RÛM SÛRESİ

Sûrenin 17. Ayeti hariç, tamamı Mekke'de nazil olmuştur. 60 veya 59 âyettir.

1

"Elif. Lam. Mîm"

Bu âyetin tefsiri, daha önce sûrelerin başında defalarca geçen benzeri için yapılmıştı.

2

Bak. Âyet 3.

3

"Rumlar, o yakın yerde mağlup oldular. Onlar da, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.

A- "Rumlar, o yakın yerde mağlup oldular."

Yani Rumlar, Arap toprağının onlara en yakın olan Şam etrafında yahut onların, Arap toprağına en yakın olan topraklarında mağlup oldular. Mücâhid diyor ki: "Bu toprak, el-Cezıre toprağıdır. Burası, Rumların, İran'a en yakın toprağıdır." İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre ise, bu savaşım cereyan ettiği yer, Ürdün ve Filistin idi.

B- "Onlar da, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir."

Rumlar da, bu mağlubiyetlerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdi:

Rivâyet olunuyor ki, iranlılar, Rumlara karşı savaş açtılar; nihayet Ezriat ve Busrâ'da,

Diğer bir görüşe göre ise, el-Cezıre'de onlarla karşılaştdar ve Rumları mağlup ettiler. Bu haber Mekke'ye ulaşınca, müşrikler sevindiler ve müslümanlara "Siz ve hıristiyanlar, ehl-i kitabsiniz; biz ve İranlılar ise, putperestiz, işte bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinize galip geldiler; biz de mutlak ve muhakkak size galip geleceğiz. Bunun üzerine Hazret-i Ebubekir onlara dedi ki: "Allah, sizin gözlerinizi aydın kılmasın! Vallahi, Rumlar, birkaç yıl içinde Iranklara karşı mutlaka galip geleceklerdir." O zaman melun Übeyy b. Halef, Hazret-i Ebubekir'e (radıyallahü anh) dedi ki: "Yalan söylüyorsun; aramızda bir süre tayin et; bunun için sertinle bahse girerim." Hazret-i Ebubekir de, her iki taraf için on cins deve yavrusu üzerine, bahse girdi. Ve süreyi de üç yıl olarak tayin ettiler. Sonra Hazret-i Ebubekir, bunu Resûlüllah'a anlattı. Resûlüllah buyurdu ki: "Âyette bu süre, tibid' olarak ifâde edilmektedir. Bici ise, üçten dokuza kadardır. Siz, bahse konu malı arıtırın ve süreyi de uzatın." Bunun üzerine bahse konu deve yavrularının sayısını yüze çıkardılar ve süreyi de dokuz yıla uzattılar. Bu arada Übeyy, (Bedir Savaşında) Resülullah'ın elinden aldığı yaradan öldü ve hicretin yedinci yılının başında Rumlar, İranlılara galip geldiler. Bu galibiyet, Hudeybiyye antlaşmasının yapıldığı tarihe rastlamıştı. Diğer bir rivâyete göre, bu galibiyet tarihi, Bedir Savaşının olduğu güne rastlamıştı; hem müslümanlar, hem de Rumlar, o gün zafer kazanmışlardı. Bunun üzerine Hazret-i Ebubekir, üzerinde bahis yapdan deve yavrularını Übeyy'in çocuklarından aldı ve onları Resûlüllah'a getirip: "Bunları sadaka olarak dağıt" dedi. Bu bahis, henüz kumar yasaklanmadan önce idi.

İşte bu âyetler de, Peygamberimizin peygamberliğinin doğruluğunu ve Kur’ânin Allah katından nazil olduğunu ispatlayan apaçık mucizelerdir. Zira bu âyetler, alîm (her şeyi bilen) ve habîr (her şeyden haberdar olan) Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği gaybi haber vermiştir.

Diğer bir kırâete göre, ikinci âyetteki galibiyet fiili, malûm kipiyle ve üçüncü âyetteki fiil ise, meçhul kipiyle okunmaktadır. Buna göre mânâ şöyledir: Rumlar, Şam arazisine galip geldiler; ileride müslümanlar da, onlara galip geleceklerdir. Nitekim müslümanlar, bu âyetlerinin nüzulünün dokuzuncu yılında Rumlara karşı savaştılar ve memlekederini fethettiler.

4

Birkaç (3-9) yıl içinde... Önünde ve sonunda emir Allah’ındır.

O gün(Romalıların üstün geldiği gün) mü'minler ferahlanacak.

Yani her iki vaktin öncesinde de, sonrasında da, mağlup oldukları zaman da, galip geldikleri zaman da ferman, yegâne Allah'ındır. Hulâsa,  mağlubiyetleri de, galibiyetleri de, ancak Allah'ın emri ve hükmü iledir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "O galibiyet günlerini biz, insanlar arasında döndürür, dururuz."

O gün mü’minler de, Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir yani Rumların, İranlılara galip gelecekleri ve Allah'ın vaad ettiği onların galibiyetlerinin gerçekleşeceği gün, mü’minler de, Allahm yardımıyla ve ehl-i kitabı kitapsızlara galip kılmasiyla ve daha önce Rumların mağlubiyetinden dolayı müslümanların haline gülen Mekke kâfirlerinin şimdi öfkelenmeleriyle ve bunun, mü’minlerin de, kâfirlere galip geleceklerinin delillerinden olmasıyla sevineceklerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki Allah'ın yardımı, mü’minlerin, müşriklere, Rumların İranlılara galip gelecekleri noktasında daha önce verdikleri haberi doğru çıkarmasıdır.

Bir diğer görüşe göre ise, bu yardım, Allah'ın, zâlimleri birbirlerine düşürmesi, onların sözbirliğinı bozması, onların birbirlerinin gücünü kırmaları ve nihayet güçlerinin azalıp yok olmalarıdır. Bu da sonuç olarak, müslümanların güçlenmesini sağlamıştır.

Ebû Saki el- Hudri'den rivâyet olunduğuna göre, Rumların galibiyeti Bedir gününe rastlamıştı. Bu günde, Allah'ın, mü’minlere, yardım ettiği ve mü’minlerin buna sevindikleri açık bir hakikat olarak bilinmektedir. Ancak birinci görüş, bundan sonraki cümleye daha münasip düşmektedir.

5

Allah’ın (Bedir’de) zafer vermesiyle... O, dilediğine zafer verir; O, Azîz’dir (her şeye gâlibdir), Rahîm’dir (çok merhametlidir).

D- "Allah, diledığine yardım eder. Zaten azîz, rahim odur.

Bu cümle, daha önce geçen "Önce de, sonra da ferman sadece Allah'ındır" cümlesinin izahı mahiyetindedir. Yani Allah, kullarından dilediğine yardım edip onu düşmanına galip kılmaktadır. Zaten yegâne galîb O'dur. Binâenaleyh her kim olursa olsun, Allah'ın yardımını engelleyecek, O'nu yardımdan âciz kılacak hiç kimse olamaz. Ve O'nun rahmeti de, sınırsızdır. Binâenaleyh hangi fırka olursa olsun, kime dilerse ona yardım eder.

Bu rahmetten murat, dünyevî rahmettir. Meşhur kırâete göre, bunun izahı açıktır; çünkü her iki fırka (Rumlar, İranlılar) da, uhrevî rahmete ehil değildir. Diğer kırâete (Rumların galip gelecekleri, onlara da müslümanların galip gelecekleri mânâsına) göre de, müslümanlar her ne kadar âhiret rahmetine ehil iseler de, burada kastedilen, onların, dünyevî rahmetin sonuçları olan zaferleridir.

Âyette izzet vasfının (azîz) önce zikredilmesi, itibarda bunun önce olmasından dolayıdır.

6

"Bu, Allahın vaadidir. Allah, vaadinden caymaz. Fakat şu insanların çoğu bilmiyorlar."

A- Bu, Allahın vaadidir. Allah, vaadinden caymaz.

Yani Allah, böyle vaad etmişti ve dünya ile ilgili olsun, âhiret ile ilgili olsun, Allah, hiçbir vaadinden caymaz. Çünkü O'nun hakkında yaları imkânsızdır.

B- "Fakat şu insanların çoğu bilmiyorlar.

Yani insanların çoğu, Allah'ın bu yüce şanlarını bilmiyorlar.

7

"Onlar dünya hayatından görünen önemsiz kısmını bilirler; âhiretten ise tamamen gafildirler."

Onların dünya hayatından bildikleri dünyanın süsleri, cazibeleri ve kötü arzularına uygun düşen halleridir ki, onların bunlara tamamen dalmalarına ve kapanmalarına sebebiyet vermektedir. Yoksa onların dünya hayatından bildikleri, kimilerin dediği gibi, dünyanın süslerinden ve cazip hallerinden faydalanmaları değildir; çünkü bunlar, dünya hayatından bildikleri değil, fakat onların, bu konudaki bilgilerine terettüp eden fiilleridir.

Yani onlarin dünya hayatından bildikleri, dünyanın görünen önemsiz aldatıcı süsleridir; dünyanın asıl gayesi ve yüksek amacı olan âhiretten ise tamamen gafil bulunuyorlar; onu akıllarına hiç getirmiyorlar; âhiretin tanınmasına sebep olacak dünya hallerini idrâk etmiyorlar ve bundan sonra belirtileceği gibi âhiret hakkında tefekkür etmiyorlar.

8

"Kendi kendilerine düşünmezler mi ki, Allah, bütün gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak olarak ve belli bir süre için yaratmıştır? Hiç şüphesiz insanların birçoğu rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler."

A- Kendi kendilerine düşünmezler mi ki, Allah, bütün gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak olarak ve beki bir süre için yaratmıştır?

Bu kelâm, o kâfirlerin düşüncelerini yalnız mezkûr dünya hayatına hasretmelerini ve âhiretten gafil kalmalarını reci ve takbih etmektedir. Yani o gafiller, yalnız dünya hayatinin zahirini mi biliyorlar? Yahut düşüncelerini yalnız ona mı hasrediyorlar? Onlar, kalpleriyle tefekkür etmediler ki, Allah'ın, gökler ile yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak olarak yarattığını bilsinler.

Bu haktan murat, mutlaka olması gereken zorunlu gerçektir ki, üstün hikmet ve doğru gaye üzerine binâ edtimiş olup mükellefler, onların değişen varlıklarını, sıfatlarını ve hallerini, yaratıcının vücuduna, birliğine, ilmine, kudretine, hikmetine, yegâne Mabûd olduğuna, verdiği bütün haberlerin ve ezcümle, ölümden sonra ebedî hayat için onlari dirilteceğine, iyiler de kötülerin birbirlerinden ayrılmasından ve varlıklarda yaratılmış olan âyetlere, delillere, alamet ve işaretlere bakış açılarına terettüp eden ilim ve itikat derecelerine, göre, her iki fırkanın fertlerinin durumları belli olduktan sonra amelleri nispetinde karşılık göreceklerine dâir verilen haberlerin de doğru olduğuna dâir deliller keşfederler. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, arş'ı su üzerinde iken, bütün gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yaratandır." Zira amel, yalnız bedenî amellere mahsus değildir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: "Hanginizin aklı daha güzeldir; hanginiz Allah'ın haram kıldıklarından daha çok sakınır ve Allah'a ibadete daha çok koşar..." Bu âyetin tahkiki, Hûd sûresinin basında geçti.

Âyetteki belli süre, yani Allah'ın, onların bekaları için takdir buyurduğu ve varlıklarının o süre sonunda zorunlu olarak son bulacağı müddet, kıyametin kopacağı vakittir.

Bu âyetin diğer bir mânâsı da şöyledir: Onlar, kendilerine, yaratilmışların en yakını olan, durumlarım, vasıflarını ve hallerini diğerlerinden daha iyi bildikleri kendi nefislerini düşünmediler mi? Onların, zahirî ve batini olarak kendi nefislerinde yarattığı garip hikmetleri tefekkür etmediler mi? Bu hikmetler, ihmale değil, ilâhî tedbire, delâlet etmektedir. Bunların zorunlu olarak bir sonu olmalıdır. O vakit geldiğinde onları tedbir eden Allah, iyiliğin karşlığını iyilik, kötülüğün karşılığını da kötülük olarak verecektir. Onlar, kendi nefislerini düşünseler, bütün yaratdmişlarin durumlarının da İlâhî hikmet ve tedbire göre cereyan ettiğini ve o vakitte bu nizamın sona ereceğini anlarlardı.

Ancak malûmun olduğu üzere insanin sonunun (mead) ve yaptığı kötülük ve iyiliğe göre karşılık bulması, bizzat maksut ve ispata muhtaç olan husustur. Şu halde onu, başkasının son bulacağının ispatına vasıta kılmak, hem hakikatten uzak, hem de işi tersine çevirmek olur. Bunu iyice düşün, (bu itibarla anılan ikinci izah, geçerti değildir.)

B- "Hiç şüphesiz insanların birçoğu rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.

Bu cümle, makabline açıklayıcı bir zeyil mahiyetinde olup onların çoğunun, mezkûr âhiret hallerinden gafil kalmak, kendilerini, âhiretin tanınmasına irşad edecek göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan hârikalıkların yaratılışını tefekkür etmekten yüz çevirmekle de kalmayıp ikinci hayatta Allahın hesabıyla ve cezasıyla karşı karşıya gelmeyi de inkâr ettiklerini bildirmektedir.

9

"Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha çetin idiler; toprağı kazmışlar; yeri de onların yaptıkları imardan daha mükemmel imar etmişlerdi. Peygamberleri de, onlara nice açık deliller getirmişlerdi. Böylece, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler."

A- Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbederinin nice olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha çetin idiler; toprağı kazmışlar; yeri de onların yaptıkları imardan daha mükemmel İmar etmişlerdi.

Bundan önce, kendi akıbederine delâlet eden emsallerinin haüerini görmeleri ile kendilerine öğüt verildikten sonra bu kelâm da, onlar için bir kınamadır. Yani onlar, yeryüzünün çeşitli bölgelerini dolaştılar ve kendilerinden önce helâk edilmiş olan Ad ve Semûd gibi ümmetlerin akıbetlerini gördüler. Halbuki bu ümmetler, önceleri, dünya hayatından faydalanmaya daha çok muktedir idiler. Zira onlar daha güçlü idiler. Ve onlar, ziraat için, yahut su barajları yapmak, madenleri çıkarmak ve diğer amaçlar için toprağı kazmışlar ve ziraat, dikim ve binâ gibi çeşitli şekillerde yeri de, kemiyet, keyfiyet ve zaman olarak onların yaptıklarından daha fazla İmar etmişlerdi. Zira Mekke hallet, ziraat yapılamayan bir vadide bulunuyorlardı ve başka yerlere de uzanamıyorlardı.

Bu kelâm, onlarla istihza anlamım da ifâde etmektedir. Zira Mekke müşrikleri, dünyaya mağrur olup dünyalıklarıyla iftihar ediyorlardı. Halbuki dünyevî durumları zayıf ve imkânları dar idi. Çünkü dünyevî imkânlar, ülkelere açılmak, insanlara tahakküm etmek ve yeryüzünün çeşitli bölgelerinde türlü tasarruflarda bulunmaya bağlıdır. Mekke halkı ise, verimli olmayan bir vadiye sığınmışlar ve çevre insanlarının kendilerini kapıp götürmelerinden korkuyorlardı.

B- "Peygamberleri de, onlara nice açık deliller getirmişlerdi. Böylece, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.

Yani o eski güçlü ümmetlerin peygamberleri de, onlara nice mucizeler, yahut açık deliller getirmişlerdi. Sonuçta onlar, peygamberlerini yaları saydılar; Allah da, onları helâk buyurdu. Böylece, onların, helaklerini gerektiren cürümleri olmadan Allah, kendilerini helâk edecek değildi.

Cürümleri olmadan da Allah'ın, onlari helâk etmesi, asla zulüm sayılmayacağı halde bunun zulüm olarak ifâde edilmesi, ehl-i sünnet kaidesine hisürendir ki, Allah'ın, bundan son derece tenzih edilmesi için bu muamele, Allah'tan sâdır olması imkânsız olan zulüm şeklinde gösterilmektedir. Bunun izahı, Enfâl: 51 ile Âlî İmrân: 182 âyetlerinin tefsirinde geçti.

Hulâsa,  Allah, onlara hak etmedikleri bir muamele yapmadı; fakat onlar helaklerim gerektiren pek büyük günahlar işlemekle, kendi kendilerine zulmettiler.

10

"Sonunda Allah'ın, âyetlerini yalanlayarak ve onları alaya alarak kötülük edenlerin akıbetleri pek fena oldu.

Yani onlar, Allah'ın peygamberlerine indirilen âyetlerini ve onların eliyle gösterilen mucizelerini yalanladıkları ve onları alaya aldıkları için, akıbetleri, dünyevî ve uhrevî azapların en kötüsü olan ateş azabı oldu.

11

"Allah, ilkin onları yaratıyor; ölümden sonra yaratmayı tekrar edecektir. En sonunda ancak ona döndürüleceksiniz."

Yani Allah, başta tamamen yoktan var etmek olarak onlari yaratıyor; ölümden sonra da ikinci dirilişle yaratmayı tekrar ediyor. En sonunda hesap ve ceza için O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.

12

"Kıyamet kopacağı gün mücrimler umutlarını kesip susacaklardır."

Yani yaratmayı tekrar edeceği ve kendisine dönecekleri gün olan kıyametin kopacağı gün, umutlarını kesip şaşkınlık içinde susacaklardır,

13

"Allah'a ortak koştuklarından kendilerine hiçbir şefaatçi de çıkmayacaktır. Zaten onlar ortaklarını inkâr edeceklerdir."

Yani onların dünyada sandıkları gibi, kıyamet günü, kendilerini Allah’ın azabından kurtaracak hiçbir şefaatçileri de olmayacaktır. Zaten o gün onlar, dünyada Allah'a ortak koştukları şeylerin gerçek mahiyetlerini anlayacakları için, onların hanlığını ve Allah'a ortak olduklarını inkâr edeceklerdir.

Kimi âlimlere göre, yani onlar, dünyada o ortak kostakları sebebiyle kâfir olmuşlardı, demektir. Ancak bu izah doğru değildir; çünkü bunu bildirmekte önemli bir fayda yoktur.

14

"Kıyamet kopacağı gün, işte o zaman mü’minler ile kâfirler birbirlerinden ayrılacaklardır."

"Kıyamet kopacağı gün" ifâdesinin burada da tekrarlanması, kıyamet gününün, o gün olacakların korkunçluğunu ve dehşetini bildirmek içindir, "iste o zaman mü’minler ile kâfirler birbirlerinden ayrılacaklardır" cümlesi de, tekrar kıyametin korkunçluğunu bildirmek içindir. Bu ifâde tarzıyla işaret ediliyor ki, bu ayrılma, kıyamet gününün bir aşamasında gerçekleşecektir. Bu aşamada mahşer yerindeki insanlar, mü’minler ve kâfirler olmak üzere iki fırkaya ayrılacaklardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bir fırka cennete, diğer fırka da cehennemde olacaktır." bu cennete ve cehenneme girmek ise, hesap, tamamlandıktan soran gerçekleşecektir.

15

"İmdi îman edip sâlih ameller de yapanlar, işte onlar gayet güzel bir bahçede hubür, habret (sevinç) içinde olacaklardır."

Bu kelâm, anılan iki fırkanın halini beyan etmektedir. Bu bahçeden murat, cennettir.

Diğer bir görüşe göre, habret, güzel nağmedir. Ve aynı zamanda cennetteki emâ'dır (sazlı, sözlü eğlencedir). Bu konuda çeşidi görüşler vardır.

Çünkü bu ifâde, bütün sevinç şekillerine muhtemeldir. Nitekim İbn Abbâs ile Mücâhide göre, cennet bahçelerinde onlara ikramlar yapılır, demektir. Katâde'ye göre ise, onlara nimetler ihsan edilir, demektir. İbni Keysan'a göre, onlara ziynetler bahşedilir, demektir. Bekir b. Ayyaş'a göre ise, başlarına taç konulur, demektir. Vekî'a göre ise, cennette semâ (sazlı, sözlü eğlence) demektir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, bir gün cenneti ve ondaki nimetleri anlatmıştı. Cemaatin son kısmında da bir bedevi Arap bulunuyordu. O bedevi: "Ya Resülallah! Cennette semâ da var mı?" diye sormuş. Peygamberimiz de şöyle buyurmuş: "Ey bedevi Arap! Cennette bir nehir vardır; bu nehrin iki kıyısında bembeyaz, çukur ve kısık gözlü bakire kızlar vardır. Bunlar, insanların hiç duymadığı pek güzel sesleriyle şarkı söylerler. İşte bu, cennet nimetlerinin en büyüğüdür."

Bu hadisi rivâyet eden zât diyor ki: "Ben, Ebû Derda'ya "Bunlar, nasıl şarkı söylerler?" dedim. O da: "Tesbîh ederek..." dedi.

Rivâyet olunuyor ki, cennette, dallarında gümüşten çanlar bulunan ağaçlar vardır. Cennet ehli, semâ istedikleri zaman, Allah, arşın altından bir rüzgâr gönderir; o rüzgâr o ağaçlara isabet edip o çanları hareket ettirir ve çanlar öyle güzel ve etkileyici sesler çıkarırlar ki, dünyalılar, bu seslen duymuş olsalar, zevkinden ölürlerdi.

16

"Ama kâfir olup âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayanlar yok mu, işte onlar da azapta hep hazır bulundurulacaklardır."

Yani ama kâfir olup âyetlerimizi ve ezcümle açıklanan hususları anlatan âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayanlar yok nur, işte onlar da hep azap içinde bulunacaklardır; ebediyen ondan ayrılamayacaklardır.

Ahiret buluşmasını inkâr etmek de, âyetleri inkâr etmeye dâhil olduğu halde ayrıca sarih olarak zikredilmesi, önemini bildirmek içindir.

17

Bak. Âyet 18.

18

"Öyleyse, akşama ererken ve sabaha girerken, gündüzün sonunda ve öğle vaktinde Allahı tesbîh edin. Göklerde ve yerde hamd da O'na mahsustur."

Bundan önce iki fırkanın, yani sâlih ameller yapan mü’minlerin ve âyetleri yalan sayan kâfirlerin halleri ile bu iki fırkanın sevapları ve azapları beyan edildikten sonra bu kelâmda da, azaptan kurtarıp sevaba erdirecek ibadet, yani Allah'ı, O'na yakışmayan her şeyden tenzih etmek ve büyük nimetlerine hamdetmek, insanlara emredilmektedir. Önce tesbîh zikredilmiş, çünkü tahliye, tehliyeden (süslemeden) önce gelmektedir.

Yani bundan önce anlatılan hakikatleri anladığınıza göre o halde Allah'ı, bu vakiderde, O'nun zikrettiği şeylerden tenzih edin; O'nu lâyık veçhile tesbîh edin ve O'na hamd edin. Âyette her ne kadar hamd emri geçmediyse de, hamdin, Allah'a sabit olduğunu ve gökler ile yer ehlinden temyiz sahibi olanlara vacip olduğunu bildirmek, en beliğ ve kuvvetli veçhile emir anlamındadır.

Âyetin metninde tesbîh vakitleri arasında hamdin zikredilmesi, O'nun şânının önemini belirtmek ve tesbih ile hamdin beraber yapılmasının en uygun şekil olduğunu zımnen bildirmek içindir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Biz, barudinle beraber sem tesbîh ediyoruz." diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbine kamd ederek O'nu tesbih et." Peygamberimiz de buyurur ki: "Bir kimse, sabahları ve akşamları yüz kere "Sübhanallahi ve bi hamdıh / Allah'a hamdederek O'nu tesbîh ederim!" derse, günahları, deniz köpükleri kadar çok olsa da, bağışlanır."

Yine Peygamberimiz buyurur ki: "Bir kimse, sabahları ve akşamları yüz kere "Sübhanallahi ve bi hamdih" derse, kıyamet günü, hiç kimse, O'nun getirdiğinden daha faziletli bir amel getirmiş olmaz; ancak O'nun söylediğini veya daha fazlasını söylemiş olan müstesna! ..."

Yine Peygamberimiz buyurur ki: "İki kelime var ki, lisanda hafiftir; mizanda (terazide) ağırdır: Sübhannallahi ve bi hamdihi sübhanallahil azîm."

Bunlardan başka birçok âyetlerde ve hadislerde, tesbîh ile hamd'in bir arada zikredilmeleri de, onların birlikte ifa edilmelerinin önemini bildirmektedir.

Âyette, Tesbîh ve Hamd'in anılan vakitlere tahsis eddmesi, delâlet ediyor ki, o vakitlerde zuhur eden Allah'ın kudretinin âyetleri, rahmetinin ve nimetinin hükümleri, O'nun münezzeh olduğuna, lıamdc yegâne lâyık olduğunu ifâde eden deliller olduklarına ve O'nun tesbîh ve hamd'in gerektirdiklerine kesin olarak delâlet etmektedir.

Muhtemeldir kî, bu vakitlerin özellikle zikredilmesinin sırrı şudur: Zikredilen vakitlerin dışında hiçbir vakitte, insanların hallerinde, önceki vakitten çıkıp sonraki vakte girildiğini açık ve doğru olarak bildiren değişiklikler olmamaktadır. Zira anılan vakitlerin her birinde haller açıkça değişmektedir. Sabah ile akşamda bu değişiklik gayet açıktır. Öğleye gelince, bu vakitte, öğle uykusu için dış elbiselerin çıkarılması âdettir. Nitekim Nur: 36 âyetinin tefsirinde bu konu geçti.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetteki tesbîh ve hamd'den murat, namazdır. Çünkü namazda tesbih ve hamd vardır.

"İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, bu âyet, beş vakit namazı ifâde etmektedir: "Akşama ererken" ifâdesinden akşam ile yatsı namazları, "Sabaha girerken" ifâdesinden sabah namazı, "Gündüzün sonunda" ifâdesinden ikindi namazı, "Öğle vaktinde" ifâdesinden de öğle namazı kastedilmektedir.

İşte bundan dolayıdır ki, Hasen-ı Basrî, bu âyetin Medine'de nazil olduğunu söylemektedir. Zira Hasen-ı Basrî diyordu ki: "Mekke döneminde vacip olan namaz iki rekât idi. Bu iki rekât, her hangi bir vakitte kılınabiliyordu. Beş vakit namaz ise ancak Medîne döneminde farz kılındı."

Alimlerin cumhûruna göre ise, beş vakit namaz, Mekke döneminde farz kılınmıştır. Doğru olan da bu görüştür. Çünkü miraç hadisinde beş vakit namaz zikredilmekte ve sonunda da: "işte bu namazlar, her gece ile gündüz için beş namazdır" denilmektedir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, kendisine en büyük ölçekle ölçülmesini arzu ediyorsa, "Fe sübhanallahî İtine tümsûne ve hine tusbihûn / öyleyse akşama ererken ve sabaha girerken... Allah'ı tesbih edin." âyetlerini okusun. "

Yine Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, sabahleyin bu iki âyet âyet ile bundan sonraki, âyeti okursa, o gün kaçırdığı sevapları telafi etmiş olur; eğer akşam bu âyetleri okursa, o gece kaçırdığı sevapları telafi etmiş olur."

19

"O, ölüden diriyi çıkarır; diriden de ölüyü çıkarır; yeryüzünü de ölümünden sonra canlandırır. İşte siz de kabirlerinizden böylece çıkarılacaksınız."

Yani Allah, insanı meniden, kuşu yumurtadan çıkarması gibi ölüden diriyi çıkarır; meni ve yumurtayı da hayvandan çıkarması gibi diriden de bir ölüyü çıkarır; yeryüzünü de kurumasından sonra bitkilerle canlandırır, işte bu çıkarma gibi siz de kıyamet günü kabirlerinizden böylece çıkarılacaksınız. Bu kelâm, daha önce zikredilen "Allah, ilkin onları yaratıyor; ölümden sonra yaratmayı tekrar edecektir..." âyetine bir nevi tafsilattır.

20

"Sizi topraktan yaratması da, O'nun varlığının delillerindendir. Sonra siz her yana dağılan insanlar oluverdiniz."

A- Sizi topraktan yaratması da, O'nun varlığımn delillerindendir.

Yani sizin tekrar diriltileceğinize açıkça delâlet eden kuvvetli delillerden biri de, Hazret-i Âdem’in yaratılması zımnında sizi, hayat kokusunu hiç duymamış, onunla sizin aranızda, zât ve sıfat olarak hiç münasebet bulunmayan topraktan yaratmasıdır. Zira daha önce defalarca izah edildiği gibi, Hazret-i Âdem'in yaratılması, bütün zürriyetinm yaratılmasını icmali olarak kapsamaktadır.

İşte bu da, ölüm sonrası hayatın gerçekleşeceğine apaçık delâlet eden kuvvetli bir delildir; çünkü ilkin yaratılmalarının, o hayatın iade edüeceğine delâleti, ölüden dirinin çıkarılması, diriden de ölünün çıkarılması ve ölümünden sonra yeryüzünün canlandırılmasının, bu ikinci hayata delâletinden daha zahirdir.

B- "Sonra siz her yana dağılan insanlar oluverdiniz.

Yani siz, öyle yaratıldıktan sonra birden yeryüzünün her tarafına dağılan insanlar oluverdiniz.

Bu kelâm, "Ey insanlar! Eğer siz, tekrar diriltilmekten şüphede iseniz, işte biz, sizi topraktan, sonra da meniden yaratmışızdır." âyetindeki icmalin bir nevi tafsilatıdır.

21

"Kendilerine ülfet edesiniz diye sizin için kendinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun varlığının delillerindendir. Hiç şüphe yok ki, düşünen bir topluluk için bunda birçok âyetler vardır."

A- Kendilerine ülfet edesiniz diye sizin için kendinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun varlığının delillerindendir.

Yani yine, zikredilen ikinci dirilişe ve ondan sonraki uhrevî cezaya delâlet eden delillerden birisi de, sizin için kendinizden eşler yaratmasıdır. Zira sizin eşlerinizin ask olan Hazret-i Havva'yı, Hazret-i Âdem'in eğe kemiğinden yaratması zımnında, eşlerinizin, kendinizden yaratılması mânâsı vardır. Nitekim daha önce bunun tahkiki geçti.

Yahut sizin için kendi cinsinizden eşler yaratması demektir. "Kendilerine ülfet edesiniz" cümlesine en uygun olan da bu ikinci mânâdır. Yani onlara ülfet ve meyledip huzur bulmanız için eşlerinizi yaratmıştır, (bunlar tek taraflı gibi anlaşılmamalıdır; eşler için de aynı amaç, geçerlidir.) Zira aynı cinsten olmak, kaynaşma ve anlaşma sebebidir; tıpkı ayrı cinsten olmak, dağılma ve nefret sebebi olduğu gibi.

Ve Allah'ın, sizinle eşleriniz arasında sevgi ve merhamet meydana getirmiş olması da, andan delillerdendir. Bu sevgi ve merhametten murat, eşler arasında evlilik ismeti ile gerçekleşen sevgi ve merhamettir. Yani daha önce aranızda tanışma ve şefkat gerektiren yakın ve uzak akrabalık yok iken, Allah, size meşru kıldığı evlilik sebebiyle sizinle eşleriniz arasında karşılıklı sevgi ve merhamet meydana getirmiştir.

Denilir ki, eşler arasındaki sevgi ve merhamet, Allah tarafindandır; öfke ve nefret ise şeytandandır.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, burada sevgi, cinsel ilişkiden kinayedir; merhamet de, çocuktan kinayedir. Nitekim başka âyetlerde de çocuk için, "Bizden rahmet..." denilmiştir.

B- "Hiç şüphe yok ki, düşünen bir topluluk için bunda birçok âyetler vardır,

Yani zikredilen onların topraktan yaratılmalarında, kendilerinde eşlerinin yaratılmasında ve aralarında sevgi ve merhamet meydana getirilmesinde, üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan bu fiilleri hakkıyla düşünen bir zümre için, çoğu kez mahiyeti gereğince kavranamayan ve miktarı takdir edilemeyen pek büyük âyetler vardır.

Bu cümle, makablini açıklayan bir zeyil mahiyetindedir; bir de, zikredilen şeylerin, "âyetlerindendir" ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, bir tek âyet olmayıp birçok âyetleri kapsadığına dikkat çekmektedir.

22

"Bütün gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da, O'nun varlığının delillerindendir. Hiç şüphesiz bunda bütün bilginler için birçok büyük ibretler vardır."

A- Bütün gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da, O'nun varlığının delillerindendir,

Yani Allah'ın, bütün gökleri ve yeri yaratması da, zikredilen uhrevî hayata ve ondan sonraki cezaya delâlet eden delillerdendir. Zira gökleri, yeri ve onlarda bulunan varlıkları, onlar için hazırlanmış bir madde olmaksızın, yaratmaya Kadir olması, daha önce canlı olan bir şeyi yine hayata döndürmeye Kadir olduğuna en zahir delildir.

Yahut Allahın gökleri ve yeri yaratmasının anılan hakikate delil olması, göklerin, yerin ve onlarda bulunanların yaratılması, ancak beşerin, ilk hayatı ile son hayatı içindir. Nitekim "Rabbiniz O'dur ki, yeryüzünde bulunan her şeyi sizin, için yaratmıştır." ile "O Allah ki, hanginizin ameli daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için, arşı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır." âyeti de bu hakikati bildirmektedir.

Ve dillerinizin değişik olması da bunun delilidir; nitekim Allah, her sınıf insana lisanını öğretmiş; O'nun kurallarını vazetmeyi onlara ilham buyurmuş ve kendilerine bu kudreti bahsetmiştir.

Yahut Allah, telaffuzlarınızın cins ve şekillerini değişik kılmıştır, nitekim her yönden keyfiyetleri aynen bir olan iki telaffuzu duymak neredeyse imkânsızdır.

Yine renklerinizin, siyah, beyaz ve ikisinin arası olmak, üzere değişik olması da, yahut beden organlarının hatlarının, şekillerinin, renklerinin ve güzelliklerinin değişik olması da anılan delilerdendir, öyle kı, bu değişikliklerle şahıslar birbirlerini tanınmaktadır. Hattâ ikizler, yaratılış maddeleri ile sebepleri ve onlarla ilgili özelliklerde uyum içinde bulundukları halde, anılan vasıflarda birbirine çok benzeseler de mutlaka ikisinin arasında farklılıklar vardır.

Dillerin ve renklerin değişik olması, hakikatte enfüsî (dahilî) âyetlerdir; çünkü bundan önce zikredilen onların nefislerinin ve eşlerinin yaratılması kısmına dâhildir. Böyle iken, bunların afakî (haricî) âyetler olan göklerin ve yerin yaratılması kısmında zikredilmeleri, bunların da müstakil deliller olduklarını bildirmek ve bunları, insanların yaratılmasının tamamlayıcı unsurlarından sayıp hepsinin bîr delil oldukları vehminden sakınmak içindir.

B- "Hiç şüphesiz bunda bütün bilginler için birçok büyük ibretler vardır."

Yani zikredilen gökler ile yerin yaratılmasında ve diller ile renklerin değişik kılınmasında bütün bilginler için, sayıca çok, nitetik olarak pek büyük ibretler vardır. Nitekim, bir âyette de: "Bunları ancak âlimler idrâk etmektedir." denilmektedir.

Bu kelâm delâlet ediyor ki, bu deliller, gayet açıktır ve hiç kimse için gizli kalmamaktadır.

23

"Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve onların lûtfundan rızkınızı aramanız da, O'nun varlığının delillerindendir. Hiç şüphe ok ki, işiten bir topluluk için bunda birçok ibretler vardır."

A- Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve onların lûtfundan rızkınızı aramanız da, onun varlığının delillerindendir.

Yani sizin, nefsi (ruhî, beyinsel) kuvvetlerinizin dinlenmesi ve tabiî (bedenî) kuvvetlerinizin güçlenmesi için geceleyin ve gündüzün uyumanız ve her ikisinde de rızkınızı aramanız da, Allah'ın varlığımn delillerindendir. Zira uyumak da, rızk aramak üzere çalışmak da, hem gece, hem de gündüz vaki olmaktadır. Ancak genellikle uyumak geceleyin, rızk için çalışmak da gündüzün vaki olmaktadır.

Yahut geceleyin uyumanız ve gündüzün de rızkınızı aramanız, demektir. Nitekim, mutat olan ve bu konuda varid olan diğer âyetlere uygun olan da bu mânâdır.

B- "Hiç şüphe yok ki, işiten bir topluluk için bunda birçok ibretler vardır.

Yani anlamak ve aydınlanmak için kelâmı işiten bir topluluk için hiç şüphesiz bunda birçok ibretler vardır. Zira onlar, bu beyanın içerdiği hakikatleri tefekkür ederler ve onlardan, Allah'ın yüce şanlarına dektiler çıkarırlar.

24

"Yine O'nun delillerindendir ki, korku ve umut için size şimşeği gösteriyor ve gökten bir su indiriyor da, ölümünden sonra toprağı onunla diriltiyor. Hiç şüphe yok ki, aklını kullanan bir zümre için bunda birçok âyetler vardır."

Yani yine Allah'ın varlığının delillerindendir ki, yıldırım korkusu ve yağış umudu için, yahut yolcu için korku ve mukim için de umut olmak üzere size şimşeği gösteriyor ve gökten bir su indiriyor da, kurumasından sonra toprağı onunla canlandırıp bitkiler meydana getiriyor. Hiç şüphesiz aldım kullanan bir zümre için bunda birçok önemli âyetler vardır. Zira bu âyetler o kadar zahirdir ki, idraki için, sebeplerin ve keyfiyetlerinin oluşmasının anlaşılmasında, kullanıldığı takdirde, mücerret akıl bile yeterlidır.

25

"Bütün göğün ve yerin onun emrü fermânıyla durması da onun varlığının delillerindendir. Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı, siz kabirlerinizden hemen çıkıvcrirsiniz."

A- Bütün göğün ve yerin onun emrü fermânıyla durması da onun varlığımn delillerindendir.

Yani bütün göklerin ve yerin Allah'ın, onu irade etmesiyle ayakta durması, da, O'nun varlığımn delillerindendir.

Burada dahî iradenin emir olarak ifâde edilmesi, O'nun sonsuz kudretine ve kurallar ile sebeplerden müstağni olduğuna delâlet etmesi içindir.

Burada Allah in gökleri ve yeri ikame buyurmasından murat, onları inşa buyurması değildir. Zira inşa gerçeği, bütün gökleri ve yeri yaratması... O'nun varlığımn delillerindendir" âyetiyle beyan edildi. Yine bu ikameden murat, - bazılarının dediği gibi- görülen bir mukîm (ayakta tutan) olmaksızın durdurulmaları da değildir; zira bu da, onların inşasının devamıdır. Bunun sarih olarak zikredilmemesi ise, " göreceğiniz bir direk olmaksızın, gökleri yarattı." âyeti gibi birçok yerde zikredildiği içindir. Hayır, burada göklerin ve yerin ikame edilmelerinden murat, " Allah, bütün gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak olarak ve belli bir süre için yaratmıştır." âyetinde de belirtildiği üzere, mevcut nizamlarının, tayin edümiş zamânâ kadar devam etmesidir.

B- "Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı, siz kabirlerinizden hemen çıkiverirsiniz.

Bu âyet, gerçekleşme itibarıyla sayılan diğer âyetlerden sonra olup âhiretteki dirilişe bitişik olduğu için, zikir olarak da diğerlerinden sonra zikredilerek dirilişe bitişik kılınmıştır. Zira bu kelâm, göklerin ve yerin Mevcut nizamının süresi sona erdikten sonra öbür hayat için diriksin gerçekleşeceğini haber vermektedir; daha önce tâdât edilip delili sayılan âyetlere terettüp etmektedir. Yoksa kimi âlimlerin dediği gibi, bu da delillere dâhil değildir. Sanki şöyle denilmiş olur: Göklerin ve yerin, mevcut nizamının, Allah'ın takdir buyurduğu zamânâ değin O'nun emir ve fermânıyla durması da, varlığının delillerindendir. Sonra, süresi bittiğinde Siz kabirlerinizde iken sizi topraktan tek bir davetle çağırdığı zaman, "Ey Ölüler! Çıkın!" dediği, zaman, siz kabirlerinizden hemen çıkiverirsiniz. İşte "O gün çağıranın emrine uyacaklardır." âyeti de bunu bildirmektedir.

26

"Bütün göklerde ve yerde ne varsa, ancak O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir."

Yani bütün göklerde ve yerde meleklerden, insanlardan ve cinlerden ne varsa, yaratılış, mülkiyet ve tasarruf olarak ancak O'nundur; başkasının hiçbir veçhile bunlarda ortaklığı yoktur. Hepsi, O'nun icraatına boyun eğmişlerdir, hiçbir şânına karşı imtina etmek onların haddine değildir.

27

"İlk yaratmayı gerçekleştiren, ölümden sonra onu tekrarlayacak olan yegâne O'dur. Zaten bu, O'nun için daha kolaydır. Bütün göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur. Zaten azîz ve haldim yegâne O'dur."

A- İlk yaratmayı gerçekleştiren, ölümden sonra onu tekrarlayacak olan yegâne O'dur.

Bu âyet, daha önce zikredildiği halde burada tekrar edilmesi, sonrası için takrir ve ön hazırlık olması içindir.

B- "Zaten bu, O'nun için daha kolaydır."

Yani sizin kudretlerinize ve aranızda cari olan kurallara göre bu daha kolaydır; yoksa Allah için her ikisi de eşittir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani bu, pek kolaydır, demektir.

Bazı âlimlere göre, inşa (baştan yaratmak), lütuf yoluyladır ki, fail, fiil ile fiilin terki (yapıp yapmamak) arasında muhayyerdir, iade etmek ise, gerçekleşmesi mutlaka zorunlu olan vacip kabilindendir. Bu itibarla iade, husule inşadan daha yakındır. Zira inşa, hâsıl olmak ile olmamak arasında eşit durumdadır.

Bu görüş, haktan pek uzaktır; çünkü fiilin daha kolay olmasından murat, faili, icat etmeye dâvet eden hususların çokluğu ve kudretin, ona taallûkunu gerektiren sebebin kuvveti itibarıyla değil, fakat kudreti, vücuduna taallûk ettikten sonra ve vücudu başka sebeple vacip olduktan sonra hâsıl olmasının ve kendisinden sâdır olmasının kolay olması demektir. Bunda ise, anılan kudret taallûkunun, vacip veya muhayyer olması arasında bir fark yoktur.

C- "Bütün göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur.

Yani bütün göklerde ve yerde, umumî kudret, mükemmel hikmet ve diğer kemal sıfatları gibi şânı garip bütün yüce sıfatlar ancak O'nundur; başkasının bunlara denk sıfatlara sahip olması şöyle dursun, onlara yakın sıfatlara sahip olmaları bile mümkün değildir. Allah, bütün göklerde ve yerde bulunan yaratılmışların ve delillerin ihsanlarıyla bu sıfatlarla vasiflandırılmaktadır.

Burada yüce sıfatı "La ilahe illallah" demek olarak tefsir edenler, bu kelâmı, Allah'ı Vahdaniyet ile (bir ve tek olarak) vasıflandırmak şeklinde tefsir etmişlerdir.

D- "Zaten, azîz ve hakîm yegâne O'dur.

Yani mümkün, olan her şeyi baştan yaratmaktan da, onu tekrar hayata döndürmekten de âciz bırakılması asla söz konusu olmayan yegâne mutlak kaadir ve bütün tulleri hikmet ve maslahat kurallarına göre cereyan eden mudak hakim ancak Allahtır

28

"Allah, kendinizden size bir temsil vermiştir: size rızk olarak verdiğimiz şeylerde, mülkiyetiniz altında bulunan kölelerinizden, birbirinizden çekindiğiniz gibi çekineceğiniz derecede sizinle eşit haklara sahip ortaklar olur mu hiç! Akıllarını kullanan bir topluluk için âyetlerimizi işte böyle açıklıyoruz."

A- Allah, kendinizden size bir temsil vermiştir: size rızk olarak verdiğimiz şeylerde, mülkiyetiniz altında bulunan kölelerinizden, birbirinizden çekindiğiniz gibi çekineceğiniz derecede sizinle eşit haklara sahip ortaklar olur mu hiç!

Yani Allah, şirkin (Allah'a ortak, koşmanın) bâtıl olduğunu iyice açıklayan sizin kendi hallerinizden bir temsil vermiştir. Zira sizin kendi halleriniz, size en yakın olan, sizce en iyi bilinen haller olduğundan, böyle bir temsil, mezkûr şirkin bâtıl olduğuna en zahir şekilde delâlet etmektedir. Çünkü bu temsikn ona delâleti önceliklidir. O temsil de şudur: Size rızk olarak verdiğimiz mallarda veya tasarruf hakkına sahip olduğunuz her hangi bir şeyde, mülkiyetiniz altında bulunan köle ve cariyelerinizden, görüşlerini almadan yalnız kendi görüşünüzle, tasarrufta bulunmaktan, kendiniz gibi hür ortaklardan çekindiğiniz gibi çekineceğiniz derecede tasarrufta sizinle eşit haklara sahip ortaklar olur mu hiç siz kendi nefsiniz için buna razı olur musunuz? Köleleriniz, beşeriyet ve onun hükümlerinde sizin emsaliniz oldukları halde, size verdiğimiz rızklarda sizin ortaklarınız olmalarına, sizinle, onlar arasında hiç fark olmaksızın, onların da sizin gibi tasarruf etmelerine gönlünüz razı olur mu hiç! Ebetteki razı olmazsınız. O Köleler, sizin gibi beşer oldukları, sizin yaratmadığınız, fakat Allah'ın yarattığı insanlar oldukları halde bu ortaklığı utanç verici sayıyorsunuz. Şu halde siz, Allah'ın zâti hususiyetlerinden olan mabûdiyette, O'nun yarattığım, hatta O'nun yarattığı insanlar tarafından meydana getirilen nesneleri nasıl O'na ortak koşuyorsunuz? Nitekim siz bu putları kendi elinizle, yapıyorsunuz; sonra da onlara tapıyorsunuz.

B- "Akıllarını kullanan bir topluluk için âyetlerimizi işte böyle açıklıyoruz."

Yani işlerin tefekküründe akıllarını kullanan bir zümre için biz, âyetlerimizi hep bu temsil gibi gayet acık olarak beyan ve izah ediyoruz; hiçbir konuda bundan aşağı beyan ve ı?ahıımz olmaz. Zira temsil, aklî olan mânâları hissî surette tasvir etmek ve idi âk ten kaçan konuları ünsiyetli hale getirmektir. Bu itibarla temsil, izah ve beyanın en yüksek derecesi sayılmaktadır.

Âyetler, herkes için açıklandığı halde, burada, aklını kullananlar zikre tahsis edilmiş, çünkü âyetlerden faydalananlar, onlardır.

29

"Hayır! Zulmedenler, bilgisizce kötü arzularına uymuşlardır. Allah'ın dalâlette bıraktığını artık kim hidayete erdirebilir! Zaten onların hiçbir yardımcısı yoktur."

Bu kelâm, artık o kâfirlere hitap etmekten, temsillerle, âyetlerin tafsili ile ve hak mukaddimeleri kullanmakla onları hakka irşad etmekten yüz çevrildiğini bildiriyor ve onların hakka uymalarının imkânsız olduğunu beyan ediyor. Yani onlar, açıklanan âyetlerden hiçbir şeyi akıl etmemişler; aksine tamamen bilgisizce, inançlarının bâtıl olduğunu bilmeyerek kötü arzularına uymuşlar; arzularına o kadar kapanmışlar ki, kendilerini hiçbir şey geri çevirememektedir. Bilgi sahibi olan kimse ise, bâtıla uyduğu zaman, bilgisi, ergce onu bâtıldan geri çevirir. Kendi hür iradelerini dalâletin iktisabında kullanmaları sonunda Allah'ın dalâlette bıraktığı, kendilerinde dalâlet yarattığı kimseleri artık hiç kimse hidâyete erdiremez. Zaten Allah'ın hidâyet vermediği kimseleri dalâletten kurtarabilecek, dalâlete ve afetlerine uymaktan koruyabilecek hiçbir yardımcıları yoktur.

30

"Resûlüm! Attık sen yüzünü Hanîf olarak dine, Allah'ın, insanları kendisi üzerinde yarattığı fıtrat dinine yönlendir. Zira Allahın yaratışında hiçbir değiştirme olmaz. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler."

A- Resûlüm! Artık sen yüzünü Hanîf olarak dine, Allah'ın, insanları kendisi üzerinde yarattığı fıtrat dinine yönlendir.

Bu ifâde, Resülullah'ın dine yönelmesine, o istikamette sebat etmesine ve onun sebeplerinin tertibine önem vermesine bir temsildir. Zira gözle görülen bir şeye önem veren bir kimse, gözünü ona diker; bakışını ona doğrultur ve ona yönelerek yüzünü ona çevirir. Yani ey Resûlüm! Sen hanîf olarak (bâtıla iltifat etmeyerek), yüzünü sadece, bu hak dine, Allah'ın, insanları kendisi üzerinde yarattığı fıtrat dinine doğrult; sağa, sola hiç bakmadan yalnız ona dön. Yahut hanîf (dosdoğru) dine dön.

Âyette, "Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtrat dinîne" denilmesi, bu emre uymanın vücûbunu teltid etmek içindir. Zira Allah'ın, insanları, hakkı kabul etmeye yatkın, hakkı idrâk etmek imkânına sahip olmak demek olan fıtrat üzerinde, yahut İslâm milleti (dini) üzerinde yaratması, bu fıtrata sarılmayı ve kesin olarak ona bağlı kalmayı gerektirmektedir. Zira bu fıtratla baş başa bırakilsalar, bu fıtrat, onlari hak dine götürür; bunun karşısında başka bir dini seçmezler. Onlardan sapanlar ise, insan ve cin şeytanlarının ay artmasıyla sapmaktadırlar.

Peygamberimiz, bu hakikati anlatmak konusunda (bir kudsî hadiste) Allah'tan hikâye ederek şöyle demektedir: "Bütün kullarım, hanîf olarak yaratıldılar; fakat sonra şeytanlar, onları dinlerinden saptırdılar ve başkasını bana ortak koşmalarını onlara emrettiler."

Peygamberimiz, bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Her çocuk, islam fıtratı üzerinde doğmaktadır. Nihayet onu Yahudi ve Hıristiyan yapan, onun ebeveynidir."

B- " Zira Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme olmaz.

Bu cümle, ilâhî fıtrata bağlı kalmanın, bu emre uymanın zorunluluğunun illet ve sebebini açıklamaktadır. Yani kötü arzulara uyarak ve şeytan vesvesesini kabul ederek Allah'ın yarattığı fıtratın gereğini ihlal etmek, onun icaplarını yerine getirmemek suretiyle fıtratı değiştirmek asla doğru, uygun olmaz.

Diğer bîr görüşe göre ise, yani hiç kimse Allah'ın fıtratını değiştiremez. Bu görüşe göre değiştirmeyi, fıtratın kendisini değiştirmek mânâsına hamletmek gerekir ki bu da, fıtratı tamamen ortadan kaldırmak ve onun yerine, hakkı kabul etmeye yatkın olmayan ve hakkı idrâk etmek imkânı bulunmayan başka bir fıtratı koymakla olur. Zira birinci mânâya göre değiştirmenin, mümkün ve hatta kesin olarak vaki olduğu zorunlu bir gerçektir. Bu mânâya göre, illet ve sebep ciheti şöyledir: Sağlam fıtrat, herkeste bulunmaktadır. Şu halde onun icaplarını tertip ederek ona bağlı kalmak gerekir ve kötü arzulara uyup şeytan izinden gitmek suretiyle fıtratı ihlal etmemek lazımdır.

C- "İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.

Yani dosdoğru, hiç eğrisi ve yanlışı olmayan din, işte bu islâm dinidir; fakat insanların çoğu bu hakikati, bilmiyorlar; bu yüzden de İslâm'dan tamamen sapıyorlar.

31

"Hepiniz Allah'a yönelerek ona karşı gelmekten sakının; namazı da gereğince lalın ve hiçbir veçhile müşriklerden olmayın."

Yani Allahın koyduğu fıtratı değiştirerek hiçbir şeküde müşriklerden olmayın.

32

"Dinlerini paramparça edip türlü fırkalara ayrılmış olanlardan olmayın. Her fırka, kendi elindeki ile böbürlenmektedir."

A- Dinlerini paramparça edip türlü fırkalara ayrılmış olanlardan olmayın.

O müşriklerin, dinlerini paramparça etmeleri, kötü arzularına göre, taptıklarında görüş ayrılığına düşmeleridir.

Bu kelâm, müşriklerin her hangi bir fırkasına katılmaktan şiddetle sakındurmaktadır; zira bütün müşriklerin apaçık dalâlette olduklarını bildirmektedir.

B- "Her fırka, kendi elindeki ile böbürlenmektedir."

Yani her ûrka, elindeki eğri, çürük ve bâtıl görüş üzerine tesis edilmiş din ile böbürlenmekte, kendi dininin hak okluğunu sanmaktadır. Fakat heyhat!..

Bu cümle, makabli için, dinlerini paramparça etmeleri ve türlü, türlü fırkalara ayrılmaları hususu için bir izah mahiyetindedir.

33

"Şu insanlara her hangi bir zarar dokundu mu, rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından bir rahmet tattırdı mı, onlardan bir fırka, hemen Rablerine ortak koşarlar."

Yani şu insanlar, bir sıkıntıya düştükleri zaman, başkasına yalvarmaktan dönüp Allah'a yönelirler. Sonra o sıkıntıdan kurtulduklarında bir de bakarsın ki, onlardan bir fırka, hemen Allah'a ortak koşmaya başlarlar.

Ortak koşma, onlardan yalnız bir fırkaya tahsis edilmiş, çünkü onların bazıları böyle değildir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Sonra onlari kurtarıp karaya çıkarınca, bakarsın ki, onlardan bazıları doğru yolda kalmaktadır", yahut kısmen caydığı için "Küfürde orta bir yol tatmaktadır."

34

"Şunun için ki, kendilerine verdiğimiz, nimetlere nankörlük etsinler! Şimdi eğlenmeye çalışın; ama yakında bileceksiniz."

Yani sonuç olarak, kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmek için bunu yapıyorlardı.

Yahut bu, bir tehdit emridir. Yani kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etsinler bakalım! ...

35

"Yoksa onlara bir sultan (hüccet) mi indirmişiz de, o hüccet de müşrik olmalarım mı söylemektedir?"

Bu kelâm, onlardan yüz çevirmenin lüzumunu bildirmekte ve cinayetlerini ifşa edip başkalarına tâdât etmektedir.

Âyetteki sultan, açık hüccet demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yoksa onlara, elinde kesin delil bulunan bir melek mi indirmişiz... demektir. Burada söylemek (tekellüm), delâlet yoluyla olan söylemektir. Tıpkı "Bu, size karşi gerçeği söyleyen kitabımız dır" âyetinde olduğu gibi. Yahut ifâde söylemesidir.

Müşrik olmalarını söylemek, müşrik olmalarına sebep olan emir de olabilir.

36

"Biz, şu insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinirler. Yaptıklarından dolayı onlara bir fenalık çarptı mı da, hemen ümitsizliğe düşüverirler."

Yani şu insanlara sağlık ve geniş imkânlar gibi nimetler verdiğimiz zaman, hamd ve şükür olarak değil, fakat şımararak ve böbürlenerek sevinirler. Onların bizzat işledikleri günahların uğursuzluğu olarak kendilerine bir sıkıntı isabet ettiği zaman da, hemen Allah'ın rahmetinden ümitlerini keserler.

37

"Görmediler mi ki, Allah, dilediği kimsenin rızkını genişletiyor ve daraltıyor? Hiç şüphesiz bunda, inanır bir toplum için birçok deliller vardır."

Yani onlar bakıp görmediler mi ki, Allah, ödediği kimsenin rızkını bol veya dar olarak verir? Su halde onlara ne oluyor da, mü’minler gibi, hem sevinçli hallerinde de, sıkıntılı hallerinde de şükür ve muhasebe yapmıyorlar? Hiç şüphesiz bunda, inanır bir zümre için, ilâhî kudret ve hikmete dâir birçok detiller vardır.

38

"O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en hayırlısidır. İşte kurtuluşa erenler de ancak onlardır. Allah'ın vechini (rızasını) isteyenler için bu, en hayırlısıdır. İşte kurtuluşa erenler de onlardır."

A- "O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en hayırlısıdır. İşte kurtuluşa erenler de ancak onlardır."

Yani ey Resûlüm! O halde sen, akrabaya, Sıla-i Rahim, sadaka ve diğer hayırlar gibi hakkını ver ve yoksul ile yolda kalmışlara da haklarını ver. Bu hitap, Peygamberimiz içindir, yahut rızkları genişletilenler içindir.

B- "Allah'ın vechini (rızasını) isteyenler için bu, en hayırlısıdır. İşte kurtuluşa erenler de onlardır."

Yani Allah'ın zâtını, yahut cihetini isteyip de yaptıkları iyilikle, sırf O'nun rızasını, yahut başka bir ciheti değil, sadece O'na yaklaşma cihetini kasteden kimseler için, en hayırlısı budur. İşte felâha erenler de, onların ta kendileridir; çünkü kendilerine bahşedilmiş olan geniş imkânlarla, ebedi nimetleri kazanmışlardır.

39

"İnsanların mallarında artış olması için verdiğiniz riba (faiz), Allah katında artış getirmez. Allah rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekât verenler, mallarını kat, kat arttıranların ta kendileridir."

Yani insanların mallarını arttırmak için, muamelede karşılıksiz olarak verdiğiniz fazlalığm Allah katında bereketi olmaz. Sadece Allah rızasını kazanmak için zekât verenler ise, mükâfatlarını kat, kat arttıranların ta kendileridir.

40

"Allah, odur ki, sizi yaratmış; sonra rızkınızı vermiştir; sonra o, hayatınızı sona erdirecektir; daha sonra da sizi tekrar diriltecek-tir. Pekiyi, sizin Allah'a ortak kostaklarınız içinde bunlardan bir şey yapabilecek var mı? Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir."

Bu kelâmda, Allah'a, İlalılığın ayrılmaz vasıfları ve hususiyetleri ispat edildikten sonra bu özellikler, onların, Allah'a ortak kıldıkları putlardan ve diğer bâtıl mabutlardan tamamen nefy edilmekte ve bu hüküm, hüccet, müşahede ve ittifakın delâlet ettikleri inkâr ile de pekiş dirilmektedîr. Sonra da Allah'ın ortaklardan münezzeh olduğu sonucu bundan çıkarılmaktadır.

41

"İnsanların bizzat işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde bu düzensizlik belirdi ki, Allah, yaptıklarının cezasının bir kısmını dünyada onlara tattırsın; olur ki dönerler onlar."

Yani insanların bizzat işledikleri günahların uğursuzluğu yüzünden, yahut insanların, onları (sebeplerini) gerçekleştirmeleri ile, karada ve denizde kıtlık, davar kıran, sel, felaket, bereketsizlik ve zararların çoğalması gibi, yahut dalâlet zulüm meydana geldi.

Diğer bir görüşe göre ise, denizden murat, sahil ve deniz kasabalarıdır.

Bir görüşe göre ise, karada fesat (bozgunluk) çıkması, Kaabilin, kardeşi Halil'i öldürmesiyle, denizde de Çelendi denilen hükümdarın gemileri gasp etmesiyle olmuştur.

Dünyada onlara verilen ceza, günahlarının cezasının bir kısmıdu; çünkü cezanın tamamı âhirette verilecektir.

42

"Resûlüm! De ki: şu yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice olmuş görün. Onların çoğu müşrik idi."

A- "Resûlüm! De ki: şu yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice olmuş görün."

Yani eski milletlerin akıbetlerini anlamak için, yeryüzünde gezip dolaşın da onlardan kalan tarihî eserleri görün, inceleyin.

B- "Onların çoğu müşrik idi."

Bu cümle, onların başına gelenlerin sebebinin, aralarında şirkin yayılması olduğunu, yahut çoğunda şirk, diğerlerinde ise, şirkten aşağı olan günahları olduğunu bildirmektedir.

43

"Sen artık Allah katından, dönüşü olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü, dosdoğru olan bu dine tut! O gün fırka fırka olacaklardır."

Yani Allah'ın ezelî iradesi o günün geleceğine taallûk, ettiği için, vâdesi geldiğinde Allah, onu geri döndürmeyecektir. O gün insanlar, iki lirkaya ayrılacaklar; bir fırka cennete, bir fırka da cehennemde olacaktır.

44

"İmdi, kim kâfir olursa, küfrü kendi aleyhinedir; kim de sâlih amel yaparsa, işte onlar kendileri için hazırlık yapmış olurlar."

Yani kim kâfir olursa, küfrünün vebak olan ebedî Cehennem azabı kendisinin olur; kimde sâlih amel yaparsa, onlar da, cennette kendileri için yer hazırlamış olurlar.

45

"Şunun için ki, Allah, iman edip sâlih ameller yapanlara lûtfundan mükâfat versin. Şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez."

Yani Allah, onları iki fırkaya ayırtır ki, her fırkaya ameline göre karşılık versin.

Maksut olan bizzat mü’minlerin mükâfatı olduğu için, gaye konusunda o, zikredilmiştir.

Bu mükâfat, lütuf olarak ifâde edilmiş; çünkü mükâfatlar, zorunluluk değil, lütuf kabilindendir.

İkinci fırkanın cezasına da, "şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez cümlesiyle işaret edilmiştir. Zira Allah'ın sevmemesi, O'nun öfkelenmesinden kinayedir ki, o da, mutlaka cezayı gerektirmektedir.

46

"Allah'ın, rahmetinden size tattırması da, buyruğu ile gemilerin denizde akması da, lutf-u kereminden rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz diye müjdeciler olarak rüzgârlar göndermesi de onun varlığının delillerindendir."

Bu rüzgârlardan murat, sabâ, kuzey ve güney rüzgârlardır. Zira bunlar rahmet rüzgârlarıdır. Günbatısı rüzgârı ise, azap rüzgârıdır. Peygamberimizin: "Allah'ım! Onları rüzgârlar (üç rüzgâr) kıl; tek rüzgâr kılma!" hadisi de, bunu anlatmaktadır.

Tattırılan rahmetten murat, ilâhî rahmetin sonuçlardır. Diğer bir rivâyete göre ise, yağmur yağmasına bağlı olarak meydana gelen bolluktan Yahut rüzgârın esmesiyle beraber hâsıl olan ferahlıktır.

Aranan rızktan murat da, deniz ticaretiyle elde edilen rızktır.

47

"Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de, onlara mucizeler getirdiler. Sonra biz mücrimlerden öç aldık. Zaten mü’minlere yardım etmek, üzerimize düşen bir haktır."

Yani biz, seni kendi kavmine gönderdiğimiz gibi, senden önce nice peygamberleri de kendi kavimlerine gönderdik. Sen kendi kavmine mucizeler getirdiğin gibi, her peygamber de, kendine, mahsus mucizeleri kavmine getirmişti. Sonunda onlar, peygamberlerini yalanladılar; biz de, onlardan öç aldık.

"Zaten mü’minlere yardım etmek, üzerimize düşen bir haktir" kelâmı, mü’minler için ziyadesiyle teşrif ve ikramdır. Nitekim mü’minler, Allah katında, kendilerine yardim edilmesi hakkına sahip kılınmışlardır. Bir de, bu cümle, kâfirlerden öç almanın, mü’minlere yardım etmek için olduğunu zımnen bildirmektedir.

Belki de bu âyetin, rüzgârların hallerini ve hükümlerini bildiren mezkûr âyet ile gelecek âyet arasında zikredilmesi, kâfirleri uyarıp onları, istenen şükrün gereklerini ihlal etmekten sakındırmak içindir. Nitekim "ve şükredesiniz diye", yani rüzgârların gönderilmesine bağlı kılınmiş olan nimetlere şükredesiniz diye. Kâfirler, bu şekilde uyarılmış ki, o ümmetlerden intikam alındığı gibi, kendilerinden de alınmasın.

48

"Allah, odur ki, rüzgârları gönderir; onlar da bir bulut kaldırır; sonra Allah onu gökyüzünde dilediği gibi yayar ve onu parça, parça böler; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Artık onu kullarından dilediğine isabet ettirince, bir de bakarsın, onlar sevinç içinde kak verirler."

Bu kelâm, daha önce rüzgârların hallerinden mücmel bırakılan hususları beyan etmektedir. Yani Allah, O'dur ki, rüzgârları gönderir; rüzgârlar da, bir bulut kaldırır; sonra Allah, onu gökyüzünde, gök boşluğunda dilediği gibi, bazen bir bütün olarak, hareket eden, yahut duran, tamamen kaplayicı olarak, yahut böyle olmayarak, bir tarafta, yahut her tarafta yayar, bazen de o bulutu parça, parça yayar; nihayet her iki defasında da arasından yağmurun çıktığını görürsün. Artık Allah, o yağmuru kullarından dilediği kimselerin memleketlerine ve topraklarına isabet ettirince, bir de bakarsın ki, onlar seviniverirler.

49

"Halbuki onlar, daha önce üzerlerine yağmur yağdırılmasından önce umutlarını iyice kesmişlerdi."

Âyette "önce" kelimesinin tekrar edilmesi, tekid için ve uzun zaman yağmur görmediklerin ve umutlarını tamamen yitirdiklerini bildirmek içindir.

50

"Resûlüm! Artık sen, Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak ki, yeryüzünü, ölümünden sonra nasıl diriltmektedir! Hiç şüphesiz o, ölüleri de diriltecektir. Zaten o, her şeye Kâdir'dir."

A- "Resûlüm! Artık sen, Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak kı, yeryüzünü, ölümünden sonra nasıl diriltmektedir!"

Yani ey Resûlüm! Yağmurun yağdırılmasının sonucu olarak Allah'ın rahmetinin eserleri olan çeşidi bitkilere, ağaçlara ve meyvelere bak ki, Allah, yeryüzünü, ölümünden sonra nasıl hârika bir şekilde diriltmektedir!

Bu bakma emrinden murat, Allah'ın kudretinin büyüklüğüne ve rahmetinin geniştiğine dikkat çekmek, bir de, bundan sonra gelecek olan yeniden dirilme konusuna hazırlık olması içindir.

B- "Hiç şüphesiz o, ölüleri de dirdtecektir."

Yani hiç şüphesiz yüce şanlarından bazıları zikredilen Allah, ölüleri, tekrar diriltmeye de Kadirdir. Çünkü bu ikinci diriltme, daha önce bedenlerinin maddelerinde bulunan hayvani kuvvetlerin benzerlerini tekrar ihdas etmektir. Tıpkı yeryüzünü diriltmek de, daha önce onda bulunan nebatî (bitkisel) kuvvetleri yeniden meydana getirmek olduğu gibi.

Yahut Allah, ölüleri de hiç şüphesiz diriltecektir.

C- "Zaten o, her şeye Kâdir'dir."

Bu cümle, makablinin mefhumunu açıklayan bir zeyil mahiyetindedir. Yani Allah, her şeye ve ezcümle onları diriltmeye de son derece Kadirdir. Çünkü O'nun kudretinin her şeye nispeti eşittir.

51

"Yemin olsun ki, biz, zararlı bir yel gön dersek de, ekini sararmış görseler, ardından muhakkak nankörlüğe başlarlar."

Kimilerine göre "Ekini sararmış görseler" yerine, yani bulutu sararmış görseler, demektir. Ancak bu görüşün isabetten uzak olduğu açıktır.

Yani yemin olsun ki, biz, sıcak veya soğuk bir yel göndersek de, ekinleri yemyeşil iken, bu yel vurduktan sonra onu sararmış görseler, ardından hiç tereddüt etmeden nankörlüğe başlarlar.

Daha önce bu kâfirlerin durumu tespit edildikten sonra burada onlar açıkça zemmedilmekte ve onların ifrat ile tefrit arasında süratle değiştikleri bildirilmektedir. Zira onlar, her halükârda tevekkül etmek, onlardan yağmur kesildiğinde Allah'a sığınıp istiğfarda bulunmalı, O'nun rahmetinden umutlarını kesmemek, kendilerine yağmur isabet ettiğinde de ibadette bulunmak suretiyle şükre koşmak, sevinçte de ifrat cihetine gitmemeli, ekinlerine hilafet vurduğunda da onlar belaya sabretmek ve O'nun nimetlerine nankörlük etmemelidirler. Halbuki onlar, bunun aksini yaptılar; kendilerine fayda getiren hareketlerde bulunmadılar ve zararlarına olan işler yaptılar.

52

"Resûlüm! Elbette sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara ses duyuramazsın, "

Zira onlar da tıpkı sağırlar gibidirler; çünkü hakka karşı şuurları kapanmıştır.

Âyette, ses duyuramama hükmünün "Arkalarını dönüp giderlerken" kaydına bağlanması, o kâfirlerin hallerinin son derece kötü olduğunu beyan etmek ve onların iki kötü hasleti kendi nefislerinde topladıklarına dikkat çekmek içindir: onlar kulaklarını hakka kapatmışlar ve hakka kulak vermekten de yüz çevirmişlerdir. Eğer onlarda bu ikisinden biri bile olsa, onlara yeterdi. Şu halde, ikisini kendi nefislerinde topladıkları zaman durumları nasıl olur zira konuşana bakan sağır, onun sözlerinden hiçbir şey anlarnıyorsa da, onun vaziyetlerine ve hareketlerine bakarak sözlerinden bir şeyler anlayabilir. Ama konuşana arkasını döndüğü zaman, ondan hiçbir şeyi anlayacak değildir.

53

"Ve sen, körleri sapıklıklarından çevirip hidâyete erdirecek değilsin. Sen ancak teslimiyet göstererek âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin."

Onların körler olarak vasıflandırılmaları, görmenin gerçek amacını yitirdikleri için, yahut kalpleri kör olduğu içindir.

Zira kendilerine emrettiğin hakka boyun eğenlerin îmanı, kendilerini âyetleri tefekkür etmeye ve kabul ile karşılamaya davet etmektedir.

Yahut âyetlere îman edenlerden murat, onlara îman etmeye yakın olan ve onlara gereğince, yönelen kimseler demektir.

54

"Allah odur ki, sizi ilkin güçsüz yaratmıştır; sonra güçsüzlüğün, ardından güç vermiştir; sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve ihtiyarlık vermiştir. O, dilediğini yaratır. Zaten yegâne, atim ve kadir O'dur."

A- "Allah odur ki, sizi ilkin güçsüz yaratmıştır; sonra güçsüzlüğün ardından güç vermiştir; sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve ihtiyarlık vermiştir."

Yani Allah, ilkin sizi güçsüz yaratmıştır; sizin esasınızı güçsüzlük kılmıştır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "İnsan, zayıf olarak yaratılmıştır." Yani sizi zayıf bir asıl olan meniden yaratmıştır; sonra güçsüzlüğün ardından siz erginliğe erdiğinizde, yahut ruhlar bedeninize girdiğinde size güç vermiştir; sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve ihtiyarlık vermiştir.

B- "O, dilediğini yaratır. Zaten yegâne atim ve kadir O'dur."

Yani Allah, her dilediğini ve ezcümle zikredilen güçsüzlüğü, gücü ve ihtiyarlığı da yaratır. Zaten her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, yegâne O'dur.

55

"Saat (kıyamet) kopacağı gün, günahkârlar, bir saatten başka kalmadıklarına yemin derler. İşte onlar dünyada da haktan böyle döndürülüyorlardı."

A- "Saat (kıyamet) kopacağı gün, günahkârlar, bir saatten başka kalmadıklarına yemin derler."

Kıyamete saat denilir, çünkü kıyamet, dünyanın son saatinde kopacaktır. Yahut kıyamet, aniden kopacağı için ona saat denilmektedir.

İşte kıyamet koptuğu zaman, günahkârlar kabirlerinde, yahut dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin edeceklerdir. Ancak birinci görüş, en zahir olanıdır. Zira onların kabirde bekletilmelerinden sonraki aşama, ikinci diriliş günüdür. Dünyada kalmaları ise böyle değildir.

Bir diğer görüşe göre ise, ancak bir saat kaldıklarına yemin ettikleri devre, dünyanın yok olması ile ikinci diriliş arasında azaplarının kesildiği devredir.

Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Dünyanın yok olması ile ikinci diriliş arasında kırk vardır."

Hadiste geçen kırk sayısı, saatlere de, günlere de, yıkara da muhtemeldir.

Diğer bir görüşe göre ise, bunun kırk yıl mı, yahut kırk bin yıl mı olduğu bilinmemektedir.

Onlarin, kaldıkları süreyi az bulmaları, unutmadır, yahut yalandır, yahut da tahmindir.

B- "İşte onlar dünyada da haktan böyle döndürülüyorlardı."

Yani onlar, tıpkı bu haktan yanlışa döndürülme gibi, dünyada da haktan ve doğruluktan böyle döndürülüyorlardı.

56

"Kendilerine ilim ve îman verilmiş olanlar ise şöyle derler: yemin olsun ki, siz, Allah'ın, kitabında belirttiği yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bugün yeniden dirilme günüdür; fakat siz bilmiyordunuz."

Yani dünyada kendilerine ilim ve îman verilmiş olan melekler ve insanlar ise şöyle derler: "Yemin olsun ki, siz Allah'ın ilminde, yahut hükmünde, yahut yazısında ve tayininde, yahut Levh-ı Mahfuzda, yahut "Onların gerisinde ise bir berzah (ölüm ile haşır arası dönem) vardır." âyetinde belirtildiği, üzere Kur’ân'da belirttiği yeniden dirilme gününe kadar kaldınız."

Kendilerine kim ve îman verilmiş olanlar, bu sözleriyle, onların söylediklerini reddedecekler ve bunu yemin ile de pekiştirecekler. Belki de, o bedbahtlar, aşın şaşkınlıklarından dolayı, dünyada kendilerine vaad edilen, kendileri ise inkâr ettikleri, bütün kâinatın yok olmasından sonra olacağını duydukları ve kendisi için pek uzun bir zaman takdir ettikleri ve aslında dünyada, onun gerçekleşeceğine inanmamış oldukları ikinci diriliş olduğunu anlamayacaklar. İşte bunun, üzerine anılan ilim sahipleri onların sözlerini reddedecekler ve kendilerinin, dünyada duyup da inkar ettikleri gayet uzun bir zaman berzahta kaldıklarına dikkat çekeceklerdir ve "İşte bugün yeniden dirilme..." sözleriyle vukuunu haber vererek onları susturacaklardır. Yani dünyada size vaad edilen yeniden dirilme günü budur; fakat siz dünyada bunun hak olduğunu bilmiyordunuz ve alay ederek çabucak gelmesini istiyordunuz.

57

"Artık o gün, zulmeden kimselerin mazeretleri fayda vermeyecektir; onlardan tevbe de istenmeyecektir."

Yani kıyamet günü artık beyan edecekleri mazeretler, kendilerine bir fayda sağlamayacağı gibi, dünyadakinin aksine, onlar tevbe ve ibadete de davet edilmeyeceklerdir.

58

"Yemin olsun ki, biz, bu Kur’ân'da insanlara her çeşit misal vermişizdir. Yine yemin olsun ki, sen onlara bir âyet getirsen, o kâfirler hiç şüphesiz şöyle diyecekler: "Siz ancak yalancılarsınız."

Yani Allah'a yemin olsun ki, biz onlara, temsil gibi garip sayılan her hali beyan ettik ve her sıfatı vasıflandırdık ve kıyamet günü diriltilecek olanların sıfatlan, kıssaları, onlarin söyleyecekleri, onlara söylenecek olanlar ve mazeretlerinin geri çevrilmesi gibi her acayip kıssayı da anlattık. Yine yemin olsun ki, sen onlara, bunların benzerlerini anlatan bir Kur’ân âyetim getirsen, aşırı azgınlıklarından, inatlarından ve kalplerinin katı olmasından dolayı, sana hitap ederek şöyle diyecekler: "Siz ancak yalancılarsınız."

59

"Allah, bilmeyen kimselerin kalplerini işte böyle mühürler."

Yani bu feci mühürleme, gibi, Allah, ilim talep etmeyen, hakkı araştırmayan, fakat inandıkları hurafelerde ve icat ettikleri saçmalıklarda ısrar eden kimselerin kalplerini mühürler. Zira mürekkep cehalet (bilmemek ve bilmediğini de kabul etmemek), hakkin idrakine engel olmakta ve haklıyı tekzip etmeyi mucip olmaktadır.

60

"Resûlüm! Attık sabret! Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Buna kesin, olarak inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe sevketmesinler!"

Yani ey Resûlüm! Artık onlardan duyduğun saçma sözlere ve gördüğün kötülüklere sabret. Şüphesiz Allah'ın, sana verdiği zafer, islâm dinini üstün kılmak ve hak sözü yükseltmek (ilây-ı kelimetullah) vaadi haktır; bu vaad, mutlaka yerine getirilecek ve gerçekleşecektir. Onlara okuduğun âyetleri yalanlayarak ve saçma hareketleriyle ve ezcümle onların sana: "Siz ancak yalancılarsınız" diyerek sana eziyet edenler, sakın seni gevşekliğe ve kararsızlığa sevk etmesin! Zira onlar, hakka karşı şüphe içinde ve dalâlette bulunuyorlar; bu gibi hareketler onlardan beklenir.

Bu kelâm-ı kerîm, zahiri itibarıyla her ne kadar kâfirleri, Peygamberimizi gevşektiğe sevk etmekten men' etmek anlamım ifâde ediyorsa da, kinaye, yoluyla, Peygamberimizin, onların bu hareketlerinden etkilenmemesini ve onların fitnesine düşmemesini emir buyurmaktadır. Nitekim "Bir kavmeolan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin." âyeti de bu kabildendir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse Rûm sûresini okursa, yer ile gök arasında Allah'ı tesbih eden meleklerin sayısının on katı kadar ona sevap verir ve o gün ve gecesinde zayi ettiği imkânları telafi etmiş olur. "

0 ﴿