ANKEBÛT SÛRESİ

Mekke'de nazil olan bu sûre 69 âyettir.

1

"Elîf. Lâm. Mîm."

Bu harflerin tefsiri de, daha önce Sûre-i Kerîmelerin başında geçen benzerlerinin tefsiri gibidir.

2

"İnsanlar, imtihan edilmeksizin sadece "îman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"

Yani insanlar meşakkatti işlerle imtihan edilmeden sırf "îman ettik" demeleriyle kurtulacaklarını mı sandılar? Hayır! Allah (celle celâlühü) onlari, hicret, cihat, nefsanî arzuları terk etmek, ibadet ile itaat vazifeleri, canlarında ve mallarında çeşitli musibetler gibi ağır mükellefiyetlerle mutlaka deneyecektir kı, ihlas ehli, münafıklardan, dinde sebat üzere olanlar, hâdiseler karşısında îmanları sarsılanlardan ayrılsın ve Allah (celle celâlühü) amellerinin mertebelerine göre onların mükâfat ve cezalarını versin. Zira mücerret îman, ihlas ile olsa da, ancak ebedî Cehennem azabından kurtulmaya vesile olur. Ayrıca mükafat veya ceza sebebi olmaz.

Rivâyet olunuyor ki, bu âyet, bazı sahabîler hakkında nâzil olmuştur. Bu sahabîler, sabır göstermeyip müşriklerin eziyetlerinden şikâyet etmişlerdi.

Diğer bir görüşe, göre ise, bu âyet, Allah (celle celâlühü) yolunda işkence gören Hazret-i Ammar hakkında nazil olmuştur.

Bir diğer görüşe göre ise, Hazret-i Ömer b. Hattâb'ın (radıyallahü anh) kölesi olan Mehca' hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Bedir Savaşında Amir b. El-Hadremî, ona bir ok atıp kendisini şehit etmiş ve babası ile karısı ondan dolayı şikâyet, feryat ile figan etmişlerdi. Bu savaşta müslimanlardan ilk şehit düşen bu zât îdi. İşte ondan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun hakkında şöyle buyurmuştu:

"Şehitlerin efendisi Mehca'dır. Bu ümmetten ilk cennet kapısına çağırılacak olan kişi odur."

3

"Yemin olsun ki, biz kendilerinden öncekileri de imtihan etmişizdir. Yemin olsun ki, hiç şüphesiz Allah, doğruları biliyor ve onları ortaya çıkaracak; yalancıları da biliyor ve onları hiç şüphesiz meydana çıkaracaktır."

A- "Yemin olsun ki, biz kendilerinden öncekileri de imtihan etmişizdir."

Yani bu imtihan, üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan eski bir yol olup bütün ümmetlerde cari olmuştur. Bundan dolayı bunun aksi beklenmemelidir. Hulâsa,  eski ümmetlere, bunlara isabet eden mihnet ve meşakkatlerden daha ağırları isabet etmiştir. Onlar ise bunlara sabır göstermişlerdir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Nice peygamberler vardır ki, onunla beraber birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zafiyet göstermediler, boyun da eğmediler."

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki ümmetlerde bazı mü’minler yakalanıp tepelerine testere konuluyor ve kafaları ikiye bölünüyordu; fakat bu işkence, onları hak dinlerinden çevirmiyordu ve başları demir tarakla taranıp etleri, damarları ve kemikleri parçalanıyordu; fakat bu işkence, onları dinlerinden çevirmiyordu."

B- "Yemin olsun ki, hiç şüphesiz Allah, doğruları biliyor ve onları ortaya çıkaracak; yalancıları da biliyor ve onları hiç şüphesiz meydana çıkaracaktır."

Yani Allah'a yemin olsun ki, o, "Biz îman ettik" diyenlerden doğru olanları biliyor ve onları imtihan ile ortaya çıkaracak ve yalancıları da biliyor ve onlari da meydana çıkaracaktır ve bu hallerine göre mükâfat ve cezaları verüecektir.

Yahut âyetin metnindeki, "Ya'lemü" fiili, "Onları işaretleyecek" demektir. Yani Allah (celle celâlühü), kıyamet gününde onları, yüzlerinin beyaz ve siyah olması gibi, işaretlerle işaretleyecektir.

4

"Kötülük yapanlar, bizden kaçabileceklerini mi sandılar yoksa? Hükmettikleri şey ne kötü!"

Yani kötülük yapanlar, bizden kurtulacaklarını ve bizim onları kötü işlerinden dolayı cezalandırmaya muktedir olmayacağımızı mı sandılar yoksa?

Onlar, her ne kadar Allah'ın (celle celâlühü) kudretinden kurtulacaklarını sanmamış ve bunu içlerinden de geçirmemişlerse de, kendileri, günahlarda ısrar ettikleri ve akıbeti düşünmedikleri için, buna umut bağlamış olanlar gibi sayılmışlardır. Nitekim "O malının kendisini gerçekten ebedî kılacağını sanmıştır." âyeti de bu kabildendir.

5

"Kim Allah'a kavuşmayı ummuyorsa, bilsin ki, Allah'ın tayin ettiği o vakit hiç şüphesiz gelecektir. Zaten o, her şeyi yegâne işitendir; bilendir."

A- "Kim Allah'a kavuşmayı ummuyorsa, bilsin ki, Allah'ın tayın ettiği o vakit hiç şüphesiz gelecektir."

Yani kim, Allah'ın (celle celâlühü) mükâfat veya cezasıyla, yahut kıyamet günü O'nun hükmüyle karşılaşmayı, yahut cennette Allah'a (celle celâlühü) kavuşmayı, yahut O'nun mükâfatına ermeyi ummuyorsa...

Diğer bir görüşe göre ise, kim, Allah'ın (celle celâlühü) azabından korkuyorsa...

Bir diğer görüşe göre ise, Allah'a (celle celâlühü) kavuşmak, akıbete erişmek demektir ki, ölüm meleğiyle, yeniden dirilişle, hesap, mükâfat ve ceza ile karşılaşmaktır. Bu, temsili bir ifâde olup o hal, uzun bir zaman efendisinden uzak kaldıktan sonra, onun bütün hal ve hareketlerini bilen bu efendisine dönen bir kölenin haline benzetilmektedir. Bu durumda efendisi, ya hareketlerinden razı olduğu için, onu sevinç ve mutlulukla karşılayacak, yahut da hareketlerinden memnun olmadığı için onu kızgınlıkla karşılayacaktir.

İste anılan beklenti içinde olanlar, kesin olarak bilsinler ki, Allah'ın (celle celâlühü) bunun için tayin buyurduğu vakit hiç şüphesiz gelecektir; hiçbir engel ve kuvvet buna mani olamayacaktır. Zira ömür, durmadan kısalmaktadır: O mükâfat ve cezanın da mutlaka gelmesi gerekmektedir. Ve bu vaktin gelmesi de, buluşmanın gerçekleşmesini gerektirmektedir.

Hulâsa,  artık dileyen, güzel mükâfata vesile olan ameller seçsin ve kendisini kötü azaba sevk edecek şeylerden sakınsın. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Artık Rabbine kavuşmayı uman, sâlih amel yapsın ve Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak koşmasın." bu âyet, büyük mükâfat ve ceza vaadini açıkça ifâde etmektedir. Yahut artık dileyen kimse, emelini ve umudunu gerçekleştirecek, yahut Allah'a (celle celâlühü) yakınlığı gerçekleştirecek amellere koşsun.

B- "Zaten o, her şeyi yegâne işitendir; bilendir."

Yani Allah (celle celâlühü), onların zahirî amellerini de, kalplerindeki itikatlarım da yegâne işiten ve bilendir.

6

"Kim de cihat ederse, ancak kendisi için cihat etmiş olur. Çünkü hiç şüphesiz Allah, bütün âlemlerden müstağnidir."

Yani kim de, Allah'a (celle celâlühü) itaat yolunda cihat ederse, ancak kendisi için cihat etmiş olur; çünkü onun faydası kendisinedir ve hiç şüphesiz Allah (celle celâlühü), bütün âlemlerden müstağnidir. Bu itibarla O'nun, âlemlerin itaatine ihtiyacı yoktur. Onlara itaat emir buyurması, ancak rahmeti mucibince onlara mükâfat vermeyi zımnen bildirmek içindir.

7

"O kimseler ki, îman ettiler, sâlih ameller de işlediler, biz onların kötülüklerini hiç şüphesiz örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile mükâfat vereceğiz."

Yani biz, onların küfürlerini îmanla ve günahlarını da onlardan sonra yapılan itâaderle mutlak ve muhakkak örteriz ve onlara, yalnız güzel amellerinin mükâfatını vermekle kalmayacağız, fakat daha güzeli ile karşılık vereceğiz.

8

"Biz, insana, ana-babasma güzellik tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşmana zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, yaptıklarınızı size haber vereceğim ben!"

A- "Biz, insana, ana-babasma güzellik tavsiye ettik."

Yani biz, insana, ana-babasma, güzel olan hareketler tavsiye ettik. Yahut son derece güzel olduğu için sanki haddi zâtında güzelliğin kendisi olmuş hareketler tavsiye ettik. Nitekim "insanlara da güzel söyleyin." âyeti de bu kabildendir.

Tavsiye, mânâ ve tasarruf olarak emir anlamındadır. Ancak tavsiye, memura veya başkasına faydası olan emir için kullanılmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu emir, söylemek anlamındadır. Yani biz, insana, ana-babasma güzel muamelede bulunmasını söyledik.

B- "Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşmana zorlarlarsa, onlara itaat etme."

Bu âyet bize bildiriyor ki, bâtıl olduğu bilinmese bile, sıhhati bilinmeyen bir şeye uymak caiz değildir. Şu halde bâtıl olduğu biknen bir şeye uymak nasıl caiz olabilir!

Ana-babanin bu gibi emirlerine itaat edilmez; çünkü Hakk'a (Allah'a) karşı günah işlemek için mahlûka (insanlara) itaat edilmez.

Âyette, ana-babanm, çocuklarını şirke zorlamalarına ıtâat edilmeyeceği belirtilmesi, zorlamadan daha hafif tekliflerine uymamak hükmünün haydi haydi sabit olduğunu zımnen bildirmektedir.

C- "Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, yaptıklarınızı size haber vereceğim ben!"

Yani sizden îman edenlerin de, şirk koşanların da; ana-babasma itaat edenlerin de, isyan edenlerin de dönüşü ancak banadır; hepinize, amellerinize göre karşılık vereceğim; hayır ise, hayır, şer ise şer vereceğim.

Bu âyet, Sad b. Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Hazret-i Sad müslüman olunca, onun annesi Hamnet, Sad, İslâm dinini bırakmadıkça güneşten gölgeye geçmeyeceğine, hiçbir şey yemeyeceğine ve içmeyeceğine yemin etti ve üç gün böyle bekledi. Keza, Lokman: 15. ve Ahkaf: 15. âyetlerinin tefsirleri de böyledir.

Diğer bir rivâyete göre ise, bu âyet, Ayyaş b. Ebi Rebia el-Mahzumi hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Ayyaş da, Hazret-i Ömer b. El-Hattâb ile beraber hicret edip nihayet ikisi Medine'ye varmışlar. Bunun üzerine Ayyaş'ın annesi Esma'dan kardeşleri olan Ebû Cehil ile Haris de onun arkasından Medine'ye gelip Ayyaş'ın evine, inmişler ve kendisine: "Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) dininde de süa-ı rahim ve ana-babaya itaat var. Sen ise anneni terk ettin. O, seni yanında görmedikçe yemeyecek, içmeyecek ve hiçbir eve girmeyecektir. Haydi, bizimle beraber gel" demişler ve onu ikna etmek için uğraşıp durmuşlar. Ayyaş, Hazret-i Ömer ile istişare edince, Hazret-i Ömer, ona: "Bunlar seni aldatmaya çalışiyor. Sen, burada kalırsan, ben mahmı seninle bölüşürüm" demiş. Ancak kardeşleri ısrar edince, Ayyaş, Hazret-i Ömer'i dinlemeyip onlara uymuş. O zaman Hazret-i Ömer, kendisine şöyle demişti: "Beni dinlemediğine göre, öyleyse benim şu yürük devemi al; ona hiçbir deve yetişemez. Eğer kardeşlerinden bir şüphe kaparsan, hemen geri dön!" Nihayet onlar, çöle çıkınca, Ebû Cehil ona: "Benim devem yoruldu; beni de kendi devenin sırtına al" demiş. O da, devenin çulunu kendine ve ona göre hazırlamak için aşağı inince, kardeşleri hemen onu yakalayıp sımsıkı bağlamışlar ve ona yüzer kamçı vurduktan sonra onu annesine götürmüşlerdi. Annesi de: "Sen Muhammed'in dininden dönünceye kadar hep işkence göreceksin" demişti.

9

"O kimseler ki, îman etmişler, sâlih ameller de yapmışlardır, onları hiç şüphesiz salîhler zümresine dâhil edeceğiz."

Yani îman ve sâlih amelleri kendi nefislerinde toplamış olanları biz mutlak ve muhakkak salâhta iyice kök salmış olan bahtiyar kullar zümresine dâhil edeceğiz.

Salâhın kemâli ise, mü’minlerin son derecesi ve Resul peygamberlerin bile son emelidir. Allah Hazret-i Süleyman'ın duasını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve rahmetinle beni sâlih kullarının zümresine dâhil eyle!" Yine Allah (celle celâlühü), Hazret-i İbrâhîm hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Ve hiç şüphesiz o, âhirette sakillerdendir."

Yahut biz, onlari mutlak ve muhakkak sâlihlerin yeri olan cennete dâhil edeceğiz, demektir.

10

"İnsanlardan kimi de vardır ki: "Allah'a îman ettik" derler; fakat Allah uğrunda bir eziyete uğratıldıkları zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi sayarlar. Yemin olsun ki, Rabbinden bir yardım gelecek olsa, hiç şüphesiz: "Biz gerçekten sizinle beraberdik" derler. Pek iyi, Allah, âlemlerin kalplerinde olanı en iyi bilen değil midir?"

Yani kimi insanlar vardır ki, îman ettikten sonra kâfirler, îman etmelerinden dolayı onlara işkence yaptıklarında gördükleri işkenceyi, şiddet ve korkunçlukta Allah'ın (celle celâlühü) azabı gibi sayarak İslâm dininden dönerler. Halbuki gördükleri işkence, Allah'ın (celle celâlühü) azabının bir esintisi yanında bir önemi yoktur. Yemin olsun ki, fetih ve ganimet gibi Rabbinden bir zafer gelecek olsa, biç şüphesiz: "Biz gerçekten sizinle beraberdik; dinde sizin taraftarınız idik; onun için bizi de ganimete ortak edin" derler.

Bunlar, bazı zayıf müslümanlar idi. Kendilerine kâfirlerden bir eza dokunduğu zaman, kâfirlere uyuyorlardı ve bunu müslümanlardan gizli tutuyorlardı, işte Allah (celle celâlühü) "Pekiyi, Allah, âlemlerin kalplerinde olanı en iyi bilen değil midir" kelâmiyla onların iddialarını reddetmiştir. Yani Allah (celle celâlühü), ofdarin kalplerindeki ihlâs ve nifakı, kendilerinden bile daha iyi bilen değil midir ki, onlar, irtidatlarını müslümanlardan gizliyorlar ve ganimet almak çın müslümanlardan olduklarını iddia ediyorlar!

Bu izah, geçen kelâma da, gelecek kelâma da en uygun olanıdır.

11

"Allah, hiç şüphesiz gönülden îman edenleri de, ortaya çıkaracak; münafıkları da meydana çıkaracaktır."

Yani Allah ihlaslı mü’minleri de, küfürleri ister kâfirlerin eziyetinden dolayı olsun, ister olmasın, bütün münafıkları da er geç ortaya çıkaracak ve hepsinin îmanlarının ve nifaklarının karşılığını verecektir.

12

"Kâfir olanlar, îman edenlere: "Siz bizim bu yolumuza uyun; sizin günahlarınızı biz yüklenelim" derler. Halbuki onlar, öbürlerinin günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Hiç şüphesiz onlar, tam yalancılardır.

A- "Kâfir olanlar, îman edenlere: "Siz bizim bu yolumuza uyun; sizin günahlarınızı biz yüldenelim" derler. Halbuki onlar, öbürlerinin günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir."

Kâfirlerin, eziyet ve tehditlerle müslümanları küfre sevk etme çabaları beyan edildikten sonra burada da, müslümanları özendirmekle küfre sevk etmek gayretleri beyan edilmektedir.

Bundan önce onlar, küfürle vasıtlandırılmadıkları halde burada küfürle vasıflandırılmışlar, çünkü burada kelâmın siyakı, o kâfirlerin cinÂyetini beyan etmek içindir. Bundan önceki kelâm ise, o kâfirlerin aldattıkları mü’minlerin cinayetlerini beyan etmek için idi.

B- "Hiç şüphesiz onlar, tam yalancılardır."

Nitekim onlar, günahlarını yüklenmeyi vaad etmek zımnında vaad ettiklerini gerçekleştirmeye muktedir olduklarını haber vermişlerdir. Zira yalan, sarf edilen sözler itibari ile hâsıl olduğu gibi, mefhumun gereği olan husus itibarıyla da hâsıl olmaktadır. Nitekim "Eğer doğru iseniz, bunların isimlerim bana söyleyin, bakayım!" âyeti de bu kabildendir.

13

"Hiç şüphesiz onlar, kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve hiç şüphesiz bu uydurdukları şeylerden kıyamet günü sorgulanacaklardır."

O kâfirlerin söyledikleri sözlerin, muhataplarına hiçbir faydası olmadığı beyan edildikten sonra burada da, o sözlerinin âhiretteki zararlı sonuçları beyan edilmektedir.

Hataların yük olarak ifâde edilmesi, hataların ağır ve ezici olduklarını bildirmek içindir.

Yani onlar hem kendi hatalarının yükünü taşıyacaklar, hem de saptırdıkları kimselerin küfrüne ve günahlarına sebep olduklarından dolayı, onların yüklerinden hiçbir şey eksilmeksizin, ilâve olarak nice yükleri de taşıyacaklardır ve dünyada uydurdukları yalanlar île bâtıllardan ve ezcümle bu yalanlarından sorgulanacaklardır.

14

"Yemin olsun ki, biz, Nuh'u kendi kavmine göndermişizdir. O, aralarında elli yıl eksik bin sene kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi."

A- "Yemin olsun ki, biz, Nuh'u kendi kavmine göndermişizdir. O, aralarında elli yıl eksik bin sene kaldı."

Bundan önce, mü’minlerin, kâfirlerin eziyetiyle imtihan edilmeleri beyan edildikten sonra burada da, peygamberlerin, ümmetlerinin eziyetine müptela oldukları beyan edilmektedir. Bu, imtihan edilmeden sırf îman ile bırakılıverileceklerini sananların fikrini reddetmek ve onları sabra teşvik etmek içindir. Zira peygamberler, kendi ümmetlerinden çeşitti fenalıklar görüp bunlara sabrettiklerine göre, bu mü’minlerin sabretmeleri daha uygun ve gereklidir. Derler ki; Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) ömrü, bin elli sene idi. O, kırk yaşlarında kavmine peygamber olarak gönderildi ve onları dokuz yüz elli sene müddede hakka davet etti ve tufandan sonra da altmış sene yaşadı.

Vehb b. Münebbîh'ten rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Nûh, bin dört yüz sene yaşamıştır.

Âyette, Hazret-i Nuh'un, davet süresinin (dokuz yüz altmış değil de) doku:: yüz elk olarak zikredilmesi, belki de sayıyı tam (küsuratsız) olarak bildirmek içindir. Zira dokuz yüz elk sene, bazen ona yakın (yaklaşık) sayı için de kullanılabilir. Bir de, bin sayışım zikretmek, uzun müddeti hayal ettirir. Çünkü bu kıssadan maksat, Resülullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli etmek ve kâfirlerden gördüğü eziyetlere katlanmakta sebat etmesini sağlamak ve imtihan edilmeden bırakılacaklarını sananların fikirlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermektir.

B- "Sonunda onlar zulümlerim sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi."

Tufan, bir şeyi şiddetli ve bolca kaplayan sel, rüzgâr ve karanlık için kullanılmaktadır.

Yani onlar, bu uzun zaman içerisinde Hazret-i Nuh'tan dinledikleri âyetlerden etkilenmediler ve içinde bulundukları küfürden ve günahlardan vazgeçmediler. Nihayet bu süre tamamlandıktan sonra tufan, kendilerini yakalayıverdi.

15

"Fakat biz onu ve gemi yaranını kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık."

Hazret-i Nûh ile beraber gemiye binenler, onun çocukları ve kendisine uyanlar idi. Bunların sayısı, seksen idi.

Diğer bir görüşe göre ise, bunlar yetmiş sekiz kişi idi. Kimilerine göre ise, sayıları on idi. Kimilerine göre de sekiz idi. Gemidekilerin yarısı erkek, yarısı da kadın idi.

16

"İbrâhîm'i de gönderdik. Hani kavmine: "Allah'a ibadet edin ve O'na ortak koşmaktan sakının. Eğer biliyorsanız, işte bu sizin için daha hayırlıdır."

Yani aklı tekâmül edip ibredi nazara ve istidlale muktedir olunca ve kemal mertebesinden tekmil (kemale erdirmek) mertebesine yükseknce, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) de kavmine peygamber olarak gönderdik. Böylece o, halkı hakkın yoluna irşada girişti ve kavmine: "Yalnız Allah'a ibadet edin ve O'na ortak koşmaktan sakının. Eğer siz hayır ile şerri biliyorsanız ve onları birbirinden ayırt ediyorsanız, bu ibadet ile şirkten sakınma, sizin içinde bulunduğunuz halden daha hayırlıdır. Yahut eğer siz, her hangi bir veçhile bir şey biliyorsaniz bu, zikredilen yalnız Allah'a ibadet ile şirkten sakınmanın daha hayırlı olduğunu bilmeniz için yeterlidir.

Onların içinde bulundukları şirk ve günahlarda hiç hayır olmadığı halde "Daha hayırlıdır" ifâdesinin kullanılması, onların bâtıl iddiaları itibarıyladır.

17

"Siz ancak Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz ve bir yalan uyduruyorsunuz. Şüphesiz Allah'tan başka taptığınız şeyler, size hiçbir rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın; O'na ibadet edin ve O'na şükredin, siz ancak O'na döndürüleceksiniz."

A- "Sız ancak Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz ve bir yalan uyduruyorsunuz."

Bundan önce, onların dinlerinin, hak dine göre şer olduğu beyan edildikten sonra burada da, onların dinlerinin haddi zâtında bâtıl ve serden ibaret olduğu beyan edilmektedir. Yani siz ancak, Allah'tan başka öyle putlara tapıyorsunuz ki, haddi zâtında onlar, sizin için yapılmış timsalleridir (heykel ve suretlerdir); onların başka hiçbir özelliği yoktur. Ve siz bir yalan uyduruyorsunuz. Nitekim siz, onları ilah diye vasıflandırıyorsunuz ve onların Allah katında şefaatçileriniz olduklarını iddia ediyorsunuz.

Yahut siz, bu putları, yalan ve iftira için yapıp yontuyorsunuz.

B- "Şüphesiz Allah'tan başka taptığınız şeyler, size hiçbir rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın; O'na ibadet edin ve O'na şükredin, siz ancak O'na döndürüleceksiniz."

Bu kelâmda da, onların taptıklarının serden ibaret olduğu ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacağı beyan edilmektedir. Yani sizin taptığınız ilâhlar, size en ufak bir rızk temin etmeye muktedir değillerdir. O halde siz, rızkınızın tamamını Allah (celle celâlühü) katında arayın; çünkü yegâne Rezzâk ve sağlam kuvvet sahibi O'dur. Ve siz yalnız O'na ibadet ederek, nimetlerine de şükrederek ibadetinizi maduplariniza vesile yapın ve şükrünüzle de mevcut nimetlerinizi sağlama alın ve onu fazlasının celbine de vesile yapın. Siz, ölüm ile, sonra da tekrar dirilmekle, başkasına değil, ancak O'na döndürüleceksiniz. O halde siz, emrettiklerimi yapın.

18

"Eğer siz yalanlarsanız, ne çıkar? Çünkü sizden önceki birçok ümmetler de, kendilerine tebliğ edileni yalan saymışlardı... Zaten peygambere düşen, yalnız açık tebliğdir."

A- "Eğer siz yalanlarsanız, ne çıkar? Çünkü sizden önceki birçok ümmetler de, kendilerine tebliğ edileni yalan saymışlardı..."

Yani eğer siz, sonra tekrar dirilip Allah'a (celle celâlühü) döndürüleceğiniz hususunda size anlattıklarımda beni yalanlarsanız, bu yalanlamalarınızla bana zarar veremezsiniz; çünkü sizden önceki birçok ümmetler de, benden önceki peygamberleri, yani Hazret-i Şit'i, Hazret-i İdris'i ve Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm) yalanladılar, fakat onların yalanlaması, o peygamberlere zarar vermedi, ancak kendilerine zarar verdi. Nitekim onlara gelen azaba sebep oldu, O halde sizin tekzibiniz de öyle olacak.

B- "Zaten peygambere düşen, yalnız açık tebliğdir."

Yani peygambere düşen vazife, şüpheye mahal bırakmayacak açık tebliğden ibarettir. Onun kavminin, kendisini tasdik etmesi, onun vazifesi değildir. Ve ben, bu tebliğ vazifesini ziyadesiyle yerine getirdim. Binâenaleyh bundan sonra sizin yalanlamanız, bana asla zarar vermez.

19

"Görmediler mi ki, Allah, yaratmayı baştan nasıl gerçekleştiriyor? Şüphe yok ki, bu, Allah'a pek kolaydır."

A- "Görmediler mi ki, Allah, yaratmayı baştan nasıl gerçekleştiriyor?"

Doğrudan doğruya (başkasının kelâmını hikâye ederek değil) Allah (celle celâlühü) tarafından sevk edilmiş olan bu kelâm, ölümden sonraki dirilmenin delilı ve yolu gayet açık iken onların bunu yalanlamalarını inkâr ve ret anlamındadır. Yani onlar, Allah'ın (celle celâlühü), yaratılmışları baştan maddeden ve madde olmaksızın nasıl yarattığına bakıp da, bu gerçek hakkında, görmek kadar açık ve net olan bir bilgiye sahip olmadılar mı! Sonra onu iade (tekrar) edecektir.

Yani Allah ilk yaratma gibi yaratmayı tekrar edecektir. Kimilerine göre, bu cümle de, mezkûr istifhamın (görmeder mi? ) kapsamındadır ve bu iade, inşa etmek anlamındadır. Yani yine onlar, görmediler mi, Allah (celle celâlühü), her sene, bir önceki sene gibi, bitkileri, meyveleri ve diğerlerini nasıl inşa edip vücuda getiriyor? Zira bunlar da, tekrar dirilmenin gerçek olduğuna ve şüphesiz vaki olacağına dâir deliller meyanındadir.

B- "Şüphe yok ki, bu, Allah'a pek kolaydır."

Yani bu zikredilen iade ve tekrar, şüphesiz Allah'a kolaydır; bunları gerçekleştirmek için O'nun hiçbir şeye ihtiyacı, yoktur.

20

"Ey İbrâhîm! De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah, yaratmayı baştan nasıl yapmıştır, bakın! Allah, bundan sonra âhiret neş'etini (oluşumunu) da yaratacaktır. Şüphe yok ki, Allah, her şeye Kadirdir."

A- "Ey İbrâhîm! De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah, yaratmayı baştan nasıl yapmıştır, bakın!"

Yani ey peygamberim İbrâhîm! Kavmine de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah'ın (celle celâlühü), bu canlı ve cansız yaratıkları başta nasıl böyle değişik tavırlarda, farklı tabiatlarda ve çeşitli, ahlâkta yaratmıştır, bakın; dünyanın çeşitti bölgelerinde bulunan yaratılmışların sınıflarının durumlarını araştırın.

B- "Allah, bundan sonra âhiret neş'etini (oluşumunu) da yaratacaktır."

Yani Allah, sizin bu gördüğünüz hayattan sonra âhiret hayatını da yaratacaktır.

Âyette, tartışma konusu olan hayata iadenin, neş'etini (oluşum) olarak ifâde edilmesi, ilk yaratmanın da neş'et olduğunu bildirmektedir ve böylece her ikisinin de, hem hakikat, hem de isim olarak, Allah'ın (celle celâlühü) şanlarından bir tek şan olduğuna, dikkat çekmek içindir. Zira her ikisi de, yoktan var etmek ve yokluktan vücuda çıkarmaktır, ikisinin arasındaki fark, yalnız öncelik ve sonralık farkıdır.

C- "Şüphe yok ki, Allah, her şeye Kadirdir."

Bu kelâm, tahkiki yoldan makabknin illet ve izahıdır. Zira bir kimse, Allah'ın (celle celâlühü) her şeye ve ezcümle kıyamette hayatı tekrar iade etmeye muktedir olduğunu bilirse, buna muktedir olduğunda ve bunu haber verdikten sonra onun vukuunda tereddüt etmesi tasavvur olunamaz.

21

"Allah, dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder ve ancak O'na döndürüleceksiniz."

A- "Allah, dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder ve ancak O'na döndürüleceksiniz."

Yani ikinci hayatta (âhirette) Allah (celle celâlühü), kime dilerse, -ki, bunlar, âhireti kesin olarak inkâr edenlerdir- ona azap eder ve kimi düerse de -ki, bunlar da âhireti tasdik edenlerdir- ona merhamet eder.

Bu cümle, makabknin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Âyette, azap etmek, önce zikredilmiş, çünkü bu makarna, korkutmak, teşvikten daha münasiptir.

B- "Ve ancak O'na döndürüleceksiniz."

Yani ikinci dirilişte ancak Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O zaman Allah azaptan ve rahmetten hangisini dilerse, size onunla muamele buyuracaktır.

22

"Siz bu yerde de, şu gökte de Allah'ı âciz bırakamazsınız. Zaten sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur."

Yani siz bu yerde gizlenmekle, yahut derinliklerine inmekle de ve dünyadan çok daha geniş olan şu göklere yükselebildiğiniz takdirde orada savunma tedbirlerini almakla da Allah'ı (celle celâlühü), sizin hakkınızda hükmünü ve takdirini icra etmekten âciz bırakamazsınız. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey bütün cin ve insan toplulukları! Şu göklerin ve bu yerin bölgelerinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydin, çıkınız. Ancak büyük bir güçle çıkabilirsiniz."

Yahut bu yerde de, şu göklere doğru yükselen kalelerde de Allah'ı (celle celâlühü) aciz bırakamazsınız.

Yahut siz bu yerde ve şu göktekilerde de Allah'ı âciz bırakamazsınız:

B- "Zaten sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur."

Yani yerden çıkacak veya gökten inecek bir belanın size isabet etmesinden sizi koruyacak ve onu engelleyecek Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.

23

"O kimseler ki, Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr ettiler, işte onlar benim rahmetimden umutlarını kesmişlerdir ve işte acıklı azap onlar içindir."

Bu âyetler, kıyametteki dirilmeye delâlet eden ilk yaratma ile âhiret hayatını bildiren âyetleri de öncelikle kapsayan geniş bir mânâ ifâde etmektedir. Bu âyetleri, Allah'ın vahdaniyet delillerine tahsis etmek ise, bu makama münasip düşmez.

Yani o kimseler ki, Allah'ın (celle celâlühü) Zâtına, sıfatlarına ve fiillerine delâlet eden tekvini (kâinattaki) âyetleri ile vahiy âyetlerini ve bu âyetlerin ifâde ettikleri Allah'a kavuşmayı inkâr ettiler, işte Allah'ın âyetleri ile O'na kavuşmayı inkâr etmek vasıflarını taşıyan bu bedbahtlar, kıyamet gününde benim rahmetimden umutlarını keseceklerdir. Yahut tekrar dirilmeyi ve hesabı inkâr ettikleri için dünyada ondan umutlarını kesmişlerdir. Ve bu çirkin vasıflarından dolayı, kâfirlere özellikle onlara mahsus olarak, şiddet ve acısının tarifi imkânsız bir azap vardır.

24

"Kavminin İbrâhîm'e cevabı ise: "O'nu öldürün yahut yakın!" demelerinden başka olmamıştır. Allah da, onu o ateşten kurtarmıştır. Şüphesiz bunda, îman eden bir kavim için ibretler vardır."

A- "Kavminin İbrâhîm'e cevabı ise: "O'nu öldürün yahut yakın!" demelerinden başka olmamıştır."

Âyetti Kerîmenin nazmının zahirinden akla ilk geldiği gibi, bundan murat, Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) hüccetlerine cevap sadedinde onlardan bu çirkin sözden başka hiçbir şey sâdır olmamıştır, demek değildir. Fakat bütün gelişmelerden sonra en son kararlaştırdıkları cevap, bundan ibaret olmuştur, demektir. Yoksa onlardan sayısız hurafeler ve bâtıl sözler sâdır olmuştur.

B- "Allah da, onu o ateşten kurtarmıştır."

Yani onlar, Hazret-i İbrâhîm'i ateşe attılar. Başka sûrelerde anlatıldığı gibi, Allah (celle celâlühü) da, Hazret-i İbrâhîm'i ateşten kurtardı, ateşi ona serinlik ve esenlik yaptı. Nitekim enbiyâ sûresinde, Hazret-i İbrâhîm'in ateşe atılması ve Allah'ın (celle celâlühü) ateşe seslenmesiyle onu ateşten kurtarması keyfiyeti tafsilatıyla anlatıldı. Deniliyor ki, o gün hiçbir yerde ateşten faydalanılmadı.

C- " Şüphesiz bunda, îman eden bir kavim için ibretler vardır."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) Hazret-i İbrâhîm'i ateşten kurtarmasında, îman eden bir kavim için apaçık acayip ibretler vardır. Bu ibretler, Allah'ın onu ateşin hararetinden kurtarması, onca ateşi az bir zaman içinde söndürmesi ve ateşin yerinde bir bahçe meydana getirmesi gibi hârikalardır. İman etmeyenler ise, bu açık ibretlerden gafil ve onların sonuçlarının ganimetlerinden mahrumdurlar.

25

"İbrâhîm de onlara demişti ki: "Siz sadece dünya hayatına mahsus aranızdaki sevgi uğruna Allah'tan başka birtakım putlar edinmişsiniz. Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan geleceksiniz ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer de cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur."

A- "İbrâhîm de onlara demişti ki: "Siz sadece dünya hayatına mahsus aranızdaki sevgi uğruna Allah'tan başka birtakım putlar edinmişsiniz."

Yani Hazret-i İbrâhîm onlara hitaben dedi ki: "Sîzin Allah'tan (celle celâlühü) başka aranızda bir takım putları ilah edinmeniz, sadece aranızda muhabbet meydana getirmeye ve onlara tapmak üzere toplanıp kaynaşmaya onları vesile ve sebep kılmak, yahut onları sevmek içindir. Bu da dünya hayatınıza mahsustur. Siz dünyada bunun gereklerini de icra ettiniz. Nitekim o putlara yardım ederek sevgilerini kazanmak için bana karşı yaptıklarınızı da yaptınız. Nitekim "Eğer bir şey yapacaksanız, İbrâhîm'i yakın ve ilâhlarınıza yardım edin." âyeti de bunu bildirmektedir

B- "Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan geleceksiniz ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer de cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur."

Yani sonra kıyamet günü bu işler tersine döner ve aranızdaki sevgi nefrete ve şefkat, de lânetleşmeye dönüşür ve putlara tapanlar, onları tanımazlıktan gelir. Ve siz ve putlarınız birbirinize lanet okuyacaksınız. -Zira o gün Allah (celle celâlühü), putları da konuşturacaktır. - Ve ebedî olarak içinde kalmak üzere varacağınız yer de cehennemdir ve benim Rabbim, beni attığınız ateşten kurtardığı gibi, sizi ateşten kurtaracak hiç yardımcınız da yoktur.

26

"Bunun üzerine Lût ona îman etmişti. Ve İbrâhîm: "Kadar ben, Rabbime hicret edeceğim. Şüphesiz o, yegâne azîz'dır; Hâkim'dir" demişti."

A- "Bunun üzerine Lût ona îman etmişti."

Yani Hazret-i Lût yalnız peygamberliğinde ve davet ettiği tevhidde değil, fakat bütün sözlerinde onu tasdik etmişti. Zira Hazret-i Lût, başından beri küfürden münezzeh idi.

Hazret-i Lûtün, ateşin, Hazret-i İbrâhîm'i yakmadığını görünce, îman ettiği görüşü, de, bizim zikrettiğimiz mânâya hamledilmelidir. Yahut Hazret-i Lût'un îmanından, îmanım yüksek mertebesi kastedilmekdir ki, ancak kâmil insanların yükselebildiği îman derecesidir.

Hazret-i Lût Hazret-i İbrâhîm’in kardeşinin oğludur.

B- "Ve İbrâhîm: "Kadar ben, Rabbime hicret: edeceğim. Şüphesiz o, yegâne aziz'dır; Hâkim'dır" demişti."

Yani Hazret-i İbrâhîm demişti ki: "Ben mutlaka kavmimin içinden Rabbımin bana emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yok ki, Rabbim, işlerinde, yegâne galip olandır. Dolayısıyla o, beni, düşmanlarımdan koruyacaktır. Ve O'nun yaptığı her işte mutlak hikmet ve maslahat vardır. Binâenaleyh o, ancak içinde benim kurtuluşum bulunan şeyi bana emreder.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), Küfe bölgesinde bulunan Küba'dan, Hazret-i Lûtün amcasının kızı Sâre ile beraber önce. Harran'a, sonra Şam bölgesine hicret etti ve Filistin'e yerleşti. Hazret-i Lût da, Sedûm'e (Sedûm veya Sodome, Filistin'de Lût gölü kıyısında bir kenttir) yerleşti.

27

"İbrâhîm'e İshak ile Yakub'u da bağışlamıştık; peygamberliği ve kitapları da onun soyundan gelenlere verdik; ona dünyadaki mükâfatını da verdik. Hiç şüphesiz âhirette de o, en büyük sâlihlerdendır."

Yani biz, İbrâhîm'e (aleyhisselâm), çocuk doğurmasından umudunu kestiği o kısır, kocakarı eşinden dilediği, bir oğul ve fazla olarak ikinci bir oğul da vermiştik; onun soyundan çok peygamber gönderdik; dört büyük semavî kitap dâhil olmak üzere onlara ilâhî kitaplar verdik ve onun hicretinin karşılığı olarak dünyada, evlat ve pâk zürriyet, soyunda peygamberliğin sürekli devam etmesi, hak dinlerin mensuplarının atası saydınak ve kıyamete dek ona övgü ve salât getirilmesi gibi mükâfatlar da verdik.

28

"Lût'u da gönderdik. Hani kavmine demişti ki: "Hiç şüphesiz siz, daha önce dünyada hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz."

Âyetin baş tarafının tefsiri, daha önce Hazret-i İbrâhîm kıssasında benzeri için yapılan tefsirin aynısıdır. Âyetin "Dünyada hiçbir milletin yapmadığı... " kısmı, bu fiilin son derece çirkin olduğunun izahıdır. Zira bütün dünya insanlarının bu fiilden uzak durması, bunun ancak, insan tabiatının tiksindiği ve nefislerin nefret ettiği bir fiil olduğunu göstermektedir.

29

"Gerçekten siz, erkeklere mi yanaşacaksınız ve o meşru yolları kesecek ve toplantı yerlerinizde edepsizlik mi yapacaksınız?"

Kavminin cevabı ise: "Sen doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir bize!" demelerinden başka olmamıştır."

A- "Gerçekten siz, erkeklere mi yanaşacaksınız ve o meşru yolları kesecek ve toplantı yerlerinizde edepsizlik mi yapacaksınız?"

Yani siz, gehp geçenlerin yokarım fuhuşla kesecek misiniz? Nitekim rivâyet oluyor ki, onlar bu çirkin fiili çoğu kez yabancılarla yapıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani siz, çocuk yapmak yolundan yüz çevirip çocuk yapmayan ilişkiye yönelmekle kadınların meşru yolunu mu keseceksiniz?

Bir diğer görüşe göre ise, yani siz öldürmek ve soymakla yolları im keseceksiniz?

Ve siz arkadaşlarınızla toplandığınız meclislerde cinsel ilişki, yellenme, etekleri açma ve benzeri gayri ahlâkî çirkin fiillerde bulunmaya devam mı edeceksiniz?

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, âyetteki münker: "İnsanlar arasında küçük taş, güke atmak, parmak çıtlatmak, sakız çiğnemek, dış karıştırmak, etek çözmek, mizahta sövgü ve edepsizce sözler kullanmaktir."

Başka bir görüşe göre ise, yanlarından geçenleri alaya almaktır. Bir başka görüşe göre ise, o çirkin fiili toplantı yerlerinde aleni yapmaktır.

B- "Kavminin cevabi ise: "Sen doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir bize!" demelerinden başka olmamıştır."

Yani Hazret-i Lût, bir defasında onlara böyle öğüt verirken, onlardan sâdır olan cevap, bu çirkin sözlerden ibaret kalmıştır. Hazret-i Lût, bu öğüdünde, onlara azap da vaad etmişti. (Onun için Allah'ın azabını getir bize, demişlerdi.) "Onun kavminin cevabı da: "Onları kasabanızdan çıkarın!" demelerinden ibaret oldu." âyeti ile "Onun kavminin cevabi ise: "Lût ailesini kasabanızdan çıkarın!" demelerinden ibaret oldu." âyetinde belirtilen ise, bundan sonra ve Hazret-i Lût ile aralarında bir çok kere cereyan eden konuşmaların sonuncusunda kendilerinden sâdır olan cevaptır. Bunun tahkiki A'raf sûresinde geçti.

30

"Lût dedi ki: "Rabbim! Şu bozguncu güruhuna karşı bana yardım eyle!"

Yani o çirkin fuhşu icat etmek, kendilerinden sonra gelen sapıklara da bu yolu açmak, bu fiile ısrarlı olmak ve istihza yoluyla azâbı acilen istemek suretiyle bozgunculuk yapan bu güruha vaad edilen azabı indirerek onlara karsı bana yardım eyle!

31

"Elçi meleklerimiz, İbrâhîm'e iki oğul vereceğimizin müjdesini getirdiklerinde dediler ki: "Biz bu memleket halkını mutlaka helâk edeceğiz. Çünkü şüphesiz buranın halkı zâlimlerden olmuşlardır."

Yani elçi meleklerimiz, Hazret-i İbrâhîm'e, istediği gibi bir oğul ve bir fazlasını da ihsan etmek müjdesini getirdiklerinde, (tafsilatı Hûd: 69 de ondan sonraki âyetlerde ve Hicr: 67. âyetinde zikredildiği gibi) konuşma sırasında dediler ki: "Biz bu Sedüm kasabasının halkını kesinlikle helâk edeceğiz. Çünkü onlar zulümlerinde ısrar ettiler; çeşitli bozgunculuk ve isyanlarda çok ilen gittiler."

32

"İbrâhîm dedi ki: "Şüphesiz Lût da oradadır." Melekler dediler ki: "Orada kimlerin bulunduğunu biz pek iyi biliyoruz. Hiç şüphesiz onu ve ailesini kurtaracağız, yalnız karısı müstesna, o, geride kalacaklar arasındadır."

Yani Hazret-i İbrâhîm, yanına gelen elçi meleklere: "Lût da, onlar arasında iken, siz nasıl o memleket halkını helâk edeceksiniz?" dedi. Melekler de, bu sözlerinden demek istedder ki, biz, Hazret-i Lûtün ve Hazret-i İbrâhîm'in söylemediği Hazret-i Lût'a uymuş olan mü’minlerin yerlerinden habersiz değiliz ve onlarla yakından ilgileniyoruz.

Hazret-i Lûtün karısının geride kalacaklar arasında olmasından murat, azapta kalanlar arasında yahut o kasabada kalacaklar arasında olması demektir.

33

"Elçi meleklerimiz, Lût'a geldiklerinde de Lût, onlar hakkında tasalandı ve onlar için ne yapacağını bilemedi. Elçilerimiz dediler ki: "Korkma, üzülme de, çünkü biz, şüphesiz seni ve aileni kurtaracağız; valnız karın müstesna; o, geride kalacaklar arasındadır."

A- "Elçi meleklerimiz, Lût'a geldiklerinde de Lût, onlar hakkında tasalandı ve onlar için ne yapacağını bilemedi."

Yani elçi meleklerimiz, Hazret-i İbrâhîm'in yanından ayrıldıktan sonra Lûtün (aleyhisselâm) yanına geldiklerinde, kavmi onlara kötülük yaparlar diye endişe duymaya başladı ve muhtemel kötülüğü önlemek için önlem de alamadı.

B- "Eçilerimiz dediler ki: "Korkma, üzülme de, çünkü biz, şüphesiz seni ve âdem kurtaracağız; yalnız karın müstesna; o, geride kalacaklar arasındadır."

Yani elçi melekler, Hazret-i Lût'un, kendileri için endişelendiğini anlayınca ve kavminin saldırısı karşısında kendilerini savunmaktan âciz kalıp nihâvet "Keşke onlara karşı koyacak bir gücüm olsaydı, yahut sağlam bir yere siğınabilseydim!" dediğini görünce, ona dediler kı: "Bizim için kavminden korkma ve hiçbir şeye, yahut onlari helâk etmemize üzülme de. Çünkü biz, şüphesiz seni ve âdeni, onlara isabet edecek azaptan kurtaracağız. Yalnız karın müstesna; o geride kalacaklar arasındadır.

34

"Şüphesiz yoldan çıkmaları yüzünden biz, bu memleket halkının üzerine gökten korkunç bir azap yağdıracağız."

Bu kelâm, Hazret-i Lût ve ailesini kurtarmak ile işaret edilen azabın, devam eden fıskları sebebiyle onlara ineceğini beyan etmektedir.

35

"Yemin olsun ki, biz, aklını kullanan bir topluluk için o kentten apaçık bir âyet bırakmışızdır."

Basiret ve ibret için aldım kullananların ders aldığı bu âyet, onların acayip kıssaları ve harap olmuş diyarlarının kalıntılarıdır. Yahut yağdırdan taşlardır, Zira o yağdırılmış olan taşlar, onlardan sonra da duruyordu. Yahut toprağın yüzünde kalan kara su idi.

36

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı göndermiştik. O da demişti ki: "Ey kavmim yalnız Allah'a ibadet edin ve âhiret gününe umut bağlayın ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."

Yani Hazret-i Şuayb Sâ, kavmine, demişti ki: Ey kavmim! Yalnız Allah'a (celle celâlühü) ibadet edin ve âhiret günü ile o gün vuku bulacak çeşitli korkunç halleri bekleyin ve bu gün (dünya hayatında) öyle ameller yapın ki, âhiret gününün gailesinden emin olasınız.

Diğer bir görüşe göre ise, yani âhiret gününün mükâfatım umut edin.

Bir diğer görüşe göre ise, burada umut (recâ) korku anlamındadır.

37

"Fakat onlar onu yalanladılar. Sonra o korkunç sarsıntı kendilerini yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöke kaldılar."

Bu sarsıntı, şiddetti bir deprem idi. Hûd sûresinin, "O zâlimleri, o korkunç ses yakalayıverdi." âyetindeki korkunç ses ise, Hazret-i Cebrâil'in sesidir. Zira o korkunç ses, havayı dalgalandırarak ve mücavir alanları sarsarak deprem meydana getirmişti. İşte bu deprem sonucunda onlar kentlerinde yahut meskenlerinde diz üstü çökerek can vermişlerdi.

38

"Âd'ı da, Semûd'u da helâk ettik. Zaten onların fecî halleri, oturdukları yerlerden sizce anlaşılmaktadır. Yaptıklarını şeytan onlara süslemişti de, onları doğru yoldan alıkoymuştu. Halbuki onlar görebilecek durumdaydılar."

A- "Adi da, Semûd'u da helâk ettik. Zaten onların fecî halleri, oturdukları yerlerden sizce anlaşılmaktadır."

Yani siz Mekkeliler, Ad ve Semûd kavimlerini helâk ettiğinizi, Şam güzergâhınızda bulunan harabe meskenlerinden apaçık anlarsınız.

B- "Yaptıklarını şeytan onlara süslemişti de, onları doğru yoldan alıkoymuştu. Halbuki onlar görebilecek durumdaydılar."

Yani şeytan, onların çeşitti küfür ve günahlarını kendilerine süslemişti de, onları hakka ulaştıran doğru yoldan alıkoymuştu. Halbuki onlar, tefekkür ve istidlal (delil bulmak) imkânına sahip bulunuyorlardı; fakat bunu yapmadılar. Yahut onlar, peygamberlerin verdikleri doğru haberler ile, azaba, uğrayacaklarım biliyorlardı, fakat gaflete daldılar ve nihayet başlarına gelenler geldi.

39

"Karun'u da, Fir’avun'u da Ilâmân'ı da helâk etmiştik. Yemin olsun ki, Mûsâ onlara o mucizeleri getirmişti; fakat onlar o bölgede büyüklük taslamışlardı. Zaten onlar azabımızdan kurtulacak değillerdi."

A- "Kârûnü da, Fir’avun’u da Hâmâni da helâk etmiştik."

Denilmiştir ki, Karun'un, Fir’avun "dan önce zikredilmesi, nesebinin şerefinden dolayıdır.

B - "Yemin olsun ki, Mûsâ onlara o mucizeleri getirmişti; fakat onlar o bölgede büyüklük taslamışlardı. Zaten onlar azabımızdan kurtulacak değillerdi."

40

"İşte onların her birini günahı yüzünden cezalandırmışızdır. Nitekim onlardan kiminin üzerine taşlar yağdıran fırtına gönderdik; kınımı de korkunç bir ses yakalayıverdi; kimini de yerm dibine geçirdik; kimini de suda boğduk. Zaten Allah, onlara zulmedecek değildi; fakat kendilerine kendileri zulmediyorlardı."

A- "İşte onlarin her birini günahı yüzünden cezalandırmışadır. Nitekim onlardan kiminin üzerine taşlar yağdıran fırtına gönderdik; kimini de korkunç bir ses yakalayıverdi; Kimini de yerin dibine geçirdik; kimini de suda boğduk."

Bu kelâm, "Zaten onlar azabımızdan kurtulacak değillerdi" cümlesiyle müphem olarak ifâde edilen İlâhî azabın sarih anlatımıdır.

Taşlar yağdıran fırtına ile helâk edilen, kavım, Lût’ün kavmidir.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü), onlara bir melek göndermiş ve bu melek, onlara taş yağdırmıştı.

Korkunç bir sesle helâk edilenler de, Medyen ve Semûd kavimleridir. Yerin, dibine geçirilen de Karun'dur.

Suda boğulmakla helâk edilenler de, Hazret-i Nûh kavmi ile Fir’avun ve kavmidir.

B- "Zaten Allah, onlara zulmedecek değildi; fakat kendilerine kendileri, zulmediyorlardı."

Yani Allah (celle celâlühü) onlara yaptıklarında kendilerine zulmetmedi; zira O'nun zulmetmesi imkânsızdır. Fakat onlar, bu azapları gerektiren çeşitli küfür ve günahlara devam etmekle kendi kendilerine zulmediyorlardı.

41

"Allah'tan başka dostlar edinenlerin hali, örümcek hali gibidir. Örümcek bir yuva edinir; Halbuki yuvaların en çürüğü şüphe yok ki., örümcek yuvasıdır. Bilselerdi, bunu anlarlardı."

Hattâ bu zavallıların edindikleri mutemet ve dayanak, örümceğin dayanağı olan evinden de daha çürüktür. Çünkü örümceğin dayanağının hakikati ve faydası kısmen mevcuttur.

Yahut o müşfiklerin, tevhid ehline kıyasla durumları, örümcek yuvasının, taşlar ve kireçten yapılan sağlam binaya kıyasla durumu gibidir.

Yani eğer onlar bir şeyler bilselerdi, kendi hallerinin böyle olduğuna, dinlerinin, örümcek yuvasından bile çürük olduğuna kesin olarak hükmederlerdi.

42

"Allah, kendisinden başka yalvardıkları bütün şeyleri biliyor. Zaten o, yegâne azîz'dir; hakîm'dir."

Yani önemli bir şey sayılmayan bir varlığı, azîz ve hakim olan Allah'a ortak koşmak, son derece ahmaklıktır ve cansız varlıklar, her şeye Kadir ve Kalık:, ilmi sınırsız olan ve her şeyi son derece mükemmel yaratan Allah'a göre tamamen yok hükmündedir ve bu yüce sıfatlara sahip olan Allah onlari cezalandırmaya elbetteki Kâdir'dir.

43

"İşte biz, bu temsilleri insanlar için getirmekteyiz; fakat onları ancak bilginler anlayabilirler."

Yani biz, bu temsil ve benzerlerini, insanların anlayışından uzak olan hakikatleri anlayışlarına yaklaştırmak için getirmekteyiz; fakat onların gerçek güzelliklerıni ve faydalı sonuçlarını ancak derin bilgiye sahip olup eşyayı gereği gibi tefekkür edenler anlayabilirler.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Âlim, her şeyi Allah'tan bilen, O'nun emir ve yasaklarına uyan ve O'nun öfkesinden kaçman kimsedir."

44

"Allah, bütün gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır. Hiç şüphe yok ki, bunda, îman edenler için bir ibret vardır."

A- "Allah, bütün gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır."

Yani Allah bütün gökleri ve yeri, hikmetleri ve maslahatları gözeterek yaratmıştır. Yahut Allah gökleri ve yeri, zorunlu bir hak olarak ve dinî ve dünyevî faydaları gerektirecek şekilde yaratmıştır.

B- "Hiç şüphe yok ki, bunda, îman edenler için bir ibret vardır."

Yani zikredilen Allah'ın (celle celâlühü) yüce şanları, mü’minler için hakikate delâlet etmektedir.

Göklerin ve yerin hidâyet ve irşadı, bütün insanlar için olduğu halde burada yalnız mü’minler zikre tahsis edilmiş, çünkü bundan faydalanan yalnız onlardır.

45

"Resûlüm! Sana vahyolunan kitabı oku; namazı da gereğince kıl. Çünkü şüphesiz ki, namaz, her türlü edepsizlikten ve kötülükten alıkoyar. Allah'ın zikri (Allah'ı anmak) elbetteld en büyük ibadettir. Yani namaz, şüphesiz ibadetlerin en büyüğüdür. Zaten Allah, yaptıklarınızı bilir."

A- "Resûlüm! Sana vahyolunan kitabi oku; namazı da gereğince kıl. Çünkü şüphesiz ki, namaz, her türlü edepsizlikten ve kötülükten alıkoyar."

Yani ey Resûlüm! Okunmasıyla Allah'a yaklaşmak, içerdiği mânâları düşünmek, içindeki hükümleri, güzel edepleri ve mekârim-i ahlâkı insanlara hatırlatmak ve onları uygulamaya sevk etmek için, sana vahiy olunan kitabı oku ve namazı gereğince kılmaya devam et.

Bu namaz, cemaatle kuman beş vakit namazı da kapsadığı ve Peygamberimize kılma emri, zımnen ümmeti için de geçerli olduğu için, bu emrin illet ve sebebi olarak "Çünkü şüphesiz ki, namaz, her türlü edepsizlikten ve kötülükten alıkoyar" denilmiştir. Sanki şöyle denilmiştir: Ey Resûlüm! Onlara namaz kaldır; çünkü namaz, her türlü edepsizlikten ve kötülükten alıkoyar.

Namazın edepsizlikten ve kötülükten alıkoyması, bunlara son vermeye sebep olması demektir. Zira namaz, Allah (celle celâlühü) ile münacâttır. Bu itibarla namaz, Allah'ın emrine tam bir yönetiş ve isyanlarından tamamen yüz çevirmek ile olmakdır.

İbn-i Mes’ûd ve İbn Abbâs diyorlar ki: "Gerçek namazda günahlardan caydıricilık ve önleyicilik vardır. İmdi, bir kimsenin namazı, kendisine iyiliği emretmez ve kötülükten alıkoymazsa, o kimse namazla, Allah'tan uzaklaşmaktan başka bir şey yapmamış olur."

Hasen ve Katâde de hadisi şöyle rivâyet etmişlerdir: "Bir kimsenin namazı, kendisini her türlü edepsizlikten ve kötülükten alıkoymazsa, o namaz kendisine vebaldir."

Hazret-i Enes'ten rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Ensardan bir genç, Resûlüllah ile beraber namaz kılıyordu; sonra da her türlü edepsizliği işliyordu. Bunun hali Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatıldı. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Onun namazı, kendisini günahlardan alıkoyacaktır." Aradan çok geçmeden bu genç, tevbe etti ve hali güzelleşti. "

B- "Allah'ın zikri (Allah'ı anmak) elbetteki en büyük ibadettir Yani namaz, şüphesiz ibadetlerin en büyüğüdür."

Bu âyet ile "O zaman Allah'ın zikrine koşun." âyetinde namazın, Allah'ın zikri olarak ifâde edilmesi, namazın, bütün sevaplardan üstün olmasında ve kötülüklerden alıkoymaktaki umdenin namazdaki. Allah'ın zikri olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani edepsizlikler ve kötülükler ânında Allah'ı zikretmek, bunları yasakladığım ve onlardan dolayı ağır vaadlerde bulunduğunu hatırlamak, bunlar için en büyük caydırıcıdır.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Allah'ın (celle celâlühü) sizi rahmetle anması, sizin O'nu ibadetlerinizle anmanızdan elbetteki daha büyüktür.

C- "Zaten Allah, yaptıklarınızı bitir."

Yani Allah kendi zikrinden ve diğer ibadetlerden yaptıklarınızın hepsini eksiksiz olarak bitir. Bunun için, en güzel şekilde mükâfatlarınızı verecektir.

46

"Onlardan zulmedenleri hariç, ehl-i kitab olanlarla ancak en güzel şekilde mücadele edin ve onlara deyin ki: "Biz, bize indirilmiş olana îman ettik; size indirikniş olana da îman ettik." Bizim İlahımız ile sizin İlahınız da bir tektir ve biz O'na testim olmuşuzdur."

A- "Onlardan zulmedenleri hariç, ehl-i kitab olanlarla ancak en güzel şekilde mücadele edin ve onlara deyin ki: "Biz, bize indirilmiş olana îman ettik; size indirikniş olana da îman ettik?"

Yani Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hıristiyanlarla en güzel hasletle mücadele edin: kabalığa yumuşaklıkla karşılık vermek, öfkeye karşı sakin davranmak, eleştiriye öğütle karşılık vermek ve tehevvüre karşı teenni ile davranmak gibi. Ancak müslümanların, Ehl-i Kitab'a karşı takınacakları tavırlar, zafiyet ve zülete delâlet edecek şekilde olmamalıdır.

Bir görüşe göre bu âyet, kıtal (savaş) âyeti ile nesli edilmiştir.

Ancak düşmanlık ve inatta, yahut Allah'a çocuk isnâd etmek ve "Allah'ın eli sıkıdır" demek gibi sözleriyle aşırıya giderek zulmedenleri hariç; böyle olanlara karşı ise, hallerine uygun bir müdafaa yapılmakdır.

B- "Ve onlara deyin ki: "Biz, bize indirilmiş olana îman ettik; size indirilmiş olana da îman ettik."

Yani Ehl-i Kitab'a deyin kı, bize indirilmiş olan Kur’ân'a îman ettik; size indirilmiş olan Tevrat ve incil'e de îman ettik." Tevrat ve incil'e îman keyfiyetinin tahkiki, Bakara sûresinin sonunda geçti.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Ehl-i Kitabı tasdik de etmeyin; tekzip de etmeyin ve deyin ki: "Biz, Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettik." Eğer onlar bâtıl bir şey söylerlerse, onları tasdik etmezsiniz; hak bir şey söylerlerse, onları tekzip etmezsiniz."

C- "Bizim ilahimiz ile sizin İlahiniz da bir tektir ve biz O'na teslim olmuşuzdur."

Yani bizim İlahırnız da, sizin İlahınız da bir tektir; İlahkta ortağı yoktur ve biz, özellikle O'na itaat etmekteyiz.

Bu kelâm, anılan iki fırkanın (Yahudilerin ve hiristiyanların) haline bir tarizdir. Zira onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler.

47

"Resûlüm! İşte böylece sana da bu kitabı indirdik. Artık kendilerine kitap verdiğimiz o kimseler de ona îman ederler. Şu kâfirlerden de ona îman eden nice kimseler vardır. Zaten ancak o kâfirler, âyetlerimizi inkâr ederler."

A- "Resûlüm! İşte böylece sana da bu kitabı indirdik. Artık kendilerine kitap verdiğimiz o kimseler de ona îman ederler."

Yani diğer mukaddes kitapların inzaline muvafık olan bu hârika inzal ile sana da, bu Kur’ân'ı ve ezcümle güzel mücadeleyi, emreden mezkûr âyeti indirdik. Artık kendilerine kitap verdiğimiz o kimseler de ona îman ederler.

Bu kimselerden murat, özellikle iki kitap ehlinden Abdullah b. Selâm ile benzerleridir. İman etmeyenler, kitabın muhtevasıyla amel etmedikleri için sanki kendilerine kitap verilmemiş gibi savdırlar.

Yahut îman edenlerden murat, Resülullah'ın zamanından önceki Ehl-i Kitabtır. Zira onlar, iki kitaplarında gördükleri gibi Kur’ânin nüzulünü tasdik ediyorlardı. Bu görüşe göre, onlar kitabın verilmesiyle tahsis edilmişler, çünkü onlardan sonra Resülullah'ın muasırı olarak yaşayanlar, nesih edilmek suretiyle kitap, kendilerinden alındığından, onlara kitap verilmemiştir.

B- "Şu kâfirlerden de ona îman eden nice kimseler vardır."

Birinci görüşe göre (Abdullah b. Selam ile benzerleri murat olduğu görüşüne göre) şu kâfirlerden murat, arap müşrikleridir, yahut Mekke müşrikleridir. İkinci görüşe göre ise, şu kâfirlerden murat, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki Ehli Kitaptır.

C- "Zaten ancak o kâfirler, âyetlerimizi inkâr ederler."

Burada kitabın, âyetler olarak ifâde edilmesi, bu âyetlerin, mânâlarına ve Allah (celle celâlühü) katından nazil olduklarına olan delâletinin apaçık olduğuna dikkat çekmek içindir.

Bu kâfirlerden murat, küfre tamamen batmış olan ve onda kararlı olan kâfirlerdir. Zira onların bu hah, kendilerini, âyetlerin hak oldukları marifetine götürecek tefekkürden alıkoyar.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kâfirler, Kâb b. Eşref ile benzeri kâfirlerdir.

48

"Kur’ân'darı önce sen ne bir kitap okurdun, ne de elinle yazı yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, mutlaka şüphe duyarlardı."

Yani biz, bu kitabı sana indirmeden önce sen, insanlar arasında mutat olduğu üzere, bir kitap okuyabilecek durumda da değildin; onu elinle yazabilecek imkâna da sahip değildin. Yahut kitap okumak ve yazmak, âdetin değildi. Çünkü sen bundan önce buna muktedir veya bu âdeti olan bir insan olsaydın, onlar, mutlaka şüpheye düşüp: "Belki o (Muhammed), bu Kur’âni öncekilerin kitaplarından akmıştır" derlerdi. Sen, bu hırkana sahip bir insan olmadığına göre, onların, senin hakkında haklı bir şüphe kaynağı kalmamış olur.

Farz edilen takdire göre de onlar bâtıla olarak vasıflandırılmışlar, çünkü mezkûr ihtimale göre de, onlar yine bâtıla uymuş olurlar; zira Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) o şüpheden münezzeh olduğu gayet açıktır.

49

"Hayır! O Kur’ân, kendilerine ilim verilenlerin kalplerinde sabit olan apaçık âyetlerdir. Zaten âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder."

A- "Hayır! O Kur’ân, kendilerine ilim verilenlerin kalplerinde sabit olan apaçık âyetlerdir."

Yani Kur’ân, kendilerine kitap verilenlerin kalplerinde sabit ve iyice yerleşmiş olan apaçık âyetlerdir; onların hıfzettikleri bir kitaptan alınmamıştır. Ve Kur’ân âyetleri, onların kalplerinde o kadar sağlam muhafaza edilmektedir ki, hiç kimse onun tahrifine muktedir olamaz.

B- "Zaten âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder."

Yani âyetlerimiz, zikredilen vasıfları hâiz iken, onları ancak, serde, kibirde ve fesatta haddi aşan zâlimler inkâr ederler.

50

"Yine Rabbinden ona başka mucizeler indirilmeli değil miydi? demişlerdi. De ki: "Mucizeler, ancak Allah'ın katindadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım."

Yani onlar şunu da demişlerdi: "Sâlih Peygamberin dişi devesi gibi, Hazret-i Mûsa'nın âsâsi gibi ve Hazret-i İsa'nın sofrası (Mâîde) gibi başkaca mucizeler Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmek değil miydi?" de ki: "Mucizeler, ancak Allah'ın (celle celâlühü) katindadır; hiç kimsenin müdahalesi asla olmaksızın, onları dilediği gibi indirir. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım; benim vazifem sadece getirdiğim âyetlerle uyarmaktan ibarettir."

51

"Kendilerine okunmakta olan bu kitabı sana indirmemiz, yetmedi mi onlara? Hiç şüphesiz îman eden bir kavim için onda büyük bir rahmet ve öğüt vardır."

A- "Kendilerine okunmakta olan bu kitabı sana indirmemiz, yetmedi mi onlara?"

Bu kelâm, başkasının kelâmını hikâye etmek olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından, onların taleplerini reddetmek ve taleplerinin bâtıl olduğunu beyan etmek için vârid olmuştur. Yani sadece hakkı bildiren, sen, eski semavî kitapları okuyup incelemek imkânından uzak iken, onları tasdik eden bu kitabı sana indirmemiz yetmedi mi onlara? Bu öyle bir kitap ki, her zaman ve mekânda kendilerine okunmaktadır; zevali ve izmihlâli olmayıp onların yanında her zaman sabit âyeti bulunmaktadır. Bu kitabın âyetleri dışındaki âyetler ise, misyonunu ifa ettikten sonra zail olmaktadır ve her mekânda değil, ancak bazı mekânlarda okunmaktadır.

Yahut bu kitap, Yahudilere okunup onların elindeki kitapta bulunan senin ve dininin vasıflarını tahkik etmektedir,

B- "Hiç şüphesiz îman eden bir kavim için onda büyük bir rahmet ve öğüt vardır."

Yani onda şânı pek yüce ve asırlar boyu baki kalacak olan bu kitapta, anılan kâfirler gibi inadına çabalayanlar için değil, fakat îman için gayret eden bir kavim için hiç şüphesiz pek büyük bir nimet ve öğüt vardır.

Deniliyor ki, mü’minlerden bazı kimseler, Yahudilerin söylediklerinden bazı şeyler ihtiva eden bir kitabı Resûlüllah'a getirdiler. Bunun üzerine

Resûlüllah buyurdu ki:

"Bir kavmin, kendi peygamberlerinin getirdiklerini bırakıp onun getirmediklerine yönelmesi, dalâlet olarak onlara yeter, "

52

"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Bütün göklerde ve yerde olanı o bitir. O kimseler ki, bâtıla inanırlar ve Allah'ı inkar ederler, işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir, "

A- "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Bütün göklerde ve yerde olanı o bitir."

Yani ey Resûlüm! O kâfirlere de ki: Benden sâdır olanlar ile sizden sâdır olanlar hususunda aramızda şahit olarak Allah yeter. Bütün göklerde ve yerde olanları ve ezcümle benim hatim ile sizin hâlinizi o, eksiksiz olarak bitir.

Şu halde "bütün göklerde..." cümlesi, makabli için, yani Allah'ın şahit olarak yeterli olduğu hususuna bir açıklama mahiyetindedir.

B- "O kimseler ki, bâtıla inanırlar ve Allah'ı inkar ederler, işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir."

Yani o kimseler ki, Allah'tan başka ilâhlara inanırlar ve Allah'a îman etmeyi gerektiren bunca kesin ve apaçık deliller var iken, O'nu inkâr ederler, işte onlar, ticaretlerinde zarar edenlerin ta kendileridir; zira onlar, aslî fıtratı ve îmanı gerektiren sözlü delilleri zayi ederek, îman karşılığında küfrü satın almışlardır.

Bu âyet, (daha önce belirtilen) en güzel mücadele kabilindendir. Nitekim bâtıla îman, Allah'ı inkâr etmek ve hüsran, onlara sarih olarak isnâd edilmemiş, fakat bu, müphem olarak zikredilmiştir. Tıpkı "Hiç şüphesiz biz ve sız, hidâyet üzereyiz yahut apaçık dalâletteyiz." âyetinde olduğu gibi.

53

"Senden o azabın, çabuk gelmesini istiyorlar. Eğer önceden belirlenmiş bir vâde olmasaydı, o azap onlara elbette gelirdi. Yemin olsun ki, o, onların haberi olmadan kendilerine ansızın hiç şüphesiz geliverecektir."

A- "Senden o azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Eğer önceden belirlenmiş bir vâde olmasaydı, o azap onlara elbette gelirdi."

Yani onlar, "Bu vaadin gerçekleşmesi, ne zamandır?" ve "Haydi, gökten üzerimize taş yağdır, yahut bize bir azap getir." gibi sözleriyle o azabın çabuk gerçekleşmesini istiyorlar. Eğer Allah, onların azabı için bir vâde belirlememiş ve Levh-i Mahfuz'da onu beyan etmemiş olsaydı, onlara tayin edilmiş olan azap, acele istedikleri gibi elbette onların başına getirdi.

Bir görüşe göre bu vâdeden murat, kıyamet günüdür. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Allah, Resûlüllah'a, kavmine toptan yok etmek azabını göndermeyeceğini ve onların azabını kıyamet gününe tehir buyuracağını vaad etmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu vâdeden murat Bedir Savaşı günüdür.

Bir diğer görüşe göre ise, eceileriyle ölecekleri vakittir. Ancak bu görüşün, isabetten uzak olduğu açıktır; çünkü onlar, tabiî olarak yok edilmekle tehdit edilmiyorlardı ve kendilerinin âcil olarak istedikleri de bu değildi.

B- "Yemin olsun ki, o, onların haberi olmadan kendilerine ansızın hiç şüphesiz geliverecektir."

Bu cümle, bundan önceki cümle ile, işaret edilen vâdesi geldiğinde azabın geleceği hususunu beyan etmektedir.

Yani Allah'a yemin olsun ki, kendileri için tayin edilmiş olan azap, vâdesi geldiğinde onların, azabın gelişinden haberi olmadan ansızın mudaka onlara gelecektir.

Her halde azabın bu şekilde onlara gelmesinden murat, onlar acele ettiklerinde onların talepleri kabul edilerek azap, onlara gelmeyecektir. Çünkü böyle olması, onların fikrine göre ve şuurunda oldukları bir zamanda gelmesi demek olur. Yoksa azabın bu şekilde gelmesi, bazı eski ümmetler gece uykuda oldukları, yahut kuşluk vakti oynadıkları bir sırada kendilerine azap gelmesi gibi, bunların mağrur olarak kendilerini güvende sandıkları ve kimsenin aklına azap gelmediği bir zamanda azâbın gelmesi anlamında değildir. Zira âhiret azabı ile bedir günü azabı bu kabilden değildir.

54

"Senden o azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Hiç şüphesiz Cehennem kâfirleri kuşatacaktır."

Makablinden bağımsız olan bu kelâm, onların son derece cahil ve zayıf görüşlü olduklarını ortaya koymaktadır.

Bu kelâm delâlet ediyor ki, onların acele gelmesini istedikleri azap, âhiret azabıdır. Yani o azabın çabuk gelmesini senden istiyorlar; Halbuki bütün azapların fevkinde olan o dehşetli azap, kendilerini mutlaka kuşatacaktır.

Deniliyor ki, küfür ve günahlar, hakikatte ateşin ta kendisidir; fakat bu dünyada bu suretle tecelli etmektedir. Bu hususun izahı, daha önce a'raf: 8. Âyetinin tefsirinde geçti.

Bu kâfirlerden murat, ya malûm kâfirlerdir yahut bütün kâfirlerdir ve malûm kâfirler de öncelikle bunlara dâhildir.

55

"O gün azap, onları tepelerinden ve ayaklarının altından kuşatacak ve Allah, onlara: "İşlemekte olduğunuz günahların cezasını tadın!" diyecektir."

Diğer bir görüşe göre, bundan önceki âyette, cehennemin onları kuşatmasıyla işaret edilen azap, kendilerini kuşatacağı gün, kelimelerle ifâde edilemeyecek kadar korkunç haller olacaktır. Bu görüşe göre, bunun açık olarak zikredilmemesi, azâbın çokluğunu ve fecaatini ihsas ettirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre, "İşlemekte olduğunuz..." kelâmını söyleyecek olan, bazı meleklerdir. Bu melekler, Allah'ın emriyle diyecekler ki: dünyada sürekli olarak işlemekte olduğunuz günahların ve ezcümle azâbın acele gelmesini istemenizin cezasını tadın.

56

"Ey îman eden kullarım şüphesiz benim arzım geniştir. Artık yalnız bana ibadet edin."

Bu hitap, kâfirler tarafından karşılaştıkları engellemelerden dolayı dinî icaplarını lâyikı ile ifâ etmek imkânına sahip olmayan bazı mü’minler için teşrif hitabı olup onlara en selâmetli yolu göstermektedir. Yani eğer bir memlekette ibadet sizin için müyesser ve dininizin icaplarını açıktan yaşamanız mümkün olmuyorsa, bunları yapabileceğiniz yerlere hicret edin.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, dini için bir yerden bir yere hicret etse, bu iki yer arası bir karış (en az bir mesafe) bile olsa, Hazret-i İbrâhîm ve Muhammed'in arkadaşı olur. "

57

"Her can ölümü tadacaktır. Sonra ancak bize döndürüleceksiniz."

Bu kelâm, makablinden bağımsız olup ilâhî enirlere süratle uymayı teşvik içindir. Yani herkes ölüm acısını ve kederini mutlaka tadacak ve sonunda Bizim hükmümüze ve ameline göre vereceğiniz karşılığa dönecekti". Şu halde bu akıbete mahkum olan kimsenin, buna hazırlık yapmaktan başka çaresi yoktur.

58

"O kimseler ki, îman etmişler ve sâlih ameller yapmışlardır, hiç şüphesiz onları, altlarından ırmaklar akan cennet köşklerine sonsuz olmak üzere yerleştireceğiz. Sâlih ameller yapanların mükâfatı ne güzeldir!"

59

"Onlar sabredenlerdir ve ancak rablerine tevekkül edenlerdir."

Yani o büyük mükâfatlara erenler, o kimselerdir ki, müşriklerden gördükleri eziyedere, hicret sıkıntılarına ve diğer mihnet ve meşakkatlere sabrederler ve bütün işlerinde ancak Allah'a tevekkül ederler.

60

"Nice yürüyen hayvan vardır ki, rızkım yanında taşımaz. Onların rızkını da, sizin rızkınızı da veren Allahtir. Zaten her şeyi hakkıyla işiten ve her şeyi hakkıyla bilen yegâne odur."

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, ’Mekke'deki mü’minlere Medine'ye, hicret etmelerini emredince, mü’minler dediler ki: "Geçim imkânımız bulunmayan bir kente biz nasıl gidelim?" İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Yani nice yürüyen hayvan vardır ki, güçsüz olduğundan dolayı rızkını yanında taşımaz, yahut biriktirip depolamaz; her sabah kalktığında yanında hiçbir rızk yoktur. Sonra, bu hayvanlar, güçsüz ve tevekkülüyle beraber ve siz de gücünüz ve gayretlerinizle beraber rızık konusunda eşitsiniz; hepinizin rızkını ancak Allah verir. Çünkü hepinizin rızkı, birtakım sebeplere bağlanmıştır; fakat o sebepleri yaratan yalnız Allah'tır. Bundan dolayı siz ey Mekke'de ikamet eden mü’minler, hicret için fakirlikten korkmayın. Zaten her şeyi eksiksiz olarak işiten ve dolayısıyla sizin bu sözlerinizi de işiten ve her şeyi tam olarak bilen ve dolayısıyla sizin kalplerinizdeki sırlarınızı bile yegâne O'dur.

61

"Yemin olsun ki, sen kendilerine: "Şu gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğuna amade kılan kimdir?" diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!.." diyecekler. O halde haktan nasıl döndürülüyorlar? "

A- "Yemin olsun ki, sen kendilerine: "Şu gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğuna amade kılan kimdir?" diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!.." diyecekler."

Yani yemin olsun ki sen, Mekke'lilere: "Şu gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğuna amade kılan kimdir?" diye sorsan, hiç şüphesiz onlar: "Allah!.." diyecekler. Çünkü onların bunu inkâr etmeleri ve hatta bunda tereddüt etmeleri bile mümkün değildir.

B- "O halde haktan nasıl döndürülüyorlar?"

Bu kelâm, başkasının kelâmının anlatımı olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından varid olmuş, Mekke kâfirlerinin, anılan farazi cevaplarının gereğini yapmamalarını inkâr ve red içindir. Yani gerçek bu kadar açık iken o halde nasıl oluyor da onlar, zikredilen yaratma ve teshir fiillerinin yegâne Allah'a ait oluğunu ikrar ettikleri halde, Allah'ın yegâne İlah olduğunu ikrar etmiyorlar?

62

"Allah kullarından kime dilerse, ona rızkı genişletir; kimi dilerse, ona da rızkı sıkar. Şüphesiz Allah, her şeyi tam olarak bilendir."

Yani Allah, rızkının genişletilmesine lâyık olanı bilir ve ondan dolayı rızkını genişletir ve rızkının kısılmasına lâyık olanı da bilir ve lâyık olduğu için onun rızkını da kısar.

Yahut Allah, rızkı genişletmekten ve kısmaktan hangisinin hangi vakitte hikmet ve maslahata uygun düştüğünü bitir de, her birini vaktinde gerçekleştirir.

63

"Yine yemin olsun ki, onlara: "Şu gökten su indirip ölümünden sonra bu yeryüzünü onunla canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!" diyecekler. De kı: "El-hamdu li'llah/ Allah'a hamd olasun!" Hayır! Onların çoğu anlamıyorlar."

A- "Yine yemin olsun ki, onlara: "Şu gökten su indirip ölümünden sonra bu yeryüzünü onunla canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!" diyecekler. De ki: "El-hamdu li'llah Allah'a hamd olsun!"

Yani kendilerine böyle bir soru yöneltildiğinde onlar da, asılları ve ferleri dâhil olmak üzere bütün kâinatı yaratanın yegâne Allah olduğunu itiraf ederler. Sonra da onlar, hiçbir şeye muktedir olduğu tasavvur edilmeyen bazı yaratıkları Allah'a ortak koşuyorlar. Sen de ki: Allah'a hamd olsun la, hakkı, bâtılcilarin bile inkârına cüret edemeyecekleri kadar açık ve senin hüccetini onların aleyhinde zahir kılmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah'a hamd olsun ki, seni bu dalâletlerden korumuştur, demektir. Ancak bu görüşün isabetten uzak olduğu açıktır.

B- "Hayır! Onların çoğu anlamıyorlar."

Yani onların çoğu, önemli hiçbir şeyi anlamıyorlar da, bunun için anıları sözlerinin gereğini uygulamıyorlar ve yaratılmışların en değersizini Allah'a ortak koşuyorlar.

Yahut onlarin sözleri karşısında niçin hamdettiğini anlamıyorlar.

64

"Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, hiç şüphesiz o, hayatın ta kendisidir."

Bu kelâm, dünya hayatinin ne kadar kıymetsiz ve önemsiz olduğuna işaret etmektedir. Elbetteki öyledir. Nitekim. Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah katında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, Allah, dünyadan bir yudum su bile kâfire içirtmezdi."18

Yani bu dünya hayatı, ancak, çocukların oynayıp eğlendikleri bir nesne gibidir; çocuklar, bir süre bu nesnenin etrafında toplanıp sevinirler; sonra etrafından dağılıp onu yalnız bırakırlar. Âhiret hayatı ise, gerçek hayatın ta kendisidir; çünkü o hayat için ölüm ve yokluk söz konusu değildir. Bu gerçeği bilmiş olsalardı!..

Yani onlar bu gerçeği bilmiş olsalardı, aslında hayat sayılmayan, hayat gibi sanılan yaşayışının zevali çabuk ve hemen yok olmak üzere bulunan bu dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmezlerdi.

65

"İşte onlar, gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak o'na yalvarırlar. Fakat kendilerini salimen karaya çıkarıp kurtarınca, bir bakarsın ki, Allah'a ortak koşuyorlar."

Yani o kâfirler, anlatılan şirklerine rağmen, denizde gemi ile yolculuk yaparken bir tehlike ile karşılaştıkları zaman, dinlerinde ihlâs üzere, olan mü’minler gibi, Allah'tan başkasına yalvarmazlar; çünkü kesin olarak bilirler ki, Allah'tan başkası kendilerini bu tehlikeden kurtaramaz. Fakat Allah, kendilerini bu tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca, hemen şirke dönüverirler.

66

"Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek ve başı boş yaşamak için bunu yapıyorlar. Fakat yakında bilecekler."

A- "Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek ve başı boş yaşamak için bunu yapıyorlar."

Yani o kâfirler, anılan tehlikeden kurtulunca, hemen şirke dönüveriyorlar ki, kendilerine bahşettiğimiz ve ona karşı şükretmeleri gereken kurtarma nimetine nankörlük etsinler ve bası boş yaşasınlar.

B- "Fakat yakında bilecekler."

Yani onlar, bunun akıbetini ve gailesini, azabı gördüklerinde, bilecekler.

67

"Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim Mekke'yi güvenli, mukaddes kıldığımızı görmemişler mi? Hâlâ mı bâtıla inanacaklar ve onların nimetlerine nankörlük edecekler?"

A- "Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim Mekke'yi güvenli, mukaddes kıldığımızı görmemişler mi?"

Yani onlar, görmediler mi ki, biz, onların şehri Mekkeyi mukaddes ve yağmadan, saldırıdan güvenk ve halkını her türlü kötülükten uzak kıldık? Oysa etrafta, insanlar, öldürülüyor ve esir almıyorlardı. Zira Mekke çevresinde Araplar, birbirleriyle savaş ve yağmacılık içinde İdiler.

B- "Hâlâ mı bâtıla inanacaklar ve onların nimetlerine nankörlük edecekler?"

Yani hak, böyle şüphesiz ortaya çıktıktan sonra da mı, hakka değil, bâtıla inanacaklar ve şükrü gerektiren nimete nankörlük edecekler? Nitekim onlar, Allah'a, başkasını ortak koşuyorlar.

68

"Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine hak gelince, onu yalan sayandan daha zâlim kimdir? O kâfirlere cehennemde bir yer mi yok!"

A- "Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine hak getince, onu yalan sayandan daha zâlim kimdir?"

Yani Allah'ın ortağı olduğunu iddia edenler de veya kendisine hak peygamber, yahut Kur’ân gelince onu yalan sayanlardan daha büyük zâlim yoktur.

B- "O kâfirlere cehennemde bir yer mi yok!"

Bu kelâm, bütün kâfirler için cehennemde bir yer olduğunun takrir ve beyanıdır. Nitekim şu şiir de bu ifâde kabilindendir: "Elestüm hayre men rekibe'i metaya Ve end'bâlemine bütüne rahtn / siz hayvanların sırtına binen süvarilerin en hayırlısı değil misiniz!, Âlemlerin, Rab kabilesinin bâtınlarının (boylarının) da en hayırlısı değil misiniz! "

Yani o kâfirler, Allah’a İftira etmek ve apaçık hakkı yalan saymak gibi cinayetleri işlemekle cehennemi boylamayı hak etmediler mi?

Yahut bu kelâm, onların, kâfirlerin halini bildikleri halde, zikredilen iftira ve tekzibe cüret etmelerini inkâr ve yadırgamak anlamındadır. Yani onlar, kâfirlerin, cehennemi boylayacaklarını bilmediler mi ki, bu büyük cürüme cüret ettiler?

69

"O kimseler ki, bizim uğrumuzda ciîıad ederler, onları hiç şüphesiz yollarımıza hidâyet ederiz. Zaten Allah hiç şüphesiz iyilik yapanlarla beraberdir."

A- "O kimseler ki, bizim uğrumuzda cihad ederler, onları hiç şüphesiz yollarımıza hidâyet ederiz."

Yani bizim uğrumuzda ve halis olarak rızamız için cihat edenleri biz hiç şüphesiz bize ulaşan yolun seyrine ve bize ulaşmaya muvaffak ederiz. Yahut onların hayır yollarına hidâyetlerini ve o yollarda yürümek başarısını daha da arttırırız. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Allah, hidâyete erişenlerin hidâyetini daha da artırır." Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kimse, bildikleriyle amel ederse, Allah, bilmediklerinin ilmini de ona bahşeder "

B- "Zaten Allah hiç şüphesiz iyilik yapanlarla beraberdir."

Bu beraberlik, yardım ve inayet anlamındadır. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuş tor:

"Bir kimse, Ankebût sûresini okursa, bütün mü’minlerin ve münafıkların sayısının on katı kadar ona sevap yazılır."

0 ﴿