, bütün mahlukatın, kudretinin kahrı altında olmasını gerektiren ilâhlıkta yalnız olan Allah'ın zâtı, onların ortak kostakları nesnelerin, ilah ve ortak olarak var olmalarından son derece yücedir, münezzehtir. Yoksa onların, ortak koştukları nesnelerin, ilah ve ortak olmaksızın, bir varhk ve mahluk olarak var olmaları bir gerçektir. Yahut Allah, onların ortak koşmalarından münezzehtir.

64

"Onlar mı hayırlı, yoksa ilkin yaratan, yok ettikten sonra yaratmayı tekrar edecek olan ve gökten ve yerden size fizik veren mi hayırlıdır? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delillerinizi getirin!"

A- "Onlar mı hayırlı, yoksa ilkin yaratan, yok ettikten sonra yaratmayı tekrar edecek olan ve gökten ve yerden size rızık veren mi hayırlıdır?"

Yani ilk başta yaratan, ölümden sonra da tekrar diriltmekle yaratmayı tekrar eden ve kâinat nizamının, üzerine binâ edildiği hikmetin gerektirdiği hârika bir düzene bağlı olarak semavî (gökle alakalı) ve arzî (yerle ilgili) sebeplerle size rızık veren mi hayırlıdır, yoksa ibadette O'na ortak koştuğunuz o hiçbir şeye kudreti asla düşünülemeyen cansız nesneler mi hayırlıdır?

B- "Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!"

Yani Allah'tan başka bir ilah mı var ki, ibadette ona ortak kilinsin!

C- "De ki: -Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delillerinizi getirin!"

Önceki ayıplamadan sonra bu kelâm da, Peygamberimize, onları ayıplamasını emretmektedir. Yani siz eğer o davanızda doğru iseniz, Allah ile birlikte başka bir ilah olduğuna delâlet eden akdi veya nakli bir delil getirin! Yoksa bazılarının dediği gibi bu, Allah'tan başkasının, O'nun zikredilen fiillerinden birine muktedir olduğuna delâlet eden bir delil getirin! demek değildir. Zira onlar, bunu sarih, olarak iddia etmiyorlardı ve hakikatte öyle ise de, bunun ilahhğin zorunlu icaplarından olduğunu kabul etmiyorlardı. Bu itibarla onların sarih iddiası olmayan bir hususa delil getirmelerini talep etmenin bir izahı yoktur.

65

"De ki: Bütün göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman tekrar diriltileceklerini de bilemezler."

A- "De ki: bütün göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez."

Allah'ın (celle celâlühü) yegâne İlah olduğu tahkik edddikten sonra makabline ikmal ve bundan sonra zikredilecek olan tekrar dirilme konusuna da hazırlık olmak üzere bu kelâmda da, gaibi bilmenin Allah'a mahsus olduğu beyan edilmektedir.

B- "Onlar ne zaman tekrar diriltileceklerini de bilemezler, "

Yani onlar, ne zaman diriltilip mezarlarından kaldırılacaklarını da bilemezler. Halbuki bu, onlar için mutlaka olacaktır ve kendilerince en önemli şeylerdendir.

66

"Hayır! Onların âhiret hakkındaki bilgileri güdük kalmıştır. Hayır! Onlar ondan şüphe içindedirler. Hayır! Onlar âhiretten kördürler."

A- "Hayır! Onların âhiret hakkındaki bilgileri güdük kalmıştır."

Bundan önce, onların gaibi bilmedikleri belirtildi ve bu husus, onların mutlak sonları olan bir vakti de bilmemeleriyle tekid edildi. Bu kelâmda da, o hususun tekidi ve takriri daha da kuvvetlendirilmektedir. Zira burada onların, tekrar dirilme vakitlerini bilmemek cehaletinden daha fahiş bir cehalet içinde oldukları beyan edilmektedir. Nitekim âhiretı bilmelerinin, birbirlerini destekleyen bunca sebepleri olduğu halde onlar âhiret hallerini mutlak olarak bilmiyorlar.

B- "Hayır! Onlar ondan şüphe içindedirler."

Burada da onların âhiret hakkındaki cehaletleri bırakılıp bundan da daha kötü olan halleri beyan edilmektedir kı, bu da onların, âhiret hakkındaki hayretleridir. Yani onlar, âhiret in kendisi ve gerçekleşmesi hakkında ciddi bir şüphe içindedir. Bunlar, âhirette olacak hâdiseler şöyle dursun, âhiretin kendisi hakkında, hayret içindedirler. Tıpkı bir kimsenin, hakkında delil bulamadığı bir husus hakkındaki hayreti ve şaşkınlığı gibi.

C- "Hayır! Onlar âhiretten kördürler."

Burada daha önceki halleri de bırakılıp içinde bulundukları hâlin, şüpheden de daha ağır ve feci olduğu beyan edilmektedir. Yani onların basiretleri tamamen bozulduğu için âhiretin delillerini de görecek durumda değillerdir.

67

"Kâfir olanlar demişlerdi ki: "Biz ve babalarımız toprak olunca mı, gerçekten, sahi biz mi çıkarılmış olacağız?"

Burada kâfirlerin, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleri anlatdarak onların âhiret hakkındaki cehaletleri ve körlükleri beyan edilmektedir. Onların, "Kâfir olanlar" şeklinde zikredilmeleri, onları zemmetmek ve bâtıl hükümlerinin illetini zımnen bildirmek içindir.

Bu çıkarılmaktan murat, mezardan çıkarılmaktır. Bu çıkarılmanın, toprak oklukları vakit ile kayitlandırdması, onların inkârının, yalnız o zamanki çika-İmaya tahsisi anlamında değildir. Zira onlar, beden aynı hak üzerinde olsa da ölümden sonraki dirdmeyi mutlak olarak inkâr ediyorlar. Hayır, andan kayıtlandırma, inkârı takviye etmek içindir; zira inkâr, çıkarılmaya münafi olan bir halde çıkarılmaya tevcih edilmektedir.

68

"Yemin olsun ki, biz, daha önce de babalarımız bununla tehdit olunmuşuzdur. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir."

Yani biz de, Muhammed'den önce babalarımız da, ölümden sonra hesap için diriltilip mezardan çıkarılmakla tehdit olunmuşuzdur.

"Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" cümlesi, takrirden sonra ikinci takrirdir.

69

"Ey Resûlüm! Onlara de ki: "Yeryüzünde gezin de, günahkârların akıbeti nice olmuştur, görün!"

Yani yeryüzünde gezin de, kendilerini, İlah olarak yalnız Allah'a ve sizin inkar ettiğiniz âhiret gününe îman etmeye davet eden peygamberleri yalanlamaları sebebiyle o günahkârların akıbeti nice olmuştur, görün. Zira onlarin akıbetini görmekte, basiret sahipleri için yeterli ibret vardır.

Âyette tekzipçiler (yalanlayanlar) yerine mücrimler (günahkârlar) ifâdesinin kullanılmış olması, mü’minlerin, günahların terkini Allah'ın lutf-u keremıyle başardıklarını hatırlatmak içindir.

70

"Ey Resûlüm! Onların yüzünden üzülme; kurmakta oldukları tuzaktan dolayı da sıkıntı duyma, "

Yani ey Resûlüm Mubammed! Onların küfür ve tekzipte ısrar etmelerinden dolayı üzülme ve kurmakta oldukları tuzaktan dolayı gönlün daralmasın; çünkü Allah (celle celâlühü), seni insanlardan mutlaka koruyacaktır.

71

"Onlar diyorlar ki: "Eğer doğru sözlü iseniz, bu tehdit konusu azap ne zaman gerçekleşecek?"

Yani o kâfi der diyorlar ki: "Eğer sen, âcil bir azabın başımıza geleceği konusunda verdiğin haberde doğu isen, bu azap ne zaman gelecek?"

Burada çoğul zamirinin (iseniz) kullanılması, mü’minlerin de, anılan ihbarda Peygamberimize iştirak etmeleri itibarıyladır.

72

"De ki: "Çabucak gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki pek yakında başınıza gelecektir."

Onların başına geleceği haber verilen azap, Bedir Savaşında uğradıkları azaptır.

Bu âyetin metninde kullanılan "Asâ/belki" kelimesi, şüphe ifâde etmemektedir. Zira başkalarının kelâmında kullanıldığında şüphe ifâde eden "Asâ", "Lealle" ve "Sevfe" kelimeleri, hükümdarların vaadlerinde kullanıb dıldannda kesinlik ifâde etmektedir. Onların bu şekilde (belki) ifâde etmeleri, vakar izhar etmek ve kendi emsalinin işaretlerinin bile, başkalarının sarahatleri gibi kesindir. İşte Allah'ın mükâfat ve ceza vaadleri de böyledir.

73

"Hiç şüphe yok ki, senin Rabbin bütün insanlara lûtf-u kerem sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler."

Yani hiç kuşku yok ki, senin Rabbin, bütün insanlara lutf-u ihsanda bulunmaktadır ve bu kâfirlerin işledikleri günahlardan sonra ve ezcümle onların, azabın çabucak gelmesini istemelerinden sonra da azaplarını tehir buyurması, O'nun ıhsanmdandır. Fakat insanların çoğu bu nimetin hakkını vermiyorlar da, ona şükretmiyorlar; aksine bu kâfirlerin yaptıkları gibi cehâletleriyle azabın çabucak gelmesini istiyorlar.

74

"Hiç şüphe yok ki, senin Rabbin, onların kalplerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir."

Yani ey Resûlüm! Senin Rabbin, onların gizlediklerini de, açığa vurdukları fiilleri ile sözleri ve ezcümle onların, azabı çabucak istediklerini de bilir.

Bu kelâm, bize bildiriyor ki, o kâfirlerin açığa vurdukları dışında da çok çirkin işleri vardır ve Allah (celle celâlühü), hepsinden dolayı onların cezasını verecektir.

Âyette önce gizlinin, sonra açığın zikredilmesinin sebebi, "Onlar bilmezler mı ki, gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah bilmektedir."

75

"Bütün gökte ve yerde gaip olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın."

Bu kitap, Levh-ı Mahfuz'dur. Âyetin metnindeki "Mübîn" kelimesi, apaçık mânâsında kullamldığı gibi, açıklayıcı mânâsında da kullanılmaktadır. Buna göre yani bu kitap, onu mütalâa edene içindekini açıklamaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, apaçık kitap, mecazî olarak âdil hüküm demektir.

76

"Şüphe yok ki, bu Kur’ân, Isrâiloğullarına, hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır."

Kur’ân'ın, İsrâiloğullarına anlattığı bu kabil konulardan biri de, Hazret-i İsa'nın durumudur. İsraîloğullari, bu konuda da anlaşmazlığa düşerek fırkalara ayrılmışlar; ifrat ile tefritte ve tesbih ile tenzihte azgınlık ve aşırılık göstermişler; birçok konuda aralarında o kadar şiddetli ve zor ayrılıklar bas göstermiş ki, birbirlerini lanetlemişler. İnen Kur’ân-ı Kerîm bu konunun hakikatini beyan etmektedir. Onlar insaf ehli olsalar, bunu görürler.

77

"Hiç şüphe yok ki, Kur’ân, mü’minler için bir hidâyet rehberi ve rahmettir."

Binâenaleyh İsrâiloğullarmdan îman edenler de, bu münkirlere öncelikle dâhildir.

78

"Ey Resûlüm! Senin Rabbin, onlar arasında elbette hükmünü verecektir. O, yegâne azîz'dir, Alîm'dir."

Yani ey Resûlüm Muhammed! Senin Rabbin, İsrâiloğulları arasında hak hükmünü verecektir; yahut hilemetle hükmedecektir. O, yegâne galip ve üstün olduğu için O'nun hükmü geri cevrilmeyecektir. Ve o, her şeyi ve ezcümle ne ile hükmedeceğini bilmektedir.

79

"O halde sen, Allah'a tevekkül et. Çünkü şüphe yok ki, sen apaçık hak üzeresin."

A- "O halde sen, Allah'a tevekkül et."

Yani ey Resûlüm! Allah'ın şânı böyle olduğuna göre, artık sen, Allah'a tevekkül et. Günkü bu, O'na tevekkül etmeyi ve tevekkül emretmeyi gerektirmektedir. Yani şânı bu kadar yüce olan Allah'a tevekkül et, zira bu, herkesin O'na tevekkül etmesini ve bütün işlerini O'na havale etmesini gerektirmektedir.

B- "Çünkü şüphe yok ki, sen apaçık hak üzeresin."

Bu kelâm sarahatle, Allah'a tevekkül etmek, illeti olarak. Peygamberimizin apaçık hak üzere olduğunu, yahut hak ile bâtılı birbirinden tefrik eden, yahut haklı ile bâtılciyi birbirinden ayırtan bir düstur üzere olduğunu bekitmektedir. Zira Peygamberimizin böyle olması, onun, Allah'ın hıfzına, yardımına ve desteğine mutlaka güvenmesini gerektirmektedir.

80

"Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp gittikleri zaman o sağırlara da duyuramazsın."

A- "Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin."

Bu, Peygamberimizin tevekkül etmesinin lüzumunun ikinci illetidir. Tevekkül, tamamen Allah'a yönelmekten, işlerini O'na havale etmekten ve başkaca vesileler aramaktan yüz çevirmekten ibarettir. Tevekkülün lüzumunun illeti olarak, önce, Allah tarafından onu gerektiren hususlar zikredildi ki, bunlar, Allah'ın hak ile hükmetmesi, Aziz ve alim olmasıdır. Tevekkülü mucip ikinci bir illeti olarak zikredilen husus da, bir veçhe göre Peygamberimiz tarafındandır ki, onun hak üzere, olmasıdır, ikinci veçhe göre ise, Allah tarafındandır ki, O'nun hakka yardımı ve desteğidir.

Sonra tevekkülün üçüncü bir illeti de zikredddi ki, bu, bizzat değil, bilvasıta tevekkülü muciptir ki, bu hususun, Allah'tan başka bütün teşebbüslerden yüz çevirmeyi gerektirmesidir. Zira onların ölüler, sağırlar ve körler gibi olmaları, onların taraftarlığından ve desteğinden umudu tamamen kesmeyi gerektirmekte ve desteği, yardımı Allah'a tahsis etmeyi mucip olmaktadır ki, zaten Allah'a tevekkül etmenin mânâsı da budur.

O kâfirler, ölülere benzetilmişler, çünkü onlara okunan bunca uyarılardan hiç etkilenmemektedirler.

Âyette işittirmenin mutlak olarak zikredilip mefulünün (tümlecinin) zikredilmemesi, onların hak adına hiçbir şeyi işitmediklerini beyan etmek içindir.

Belki de burada kastedilen, onların kalplerinin, zikredilen şuursuzlukta ölülere benzetilmesidir. Zira kalp de, şuurlardan biridir. Bu şuurun tamamen muattal olduğuna işaret edildikten sonra kulak ve göz şuurlarının da muattal olduğu beyan edilmiştir. Nitekim başka bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onların öyle kalpleri vardır ki, onunla anlamazlar; öyle gözleri de vardır ki, onlarla görmezler; öyle kulakları da vardır ki, onlarla işitmezler." yoksa eğer böyle bir izah olmazsa, onlar, ölülere benzetildikten sonra onların ayrıca sağırlara ve körlere benzetilmelerinin fazla bir meziyeti olmaz.

B- "Arkalarını dönüp gittikleri zaman o sağırlara da duyuramazsın."

Yani bunlara, her hangi bir şey için olan davetini duyuramazsın. Burada "Arkalarını dönüp gittikleri zaman" kaydının zikredilmesi, teşbihi tamamlamak ve olumsuzluk mânâsını pekiştirmek içindir. Zira onlar, hakka olan çağrıdan sağır olmanın yanı sıra, dâvetçiden yüz çevirip ona arkalarım dönüyorlar. Ve hiç şüphe yok ki, sağır olan, çağıran, ona yakın ve kulağının karşısında da olsa, yine duymaz. Şu halde ondan uzak ve arkasında olduğu zaman nasıl duyabilir!

81

"Sen körleri dalâletlerinden kurtarıp hidâyete erdirecek de değilsin. Sen ancak âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin. Zira onlar müslümanlardır."

A- "Sen körleri dalâletlerinden kurtarıp hidâyete erdirecek de değilsin."

Yani onları, matluba eriştiren bir hidâyete erdiremezsin. Nitekim "Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin..." âyetindeki hidâyet de, bu kabildendir. Zira hidâyet olmak, görmeye bağlıdır.

B- "Sen ancak âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin."

Yani sen ancak, âyetlerimize îman etmek, şanlarından olan kimselere faydalı bir duyurma yapabilirsin.

C- "Zira onlar müslümanlardır."

Bu, onlarin îman etmelerinin illetidir. Yani çünkü onlar hakka boyun eğmişlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar, ihlasla Allah'a yönelmiş lerdir. Nitekim bu kelime, "Küm muslini olarak yüzünü Allah'a döndürürse..." âyetinde de bu mânâdadır.

82

"O söz, kendilerine vaki olduğu zaman, onlara yerden büyük bir Dâbbe çıkaracağız da, o insanların, âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyecektir."

Bu âyet, "Çabucak gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı..." âyetinde işaret edilen onların acele gelmesini istedikleri azabın geri kalan kısmı olan kıyamet ve ön hâdiselerini beyan etmektedir.

O sözden murat, onların acele gelmesini istedikleri kıyameti ve onun korkunç hallerini anlatan âyetlerdir. Onun vaki olmasından murat da, kıyametin kopmasidir. Bu şekilde ifâde edilmesi, onun vukuunun ve tesirinin şiddetini bildirmek içindir.

Vaki olma fiili, söze isnâd edilmiş, çünkü bundan maksat, gelmesini ifâde eden âyetlerin tasdiki olması hasebiyle kıyametin vukuunu beyan, etmektir.

Burada vald olmaktan kastedilen, onun yaklaşmasıdır. Nitekim "Allah'ın emri geldi." ifâdesi de bu kabildendir.

Yani onların duymadıkları ve tasdik etmedikleri mezkûr sözün anlattığı kıyametin vukuu yaklaştığı zaman, onlara yerden bir Dâbbe çıkaracağız. Bu Dâbbe, Cessâse (Etâ emru'Uâh) denilen bir mahluktur. Bunun büyük bir Dâbbe olarak ifâde edilmesi, çok garip bir mahluk olduğunu ve vasıflarının ifâdelere sığmadığını bildirmek içindir.

Hadiste vârid olduğuna göre, Dâbbetü'l-Arz denilen bu mahlukun uzunluğu altmış arşındır. Hiç kimse ona yetişemez ve hiçbir kaçan, ondan kurtulamaz.

Rivâyet olunuyor ki, Dâbbetü'l Arz'ın dört ayağı, yelesi, uzun kılları ve iki kanadı var.

İbni Cüreyc'ten rivâyet olunduğuna göre, Dâbbetü'l-Arz'ın vasıfları şöyledir: Kafası, öküz kafaşıdır; gözü, domuz gözüdür; kulakları, fil kulaklarıdır; boynuzları, dağ keçisi boynuzlarıdır; boynu devekuşu boynudur; göğsü, aslan göğsüdür; rengi, kaplan rengidir; böğürleri, kedi böğürleridir; kuyruğu, koç kuyruğudur; ayaklarının tabanları, deve ayağının tabanlarıdır, iki mafsalının arası, Hazret-i Âdem'in zira'ı (parmak uçlarından dirseğe kadar) ile on iki zira'dır.

Vehb b. Münebbih diyor ki: "Yüzü, insan yüzüdür; diğer bedeni ise, kuş bedenidir."

Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Dâbbetü'l-Arz, kuyruğu olan bir hayvan değil; fakat insan, gibi sakalı vardır." Ancak meşhur olan görüşe göre, Dâbbetü'l-Arz, bir hayvandır.

Rivâyet olunuyor kı, Dâbbetü'l-Arz, yalnız başını çıkarıyor. Başı da göğe, yahut bulutlara erişiyor.

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Dâbbetü'l Arz'da her renk vardır, iki boynuzu arasındaki mesafe, bir fersahtır."

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, Dâbbetü'l-Arz'ın tam olarak ortaya çıkması ancak üç günde tamamlanır.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Dâbbetü'l-Arz, üç günde ortaya çıkar. Bu arada insanlar ona bakiyorlardir. Her gün ancak üçte biri ortaya çıkar."

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimize "Dâbbetü'l-Arz nereden çıkar?" diye soruldu ve o da buyurdu ki: "Allah katında en büyük hürmete sahip olan Mescit'ten çıkar." Yani Mescıd-i Haram'dan çıkar.

Yine Rivâyet olunuyor ki, Dâbbetü'l-Arz, üç kez çıkar: Önce Yemen'in en uzak bölgesinde çıkar; sonra çölde çıkar. Sonra uzun bir zaman gizli ka-kr. Bir gün insanlar, Allah katında en büyük hürmete ve şerefe sahip olan mescidde iken, Dâbbetü'l-Arz, Mahzum oğulları yurdunun karşısında, Mescid-i Haram'dan çıkarken sağda kalan Beytullah'ın köşesinden çıkar. Orada bulunan insanlar, dehşet içinde kalırlar. Kimisi kaçar; kimisi de durur, dikkatle bakar.

Diğer bir görüşe göre ise, Safâ tepesinden çıkar.

Yine Rivâyet olunuyor ki, bir gün Hazret-i İsa, müslümanlarla birlikte Beytullah'ı tavaf ederken aniden altlarındaki yer sarsılmaya başlar; bu sarsıntı, kandilleri bile hareket ettirir ve Safâ tepesi, say yerine bakan tarafından yarılıp Dâbbetü'l-Arz, Safâ'dan çıkar. Hazret-i Mûsa'nın âsâsi ile Hazret-i Süleyman'ın mührü de yanında olacak. Sonra âsâ ile mü’minin alnındaki secde yerine vuracak; bu vuruştan beyaz bir nokta meydana gelecek; sonra bu nokta yayılacak ve nihayet bundan yüzü tamamen aydınlanmış olacak ve iki gözü arasına da "Mü’min" yazacak. Kâfiri, de burnundan mühürleyecek; ondan meydana gelecek nokta da yayılacak ve bundan yüzü da tamamen kararmış olacak ve iki gözü arasına da "Kâfir" yazacak. Sonra onlara: "Ey filan! Sen Cennet ehlindensin ve ey filan! Sen de Cehennem ehlindensin!" diyecek.

Ibn Abbas'tan rivâyet olunuyor ki, kendisi ihramlı iken, elindekı âsâ ile Safâ tepesine vurarak: "Dâbbetü'l-Arz, şu anda benim bu âsâmın sesini kesinlikle duymaktadır" demiştir.

Ebû Hüreyre'nin Peygamberimizden rivâyetine göre, Peygamberimiz: "Ecyâd geçidi, ne kötü geçittir!" buyurmuş ve bunu iki veya üç kez tekrarlamış ve: "Niçin, Ya Resûlallah?" diye sorulunca da şöyle buyurmuştur: "Dâbbetü'l-Arz, ondan çıkacak; üç kez bağıracak; onun sesini dünyanın doğusu ile batısı arasında bulunan herkes duyacak; sonra da düzgün bir Arapça ile konuşacak." İşte bu âyetteki "O insanların, âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyecektir" cümlesinin mânâsı budur. Yani o kâfir insanların, kıyametin ve öncüsü olan hâdiselerin geleceğini bildiren âyetlerimize, yahut bu âyetlerin de dâhil oldukları bütün âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyecektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Dâbbetü'l-Arz'ın, kıyametten hemen önce çıkacağını bildiren âyetinin de dâhil olduğu âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyecektir. Ancak hak olan birinci görüştür. Nitekim sen de bunu deride kavrayacaksın.

O kâfir insanlar, âyetleri inkâr ettikleri halde, o insanların kesin olarak îman etmediklerinin ifâde edilmiş olması, onların, kesin olarak o âyetlere îman etmeleri ve onların sıhhatine hükmetmeleri gerekirken, onların bunun aksini yaptıklarını bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, "O insanlar, âyetlerimize kesin olarak îman etmiyorlardı" cümlesi makablinden bağımsız olup Dâbbetü'l Arzın sözleri değil doğrudan doğruya Allah'ın kelâmıdır. Ancak bu cümlede geçmiş ve gelecek fiil kiplerinin kullanılmış olması, bu görüşü reddetmektedir. Çünkü bu ifâde, o kâfirlerin dünyada kesin olarak îman etmediklerinin hikâyesi olduğu hususunda sarih bir delildir.

Burada insanlardan murat, ya bütün kâfirlerdir, yahut Mekke müşrikleridir.

Vehb b. Münebbih'ten rivâyet olunduğuna göre, Dâbbetü'l arz, gördüğü herkese, Mekke halkının Muhammed'e ve Kur’ân'a îman etmediklerini haber verecektir.

Âyetin metnindeki "tükellimihüm/onlara söyler" fiili, diğer bir kırâete göre" teldımühüm/onları yaralar" şeklinde, okunmuştur. Buna göre bu yaradan murat, âsâ ve mührün damgasıdır.

83

"O gün her ümmet içinden âyetlerimizi yalanlayanlardan bir güruh hasredeceğiz (toplayacağız). İşte onlar, toparlanılıp hesap yerine sevkedileceklerdir."

Bundan önce kıyametin bazı öncü hâdiseleri anlatıldıktan sonra burada, kıyamet koptuğunda âyetleri yalanlayanların halleri icmali olarak anlatılmaktadır.

Bu kelâmın başında Peygamberimize hitap eden bir emir gizlidir. (Ey Resûlüm! onlara anlat!)

Bu haşirden murat, bütün mahlukları kapsayan genel haşirden sonra azap için olan haşirdir.

Yani ey Resûlüm! Onlara o günü anlat ki, bütün peygamberlerin ümmetlerinden, yahut her nesilden büyük bir güruh toplayacağız. Yani onların bir kısmını toplayacağız. Çünkü her ümmetin, hak dini tasdik edeni var, tekzip edeni vardır.

İşte o güruhların baş tarafları durdurulup geride kalanların da onlarla birleşmesi sağlanacak ve hepsi toplu olarak hesap yerine sevk edileceklerdir.

Bu ifâde, o güruhların sayılarının pek çok olduğuna ve dağınık gruplar halinde olduklarına açıkça delâlet etmektedir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Ebû Cehil, Velid b. Muğîre ve Şeybe b. Rebîa, Mekke halkının huzurunda ve keza diğer ümmetlerin ileri gelenleri de onların huzurunda cehenneme sevk edileceklerdir."

84

A- "En son onlar hesap yerine geldiklerinde Allah buyuracak ki: "Siz benim âyetlerimi, hiçbir bilgi ile kavramadığınız halde yalanladınız öyle mi?"

Yani onlar nihayet sual, cevap, münakaşa ve hesap yerine geldiklerinde Allah (celle celâlühü), hakkı yalanlamalarından dolayı onları kınamak üzere buyuracak ki: "Bu günle karşılaşacağınızı bildiren âyetlerimi, hiç incelemeden, mahiyetini anlamadan ve kesin olarak tasdike şayan olduklarını görmeden daha işin başında yalanladınız öyle mi?"

Bu kelâm, kesin olarak delâlet ediyor ki, her iki yerde de âyetlerden murat, o Kur’ân âyetleridir ki, sıhhat delilleri ile doğruluk ispatlarım içerdikleri halde, onlar bu âyetler hakkında inceleme ve tefekkürde bulunmaları gerekirken, bunları yapmadan ve onlari kavramadan peşinen inkâr etmişlerdir. Yoksa âyetlerden murat, kıyametin kendisi, ile onun hâdiseleri değildir.

B - "Yoksa yaptığınız ne îdi?"

Yani yoksa siz, o âyetleri ne yapıyordunuz ve siz bundan başka ne yapıyordunuz?

Hulâsa,  onlar bundan başka bir şey yapmadılar. Sanki onlar, ancak küfür ve günahlar için yaratılmışlardır. Halbuki onlar ancak îman ve ibadetler için yaratılmışlardır. Onlar, takbih edilmek için bu azarlara muhatap olduktan sonra cehenneme atılıyorlar.

85

"Zulmettikleri için aleyhle rinde ki hükmü bildiren söz gerçekleşmiştir. Artık onlar konuşamazlar."

Yani onların, Allah'ın âyetlerini yalanlamak suretiyle zulmetmeleri sebebiyle azabın geleceğini bildiren sözün mânâsı, onların aleyhinde gerçekleşmiştir. Artık onlar konuşamazlar; çünkü onlar cevaptan tamamen kesilmişler ve acıklı azabın meşguliyetiyle müptela olmuşlardır.

86

"Görmüyorlar mı ki, biz, dinlensinler diye geceyi karanlık ve çalışsınlar diye gündüzü aydınlık kılmışızdır. Hiç şüphe yok ki, îman eden bir topluluk için bunda birçok büyük deliller vardır."

A- "Görmüyorlar mı kı, biz, dinlensinler diye geceyi karanlık ve çalışsınlar diye gündüzü aydınlık kılmışızdır."

Bu görme, kalbî görmedir. Çünkü gece de gündüz her ne kadar gözle görülen nesneler ise de, onların böyle kılınmalari, akıl de idrâk edilen şeyler kabilindendir. Yani onlar bilmediler mi ki, biz, geceyi karanlık kıldık kı, uyku ve istikrar ile dinlensinler ve gündüzü de aydınlık kıldık ki, geçimlerinin temini için çalışma imkânlarını bulsunlar.

B- "Hiç şüphe yok ki, îman eden bir topluluk için bunda birçok büyük deliller vardır."

Yani gece ile gündüzün anlatıldıkları gibi kılınmalarında, ölümden sonraki diriksin gerçek olduğuna ve onu bildiren âyetlerin doğru olduklarına apaçık delâlet eden birçok büyük deliller vardır. Nasıl bu deliller olmasın ki, gece ile gündüzün, akıllara hayret veren ve Allah’tan başka hiç kimsenin kavrayamadığı hikmetlere bağlı olarak hârika bir şekilde birbirini izlemesini ve değişmelerini düşünen ve ufuklarda, ölümü çağrıştıran gece karanlığinm, hayatı çağrıştıran gündüz aydınlığiyla değiştiğini müşahede eden ve kendi nefsinde de, ölümün kardeşi, olan uykunun, hayat gibi olan uyanıklıkla değiştiğini gören kimse, kıyametin hiç şüphesiz geleceğine, Allah'ın kabirlerdeki ölüleri tekrar diriltip kaldıracağına, Allah'ın, bunu, o ikinci hayat için misal ve tahakkukuna delil kıldığına, bunu bildiren ve gece de gündüz halinin buna delil olduğunu ifâde eden âyetler ile diğer bütün âyetlerin Allah katından nazil ve hak olduğuna kesin olarak hükmeder.

87

"Sûr'a üfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri bir yana, bütün göklerde olanlar ve yerde bulunanlar dehşet içindedirler. Hepsi de küçülerek O'nun huzuruna gelirler."

A- "Sür'a üfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri bir yana, bütün göklerde olanlar ve yerde bulunanlar dehşet içindedirler."

Sûr, melek İsrafil'in üfürdüğü boynuzdur.

Ebû Hureyre'den rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Allah göklerle yerin yaratılışını tamamladıktan sonra Sürü yarattı; sonra onu İsrafil'e verdi. İsrafil de onu ağzına koydu ve gözlerini Arş'a dildp ne zaman emir verilecek diye beklemeye başladı."11

Ebû Hureyre diyor ki: "Ben, ya Resûlallah! Sûr nedir? diye sordum. O da: "Boynuz biçimindedir" buyurdu. Ben: "Nasıl bir şeydir?" dedim, O da buyurdu ki: "Çok muazzam bir şeydir. Nefsim, kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, onun bir dairesi, gök ile yer arası kadar geniştir. İşte İsrafil'in, bu Sûr'a üfürmesi emredilir ve o da üfürür. O zaman, Allah'ın dilediğinden başka hiç kimse hayatta kalmaz. İşte "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ölecektir." âyetinde anlatılan da budur. Sonra ikinci kez Sûr'a üfürmesi emredilecek ve o da üfürünce, bütün ölüler dirilip ayağa kalkacaktır. İşte "Sonra ikinci kez Sûr'a üflenince, bir de bakarsın ki, onlar ayağa kalkmış, bakıyor" cümlesinde anlatılan budur."

Bu âyet-i kerimenin siyak ve sibakına göre, burada murat olan üfürme, ikinci üfürmedir ve "Bütün göklerde olanlar ve yerde bulunanlar dehşet içindedir" cümlesindeki dehşetten de, insanlar dirilip mahşer yerine gönderilecekleri zaman, görecekleri harikulade korkunç manzaralar karşısında hepsini kaplayacak olan korku ve dehşettir.

Muhtemeldir ki, ilk Sûr'a üfürüldüğünde vaki olacak hallerin beyanının, gerçekleşme sırası itibarıyla bundan sonra vaki olacak olan, her ümmet içinden bir güruhun toplanmasının beyanından sonra zikreddmesi, hatırlatmayı tekrar etmekle korkutmayı da tekrar etmek için ve bu iki hâdiseden her birinin, kendi başına zikre değer büyük bir felâket ve korkunç bir hâdise olduğunu bildirmek içindir. Eğer vaki olma sırası gözetilmiş olsaydı ikisinin, hatırlanması emredilen tek bir hâdise olduğu vehmeddebilirdi. Nitekim Bakara sûresinde kesilmesi emredilen sığır bahsinde de izahı geçti.

Bu âyette, "Allah'ın diledikleri bir yana" ifadesiyle istisna edilenler, kimisine göre, Cebrâîl , Mîkâil, İsrafil ve Azrail'dir (aleyhisselâm). Kimilerine göre ise, huriler, Cennet ile cehennemin görevli melekleri ve Arş'i taşıyan meleklerdir.

B- "Hepsi de küçülerek O'nun huzuruna gelirler."

Yani Sûr'a üfürüldüğünde diriltilenlerin hepsi, küçülerek, hor ve zeki olarak hesap için mahşer yerine Rabb-i izzetin huzuruna gelirler.

88

"Sen dağlan da görür, onları yerinde donmuş gibi sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçmesi gibi geçmektedirler. Bu her şeyi yerli yerince yaratan Allah'ın sanatıdır. Çünkü şüphe yok ki, o, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır."

A- "Sen dağları da görür, onları yerinde donmuş gibi sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçmesi gibi geç inektedirler."

Yani şunu da onlara anlat: O gün dağları da göz görmesiyle yerlerinde sabit gibi görürsün; Halbuki onlar, rüzgârların sürade hareket ettirdiği bulutlar gibi seyir hâlindedirler. Zira pek büyük cisimler, bir istikamette hareket ettikleri zaman, onların hareketi neredeyse belli olmaz.

Bu teşbihin içine, parçalara bölünüp dağılmak hususunda dağların hak-nin, bulu darın haline benzetilmesi de dâhil edümiştir. Nitekim diğer bir âyette de meal olarak şöyle denilmektedir: "Dağlar da, atılmış renkli yün gibi olacaklar."

Bu hâdise de, ikinci kez Sûr'a üflenmesinden sonra mahlûkların haşiri sırasında olacaktır. O zaman Allah bu yeri başka bir yer ile değiştirecek; yerin biçimini de değiştirecek ve dağlan da, anlatılan korkunç şekilde yerlerinden yürütecek ki, mahşer ehli, bunu görsünler. Dağlar, her ne kadar ilk Sûr'a üflendiğinde dökülüp parçalanıyorsa da, onların yürütülmesi ve yerin tesviye edilmesi, ancak ikinci üflemede olur. Nitekim diğer âyetlerde de meâlen şöyle dendmektedir: "Sana dağlar hakkında soru soruyorlar; de ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Sonra yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır. Orada ne bir iniş, ne de bir yokuş görebileceksin. O gün insanlar, dâvetçiye İsrâfîl'e) uyacaklar." "O gün yer başka bir yer ile gökler de başka göklerle değiştirilecek ve insanlar, Bir ve Kaldıâr olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar." Zira İsrafil'e uymak ve insanların Allah'ın huzuruna çıkmaları, ancak ikinci üflemeden sonra olacak.

Âlimler, "O gün dağları yerlerinden götürürüz ve yeryüzünü dümdüz görürsün ve onları mahşerde toplamışız..." âyetinin tefsirinde diyorlar ki; bu âyette geçmiş (mazı) fiil kipinin, gelecek fiil kipine atfedilmesi, haşirin, yürütmek ve görmekten önce gerçekleşeceğine delâlet etmek içindir. Yani onlari bundan önce haşir ettik, demektir.

Kimi âlimlere göre, bu üfürmeden murat, ilk üfürmedir ve dehşet de, pek korkunç olmasından dolayı ölümle sonuçlanan dehşettir. Nitekim âyette meal ile şöyle denilmektedir: "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir." böylece bunun tesiri, vaki olduğunda hayatta bulunanlara mahsus olur; ondan önce ölen ümmetler için bir tesiri olmaz.

Kimi âlimlere göre, Sûr'a üfürüldüğu gün onlar, boyun eğerek Allah'ın buyruğuna gelirler, demektir. Ancak şüphe yok ki, bu, Kur’ân sahasının tenzih edilmesi gereken uzak bir izahtır. Bundan daha uzak da, bu üfürmenin, "Bunlar da ancak, gecikmesi asla olmayacak korkunç bir ses beklemektedirler." âyetinde belirtilen üfürme olduğunu söylemektir. Buna göre, bu vaki olduğunda Allah (celle celâlühü), dağları yürütür; böylece dağlar, bulutlar gibi geçer; sonuçta dağlar, serap haline gelir ve yer de, sakinlerini öyle sarsmaya başlar ki, denizde demir atan bir gemi gibi, yahut canlılar tarafından sallanan asık kandil gibi olur.

Bu görüşün bu makam ile kesinlikle hiçbir irtibatı yoktur. Bu konuda kaçınılmaz olan hak görüş, daha önce belirttiğimiz görüştür. Bundan sonra gelecek "Onlar o gün korkudan da emindirler." ifâdesi de, bu konudaki sarih delillerdendir.

B- "Bu her şeyi yerk yerince yaratan Allah'ın sanatıdır."

Yani zikredilen Sûr'a üfürme ve onu takip eden bütün hâdiseler, her şeyi hikmetinin gereği olarak yerk yerince ve sağlam olarak yaratan Allah'ın sanatıdır.

Bununla, bu fiillerin pek muazzam ve korkunç olduklarına dikkat çekilmekte ve bunun, sebepsiz olarak ve önemli bir sonucu olmaksızın, bu âlemin nizamım bozmak ve kâinatın ahvalini ifsat, etmek olmadığı, fakat hikmet esası üzerine kurulmakta olan Allah'ın hârika işleri kabilinden olduğu bildirilmektedir ki, Allah'ın Bu hârika işleri, öyle güzel sonuçlar doğurmaktadır ki, yaratma mukaddimelerinin ve var etme prensiplerinin bu sağlam ve mükemmel şekilde düzenlenmesi de bu sonuçlar içindir. Nitekim "Her şeyi yerk yerince yaratan" ifâdesi de bunu bildirmektedir.

C- "Çünkü şüphe yok ki, o, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır."

Bu kelâm, zikredilenlerin Allah'ın muhkem ve mükemmel işleri olmasının illet ve izahıdır. Zira bununla beyan ediliyor ki, Allah'ın (celle celâlühü), mükelleflerin yaptıklarının zahirini ve batınını (iç yüzünü) bilmesi, mükelleflerin, tekrar diriltilip Allah'ın huzuruna haşir edilmelerinden sonra o işlerin ve onların gerçek güzellik ve çirkinklerinin ortaya çıkarılmasını ve gökler ile yerin de, âyetlerde anlatılan değişiklikleri görmelerini gerektirmektedir ki, mükellefler, bunları görmekle, Allah'ın vaadinin hiç şüphesiz hak olduğunu anlasınlar.

89

"Kim iyilikle Allah'ın huzuruna gelirse, ona daha iyisi verilir. Onlar o gün büyük korkudan da emindirler."

A- "Kim iyilikle Allah'ın huzuruna gelirse, ona daha iyisi verilir."

Yukarıda geçen "Çünkü şüphe yok ki, o, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır" cümlesiyle ile işaret edilen, amellerin karşılıklarının verileceği, hususu, burada beyan edilmektedir. Yani sizden veya Allah'ın huzuruna gelenlerden her kim iyi ameller getirirse, ona daha iyisi verilir. Daha iyisi olması, ya onun kat kat olması itibarıyladır, yahut mükâfatının kesintisiz ve devamlı olması itibarıyladır. Kimilerine göre ise, yani ona, o amellerden hâsıl olan Cennet iyiliği var, demektir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, burada iyilik (hasene), şahadet kelimesi demektir.

B- "Onlar o gün büyük korkudan da emindirler."

Yani Allah'ın huzuruna iyilikler getirenler, muhasebenin tamamlanıp sevap ile günahların ortaya çıkması sonunda azabı müşahede etmekten hâsıl olan o kelimelerle ifâde edilemeyen büyük dehşetten de emindirler. Bu korku, "En büyük korku da onları üzmez." âyetinde anlatılan korkudur.

Hasen-ı Basrîden rivâyet olunduğuna göre bu korku, kulun, cehenneme götürülmesi emredildığınde onun duyacağı korkudur.

İbn Cüreyc ise diyor ki: "Ölüm, bir hayvan şeklinde Cennet ile Cehennem arasında boğazlanıp münâdinin: "Ey Cennet yaranı! Bu, ölümü olmayan ebedî bir hayat. Ve ey Cehennem yaranı! Bu, ölümü olmayan sonsuz bir hayat!.." diye sesleneceği zaman Cehennem eldin in duyacakları korkudur."

İşte iyilik ile gelen bahtiyar insanlar için bu en büyük korku olmayacak ve onlara bundan hiçbir zarar dokunmayacaktır. Allah'ın istisna buyurdukları dışında herkesi kaplayacak olan genel korku ise, Sûr'a üfürmenin başında dehşet verici korkulu halleri görmekten hâsıl olan panik ve korkudur ki, bunun zararından emin olunsa da, yaratılış hükmünün gereği olarak hiç kimse bundan kurtulamaz..

90

"Kim de kötülük getirirse, yüz üstü ateşe atılacak. Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz."

A- "Kim de kötülük getirirse, yüz üstü ateşe atılacak."

Kimi âlimlere göre, burada kötülükten murat, Allah'a ortak koşmaktır (şirktir).

Yahut bu ifâde de, "Ellerinizi tehlikeye atmayınız!" âyetinde olduğu gibi, önemli bir parçanın kük (bütün) yerinde kullanılması kabilindendir. Yani onlar, ateşe, atılacaklar, demektir.

B- "Siz ancak yaptıklarınızın, karşılığını görmektesiniz."

Bu, ya iltifat, (önceki gıyabî üsluptan hitap üslubuna geçmek kabilinden)dir, yahut "Onlara denir ki" ifâdesi mukadderdir.

91

"Ben ancak, bu şehrin Rabbine -ki onu dokunulmaz kılmıştır -Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Zaten her şey onundur ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum."

Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara dünya ile hallerini beyan ettikten ve kıyametin hâdiselerini açıkladıktan sonra böyle demesi emir edilmiştir. Bu kelâm, Peygamberimizin, davet isini ziyadesiyle tamamladığına ve ondan sonra Allah'ın ibadetinden, O'nu tefekkür etmekten başka işi kalmadığına, artık onlar ister dalâlette kalsınlar, ister hidâyete ersin ve ister iyi olsunlar, ister kötü olsunlar, aldırmaması gerektiğine dikkat çekmek içindir. Tâ ki bu tutum, onları, kendi halleriyle ilgilenmeye ve Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) onları davet etmekle aşırı derecede ilgilenmesinden kendilerini mutlak olarak imâna icbar ettiğini vehmetmesinler, kendi hallerini düzeltmekle meşgul olsunlar ve gördükleri apaçık âyetleri tefekkür etsinler.

Bu şehir, Mekke'dir. Âyetin metninde Rabbin, özellikle bu şehre izafesinin zikre tahsis edilmesi, bu kutsal kentin şânını yüceltmek ve mekânını yükseltmek, içindir. Allah'ın onu dokunulmaz kıldığının belirtilmesi de, onun için teşrif üstüne teşriftir ve tazim üstüne tazimdir. İlave olarak bunda, emrin illeti ve emre uymayı gerektiren hususun da izahı vardır. Tıpkı, "Onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine ibadet: etsinler." âyetlerinde olduğu gibi. Bir de, onların yaptıklarının son derece çirkin olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim, malûm olduğu üzere, Mekke şehri, bitkileri ile ağaçlarının kesilmesi, av hayvanlarının ürkütülmesi ve her hangi bir şekilde küfür kadesinin gösterilmesi yasaklanmış iken, onlar, kötülüklerin en büyüğünü ve en şeni küfrü işlemeyi sürdürmektedirler. Nitekim Mekke kâfirleri, onun Rabbinin ibadetini terk ettiler; oraya putlar diktiler ve onlara tapmaya kapandılar. Allah, onları kahreylesin, nasıl da haktan çevriliyorlar!

B- "Zaten her şey onundur ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum."

Yani yaratmak olarak, mülk olarak ve tasarruf olarak her şey yalnız O'nundur; hiçbir kuvvet, hiçbir şeyde O'nun ortağı değildir.

Bu kelâm, hakkı tahkik içindir ve burada Rabbin, Mekke'ye izafe edilmesi, zikredilen tazim ve teşrii: için olduğuna, bununla beraber Allah'ın bütün kainatın Rabbi olduğuna dikkat çekmek içindir.

Ve ben, İslâm ve tevhıd dini üzerinde sebat gösterenler zümresinden olmamla, kendimi yalnız Allah'a teslim etmekle emir olundum. Nitekim diğer bir âyette de meal ile şöyle denilmektedir: "Kendini yalnız Allah'a teslim eden kimseden dini daha güzel kim var!"

92

"Kur’ân okumakla da emrolundum. İmdi kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa, ona de ki: "Ben sadece uyacılardanım."

A- "Kur’ân okumakla da emrolundum."

Yani Kur’ân'ın içinde gizli olan hârika hakikatlerin yavaş yavaş bana açılması için devamdı Kur’ân okumakla emir olundum. Yahut irşad ve daveti tekrar etmek yoluyla insanlara devamlı Kur’ân okumakla emir olundum. Bu mânâya göre bu kelâm, hidâyet ve irşad için insanlara Kur’ân okumanın yeterli olduğuna, ayrıca mucizeler göstermeye gerek olmadığına dikkat çekmektedir.

B- "İmdi kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa, ona de ki: -Ben sadece uyarıcılardanım."

Yukarıda geçen "Kur’ân okumakla da emir olundum" cümlesinin ikinci mânâsına göre, bu kelâmın mânâsı da, kim, Kur’ân'a îman edip ondaki hükümleri uygulamakla doğru yola gelirse, demektir. Birinci mânâsına göre ise, kim zikredilen İslâm, ibadet ve Kur’ân tilavetinde bana uymakla doğru yolu bulursa, demektir.

Yani kim, anılan şekilde doğru yolu bulursa, onun hidâyetinin faydaları bana değil, kendisine ait olur; kim de, küfürle ve Kur’ân'ın muhtevasıyla amel etmekten yüz çevirmekle, yahut zikredilen hususlarda bana muhalefet etmekle dalâlette kalırsa, onun hakkında de ki: "Ben sadece uyarıcılardanım ve ben, uyarı borcumu ifâ ettim. Bundan dolayı onun dalâletinin vebalinden hiçbir şey bana ait değil, bütün vebali yalnız kendisine ait olur.

93

"Ve de ki: "El-hamdü li'llah / Allah'a hamdolsun! O, âyetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız." Ey Resûlüm! Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir."

A- "Ve de ki: "El-hamdü li'llah / Allah'a hamdolsun! O, âyetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız."

Yani de ki: "Allah'ın bana bolca ihsan buyurduğu nimetlerinden dolayı ve çeşitli dinî ve dünyevî nimetleri içeren peygamberlik nimetini bana bahşetmesinden, beni, peygamberlik yüklerini taşımaya ve hükümlerini apaçık âyetlerle ve parlak delillerle bütün insanlığa tebliğ etmeye muvaffak kılmasından dolayı O'na hamd ederim."

O, elbetteki dünyada açık ve üstün âyetlerini size gösterecek; siz de, onların, Allah'ın âyetleri olduklarını tanıyacaksınız; ancak bu tanımanız size faydası olmayacak bir zamanda olacak. Bu âyetler, Kur’ân'ın haber verdiği Dâbbetü'l arz'ın çıkışı ile diğer kıyâmet alâmetleridir. Bazı âlimler, Bedir Savasını da bu âyetlerden saymışlarsa da, "Siz de onları tanıyacaksınız" ifâdesi buna müsait değildir.

Çünkü onlar Bedir Savaşının, onlar için bir âyet ve ibret olduğunu kabul etmiyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, "Allah, âyetlerini âhirette size gösterecek" demektir.

B- "Ey Resûlüm! Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir."

Bu kelâm, makabli için bir zeyü ve izah mahiyetinde olup mükâfat ve ceza vaadlerini de zımnen içermektedir. Nitekim bu kelâmın (Arapça) metninde Rab kelimesinin, Resülullah'ın zamirine izafe edilmesi ve hitabın önce Resûlüllah'a tahsis edilip sonra bütün kâfirlere tamim edilmesi (yaptıklarınızdan) de bu hakikati haber vermektedir. Yani ey Resûlüm! Senin Rabbin, senin yaptığın iyiliklerden ve ey kâfirler! Sizin de yaptığınız kötülüklerden habersiz değildir. Binâenaleyh o, hepinizin amellerinin karşılığını mudaka verecektir.

Hulâsa,  ey Resûlüm! Senin Rabbin, onların amellerinden habersiz değildir. Bu itibarla o, mutlaka onları azaba uğratacaktır. Onun için onlar, azaplarının tehir edilmesi, Allah'ın onların yaptıklarından habersiz bulunmasından dolayı olduğunu sanmasınlar! Allah, doğrusunu herkesten iyi bilir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Tâ. Sîn sûresini okursa, Hazret-i Süleyman, Hûd, Salih, İbrâhîm ve Şuayb’a îman edenlerin ve onları yalanlayanların sayılarının on katı kadar sevap kazanır ve kıyamet günü mezarından Lâ ilahe illallah! diye nida ederek kalkacaktır."

0 ﴿