LOKMAN SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur. Namaz ve zekâtı anlatan 4. Âyetinin Medine'de nazil olduğu rivâyeti varsa da, bu rivâyet zayıftır; çünkü bu rivâyet, namaz ile zekâtın, Mekke'de meşru kılındıklarına ters düşmektedir.

Bir rivâyete göre bu sûrenin 27, 28 ve 29. Âyetleri Medine'de nâzti olmuştur. Sûre, 34 veya 33 âyettir.

1

"Elif. Lanı. Mim."

2

"İşte bu âyetler, hâkim kitabın âyetleridir."

Kur’ân'a hakim denilmesi, çok hikmet içermesinden dolayıdır. Yahut Kur’ân'ın, hakim olarak vasıflandırılması, Allahın sıfatıyla vasıflandırılması kabilindendir. Yahut onu indiren, onu söyleyen hâkimdir, demektir.

3

"Bu âyetler, sevap işleyenler için bir hidâyet rehberi ve rahmettir."

4

"Onlar, o kimselerdir ki, namazı gereğince kılarlar; zekâtı da veririler ve onlar âhirete de kesin olarak inananların ta kendileridir."

Eğer bu sevaplardan murat, İslâm dininde bilinen meşhur ameller ise, bu takdirde ondan sonraki âyet, o amellerin izahı olur; yok eğer sevaplardan bütün sevaplar kastediliyorsa, bu takdirde, bütün ameller içinden bu üç amelin zikre tahsis edilmesi, onların, diğer amellerden daha faziletli ve önemli olduklarını göstermek içindir.

5

"İşte onlar, rablerinden olan bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır."

Yani onlar, bütün matluplarına erişenler ve her fenalıktan önemsiz kurtulanlardır. Çünkü onlar ilmi de, ameli de hâiz olmuşlardır. Bu kelâmın olabildiğince izahı, Bakara sûresinde geçti.

6

"O insanlardan öylesi var ki, hiçbir bilgiye dayalı olmaksızın., Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için lehvel hadisi (boş lakırdı) satın alır. İşte onlara rezil-rüsva edici bir azap vardır."

Lehvel Hadis, kişiyi, önemli ve faydalı konuşmalardan alıkoyan asılsız lakırdılar, önemsiz masallar, komik konuşmalar ve diğer hayırsız fuzûk sözlerdir.

Deniliyor ki, bu âyet, Nazr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, bu zât, Acemlerin (frankların) kitaplarını satın almış; bunları Kureyşlîlere anlatıyordu ve şöyle diyordu: "Muhammed, Ad ve Semûd tarihini size anlatıyor; bende size Rüstem, Isfendiyar ve Kisraların tarihini anlatıyorum."

Diğer bir görüşe göre ise, anılan Nazr, cariyeler satın alıyordu ve müslüman olmak isteyenleri engellemek için bu cariyeleri onlarla eğlenmeye gönderiyordu.

Yani o insanlardan kimi de var ki, satın alacağı hakkında hiçbir bilgisi olmaksızın, sırf hayırdan ibaret olan bir şey karşılığında sırf serden ibaret olan bir şeyi satın alarak, Allah'ın yoluna eriştiren hak dininden, yahut Allah'a hidâyet eden kitabını okumaktan saptırmak ve islâm dinini, yahut Kur’ân okumayı maskara edinmek için boş lakırdı satın alır. İşte onlar, batili hakka tercih etmekle ve insanları bâtıla teşvik etmekle, hakka ihanet etmelerinden dolayı kendilerine rezil-rüsva edici bir azap vardır.

7

"Âyetlerimiz kendilerine okunduğu zaman sanki onları işitmemiş gibi, sanki iki kulağında ağırlık varmış gibi fazla büyüklük taslayarak yüz çevirir. İşte ona dayanılmaz bir azabı müjdele."

A- "Ayetlerimiz kendilerine okunduğu zaman sanki onları işitmemiş gibi, sanki iki kulağında ağırlık varmış gibi fazla büyüklük taslayarak yüz çevirir."

Yani hikmet dolu Kitabın âyetleri olan ve sevap işleyenler için hidâyet rehberi ve rahmet olan âyetlerimiz, o hayrın karşılığında şerri satın alanlar okunduğu zaman, işittiği halde sanki onları hiç işitmemiş gibi, sanki öyle işitmeye mani iki kulağında ağırlık varmış gibi aşın derecede büyüklük taslayarak onlardan yüz çevirir ve onlara hiç aldırmaz.

Bu kelâm, işaret ediyor ki, âyetleri işiten kimsenin, yüz çevirmesi ve büyüklük taslaması tasavvur olunamaz. Zira âyetlerde, onlara yönelmeyi ve boyun eğmeyi gerektiren açık hakikatler vardır. Nitekim bu ifâde kabilinden olarak şâir Leyla bînt Tarif de, (kardeşinin mersiyesinde) şöyle demektedir:

(Ey sedir ağacı! Neden böyle yaprak açmışsın! Sanki sen, Tarifin oğluna hiç yas tutmamışsın!)

B- "İşte ona dayanılmaz bir azabı müjdele."

Yani ona bildir ki, son derece elem veren azap, mutlaka ona erişecektir. Burada müjdeleme ifâdesinin kullanılması, onlarla istihza içindir.

8

Bak. Âyet 9.

9

"Şüphesiz îman edip de, sâlih ameller yapanlar için, içinde sonsuz kalacakları cennet nimetleri vardır. Bu, Allah'ın verdiği hak vaadtir. Zaten azîz ve hâkim yegâne O'dur."

A- "Şüphesiz îman edip de, sâlih ameller yapanlar için, içinde sonsuz kalacakları cennet nimetleri vardır. Bu, Allah'ın verdiği hak vaadtir."

Bundan önce Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin hali beyan edüdikten sonra burada da O'nun âyetlerine îman edenlerin hali beyan edilmektedir. Yani onların bu îman ve sâlih amelleri karşılığmda, içinde ebedî kalacakları cennet: nimetleri bardır.

Âyetin metninde ters bir izafe ile "cennatün naîm" (naîm cennetleri) denilmesi, mübalağa içindir.

B- "Zaten azîz ve hâkim yegâne O'dur."

Yani Allah, yegâne azîz'dir; hiçbir kuvvet O'na galip gelip de vaadlerınin infazına ve gerçekleştirilmelerine engel olamaz ve O, hakîm'dir; ; hikmet ve maslahatı oknayan hiçbir iş yapmaz.

10

"Allah, şu gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı. Sizi sarsmaması için yere de sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. O gökten bir su indirmişiz de, orada faydası çok her bitkiden çift, çift bitirmişizdir."

A- "Allah, şu gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı."

Bu kelâmın içeriği, Allah'ın, sonsuz kudret demek olan izzetine ve sonsuz ıkın demek olan hikmetine delil gösterilmektedir ve yine bu kelâm, tevhid temelini hazırlamaktadır; bunu açıklamaktadır; ortak koşmak fikrim de tamamen çürütmekte ve şirk ehlini susturmaktadır.

"Görebildiğiniz bir direk olmaksızın" kaydı, işaret ediyor ki, sizin göremediğiniz bir direk, yani İlâhî kudret direği, gökleri tutmaktadır.

B- "Sizi sarsmaması için yere de sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. O gökten bir su indirmişiz de, orada faydası çok her bitkiden çift çift bitirmişizdir."

Bundan önce göklerin ve yerin istikrarındalti Allah'ın hikmedi işi beyan edildikten sonra burada da, yerin istikrarındalti Allah'ın hârika işi beyan edilmektedir. Bu konu ile ilgili geniş izahat, Ra'd sûresinin 2. Âyetinin tefsirinde geçti.

Dağlar olmasa, yer sarsılmaya maruzdur, çünkü yerin parçalarının yayılmış olması, onun ortam ve vaziyetlerinin değişmesini gerektirir. Zira onun her bir parçasının, doğrudan doğruya kendi varlığından veya onların ayrılmaz bir vasıflarından dolayı muayyen bir ortam ve vaziyete mahsus olması imkânsızdır.

11

"İşte bu, Allah'ın yarattığıdır; O'ndan başkasının neyi yarattığını haydi bana gösterin. Hayır! Zâlimler apaçık bir sapıklıktadır."

A- "İşte bu, Allah'ın yarattığıdır; O'ndan başkasının neyi yarattığını haydi bana gösterin."

Yani zikredilen gökler, yer ve onlarla ilgili o anlatılan şeyler, hepsi, Allah'ın yarattığı şeylerdir. O'ndan başka sizin ibadetlerinizde kendisine ortak koştuğunuz bâtıl ilâhlar, neyi yaratmışlar ki, onunla, tapiknaya lâyık olmuşlar, haydi bana gösterin.

B- "Hayır! Zâlimler apaçık bir sapıklıktadır."

Burada o kâfirleri delillerle susturmak kısmına son verilmekte ve onların apaçık sapıklığı tescil edilmektedir. Onların apaçık sapıklığı, artık, aklî hak mukaddimelerle onlara hitap etmekten yüz çevirmeyi, gerektirmektedir. Zira onların bu delillerden bir şey anlayıp da onun sayesinde fikirlerinin bâtıl olduğunu anlamaya hidâyet bulmaları, yahut Uzam ve iskâttan etkilenip de, inançlarından vazgeçmeleri imkânsızdır.

Onların zâlim olarak ifâde edilmeleri, ortak koşmakla onların hakkı yerine koymadıklarını, sınırları aştıklarını ve kendi nefislerini ebedî azaba maruz bırakmakla kendi kendilerine zulmettiklerini bildirmek içindir.

12

"Yemin olsun ki, biz, Lokman'a: "Allah'a şükret!" diye hikmet verdik. Zaten kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Allah, hiç bir şeye muhtaç değildir; her türlü övgüye yegâne lâyık olandır."

A- "Yemin olsun ki, biz, Lokman'a: "Allah'a şükret!" diye hikmet verdik. Bu kelâm, şirkin tamamen bâtıl olduğunu beyan etmektedir.

Hazret-i Lokman, Hazret-i Eyyubün kız kardeşinin, yahut teyzesinin oğlu Azer'in evladından Bâûra'nın oğludur. Hazret-i Lokman, Hazret-i Dâvud zamanına kadar yaşamış ve Hazret-i Dâvud, ondan ilim öğrenmiştir. Hazret-i Lokman, peygamber olarak gönderilmeden önce de dinî fetva veriyordu.

Bir görüşe göre Hazret-i Lokman, Isrâiloğulları içinde kadılık yapıyordu. Alimlerin cumhûruna göre Hazret-i Lokman, peygamber değil, hekim idi. Âlimlerin örfünde hikmet, nazarî ilimleri öğrenmek ve kendi gücü nispetinde üstün işlere tam meleke iktisap etmek suretiyle insan nefsini kemale erdirmektir. Hazret-i Lokmamın hikmetleri konusunda rivâyet olunuyor ki, kendisi birkaç ay Hazret-i Dâvud ile arkadaşlık etmiş. Bu arada Hazret-i Dâvud, zırh yapıyordu; Hazret-i Lokman ise, ona ne yaptığını hîç sormamış. Nihayet Hazret-i Dâvud, zırhı tamamlayınca giymiş ve: "Sen ne güzel savaş giysısisin!" demiş. O zaman Hazret-i Lokman: "Sükût, hikmettir; bu hikmeti, uygulayan ise pek azdır" demiş. Hazret-i Dâvud, bir gün ona demiş ki: "Seni hekim kılan Allah hakkı için bana söyle; sen nasıl hikmete eriştin?" Hazret-i Lokman dedi ki: "Ben, başkasının eli altında idim." Hazret-i Dâvud, bunu duyunca, bir çığlık atıp kendinden geçti. Hazret-i Lokman sözüne devam ederek dedi ki: "Bir gün benim efendim, bana, bir koyun kesmemi ve en güzel iki parçasını kendisine getirmemi emretti. Ben de hayvanı kestikten sonra onun dilini ve kalbini kendisine götürdüm. Sonra aradan bir kaç gün geçti; yine bir koyun kesmemi ve en kötü iki parçasını kendisine getirmemi emretti. Ben de koyunu kestikten sonra yine onun dilini ve kalbini kendisine götürdüm. Kendisi bunu bana sorunca da, ona dedim ki: Bu iki parça, iyi oldukları zaman, bedenin en iyisidirler; kötü oldukları zaman da, bedenin en kötüleridir."

B- "Zaten kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Allah, hiç bir şeye muhtaç değildir; her türlü övgüye yegâne lâyık olandır."

Bu kelâm, makablinin mefhumunu izah etmekte ve emre uymanın gerekli olduğunu beyan etmektedir. Yani Allah'a (celle celâlühü) şükreden kimse, kendi menfaatine şükretmiş olur, çünkü bu şükür, mevcut nimetleri sağlamlaştırır ve fazlasını da celb eder. Ve kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Binâenaleyh Allah'ın şükre ihtiyacı yoktur ki, nankörlük edenlerin nankörlüğünden zarar görsün! Ve hiç kimse, Allah'a hamd etmese de, O'na bilfiil hamd edilmektedir, bütün yaratılmışlar, hâl lisanıyla O'na hamd etmektedirler.

Bütün yaratılmışların Allah'a şükür de ettikleri zikredilmemiş, çünkü hamd, zımnen şükrü de ifâde etmektedir; hatta hamd, şükrün başıdır. Nitekim peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen bir kul, O'na hiç şükretmemistir." İşte bu itibarla Allah'a hamd ispat etmek, O'na şükrü de kesin olarak ispat etmek olur.

13

"Hani Lokman, oğluna öğüt verirken demişti ki: "Ey oğulcağızım! Allah'a ortak koşma; çünkü hiç şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür."

Hazret-i Lokman, En'am, yahut Eşkem adındaki oğluna böyle öğüt vermişti. Deniyor ki, Hazret-i Lokman'ın oğlu kâfir idi. Hazret-i Lokman durmadan ona öğüt verdi ve sonunda müslüman oldu.

14

"Biz, şu insana, ana-babasma iyilik etmesini tavsiye ettik.

Çünkü hele anası sıkıntı üstüne sıkıntıya katlanarak onu taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıldadır. Bunun için bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Son dönüş ancak banadır."

A- "Biz, şu insana, ana-babasma iyilik etmesini tavsiye, ettik. Çünkü hele anası sıkıntı üstüne sıkıntıya katlanarak onu taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıldadır. Bunun için bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur."

Bu kelâm, Hazret-i Lokmanin tavsiyesi arasında bir ara cümlesi gibi olup tavsiyedeki şirk nehyini tekid etmektedir. (Nitekim bu kelâmın sonunda, bana ve ana-babana şükret, denilmektedir.)

Kelamın bir kısmı, özellikle ana hakkındaki vasiyeti tekid etmektedir.

Çocuğun sütten kesilmesi, üç sene bitimindedır. Şafiî'ye göre emzirme müddeti budur. Ebû Hanîfe'ye göre ise, bu sûre otuz aydır. Bunun izahı yerinde geçti.

Bu âyette olduğu gibi, ana hakkına öncelik verilmesinden dolayıdır la, Peygamberimiz, kendisine: "Kime itaat edeyim" diye soran şahsa: "Anana!... Sonra yine anana!.., sonra yine "Anana!.." demiş; ondan sonra da "Sonra babana!.." demiştir.24

B- "Son dönüş ancak banadır." (Ileyye'hmasîr)

Bu cümle, emre uymanın zorunlu olmasının illet ve sebebini beyan etmektedir. Yani son dönüş, başkasına değil, ancak banadır. O zaman senden sâdır olan şükrün veya küfrün karşılığım vereceğim.

15

"Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme; dünya işlerinde ise onlarla iyi geçin ve bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda hepinizin dönüşü ancak banadır. O zaman yapmış olduklarınızı size haber vereceğim."

Yani eğer ana-babalar, ibadet istihkakında bana ortak olmaları hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, bu konuda onlara itaat etme; dünya işlerinde ise, şeriat ve insanlığın gerektirdiği şekdde o müslüman olmayan an-baba ile iyi geçin. Ve tevhid ve ibadette ihlas de bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda senin de, onların da dönüşü ancak banadır. Siz bana döndüğünüz zaman, her birinizden sâdır olan hayır ve şerrin karşılığini ben vereceğim.

16

"Lokman dedi ki: "Ey oğulcağızım.! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde, yahut göklerde, yahut yerin derinliklerinde olsa kıyamet günü Allah onu getirecektir. Çünkü, şüphesiz Allah, Latiftir; habîr'dir."

Bundan önce, Hazret-i Lokman'in tavsiyesinin başında bulunan ortak koşmama emri izah ve tekid edildikten sonra burada da, tavsiyesinin mütebakisi hikâye edilmektedir.

Yani ey oğulcağızım! Yaptığın kötülük veya İyilik, hardal tanesi kadar küçük, bile olsa ve bu kadar küçük olmasından başka bir de, bir kayanın içinde veya göklerde ve yerde en gizli yerde olsa, yahut ulvî (yüce) âlemde veya süiti (aşağı) âlemde olsa, kıyamet günü Allah, mutlaka onu getirecek ve onun hesabı görülecektir. Çünkü şüphesiz Allah, latiftir; itini her gizli şeye erişmektedir ve o, habîr'dir; her şeyin mahiyetinden hakkıyla haberdardır.

17

"Ey oğulcağızım! Namazı gereğince kıl; iyiliği de emret; kötülükten de vazgeçirmeye çalış; başına gelenlere de sabret. Şüphesiz bunlar, Allahın azmettiği işlerdendir."

Yani ey oğulcağızım! Kendi nefsinin kemale ermesi için gereğince namaz lal; başkasının kemale ermesi için de onlara iyiliği emret, kötülükten de vazgeçirmeye çalış; uğradığın sıkıntı ve mihnetlere ve özellikle emir olunduğun işlerde de sabret. Şüphesiz bu zikredilenler, fazla meziyetlerinden dolayı, Allah'ın kesin olarak kullarına hükmettiği önemli işlerdendir.

18

"Büyüklük taslayarak insanlara surat asma; yerde şımarıkça yürüme. Zira şüphesiz Allah, kendini beğenip kurulan kimseleri sevmez."

19

"Yürüyüşünde normal ol; sesini de alçalt. Çünkü şüphe yok ki, seslerin en çirkini elbetteki eşek sesidir."

A- "Yürüyüşünde normal ol; sesini de alçalt."

Yani şımarıkça ve kibirii yürüyüşten sakındıktan sonra da pek ağır yürümek ile süratli yürümek arasında vasat olarak yürü. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Süratli yürümek, mü’minin güz ektiğini götürür."25 Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Ömer hakkında "Yürürken süratli yürürdü" demesinden murat ise, pek ağır yürüyüşün üstünde yürürdü, demektir.

B- "Çünkü şüphe yok ki, seslerin en çirkini elbetteki eşek sesidir."

Bu kelâm, anılan emrin, en beliğ ve kuvvetli şekilde illet ve sebebini belirtmektedir. Zira seslerini gereksiz olarak yükseltenler, eşeklere ve sesleri de eşeğin anırma sesine benzetilmektedir. Bu Kelâm-ı Kerîm, gereksiz olarak sesi yükseltmekten ziyadesiyle sakındırmak ta ve nefret ettirmektedir.

20

"Görmediniz mi ki, Allah, bütün göklerde ve yerde olanları sizin emrinize teshir etmiş (vermiş); zahirî ve batinî (açık ve gizli) nimetlerini size bolca bahsetmiştir? İnsanların kimi de vardır ki, hiçbir bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır, durur."

A- "Görmediniz mi ki, Allah, bütün göklerde ve yerde olanları sizin emrinize teshir etmiş (vermiş); zahirî ve batinî (açık ve gizli) nimetlerini size bolca bahsetmiştir?"

Burada, Lokman'ın kıssasından önce geçen o müşriklere hitap edilerek, tevhit delillerini müşahede ettikleri halde olumsuz hallerini ısrarla sürdürmelerinden dolayı kınanmaları konusuna tekrar dönülmektedir.

Bu âyette geçen teshirden murat, ya teshir edilen varlıkların, kendisi için teshir yapılanın faydasına verilmesidir. Bu da iki hali kapsamaktadır: birincisi, o varlıkların onun emrine boyun eğdirilmeleri ve dilediği gibi o varlıklarda tasarruf etmesi ve istediği gibi onları kullanmasi batıldir. Dünyadaki canlı ve cansız varlıklardan insanın emrine verilmiş olan, onun faydasına, kullanılan bütün varlıklar gibi. İkincisi, insanların dünyevî ve uhrevî maslahatlarının bağlı bulunduğu göklerdeki bütün varlıklar ve hâdiseler gibi kullanılmasında insanın müdahalesi olmaksızın, onun muradının hâsıl olmasına sebep olan şeyler gibi.

Ya da burada teshirin mânâsı, bütün göklerde ve yerde olan varlıklara buyruğa boyun eğdirilmeleri ve emre amade kılınmalarıdır. Zira bütün göklerde ve yerdeki kâinat, Allah'ın emrine amade kılınmış olarak insanların menfaatlerini gerektirmektedir. İnsanın dilediği gibi kullandığı varlıklar da, her ne kadar zahiren onun emrine verilmişlerse de, hakikatte onlar da, yüce Allah'ın emrine amadedirler.

Burada zahirî ve batinî nimetler, hislerle veya akil ile anlaşılan, sizce bilinen veya bikmmeyen nimetlerdir. Nimetin izahı ve tafsilatı, Fatiha Sûresi tefsirinde geçti.

B- "İnsanların kimi de vardır ki, hiçbir bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır, durur."

Yani yine de insanların içinde öyleleri de vardır ki, delile dayanan hiçbir bilgisi, Resûlüllah tarafından hiçbir rehberi ve Allah'ın indirdiği hiçbir aydınlatıcı kitabı olmadan, sadece taklit ile, Allah'ın tevhidi ve sıfatları hakkında tartışır, durur.

21

"Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde: "Hayır! Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler. Ya eğer şeytan, onları alevk ateşin azabına çağırıyor idiyse!.."

A- "Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde: "Hayır! Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler."

Yani hiçbir bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı kitabı olmadan Allah'ın tevhidi ve sıfatları hakkında tartışıp duranlara böyle denildiğinde onlar da, putlara tapmayı kastederek: "babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler.

B- "Ya eğer şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!.."

Yani ya eğer şeytan, putlara tapan onların babalarını alevk ateşin azabına çağırıyor idiyse! . .

Bazıların dediklerinin aksine âyette geçen "onlar" zamiri, kendi nefislerini ifâde etmez, fakat belirtildiği gibi babalarını ifâde eder. Çünkü âyette inkâr ve reddin sebebi, onların uydukları babalarının şeytana uymuş olmalarıdır; yoksa kendi nefislerinin böyle olması değildir. Yani şeytan, onların içinde bulundukları şirk sebebiyle alevk ateşin azabına çağırıyor idiysede mi o babalarına uyacaklar? İşte onlar, şeytanın çağrısı gereğince alevk ateşin azabına yönelmiş bulunuyorlar.

22

"Kim sevap işleyerek kendini tamamen Allah'a verirse, işte o gerçekten gayet sağlam kulpa tutunmuştur. Zaten bütün işlerin sonu ancak Allah'a varır."

A- "Kim sevap işleyerek kendini tamamen Allah'a verirse, işte o gerçekten gayet sağlam kulpa tutunmuştur."

Yani kim amellerinde zât ve vasıf güzelliklerini gerçekleştirmek suretiyle sevap işleyerek bütün işlerini Allah'a havale edip tamamıyla O'na yönekrse, işte o, başvurulan sebeplerin en sağlamına tutunmuş olur.

Âyetin bu ifâdesinde, Allah'a tevekkül edip ibadetlerle meşgul olan kimsenin hali, bir dağın tepesine tırmanmak isteyip de dağın tepesinden sarkıtılan en sağlam ipin kulpuna tutunan kimsenin hak ile temsil eddmektedir.

B- "Zaten bütün işlerin sonu ancak Allah'a varır."

Yani bütün işlerin sonu, başkasına değil, ancak Allah'a varır ve o zaman Allah, bu kimselere en güzel mükâfatı verir.

23

"Resûlüm! Kim kâfir olursa, artık onun küfrü seni üzmesin.

Onların dönüşleri ancak bizedir. Biz de yaptıklarını kendilerine anlatacağız. Çünkü şüphe yok ki, Allah, kalplerde olanı hakkıyla bilendir. "

A- "Resûlüm! Kim kâfir olursa, artık onun küfrü seni üzmesin."

Yani ey Resûlüm Muhammed! Kim küfründe ısrar ederse, artik onun küfrü seni üzmesin; onun küfrü, dünyada da, âhirette de sana bir zarar vermez.

B- "Onların dönüşleri ancak bizedir. Biz de yaptıklarını kendilerine anlatacağız. Çünkü şüphe yok ki, Allah, kalplerde olanı hakkıyla bilendir."

Yani onların nihaî dönüşleri başkasına değil, ancak bizedir. Biz de o zaman, onların dünyada islemiş oldukları küfür ve günahların azap ve cezasını vererek yaptıklarının ne demek olduğunu kendilerine anlatacağız. Çünkü Allah, bütün kalplerde olanları ve ezcümle onların kalplerinde olanları da hakkıyla bilendir.

24

"Onları dünyada biraz faydalandırırız; sonra kendilerini zorunlu olarak pek ağır bir azaba sürükleriz."

Yani onları dünyada az miktarda veya az bir zaman faydalandırırız. Zira geçici olan bir şey, ömrü ne kadar uzun olsa da, devamlı, olan şeye göre az sayılır.

Sonra biz, onları zorunlu olarak öyle bir azaba sürükleriz kı, bu azap, pek ağır cisimler gibi kendilerine ağır gelir. Yahut bu azap, onları yaktığı gibi bir de kendilerini tazyik edip sıkıştırır.

25

"Yemin olsun ki, onlara: "Şu gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, hiç şüphesiz: "Allah!" diyeceklerdir. De ki: "El-hamdu k'llah / Allah'a hamd olsun." Fakat onların çoğu bilmezler."

A- "Yemin olsun ki, onlara: "Şu gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, hiç şüphesiz: "Allah!" diyeceklerdir."

Yani bu hakikat gayet açık olduğu için kendileri de bunu kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.

B- "De ki: "El-hamdu k'llah / Allah'a hamd olsun." Fakat onların çoğu bilmezler."

Yani de ki; Allah'a hamd olsun ki, tevhit delillerini, üstünlük taslayanların bile inkâr edemeyecekleri kadar açık kılmış ar. Fakat onların çoğu hakikat adına hiçbir şey bilmezler. İşte bundan dolayı itiraflarının gereğini yapmazlar. Yahut onların çoğu bu hakikatin kendilerini ilzam ettiğini bilmezler.

26

"Bütün göklerde ve yerde olanlar ancak Allah'ındır. Şüphe yok ki, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan ve her övgüye yegâne lâyık olan ancak Allah'tır."

Yani bütün göklerde ve yerde olanlar ancak Allah'ındır; bundan dolayı da göklerde ve yerde, kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur. Şüphe yok ki, bütün âlemlerden müstağni, olan, âlemlerde bulunan hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yegâne Allah'tır ve hiç kimse O'nu övmese de, bütün övgülere yegâne lâyık olan ancak O'dur. Yahut bilfiil övülen ancak Allah'tır; çünkü bütün yaratilmışlar, hal lisanıyla O'nu övmektedirler.

27

"Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha ilâve edilerek mürekkep olsa, yine Allah'ın sözleri yazmakla bitmez. Şüphe yok ki, Allah, azîz'dir, hakîm'dir."

A- "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha ilâve edilerek mürekkep olsa, yine Allah'ın sözleri yazmakla bitmez."

Yani yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa ve okyanus denizi de bunca genişliğiyle tükendiliten sonra, arkasından yedi deniz daha ilâve edilerek hiç arkası kesilmeden bu kalemler ve mürekkeple Allah'ın sözleri yazılsa, bu kalemler ve mürekkep tükenecek, fakat Allah'ın sözleri yine bitmeyecektir. Nitekim Kehf sûresinin 109. Âyetinin tefsirinde de geçti.

Okyanus denizi, daha büyük ve geniş olduğu halde ilâve edilmek fiili, ona değil, yedi denize isnat edilmiş, çünkü dağlara ve akarsuların kaynaklarına mücavir olan bu denizlerdir ve büyük nehirler önce bu denizlere, sonra büyük okyanusa akmaktadır.

B- "Şüphe yok ki, Allah, azîz'dir, hakîm'dir."

Yani hiçbir güç, Allah'ın kudreti önünde duramaz ve hiçbir şey de, O'nun ilminin ve kudretinin dışına çıkamaz. İşte bütün ilimlerin ve hikmetlerin kaynağı olan Allah'ın sözleri yazılmakla hiç bitmez.

28

"Sizin hepinizin yaratılması ve diriltilmesi, ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Allah, her şeyd hakkıyla işitendir, görendir."

A- "Sizin hepinizin yaratılması ve diriltilmesi, ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir."

Yani sizin hepinizin yaratılması ve diriltilmesi, kolaylık bakımından ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Çünkü Allah'ın bir işi gerçekleştirmesi, O'nu diğer bir işten alıkoymaz. Zira hepsinin vücut bulması, O'nun zorunlu iradesinin zâti kudretiyle beraber tecelk etmesine bağlıdır. Nitekim "biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece "ol!" dememizdır. O da hemen oluverir." (Nahl: 40) âyeti de bu hakikati bildirmektedir.

B- "Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, görendir."

Yani Allah, işitme konusu olan her şeyi işitendir ve görme konusu olan her şeyi görendir; O'nun bazı varlıkları bilmesi, kendisini diğerlerird bilmekten meşgul etmez. İşte Allah'ın yaratması ve diriltmesi de böyledir.

29

"Görmedin mi ki, Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye eklemektedir; güneşi ve ayı da buyruğuna boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belli bir vadeye kadar akıp gitmektedir. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza tamamen agâhtır."

A- "Görmedin mi ki, Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye eklemektedir; güneşi ve ayı da buyruğuna boyun eğdirmiştir."

Bu hitap, Resûlüllah içindir.

Bir görüşe göre, hitap, muhatap olabilen herkes içindir. Geçen kelâm ile gelecek kelâma en uygun olan da, bu hitabın genel olmasıdır.

Yani görmek gibi sayılan kuvvetli bir bilgi ile bilmiyor musun ki, Allah, geceyi gündüze ve gündüzü de geceye eklemektedir ve böylece uzunluk ve kisalık olarak onların hak değişmektedir.

B- "Bunların her biri belli bir vadeye kadar akıp gitmektedir."

Yani güneş ile ay, Allah'ın, hareketlerinin devamı için takdir buyurduğu sûre olan kıyamet gününe kadar özel ve zorunlu hareketleriyle, senenin günlerine göre değişen günlük yörüngelerinde devamlı akıp gitmektedirler.

Hasen Basrî'den den rivâyet olunduğu gibi, güneş ve ayın hareketleri için takdir eddmiş olan süre, kıyamete kadar olan zamandır. Çünkü onların hareketi ancak kıyamet günü sona erecektir.

Kimilerine göre, güneş ile ayın hareketi, yörüngelerinde cereyan eden özel hareketleridir ve onlar için tayin edilmiş olan vade, devirlerinin sonudur ve güneşin hareket süresi bir sene, ayın hareket süresi de bir ay olarak tayin edilmiş demektir. Bu görüşe göre bu cümle, güneş ile ayın teshir edilmeleri hükmünü beyan etmekte ve gece ile gündüzün birbirlerine ilâve edilmeleri keyfiyetine ve bunun, güneşin günlük yörüngelerindeki hareketinin farklılığına göre gerçekleştiğine dikkat çekmektedir. Böylece güneşin hareketi tepeye doğru devam ettikçe dünyanın üstündeki yay hattı uzamakta ve buna bağlı olarak, gecenin bir kısmının ona ilâve edilmesiyle günün uzunluğu artmaktadır. Bu süreç, güneş, tepeye en yakın olan yörüngeye ulaşıncaya kadar devam etmektedir ki, bu da, güneşin, Yengeç Burcunun başına erişmesidir. Sonra güneş, tepeden uzaklaşmaya başlar ve buna bağlı olarak, dünyanın üstündeki yay hattı durmadan küçülür ve günün bir kısmının geceye ilâve edilmesiyle gün hep kısalır. Bu süreç, güneş, tepeden en uzak yörüngeye erişince kadar devam eder ki, bu da, güneşin Oğlak Burcuna girmesidir.

C- "Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza tamamen agâhtır.

Bu da, âyetteki "görmedin mi?" hitabı hususî de olsa, umumî de olsa, görmek kapsamına dâhildir. Zira bu hârika işleri ve üstün tedbirleri gören kimse, bunları gerçekleştiren Allah'ın ilminin, kendi amellerinin büyüklerini de, küçüklerini de kuşatmış olduğu hakikatinden gafil kalmaz.

30

"İşte bu, şunun içindir ki, Allah, gerçekten yegâne haktır; O'ndan başka taptıkları ise, kesinlikle bâtıldır. Ve gerçekten Allah, yegâne yüceler yücesi ve ulular ulusudur."

A- "İşte bu, şunun içindir ki, Allah, gerçekten yegâne haktır; O'ndan başka taptıkları ise, kesinlikle bâtıldır."

Yani zikredilen âyetler, Allah'ın İlahhğınin, yegâne hak İlahlık olduğunu beyan etmek, tevhidin hakkaniyetini ifâde etmek ve O'ndan başka taptıklarının halılığının bâtıl olduğunu bildirmek içindir. Zira bu âyetler, bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde bu hakikati açıkça ispatlamaktadır.

Hak İlahhğin Allah'a mahsus olması, O'ndan başkasının Hanlığının bâül olduğunu da gerektirdiği halde, ayrıca bunun da sarih olarak ifâde edilmesi, tevhit noktasına pek önem verildiğini göstermek için, bir de, mezkûr hususun bâtıl olmasının delâletinin, yalnız dolaylı yoldan olmayıp fakat aynı zamanda doğrudan doğruya da sabit olduğunu bildirmek içindir.

B- "Ve gerçekten Allah, yegâne yüceler yücesi ve ulular ulusudur."

Yani mezkûr âyetler, aynı zamanda şu hakikati de bildirmek içindir: Allah, her şeyden yücedir ve her şeye hâkim ve galiptir. Zira mezkûr âyetti, kerimelerin muhtevası, en büyük yücelik ve ululuğun yegâne Allah'a mahsus olduğunu gayet mükemmel olarak açıklamaktadır.

Kimileri de bu kelâm-ı kerimi şöyle, tefsir etmişler: zikredilen sınırsız ilim ile kudret, hârika işler ve bunların Allah'a mahsus olması şunun içindir: Zâtında sabit, bütün cihetlerinden vacip, yahut İlahlığı sabit olan yegâne Allah'tit. Ancak malûmun olduğu üzere, Allah'ın hak olması ve O'nun yüceliği ve ile ululuğu, sayılan hükümlerin dayanağı olabihyorsa da, putların Hanlığının bâtıl olmasının, buna dayanak olmakla ilgisi yoktur. Bu itibarla bunu da sebepler konusunda zikretmenin bir anlamı olmaz; hatta işi tersine çevirmek olur. Zira zorunlu olarak sabittir ki, onların bâtıl olmasını gerektiren, zikredilen hükümlerdir; yoksa onların bâtıl olması, o hükümleri gerektiren değildir.

31

"Görmedin mi ki, size delillerini göstermek için denizde gemiler Allah'ın lûtfu ile akıp gitmektedir. Hiç şüphe yok kı, bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için birçok ibretler vardır."

A- "Görmedin mi ki, size delillerini göstermek, için denizde gemiler Allah'ın lûtfu ile akıp gitmektedir."

Yani Allah, birliğinin, ilim ve kudretinin bazı delillerini göstermek için denizde gemiler, kendi lûtfu keremiyle, sebeplerini yaratıp hazırlamasiyla akıp gitmektedir.

Bu kelâm-ı kerim, Allah'ın üstün kudretine, sonsuz hikmetine ve sınırsız ihsanına diğer bir delildir..

B- "Hiç şüphe yok ki, bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için birçok ibretler vardır."

Bu kelâm, mâkabline illet ve sebep mahiyetindedir. Yani zikredilenlerde, meşakkatlere ziyadesiyle sabredip de dâhili ve haricî delilleri tefekkür etmekte kendini yoran ve Allah'ın nimetlerine çok şükreden kimseler için bir çok büyük ibretler vardır.

Çok sabretmek ve çok şükretmek, mü’minin vasıflarıdır. Bu itibarla sanki" her mü’min için" denilmiş sayılır.

32

"Onları dalgalar, gölgeler gibi sardığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Ama Allah, onları karaya çıkarıp kurtardı mı, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim âyetlerimizi ancak çok hain nankörler inkâr eder."

A- "Onları dalgalar, gölgeler gibi sardığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Ama Allah, onları karaya çıkarıp kurtardı mı, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar."

Yani dalgalar, dağların, bulutların vs. gölgeleri gibi onlari sarıp kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a halis kılarak yalnız O'na yalvarırlar. Zira o zaman karşılaştıkları güçlükler ve sıkıntılar sebebiyle, fıtratla çekişen nefis arzuları ve taklit zail olmaktadır. Ama Allah, onları karaya çıkarıp kurtardı mı, içlerinden bir kısmı, tevhit yolu olan orta yolu tutar. Yahut bunlar, küfürde orta yolu tatar; çünkü küfründen kısmen caymış olur.

B- "Zaten bizim âyetlerimizi ancak çok hain nankörler inkâr eder."

Zira bunların hıyaneti, fıtrî ahdi, yahut denizde verdikleri ahdi bozmaktır. Ve bunlar, Allah'ın nimetlerine de nankörlük etmektedir.

33

"Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evladına ve evladın da kendi babasına hiç bir fayda veremeyeceği bir günden korkun. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Artık dünya hayatı sakini sizi aldatmasın ve çok aldatıcı şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sakın, sizi kandırmasın."

A- "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evladına ve evladın da kendi babasına hiç bir fayda veremeyeceği bir günden korkun."

Âyette (Arapça metinde), evladın, babasına fayda vermeyeceği, babanın, evladına fayda vermeyeceğinden farklı bir ifâde ile (babaninki fiil cümlesi ile, evladınki ise isim cümlesi ile) zikredilmesi, şunun içindir: babanın, evladına faydası olmayacağına göre, evladın, babasına faydası haydi, haydi olmayacaktır. Bir de, bazı mü’minlerin, kâfir olan babalarına âhirette faydaları olacağı beklentisini tamamen kesmek içindir.

B- "Şüphesiz Allah'ın vaadi haktir. Artik dünya hayatı sakını sizi aldatmasın ve çok aldatıcı şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sakın, sizi kandırmasın."

Yani şüphesiz Allah'ın mükâfat ve ceza vaadi haktır; aksinin olması asla mümkün değildir. Artik dünya hayati sakın, sizi aldatmasın ve çok aldatıcı olan şeytan, günahları size cazip göstererek ve tevbe ve bağışlanma ile umutlandırarak sizi günahlara sürüklemesin.

34

"Şüphesiz kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi, ancak Allah katindadır. Yağmuru da o yağdırır; rahimlerde olanı da ancak o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını da dirayet etmez (bilmez); hiç kimse nerede öleceğini de dirayet etmez (bilmez). Şüphe yok ki, Allah, alîm'dir (her şeyi hakkıyla bilendir); habîr'dir (her şeye tamamen agâhtır)."

A- "Şüphesiz kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi, ancak Allah katındadır. Yağmuru da o yağdırır; rahimlerde olanı da ancak o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını da dirayet etmez (bilmez); hiç kimse nerede öleceğini de dirayet etmez (bilmez)."

Rivâyet olunuyor ki, Haris b. Amr, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna geldi ve: "Kıyamet ne zaman kopacak? Ve ben tohumlarımı toprağa ektim; ne zaman, yağmur yağacak? Ve benim karımın hamileliği erkek mi, kız mı? Ve ben yarin ne yapacağım? Ve ben nerede öleceğim?" diye sordu. İşte bu sırada bu âyeti kerime indi.

Yine Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre: "Gaybm anahtarları beştir" buyurmuş ve ondan sonra da bu âyeti kerimeyi okumuştur, 26

Yani şüphesiz kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bitir. Yağmuru da, ez eh ilminde takdir buyurduğu zamanlarda ve tayin buyurduğu yerlerde ancak o yağdırır. Rahimlerde olan çocuğun erkek veya dişi, tam veya eksik olduğunu da ancak, o bilir. Hiç kimse de, yarın hayır mı, yahut şer mi işleyeceğini de kesin olarak bilmez; bazen hayır ve serden birine azmeder; fakat onun aksini yapar. Ve hiç kimse, ne zaman öleceğini bilmediği gibi, nerede, öleceğini de bilmez.

Rivâyet olunuyor ki, bir gün Azrail Süleyman Peygamberin meclisine uğradı ve orada, mecliste bulunanlardan birine sürekli baktı. Baktığı adam da, Hazret-i Süleyman'a: "Bu kimdir?" Diye sordu. Hazret-i Süleyman da: "Azrail'dir" dedi. O şahıs da, Hazret-i Süleyman'a: "Bana öyle geliyor ki, o, beni istiyor; sen rüzgâra emret de, beni Hindistan'a atsın" dedi. Hazret-i Süleyman da öyle yaptı. Sonra Azrail (aleyhisselâm), Süleyman'a dedi ki: "Ben, taaccüp ettiğim için hep o adama bakıyordum. Zira bana, Hindistan'da onun canını almam emredildi; fakat onu burada görüyordum."

Âyetin metninde Allah'a ilim isnat edilmesi, kula ise dirayet isnat edilmesi, şu hakikati bildirmek içindir:, kul, anlamak için bütün çarelere başvursa ve bu yolda bütün imkânlarını harcasa da, kendi yapacağı işleri ve akıbetini anlayamaz. Şu halde hakkında delil bulunmayan başka işleri nasıl anlayabilir!

B- "Şüphe yok ki, Allah, alîm'dir (her şeyi hakkıyla bilendir); habîr'dir (her şeye tamamen agâhtır)"

Yani Allah'ın ilmi sınırsızdır. Bundan dolayı hiçbir şey ve ezcümle zikredilen hususlar da O'nun ilminden gizli almaz ve Allah, her şeyin dış yüzünü bildiği gibi, iç yüzünü de bilmektedir.

Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle, buyurmuştur:

"Bir kimse, Lokman sûresini okursa, kıyamet günü Hazret-i Lokman ona arkadaş olur ve bu sûrede zikredilen iyilikleri yapan ve zikredilen kötülüklerden sakınan insanların sayısının on katı kadar ona sevap verilir."

0 ﴿