KASAS SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nazil olmuştur,

Bir görüşe göre, 52. ilâ 55. âyetleri Medine'de nazil olmuştur. 88 âyettir.

1

"Tâ. Sîn. Mîm"

2

"Bunlar apaçık kitabın âyetleridir, "

Bu iki âyetin benzerleri hakkındaki icmali ve tafsilatlı izahlar daha önce geçti.

3

"Mûsâ ile Fir’avun kıssasından bir kısmını îman eden bir kavim için gerçek olarak sana okuyoruz."

Yani Cebrâîl (aleyhisselâm) vasıtasıyla sana okuyoruz. Bu okuma, mecazî olarak indirmek anlamında da olabilir.

Peygamberimizin davet ve beyanı genel olduğu halde burada, îman eden kavmin zikre tahsis edilmiş olması, bundan faydalananlar, onlar oldukları içindir.

4

"Fir’avun, Mısır toprağında gerçekten azmış; oranın halkını şialara (sınıflara) bölmüştü. Onlardan bir sınıfı güçsüzleştiriyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise kendileri için sağ bırakıyordu. Çünkü o, gerçekten bozgunculardandı."

A- "Fir’avun, Mısır toprağında gerçekten azmış; oranın halkını şialara (sınıflara) bölmüştü."

Yani Fir’avun, Mısır toprağında zorbalık gösterdi; zulüm ve düşmanlıkta bilinen haddi tecavüz etti ve oranın halkını, dilediği her şer ve fesatta kendisini destekleyen fırkalara, sınıflara, yahut ona itaatte birbirlerini destekleyen sınıflara bölmüştü; yahut istihdamda halkını sınıflara bölmüştü; her sınıfı, inşaat, tarım, hafriyat ve diğer ağır işler gibi beki alanlarda çalıştırıyordu. Çalıştırmadıklarına da kelle vergisi koyuyordu. Yahut kararlarında ittifak etmemeleri için sınıflar arasında kin ve düşmanlık meydana getiriyordu.

B- "Onlardan bir sınıfı güçsüzleştiriyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise kendileri için sağ bırakıyordu, "

Fir’avun’un güçsüzleştirdiği sınıf, İsrâiloğullari idi. Şöyle ki: Bir kâhin, Fir’avun'a demişti ki: "Isrâiloğullarından bir çocuk dünyaya gelecek. Senin hükümdarlığın onun eliyle yıkılacak." Fir’avun’un yaptıkları, tamamen onun ahmaklığından kaynaklanıyordu. Zira eğer bu doğru olsa, çocuk öldürmenin buna faydası olmaz; eğer yalan olsa, çocuk öldürmenin ne gerekçesi olur!

C- "Çünkü o, gerçekten bozgunculardandı."

Yani Fir’avun, gerçekten ifsada, bozgunculuğa tamamen batmış hükümdarlardandı, işte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin masum evlatlarını katletmek gibi büyük pek büyük bir cürüme cüret göstermiştir.

5

"Biz ise, orada güçsüzleştirilenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve kendilerini fıravungillerin vârisleri kılmak istiyorduk."

Yani biz, isrâiloğullarını Fir’avun'un baskı ve zulmünden kurtarmak suretiyle onlara lutufta bulunmak, onlar önceleri başkalarının emrinde uyruklar iken, din işlerinde kendilerini imamlar, önderler yapmak ve kendilerini, Fir’avun ile kavminin mülkünde bulunan her şeye vâris kılmak istiyorduk.

Isrâiloğullarinın, din önderleri kılınmaları, zaman itibarıyla, firavungikere vâris kılınmalarından sonra olduğu halde burada verasetlerinin ondan sonra zikredilmiş olması, vâris kılınmalarının mertebesi, din önderleri kılınmalarının mertebesinden daha aşağı olduğu içindir. Bir de, verasetin devamı olan hususlar ile onun arasına başka bir şeyin girmemesi içindir.

6

"Ve onları o topraklara hâkim kılmak, Fir’avun ile Elâmân'a ve onların askerlerine, korktukları akıbeti göstermek istiyorduk."

Yani biz, İsrâiloğullarmı, diledikleri gibi tasarruf etmek üzere Mısır ve Şam topraklarına hâkim kılmak ve onları güçsüzleştiren Fir’avun, Hâmân ve onlarin askerlerine, onların korktukları ve önlemeye çalıştıkları, Isrâiloğullarından doğacak bir çocuğun eliyle hükümranlıklarının yıkılmasını ve helâk olmalarını göstermek istiyorduk.

7

"Mûsa'nın anasına, onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişe ettiğinde ise, onu deryaya (Niî nehri'ne) bırak! Korkma da, üzülme de; çünkü biz, onu sana mutlaka geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri kılacağız, diye bildirdik."

Yani biz, Hazret-i Mûsa'nın anasına ilham veya rüya ile bildirdik ki, onu gizleyebildiğin sürece kendisini emzir. Komşuların, onun ağlama sesini duymalarından sonra gidip şikâyet etmelerinden, böylece kendisine zarar geleceğinden endişe ettiğinde ise, onu Nil nehrine at! Onun boğulup kayıp olmasından veya bir şiddete maruz kalmasından korkma ve üzülme. Çünkü biz, yakın bir zamanda onu sana tekrar getireceğiz; bundan emin ol! Ve biz onu peygamberlerden biri kılacağız.

Rivâyet olunuyor ki, Isrâiloğullarınm hamile kadınlarını gözetmekle görevli ebelerden biri, Hazret-i Mûsa'nın anasının dostu idi. Hazret-i Mûsa'nın anası, ona: "Bu gün senin dostluğunun bana mutlaka faydası olmalıdır dedi. Nihayet ona doğum yaptırdığında çocuk yere düşünce, bebeğin iki gözü arasında parlayan bir nur, ebeyi korkuttu; bütün mafsalları titremeye başladı ve o ebenin gönlünde bebeğe karşı büyük bir sevgi oluştu. Sonra Hazret-i Mûsa'nın anasına dedi ki: Ben ancak, sana doğum yaptırıp doğan çocuğun cinsiyetini Fir’avun'a haber vermek için sana geldim; fakat doğurduğun çocuğa karşı gönlümde, şimdiye kadar hiç kimse için beslemediğim bir sevgi meydana geldi. Sen bu çocuğu koru." Ebe kadın, o evden ayrılınca, Fir’avun’un müfettişleri geldiler. Hazret-i Mûsa'nın anası, telaşa kapılarak onu bir beze sarıp yanan bir tandırın içine koydu. Hazret-i Mûsa'nın anası, o anda paniğe kapılıp aklı başından gittiği için ne yaptığını bilmiyordu. Müfettişler, arama yaptılar; fakat bir şey bulamadılar. Sonra çıkıp gittiler. Anası çocuğu nereye koyduğunu bilmiyordu. Nihayet onun ağlama sesini tandırdan duyunca, hemen oraya koştu. Zaten Allah (celle celâlühü) ateşi ona serinlik ve esenlik kılmıştı. Sonra Fir’avun, çocukları aramak işini daha da sıkı tutunca, Allah (celle celâlühü), ona bildirdiklerini bildirdi.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsa'nın anası, oğlunu, papirüs kamışından yayıp iç kısmını ziftle sıvadığı bir sandığın içine koymuş ve üç ay müddetle onu bu sandık içinde emzirmişti.

8

"Derken firavun ailesi, kendilerine bir düşman ve keder kaynağı olsun diye onu sahipsiz olarak bulup aldılar. Şüphesiz firavun, Hâman ve askerleri yanılgı içinde idiler."

A- "Derken Fir’avun ailesi, kendilerine bir düşman ve keder kaynağı olsun diye onu sahipsiz olarak bulup aldılar."

Yani Hazret-i Mûsa'nın anası, kendisine emredildiği gibi onu sandığa koyup Nil nehrine bıraktıktan sonra firavun ailesi, sahipsiz bir çocuk olarak onu bulup alddar; bu işe çok itina, gösterip onu zayi olmaktan kurtardılar.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) ile diğerleri diyorlar ki: "Fir’avun’un o zaman evlat olarak tek bir kızı vardı ve hayatta en çok sevip değer verdiği, insandı. Bu kızda ağır bir alaca hastalığı vardı ve tabipler onu iyileştirmekten âciz kalmışlar ve demişlerdi ki: "Bu kızın şifası, bu Nil nehrinden olacak; şu ay, şu gün şu saatte, güneş yeni doğarken, insan gibi bir mahluk Nil nehrinde bulunup alınacak; onun tükrüğü alacak yerlere sürülecek; böylece kız şifa bulacak." İşte o gün gelince, Fir’avun, Nil kenarındaki makamına oturdu. Yanında da karısı, Asiye binti Müzahim b. Ubeyd b. Reyyan b. Velid bulunuyordu. Asiye'nin bu son dedesi Velid, Hazret-i Yûsuf el-Sıddîk. (aleyhisselâm) zamanında Mısır Fir’avun’u idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Âsiye, Isrâiloğullarından Hazret-i Mûsa'nın kolundan (Sıbtı'ndan) idi.

Bir diğer görüşe göre ise, Âsîye, Hazret-i Mûsa'nın halası idi. Süheyk, böyle anlatmaktadır.

Ve Fir’avun’un hasta kızı da, cariyeleriyle birlikte gelip o da Nil kenarında oturdu. Bir de baktılar ki, Nil'de bir sandık var; dalgalar vurup onu sürüklüyor, sonunda sandık bir ağaca takıldı. Fir’avun, onu bana getirin! diye haykırdı. Hemen kayıklarla gidip aldılar ve getirip Fir’avun’un önüne koydular. Sandığı açmaya çalıştılar; fakat açamadılar. Sandığı kırmak istediler; ancak onun da sakıncalı olduğunu anladılar. Hulâsa,  bir çare bulamadılar. Bir ara Asiye, eğilip sandığa bakınca, sandığın içinde bir nur gördü; başkaları ise, bu nuru göremediler. Âsiye, sandığı açmaya uğraştı ve sonunda açtı. Bir de baktılar ki, bir bebek, beşiğinde uyuyor. Bebeğin iki gözü arasında parlayan bir nur var; bebek, baş parmağından süt emiyor. Allah (celle celâlühü), onların gönüllerine bebeğin sevgisini verdi. Fir’avun’un kızı da, hemen onun tükrüğünü alıp alacalı yerlerine sürmeye başladı ve o anda şifa buldu.

Diğer bir görüşe göre ise, Fir’avun'un kızı, bebeğin yüzüne bakar bakmaz, hemen iyileşti. Sonra Fir’avun’un kavminden bazı azgın kimseler Fir’avun'a dediler ki: "Biz öyle sanıyoruz ki, bu çocuk, bizim korktuğumuz çocuktur. Sizin korkunuzdan Nil nehrine atılmış. Gel, sen bunu öldür!" Bunun üzerine Fir’avun, onu öldürmek istedi. Fakat Âsiye, çocuğu inlemesine kendisine bağışlamasını istedi; o da, onu öldürmekten vazgeçti. Nitekim bundan sonraki âyette zikredilecektir.

Hazret-i Mûsa'nın onlara düşman ve keder kaynağı olması, aslında onu Nil'de bulup almaları için sebep ve gaye olmayıp onun bir sonucudur. Fakat bu sonuç, onların fiiline terettüp etmek cihetinden, fiile sevk eden sebep ve gayeye benzetilmiştir.

B- " Şüphesiz Fir’avun, Hâmân ve askerleri yanılgı içinde idiler."

Yani onlar bütün yaptıklarında yanılgı içinde idiler. Bundan daha garip ne olabilir ki, onlar, Hazret-i Mûsâ için binlerce çocuk öldürdüler; sonra da onu alıp büyüttüler ki, büyüsün de, onlara, korktuklarını yapsın!

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsa'yı bulmak için onlar doksan bin yeni doğan bebek öldürdüler. Yoksa onlar, öyle büyük günahkârlar idiler ki, Allah (celle celâlühü) onların düşmanlarını onların elinde büyüttü?

9

"Fir’avun'un karısı dedi ki: "Bana da, sana da göz aydınlığıdır. Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faydası dokunur. Yahut onu evlat ediniriz." Halbuki onlar işin farkında değillerdi."

A- "Fir’avun’un karısı dedi ki: "Bana da, sana da göz aydınlığıdır. Onu öldürmeyin."

Yani Fir’avun'un karısı, Mûsa'yı sandıktan çıkarınca: "Bana da, sana da göz aydınlığıdır..." demişti. Zira ikisi de Mûsa'yı görür görmez, onu pek sevmişlerdi. Yahut Fir’avun’un kızının alaca hastalığı, onun tükrüğüyle şifa bulduğu için böyle demişti.

Bir hadiste şöyle vârid olmuştur: "Fir’avun, Âsiye'ye: "Sana göz aydınlığıdır; bana değil" demişti. Eğer: "Sana göz aydınlığı olduğu gibi, bana da göz aydınlığıdır" deseydi, Allah Asiye'yi hidâyete erdirdiği gibi, Fir’avun’u da hidâyete erdirirdi."

Âsîye'nin, Fir’avun'a: "Onu öldürmeyin" diye çoğul kipiyle hitap etmesi, onu tazim etmek içindir. Tâ ki, arzusunda ona yardımcı olsun.

B- "Olur ki, bize faydası dokunur."

Zira bu çocukta bereket ve necabet alâmetleri vardır. Zira Asiye, onda mezkûr alâmetleri görmüştü.

C- "Yahut onu evlat ediniriz."

Zira bu çocuk evlat edinilmeye pek uygundur.

D- "Halbuki onlar işin farkında değillerdi."

Yani onlar, firavun ailesi, onu sahipsiz bir çocuk olarak bulup aldı ki,

onlara bir düşman ve keder kaynağı olsun ve Fir’avun'un karısı da böyle şöyle dedi; Halbuki onlar, onu bulup almak, ondan fayda ummak ve kendisini evlat edinmek işlerinde yanılgı içinde ıdder.

10

"Mûsa'nın anasının yüreği bomboş sabahladı. Eğer vaadimize inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı."

A- "Mûsa'nın anasının yüreği bomboş sabahladı."

Yani Hazret-i Mûsa'nın anası, oğlunun Fir’avun'un eline düştüğünü duyunca, yüreği akıl ve şuurdan bomboş sabahladı. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Gönülleri bomboş olarak kendilerine bile bakamaz durumda..."

Diğer bir görüşe göre ise, Mûsa'nın anasının yüreği, keder ve üzüntüden bomboş sabahladı, demektir. Çünkü o, Allah'ın (celle celâlühü) vaadine son derece güveniyordu. Yahut çünkü o, Fir’avun’un, yavrusuna şefkat gösterip onu evlat edindiğini duymuştu.

B- "Eğer vaadimize inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı.

Yani eğer Allah'ın vaadini tasdik edenlerden, yahut onun korumasına güvenenlerden olması için onun kalbini sabır ve sebat ile pekiştirmemiş olsaydık, aşırı hayret ve dehşetinden dolayı, yahut onu evlat edinmesine olan aşırı sevincinden dolayı neredeyse Mûsa'nın işini ve kıssasını açığa vuracaktı. Yoksa Fir’avun'un, onu evlat edinmesine ve şefkatine inananlardan olması için onun kalbini pekiştirdik, demek değildir.

11

"Anası, Mûsa'nın ablasına: "Onun izini takip et!" dedi. Oda, onlar farkına varmadan uzaktan onu gözetledi."

Burada, "kızma" denilmeyip de "ablasına" denilmesi, emri yerme getirmeyi gerektiren muhabbet sebebini sarih olarak belirtmek içindir.

12

"Biz, sütanalarının sütlerini emmeyi daha önceden ona haram kıldık. Bunun üzerine ablası: "- Sizin adınıza ona bakacak, hem de ona iyi duygular besleyecek bir aile göstereyim mi?" dedi."

A- "Biz, sütanalarının sütlerini emmeyi daha önceden ona haram kıldık.."

Yani Mûsa'nın ablası daha onun izini ve haberini takip etmeye çıkmadan önce biz, süt analardan süt emmesini ona haram kıldık.

B- "Bunun üzerine ablası: "Sizin adınıza ona bakacak, hem de ona iyi duygular besleyecek bir aile göstereyim mi?"dedî."

Yani ablası, Mûsa'nın, süt anaların memesini kabul etmediğini, Fir’avun'un ona çok itina gösterdiğini ve memesini kabul edecek birini aradığını görünce, onlara: "Sızın için ona bakacak, hem de ona iyi duygular besleyip emzirmesinde ve bakımında kusur etmeyecek bir âde göstereyim mi?" dedi.

Rivâyet olunuyor ki, Mûsa'nın ablasının bu sözlerini duyunca: "Hiç şüphesiz bu kız, bu bebeği ve ailesini tanıyor. Onu yakalayın ve bu bebeğin halini anlatıncaya kadar onu sıkıştırın!" dedi. Bunun üzerine Mûsa'nın (aleyhisselâm) ablası: "Ben, o Menin hükümdar için iyi duygular beslediğini demek istedim" dedi. O zaman Fir’avun, çocuğa bakacak aileyi getirmesini emretti. O da gidip anasını getirdi. O sırada Mûsâ (aleyhisselâm), Fir’avun’un kollarında ağlıyordu. Fir’avun da, onu avutmaya çalışiyordu. Fir’avun, Mûsa'yı anasına verdi. Mûsâ, anasının kokusunu alınca ağlamayı kesti ve onun memesini emmeye başladı. Fir’avun ona: "Sen kimsin? Bu çocuk senin memenden başka hiçbir memeyi kabul etmedi!" dedi. Mûsa'nın anası dedi ki: "Ben, kokusu güzel, sütü güzel bir kadımın. Hangi çocuk getirilse, beni kabul eder." Fir’avun, Mûsa'yı ona verdi ve bunun için kendisine bir ücret de bağladı. Mûsa'nın anası da onu alıp aynı gün evine döndü. İşte bundan sonraki âyet bunu anlatmaktadır.

13

"Böylece biz onu anasına döndürdük ki, gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah'ın vaadinin kesinlikle hak olduğunu bilsin. Fakat Yine de pek çoğu bilmezler."

Yani yavrusuna kavuşmakla gözü aydın olsun, onun ayrılığından dolayı üzülmesin ve Allah'ın vaadlerinin bir kısmını görüp diğer kısmını da ona kıyaslamak suretiyle, oğlunu kendisine döndürmesi ve onu peygamberlerden biri kılması hususunda Allah'ın verdiği vaadin gerçek olduğunu, vaadinden caymasının asla mümkün olmadığını bilsin diye biz onu anasına döndürdük. Fakat yine de pek çoğu bunun böyle olduğunu bilmezler de bunda şüpheye düşerler. "Yahut onu anasına döndürmekten asıl amacın, anasının bu sonucu önceden bilmesi olduğunu, diğer hususların ise ayrıntı olduğunu bilmezler.

Bu âyette, Mûsa'nın anasının, onun Fir’avun’un eline düştüğünü duyduğunda gösterdiği olumsuz tepkilere tariz vardır.

14

"Mûsâ olgunlaşıp kemale erişince, biz ona peygamberlik ve ilim verdik. İyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız biz!"

Tam olarak olgunlaşma yaşları otuz ile kırk arasındadır. Zira bu yaşlarda akıl, kemâle erer.

Rivâyet olunuyor ki, bütün peygamberlere kırk yaşında peygamberk gelmiştir.

Yani Mûsâ bedeni ve aldî olgunluk ve kemale erişince, ona peygamberlik ve din ilmi yahut hikmet ehli ile âlimlerin ilmini ve vasıflarım verdik. Mûsa'ya ilim ve hikmet verilmesi, peygamberliğinden önce idi. Böylece kendisine ilim ve hikmet verildikten sonra artık ondan cahilce sözler ve hareketler hiç sâdır olmadı.

Bu izah, kıssanın nazmına en uygun olanıdır. Zira Allah (celle celâlühü) Mûsa'ya (aleyhisselâm), Peygamberliği ancak Medyen'e hicretinden sonra Mısır'a geri dönerken yolda vermişti.

15

"Mûsâ, halkının gaflette bulunduğu bir sırada şehre girdi, Derken orada, biri kendi yaranından, diğeri de düşman tarafından olan ıkı adamın dövüştüklerini gördü. Yaranından olan kimse, düşmanından olana karşı Mûsa'dan yardım istedi. Mûsâ da, herife bir yumruk attı da, ölümüne sebep oldu. O zaman Mûsâ dedi ki: "Bu, şeytanın işindendir; çünkü o, gerçekten saptırıcı apaçık bir düşmandır."

Yani Hazret-i Mûsâ, mutat olmayan bir vakitte yahut onu beklemedikleri bir vakitte -ki bir görüşe göre öğle uykusu vakti idi ve

Diğer bir görüşe göre de akşam ile yatsı arası idi. Fir’avun sarayından yahut şehir varoşu Menften, yahut Habin'den, yahut Aynşems'ten şehre girdi. Derken orada, bin kendi dindaşları olan Isrâiloğullarından, diğeri de, dinen kendisine muhalif olan kıbtilerden olan iki adamın kavga ettiklerini gördü. Isrâüoğullarından olan kimse, kibtiye karşı kendisinden yardım istedi. Hazret-i Mûsâ da, Kibtiye bir yumruk vurdu da, ölümüne sebep oldu. O zaman Mûsâ dedi ki: "Bu, şeytanın işindendir..." çünkü Hazret-i Mûsâ, kâfirleri öldürmeye memur değildi. Yahut Hazret-i Mûsâ, onların içinde güvenilir bir insan idi. Bundan dolayı onları gafil avlaması haksızlık olurdu.

Bu hâdise, Hazret-i Mûsa'nın ismet vasfına halel getirmez. Çünkü bu öldürme hata ile olmuştur. Hazret-i Mûsa'nın bu fiilini şeytanın işinden sayması, onu zulüm olarak isimlendirmesi ve ondan dolayı istiğfarda bulunması, Allah'a (celle celâlühü) pek yakın olan kulların âdetidir ki, kendilerinden sâdır olan küçük günahları da büyük sayarlar.

16

"Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim! Kadar ben kendime zulmettim. Artık beni bağışla!" Rabbi de onu bağışladı. Çünkü o, yegâne gafûr'dur, rahîm'dir."

Hazret-i Mûsa'nın iki kelâmı arasına başka kelâmın girmesi, ikisinin birbirinden farklı olduklarını göstermek içindir. Zira bu kelâmı, yakarış ve duadır; birincisi ise böyle değildir.

17

"Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Bana lütfettiğin nimete yemin olsun ki, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım!"

Yani Mûsâ dedi ki: "Beni bağışlaman nimetine yemin olsun ki, ben kesinlikle tevbe edeceğim ve bundan böyle artık suçlulara asla arka çıkmayacağım."

Bu kelâm, Allah'tan atıfet dilemesi anlamında da olabilir. Yani bana ihsan ettiğin nimetin hakkı için beni koru kı, yardımı bir cürüme sebep olacak kimseye yardım etmeyeyim.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Hazret-i Mûsâ, ihtiyatlı konuşmadığı için bir kez daha buna müptelâ oldu." Bu izah, birinci tefsiri (yemin oknasi) teyid etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani bana ihsan ettiğin kuvvetle senin dostlarına yardım edeceğim; bu kuvvetimi düşmanlarının yardımında asla kullanmayacağım! demektir.

18

"Böylece korkarak, etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen adam, yine yardım için feryat ediyor. Mûsâ ona: "Sen hiç şüphesiz apaçık bir azgınsın!" dedi."

Yani Hazret-i Mûsâ, o kibtîyi kaza ile öldürdükten sonra kendisinden intikam alınması korkusuyla, yahut askerlerin korkusundan etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen adam, yine yardım için feryat ediyor. Hazret-i Mûsâ ona dedi ki: "Sen hiç şüphesiz apaçık bir azgınsın; sen bir adamın katline sebep oldun; şimdi de başka biriyle kavga ediyorsun! "

19

"Derken Mûsâ, ikisinden düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, adam dedi ki: "Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da kıymak mı istiyorsun? Sen buralarda ille bir cebbar (zorba) olmak istiyorsun; ıslahçi olmak istemiyorsun."

Yani Hazret-i Mûsâ, hem kendisine, hem de onunla kavga eden israilliye düşman olan kibtîyî yakalamak isteyince -zira o kıptı, onların dininde değildi ve bir de kıbtiler, mutlak olarak Isrâiloğullarının düşmanları idiler- kavga eden İsrailli, (azgın) dediğinde kendisini yakalayacağını zannederek Hazret-i Mûsa'ya böyle dedi.

Derler ki; o kıbti adam, kavga ettiği İsraillinin bu sözünü duyunca, bir gün önce Fir’avun'un adamını öldürenin Hazret-i Mûsâ olduğunu anladı ve hemen Fir’avun'a gidip bunu kendisine anlattı. Fir’avun da, Hazret-i Mûsa'nın öldürülmesini emretti.

Diğer bir görüşe göre, Hazret-i Mûsa'ya: "Sen buralarda ille bir cebbar olmak istiyorsun..." diyen, o kipti idi.

Cebbar, dilediği dayak ve öldürme fiillerini işleyip sonuçlarını hiç düşünmeyen kimsedir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın emrine boyun eğmeyen mütekebbir kimsedir.

Yani Hazret-i Mûsa'ya dedi ki, sen ille bir cebbar, zorba olmak istiyorsun, sözlerinle ve fiillerinle îslahçı olmak istemiyorsun.

20

"Şehrin ırağından bir adam koşarak geldi de: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında görüşme yapıyorlar; hemen buradan çık. Gerçekten ben senin iyiliğini isteyenlerdenim" dedi."

Yani şehrin ırak bir semtinde oturan bir adam koşarak geldi, yahut bir adam şehrin uzak bir semtinden koşarak geldi... Deniliyor ki, bu adam, Fir’avun çevresinden bir mü’min idi ve adi da Hizkîl, yahut Şem'un, yahut Şem'ân idi.

21

"Bunun üzerine Mûsâ, korkarak, etrafı gözetleyerek oradan çıktı. "Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar!" dedi."

Yani Hazret-i Mûsâ, bu adamın kendisine bu bilgiyi vermesi üzerine kendisini arayanların onu yakalamaları korkusuyla etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve: "Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar ve beni yakalamalarından koru!" diye niyazda bulundu.

22

"Medyen'e doğru yöneldiğinde de dedi ki: "Umarım ki, Rabbim beni doğru yola iletir."

Medyen, Şuayb'in (aleyhisselâm) kasabasıdır. Hazret-i İbrâhîm'in oğlu Medyen'in adı buraya verilmiştir. Medyen, Fir’avun'un hükmü altında değildi. Medyen ile Mısır arasında sekiz günlük mesafe vardır.

Hazret-i Mûsâ, Allah'a (celle celâlühü) tevekkül etmek ve O'nun güzel tevfikine güvenmek anlamında bunu söylemişti. Hazret-i Mûsâ, Medyen yolunu da bilmiyordu. Önüne üç yol çıktı. O da, orta yolu tuttu. Onun peşine düşenler ise, diğer iki yoldan gittiler. Denilir ki, Hazret-i Mûsâ, yalın ayak yola çıktı ve oraya varıncaya kadar ayaklarının derileri, bile soyuldu.

Bir görüşe göre de, atlı ve elinde kısa bir mızrak bulunan bir melek geldi ve onu Medyen'e götürdü.

23

"Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını suvaran bir topluluk gördü. Onların gerisinde de hayvanlarını suvarmayan iki kadın gördü. Onlara: "Derdiniz nedir?" dedi. Dediler ki: "Bütün çobanlar suvarıp çekilmeden biz suvaramayız; babamız da büyük bir ihtiyardır."

Medyen suyu, onların su aldıkları bir kuyudur. Hazret-i Mûsa'nın gördüğü iki kadın, o kalabalığın aşağısında durup koyunlarını kuyuya yaklaşmaktan engelliyorlardı ki, koyunları, diğer koyunlara karışmasınlar. Zaten kuyuya yaklaşmalarında bir fayda da yoktu. İşte. Hazret-i Mûsâ, onların geride durup koyunlarını kuyuya yaklaşmaktan engellediklerini görünce, onlara, niçin böyle geride kaldıklarını, koyunlarının önünde durduklarını ve diğerleri gibi onları suvarmadıklarını sormuştu. Onlar da demişlerdi ki: bizim halimiz hep bövledir; çobanlar, hayvanlarım kanasiya suvarıp çekilmeden biz koyunlarımızı suvaramıyoruz. Çünkü kovayı onlardan almaktan âciziz ve erkekler arasına karışmaktan da çekiniyoruz.

O iki kadının: "Babamız da büyük bir ihtiyardır" demeleri, babalarının niçin koyunlarını suvarmak için onlarin başında bulunmadığının özrünü beyan etmek içindir. Yani şunu demek istediler. Biz tesettürlü iki zayıf kadınız; erkekler arasına karışıp onların elinden kovayı alamayız; bunu yapacak bir erkeğimiz de yoktur; babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır; yaşlılık onu çökertmiştir. Onun için diğer insanlar, su ihtiyaçlarını karşılayıncaya kadar biz suvarmamızı tehir ediyoruz.

24

"Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine davarlarını süvariverdi. Sonra gölgeye çekildi de: "Rabbim! Gerçekten bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi."

A- "Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine davarlarını suvariverdı."

Yani Hazret-i Mûsâ, onlara acıyarak onların yerine bunu yaptı. Rivâyet olunuyor ki, çobanlar, hayvanlarını suvardıktan sonra kuyunun ağzına, ancak yedi erkeğin, kimilerine göre on erkeğin, kimilerine göre kırk erkeğin, kimilerine göre de yüz erkeğin kaldırabileceği büyük bir kaya parçasını koyuyorlardı. Hazret-i Mûsâ, bunca yorgunluk, vücudunda meydana gelen yara-bereye ve açlığına rağmen tek başına bu kocaman kayayı kaldırdı. Muhtemeldir ki, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), suvarmak için onlarla itiş-kakışa girdi de, onlar da, Hazret-i Mûsa'yı suvarmaktan âciz bırakmak için o taşı kuyunun ağzına kapattılar. Çünkü zahire göre Hazret-i Mûsâ, o iki kadının halini görünce, onların yerine hemen suvarmaya girişti. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, o kadınların koyunlarını suvanncaya kadar hepsini sudan uzaklaştırdı.

Diğer bir görüşe göre ise, orada başka bir kuyu vardı ve mezkûr kaya bu kuyunun ağzında idi. Yine rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, onlardan bir kova su istedi, onlar da kovalarını kendisine verdüer ve: "Sen bu kova ile su çek!" dediler. Ve kovayı da ancak kırk kişi çekebiliyordu. Hazret-i Mûsâ, bu kova ile su çekti ve havuza döktü ve bereketi için duâ etti ve o iki kadının koyunlarını bundan suvardı ve onları gönderdi.

B- "Sonra gölgeye çekildi de: "Rabbim! Gerçekten bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi."

Yani Hazret-i Mûsâ, onların yerine koyunlarını suvardıktan sonra orada bulunan bir gölgeye çekildi ve o zaman: "Rabbim! Gerçekten ben, büyük, küçük, bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi. Âlimlerin çoğuna göre, burada hayırdan murat yemektir; çünkü makamdan anlaşdan budur,

Diğer bir görüşe göre ise, yani bana indireceğin büyük hayra, iki cihan hayrına dünyada muhtaç duruma düştüm, demektir. Çünkü o, Fir’avun’un yanında iken refah içinde idi. Hazret-i Mûsâ, memnuniyet ve şükrünü izhar etmek için bunu söylemişti.

25

"Sonra o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsa'ya geldi; dedi ki: "Babam, bizim yerimize davarları suvarma karşılığını ödemek için seni çağırıyor. Bunun üzerine Mûsâ, Şuayb'ın yanına varıp başından geçenleri anlatınca, Şuayb: "Korkma; o zalimler güruhundan kurtuldun" dedi."

A- "Sonra o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsa'ya geldi; dedi ki: "Babam., bizim, yerimize davarları suvarma, karşılığını ödemek için seni çağırıyor, "

Bir görüşe göre, Hazret-i Mûsa'yı çağırmaya gelen kız, o iki kızdan büyük olanı idi ve adı da Safurâ, yahut Safra idi.

Diğer bir görüşe göre ise, küçüğü idi ve adi Sufeyrâ idi. Yani kızlar, babalarına döndükten sonra biri, Hazret-i Mûsa'yı çağırmaya geldi.

Rivâyet olunuyor ki, kızlar, diğer insanlardan önce, koyunlarının memeleri süt dolu ve karınları tok olarak babalarının yanma dönünce babaları onlara: "Niye böyle erken geldiniz? dedi. Onlar da: "Biz, iyi bir adanı bulduk; o, bize acıdı da, bizim yerimize davarlarımızı suvardı" dediler, Bunun üzerine babaları, kızlarından birine: "Git de, onu bana çağır" dedi. Deniliyor ki, Hazret-i Mûsa'ya gelen kız, çok utanarak ve yüzünü, gömleğinin yeniyle örterek yanına gelmişti, Onun: "Babamız seni çağırıyor, " şeklinde çağırmayı babasına isnâd etmesi ve ücretini vermek için olduğunu söylemesi, sözünde şüphe okluğunu vehmettirmemek içindir. Kızın bu sözleri, onun aklının, haya ve iffetinin kemaline açıkça delâlet etmektedir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, onun davetini kabul etti ve kız önde, kendisi de arkasında yola koyuldular. Yolda gelirken rüzgâr, kızın elbisesini vücuduna yapıştırıyordu ve vücudunun hatları belli oluyordu. Hazret-i Mûsâ, bu durumu görünce, kıza: "Sen, arkamdan yürü de, yolu bana tarif et" dedi. Kız da öyle yaptı. Nihayet Hazret-i Şuayb’ın evine geldiler.

B- "Bunun üzerine Mûsâ, Şuayb'ın yanına varıp başından geçenleri anlatınca, Şuayb: "Korkma; o zalîmler güruhundan kurtuldun" dedi."

Bu Kelâm-ı Kerîmin nazmının zahirinden anlaşıldığına göre, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) nın, tereddütsüz olarak, kendisini çağıran kızın davetini kabul etmesi, Hazret-i Şuayb'ı görmekle bereketlenmek, onun fikrinden istifade etmek. Güç bulmak idi; yoksa kızın anlattığı gibi yaptığı iyiliğin ücretini almak için değil idi. Nitekim malûm olduğu üzere, rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Şuayb, ona yemek getirince, Hazret-i Mûsâ: "Biz öyle bir ailedeniz ki, dinimizi dünya dolusu altınla satmayız ve yaptığımız iyiliğin ücretini de almayız" dedi ve elini yemeğe uzatmadı. Nihayet Hazret-i Şuayb dedi ki: "Bizim, evimize gelen herkes için töremiz budur." İşte bundan sonra Hazret-i Mûsâ, karşılıksız olarak kendisine yapılan bir iyiliği kabul etmek kabilinden yemek yemeye başladı. Bunun aksi nasıl olabilir ki., Hazret-i Mûsâ, kendi kıssasını Hazret-i Şuayb'a anlatmış ve kendisinin, peygamberler hanedanından, Hazret-i Yakub (aleyhisselâm) evlâdından olduğunu söylemişti. Ve böyle Aziz bir misafir de ağırlanmaya lâyıktır; özellikle de Allah'ın (celle celâlühü) Peygamberlerinden birinin evinde...

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsa'nın, yaptığı hizmetin ücretini kabul etmesi, kendisi için hoş karşılanmayan bir şey değildir; çünkü yokluk ve açlık kendisini buna mecbur etmiştir. Nitekim Atâ b. Sâîb'den rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, "Rabbim! Gerçekten bana indireceğin her hayra muhtacım" diye duâ ederken de, kızlara duyurmak için yüksek sesle duâ etmişti, işte bundan dolayıdır ki, kendisine: "Bizim yerimize suvarmanın ücretini vermek için..." denilmiştir. Muhtemeldir ki, Hazret-i Mûsa'nın böyle duâ etmesi, ücretinin verilmesine vesile olması içindi.

26

"Şuayb'ın iki kızından biri dedi ki: "Onu ücretle çoban tut! Çünkü ücretle tutacağın en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır."

Bunu söyleyen kız, gidip Hazret-i Mûsa'yı çağıran ve sonra Hazret-i Mûsâ ile evlendirilen kız idi.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Şuayb, kızına dedi ki: "Onun güçlü ve güvenilir olduğunu sana kim söyledi?" dedi. Bunun üzerine kızı, o ağır kayayı kuyunun ağzından nasıl kaldırdığını, o büyük kova ile nasıl su çektiğim, babasının mesajını kendisine iletirken başını çevirip kendisine bakmadığını ve yolda da rüzgâr, elbisesini vücuduna yapıştırıp vücudunun hatlarını belli ettiği için, arkasından gelmesini söylediğini babasına anlattı.

27

"Şuayb dedi ki: "Bana sekiz yıl işçilik etmene karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, artık o kendinden; yoksa ben sana sıkıntı vermek istemem, inşallah beni dürüstlerden bulacaksın."

A- "Şuayb dedi ki: "Bana sekiz yıl işçilik etmene karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, artik o kendinden; yoksa ben sana sıkıntı vermek istemem."

Yani eğer bu sekiz senelik süreyi on yıla tamamlarsan, bu, benim seni icbar ettiğim için değil, bana iyiliğin olur, demektir. Hazret-i Şuayb'ın bunu söylemesi, Hazret-i Mûsa'ya kendi görüşünü arz etmek ve bunu arzu etmek anlamında idi; yoksa bilfiil bu şartla olan bir akdi bağlamak ve gerçekleştirmek anlamında değildi.

Yahut "Ben sana sıkıntı vermek istemem" ifâdesi, yani vakitleri gözetmek, işleri zamanında ve tam olarak yapmak hususunda da seninle tartışmam, demektir.

B- "inşallah beni dürüstlerden bulacaksın."

Yani inşallah, güzel muamele, yumuşak tavır ve ahde vefada beni iyi insanlardan bulacaksın.

Hazret-i Şuayb'ın, "inşallah" demesi, Allah'ın ismiyle berekedenmek ve işini Allah'ın tevfikine havale etmek anlamındadır; yoksa iyi davranmasını Allah'ın dilemesi şartına bağlamak için değildi.

28

"Mûsâ dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramdadır. İki müddetten hangisini doldurursam, bana karşı husumet yok." Allah da söylediklerimize vekildir."

A- "Mûsâ dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramdadır. İki müddetten hangisini doldurursam, bana karşı husumet yok."

Yani senin söylediklerin, benimle yaptığın muahede ve bana şart koştuğun husus, ikimiz için de geçerlidir; hiçbirimiz onun dışına çıkmayacak; ben bana koşulan şartın dışına çıkmayacağım; sen de, kendine koştuğun şartın dışına çıkmayacaksın, iki müddetten en uzununu da, en kısasım da hizmetle doldursam, bana karşı husumet yok.

Hazret-i Mûsa'nın bu sözleri, murat olanı sarahatle, belirtmek ve muhayyerlik hususunu netleştirmek içindi. Hulâsa,  iki süreden hangisini doldurursam, fazlasını benden istemek için aramızda husumet olmayacak, demektir. İki müddetten en fazlasını doldurduğu takdirde, zaten hiç husumet olmayacağı malûm iken, her iki süreyi de kapsayan bir genelleme yapması, gerçekleşmemek hususunda ikisinin eşit olduğunu belirtmek içindir. Yani onyıldan fazla benden istenmeyeceği gibi, sekiz yıldan fazla da benden istenmemekdir.

Yahut iki süreden hangisini doldurursam, bana günah yoktur; en uzununu doldurduğum takdirde günahım olmayacağı gibi, en kısasım doldurduğum takdirde de günahım olmayacak.

B- "Allah da söylediklerimize vekildir."

Yani aramızdaki şartlara Allah (celle celâlühü) şahit ve gözeticidir. Binâenaleyh hiçbirimizin bunun dışına çıkmaya asla hakki yoktur.

Hazret-i Şuayb ve Hazret-i Mûsa'dan hikâye edilenler, nikâh akdi ile ücret akdinin gerçekleştirilmesi için aralarında cereyan eden kelâmın tamamı değil, fakat yalnız, karar verip gerçekleşmesi için ittifak ettikleri hususlar beyan edilmektedir. Nitekim onların şeriatine göre akdin icaplarının tafsilâtı zikredilmeksizin, kıssanın icmali olarak zikredilmesi için gereken lasını ile iktifa edilmesinden de anlaşılmaktadır.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Şuayb ile Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) akdi tamamlayınca, Hazret-i Şuayb, Hazret-i Mûsa'ya: "Şu eve gir de, o asalardan birini al!" dedi. Hazret-i Şuayb'ın yanında bazı peygamberlerin asaları bulunuyordu. Hazret-i Mûsâ da, Hazret-i Âdem'in cennetten inerken getirdiği ve peygamberden peygambere miras kalarak nihayet Hazret-i Şuayb'a intikal eden âsâyı aldı. Hazret-i Şuayb'ın gözleri görmüyordu. Hazret-i Mûsâ'nın aldığı âsâyı elleyince, onu vermek istemedi ve ona: "Başka bir âsâ al!" dedi. Hazret-i Mûsâ, elini uzatınca yine o âsâ eline geldi ve bu, yedi kere tekrarlandı. O zaman Hazret-i Mûsâ, bu âsânm bir üstün özelliği olduğunu anladı.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Âdem'in ölümünden sonra Cebrâîl bu âsâyı aldı ve Hazret-i Mûsâ, bir gece bu âsâyı buluncaya kadar Cebrâü'de kaldı.

Bir diğer görüşe göre ise, bir melek, insan suretinde Hazret-i Şuayb'a gelip bu âsâyı ona emanet bıraktı. Hazret-i Şuayb da, kızına, Mûsa'ya bir âsâ getirmesini emretti. Kızı da bu âsâyı getirdi. Hazret-i Şuayb, o âsâyı geri götürmesini söyledi ve bu gidip gelme yedi kez tekrarlandı. Fakat her defasında o âsâdan başkası kızın eline gelmedi. Sonunda o âsâyı Hazret-i Mûsa'ya verdi; fakat sonra pişman oldu. Çünkü o âsâ emanet idi. Hemen Hazret-i Mûsa'nın peşine düştü. İkisi âsâ hakkında tartıştılar. Sonunda oraya ilk gelecek adamın hakemliğine razı oldular. Derken oraya bir melek geldi. Melek onlara: "Âsâyı yere bırakın; kim onu kaldırabilirse, âsâ onun olsun!" dedi. İlk önce âsâyı Hazret-i Şuayb, yerden almak istedi; fakat âsâyı kaldıramadı ve Hazret-i Mûsâ, âsâyı yerden kaldırdı.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre ise, bu âsâ, ağaçtan yapılmış bir âsâ olup bir tesadüf olarak Hazret-i Mûsâ'nın eline geçmişti.

Kelbî'den rivâyet olunduğuna göre, içinden Hazret-i Mûsa'ya nida edilen aç, böğürtlen ağacı idi ve onun âsâsi da böğürtlen ağacından idi.

Hazret-i Suayb ile Hazret-i Mûsâ, anılan şekilde mutabık kalmalarının ertesi sabun Hazret-i Şuayb, Hazret-i Mûsa'ya dedi ki: "Yol kavşağına vardığında sakın sağ tarafa gitme; çünkü sağ tarafta ot çok ise de, orada bir ejderha var. Senin için ve koyunlar için ondan endişe ederim." Nihayet Hazret-i Mûsâ, oraya varınca, koyunlar sağ tarafa gitmeye başladılar ve Hazret-i Mûsâ, onlara engel olamayınca kendisi de onların peşinden gitti. Sonra baktı ki, hiç benzerini görmediği otlaklar ve çayırlar var. Sonra Hazret-i Mûsâ bir ara uyudu. İşte bu sırada ejderha ona saldırdı. Asâ da, ejderhayı karşılayıp onunla mücadele etti ve sonunda onu öldürdü ve kank olarak Hazret-i Mûsa'nın yanına döndü. Hazret-i Mûsâ uyanıp âsâyı kanlı ve ejderhayı da öldürülmüş görünce, buna çok sevindi. Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Şuayb'ın yanma dönünce Hazret-i Şuayb, (gözleri görmediği için) hayvanları eliyle yokladı; baktı ki, hayvanların karnı tok ve memeleri de süt dolu. Hazret-i Mûsâ da, olanları kendisine anlattı; Hazret-i Şuayb, olanları öğrenince, çok sevindi ve anladı ki, Hazret-i Mûsâ ile asanın büyük meziyetleri vardır. Ve Hazret-i Şuayb, Hazret-i Mûsa'ya dedi ki: "Bu sene doğacak koyun yavrularından kafasının ve gövdesinin renkleri değişik (kafası beyaz, gövdesi siyah, -

Diğer bir görüşe göre ise, -kafası siyah, gövdesi beyaz) olan erkek ve dişi yavrular senin olsun!" Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), Hazret-i Mûsa'ya: "Asanı koyunların su içtikleri havuza at!" diye vahiy buyurdu. O da asasını hayvanların su içtikleri havuza attıktan sonra onları suvardı. Sonunda bir tek istisna olmaksızın, bütün koyunlar, kafaları ile gövdelerinin rengi farklı yavrular doğurdular. Hazret-i Şuayb da, sözünü yerine getirdi.

29

"Nihayet Mûsâ, süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr dağı tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Siz bekleyin; ben gerçekten bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber getiririm, yahut ateşten büyük bir odun parçası getiririm ki, ısınasınız."

Yani Hazret-i Şuayb ile Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), iki akdi bağladıktan sonra Hazret-i Mûsâ, taahhüderini yerine getirdi. Nihayet süreyi tamamlayınca, Hazret-i Şuayb'ın izniyle ailesini alıp Mısır'a doğru yola çıktı...

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, iki süreden uzun olanı doldurdu ve ondan sonra on sene Hazret-i Şuayb'ın yanında kaldı; sonra Mısır'a dönmeye karar verdi de, Hazret-i Şuayb'dan izin istedi ve o da ona izin verdi. Bunun, üzerine ailesiyle yola çıktı. Yolda yollarını kayıp ettikleri bir gecede Tûr dağı taratır dan bir ateş gördü. Ailesine: "Siz burada bekleyin; ben gerçekten bir ateş gördüm; belki oradan yolumuzla ilgili bir haber getiririm, yahut ateşten bü yük bir odun parçası getiririm de ısınırsınız."

30

"Nihayet ateşin bulunduğu yere varınca, o mübarek bölgedeki derenin sağ kıyısında bulunan ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Muhakkak ki, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ım ben!"

Bu âyetteki ifâdeler, her ne kadar lâfız olarak, Tâ-Ha ile Neml sûrelerindeki lâfızlardan farklı ise de, murat, olan mânâ itibarıyla oralardaki ifâdelere, muvafıktır.

31

"Ve denildi ki: "Asanı yere bırak!" Mûsâ, âsânın yılan oluverip küçük ak yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmamak üzere kaçtı, "Ey Mûsâ! Dön, gel ve korkma; zira şüphesiz sen güvende olanlardansın!" dedik."

Bu âyetin ikinci cümlesi, hazfedilmiş bir cümlenin devamı ve izahıdır. O cümle, durumun, ona delâletinden dolayı, bir de mânâsının son derece süratle gerçekleştiğini bildirmek için hazfedilmiştir. Yani Hazret-i Mûsâ da, âsâyı yere bıraktı; âsâ, bir uzun yılan oluverdi de, hareket etmeye başladı. Hazret-i Mûsâ, onun yılan oluverip cüssesi kocaman olduğu halde küçük ak yılan gibi çevik hareketlerini görünce korkudan, dönüp arkasına bakmamak üzere kaçtı. O zaman Mûsa'ya dedik ki: "Dön, gel ve korkma; çünkü şüphesiz sen korkulacak şeylerden güven içinde olanlardansın. Zira şüphe yok ki, benim huzurumda peygamberler korkmaz."

32

"Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açtığın kanatlarını da kendine çek. İşte bu ikisi, Fir’avun'a ve adamlarına karşı senin Rabbin tarafından iki kesin, açık delildir. Çünkü onlar, sınırın dışına çıkmış bir güruh olmuşlardır."

A- "Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açtığın kanatlarını da kendine çek."

Yani ey Mûsâ! Elini koynuna sok; ayıbı ve kusuru olmaksızın bembeyaz çıkacaktır. Ve kendini yılandan korumak için açtığın, tıpkı korkuya kapılan kimse gibi sağ elini sol kolun altına ve sol elini de sağ kolun altına sokmak suretiyle açtığın kanatlarını da kendine çek. Yahut ellerini koynuna sokmak suretiyle kanatlarını kendine çek! demektir. Bu ikinci mânâya göre, bu emir, başka bir gaye için mezkûr emrin tekrarı olur ki, o gaye de, düşmana karşı cüret izhâr etmek için ve mucizenin başlangıcı olması içindir.

Kanatları kendine çekmekten murat, âsânın yılan oluvermesi karşısında cesaret ve sebat göstermek de olabilir. Buna göre bu ifâde, kuşun halinden istiaredir (mecazdır). Zira kuş, korktuğu zaman kanatlarını açar; güven ve sükûn içinde olduğu zaman da kanatlarını kendine çeker.

B- "İşte bu ikisi, Fir’avun'a ve adamlarına karşı senin Rabbin tarafından iki kesin, açık delildir. Çünkü onlar, sınırın dışına çıkmış bir güruh olmuşlardır."

Yani bu âsâ mucizesi ile beyaz el mucizesi, Fir’avun'a ve adamlarına gösterilmek üzere Rabbin tarafından verilmiş kesin ve gayet açık iki delildir. Çünkü onlar, zulüm ve düşmanlık sınırları dışına çıkmış bir güruh olmuşlardır. Bundan dolayı da seni bu iki kesin ve parlak mucize de kendilerine göndermemize müstahak olmuşlardır.

33

"Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum."

34

"Kardeşim Harun var ya, onun dili benimkinden daha düzgündür. Bunun için beni doğrulayan bir yardımcı olarak onu da benimle birlikte gönder çünkü ben gerçekten beni yalanlamalarından korkuyorum."

Yani Hazret-i Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Ben vaktiyle onların içinde iken kasır olmaksızın onlardan bir adam öldürmüştüm; bu yüzden kısas olarak beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârun, benden daha düzgün konuşur. Bunun için hakkı özetlemek, hakkın delilini açıklamak ve şüphelen çürütmek suretiyle bana yardımcı olmak üzere onu da benimle birlikte gönder. Çünkü delil açıklamaya lisanım pek müsait olmadığından, ben gerçekten beni yalanlamalarından korkuyorum."

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki doğrulamaktan murat, Hazret-i Harun'un takrir ve izahı (açıklamaları) sayesinde o kâfir kavmin, kendisini doğrulamalarıdır.

35

"Allah buyurdu ki: "Pazını kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir sultan (üstünlük) vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyeceklerdir, ikiniz ve ikinize uyanlar, yegâne galip olacaksınız."

Yani seni kuvvetlendireceğiz, demektir. Zira kişinin kuvvetli olması, elinden iş gelmesidir, işte bundan dolayıdır ki, kişinin bütün varlığı, eli ile ifâde edilmektedir. Ve elin güçlü olması da, kolun, pazının güçlü olmasına bağlıdır.

Burada sultan tasallut ve galibiyet, üstünlük demektir. Bir görüşe ise, hüccet demektir. Ancak bu görüş isabetli değildir.

36

"Nihayet Mûsâ, apaçık âyetlerimizi onlara getirince, dediler ki: "Bu, iftira edilmiş (uydurulmuş) bir büyüden başka bir şey değildir. Biz eski atalarımızdan da bunu işitmedik."

A- "Nihayet Mûsâ, apaçık âyetlerimizi onlara getirince, dediler ki: "Bu, iftira edilmiş (uydurulmuş) bir büyüden başka bir şey değildir."

Yani Hazret-i Mûsâ, onun peygamberliğinin sıhhatine apaçık delâlet eden âyetlerimizi onlara getirince...

Bu âyetlerden murat, âsâ ile beyaz eldir. Zira Hazret-i Mûsâ'nın onlara gösterdiği mucizeler bunlardır. (Arapça'da çoğul kipi üçten aşağısı için kullanılmadığı halde) bu iki mucizenin çoğul olarak ifâde, edilmesinin sırrı, Tâ-Ha sûresinde geçti.

Büyünün iftira edilmiş olması, bundan önce benzeri görülmemiş uydurma bir büyü demektir. Yahut sen bu büyüyü uyduruyorsun; sonra da Allah'a (celle celâlühü) iftira ediyorsun, demektir. Yahut bu büyü de, diğer büyü çeşitleri gibi iftiradır, demektir.

B- "Biz eski atalarımızdan da bunu işitmedik."

Yani biz bu büyüyü, yahut peygamberlik iddiasını eski atalarımızdan da işitmedik; onların günlerinde de böyle bir şey vaki olmamıştır.

37

"Mûsâ dedi ki: "Rabbim, kendi katından hidâyeti kimin getirdiğini ve bu yurdun hayırlı akıbetinin kimin olacağını en iyi bilendir. Şu muhakkak ki zâlimler iflah olmazlar."

A- "Rabbim, kendi katından hidâyeti kimin getirdiğini ve bu yurdun hayırlı akıbetinin kimin olacağını en iyi bilendir."

Hazret-i Mûsâ, bu sözünden kendini kastetmektedir. Çünkü onun bu sözleri, onların mezkûr sözlerine cevaptır. Bu yurttan murat, bu dünyadır. Onun hayırlı asli akıbeti de, cennettir. Zira bu dünya, âhiretin köprüsü ve tarlası olarak yaratilmıştır. Dünyadan asıl ve bizzat gaye, mükâfata erişmektir. Ceza ise, asilerin amellerinin ve azgınların kötülüklerinin sonuçlarıdır.

B- "Şu muhakkak ki zâlimler iflah olmazlar."

Yani şüphe yok ki, zâlimler, hiçbir uhrevi matluba erişmezler ve hiçbir mahzurdan da kurtulmazlar.

38

"Fir’avun dedi ki: "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine ateş yakarak tuğla imal et ve bana bir kule yap; belki Mûsâ'nın İlahına ulaşır, vâkıf olurum. Zaten ben onu hiç şüphesiz yalancılardan sanıyorum."

Lânetli Fir’avun, sihirbazları toplayıp mücadeleye kalkıştıktan ve gelişen hâdiseler gerçekleştikten sonra bunu söylemişti. Belki de Fir’avun, eğer Allah gökte bir cisim ise, O'na ulaşmak mümkün olur diye vehmetmişti. Yahut Fir’avun, Hâmân'ın, kendisine bir rasathane yapmasını emretmişti; kendi aklı sıra bu rasathaneden yıldızları gözleyecekti de, bir peygamberin gönderilmesine ve kendi hükümranlığının değişeceğine delâlet eden bir şey olup olmadığına bakacaktı.

Deniliyor ki, ilk önce tuğla yapan, Fir’avun'dur. İşte bundan dolayıdır ki, Hâmân'a verilen emirde, bu sanat da zımnen anlatılmaktadır. Bir de, bu emrinde bir azamet de var.

39

"Fir’avun ve ordusu, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar."

Yani Fir’avun ve ordusu Mısır toprağında haksız olarak, lâyık olmadıkları halde büyüklük tasladılar ve ceza için tekrar diriltilip bize gönderilmeyeceklerini sandılar.

40

"Biz de onu ve ordusunu yakaladık da, denize attık. Artık zâlimlerin sonu nice olmuştur, gör!"

A- "Biz de onu ve ordusunu yakaladık da, denize attık."

Yani Fir’avun ile ordusu, küfür ve azgınlıklarım had safhaya vardırdıktan sonra biz de onu ve ordusunu yakaladık da, denize, attık. Bu kıssanın tafsilatı daha önce geçti. Bu ifâde tarzında, bu yakalama işi açık olarak tazim edilmekte, korkunçluğu ve denize, atılanların da hakirliğı ifâde edilmektedir. Sanki Allah (celle celâlühü), çokluklarına rağmen onları bir avuca alıp denize fırlatmıştır. Bunun bir benzeri de şu âyettir: "Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyamadılar. Kıyamet günü de bütün yeryüzü O'nun avucundadır. Gökler de, O'nun sağ eliyle dürülmüş olacaktır."

B- "Artık zâlimlerin sonu nice olmuştur, gör!"

Yani zâlimlerin sonunu gör ve insanlara da anlat ki ondan ibret alsınlar.

41

"Biz, onları ateşe çağıran imamlar (öncüler) kılmışızdır. Kıyamet gününde de yardım görmeyeceklerdir."

A- "Biz, onları ateşe çağıran imamlar (öncüler) kılmışızdır."

Yani biz, onları, ateşin sebepleri olan küfür ve günahlarda öncüler kılmışızdır; dalâlet ehli onların peşinden giderler. Onlar, hür iradelerini bunun tahsik yönünde kullandıkları için, biz onları böyle kılmışızdır. (yoksa onları buna icbar etmek asla söz konusu değildir.)

Diğer bir görüşe göre ise, yani biz, onları, ateşe çağıran imamlar olarak vasıflandırdık. Nitekim "Rahmanın kulları olan melekleri dişi olarak vasıflandırdılar." âyetinin ifâdesi de bu kabildendir.

B- "Kıyamet gününde de yardım görmeyeceklerdir."

Yani kıyamet gününde de azabın kendilerinden uzaklaştırılması için hiçbir şekilde yardım görmeyeceklerdir.

42

"Bu dünyada onların arkasına bir lanet taktık. Kıyamet gününde de onlar iğrenç kimselerdir."

Bu dünyada onları Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdık ve lanet edenlerin lanetine her zaman hedef kıldık. Nitekim melekler ve mü’minler, halef ve selef olarak hep onlara lanet okumaktadırlar. Kıyamet gününde de onlar, Allah'ın rahmetinden uzak olacaklardır. Yahut gözlerinin mavi ve yüzlerinin kara olması gibi iğrenç bir sıfatta olacaklardır. Ebû Ubeyde'ye göre ise, yani kıyamet günü de helake uğrayanlardan olacaklardır.

43

"Yemin olsun ki, biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra o insanlara basiretler ve bir ışık ve bir rahmet olmak üzere Mûsa'ya kitabı verdik. Belki öğüt alırlar."

Yani biz, Nûh, Hûd, Sâlih ve Lût (aleyhisselâm) kavimlerini helâk ettikten sonra Mûsa'ya Tevrâti verdik.

Onlarin helakinden sonra Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ın verildiğinin beyan edil mesi, bunu gerektiren şiddetli bir ihtiyacın mevcut olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bu, bundan sonra zikredilecek Kur’ân-ı Kerim'in Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmesini gerektiren ihtiyacın beyanına bir ön hazırlık mahiyetindedir Zira eski nesillerin helâk edilmiş olması, onların dinî ahkâm ve kurallannir da tamamen ortadan kalkmasına sebep olur ki, bu sonuç, âlem nizamının ve ümmetlerin ahvalinin bozuknasina sebep olmaktadır. Bu da, yeni bir teşri; gerektirmektedir. Bu yeni teşri'de, asırların değişmesiyle değişmeyen temel kuralların baki kılınması ve asırların icaplarına göre değişen fer'i hükümlerin yeniden tertibi ve ibreti mucip olan eski ümmetlerin hallerinin hatırlatılması şeklinde olmaktadır. Hulâsa itibarıyla sanki şöyle denilmiştir: Yemin olsun ki, biz, Mûsa'ya (aleyhisselâm), Tevrat'ı ona ihtiyaç duyulan bir zamanda verdik.

Tevrat, insanlara basiret olsun, hakikatleri gören ve hak ile bâtılı birbirinden temyiz eden kalplerin nuru olsun diye indirilmiştir.. Zira onların kalpleri, anlayış ve idrâkten tamamen kör idiler. Çünkü basar, gören gözün nuru olduğu gibi, basket de, idrâk eden kalbin nurudur. Yine Tevrat, Allah'ın (celle celâlühü) yolu demek olan semtlere ve hükümlere insanları hidâyet etmek ve onlara rahmet olmak üzere gelmiştir. Zira onun muhtevasını uygulayan kimse, Allah'ın rahmetine erişir.

44

"Resûlüm! Mûsa'ya emri verdiğimiz zaman sen, Tûr Dağının batı yönünde değildin ve görgü şahitlerinden de değildin."

Yani biz, vahiy ile ve kendisine Tevrat'ı vermekle Mûsa'ya Peygamberlik vazifesini verdiğimiz zaman sen, vahiy ile buluşmanın mekânı olan Tûr dağının batı yönünde onun yanında değildin ve o vahyin görgü şahitlerinden olan, o seçümiş yetmiş kişiden de değildin ki, Mûsâ (aleyhisselâm) vahye muhatap olduğunda cereyan eden hâdiseleri göresin ve sen, Tevrat'ı levhalara yazan kâtiplerden de değilsin ki, onun muhtevasını aynen insanlara anla tabilesin.

Bu âyetlerde şu hakikat beyan edilmektedir: Kur’ân-ı Kerîmin indirilmesi de, ona şiddetle ihtiyaç bulunduğu ve kesin olarak hikmetin gereği olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir. Bu âyetin başında da, Kur’ân'ın Allah "Iskatından gelen doğru bir vahiy olduğu şu izah ile tahkik edilmektedir: Kur’ân'da açıklanan tarihî olayların bilinmesi, ya bizzat o olayları görmekle, yahut onları görenlerden öğrenmekle mümkün olabilir. Kur’ân'ıçin her ikisi de olmadığına göre, onun kesin olarak, Allâmül Guyüb — gaipleri hakkıyla bilen Allah'ın (celle celâlühü) kelâmı olduğu anlaşılmış olur. Bu âyet de, "İçlerinden hangisinin, Meryem'i himayesine alması için kur'a çekmek üzere kalemlerini suya atarlarken sen onların yanında değildin." âyeti kabılindendir.

45

"Fakat biz, nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin. Hayır! Gönderen biziz."

A- "Fakat biz, nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti."

Yani fakat biz, senin zamanın ile Mûsâ'nın (aleyhisselâm) zamanı arasında çok nesiller yarattık da, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Bu yüzden de şeriatler ve hükümler değişti; tarihî haberler bilinmez oldu, özellikle en son kavimler için bu bilgilerin kapıları tamamen kapandı. İşte bundan dolayı mevcut durumlar yeni bir teşri' gerektirdi. Buna binâen biz de sana vahy ettik.

B - "Sen âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin."

Bu kelâm da, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), kıssayı bilmesinin, kıssanın görgü şahitlerinden dinlemek yoluyla olduğu ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Yani sen Medyen halkı Şuayb (aleyhisselâm) ile ona îman edenlerden de değilsin ki, kıssayı anlatan âyetlerimizi onlardan dinleyerek öğrenmiş olabilesin.

C- "Hayır! Gönderen biziz."

Yani seni gönderen ve bu âyetler ile benzerlerini sana vahiy eden biziz.

46

"Mûsa'ya seslendiğimiz zaman da sen, Tûr Dağının yanında değildin. Fakat senden önce kendilerine hiçbir peygamber gelmemiş olan bir topluluğu uyarasın diye Rabbinden büyük bir rahmet olmak üzere seni göndermişizdir. Umulur ki, öğüt alırlar."

Yani Tûr dağının yanında biz: "Şüphe yok ki, ben, âlemlerin yegâne Rabbi olan Allah'ım!" diye Mûsa'ya (aleyhisselâm) seslendiğimiz, ona Peygamberlik verdiğimiz ve onu Fir’avun'a gönderdiğimiz zaman da sen onun yanında değildin. Fakat senden önce seninle İsâ arasındaki beş yüz yetmiş senelik bir fetret devrinde, yahut Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) Hazret-i İsâ davetinin, İsrâiloğullarına mahsus olduğu görüşüne göre seninle İsmail Peygamber arasındaki devirde yaşadıkları için kendilerine hiç peygamber gelmemiş olan bir topluluğu uyarasın diye bizden sana ve insanlara büyük bir rahmet olmak üzere seni, zikredilen olayları ve diğerlerini de bildiren Kur’ân ile gönderdik.

Burada da Hazret-i Mûsa'ya peygamberlik verilmesi ile Medyen'de yaşaması ve ona Allah tarafından seslenilmesi hâdiselerinin sırasıyla zikredilmemesi, her birinin, Peygamberimizin kıssayı anlatmasının ilâhî vahiy yoluyla olduğuna ayrı ayrı ve başk başına müstakil deliller olduklarına dikkat çekmek içindir. Eğer bu hâdiseler, vaki olmak sırasına göre zikredilmiş olsaydı, hepsinin birlikte yalnız bir delil oldukları vehmedilebilirdi. Nitekim Bakara sûresinde sığır ile ilgili metinlerin tefsirinde de anlatıldı.

47

"Bizzat kendi işledikleri günahlar yüzünden kendilerine bir musibet çarpınca: "Rabbimiz! Sen bize bir elçi gönderseydin de, âyetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık!" diyecekler diye seni gönderdik."

Yani onların bizzat işledikleri küfür ve günahları )üzünden kendilerine bir ceza çarptığında: "Rabbimiz! Sen bize, kendi katından âyetlerle teyid edilmiş bir elçi gönderseydin de, onun eliyle gösterilen âyetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık!" diye mazeret beyan etmeleri olmasaydı, seni göndermezdik; fakat onların, mutlaka bunu diyecekleri kesin olduğu için, biz, onların mazeretlerini tamamen kesmek için seni onlara bu apaçık delillerle gönderdik.

48

"İşte tarafımızdan o hak kendilerine gelince: "Mûsa'ya verilen kitap gibi ona da verilmeli değil miydi?" demişlerdi." Pekiyi, daha önce Mûsa'ya verilenleri de inkâr etmemişler miydi? "Birbirini destekleyen iki sihir!" demişler. Ve: "Biz kesinlikle hepsini de inkâr edenleriz" demişlerdi.

A- "İşte tarafımızdan o hak kendilerine gelince: "Mûsa'ya verilen kitap gibi ona da verilmek değil miydi?" demişlerdi."

Yani Mekke hakana Peygamberimize indirilen Kur’ân gelince, onlar inatçı bir tavır takınıp şu talepte bulundular: Niçin Muhammed'e de, Mûsa'ya verildiği gibi toptan indirilmiş bir kitap verilmedi?

Hazret-i Mûsâ'nın diğer mucizeleri gibi, âsâ mucizesi ile beyaz el mucizesinin de bu makam ile ilgisi yoktur.

B- "Pekiyi, daha önce Mûsa'ya verilenleri de inkâr etmemişler miydi?"

Bu kelâm da, onların iddialarım reddetmekte ve söylediklerinin, kendilerini hakka irşad eden bir talep olmadığını, sırf inat olarak söylendiğini ortaya koymaktadır. Yani onlar, bu hakkı inkâr ettikleri gibi, Mûsa'ya (aleyhisselâm) verilen kitabı da inkâr etmemişler miydi?

C- "Birbirini destekleyen iki sihir!" demişler."

Yani demek istemişlerdi ki: "Hazret-i Muhammed'e verilen de, Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) verilen de birbirini tasdik ederek birbirini destekleyen iki sihirdir."

Şöyle ki: Mekke müşrikleri, Yahudilerin bayramında Yahudi reislerine bir heyet göndermişlerdi. Giden heyet, Peygamberimizin onlarca durumunu sormuşlardı. Yahudi reisleri de: "Biz onu, sıfatları ve özellikleriyle Tevrâtta görüyoruz" demişlerdi. Heyet geri dönüp Mekke müşriklerine onların dediklerini haber verince, Mekke müşrikleri böyle demişlerdi.

D- "Ve: "- Biz kesinlikle hepsini de inkâr edenleriz" demişlerdi."

Onların bu kelâmı, Kur’ân'ıle Tevrat'ı sihir olarak vasıflandırmalarından anlaşılan küfürlerini tasrih ve tekid etmektedir. Bu da, onların küfür ile azgınlıkta ne kadar ileri, gittiklerini göstermektedir.

49

"Resûlüm! De ki: "Siz eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben de ona uyayım."

Yani eğer her ikisinin de değişik sihirler oldukları hususunda söylediklerinizde doğru iseniz, sizin sihir olarak vasıflandırdığınız Tevrat ile Kur’ân'dan daha doğru bir kitap getirin, eğer böyle bir kitap getirirseniz, ben de ona uyarım.

Bu âyette zikredilen şart, Peygamberimizin hüccetinin ne kadar haklı ve açık olduğuna delâlet etmektedir. Zira bu iki kitaptan daha doğru bir kitabı getirmenin, imkânsız bir iş olduğu gayet açıktır. Böylece bu şart, onları susturmak ve mağlup etmek için kelâmın dairesini daha da genişletmektedir.

50

"Eğer icabet etmezlerse (cevap vermezlerse), artık bil ki, onlar, ancak kötü arzularına uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kötü arzusuna uyan kimseden daha sapkın kim olabilir! Şüphe yok ki, Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez."

A- "Eğer icabet etmezlerse (cevap vermezlerse), artık bil ki, onlar, ancak kötü arzularına uymaktadırlar."

Yani eğer onlar senin onlara teklif ettiğini, yapmazlarsa, o iki kitaptan daha doğrusunu getirmezlerse...

Bunun icabet olarak ifâde edilmesi, şunu bildirmek içindir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi hakkında o kadar son derece emindir ki, zikredilen şeyi getirmeyi onlara emretmesi, sanki onları, olmasını istediği bir şeye davet etmek şeklinde olmuştur.

B- "Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kötü arzusuna uyan kimseden daha saplan kim olabilir!"

Yani böyle, bir insan, her sapkından daha sapkındır.

Âyette, kötü arzuya uymanın, Allah'tan (celle celâlühü) hidâyet olmamak kaydına bağlanması, daha ziyade kınama ve takbih içindir; yoksa kötü arzuya uymanın, Allah'ın hidâyetiyle birlikte olmasının imkânsız olduğu gayet açıktır.

C- "Şüphe yok kı, Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez."

Yani şüphesiz Allah kötü arzularına uymak ve apaçık hakka hidâyet eden âyetlerden yüz çevirmek fenalığına batmak suretiyle kendi nefislerine zulmedenleri doğru yola iletmez.

51

"Yemin olsun ki, düşünüp öğüt alsınlar diye biz, sözü onlara ardarda dizdik, durduk."

Yani biz, hikmet ve maslahatın gereği olarak Kur’ân bölümlerini ard arda indirdik. Yahut Kur’ân'daki mükafat ile ceza vaadi erin i, kıssalarını, ibretlerini, öğüt ve nasihatlerini ard arda dizdik, durduk. Umulur ki onlar.

Kur’ân'ın içerdiği hakikatlere inanırlar.

52

"O kimseler ki, Kur’ân'dan önce kendilerine kitap vermişizdir, onlar Kur’ân'a îman ederler, "

Bu kimseler, Ehl-i Kitap'tan îman edenlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar İncil ehlinden olup otuz iki tanesi, Cafer ile beraber Habeşistan'dan gelenler ve sekiz tanesi de Şam'dan gelenlerdi.

53

"Onlara Kur’ân okunduğu zaman, "Biz ona inandık. Çünkü şüphe yok ki, O, Rabbimiz katından geîen hakkın ta kendisidir. Biz ondan önce de müslüman idik" derler."

Bu âyet beyan ediyor ki, onların îmanları eski olup onlar, Peygamberimizin vasıflarım eski kutsal kitaplarda gördükleri zaman ona îman etmişler ve Kur’ân'ınmeden önce de onlar islam dini üzerinde bulunuyorlardı.

54

"İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kez verilecektir. Onlar kötülüğü de iyilikle savarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan da hayır için harcarlar."

A- "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kez verilecektir."

Yani mezkûr vasıfları taşıyanlara, bir kez kendi kitaplarına îman ettikleri için, bir kez de Kur’ân'a îman ettikleri için ve bu iki îmâna sabır ve sebat gösterdikleri mükâfatları iki kez verilecektir. Yahut nazil olmadan önce de Kur’ân'a îman ettikleri ve nazil olduktan sonra da îman ettikleri için, yahut kendi dindaşlarından kendilerini terk edenlerden ve müşriklerden gördükleri, ezalara sabrettikleri için mükâfatları iki kez verilecektir.

B- "Onlar kötülüğü de iyüikle savarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan da hayır için harcarlar."

Yani onlar, günahı itaat ile savarlar. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Kötülüğün ardından iyilik getir ki, onu silsin!" 12

12 Tirmizî/Kitabü'l Birr, bab: ; Darimî/Kitâbü'r Rikak, bab: ; Ahmed b. Hanbel, Müsned: /. . . .

55

"Onlar boş sözleri işittikleri zaman da ondan yüz çevirirler ve: "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Size selâm olsun! Biz cahilleri istemiyoruz" derler."

Yânî mezkûr kutlu insanlar, "Boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile geçip giderler." âyetinin sırrına ermiş olarak, mütâreke ve kendilerini Allah'a havale etmek yoluyla: "Sizin işleriniz size, bizim işlerimiz de bize. Size selâm olsun! Biz cahdleri istemiyoruz" derler. Yani biz, cahillerin sohbetini ve arkadaşlığım istemiyoruz, derler.

56

"Resûlüm! Şüphe yok ki, sen, sevdiğin kimseyi hidâyete eriştiremezsin; fakat Allah, dilediği kimseyi hidâyete eriştirir. Hidâyete istidadı olanları da en iyi bilen ancak O'dur."

Yani ey Resûlüm! Sen bütün gayretlerini harcasan da ve olanca gücünle çalışsan da, sevdiğin bir kimseyi arzu ettiğin hidâyete kesin olarak eriştirmeye, onu islâm'a dâhil etmeye muktedir olamazsın; Allah hidâyetini dilediği kimseyi hidâyete eriştirir ve onu İslâm'a dâhil buyurur.

Alimlerin cumhûruna göre, bu âyet, Ebû Talib hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ebû Talib'in ölümüne yakın Resûlüllah onun yanına gelmiş ve ona: "Amcacığım! "La ilahe illallah!" de kı, ben, bu kelimeyi Allah (celle celâlühü) katında islâm'ına hüccet sayayım." 13 Ebû Talib de Peygamberimize demiş ki: "Ey kardeşimin, oğlu! Ben, hiç şüphesiz senin davanda doğru olduğunu biliyorum. Fakat ben hakkımda: "Ölürken dehşete kapıldı" denilmesinden ve eğer bu îmanımın, ölümümden sonra senin aleyhinde ve atanın oğulları (akrabaların) aleyhinde bir eksiklik olarak kullanılmasından endişe etmeseydim, sende gördüğüm bu şiddetli arzu ve nasihat karşısında o kelimeyi kesinlikle açık olarak da söylerdim ve senden ayrılırken gözünü aydın kılardım. Fakat ben, büyüklerim Abdulmuttalib, Hâşim ve Abdi Menaf dini üzere öleceğim."

13 Buharî/Kitabü Menakıbı Ensar, bab: 40; Kitabüt Tefsir, sûre: 9, bab: 16, Sûre: 28, bab: 1. Kitabu'l îman, bab: 19; Ahmed b. Hanbel Müsned: 5/433

57

"Dediler ki: "Biz seninle beraber hidâyet yoluna girersek, yurdumuzdan atılırız. Pek iyi, biz onları, her şeyin ürünlerinin, tarafımızdan rızık olmak üzere taşınıp toplanmakta olduğu güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler."

A- "Dediler ki: "Biz seninle beraber hidâyet yoluna girersek, yurdumuzdan atılırız."

Bu âyet, Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdimenaf hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: bu adam, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip: "Senin gerçekten hak üzere olduğunu biliyoruz; fakat biz, sana uyup Araplara muhalefet etmekten korkuyoruz. Biz zayıfız. Bizi yurdumuzdan atmalarından korkuyoruz" dedi. İste Allah (celle celâlühü), onların mazeretlerini şöyle reddetmiştir:

B- "Pek iyi, biz onları, her şeyin ürünlerinin, tarafımızdan rızık olmak üzere taşınıp toplanmakta olduğu güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler."

Yani biz, onları korumadık mı ve Araplar etrafta birbirlerini boğazlarken, onların mekânını, beytü'l haramın hürmeti için güvenli kılmadık mı? . . Şu halde onlar, putlara taparken halleri böyle güvenli olduğuna göre, Beytullah'ın hürmetine bir de tevhit hürmeti ilâve edilince, nasıl oradan atılmaktan korkuyorlar! Fakat onların çoğu, cahil olup bunu anlamazlar ve anlamak için tefekkür etmezler.

Yahut onların çoğu, bu ürünlerin Allah (celle celâlühü) katından bahşedilen rızık olduğunu bilmezler; ancak pek azı, bunu tefekkür edip anlarlar. Zira onlar anlamış olsalar, Allah'tan başkasından korkmazlardı.

58

"Biz, refahları yüzünden şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda ancak pek az oturub muştur. Onlara vâris olan ancak biziz."

Burada da, Allah'ın cezasından korkmanın o kâfirlere yaraştığını beyan buyurmaktadır. Yani nice memleketlerin halkları var ki, güvenlikte, bolluk ve refahta onların hali de, bu kâfirlerin hali gibi idi. Nihayet onlar şımardılar da, biz de, onları yerle bir edip yurtlarım harabe haline getirdik. İşte zulümleri sebebiyle onların bomboş kalan yerleri.’Oraların yerle bir edilmesinden sonra ancak pek az bir zaman oralarda kalanlar olmuştur. Zira ancak, gelip geçen yolcular, oralarda bir gün veya günün bir kısmı kalmışlardır. Yahut onların günahlarının uğursuzluğundan ancak pek az kimseler oralarda kalmışlardır. Biz, oraları kendilerinden miras almışızdır. Zira onların yurtlarını ve mülklerini kullandıkları gibi kullanacak hiç kimse onlardan gende kalmamıştır.

59

"Resûlüm! Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerinin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk eden değildir ve biz, ancak halkı zâlimler olan memleketleri helâk etmişizdir, "

Zikredilen memleketlerin helâk edilmeleri beyan edildikten sonra bu âyet de, ilâhî inayeti beyan etmektedir. Yani üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan ilâhî sünnette, peygamberler vasıtasıyla tebliğ yapılmadan memleketlerin helâk edilmesi, doğru değil, hatta imkânsızdır. Yahut Allah'ın geçmiş hükümlerinde ve eski icraatlarında da uyarı yapılmadan helâk etmek yoktur; aksine İlâhî âdet, bu durumda helâk etmemektir.

Peygamberlerin tebliğleri için memleketlerin ana merkezlerinin seçilmesi, sâkinlerinin daha zeki ve düzenk olmalarından dolayıdır.

Yani ey Resûlüm! Rabbin, memleketlerin kentlerine, kasabalarına, hakkı anlatan, onları uyarmak ve teşvik etmekle hakka davet eden âyetlerimizi okuyan bir peygamberi göndermedikçe o memleketleri helâk etmez. "Bu, hüccetle onları ilzam etmek ve: niçin bize peygamber göndermedin ki, âyetlerine uyaydık!" demek mazeretlerini kesmek içindir. Ve biz, memleketlerin merkezlerine, onları hakka davet ve irşâd eden peygamber gönderdikten sonra da onlar Peygamberimizi yalanlamak ve âyetlerimizi inkâr etmek suretiyle zâlim duruma düşmeden de onlari helâk etmemişizdir.

Şu halde ilâhî sünnet gereğince peygamber gönderilmeden helâk etmek olmaz. Fakat peygamber gönderikp de yalanlanması durumunda da her helâk etmek olmayabilir.

60

"Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlıdır ve daha kakçıdır. Yine de akıl etmeyecek misiniz?"

Yani dünyalıklardan size verilen her şey, sayılı günlerde faydalanıp süslendiğiniz şeylerdir. Allah katındaki mükâfat ise, daha hayırlıdır, çünkü onun lezzeti, acı şaibelerinden temiz ve sevinci, keder izlerinden uzak tam bir sevinçtir ve ilâhî mükafat aynı zamanda sonsuzdur. Artık niçin tefekkür edip de bu açık hakikati akıl etmiyorsunuz da, hayırlı olanı önemsiz olana değişiyorsunuz?

61

"Şimdi, kendisine güzel bir vaaddc bulunduğumuz, kendisi de ona kavuşan kimse, kendisini dünya hayatının geçici menfaatiyle geçindirdiğimiz, sonra kıyamet gününde cehenneme hazırlanmışlar arasında bulunan kimse gibi midir?"

Yani kendisine o güzel cenneti vaad ettiğimiz ve dahi vaadde gerçekleşmeme ihtimak imkânsız olduğundan, kendisi de kesin olarak ona kavuşacak olan kimse, kendisini, acı ve kederlerle dolu, kesildiğinde de hayıflanmayı doğuran dünya hayatının geçici menfaatiyle faydalandırdığımız, sonra kıyamet gününde cehenneme hazırlanmışlar arasında bulunan kimse gibi midir?

62

"Onlara seslendiği gün Allah: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz hani nerede?55 diyecektir."

63

"Aleyhlerine söz (hüküm) sabit olan reisleri: "Rabbimiz! Şunlar azdırdığımız kimselerdir. Biz azdığımız gibi, onları da azdırdık. Onların suçlarından beri olduğumuzu, sana arzederiz. Zaten onlar bize tapmıyorlardı" diyecekler."

Aleyhlerine hüküm sabit olan reisleri, onların ortakları olan şeytanlardır. Yahut onların, Allah'tan başka ilah edindikleri, yani bütün emir ve yasaklarında itaat ettikleri reisleridir. Onların aleyhinde hükmün sabit olması, hükmün gereğinin sabit ve tahakkuk etmesi demektir. Bu söz, "Yemin olsun ki, cehennemi cinlerden ve insanlardan dolduracağım." âyeti ile diğer ceza vaadleri âyetleridir.

Bu hüküm, onlara uyanlara da şamil olduğu halde, reislerinin bu hükme tahsis edilmesi, küfürde ve azabı hak etmekte asıl olmalarından dolayıdır. Nitekim bu, "Yemin olsun ki., senden ve sana uyanlardan cehennemi dolduracağını." âyetinden de anlaşılmaktadır.

"Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz hani nerede?" suali, onlara tapanlar için olduğu halde, reisleri cevap vermeye acele ederler, çünkü onlar biliyor ki, kendilerinden sual edilmesi (Hani nerede? Denilmesi), huzura getirilip kendilerine uyanları saptırmakla kınanmaları içindir ve kendilerine tapanların da: "Bunlar bizi saptırdı" diyeceklerini kesin olarak biliyorlar. Yahut onlara tapanlar, bunu mazeret olarak söylerler; reisleri ise, söylediklerini, tâbilerinîn sözlerini reddetmek için söylerler. Şu var ki, onlara tapanların bunu diyecekleri zahir olduğu için, icaz olarak zikredilmemiştir.

Onların reislerinin: "Şunlar azdırdığımız kimselerdir" demeleri, bunu onların huzurunda söyleyeceklerini ve inkâr ile reddine muktedir olamayacaklarını beyan etmek, içindir. Onların: "Biz azdığımız gibi onları da azdırdık" demelerinden murat da, biz onları azmaya icbar etmedik; bizim azdırmamız, vesvese vermek, vesile olmaktır; yoksa onları icbar etmek değildir. Binâenaleyh biz kendi ihtiyarımızla azdığımız gibi, onlar da kendi ihayarlarıyla azdılar. Biz, onlardan ve onların ihtiyar ettikleri küfür ve günahlardan beri olduğumuzu sana arz ederiz. Zaten onlar bize tapmıyorlardı; onlar ancak kendi kötü arzularına tapıyorlardı.

64

"Onlara: "Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın!" denir. Onlarda çağırırlar; fakat kendilerine, cevap vermezler ve karşılarında azabı görümler. Onlar gerçekten hidâyete erselerdi, bu sonuçla karşılaşmazlardı."

Onları tahkir veya iskât için kendilerine: "Allah'a, ortak koştuklarınızı çağırın!" denir. Onlar da, büyük şaşkınlıklarından dolayı onları çağırırlar, fakat kendilerine cevap vermezler; çünkü cevap vermeye ve yardım etmeye muktedir olmazlar ve azabın, kendilerini kapladığını görürler. Eğer onlar, hakka hidâyet olsalardı, yahut azabı önlemek için bir çare bulmuş olsalardı, karşılaş tıkları sonuçla karşılaşmazlardı. Yahut onlar, hidâyete ermiş olmayı temenni edecekler.

65

"O gün Allah onları çağırıp: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" buyuracak."

O kâfirlere önce ortak koştukları sorulacak; sonra da, kendilerini bundan men' eden peygamberlere ne cevap verdikleri sorulacak.

66

"O gün artık bütün haberler körleşmiştir."

Yani onlar o gün bütün haberlerden kör olacaktır. Bunun aksi olarak ifâde edilmesi, mübalağa içindir. Bir de şu hakikate işaret etmek içindir: Zihne gelen bilgi, dışarıdan ona ulaşmaktadır. Bu itibarla zihin dışarıya karşı kör olduğu zaman, bilgi edinme imkânı kalmaz.

Bu haberlerden murat, ya onların, peygamberlere verdikleri ve Allah'ın onlardan sual buyurduğu haberlerdir yahut bütün haberlerdir ve bu haberler de öncelikle onlara dâhildir.

Kıyamet günü peygamberler, mesuliyet gailesinden münezzeh oldukları halde, bu korkunç makamda bilgiyi Allamül ğuyûb/her şeyi hakkıyla bilen Allah'a havale ettiklerine göre, bu sapkın ümmetlerin hak nice olmak! Binâ enaleyh onlar birbirlerine de soramayacaklardır. Yani onlar, içinde bulundukları dehşetten dolayı yahut hepsinin cehalet: derecesinin eşit olduğunu bildiklerinden dolayı verecekleri cevabı birbirlerine de soramayacaklardır.

67

"İmdi, tevbe eden, îman edip sâlih amel yapanlar, felâha erenlerden olmaları umulur."

Yani şirkten tevbe ettikten sonra îman ile sâlih ameli kendinde toplayan kimse, Allah katında arzularına kavuşanlardan, kaçılan azaptan kurtulanlardan olmaları umulur.

Burada şüphe bildiren kelimenin kullanılması (asa/umulur, belki), büyüklerin âdeti olarak kesinlik ifâde etmektedir. Yahut tevbe eden tarafından umut ifâde etmektedir. Yani tevbe eden, felahı ummalıdır.

68

"Resûlüm! Senin Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir.

A- "Resûlüm! Senin Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur."

Yani senin Rabbin, hiçbir mecburiyeti olmadan ve kudreti karşısında hiçbir engel bulunmadan her dilediğini yaratır ve seçer; onların ise muhayyerlik ve seçim hakkı yoktur. Yani sonucu etkileyecek bir seçim hakları yoktur. Bunda hiçbir şüphe mevcut değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, yaratılmışlardan biç kimsenin, Allah (celle celâlühü) adına seçim hakkı yoktur. Şu rivâyet de bu görüşü teyid etmektedir: Rivâyet olunuyor ki, bu âyet, Velid b. Muğîre'nin: "Bu Kur’ân, iki kentten (Mekke ve Taiften) ulu bir adama indirilmeli değil miydi?" demesi üzerine inmiştir. Yani Allah peygamberleri, onları göndereceği kavimlerin seçimine göre göndermez.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Allah (celle celâlühü), hayırlı ve faydalı olanı seçer.

B- "Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir."

Yani Allah (celle celâlühü), Zâtı itibarıyla, özel bir münezzehlikle bir kimsenin, kendisiyle niza etmesinden ve seçiminin, kendi seçimiyle çarpışmasından münezzehtir ve onlarin ortak koştuklarından, yahut onların ortak koştuklarının ortaklığından şânı yücedir.

69

"Senin Rabbin, onların kalplerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir."

Yani senin Rabbin, onların, kalplerinde Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) besledikleri düşmanlığı ve kini de bilir; onların açığa vurdukları eleştiriyi de bilir.

70

"O, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka hiçbir İlah yoktur. Önce de, sonra da hamd, ancak onundur; hüküm de onundur ve ancak ona döndürüleceksiniz."

Yani o, ibadete yegâne lâyık olan öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur. Önce de, sonra da hamd edilecek, ancak O'dur; çünkü dünyada da, âhiret de yaratilmışlara bahşedilen bütün nimetlerin sahibi O'dur. Mü’minler, dünyada O'na hamdetükleri gibi âhiret de, lutfuna sevinç duyarak ve O'na hamdetmekten zevk alarak şöyle derler: "Bizden bütün üzüntüleri gideren Allah'a hamdolsun! Vaadini bize doğru olarak gerçekleştiren Allah'a hamdolsun!"

Ve her hususta başkasının ortaklığı olmaksızın geçerli hüküm yegâne O'nundur. Ve tekrar diriltilip mahşere gönderilirken de yalnız O'na döndürüleceksiniz; başkasına değil!

71

"Resûlüm! De ki: "Söyleyin bana! Allah, geceyi üzerinize aralıksız olarak kıyamete dek sürdürse, Allah'tan başka size ışığı getirecek ilah kimdir? Yine de işitmeyecek misiniz?"

A- "Resûlüm! De ki: "Söyleyin bana! Allah, geceyi üzerinize aralıksız olarak kıyamete dek sürdürse, Allah'tan başka size ışığı getirecek ilah kimdir?

Yani ey Resûlüm! Onlara de ki: "Söyleyin bana! Eğer Allah güneşi dünyanın altında tutmak yahut onu görünmeyen ufuklar etrafında dolaştırmak suretiyle geceyi üzerinize aralıksız olarak kıyamete dek sürdürse, Allah'tan (celle celâlühü) başka size ışığı getirecek ilah kimdir?"

Burada "ışığı getirecek" ifâdesi, "Yaratıcının ikinci sıfatı olup ıskat ve ilzâm, bu sıfata bağlanmıştır. Bu ifâde de, "De ki: gökten ve yerden size rızık verecek kimdir?" ile "O zaman size kim bir akar su getirecek?" âyetleri ve benzerlerinin ifâdesi bikirdendir.

B- "Yine de işitmeyecek misiniz?"

Yani bütün bu gerçekler karşısında yine hak kelâmı tefekkür ve basiretle işitip de, izan göstermeyecek misiniz ve gereğince amel etmeyecek misiniz?

72

"De ki: "Söyleyin bana! Allah, gündüzü üzerinize aralıksız olarak kıyamete dek sürdürse, içinde istirahat edeceğiniz geceyi getirecek Allah'tan başka ilah kimdir? Yine de bunu görmeyecek misiniz?"

Yani eğer Allah (celle celâlühü), güneşi göğün ortasında tutmak, yahut ufukların üstünde bir yörüngede hareket ettirmek suretiyle gündüzü üzerinize aralıksız olarak kıyamete dek sürdürse, işlerin yorgunluklarından içinde istirahat edeceğiniz geceyi getirecek Allah'tan (celle celâlühü) başka ilah kimdir? Yine de, asgari basirete sahip olan herkesçe bilinmekte, olan bu açık faydayı görmeyecek misiniz?

73

"O'nun rahmetinden olarak sizin için geceyi ve gündüzü yarattı ki, geceleyin dinlenesiniz; gündüzün de O'nun lutf-u kereminden rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz."

Yani yaptıklarını yaptıklarından dolayı Allah'a (celle celâlühü) şükretmeniz için, yahut O'nun nimetini anlayıp da ondan dolayı kendisine şükretmeniz için bu mükemmel nizamı kurmuştur.

74

"O gün Allah onları çağırıp: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" diyecektir."

Bu uyarı üstüne uyarı, şu gerçeği bildirmek içindir: Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmak kadar O'nun gazabını celp eden başka bir şey yoktur. Nasıl ki, O'nun rızasını kazanmak için tevhidten daha müessir bir şey yoktur.

75

"O gün biz, her bir ümmetten bir şahit çıkarırız da, ümmetlere: "Kesin delilinizi getirin!" deriz. O zaman hepsi bilirler ki, hak Allah'ındır ve uydura geldikleri ortaklar da kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır."

Burada fiilde "Biz" kipinin kullanılması (çıkarırız), bu hususun son derece önemli ve bu halin pek korkunç olduğunu göstermek içindir.

Bu şahit peygamberdir; o peygamber, o ümmetin haline sahitlik edecektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Her ümmetten bir şahit getireceğimiz zaman onların hali nice olacak!"

İşte kıyamet günü o ümmetlerin her birine: "Yaşadığınız dinin doğruluğuna dâir kesin delillerinizi getirin!" deriz. O gün hepsi bilirler ki, İlahlıkta hak yegâne Allah'ındır; İlahlıkta O'nun hiçbir ortağı yoktur ve dünyada uydura geldikleri ortaklar, kendilerinden ayrılıp kayıp olacaklardır.

76

"Şüphesiz Kârûn, Mûsa'nın kavminden idi. Fakat onlara karşı azmıştı. Biz de kendisine öyle hazîneler vermiştik ki, gerçekten, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Hani kavmi kendisine şöyle demişti: "Şımarma; çünkü şüphe yok ki, Allah, şımarıkları sevmez."

A- Şüphesiz Kârûn, Mûsa'nın kavminden idi. Fakat onlara karşı azmıştı.

Kârûn, Hazret-i Mûsâ'nın (aleyhisselâm) amcası Yashur b. Kahes b. Lav ey b. Yakubün oğlu idi. Hazret-i Mûsâ da, İmrân b. Kahes'in oğludur.

Diğer bir görüşe göre ise Hazret-i Mûsâ, Karun'un kardeşinin oğludur. Yüzünün güzelliğinden dolayı Karun'a münevver de denirdi.

Bir görüşe göre Kârûn, İsrâiloğullarmdan Tevrat'ı en iyi okuyan idi. Fakat Sâmirî, münafık olduğu gibi, o da münafık oldu ve dedi ki: "Peygamberlik Mûsa'ya, kurbanlık yeri ile kurban da Harun'a! . . Pekiyi, bana ne kaldı?"

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, İsrâiloğullarını denizden geçirdikten sonra Hazret-i Hârun'a peygamberlik, imamlık ve kurban vazifeleri veriknce, Kârûn bundan alındı ve onu kıskandı. O zaman Hazret-i Mûsa'ya dedi ki: "Sen bana bir mucize göstermedikçe ben seni tasdik etmem." Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, İsrâiloğullari reislerine, birer âsâ getirmelerini emretti ve getirilen asaları toplayıp içinde kendisine vahyin geldiği kubbe çadırın içine koydu. Onlar da, geceleri asalarının nöbetini tutuyorlardı. Nihayet sabah olunca, baktılar ki, Harun'un âsâsi, yemyeşil yapraklar vermiş sallanıyor. Bunu göre Kârûn: "Mûsâ, ne de acayip sihirler yapıyorsun!" dedi. İşte "Fakat onlara karşı azmıştı" kelâmı bunu anlatmaktadır. Yani Kârûn, İsrâiloğullarmdan ustun olmak, onların, kendi emrinde olmalarını istedi.

Yahut onlara zulmetti, demektir.

Bir görüşe göre, Karun'un onlara zulmetmesi, Fir’avun, kendisini İsrâiloğullarına kral tayin ettiği zaman olmuştu.

Diğer bir görüşe ise, yani Kârûn, İsrâiloğullarını kıskandı, demektir. Bu kıskançlığı da, Hazret-i Mûsâ ile Hârun hakkında zikredilen kıskançlığıdır.

B- "Biz de kendisine öyle hazîneler vermiştik ki, gerçekten, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.

Yani biz, kendisine o kadar servet vermiştik ki, mallarını içinde sakladığı sandıkların anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onun hazinelerini güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı, demektir.

C- "Hani kavmi kendisine şöyle demişti: "Şımarma; çünkü şüphe yok ki, Allah, şımarıkları sevmez."

Dünyada aşırı sevinç ve şımarma, mutlak olarak kötüdür. Çünkü bu hal, dünya sevgisinin, dünyaya razı olmanın ve dünyanın geçici olduğundan gafil olmanın neticesidir. Zira dünya lezzetlerinin geçici olduğunu bilmek, düşünmek, ister istemez üzüntüyü mucip olur. Nitekim diğer bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah'ın size verdiği nimederle şimarmayasiniz diye..."

Bu konuda yasak, ilâhî muhabbete engel olmakla gerekçelendırilerek: "Çünkü şüphe yok ki, Allah, şımarıkları sevmez" denilmiştir. Yani Allah (celle celâlühü) dünyanın süslü varlıklarıyla şımaranları asla sevmez.

77

"Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu ara; dünyadan nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et. Yeryüzünde bozgunculuk da yapma; çünkü Allah, bozguncuları sevmez."

A- Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu ara; dünyadan nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et

Yani Allah'ın sana verdiği zenginliği âhiret mükâfatına vesile olacak hayır işlerinde harca; fakat dünyadan nasibini de tamamen unutma; sana verilen dünyalık ile âhiretini kazanmaya çalış ve sana yetecek kadarını da kendine bırak ve Allah’ın (celle celâlühü) sana nimetler bahsettiği gibi, sen de Allah’ın kullarına iyilik et.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah'ın (celle celâlühü), o nimetlerle sana ihsan ettiği gibi, sen de şükür ve itaat ile ihsanda bulun.

B- "Yeryüzünde bozgunculuk da yapma; çünkü Allah, bozguncuları sevmez.

Bu kelâm da, Karun'u içinde, bulunduğu zulüm ve şımarmadan men' etmek içindir. Allah'ın (celle celâlühü) bozguncuları sevmemesi, onların kötü fiillerinden dolayıdır, (yoksa insan olarak değil...)

78

"Kârûn dedi ki: "Bu servet, ancak bendeki bilgi sayesinde bana verilmiştir." O bilmiyor muydu ki, Allah, kendisinden önceki nesülerden, ondan daha güçlü, taraftarı ondan daha çok olan kimseleri helâk etmiştir. Günahkârlardan günahları sorulmaz."

A- "Kârûn dedi ki: "Bu servet, ancak bendeki bilgi sayesinde bana verilmiştir."

Kavminin, Karun'a: "Allahm sana ihsan ettiği gibi..." şeklindeki sözleri, Kârûn' da bir sebep ve liyâkat olmaksızın, Allah'ın (celle celâlühü) o malları ve hazineleri kendisine bahşettiğini bildirdiği için, sanki Kârûn, bu sözleriyle onların nasihat mahiyetindeki sözlerini reddetmek istemektedir. Yani ben, bilgim sayesinde insanlardan üstün kılındım; mal ve şöhret ile onlardan üstün kılınmayı hak ettim.

Karun'un, bilgiden kastettiği Tevrat bilgisidir. Zira Kârûn, onlardan Tevrat'ı en iyi bilen idi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu bilgiden kasıt, kimya bilgisi idi.

Bir diğer görüşe göre ise, marangozluk, ticaret ve diğer kazanç yollarıyla ilgili bilgilerdir.

Başka bir görüşe göre ise, hazinelerin ve definelerin bilgisi ıdı.

B- "O bilmiyor muydu ki, Allah, kendisinden önceki nesülerden, ondan daha güçlü, taraftarı ondan daha çok olan kimseleri helâk etmiştir."

Kârûn, Tevrat'ta okuyarak, Hazret-i Mûsa'dan öğrenerek ve tarih hafızlarından dinleyerek hakikatleri bildiği halde kuvvet ve malıyla gurura kapılmasından dolayı, Allah (celle celâlühü), bu kelâm ile onu kınamakta ve bu halinin, taaccübü mucip olduğunu bildirmektedir. Yani Kârûn, Tevrat'ı okumadı mı ve Allah'ın (celle celâlühü), kendisi gibi eski nesilleri ne yaptığını bilmiyor mu ki, onların gurur vesilesi yaptıkları dünyahktan gurur vesilesi yapmaktadır!

Yahut bu kelâm, Karun'un bilgi iddiasını ve onun sayesinde üstün olmak iddiasını reddetmekte ve onda böyle bir bilgi olmadığım ifâde etmektedir. Yani kendisi, iddia ettiğini bildi de, bunu niçin bilmedi ve kendi nefsini tehlikelerden korumadı?

C- "Günahkârlardan günahları sorulmaz."

Yani bilgi edinmek için günahkârlara günahları sorulmaz; fakat ansızın azaba uğratılırlar.

Kârûn, kendisinden daha güçlü ve daha zengin olanların helâk edilmelerinin belırtilmesiyle tehdit edilince, bunu tekid için de Allah beyan ediyor ki, bu durum, o helâk edilen kavimlere mahsus değildir; fakat Allah (celle celâlühü), bütün günahkârların günahlarına mı Halidir; onların cezasını mutlaka verecektir,

79

"Sonra Kârûn, debdebesiyle kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: "Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Çünkü hiç şüphesiz o, pek büyük bir nasıp sahibidir" demişlerdi."

A- "Sonra Kârûn, debdebesiyle kavminin karşısına çıktı."

Deniliyor ki, Kârûn, alaca bir katırın sırtında, kızıl kadifeden bir aba giymiş, katırın sırtında bir altın eğer olduğu halde ve kendisi gibi tek tip kıyafet giymiş dört bin kişilik maiye tiyle kavminin karşısına çıktı.

Diğer bir görüşe göre ise, kendilerinin sırtında da, atlarının sırtında da atlas kumaşlar olduğu halde ve ziynetli ve üstlerinde atlas kumaşlar bulunan üç yüz beyaz köle sağında ve öylece üç yüz beyaz cariye de solunda bulunduğu halde kavminin karşısına çıktı.

Bir diğer görüşe göre ise, safranla boyanmış kumaşlar giymiş doksan bin kişilik maıyetiylc kavminin huzuruna çıktı.

B- "Dünya hayatını arzu edenler: "Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Çünkü hiç şüphesiz o, pek büyük bir nasip sahibidir" demişlerdi."

Bunu söyleyenler, mü’minler olup bunu beşer cibilliyetinin gereği olarak söylemişlerdir ki, cibilliyet itibarıyla her insan dünyada bolluk ve kolaylık ister. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre ise, onlar bu servet ve imkânı,

Allah (celle celâlühü) yolunda kullanmak ve hayra harcamak için temenni etmişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu söyleyenler, kâfir bir kavim idi.

80

"Kendilerine gerçek ilim verilmiş olanlar ise, şöyle demişlerdi: "Yazıklar olsun size! îman edip sâlih amel yapanlara Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. O nimete de ancak sabredenler kavuşturulur."

A- Kendilerine gerçek ilim verilmiş olanlar ise, şöyle demişlerdi:’Yazıklar olsun size! îman edip sâlih amel yapanlara Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır.

Yani kendilerine, dünya ve âhiret ahvali ile ilgili ikmler lâyıkıyla verilmiş olanların, Allah'ın (celle celâlühü) vereceği mükâfat ile yetinmeyerek böyle bir temennide bulunmaları kendilerine yaraşmaz.

Bu bahtiyar mü’minlerin, bu şekilde vasıflandırılıp âhireti istemekle vasıflandırılmamaları (âhiret mükâfatını isteyenler, denilmemesi), şu gerçeğe dikkat çekmek içindir: iki cihan ahvalini lâyıkıyla bilmek, dünyaya itibar etmeyip âhirete yönelmeyi kesin olarak gerektirmektedir ve Karun'un imkânlarını temenni edenlerin temennisi, ancak, iki cihan ahvalini lâyıkıyla bilmemelerinden kaynaklanıyordu.

B- "O nimete de ancak sabredenler kavuşturulur.

Yani bu âlimlerin konuştukları kelimeye, yahut mükâfata, yahut cennete, yahut îman ile sâlih amele ancak şehvetlerin terkinde ve itaatte sabredenler kavuşturulur.

81

"Derken biz kendisini de, sarayını da yerin dibine geçirdik.

Artık Allah'tan başka kendisine yardım edecek hiçbir güruh yoktur; kendisi de, kendisini savunanlardan olmamıştır."

A- Derken biz kendisini de, sarayını da yerin dibine geçirdik.

Rivâyet olunuyor ki, Kârûn, Hazret-i Mûsa'ya her zaman eza veriyordu, Hazret-i Mûsâ ise, akrabası olduğu içki onu idare ediyordu. Nihayet zekât emri nâzil olunca, Hazret-i Mûsâ, servetinin binde birini zekât vermesi takdirinde kendisiyle sulh olacağını ona anlattı. Kârûn, bunu hesaplayınca çok gördü. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa'ya bir komplo hazırlayıp onu İsrail Oğulları arasında rezil-rüsva etmek istedi. Bunun için de Isrâiloğullarından bir fahişe kadına bin altın bir rivâyete göre ise bir leğen dolusu altın teklif etti. Nihayet bir bayram yünü Hazret-i Mûsâ, ayağa kalkıp bir hutbe okudu ve hutbesinde dedi ki: "Kim hırsızlık yaparsa, elini keseriz. Kim de bekâr olarak zina ederse, ona sopa vururuz; kim de evli olarak zina ederse, onu taşlayarak öldürürüz." O zaman Kârûn: "Sen de mi olsan?.." dedi. Hazret-i Mûsâ da: "Evet, ben de olsam!" dedi. Kârûn: "İsrâıloğullarinin iddiasına göre, sen, filanca kadınla zina etmişsin!" dedi. Bunun üzerine o kadın huzura getirildi. Hazret-i Mûsâ, doğruyu söylemesi için o kadına yemin verdi. Kadın da dedi ki: "Kendi nefsinde sana iftira etmek için Kârûn, bana rüşvet teklif etti." o zaman Hazret-i Mûsâ, Rabbine secdeye kapanıp ağlamaya başladı ve dedi ki: "Rabbim! Eğer ben Senin peygamberin isem, benim hatifim için gazap eyle!" bunun üzerine Allah "Dilediğini yere emret; yer, senin emrine uyacaktır" diye Hazret-i Mûsa'ya vahiy buyurdu. O zaman Hazret-i Mûsâ da dedi ki. "Ey İsrâüoğulları! Allah (celle celâlühü), Fir’avun'a gönderdiği gibi, berk Karun'a da göndermişti]:. İmdi, Kârûn de beraber olanlar, onun yanında yerlerini alsınlar; benimle beraber olanlar da, ondan uzak dursunlar" Bunun üzerine iki şahıs dışında bütün İsrâiloğulları, Karun'dan uzaklaştılar. Sonra Hazret-i Mûsâ: "Ey yer! Onları yakala!" dedi. Yelde, onları dizlerine kadar içine çekti. Sonra Hazret-i Mûsâ, tekrar yere: "Onları yakala!" dedi. Bu sefer yer, onları göbeklerine kadar kendine çekti. Sonra Hazret-i Mûsâ yine: "Onları yakala!" dedi. Bu sefer onları boğazlarına kadar içine çekti. Bu sırada onlar, Hazret-i Mûsa'ya: "Allah aşkına akrabalık hakkı için!.." diye yalvarıyorlardı. Hazret-i Mûsâ ise, şiddetli öfkesinden dolayı onlara hiç bakmıyordu. Sonra Hazret-i Mûsâ, tekrar yere: "Onları yakala!" dedi. O zaman yer, onların üstüne tamamen kapandı. Bu sırada İsrâiloğullarından bazıları, kendi aralarında: "Mûsâ, Karun'un konakları, hazineleri yalnız kendisine kalsın diye ona böyle beddua etti!" diye fısıldaşiyorlardı. O zaman Hazret-i Mûsâ, Allah'a duâ etti; nihayet Karun'un konakları ve bütün malları da yerin dibine battı.

B- "Artık Allah'tan başka kendisine yardım edecek hiçbir güruh yoktur; kendisi de, kendisini savunanlardan olmamıştır.

Yani artık Allah'tan (celle celâlühü) başka kendisine yardım edip azabı ondan uzaklaştıracak şefkatli bir cemaati yoktur; kendisi de hiçbir şekilde kendisini savunanlardan olmamıştır.

82

"Dün onun yerinde olmak isteyenler şöyle demeye başlamışlardı:’Vay! Demek ki, Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletiyor da, azaltıyor da. Allah bize lütfetmemış olsaydı, mutlaka bizi de yerin dibine batırırdı. Vay! Demek ki, kâfirler gerçekten iflah olmazmış!"

Yani yakın bir zamanda Karun'un yerinde olmayı temenni etmiş olanlar, pişmanlıklarını ifâde etmek konusunda şöyle demeye başlamışlardı: Allah, gerçekten rızkı genişletmeyi de, kısmayı da sırf iradesiyle gerçekleştirmektedir; yoksa genişletmeyi gerektiren bir keramet için ve kısmayı gerektiren bir tembellik için değil. (Yani bunlar, zahirî sebep ise de, neticeyi gerçekleştiren ilâhî iradedir.) Ve eğer Allah (celle celâlühü) bize lütfetmeyip temenni ettiğimizi Karun'a verdiği gibi, bize de vermiş olsaydı, onu yerin dibine batırdığı gibi, bizi de yerin dibine batırırdı. Vay demek ki, Allah'ın nimetini inkâr edenler, yahut peygamberlerini ve onların vaad ettikleri âhiret mükâfatım yalanlayanlar gerçekten iflah olmazmış!

Hulâsa,  onlar, intibaha gelip o temennide bulunmakla işledikleri hatayı anlamışlar ve pişmanlık duymuşlardı.

83

"İşte âhiret yurdu! Biz onun yeryüzünde böbürlenme ve bozgunculuk istemeyen kimselere veririz. Zaten güzel akıbet takva sahiplerinindir."

A- İşte âhiret yurdu! Biz onun yeryüzünde böbürlenme ve bozgunculuk istemeyen kimselere veririz.

Yani haberini duyduğun ve vasıflarını anladığın o muazzam âhiret yurdunu biz, Fir’avun ve Karun'un yaptıklarının aksine, yeryüzünde kullara tahakküm, tasallut, zulüm ve düşmanlık istemeyen kimselere veririz.

Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Kişi, kendi ayakkabısının bağının, başkasının bağından daha güzel olmasıyla böbürlenirse, o da bu böbürlenme kapsamına dâhil olur."

B- "Zaten güzel akıbet takva sahiplerinindir.

Yani güzel akıbet, Allah'ın (celle celâlühü) razı olmadığı sözlerden ve hareketlerden sakınanlarındır.

84

"Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlı karşılık verilir; kim de bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıklarının cezasını görürler."

Yani kim kıyamet gününde dünyada yaptığı bir iyilik getirirse, onun karşılığı olarak kendisine, zât, vasıf ve miktar olarak daha hayırlısı verilir; kim de bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıklarının yalnız misliyle ceza görürler.

85

"Ey Resûlüm! Kur’ân'ın gereklerini sana tarz kılan Allah, şüphe yok ki, seni, sana vaad ettiği şeye mutlaka kavuşturacaktır. De ki: "Kimin hidâyetle geldiğini ve kimin apaçık sapıklıkta olduğunu en iyi bilen Rabbimdir."

A- "Ey Resûlüm! Kur’ân'ın gereklerini sana farz lalan Allah, şüphe yok ki, seni, sana vaad ettiği şeye mutlaka kavuşturacaktır."

Yani Kur’ân'ın tilavetini, tebliğini ve onu uygulamayı sana farz kılan Allah (celle celâlühü), himmetlerin, yolunda tüketildiği, gözlerin bakakaldığı ve ona erdirmeyi sana vaad ettiği Makam-ı Mahmud'a seni mutlaka ulaştıracaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimize vaad edilen Mekke-i Muazzama'dır. Bu görüşe göre, Peygamberimiz Mekke'de halkından eziyet ve şiddet gördüğü zamanlarda Allah (celle celâlühü), hicret etmesini emir buyurmuş ve sonra onu açık bir üstünlükle ve kahredici bir kuvvetle muzaffer olarak Mekke'ye döndüreceğini vaad etmişti.

Bir görüşe göre, Peygamberimiz hicret ederken Cuhfe demlen yere vardığında kendisinin ve atalarının doğum yeri olan ve Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) Haremi bulunan Mekke'ye büyük özlem duymaya başladı. O zaman Cebrâîl nâzil olup yanına geldi ve kendisine: "Mekke'yi çok mu arzu ediyorsun?" dedi. O da: "Evet! . ." dedi. İşte o zaman bu âyeti kendisine vahy etti.

B- "De ki: "Kimin hidâyetle geldiğini ve kimin apaçık sapıldık ta olduğunu en iyi bilen Rabbimdir."

Yani de ki: kimin hidâyetle geldiğini, mükâfat ile yardıma lâyık olduğunu ve kimin apaçık sapıklıkta olduğunu, azap ve zillete müstahak olduğunu en iyi bilen Rabbimdir.

Bu hidâyet ve sapıldıktan kastedilen, Peygamberimizin hidâyeti ve müşriklerin şirkidir. Bu kelâm, geçen ceza vaadinin takriridir.

86

"Sen bu kitabın sana vahyohmcağını ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak sana gelmiştir. O halde sakın, kâfirlere arka çıkma!"

A- "Sen bu kitabin sana vahyoluncağıni ummuyordun. Bu ancak. Rabbinden bir rahmet olarak sana gelmiştir."

Yani sen, bu kitabın sana indirileceğini ummadığın gibi, Makam-ı Mahmud'a ulaştırılacağını yahut Mekkeye döndürüleceğini ummuyordun. Fakat bu kitap, ancak Rabbinden bir rahmet olarak sana gelmiştir.

B- "O halde sakın, kâfirlere, arka çıkma!"

Yani onları idare etmek, onlara katlanmak ve taleplerine, icabet etmek suretiyle onlara arka çıkma.

87

"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra o kâfirler sakın, seni onlardan alıkoymasın. Sen Rabbine davet et ve sakın müşriklerden olma!"

Yani Allah'ın (celle celâlühü) âyetleri sana indirildikten ve tilâveti ve uygulaması sana farz kılındıktan sonra o kâfirler, salan, seni onu okumaktan ve uygulamaktan alıkoymasın. Sen, insanları tevhide ve Rabbinin ibadetine davet et ve sakın, onlara işlerinde yardım ederek müşriklerden olma.

88

"Allah ile beraber başka bir ilaha da yalvarma. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm ancak O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz."

A- "Allah ile beraber başka bir daha da yalvarma."

Bu emir ile makabk, Peygamberimizin heyecanına heyecan katmak, aşk ateşini alevlendirmek ve müşriklere yardım etmesi umutlarım tamamen kesmek için ve bir de şu hakikati bildirmek içindir: Yasaldanan şirk, o kadar çirkin ve kötü bir şeydir ki, kendisinden bunun sâdır oknası asla mümkün olmayan kimse bile bundan men' edilmektedir, (yoksa Peygamberimizin şirke düşmesi, ihtimal dâhilinde olduğu için kendisine böyle emredilmiş değildir.)

B- "O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm ancak O'nundur ve sız ancak O'na döndürüleceksiniz."

Yani yegâne İlah Allah'tır. O'nun zâtından başka bütün varlıklar, yok olmaya mahkumdur; çünkü Allah'tan başka varlıklar, her ne olursa olsun, haddi zâtında varlıkları imkân dahilindedir (zorunlu değildir) ve helake, yok olmaya maruzdur. Yaratılmış arasında geçerli olan da yegâne O'nun hükmüdür. Ve kıyamet dirilişinde, hak ve adaletle karşılık verilmesi için siz ancak O'na döndürüleceksiniz.

Pey gamb erimiz den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Her kim, Tâ, Sîn. Mîm sûresini okursa, Mûsa'yı (aleyhisselâm) tasdik ve tekzip edenler sayısınca kendisine sevaplar yazılır ve göklerdeki ve yerdeki bütün melekler, kıyamet gününde onun doğru yolda olduğuna şahitlik ederler."

0 ﴿