SECDE SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur. 30 veya 29 âyettir. 1"Elif. Lam. Mîm." Bu harfler, ya sûrenin adıdır. Yani bu, Elif Lâm Mîm süresidir. Yahut bu harfler, tâdât şeklinde olup bir terkip değildir. 2"Bu kitabın, âlemlerin Rabbi katından indirilmiş olduğunda hiç şüphe yoktur." 3"Yoksa kâfirler: "Muhammed, onu uydurdu mu" diyorlar? Hayır! O, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için -hidâyete ersinler diye- Rabbinin katından indirilen hak kitaptır." A- "Yoksa kâfirler: "Muhammed, onu uydurdu mu" diyorlar?" O kâfirler, bu sözleriyle, Kur’ân'ın Allah katından indtiilmiş olduğunu inkâr ediyorlardı. Bu kelâm ile, onların iddiaları reddedilmekte ve taaccüp edilecek bir boş iddia olduğu beyan edilmektedir. Zira onların bu iddiasının bâtıl olduğu ve beşer üstü olan bu kelâm-ı kerimin, Peygamberimiz tarafından uydurulmuş olmasının imkânsız olduğu gayet açıktır. B- "Hayır! O, senden önce kendilerine, hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için -hidâyete ersinler diye- Rabbinin katından indirilen hak kitaptır." Bundan önce onların iddiaları reddedildikten sonra bu kelâmda da, onların inkâr ettikleri şeyin hakikatin ta kendisi olduğu beyan edilmektedir. Nitekim bundan önce "âlemlerin Rabbi" denilmiş iken, burada, Peygamberimizi teşrif (şereflendirmek) için "senin Rabbin" denilmiştir. Bundan sonra da Allah katından indirilmiş olan bu kitabın gayesi beyan edilmek suretiyle mezkûr hakikat teyit edilmektedir. Zira bir şeyin gaye ve hikmetini beyan etmek, özektikle de bu gayenin, güzel olması, büyük faydaları intaç etmesi ve bunlara şiddetli ihtiyaç olması halinde, mutlaka o şeyin vücuda gelmesinin lüzumunu temin ve tekit eder. Ve Kureyş kabilesi de, insanların en sapkını ve Peygamber gönderilmek ve kitap indirilmek suretiyle hidâyet edilmeye insanların en muhtacı idiler. Nitekim Peygamberimizden önce onlara Peygamber gönderilmemişti. Yani senin uyarmandan önce, yahut senin zamanından önce kendilerine uyarıcı Peygamber gelmemiştir. Âyetteki "hidâyete ersinler diye" ifadesiyle bildirilen umut, Peygamberimiz cihetinden itibar edilmektedir. Yani onların hidâyetini umarak kendilerini uyarman için... demektir. 4"Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve bunların arasında ileri altı günde (aşamada) yaratmış, sonra arş'a istiva etmiştir (hükümran olmuştur). Sizin O'dan başka ne bir veliniz, ne de şefaatçiniz vardır. Artık öğütlenmeyecek misiniz?" A- "Allah O'dur kı, gökleri, yeri ve bunların arasında ileri altı günde (aşamada) yaratmış, sonra arş'a istiva etmiştir (hükümran olmuştur)." Bu kelâm-ı kerimin tefsiri daha önce geçti. (Furkan: 59) B- "Sizin O'dan başka ne bir veliniz, ne de şefaatçiniz vardır." Yani siz Allah'ın rızasını kazanmazsanız, size yardım ve şefaat edecek, sizi O'nun azabından koruyacak hiç kimse olmaz; sizin maslahatlarınızı gözetecek ve yardım yerlerinde size yardım edecek olan yegâne O'dur. O, sizi inÂyetinden mahrum bırakırsa, sizin ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız olmaz. Burada şefaatçi, yardımcı anlamındadır. C- "Artık öğütlenmeyecek misiniz?" Yani bütün bunlardan sonra artık siz, bu nasihatleri dinleyip de, onlarla öğütlenmeyecek misiniz? Yahut siz, bunları dinlediğiniz halde bunlardan öğüt almayacak mısınız? Birinci mânâya göre, inkâr, hem dinlemeye, hem de öğüdenmeye ilişkindir, ikinci mânâya göre ise, inkâr, öğüdenmeyi gerektirecek dinleme tahakkuk ettiği halde öğüdenmemeye ilişkindir. 5"Allah, her işi gökten yere yönetir. Sonra işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl tutan bir günde O'nun ilminde sabit kalır (yahut) O'na yükselir." Bir görüşe göre, yani Allah, dünya işlerini, melekler vs. gibi semavî sebeplerle yönetir; bu sebeplerin sonuçları ve hükümleri dünyaya iner. Sonra bu işler, sizin saydıklarınız zamanlardan bin yıl tutan uzun bir zaman Allah'ın ilminde bilfiil mevcut olarak sabit kalır. Bundan maksat, hâdiselerin tedbiri ile meydana gelmesi arasındaki zamanın pek uzun olduğunu beyan etmektir. Diğer bir görüşe göre ise âyetin mânâsı şöyledir: Allah, günlük hâdiseleri levh-ı mahfûz'da tespit, ederek tedbir ettikten sonra melekler, onları dünyaya indirir. Sonra sizin saydıklarınızdan bin yıl tutan bir zamanda onlar Allah'a yükselir. Zira gök ile yer arasındaki mesafe beş yüz seneliktir. (Böylece gidiş ve gehşin toplamı bin yıl tutar.) Bir diğer görüşe göre ise mânâ şöyledir: Allah, bin senelik hükümleri meleke verir; melek onları dünyaya indirir. Sonra melek, bu bin seneden sonra ikinci bin senelik hükümleri almak için Allah katına yükselir. Başka bir görüşe göre ise, yani Allah, bütün işleri kıyamete kadar tedbir eder; kıyamet koptuğunda bütün işler O'na yükselir. Bir başka görüşe göre ise, yani emredilen itaatleri vahiy ile gökten yere indirerek tedbir eder; sonra hâlis olarak ancak uzun bir zaman O'na yüksekti. Çünkü ihlas ile hâlis ameller azdır. Ancak malûmun olduğu üzere, hâlis amellerin az olması, onların semaya geç yükselmesini gerektirmez; fakat yükselen amellerin az olmasını gerektirir. 6"İşte o Allah, görülmeyeni de, görüleni de bilen azîz ve rahim olandır." Yani gökleri ve yeri yaratan, arş'a hükümran olan, yegâne veli ve yardımcı olan ve kâinatı zikredildiği gibi hârika bir şekilde tedbir eden Allah, görülmeyeni de, görüleni de bilen, her ikisini de hikmete uygun olarak tedbir eden, emrinde galip olan ve kullarına son derece merhametli olandır. Bu âyet işaret ediyor ki, Allah, bütün bu zikredilenleri lûtfu keremiyle gerçekleştirmektedir. 7"O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır. Ve şu insanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır." A- "O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." Yani Allah, her yaratılmışın yaratılışını gayet güzel ve mükemmel yapmıştır. Çünkü Allah'ın yarattığı her varlık, hikmet ve maslahata gayet uygun olarak düzenlenmiştir. Bu itibarla yaratılmışların hepsi güzeldir. Ancak yaratılmışların bir kısmı daha da güzeldir. Nitekim Kur’ân'da şöyle denilmektedir: "incire, zeytine, sina dağına ve şu güvenli beldeye yemin ederim ki, biz, insanı en güzel biçimde yarattık." Diğer bir görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: o Allah ki, her şeyi nasıl yaratacağını bilmiştir. Bir diğer görüşe göre ise, yani Allah, lûtfu keremiyle, her şeye, kendisine uygun olan yaratılışı bahsetmiştir, demektir. Başka bir görüşe göre ise, yani Allah, her mahlukuna, onun muhtaç olduğu her şeyi ilham ile öğretmiştir, demektir. Ebû'l Beka diyor ki:’Atimi Allah, mahluklara, muhtaç oldukları her şeyi öğretmiştir." Bu görüşe, bu âyet de, sonuç, olarak, "o da: bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra da ona doğru yolu gösterendir, dedi." âyetinin mânâsını ifâde etmektedir. B- "Ve şu insani yaratmaya da çamurdan başlamıştır." Yani Allah, bütün yaratılmış canlılar içinden insanı, anlamakta akılların hayrete düştüğü hârika bir şekilde yaratmaya çamurdan başlamıştır. Nitekim Allah, Âdem'i, insan cinsinin bütün fertlerinin fıtratını icmali olarak içerecek şekilde ve her ferdin farklı olan istidat derecesine göre kuvveden fiile çıkmasını gerektirecek özellikte pek acayip bir fıtratta yaratmıştır. Nitekim bundan sonraki âyet de bunu bildirmektedir. 8"Sonra onun neslini nâçiz bir sülâleden üretmiştir." Nesilden murat onun zürriyetidir. Ona nesil denilmiş, çünkü Hazret-i Âdem'in zürriyeti kendisinden ayrılmaktadır, (nesil de, ayrılmak anlamındadır.) Nâçiz sülâleden (suyun özünden) murat, menidir. 9"Sonra onu düzeltip şekillendirmiş ve kendi ruhundan ona üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var etmiştir. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" A- "Sonra onu düzeltip şekillendirmiş ve kendi ruhundan ona üflemiştir." Yani Allah, sonra ana rahminde insanın uzuvlarını tam olarak şekillendirmiş; ona gereken biçimi vermiş ve kendi ruhundan ona üflemiştir. Burada ruhun, Allah'a izafe edilmesi, insani teşrif içindir ve bir de şu hakikatleri bildirmek içindir: insan son derece acayip bir mahluk ve hârika bir sanattır; onun Allah'ın huzuruna münasip bir şanı vardır; beşer aklının dahî marifetten erişebileceği en son makam, bazen O'na izafet ile ifâde edilen, bazen de O'nun emrine nispet edilmekle ifâde edilen mertebedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "de ki: ruh, Rabbimin emrindendir." B- "Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var etmiştir." Yani Allah, sizin menfaatiniz için bu duyu organlarım yaratmıştır ki, bunların, haddi zâtında kıymetleri edilemeyecek kadar büyük nimetler olmaktan başka, bir de size bahşedilen dinî ve dünyevî diğer nimetleri anlamanın vesileleri olduklarını anlayasınız ve bunlara şükredesiniz; yani bu organların her birini, yaratılış gayesine uygun olarak kullanıp kulaklarınızla tevhidi ve yeniden dirilmeyi ifâde, eden vahiy âyetlerini ve gözlerinizle de kâinat âyetlerini idrâk edesiniz ve kalplerinizle de bunların hak olduklarına deliller bulasınız. C- "Ne kadar az şükrediyorsunuz!" Yani siz, ne kadar az şükrediyorsunuz, yahut az zamanda şükrediyorsunuz! Bu cümle, makabli için bir zeyil mahiyetinde olup o kâfirlerin, bu büyük nimetlere olan nankörlüklerini beyan etmektedir. Zira burada azlık, yokluk anlamındadır, (siz, hiç şükretmiyorsunuz, demektir.) nitekim bundan sonraki kelâm da, bunu bildirmektedir. Bu âyetlerde, insanın hallerinin, fıtratın başlangıcından ruh üflenmesine kadar hitap üslubuyla ifâde edilmesi -ki, bu, onun gerçekleri anlamaya yetenekli ve salâhiyetti olduğunu bildirir- son derece bir ifâde mükemmeliyetı vardır. 10"Kâfirler: "Biz toprağın içinde kaybolduğumuz zaman, biz mi hiç şüphesiz yeniden yaratılacağız?" dediler. Hayır! Onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir." A- "Kâfirler: "Biz toprağın içinde kaybolduğumuz zaman, biz mi hiç şüphesiz yeniden yaratılacağız?" dediler." Bu kelâm, o kâfirlerin bâtıl inançlarını beyan etmektedir. Burada bundan önceki hitap kipinin terk edilip gıyabî kipin kullanılması da, bize bildiriyor ki, onların anılan nimetlere şükretmemeleri, onlardan yüz çevirmeyi (hitap ifâdesinin terk edilmesini) ve başkalarına teşhir amacıyla cinayetlerinin tâdât edilmesini gerektirmektedir. Yani kâfirler dediler ki: "Biz toprak olup yeryüzünün toprağına karışıp ondan fark edilmez hale geldiğimiz zaman..." yahut "toprağa gömülerek kayıp olduğumuz zaman..." Bir kırâete göre, (âyetin metnindeki) "dalelnâ" fiili, "saklnâ" olarak okunmuştur. Yani biz, toprakta çürüdüğümüz zaman, yahut toprağa dönüştüğümüz zaman... Bir görüşe göre, bunu söyleyen Übeyy b. Halef adındaki müşriktir. Diğer müşrikler de onun sözüne rıza gösterdikleri için, bu söz hepsine isnat edilmiştir. (Dediler, denilmiştir.) B- "Hayır! Onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir." Burada, onların yeniden yaratılmayı inkâr etmelerinin beyanından daha ağır ve şeni olan bir hususun beyanına intikal edilmektedir ki, bu da, onların, âhiret hayatını ve orada karşılaşacakları korkunç akıbetlerin tamamını inkâr etmeleridir. 11"De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği sizi vefat ettirecektir (sizin canınızı alacaktır). Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." Bu kelâm, hakkı beyan etmekte ve onların bâtıl iddialarını reddetmektedir. Yani hak olan budur; yoksa sizin iddia ettiğiniz gibi ölüm, canlılara cibilliyet gereği olarak arız olan tabii hallerden değildir. Yani sizin canlarinizi almakla ve ecellerinizi saymakla görevli bulunan ölüm meleği Azrail sizin yüzlerinize ve arkalarınıza vurarak en çetin ve feci şekilde sizin ruhlarınızı alıp sizde canlılık adına hiçbir şeyi bırakmayacaktır. Yahut sizden hiç kimseyi geride, bırakmayacaktir. Sonra siz, hesap ve ceza (karşılık) için, yeniden diriltilip Rabbinize döndürüleceksiniz. 12"O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, "Rabbimiz! Gördük ve işittik; şimdi bizi dünyaya geri gönder de, sâlih ameller yapalım; çünkü biz kesin olarak inandık" diyecekleri vakit bir görsen!., " Yani sen, bundan önceki âyette belirtildiği gibi, "biz, toprağın içinde kayıp olduktan sonra..." diyen günahkârların, yahut bunların da dâhil oldukları bütün günahkârların, Rableri huzurunda, dünyada işledikleri çirkin suçları meydana çıktığında utanç ve mahcubiyetten başlarını öne eğecekleri, "Rabbimiz! Biz de artık hakkı görenlerden ve işitenlerden olduk ve görülen ve işitilen âyetleri idrâk etmek istidadı bizim için de hâsıl oldu; daha önce ise biz hiçbir şeyi idrâk etmeyen körler ve sağırlar idik; şimdi bizi dünyaya gönder de, o âyetlerin gereği olan sâlih ameller yapalım; çünkü biz kesin olarak inandık" diyecekleri vakit bir görsen! . . Yani onlar o zaman, bu sözleri ile, görme ve işitme duyularının ve kalplerinin sıhhatli ve âyetleri anlayıp gereklerini yapmaya muktedir hale geldiklerini iddia edecekler. Hulâsa, onlar: "Biz daha önce hiçbir şeyi akıl edemiyorduk. Şimdi ise kesin olarak inandık" diyecekler. Bütün bu söyledikleri, dünyaya geri döndürülmek dileklerinin kabul edilmesi umuduyla yakarıştaki gayretlerinin ifadesidir. Ancak heyhat!.. Onların gördükleri, o zaman kendilerine gösterilecek küfür ve günahların, çirkin suretleri ve işittikleri de, meleklerin, kendilerine, gidecekleri yerin kesin olarak Cehennem olduğunu bildirmeleri de olabilir. Bu görüşe göre mânâ şöyledir: biz şimdi amellerimizin çirkinliğini gördük. Halbuki biz dünyada onları güzel görüyorduk. Ve biz, son durağımızın Cehennem olduğunu işittik. Bu mânâ, daha sonra zikredilen sâlih amel yapma vaadine de daha münasiptir. Bir diğer gorüşe göre ise, yani biz, Peygamberlerini tasdik ettiğini işittik, demektir. Ancak malûmun olduğu üzere Allah'ın, o zaman Peygamberlerini tasdik etmesi, onların bildırdıklerı ceza ve mükâfat vaatlerinin gerçekleşmesidir; yoksa onların doğru olduklarını haber vermekle, değildir ki, onlar, bunu işitsinler. Başka bir görüşe göre ise, yani şimdi biz, Peygamberlerin sözlerini itaat ve izân ile işittik, demektir. Âyette şartın cevabı mahzûftur. Yani bunu görseydin, anlatılması imkânsız pek korkunç bir şey görürdün. Bu hitap, kim olursa olsun, muhatap olabilen herkes içindir. Zira bundan murat, o kâfirlerin kıyametteki kötü hallerini ve bu hallerin korkunçluğunun ve fecaatinin idrâkinin, garip ve pek çetin hadiseleri görebilen binlerine mahsus olmayıp fakat görebilen herkesin bunun korkunçluğundan ve dehşetinden taaccüp ettiğini ifâde etmektir. Bazılarına göre, bu hitabın umumî olmasından maksat, onların halinin, gizli kalmasının asla mümkün olmayacak kadar aşikâr olduğunu, bu itibarla bunun, birilerine mahsus olmadığını, fakat görebilen herkes için geçerli olduğunu beyan etmektir. Ancak bu izahı yapanlar, hakkın tahkikinden sapmışlardır. Zira burada maksat, onların halinin son derece perişan olduğunu beyan etmektir; yoksa maksat, onların halinin son derece aşikâr olduğunu beyan etmek değildir. Zira bu, müsellem hususlardandır. O halde bunu böyle izah etmek gerekir. 13"Ve biz dilemiş olsaydık, herkese hidâyetini elbette verirdik. Fakat "cehennemi hiç şüphesiz cinlerden ve insanlardan tamamıyla dolduracağım" diye benden kesin söz sâdır olmuştur." Yani eğer biz, iyi olsun, kötü olsun, herkese, kendisini mutlaka imâna ve sâlih amele hidâyet edecek vesileler vermeyi bilfiil dileseydik, biz, onu, kazanç yurdu olan dünyada mutlaka verirdik ve bunu, ceza ve mükâfat yurdu olan âhirete tehir etmezdik. Fakat "iblis: Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onlardan hâlis kılınmış kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım, dedi. Kadar -ki, ben zaten doğruyu söylerim- mutlak ve muhakkak sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım! buyurdu." âyetlerinde belirtildiği gibi, İblisin sözüne karşı bu vaat benden sâdır olmuştur -işte mezkûr sâd âyetlerinden de bu kastedilmektedir. Nitekim burada, cinlerin, insanlardan önce zikredilmesinden de anlaşılmaktadır. - işte o sözümüzün gereği olarak biz, herkese hidâyet vermeyi dilemedik; fakat biz, hidâyetimizi İblis’e uyarılardan uzaklaştırdık. Ve siz de İblis’e uyanlara dâhilsiniz. Nitekim siz, İblisin azdırmasıyla tercihinizi bâtıl yönünde kullandınız. Ve bizim kulların fiillerini dilememiz de, onların tercihine bağlıdır. İşte siz de, hidâyeti tercih etmeyip dalâleti tercih edince, biz de, onu size vermeyi dilemedik; onu, kendisini tercih eden iyi nefislere verdik. Bundan sonra gelecek 15. Âyette, zikredilenlerden murat da, bu hidâyetin bahsedildiği bahtiyar insanlardır. Bu itibarla hidâyet verme, iradesinin olmamasının ana sebebi, onların kötü tercihleridir; mezkûr ilâhî vaadin tahakkuku değildir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu ilâhî irade (dileme), kulların fiillerinin gerçekleştiği andaki fiili irade ile kayıtlandırılmıştir, çünkü ezeli irade, kulların olacak fiillerine icmalî olarak taallûk etmesi hasebiyle azap sözünün tahakkuk etmesinden öncedir. Bu itibarla hidâyetin olmaması, o ezelî iradenin tahakkukuna bağlanamaz. O ezelî irade, ancak Allah'ın, onların gelecekte tercihlerini bâtıl yönünde kullanacaklarını, batılı hidâyete tercih edeceklerini ezeli ilmiyle bilmesi demektir. İşte eğer dahî irade bu fiilî cihetle kastedddiği takdirde zikredilen sebebe bağlanabilir. Tıpkı "Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi, onlara mutlaka işittirirdi." âyetinde ifâde edildiği gibi. Şu halde bu âyetin mânâsının, "eğer biz dileseydik, herkese, bizim katımızda bulunan öyle bir lütuf verirdik ki, onu tercih etseler, hidâyet bulurlardı; fakat biz, bunu onlara vermedik; çünkü küfrü tercih ettiklerini bildik" şeklinde olduğunu vehmedenler, işleri tamamen karıştırmışlardır. 14"O gün onlara şöyle denilecek: artık, bu günümüze kavuşmayı unutmuş olmanız yüzünden şu azabı tadın. Muhakkak Biz de sizi unutmuşuzdur. Yaptıklarınızdan ötürü şu ebedi azabı tadın." Bu kelâm, bize bildiriyor ki, onların azap edilmeleri, sadece azap vaadinin daha önce kesinleşmiş olmasından dolayı değil, fakat azap ve azap vaadi de, onlardan kaynaklanan bir sebep mucibincedir. Yani sizin dünyaya dönüşünüz olmayacak, yahut sizin hakkınızda azap vaadim kesinleşmiştir. Bu korkunç günü tamamen unutmanız, onu hiç düşünmemeniz ve ona hiç hazırlık yapmamanız yüzünden artık şu azabı tadın. Şüphesiz biz de, tamamen unutulmuşlar gibi sizi azapta bırakmışızdır. Yaptıklarınızdan ötürü şu azabı tadın. Âyetin son cümlesi, tekidi tekrar ve pekiştirmek mahiyetindedir. 15"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler îman ederler ki, âyetlerimizle kendilerine öğüt verildiğinde, onlar, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve tabletini hamd ile tesbih ederler." Bu kelâm-ı kerim, o kâfirlerin, kendilerine hidâyet verilmesine lâyık olmadıklarını açıklamakta ve kendilerine hidâyet (yol gösteren imkân) verilse bile, îman etmeyeceklerini bildirmekte ve buna lâyık olanları tayin etmektedir. Yani biz, sizi dünyaya geri göndersek de, iddia ettiğiniz gibi, âyetlerimize îman etmeyeceksiniz ve gereğince iyi işler yapmayacaksınız. Nitekim diğer bir âyette de: "eğer onlar geri dünyaya geri gönderilseler de, kendilerine yasak edilen günahlara yine mutlaka dönerler." denilmektedir. Zira bizim âyetlerimize ancak o kimseler îman ederler ki, âyetlerimizle kendilerine öğüt verildiğinde, îman etmeyi, ceza ve mükâfat vaatlerimizin gerçekleştiği kıyamet gününe kadar tehir etmek şöyle dursun, hiç tereddüt bile etmeden ve gecikmeden hemen yüzüstü secdeye kapanırlar ve Allah'ı, O'na yakışmayan her vasıftan ve ezcümle, yeniden diriltmekten aciz olmaktan tenzih ederler ve aynı zamanda O'nu, bahsettiği nimetlerden dolayı ve nimetlerin en büyüğü olan âyetleri vermek ve onlarla hidâyete ermek başarısını ihsan etmek nimetinden dolayı hamdederler. Âyetin metninde Rab kelimesinin, onların zamirine izafe edilmesi (Rablerini... denilmesi), tesbih ile hamdin illetini ve onların bunu, Allah'ın, kendilerinin Rabbi olduğu mülahazasıyla yaptıklarını bildirmek içindir. Ve onlar, Allah'a boyun eğerler ve büyüklük taslayıp da yaptıkları secdeden, tesbih ve hamdden geri durmazlar. 16"Azabından korkarak ve rahmetini umarak rablerine yalvarmak üzere yanları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." Bu kelâm-ı kerim de, o mutlu ve kutlu insanların diğer güzeikiderinı beyan etmektedir. Yani onlar, Allah'ın gazabından, azabından ve ibadetlerinin kabul edilmemesinden korkarak ve O'nun rahmetini umarak devamlı Rablerine yalvarmak üzere, yanları yataklardan, yatma yerlerinden uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz mallardan da hayır ve hasenat yolunda harcarlar. Yanları yataklarda uzak kalanlardan murat, geceleri teheccüt namazını Enes b. Malik diyor ki: "Bu âyet, biz ensar müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bizler, akşam namazını kıldıktan sonra Peygamberimizle beraber yatsı namazını da kılmadan meskenlerimize dönmezdik." Yine Enes'ten rivâyet olunduğuna göre der ki: "Bu âyet, ashaptan bazı kimseler hakkında nazil olmuştur ki, bunlar, akşam namazından sonra yatsı namazına kadar namaz kılıyorlardı. Bu namaz, evvâbîn namazıdır." Bu görüş, Ebi Hazim ile Muhammed b. El-Mükender'in de görüşüdür. Bu görüş, İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmektedir. Atâ ise diyor ki: "Bunlar, yatsı namazını ve sabah namazını cemaatle kılmadan uyumayan kimselerdir." Meşhur olan görüşe göre ise, bu namazdan murat, gece namazıdır. Hasen-ı Basrî, Mücâhid, imam Malik, İmam Evzâî ve diğer bazı kimselerin görüşü de budur. Zira Peygamberimiz buyurmuş ki: "Ramazan ayından sonra en faziletti oruç, Allah'ın ayı denilen Muharrem ayının orucudur. Farz namazlardan sonra en faziletti namaz, gece namazıdır." Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, "bu, kulun gece kalkıp namaz kılmasıdır" buyurmuştur. Yine Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü Allah, öncekileri ve sonrakileri bir araya topladığı zaman, bir münadi gelip herkese duyuracak bir yüksek sesle şöyle nida edecek:" bugün burada toplanmış olanlar, kimin öncelikle Allah'ın lûtfu keremine lâyık olduğunu bileceklerdir, "sonra bu münadi geri dönüp şöyle seslenecektir:" yanları yataklardan uzak kalanlar, ayağa kalksınlar! "sayıları az olan bu kimseler, ayağa kalkacaklar." Sona münadi yine geri dönüp şöyle seslenecek: "bollukta ve darlıkta Allah'a hamdedenler, ayağa kalksınlar!" Sayıları az olan bu insanlar da ayağa kalkacaklar ve bunlar hepsi, cennete sakveriiecekler. Sonra diğer insanlar, hesaba tabi tutulacaklar." 17"İşte yapmakta oldukları iyi işlere karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez." Yani ne mukarreb (Allah'a yakın) meleklerden, ne de resul olan Peygamberlerden bile hiç kimse, o büyük vasıfları sayılan bahtiyar insanlar için, dünyada yaptıkları sâlih amellere karşılık, ne mutluluklar saklandığını bilemez. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Allah Azze ve celle diyor ki: ben, sâlih kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insan aklının tasavvur edemediği büyük nimetler hazırladım. Sizin muttak kılındığınız ve anladığınız cennet lezzetlerini bırakın; onlar, sizin için sakladıklarım yanında az sayılır. İsterseniz, "İşte yapmakta oldukları iyi işlere karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez, " âyetini okuyun." Deniliyor ki; bu insanlar, amellerini gizlemişler; Allah da, onların mükâfatlarını gizlemiştir. 18"Artık, mü'min olan kimse, fâsık (yoldan çıkmış) kimse gibi olur mu hiç! Bunlar elbette bir olamazlar." A- Artık, muinin olan kimse, fâsık (yoldan çıkmış) kimse gibi olur mu hiç! Yani mü’min ile fâsık arasındaki apaçık fark ortaya çıktıktan sonra o üstün vasıfları zikredilen mü’min, halleri zikredilen fâsık gibi olur mu hiç! B- "Bunlar elbette bir olamazlar. Bundan önceki cümle ile, aralarında benzerlik olmadığının ifâde edilmesiyle, bu cümle ile ifâde edilen mânâ, en beliğ ve kuvvetli şekilde tamamıyla bildirildiği, halde bu cümle ile de sarih olarak ifâde edilmesi, bundan sonra gelecek tafsilatın buna bina edilmesi içindir. 19"îman edip sâlih ameller yapanlara gelince, işte yapmış oldukları iyi işlere karşılık olarak, kendileri için Me'vâ (kalıcı yurt) cennetleri vardır." Bundan önce anılan iki fırkanın dünyadaki halleri zikredildikten sonra burada da onların mertebeleri açıklanmaktadır. Âyetin metninde cennet, me'vâya izafe edilmiş, çünkü gerçek yurt cennettir; dünya ise, mutlaka terk edilecek bir geçici konaktır. Diğer bir görüşe göre ise, me'vâ, muayyen bir cennetin adıdır. Hangi mânâ olursa olsun, bu ifâdede, yukarıda zikredildiği gibi, onların, dünyada konakları olan yataklarından yanlarım uzak tuttuklarına işaret edilmiş olması, uzak bir ihtimal değildir. 20"Fâsık (yoldan çıkmış) olanlara da gelince, işte onların kalıcı yurtları ateştir. Onlar oradan çıkmak istedikçe, geri orya döndürülecekler. Ve kendilerine: "Yalan saymakta olduğunuz bu Cehennem azabım tadın!" denilecektir." A- "Fâsık (yoldan çıkmış) olanlara da gelince, işte onların kalıcı yurtları ateştir." Yani Allah'a itaat yolundan çıkmış olan kimselere de gelince, mü’minlerin Me'vâ cennetleri yerine bunlar için de kalıcı yurt olarak Cehennem ateşi vardır. B - "Onlar oradan çıkmak istedikçe, geri oraya döndürülecekler." Bu kelâmda da, cehennemin, onlar için nasıl kalıcı yurt olacağı beyan edilmektedir. Rivâyet olunuyor ki, Cehennem ateşinin alevleri onlara çarpıp kendilerini üst katlara kaldırır; nihayet onlar Cehennem kapısına yaklaşıp da oradan çıkmak istediklerinde, tekrar alevlerin onlara çarpmasıyla cehennemin dibine inerler. Ve bu halleri ebedî olarak devam eder. C- "Ve kendilerine: "Yalan saymakta olduğunuz bu Cehennem azabını tadın!" denilecektir." Yani onların azabım daha da ağırlaştırmak ve öfkelerini arttırmak için kendilerine: "Dünyada devamti yalanlamakta olduğunuz bu Cehennem azabını tadın, bakalım!" denilecektir. 21"En büyük azaptan, önce onlara hiç şüphesiz bu yakın azaptan attıracağız. Olur ki, dönerler." A- "En büyük azaptan önce onlara hiç şüphesiz bu yalan azaptan tattıracağız." Yani âhiret azabından önce onlara hiç şüphesiz dünya azabını tattıracağız. Bu azap, onlarin maruz kaldıkları yedi senelik kıtlık, Peygamberimizle yaptıkları savaşlarda öldürülmeleri ve esir alınmalarıdır. B- "Olur ki, dönerler." Yani olur ki, bunu müşahede edip de hayatta kalanları, küfürlerinden tevbe, ederler. 22"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir! Biz, muhakkak günahkârlardan öç alacağız." A- "Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir!" Rivâyet olunuyor ki, Velid b. Ukba, Bedir Savaşında Hazret-i Ali'ye karşı iftiharda bulundu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Daha önce, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda onu secde, tesbih ve hamd ile karşılayanların hak beyan edildikten sonra burada da, Allah'ın âyetlerini yüz çevirmekle karşılayanların hak icmali olarak beyan edilmektedir. Âyette "sümme sonra", kelimesinin kullanılması, Allah'ın âyetlerinin haktan ibaret oldukları aklen gayet açık iken ve onlara iki cihan saadetine irşat ettikleri halde onlardan yüz çevirmelerinin son derece yadırganacak bir şey olduğunu bildirmek içindir. Nitekim bir hamaset şiirinde şöyle denilmektedir: Bu felaketi ancak öyle bir hür kadının oğlu def edebilir ki, ölümün acılarını görür; sonra ziyaret eder." (İşte burada da "sümme— sonra" kelimesi ayni mânâda kullanılmıştır.) B- "Biz, muhakkak günahkârlardan öç alacağız." Yani günahları küçük de olsa, biz, muhakkak bütün günahkârlardan intikam alacağız. O halde en büyük zâlimlerden ve en ağır suçlulardan alacağımız intikam da ona göre olacaktır. 23"Yemin olsunki, biz, Mûsa'ya o kitabı verdik. Artık sen, bu kitabın Allah tarafından sana verildiğinden şüphe etme. O kitabı da biz, İsrail oğulları için bir hidâyet rehberi kılmış idik." A- "Yemin olsunki, biz, Mûsa'ya o kitabı verdik." Yani biz, Mûsa'ya Tevrat'ı verdik. Tevrat'ın kitap olarak ifâde edilmesi, Tevrat ile Kur’ân arasında mücaneset olduğunu (ikisi de semavî kitap cinsinden olduklarını) ve Peygamberimize Kur’ân'ın verilmesinin de, Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ın verilmesi gibi olduğunu bildirmek içindir. B- "Artık sen, bu kitabin Allah tarafından sana verildiğinden şüphe etme." Yani ey Resûlüm! Sen, bu Kur’ân'ın, Allah tarafından sana verildiğinden şüphe etme. Nitekim bu hakikat Neml: 6. Âyetinde de zikredilmektedir. Hulâsa, ey Resûlüm! Sana verdiğimiz kitabim bir benzerini Mûsa'ya vermiştik ve sana indirdiğimiz vahyin bir benzerini de ona indirmiştik. Artık sen, o kitap ve vahyin bir benzerine kavuştuğundan şüphe etme. Diğer bir görüşe göre ise, sen, Mûsa'ya o kitabın verildiğinde, yahut sen, Mûsâ ile karşılaştığından şüphe etme. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "İsrâ gecesinde ben, Mûsa'yı gördüm; esmer, uzun boylu, kıvırcık saçlı idi; Şüûne kabilesinin adamlarına benziyordu." C- "O kitabı da biz, İsrail oğulları için bir hidâyet rehberi kılmış idik. Yani biz, Mûsa'ya verdiğimiz kitabı da İsrail oğulları için bir hidâyet rehberi kılmış idik. Deniliyor ki; Hazret-i İsmail nesli, Tevrat'ın hükümleri ile hükmetmemiştir. 24"Sabrettikleri ve âyetlerimize kesin olarak îman ettikleri müddetçe, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola İleten rehberler de meydana getirmiştik." Yani itaatlerin meşakkatlerine ve din uğruna cihat etmek güçlüklerine sabrettikleri, yahut dünyalık zevklerinden uzak kalmaya sabrettikleri ve gereği gibi tefekkür etmelerinden dolayı o kitabın içerdiği hakikatlere kesin olarak îman ettikleri müddetçe, onlarin içinden, buyruğumuzla, yahut muvaffak kumamızla, başkalarını, kitabin içerdiği hükümlerle hak yoluna, yahut onlari, kitabın içindeki Allah'ın dinine ve kurallarına ileten rehberler de meydana getirmiştik. İşte ey Resûlüm Muhammed! Biz, sana verdiğimiz kitabı da ümmetin için hidâyet kıldık ve biz, hiç şüphesiz biz, senin ümmetinden de, o hidâyet gibi hidâyet edecek rehberler kılacağız. 25"Şüphesiz ki, Rabbin, hakkında anlaşamadıkları şeylerde kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir." Yani Rabbin, hakkında anlaşamadıkları din işlerinde kıyamet günü Peygamberlerle ümmederi, yahut mü’minler ile müşrikler arasında hükmedecek ve o zaman hakçı ile bâtilciyi birbirinden ayırtacaktır. 26"Harabe halindeki meskenlerinde dolaşıp durdukları kendilerinden önceki nice nesilleri helâk edişimiz, hidâyet vesilesi olarak onlara yetmedi mi? Hiç şüphe yok ki, bunlarda birçok ibretler vardır. Yine de kulak vermeyecekler mi?" A- "Harabe hâlindeki meskenlerinde dolaşıp durdukları kendilerinden önceki nice nesilleri helâk edişimiz, hidâyet vesüesi olarak onlara yetmedi mi?" Yani ticaret yolları üzerinde bulunan yurtlarında, memleketlerinde dolaşıp durdukları ve helâk kalıntılarını gördükleri. Ad, Semûd ve Lût kavmi gibi kendilerinden önceki nice nesilleri helâk edişimiz, hidâyet vesilesi olarak onlara yetmedi mi? Onlar bundan gafil mi kaldılar? Onlara hidâyet vesilesi olmadı mı? Yahut bunca kavimleri helâk edişimiz, onların da akıbetini kendilerine açıklamıyor mu? B- "Hiç şüphe yok ki, bunlarda birçok ibretler vardır. Yine de kulak vermeyecekler mi?" Yani bunca eski azgın ümmetleri helâk edişimizde, yahut onların harabe yurtlarında bir çok büyük ibretler vardır. Yine de onlar, tefekkür ve öğütlenmek amacıyla bu âyetlere kulak vermeyecekler mi? 27"Görmüyorlar mı ki, biz, yağmuru cürüz (kurumuş) toprağa sevk ediyoruz da, onunla bir ekin yetiştiriyoruz ki, ondan davarları da yiyor, kendileri de. Yine de görmeyecekler mi?" A- "Görmüyorlar mı ki, biz, yağmuru cürüz (kurumuş) toprağa sevk ediyoruz da, onunla bir ekin yetiştiriyoruz ki, ondan davarları da yiyor, kendileri de." Cüzür toprak, bitkisi tamamen yok olup kuru kalmış toprak demektir. Diğer bir görüşe göre ise, cüzür, Yemen'de bir yerin adıdır. Yetiştirilen ekinden davarların yediği kısımlar, saman, yeşil arpa, yaprak ve bu amaçla yetiştirilen bazı hububattır, insanların yedikleri kısım ise, onların gıda olarak kullandıkları hububat ve meyvelerdir. B- "Yine de görmeyecekler mi?" Yani Allah'ın sonsuz kudretine ve lûtfüne delil olarak kullanmak için yine de bu hakikatleri görmeyecekler mi? 28"Kâfirler: "Eğer doğru söylüyorsan, bu fetih ne zaman?" diyorlar." Müslümanlar: "Allah, müşriklere karşı bize fetih ihsan edecektir", yahut: "bizimle onlar arasında hükmedecektir" diyorlardı. Mekke müşrikleri, de, bunu duydukları zaman, tekzip ve istihza olarak: "Eğer Allah'ın, size zafer ihsan edeceği", yahut "aramızda hükmedeceği iddianızda doğru iseniz, bu fetih, ne zaman?" diyorlardı. Yani zafer yahut aralarında hükmetmek ne zaman? 29"De ki: O fetih günü, kâfir olanlara îmanları fayda vermeyecek; onlara mühlet de verilmeyecek." Yani onları susturmak ve hakkı tahkik etmek üzere onlara bunu söyle. Fetih günü, kıyamet günüdür ki, o gün, mü’minler ile düşmanları arasında hükmedilecek ve düşmanlarına karşı nihaî zaferi kazanacaklardır. Diğer bir görüşe göre ise, fetih günü, Bedir savaşı günüdür. Mücâhid ile Hasen el Basrî'den rivâyet olunduğuna göre ise, fetih günü, Mekke fethi günüdür. Âyette, onların sualine verilen cevabın, sualin zahirine mutabık olarak verilmemesi, bunun sorulacak bir şey olmadığına dikkat çekme içindir, Zira bu husus, bildirilmeye muhtaç olmayan gayet açık bir hakikattir. Keza, o gün onların îman edecekleri ve kendilerine mühlet verilmeyeceği de, bildirilmeye muhtaç olmayan hakikatlerdir. Beyana muhtaç olan, ancak o günkü îmanın kendilerine, fayda vermeyeceği ve onlara mühlet verilmeyeceğidir. Sanki onlara şöyle denilmiş oluyor: siz hiç acele etmeyin; sizinle benim öyle bir günüm olacak ki, siz îman edeceksiniz, fakat îmanınız size fayda vermeyecek ve siz mühlet isteyeceksiniz, fakat size mühlet verilmeyecek. Bu izahın, fetih günü hakkındaki birinci görüşe (kıyamet günü olduğu görüşüne) göre geçerli olduğu açıktır. Diğer iki görüşe (fetih gününün, Bedir Savaşı günü veya Mekke fethi günü olduğu görüşlerine) göre ise, bu kâfirlerden murat, birinci görüşte, olduğu gibi, bütün kâfirler değil, fakat Bedir savaşında veya Mekke fethinde öldürülmüş olan kâfirlerdir. Bunun aksi nasıl olabilir ki, Mekke fethinde mecburen îman edenlere îmanları fayda vermiş ve Bedir savaşında îman eden bazı insanlara da îmanları fayda vermiş sizinle beraber beklemekteyiz." en zahir olan görüşe göre ise, yani onlar da, müslümanların helakini beklemektedirler, demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onlar, ancak, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi beklerler?" Buna yakın bir görüş de şöyledir: sen bizim azabımızı bekle; şüphesiz onlar da, onu beklemektedirler. Zira onların, mezkûr azabı acele istemeleri ve içinde bulundukları küfür ve günahlarda ısrar etmeleri, buna kesin olarak terettüp edecek azabı beklemeleri hükmündedir. Diğer bir kırâete göre ise, âyetin, metninde, onların beklemesini ifâde eden mutazırûn kelimesi, mutazarûn olarak okunmaktadır. Buna göre, yani asil onlar, helakleri beklenmeye müstahaktırlar. Yahut melekler, onların helakini beklemektedir. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, şöyle buyurmuştur: "Bir kimse. Secde sûresi ile Mülk sûresini okursa, Kadir gecesini ihya etmiş gibi sevap kazanır." Yine Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, secde sûresini evinde okursa, üç gün şeytan o eve girmez." 30"Artık onlardan yüz çevir ve bekle; onlar da şüphesiz beklemektedirler." Yani ey Resûlüm! Artık onların tekzibine aldırma ve onlara karşı kazanacağın zaferi ve onların helakini bekle; onlar da şüphesiz beklemektedirler. |
﴾ 0 ﴿