AHZÂB SÛRESİ

Medine'de nazil olmuştur; 73 âyettir.

1

"Ey Peygamber! Allah'a karşı takvâlı ol (aykırılıklardan sakın). Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Çünkü şüphe yok ki, Allah, alîm'dir, hakîm'dir."

A- "Ey Peygamber! Allah'a karşı takvâlı ol (aykırılıklardan sakın)."

Peygamberimize Peygamberlik unvanıyla seslenilmesi, onun şânını yüceltmek ve onun makamının yüksekliğine dikkat çekmek içindir.

Burada emredilen takvadan murat, takvada sebat etmek ve onu daha arttırmaktır. Zira takva, pek geniş bir kapı ve sonuna erişilemeyen pek uzun bir süreçtir.

B- "Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Çünkü şüphe yok kı, Allah, alîm'dir, hakîm'dir."

Yani küfrünü açıkça ortaya koyan kâfirler ile küfrünü gizleyen kâfirlere, dinde gevşeklik müslümanlar için zillet sayılacak hususlarda boyun eğme.

Rivâyet olunuyor ki, Mekke müşriklerinin, Peygamberimizle yaptıkları saldırmazlık andlaşması süresinde Mekke müşriklerinden Ebû Sübyan b. Harb ile İklime b. Ebi Cehil ve Ebû A'ver el-Sülemî, Medine'ye gelip münafıklardan Abdullah b. Übeyy ile Muattib b. Kuşeyr ve Cedd b. Kays adlarındaki şahısları da yanlarına alarak Resülullah'ın huzuruna çıktılar ve şu teklifte bulundular: "Sen bizim ilâhlarımızdan böyle bahsetmekten vazgeç ve de ki: "Onlar, şefaat edebilir; fayda sağlayabilir" O zaman biz de, seni Rabbinle rahat bırakırız." Onların bu teklifi, Peygamberimize ve mü’minlere pek ağır geldi ve onları öldürmek istediler, işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yani ey Resûlüm! Ahdini ve saldırmazlık andlaşmasinı bozmaktan sakın ve Mekkeli kâfirler ile Medineli münafıkların senden talep ettiklerini kabul ederek onlara yardım etme. Şüphe yok ki, Allah'ın ilmi ve hikmeti sınnsız-dır. Bu itibarla Allah, iyi, kötü her şeyi bitir. Netice olarak, ancak maslahatı olanı sana emreder ve seni ancak kötü olandan men' eder ve üstün hikmetin gerektirmediği bir şeyi hükmetmez.

2

"Rabbinden sana vahyolunana uy. Çünkü şüphe yok ki, Allah, bütün yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.

A- "Rabbinden sana vahyolunana uy."

Yani yapıp yapmadığın bütün işlerde, Rabbinden sana vahiy olunan âyetlere ve ezcümle. Allah'a karşı takvâlı olmayı emreden ve kâfirler ile münafıklara yardım etmeyi men' eden bu âyete uy.

Bu kelâmda, rab unvanının kullanılması, bu emre uymanın gerekliliğini tekit etmek içindir.

B- "Çünkü şüphe yok ki, Allah, bütün yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır."

Bir görüşe göre, bu hitap, Resûlüllah'adır ve hitapta çoğul kipinin kullanılması, tazim içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, hitap, Peygamberimiz ile mü’minleredir.

Bir görüşe göre ise, gaipler içindir. Ancak bunun isabetten uzak olduğu açıktır. Evet, eğer bir nevi tağlıb (hazırları, gaiplere galip kılmak) yoluyla, hitap, hepsi için olabilir.

Bunlardan hangi görüşe göre olursa, olsun, bu cümle, emrin illeti ve emrin gerekliliğini tekit içindir. İlk iki görüşe göre, terğib (teşvik) ve terbip (uyarmak) yoluyladır. Netice olarak şu anlamdadır: Allah, sizin yaptığınız emre uymaktan ve uymamaktan hakkıyla haberdardır. Bu itibarla mutlaka birine mükâfat ve diğerine de ceza terettüp edecektir. Son görüşe göre ise, yalnız terğib yoluyladır. Yani Allah, her iki fırkanın yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Sonuçta Allah, seni, senin için hayırlı ve intizamlı olana irşat edecek; seni, onların kurdukları hilelere ve fenalık planlarına muttak edecek ve bunların defi için gerekti olan tedbirleri sana emredecek. İşte bundan dolayı mutlaka vahye uymaksın ve gereğini yapmaksın.

3

"Allah'a tevekkül et. Zaten vekil olarak Allah yeter, "

Yani bütün işlerini Allah'a havale et Zaten koruyucu olarak ve bütün işlerin havale edilmesi için Allah yeter. Allah ise, hakkı söyler ve o, doğru yola iletir,

4

"Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmamış; zihar yaptığınız eşlerinizi de analarınız kılmamış ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz kendi sözlerinizdir."

A- "Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmamış; zihar yaptığınız eşlerinizi de analarınız kılmamış ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmamıştır."

Burada, Peygamberimizin, uymaya emredildiği vahyin zikrine başlanmaktadır. Âyetin başındaki ifâde bir temsil olup Allah, bunu, bundan sonra zikredilecek hususlara hazırlık konusunda zikretmiş ve bununla su hakikate dikkat çekmiştir: zihar yapılan bir eşin, aralarında cari olan malûm hususlarda ve hükümlerde gerçek ana gibi ve evlatlığın da gerçek oğul gibi kabul edilmesi, bir insanın içinde iki kalbin olması gibi imkânsız bir şeydir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm-ı kerim, Arapların bir iddiasını reddetmektedir. Şöyle ki, Araplar, zeki ve becerikli insanların iki kalbi olduğunu iddia ediyorlardı. İşte bundan dolayı Ebi Ma'mcr veya Cemil b. Useyd el Fihri için "zül kalbeyn" (iki kalbli) diyorlardı.

Yani Allah, bir adamda iki kalp yaratmamıştır. Âyette "içinde" (anlamındaki) "cevf' kelimesinin zikredilmesi, fazla izah içindir. Nitekim "fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." ifâdesi de bu kabildendir. Ve keza, analık ile eşlik vasıfları ve evlatlık ile öz oğulluk vasıfları da tek bir şahısta bir araya gelmez. Ancak bu vasıfların bir araya gelmemesi, kalpte olduğu gibi hiçbir şeküde bir araya gelmemesi, yani gerçek eşlik ile gerçek olmayan analığın ve keza, gerçek evlatlık ile gerçek olmayan oğulluğun da bir araya gelmemesi anlamında değildir. Ve yine mutlak olarak, eşlik, hükümleri ile analık hükümlerinin ve evlatlık hükümleri ile öz oğulluk hükümlerinin de bir araya gelmemesi anlamında da değildir. Fakat gerçek eşlik ile analık hükümlerinin ve gerçek evlatlık ile öz oğulluk hükümlerinin bir araya gelmeyecekleri anlamındadır. Zira bu âyetin amacı, Arapların, zihar yaptıkları Hanımlarına analık hükümlerini ve evlatlıklarına da öz oğulluk hükümlerini icra etmek geleneğini kaldırmaktır.

Zihar, bir kimsenin, kendi karısına: "Seni benim için anamın sırtı gibisin (onun gibi haramsın)!" demesidir. Bu, karısından uzak durmak kararıdır. Cahiliyye devrinde bu ifâde, karısını boşamak sayılırdı. İslam'a göre ise bu ifâde, ya boşamayı, yahut kefaretini verinceye kadar karısının kendisine haram olmasını gerektirmektedir. Ziharin (sırtın) zikredilmesi, direği olduğu karından kinayedir. Zira karının ifâde edilmesi, fercin (cinsiyet uzvunun) ifâde edilmesine yakındır. Yahut sırtın zikredilmesi, haram kılmayı ağır bir şekilde ifâde etmek içindir. Zira cahiliyye devri Arapları, kadının sırtı yukarıya dönük olarak onunla cinsi ilişkide bulunmayı haram sayıyorlardı.

B- "Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz kendi sözlerinizdir."

Yani bu zihar ve demeniz, yahut bu evlatlık için evladım, demeniz, gerçek payı olmaksızın, sadece kendi ağızlarınızla söylediğiniz sözlerinizdir. Bundan dolayı da, sizin iddia ettiğiniz gibi bu sözleriniz, gerçek oğulluk, hükümlerini gerektirmekten uzaktır.

C- "Allah ise, hakkı söyler ve o, doğru yola iletir."

Yani Allah ise, gerçeğe uygun olanı söyler ve o, ancak doğru yola iletir. O halde siz, bu sözlerinizi bırakın ve Allah azze ve celle'nin sözünü tutun.

5

"Evlat edindiklerinizi babalarına nisbet ederek çağırın. Allah katında en kadar ve adaletlisi budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onları sizin din kardeşleriniz ve bakıp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanilarak yaptıklarınızda size vebal yoktur; fakat kalplerinizin kastettiğinde günah vardır. Zaten Allah, gafur'dur, rahîm'dir."

A- "Evlat edindiklerinizi babalarına nisbet ederek çağırın. Allah katında en kadar ve adaletlisi budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onları sizin din kardeşleriniz ve bakıp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin."  

Yani evlatlıklarınızı kendi gerçek babalarına nispet ve tahsis ederek çağırın. Zira Allah'ın adaletinde ve hükmünde en kadar budur. Eğer kendilerini nispet edeceğiniz gerçek babalarını bilmiyorsanız, onları din kardeşleriniz ve bakıp gözettiğiniz can dostlarınız olarak kabul ederek onları öylece çağırın.

B- "Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yoktur; fakat kalplerinizin kastettiğinde günah vardır. Zaten Allah, gafur'dur, rahîm'dir."

Yani yanılgı veya unutma veyahut dil sürçmesi olarak yaptıklarınızda size vebal yoktur; fakat vebal, yasaklandıktan sonra kalplerinizle kastederek yaptığınız yanlışlıklar içindir. Zaten Allah, bu yanılanlar için çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

Bir kimse, biri için, "bu benim oğlumdur" derse, eğer o, söyleyenin kölesi ise, her hal ü kârda âzât olur ve ona nesebi sabit olmaz. Ancak eğer onun nesebi meçhul ise ve yaş itibarıyla da, onun gibilerin, bunun gibi evladı olması mümkün ise ve bundan önce başkasından nesebi sabit olmamış ise, anılan iddiada bulunan kimseden nesebi sabit olur.

6

"Peygamber, mü’minlere kendilerinden daha yakın dosttur. Onun eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhacirlerden daha yaraşıktır. Şu kadar kı, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız yakışıkalır. Bunlar, kitapta yazılıdır."

A- "Peygamber, mü’minlere kendilerinden daha yakın dosttur."

Yani Peygamberimiz, din işlerinde de, dünya işlerinde de mü’minlere kendilerinden daha yakın dosttur. Nitekim bu mutlak ifâde de, bunun delilidir. Şu halde mü’minler. Peygamberimizi kendi öz nefislerinden bile fazla sevmelidirler; onun verdiği hükmü, kendi hükümlerinden bile önce uygulamalıdırlar; onun hakkını kendi haklarına tercih etmelidirler ve ona şefkatleri, kendi nefislerine olan şefkalerinden bile önce olmakdır.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, Tebûk seferine çıkarken, insanlara bu sefere çıkmalarım emir buyurdu. Enes adındaki sahabi: "Babalarımızdan, analarımızdan izin isteyelim!" dedi. İşte o zaman bu âyetti kerime nazil oldu.

Bir kırâete göre, âyetin metninde, "o, onların babalarıdır" mealinde bilcümle de vardır. Yani Peygamber, dinde mü’minlerin babalarıdır. Zira her Peygamber, ebedî hayatı temin eden hususlarda asıl olması hasebiyle, kendi ümmetinin babası sayılır, işte bundan dolayıdır ki, mü’minler de din kardeşleridir.

B- "Onun eşleri, onların analarıdır."

Yani Peygamberin eşleri, kendileriyle evlenmelerinin haram olması ve saygı duyulmaya lâyık olmaları hususunda mü’minlerin anaları gibidir. Diğer hususlarda ise, yabancı hanımlar gibidirler. İşte bundan dolayıdır kı, Hazret-i Âişe: "Biz, kadınların anaları değiliz" demiştir.

C- "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhacirlerden daha yaraşıktır. Şu kadar kı, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız yakışık alır."

Yani birbirlerine akraba olan mü’minler ve muhacirler, levh-i mahfuz'a göre, yahut Allah'ın indirdiği bu âyete göre, yahut miras âyetine göre, yahut Allah'ın farz kıldığı hükme göre, birbirlerine varis olmak konusunda önceliklidirler. Yahut mirasta, akraba olanların akrabalık hakkı, diğer mü’minlerin din hakkı ve muhacirlerin hicret hakkından önce gelmektedir.

Bu âyet, İslam'ın ilk yıllarında hicret ve din kardeşliği sebebiyle sabit olan miras hükmünü nesih etmiştir.

D- "Bunlar, kitapta yazılıdır."

Yani zikredilen iki âyet, levh-ı mahfuz'da, yahut Kur’ân'da, bir görüşe göre ise Tevrat'ta yazılıdır.

7

"Ey Resûlüm! Hani biz, o Peygamberlerden ahitlerini almıştık; senden de, nuh'tan da, İbrâhîm'den de, Mûsa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da, evet biz, onlardan sağlam söz aldık."

Yani ey Resûlüm! O vakti an ki, biz, bütün Peygamberlerden, risaleti (ilâhî mesajı) tebliğ edeceklerine ve dine davet edeceklerine dâir ahitlerini almıştık...

Âyette isimleri zikredilen Peygamberlerin de, Peygamberlere dâhil oldukları gayet açık iken, özellikle bunların zikre tahsis edilmesi, bunların meziyetlerini, faziletlerini ve bunların, şeriat (ilâhî kitap) sahibi olan Peygamberlerin ünlülerinden ve ülü'i azim olan resullerin ileri gelenlerinden olduklarını bildirmek içindir.

Âyetteki "evet, biz, onlardan sağlam söz aldık" cümlesiyle ifâde edilen söz de, birincinin aynısıdır ve bu sözün alınması, birinci sözün alınmasıdır. Bunun birinciye atıf yoluyla zikredilmesi, şânını yüceltmek içindir. Yani biz, onlardan şânı yüce, yahut yemin ile tekit edilmiş bir söz aldık. Nitekim hûd: 58. Âyetindeki tekrar da, bu kabildendir.

8

"Ta ki, Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun! O kâfirlere de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır. "

A- "Tâ ki, Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun!"

Yani Allah, bunu yapmıştır ki, kıyamet günü bunu Peygamberlere sorsun.

Bu doğruculardan murat peygamberlerdir. Onların bu vasıfla zikredilmeleri Peygamberlerin, kendilerine sorulan hususlarda doğrucu olduklarım baştan bildirmek içindir. Onlara sorulması, bunu gerektiren bir hikmete binaendir.

Yani ta ki, Allah, ahitlerine sadık kalan Peygamberlere, kavimlerine söylediklerini yahut Peygamberlerine îman etmemiş olan kavimlerini susturmak için, onların, Peygamberi tasdiklerini sorsun. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah'ın, Peygamberleri toplayıp da" size ne cevap verildi? "diyeceği gün..."

Yahut ta ki, Allah, Peygamberleri tasdik edenlere tasdiklerini sorsun! Zira doğrucuyu tasdik eden de doğrucudur ve onun tasdiki de doğruluktur.

Bir görüşe göre ise, yani ta ki, Allah, ahdine sadık kalan mü’minlere, kendi nefislerine şahadet ettirirken, onların ahitlerine olan sadakatlerini sorsun! Ancak Peygamberlerin ahdini hatırlatma makamı, bu mânâya engeldir.

B- "O kâfirlere de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır."

Bu cümle de, mukadder olan "Allah, bunu yapmıştır" cümlesine atıftır, yoksa kimilerin dediği gibi, "biz, Peygamberlerden ahitlerini almıştık..." cümlesine atıf değildir. Bu atfı, "Peygamberlerin gönderilmesi ve onlardan ahit alınması, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir" şeklinde izah etmek, yahut "mânâ şöyledir: Allah'ın, Peygamberlerden, kendi dinine davet etmelerini kuvvetle istemesi, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir" şeklinde izah etmek, pek açık bir zorlamadır, ilâve olarak da, bu izah, kâfirler için dayanılmaz azap olduğunu zikretmenin, bizzat maksut olmadığı sonucuna varır, Evet, "ta ki., Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun!" Cümlesinin delâlet ettiği cümleye atıf edilmesi caizdir. Yani böylece Allah, mü’minleri mükâfatlandırmış ve kâfirler için de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır.

9

"Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de, onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Zaten Allah, sizin yapmakta olduklarınızı tamamıyla görmektedir."

A- "Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de, onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik."

Bu ordulardan murat, ahzâb'tır (hizipler, topluluklardır) ki, bunlar, Kureyş, Gatafan ve Kurayza ile Nadîr yalıud ilerinden oluşuyordu. Sayıları da on iki bin civarında idi.

Resûlüllah, bu orduların kendilerine doğru hareketini duyunca, Selmarı el-Fârisî'nin tavsiyesiyle Medine etrafında hendek kazdırdı. Sonra müslümanlardan üç bin askerle Medine'nin dışına çıktı; askerî karargâhım da hendeğin gerisinde, hendeği kendileri ile düşman arasında bırakacak şekilde kurdu ve çocuklar ile kadınların da Medine kalelerine sığınmalarını emretti. Bu arada kimi insanları şiddetli bir korku sardı; bazı mü’minler de, her türlü zanlarda bulundular ve münafıklar arasında da nifak su yüzüne, çıktı. Öyle ki, Muattib b. Kuşeyr dedi ki: "Muhammed, Kisra (İran hükümdarı) ve Kayserin (Roma imparatorunun) hazinelerini bize vaat ediyordu; Halbuki biz tuvalete bile gidemiyoruz."

Ve karşi karşıya duran iki taraf üzerinden bir aya yakın bir zaman geçtiği halde aralarında daha savaş başlamadı. Yalnız, aralarında Amr b. Abdivüdd, İkrime b. Ebi Cehil, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. El-Hattâb ve Beni Muharibin kardeşi Mirdasin da bulunduğu Kureyş'in bazı atlı bahadırları, atlarına binip hendeğin dar bir yerine yöneldiler ve adarını koşturup oradan atlamayı basardılar; sonra da atlarıyla hendek de sel' denilen tepe arasında kalan tuzlak sahada dolaşmaya başladdar. Bunun üzerine Hazret-i Ali, müslümanlardan bir grupla derleyip onların geçtiği geçidi tuttu. Bunun üzerine o atlılar, onlara yöneldiler. Bu atlılardan amr b. Abdivüdd, kim olduğu bilinsin diye bir işaret takmıştı. Hazret-i Ali, ona dedi ki: "Ey Amr! Ben seni Allah'a, Resulüne ve İslam'a davet ediyorum!" Amr: "Benim ona ihtiyacım yoktur!" dedi. Hazret-i Ali: "Ben seni düelloya davet ediyorum!" dedi. Amr: "Ey kardeşimin oğlu (yeğenim)! Vallahi, ben seni öldürmek istemiyorum!" dedi. Hazret-i Ali: "Ama Vallahi, ben, sen öldürmek istiyorum!" dedi. İşte o zaman Amr, öfkelendi. Amir, gayretli ve kahramanlığıyla meşhur bir kimse idi. Amr, atından indi ve atını boğazladı. Yahut kılıcıyla atının yüzüne vurdu. Sonra Hazret-i Ali'ye yöneldi, iste o zaman ikisi birbirine hamle yaparak dönmeye başladılar. Sonunda Hazret-i Ali, ona ağır bir darbe indirip işini bitirdi. Hazret-i Ali, onu öldürünce, onun beraberindeki atlılar, hezimete uğrayıp kaçmaya başladılar ve gerisin geriye hendekten karşı tarafa atladılar. Ve Amr ile beraber Münebbih b. Osman b. Abdiddar ve Nevfel b. Abdullah b. El-Muğîre el-Mahzûmî adlarında iki adamları daha öldürüldü. Bunları da Hazret-i Ali öldürdü.

Deniliyor ki, taraflar arasında yalnız ok ve taş atışmaları oldu ve nihayet Allah, yardımını indirdi; onların üzerine kasırga ve göremedikleri ordular, yani melekler gönderdi. Gönderilen meleklerin sayısı bin idi. Allah, bir kış gecesinde soğuk bir saba rüzgârı onların üzerine gönderdi; bu rüzgâr, onları dondurdu ve toz-toprağı yüzlerine savurdu. Ve Allah, meleklere de emir verdi; onlar da, çadırlarının kazıklarını söktüler; çadır iplerini kopardılar; ateşlerini söndürdüler; yemek çömleklerini devirdiler; atlar birbirlerine girdi; kalplerine büyük bir korku girdi ve melekler, onların ordugâhı etrafında tekbir getirmeye başladılar. O zaman Tuleyha b. Huveylid el-Esedî dedi ki: "Muhammed var ya, o size önce sihir yapmaya başlamıştır. Artık bundan kurtulmaya bakalım!" Böylece düşman orduları, savaşmadan hezimete uğradılar.

B- "Zaten Allah, sizin yapmakta olduklarınızı tamamıyla görmektedir."

Yani Allah, sizin hendek kazmanızı ve savaş hazırlıklarını yaptığınızı tamamıyla görmektedir. Yahut sizin, O'na sığındığınızı ve sizin O'nun lûtfunû umduğunuzu hakkıyla görmektedir. İşte bundan dolayı (zahirî tedbirleri aldığınızdan dolayı) sizi düşmanlarınıza karşı muzaffer kıldı.

10

"Hani onlar, hem yukarıdan, hem de aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi. Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu (yerinden kaymıştı.). Yürekler de gırtlağa dayanmıştı. Siz Allah hakkında türlü, türlü zanlarda bulunuyordunuz."

A- "Hani onlar, hem yukarıdan, hem de aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi."

Yani düşman orduları hem vadinin yukarı tarafından, doğudan sizin üzerinize gelmişlerdi, -bunlar, Uyeyne b. Hisn kumandasındaki Galatan oğulları ile onlara katılmış olan necid'liler ve Amir b. Tufeyl kumandasındaki Hevazin'liler idi ve Kurayza yahudileri ile Nadir yahudüeri de onlara katılmışlardı.- hem de vadinin aşağı tarafından, batıdan sizin üzerinize gelmişlerdi. Bunlar da, Kureyş ve onların taraftarları olan Ahabiş, Kinane oğulları ve Tihâme'liler idi. Bunların kumandanı da Ebû Süfyan idi. Bunların sayısı, on bini buluyordu.

B- "Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu (yerinden kaymıştı)."

Yani gözler, hayret ve şaşkınlıktan, yerinden ve doğrultusundan kaymışü.

Diğer bir görüşe göre de, yani gözler, şiddetli korkudan, hiçbir tarafa bakmayıp yalnız düşmana dikilmişti.

C- "Yürekler de gırtlağa dayanmıştı."

Zira şiddetli korku halinde ak ciğer şişer ve onun yükselmesiyle yürek de gırtlağa kadar yukarı çıkar.

Diğer bir görüşe göre ise, hakikatte yürekler, gırtlağa çıkmaz; bu ifâde, yürek acısı için bir temsildir.

D- "Siz Allah hakkında türlü, türlü zanlarda bulunuyordunuz.

Bu hitap, mutlak olarak îmanını izhar edenler içindir. Yani siz, Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. Nitekim kalpleri sabit olan muhlisler, Allah'ın, dinini yüceltmek hususundaki vaadini mutlaka gerçekleştireceğine inanıyorlardı. Nitekim onların: "İşte Allah ve resulünün bize vaat ettikleri!" sözleri de bunu bildirmektedir. Yahut muhlis mü’minler, Allah'ın, kendilerini imtihan ettiğini zannettiler. Bundan dolayı da küçük hatalardan ve katlanma zafiyetinden korktular. Kalpleri zayıf olanlar ile münafıklar ise, kendilerinden hikâye edilen o hayırsız zanlarda bulundular.

11

"İşte orada mü'minler, imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı."

Yani işte o korkunç zamanda yahut o kaypak zeminde mü’minler, imtihandan geçirilir gibi bir muameleye tabi tutuldular. Sonunda muhlis mü’min, münafıktan ve sebatlı olan, sarsılandan ayrılmış oldu. Ve mü’minler de, korku ve dehşetten şiddetli bir sarsıntı geçirdiler.

12

"Ve o sırada münafıklar ile kalplerinde bir hastalık bulunanlar: "Meğer Allah ve Resulü, bize sadece aldatıcı vaatlerde bulunmuşlar!" diyorlardı."

Yani o zor anda münafıklar ile kalplerinde îman zafiyeti olanlar: "meğer Allah ve Resulü'mün bize vaat ettiği İslam dininin yüceltilmesi ve zafer, aldatıcı bir vaat imiş"; yahut "boş bir sözmüş!" diyorlardı. Bunu söyleyen Muattib b. Kuşeyr idi; benzerleri de buna rıza göstermişlerdi. Muattib şöyle demişti: "Muhammed, bize Kisra'nın (İran hükümdarının) ve Kayser'in (Roma imparatorunun) hazinelerini vaat ediyordu; Halbuki bizden hiçbiri korkudan tuvaletine bile gidemiyor. İşte bu, sadece aldatıcı bir vaattir."

13

"O zaman onlardan bir güruh da demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (Yesribliler / Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen dönün!" İçlerinden bir kısım ise: "Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı."

A- "O zaman onlardan bir güruh da demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (yesribliler / Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen dönün!"

Yesrib kelimesi, Medine-i Mutahhere'nin adıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Yesrib, bir bucağında Medine kentinin bulunduğu bir bölgenin adıdır. Peygamberimiz, (Yesrib, kelimesi, çirkinlik anlamına geldiğinden dolayı) bu ismi sevmediği için Medine'nin bu isim ile anılmasını men' etti ve "bu kent tayyibe" veya "tabe'dir" buyurdu. Öyle sanılıyor ki, o münafıklar, Peygamberimize muhalefet için Medine'yi bu isimle zikretmişlerdi.

Bunu söyleyen, Evs b. Kayzî ile ona bağlı olanlar idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Abdullah b. Übeyy ve adamları idi.

Onların "ey Yesrib ehli" demeleri, onları kendi kentlerine dönmelerini teşvik içindi. Onlar, Medine'nin dışında kurulmuş olan asken, karargâhta durma imkânınız yok; onun için siz, Medine'deki evlerinize dönün! Demek istiyorlardı. Onların bu sözlerinden maksadı, firar etmelerini emretmek idi; fakat bu sözlerine geçerlilik kazandırmak ve bu dönüşün, ayıplanacak bir firar kabilinden olmadığını bildirmek için bunu böyle ifâde etmişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, onların bu sözlerinin mânâsı şöyledir: Sizin Muhammed'in dininde kalmanız mümkün değildir; artık daha önceki şirk inancına dönün! Yahut Muhammed'e yaptığınız biatten dönün ve Muham-med'i düşmanlarına testim edin! Yahut sizin artık Medine'de durmak imkânınız kalmamıştır; Medine'de durabilmek için, kâfir olarak oraya dönün! Ancak bundan sonraki cümleye en münasip düşen mânâ birincisidir.

B- "İçlerinden bir kısım ise: "Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı."

Bunlar, Harise oğulları ile Seleme oğulları olup Peygamberimizin emrine bağlı olarak evlerine dönmek istiyorlardı.

Yani anılan iki kabile de: "Evlerimiz, savunmasız ve düşmana ve hırsızlara maruzdur; onun için bize izin ver ki, gidip evlerimizi güvenli hale getirelim de, sonra yine ordugâha dönelim!"

14

"Eğer evlerinin her yanından üzerlerine gelinip de, küfre dönmeleri istenseydi, mutlaka dönerlerdi ve bu dönmeyi ancak pek az geciktirirlerdi."

Yani eğer evlerimiz savunmasızdır, diye izin isteyenlerin evleri, gerçekten tamamıyla savunmasız olup isteyen her soyguncu ve bozguncunun onlara girmesine açık olsaydı, sonra, şu anda kendilerinden istenen îman ve itaat yerine, bu korkunç durum karşısında başkaları tarafından, irtidat ve küfre dönmeleri istenseydi, karşi karşıya bulundukları büyük felakete ve dağınık saldırıya aldırmadan mutlaka küfre dönerlerdi ve bu dönmeyi, ancak bu sual ve cevabin sığabileceği bir zaman geciktirirlerdi; şimdi yaptıkları gibi, evleri selamette olduğu halde, evlerinin her tehlikeye, açık olduğu gerekçesiyle hiç meşgul olmazlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar küfre döndükten, sonra Medine'de ancak az bir zaman kalırlardı. Ancak bu makama uygun olan, birinci görüştür.

Onlarin evlerine girmeleri tarz edilen kimselerin, o müttefik düşman ordularının askerleri ile izah edilmesi, "üzerlerine gelinip..." ifâdesinde fitin meçhul bırakılması suretiyle biidirilen umumîlik mânâsına ters düştüğü gibi, aynı zamanda bu izah, gerçek durumu bir nevi değiştirmek olur. Zira malûmun olduğu üzere kelâm-ı kerimin siyakı şu gerçeği bildirmek içindir: onlar, hakka davet edildiklerinde, geçersiz gerekçeler ileri sürerler; bâtıla davet edildiklerinde ise, onları hiçbir engel alıkoymadan, öncelikle ona koşarlar. Buna göre, mezkûr askerlerin onların üzerine girmesi ve küfür davetinin başka bir taifeye isnat edilmesi, isabetten pek uzaktır. Çünkü din düşmanlığı ile bilmen, mü’minlerle bilfiil savaşan, haktan yüz çevirmekte ısrarlı olan ve küfür ile dalâlete ciddiyetle davet eden anılan askerlerdir, (bu itibarla mezkûr küfür davetinin, başka bir taifeye isnat edilmesi isâbeth değildir.)

15

"Yemin olsun ki, onlar, daha önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz ise, her zaman sorumluluk gerektirmektedir."

A- "Yemin olsun ki, onlar, daha önce arkalarım dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi."

Nitekim Harise oğulları, Uhud Savaşında dağılmışlardı; sonra bir daha bunun tekerrür etmeyeceğine dâir Peygamberimize söz vermişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sözü verenler, Bedir savaşında bulunmayıp da, sonra Allah'ın, Bedir mücahitlerine verdiği keramet ve fazileti duyunca: "Bundan böyle Allah, önümüze bir savaş çıkarırsa, hiç şüphesiz savaşacağız!" diye söz veren bir kavim idi.

B- "Allah'a verilen söz ise, her zaman sorumluluk gerektirmektedir."

Yani Allah'a verilen söz, yerine getirilinceye kadar talep edilen bir gerekliliktir.

Diğer bir görüşe göre ise, sahibi, bu sözüne vefa göstermekten sorumludur ve bundan dolayı mükâfat veya ceza gerekmektedir.

16

"Resûlüm! Onlara de ki: eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçış size asla fayda vermez. O takdirde de, ancak az bir süre yaşatılırsınız."

Zira her şahıs, takdir kaleminin yazdığı muayyen bir vakitte eceliyle, yahut kılıç darbesiyle ölmesi mukadderdir. Farz edekm bu kaçış, size fayda verip de ölümünüzün gecikmesinden faydalansanız da, bu, az bir faydalanma veya az bir zaman olur.

17

"De ki: Allah, size bir kötülük dilerse, O'na karşı sizi kim korur; yahut size rahmet dilerse, O'na kim engel olabilir? Onlar, kendilerine Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulamazlar."

Yani Allah, onlar, kendilerine fayda temin edecek bir dost ve kendilerinden zararı def edecek bir yardımcı bulamazlar.

18

"Allah, sizden insanları Resûlüllah'ı dinlemekten alıkoymaya çalışanları ve kardHanımlarına: "Haydin bize katılın" diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunlar, ancak pek az savaşa gelir."

A- "Allah, sizden insanları Resûlüllah'ı dinlemekten alıkoymaya çalışanları ve kardHanımlarına: "Haydin bize katılın" diyenleri gerçekten biliyor."

Yani Allah, sizin içinizden insanları Resûlüllah'ı dinlemekten alıkoymaya çahşan münafıkların kimler olduklarını ve Medine münafıklarından: "haydin bize katılın" diyenler gayet iyi bilmektedir.

Bu âyet delâlet ediyor ki, o münafıklar, bunu söylerken, Resülullah'ın ordugâhını terk etmişler ve Medine'ye doğru yönelmişlerdi.

B- "Zaten bunlar, ancak pek az savaşa gelir."

Yani bu münafıklar, zaten pek az zamanda veya pek az savaşa gelir. Zira bu münafıklar, savaşa katılmamak için mazeret beyan ediyorlardı; başkalarım da savaştan alıkoymak için bütün imkânlarını kullanıyorlardı ve zaman, zaman mü’minlerle beraber olduklarını vehmettirmek için mü’minlerle beraber savaşa çıkıyorlardı; fakat bu durumda da ya hiç çarpışmaya katilmiyorlardı yahut mecbur kaldıklarında da pek az savaşıyorlardı. Nitekim diğer bir âyette de: "Onlar, ancak pek az savaştılar." denilmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm da, münafıkların kelâmının devamıdır. Yani Muhammed'in adamları, müttefik ordulara ancak pek az mukavemet edebilirler.

19

"Size karşı gayet cimri davranırlar. Korku gelip çatınca da, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana baktıklarım görürsün. Korku gidince ise, mala düşkünlük göstererek sivri dilleri ile sizi incitirler. İşte onlar, îman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır. Zaten bu iş, Allah'a göre pek kolaydır."

A- "Size karşı gayet cimri davranırlar."

Yani size yardım etmekte yahut Allah yolunda harcamakta yahut zafer ve ganimette size karşı gayet cimri davranırlar.

B- "Korku gelip çatınca da, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince ise, mala düşkünlük göstererek sivri dilleri ile sizi incitirler. İşte onlar, îman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır."

Yani savaş korkusu ve dehşeti gelip çatınca da, can çekişip de üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olan kimse gibi, korkudan, panikten perişan olmuş bir halde, göz bebekleri dönerek, sığınmak için sana baktıklarını görürsün. Savaşın korkusu geçince ve ganimetler elde edilince ise, o münafıklar, ganimet mallarına düşkünlük göstererek: "Ganimetlerden bizim hisselerimizi tam olarak verin; zira biz de sizinle beraberdik; sizinle birlikte savaştık; bizim sayemizde galip geldiniz ve size yardımımız oldu!" diyerek sivri dilleri ile sizi incitirler. İşte o kötü vasıfları taşıyanlar, muhlis olarak îman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah, onların amellerinin bâtıl ve geçersiz olduğunu açığa çıkarmıştır. Zira onların sabit olan bir ameli yoktur ki, boşa çıkarılsın (iptal edilsin). Yahut Allah, onların riyakârlığını ve nifakını iptal etmiştir. Böylece bu halleri artık, dünyevî menfaat sağlamamaktadır.

C- "Zaten bu iş, Allah'a göre pek olaydır."

Yani o münafıkların yaptıkları göstermelik amellerin faydasız olduğunu açığa çıkarmıştır.

Bütün işler, Allah'a göre kolay okluğu halde özellikle bunun zikre tahsis edilmesi, onların amellerinin, bâtıl olduğunun açığa çıkarılmaya müstahak olduğunu beyan etmek içindir. Zira bunun, pek kuvvetli sebepleri vardır ve hiçbir mani hal de mevcut değildir.

20

"Onlar, müttefik orduları gitmemiş sanırlar. Müttefik ordular, yine gelecek olsa, isterler ki, bedevî Araplar arasında bulunsunlar da, sızın haberlerinizi oradan sorsunlar. Zaten aralarınızda bulunsalar da, ancak pek az savaşırlardı."

Yani o münafıklar, son derece korkak olduklarından dolayı, Medine üzerine gelen müttefik orduların, hezimete uğramadıklarını, fakat Medine'nin içine kaçtıklarını sanırlar. Eğer o müttefik ordular, ikinci kez gelecek olsalar, bedevî Araplar içine çıkıp da onlar arasına karışmayı ve sizinle ilgili olup bitenleri oradan birbirlerine, yahut bedevî Araplara sormayı temenni ederler. Zaten bu kez Medine'ye dönmeyip aranızda olsalar ve savaş olsa, ancak, riya ve ayıplanmak korkusundan az savaşırlardı.

21

"Yemin olsun ki, Resûlüllah, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."

Yani Resülullah'ın, savaşta sebat ve zorlukları göğüslemek gibi örnek alınması gereken güzel hasletleri vardır. Yahut Resûlüllah kendisi örnek alınmasi gereken bir önderdir. Onu örnekler alanlar, Allah'ın mükâfatım yahut ona ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça, çok zaman zikredenlerdir. Zira Allah'ın devamlı zikri, kişiyi itaate bağlar ve işte ancak onunla Resûlüllah'ı örnek almak gerçekleşir.

22

" Hakikî mü’minler ise, müttefik düşman ordularını gördüklerinde: "İşte Allah ve resulünün bize vaadettiklerü, Allah da, Resulü de doğru söylemiştir" dediler. Bu, ancak, onların îmanını ve Allah'a teslimiyetini arttırdı."

A- "Hakiki mü’minler ise, müttefik düşman ordularını gördüklerinde: "İşte Allah ve Resulünün bize vaadettikleri!"

Bundan önce, başkalarından sâdır olan haller anlatıldıktan sonra burada da, o kritik durumlarda ve çeşitli zanlarda bulunulduğu sırada muhlis mü’minlerin sergiledikleri şerefli davranış beyan edilmektedir. Yani gerçek mü’minler ise, müttefik, düşman ordularını, daha önce kendilerine anlatıldığı gibi görünce: "İşte bu vaziyet, yahut imtihan, Allah ve resulünün bize vaat ettikleridir. Onların bu vaatten maksadı, Allah'ın şu âyetteki vaadidir:" Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden önce gelip geçen mü’minlerin başına gelenlerin sizinde başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mı sandınız?" yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve o kadar sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: Allah'ın yardımı ne zaman? dediler.

Dikkat edin Allah'ın yardımı yakındır."

Peygamberimiz de bu vaadi şöyle bildirmişti: "size karşı müttefik düşman ordularının toplanması, sizin durumunuzu ağırlaştıracaktır; fakat yine de onlara karşı nihaî zafer sizindir."

Yine, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Müttefik düşman orduları, dokuz, on gece sonra size doğru yola çıkacaklardır."

B- "Allah da, Resulü de doğru söylemiştir." dediler.

Yani Allah'ın da, Resûlü'nün de doğru söyledikleri ortaya çıkmıştır. Yahut Allah da, Resulü de, imtihan konusunda doğru söyledikleri gibi, zafer ve mükâfat konusunda da doğru söylemişlerdir, dediler.

C- "Bu, ancak, onların îmanını ve Allah'a teslimiyetini arttırdı."

Yani muhlis mü’minlerin bu gördükleri, ancak, onların Allah'a ve vaatlerine olan îmanını ve Allah'ın emirlerine ve takdirlerine olan teslimiyetlerini arttırdı.

23

"O mü’minlerden, Allah'a verdikleri ahde sâdık kalan nice erler vardır. İşte onlardan kimi ahdini yerine getirip canını vermiştir; kimi de onu beklemektedir. Onlar ahitlerini hiç mi hiç değiştirmemişlerdir."

A- "O mü’minlerden, Allah'a verdikleri ahde sâdık kalan nice erler vardır."

Yani yalnız, güzellikleri anlatılanlar değil, mutlak olarak nice muhlis mü’minler var ki, Resûlüllah ile beraber sebat edip din düşmanları ile savaşmak hususunda Allah'a verdikleri ahde sâdık kalmışlardır.

Bu âyet, Hazret-i Osman b. Affan, Hazret-i Talha b. Ubeydillah, Hazret-i Saıd b. Zeyd b. Amr b. Nevfel, Hazret-i Hamza, Hazret-i Mus'ab b. Umeyr, Hazret-i Enes b. Nadr ve diğer bazı sahabe hakkındadır ki, bu İslam bahadırları, bunlar, Resûlüllah ile beraber bir savaşa katıldıklarında şehit düşünceye, kadar sebat edip çarpışmayı adamışlardı.

B- "İşte onlardan kimi ahdini yerine getirip canını vermiştir; kimi de onu beklemektedir."

Yani Hazret-i Hamza, Mus'ab b. Umeyr, Enes b. Malik'in amcası olan Enes b. Nadîr ve diğer bazı sahabe gibi, anılan ahdi verenlerin bir kısmı, anılan ahdi ve adağı yerine getirip şehit olmuştur; bir kısmı da bunu beklemektedir. Bunlar da, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha ve diğer bazı sahabe gibi daha sonra şehit olanlardır. Nitekim bu zâtlar, ahit ve adaklarına bağlı kalarak, Resülullah'ın yanında sebat göstermek ve âyet-i kerimenin nüzulüne kadar savaşmayı sürdürmek gibi ahitlerinin bir kısmını yerine getirmişler ve şehit olarak ölünceye kadar İslam uğrunda savaşmak gibi bir kısmım da yerine getirmek için beklemektedirler.

Âyette onlar hakkında "beklemek" fiilinin kullanılması, onların şehitliği büyük bir aşk ile beklediklerine pek doğru bir delüdir.

C- "Onlar ahiderini hiç mi hiç değiştirmemişlerdir."

Yani bu sahabe, ahitlerinin ne kendisini, ne de vasıflarından hiçbir şeyi değiştirmemişler; fakat gönüllü olarak ve bütün haklarını gözeterek, olabildiğince en güzel şekilde sebat göstermişlerdir. Daha önce şehit olan birinci grubun bu hali, gayet açıktır. Diğerleri için de, bu uğurda şehit olmayı beklemeleri, en doğru delildir.

Birinci grubun hali gayet açık olduğu halde, ahdi değiştirmemek vasfının, onlara da tamim edilmemesi, bu hükümde ikinci grubun da kendileri ile eşit olduğunu bildirmek içindir. Zira beyana muhtaç olan, ikinci grubun halidir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Talha, Uhud savaşında Resülullah'ın yanında sebat gösterdi ve sonunda eli yaralandı, işte o zaman Peygamberimiz: "Talha, cenneti hak etti" buyurdu. Diğer bir rivâyete göre: "Talha, hak etti" buyurdu.

Hazret-i Cabir rivâyetinde, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gezen bir şehidi görmek isteyen kimse, Talha b. Ubeydillah'a baksın!"

Hazret-i Âişe rivâyetine göre ise, Peygamberimiz söyle buyurmuştur: "Ahdini yerine getirmiş olarak yeryüzünde gezen bir şehidi görmek isteyen, Talha'ya baksın!"

Peygamberimizin bu hadisi de, işaret ediyor ki, Hazret-i Talha, anılan birinci grup sahabe'nin hükmündedir.

24

"Çünkü Allah, sadakat göstermelerinden dolayı bütün sâdıkları mükâfatlandıracak; münafıkları da dilerse azaba uğratacak, yahut da tevbelerini kabul edecektir. Allah, hep gafûr'dur; rahîm'dir."

A- "Çünkü Allah, sadakat göstermelerinden dolayı bütün sâdıkları mükâfatlandıracak; münafıkları da dilerse azaba uğrtacak, yahut da tevbelerini kabul edecektir."

Ahzâb: 8. âyeti gibi, bu âyet de, daha önce tafsilatıyla anlatıları hallerin ve sözlerin vukuunu gerektiren sebep ve gayeyi beyan etmektedir. Yani bütün o vaki olanlar şunun için vald olmuştur: Allah, sâdıkları, kendilerinden sâdır olan sözlü ve fiili sadakat ve vefanın karşılığını verecek; münafıkları da, cezalandırmak isterse, kendilerinden sâdır olan sözlü ve fiili amelleri yüzünden azaba uğratacak, yahut da tevbe ettikleri takdirde tevbelerini kabul edecektir.

Diğer bir görüşe göre ise, mânâ şöyledir: Muhlis mü’minler, sebat ve ahde vefa ile, güzel akıbet kastettikleri gibi, münafıklar da, ahıtlerirti değiştirmekle, kötü akıbet kastetmişlerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu âyet, "o mü’minlerden öyle erler vardır kı, Allah'a verdikleri ahde sâdık kalmışlardır..." cümlesinde belirtilen sadakatin illetidir.

Başka bir görüşe göre ise, bu kelâm, "Bu, ancak, onların îmanım ve Allah'a teskmiyetlerini arttırdı." cümlesinin illetidir.

Bir başka görüşe göre ise, bu kelâm, "Mü’minler, müttefik düşman ordularını gördüklerinde..." cümlesinin illetidir. Yani Allah, onları, o vaziyeti görmekle imtihan buyurdu ki, onların amellerinin karşılığını versin!.. Bu konuyu iyice tefekkür eyle! Muvaffakiyet, yegâne Allah'tandır.

B- "Allah, hep gafûr'dur; rahîm'dir.

Yani Allah, tevbe eden kulları için hep çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet edicidir.

25

"Ve Allah, o kâfirleri umduklarından hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle gerisin geriye çevirmiştir. Allah'ın yardımı, o savaşta mü’minlere yetti. Zaten Allah pek güçlüdür; yegâne galip

A- "Ve Allah, o kâfirleri umduklarından hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle gerisin geriye çevirmiştir."

Bu kelâmda, zikredilen kıssanın kalan kısmına dönülmekte ve "biz de onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik." âyetinde işaret edilen nimetin devamı açıklanmaktadır.

Bu âyet, bundan önceki âyetin başında mukadder olan bir cümleye atıftır. Yani anılan hususlar hikâye edildikten sonra şöyle denilmiş sayılır: bu hâdiseler vaki olmuş ve Allah, o kâfirleri umduklarından hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle gerisin geriye çevirmiştir.

Yahut bu âyet, "biz de, onların üzerine göndermiştik." cümlesine atıftır. Buna göre atıfiı iki cümle arasında, müttefik düşman ordularının başına gelen, akıl ve anlayışların hayret ettiği, o dizleri büken, ayakları kaydıran büyük hâdise ve belanın zikredilmesi ve îman ehti ile küfür ve nifak ehlinden sâdır olan söz ve hallerin açıklanması, bu nimetin büyüklüğünü ve yüce kadrini belirtmek içindir. Zira mü’minlerin bu nimete en çok muhtaç oldukları bir zamanda bu nimetin onlara ulaştığı beyan edilmektedir. Yani biz de, onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik ve bununla, o kâfirleri... gerisin geriye çevirmiştik, demektir.

B- "Allah'ın yardımı, o savaşta mü’minlere yetti. Zaten Allah pek güçlüdür; yegâne galiptir."

Yani Allah'ın, kasırga ve sizin görmediğiniz orduları göndermek yardımı, o savaşta mü’minlere yetti. Zaten Allah, her dilediğini ihdas etmeye gayet muktedirdir ve her şeye yegâne galip olan O'dur.

26

"Allah, ehl-i kitaptan müşrik ordularına yardım edenleri de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz."

Yani Allah, perişan olarak geri çevrilen müşrik ordularına yardım eden Kureyzaoğulları yahudilerini de kalelerinden indirdi ve onların kalplerine öyle bir şiddetli korku düşürdü ki, karşı koymaları şöyle dursun, hiçbir hareket bile göstermeden kendilerini öldürülmeye çoluk-çocuklarını da esir alınmaya teskm ettiler; siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

Rivâyet olunuyor ki, müttefik düşman ordularının hezimete uğrayıp geri döndükleri ve müslümanların da Medine'ye dönüp silâhlarım bıraktıkları gecenin sabahı Cebrâîl Resûlüllah'a gelip dedi ki: "Allah, senin, Kurayzaoğulları üzerine yürümeni emretmektedir; ben de, onlara gidiyorum!" Bunun üzerine Resûlüllah, müslümanlara: "Kurayza oğulları yurduna varmadan önce ikindi namazını kılmayacaksınız!" diye ilân etti. Nihayet oraya vardılar ve yirmi bir veya yirmi beş gün müddetle, onları kuşatma altında tuttular. Nihayet bu kuşatma, onları iyice bunalttı. Sonra Peygamberimiz, onlara: "Benim vereceğim hükmü peşin kabul ederek kalelerinizden ineceksiniz!" Buyurdu. Fakat onlar, bunu kabul etmediler. Peygamberimiz: "Öyleyse, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğini kabul edin!" Buyurdu. Onlar da, buna razı oldular. Hazret-i Sa'd de, onların savaşçılarının öldürülmesine ve çocukları ile kadınlarının da esir alınmasına hükmetti. Peygamberimiz de, tekbir getirerek: "Ey Sa'd! Yemin olsun ki., sen, yedi göğün fevkindeki Allah'ın hükmü ile hükmettin!" ve bu hüküm infaz edilerek bu Yahudilerden altı yüz savaşçı,

Diğer bir görüşe göre ise, sekiz yüz ile dokuz yüz arası savaşçı öldürüldü ve yedi yüz de esir alındı.

27

"Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Zaten Allah, her şeye Kaadirdir."

A- "Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı."

Yani Allah, onların yerlerine, yurdarı olan kalelerine, paralardan, ev eşyasından ve malları ile davarlarından oluşan mallarına siz mirasçı kıldığı gibi, ilminde ve takdirinde, henüz basıp almadığınız İran ve Roma toprakları gibi, bir görüşe göre de, kıyamete kadar fethedilecek topraklara, bir görüşe göre de Hayber toprağına da sizi mirasçı kıldı.

Rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kurayza Oğullarının ürün yetiştiren arazilerini ensar'a değil, muhacirlere verdi. Ensar, bunun sebebini sorunca da, Peygamberimiz: "Siz, kendi yurdunuzda bulunuyorsunuz..." buyurdu. Hazret-i Ömer: "Ya Resûlallah! Bedir savaşı ganimetlerinde yaptığın gibi, bu ganimetlerin de beşte birini kendine, ayirtsan!" Dedi. Peygamberimiz: "Hayır! Bu ganimetler, insanlara değil, bana yemeklik kılınmiştır!" Buyurdu. Sahabe de: "Allah ve resulünün yaptığına razıyız!" Dediler.

B- "Zaten Allah, her şeye Kaadirdir."

Nitekim siz de, sizin teslim aldığınız bu topraklara sizi mirasçı kumasında siz de, O'nun bazı kudretlerini müşahede ettiniz. O halde diğer hususları da buna kıyas edebilirsiniz.

28

"Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: "Eğer siz dünya hayatını ve ziynetini istiyorsanız, gelin, size Müt'anızı (hakkınızı) vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim."

Yani ey Peygamber! Sen kendi Hanımlarına de ki: eğer siz, dünya refahını, dünya nimetlerinden bolca faydalanmayı ve dünya süslerini istiyorsanız, kendi iradeniz ve ihtiyarınızla gelin, sizin Müt'anızı (evtilik bedelinizi) vereyim ve size zarar vermeden güzellikle sizi salıvereyim.

Rivâyet olunuyor kı, Peygamberimizin muhtereme eşlen, kendisinden süslü elbiseler ve fazla nafaka istediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Peygamberimiz de, Hazret-i Âişe'den başlayıp kendisini muhayyer etti. Hazret-i Âişe, Allah'ı, Resulünü ve ahiret yurdunu seçti. Sonra Peygamberimizin diğer eşleri de, Hazret-i Âişe'nin seçtiklerini seçtiler. Peygamberimiz de, onların bu tercihinden dolayı Allah'a şükretti. O zaman şu âyetti kerime nazil oldu: "Bundan sonra başka başka kadınlarla evlenmen sana helal değildir."

Bu muhayyer bırakmanın, boşanma yetkisini onlara vermek anlamında olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Eğer boşanma yetkinisin onlara vermek anlamında ise, onların, kendi nefislerini (ayrılmayı) tercih etmeleri ile boşanma gerçekleşir. Hasen eh Basrî, Katâde ve ilim ehlinin birçoğuna göre, Peygamberimizin, eşlerini muhayyer bırakması, boşama yetkisini onlara vermek anlamında değildi; fakat onları iki irade arasında muhayyer bırakmak idi. Yani eğer onlar, dünyayı seçseler, Peygamberimiz, onlardan ayrılacaktı. Nitekim "Gelin, size hakkınızı (Müt'anızı) vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim" cümlesi de, bunu bildirmektedir. Diğer tabiî âlimlerine göre ise, Peygamberimizin bu tahyiri (muhayyer bırakması), boşama yetkisini onlara vermek anlamında idi. Öyle ki, onlar, kendi nefislerini (ayrılmayı) tercih etseler, bu, boşanma sayılırdı.

Tahyır (muhayyer bırakmak) hükmünde de ihtilaf edilımştir: İbni Ömer, İbn-i Mes’ûd ve İbn Abbâs'a göre, bir kimse, kendi karısını muhayyer bırakıp da kadın da, kendi kocasını (onunla beraber kalmayı) tercih ederse, talak adına hiçbir şey düşmez. Eğer kadın, kendi nefsini tercih ederse, biz Hane filere göre Bâine (Rucû imkânı olmayan) bir talak düşer; Şâfiilere göre ise Ric'î (Rucû imkânı olan) bir talak düşer. Ömer b. Abdülaziz, İbni Ebi Leyla ve Süfyan-ı Sevrî'nin görüşleri de budur. Zeyd b. Sabitten rivâyet olunduğuna göre ise, eğer bu şekilde muhayyer bırakılan kadın, kocasını tercih ederse, bir talak düşer, eğer kendi nefsini tercih ederse, üç talak düşer. Bu, Hasen-ı Basrî'nin de görüşüdür ve İmam Mâlik'ten gelen bir rivâyet de böyledir.

Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre, anılan şekilde muhayyer bırakılan bir kadın, eğer kendi nefsini (ayrılmayı) tercih ederse, bâine bir talak düşer. Yine Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre, eğer bu kadın, kocasını tercih ederse, talak adına hiçbir şey düşmez. Büyük İslam merkezlerinin fakîhlerini icmâı da bu yöndedir.

Hazret-i Âişe'den rivâyet olunduğuna göre, şöyle demiştir: "Resûlüllah, bizi muhayyer bıraktı; biz de onu tercih ettik ve Resûlüllah, bunu talak, (boşama) saymadı."

Anılan şekilde muhayyer bırakılan Peygamberimizin Hanımlarına, istemeleri halinde önce Müt'alarının verilmesi, ikram kabilindendir ve böylece daha baştan onların mazeretleri de kesilmiş olur.

Kendisiyle henüz cinsel ilişkide bulunulmadan boşanan ve nikâh akdi sırasında kendisine bir: mihirde belirlenmemiş olan kadınlara, Mut'a verilmesi, biz Hanefîlere göre vaciptir. Diğerlerine müt'â vermek ise, müstahabtir. Mut'a, değeri, kocanın zenginliğine ve fakirliiğine göre değişebilen bir kadın gömleği ile bir baş örtüsü ve bir milhafeden (çarşaftan) oluşmaktadır. Ancak eğer kadının mıhrinin yarısı, bundan az ise, o takdirde ikisinden değen az olan, vacip olur. Ancak bu, beş dirhemden az olmaz.

29

"Ama eğer Allah'ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, şüphesiz Allah, içinizden güzel davranan kadınlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."

Burada Allah'ın (celle celâlühü) zikri, Peygamberimizin, Allah katındaki mertebesinin yüceliğini bildirmek içindir. Yani ama eğer siz Allah'ın resulünü ve yanında, dünya ve içindeki her şeyin önemsiz sayıldığı ahiret yurdunun nimetlerini diliyorsanız, bitin ki, şüphesiz Allah, içinizden güzel davranan kadınlar için, iyilikleri karşılığında kadri, kıymeti anlatılamayacak kadar büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Bu âyette anlatılan seçenek için mükâfat zikredildiği halde, birinci seçenek için (dünya hayatını istemeleri halinde) cezasının zikredilmemesı, muhayyer mânâsını ziyadesiyle gerçekleştirmek ve icbar şaibesinden sakınmak içindir. Zaten Mut'a verilmesinin, salıvermekten önce zikredilmesi ve salıverilmenin, güzellikle vasıflandırılmasındaki sır da budur.

30

"Ey Peygamberin hanımları! Sizden kim çirkinliği açık olan bir büyük günah işlerse, onun azabı, iki katına çıkarılır. Zaten bu, Allah'a göre gayet kolaydır."

A- "Ey Peygamberin hanımları! Sizden kim çirkinliği açık olan bir büyük günah işlerse, onun azabı, iki katına çıkarılır."

Burada hitabın değiştirilip doğrudan doğruya Peygamberimizin Hanımlarına tevcih edilmesi, onların öğüdüne pek önem verildiğini belirtmek içindir. Hem buradaki, hem de bundan sonraki hitapta onlar, Peygamberimize izafe edilmişler (Peygamberin hanımları, denilmiş), çünkü onlara vârid olan hükümlerin sebebi, bu izafedir (Peygamberimizin eşleri olmalarıdır).

Bu çirkinliği açık büyük günahtan murat, onların işleyecekleri bütün büyük günahlardır.

Diğer bir görüşe göre ise, onların, Peygamberimize isyan etmeleri, geçimsizlik çıkarmaları, Peygamberimize zor gelecek, yahut içi sıkılacak ve ondan dolayı üzülecek taleplerde bulunmalarıdır.

Yani efendimizin hanımları, böyle bir günah işledikleri takdirde, onların azabı, başkasının azabının iki misli olur. Zira onların günahları, daha çirkindir. Çünkü günahın çirkinliğinin fazla olması, günah işleyen kimsenin faziletinin ve ona ihsan edilen nimetin fazla olmasına bağlıdır. İşte bundan dolayıdır ki, hür bir insanın had cezası, kölenin had cezasının iki katıdır. Ve Peygamberler, ümmetlerin kınanmadıkları şeylerden dolayı da serzenişlere maruz kalmışlardır.

B- "Zaten bu, Allah'a göre gayet kolaydır."

Yani onların, Peygamberimizin eşleri olmaları, onların cezasının iki kat olmasına engel değil, aksine Peygamberimizin hukukunun gözetilmesi için bu vasıfları, o ağır cezayı gerektirmektedir.

31

"Sizden kim, Allah ve Resulüne itaat eder ve sâlih amel yaparsa, mükâfatım ona iki kat vereceğiz. Ve biz, ona iyi bir rızık hazırlamışızdır."

A- "Sizden kim, Allah ve resulüne itaat eder ve sâlih amel yaparsa, mükâfatını ona iki kat vereceğiz."

Yani sizden kim, Allah ve resulüne itaat etmeye devam ederse, biri, itaat ve takvasından dolayı, diğeri de kanaat ederek ve iyi muaşeret sergileyerek Resülullah'ın rızasını talep etmesinden dolayı olmak üzere mükâfatım ona iki kat vereceğiz.

B- "Ve biz, ona iyi bir rızık hazırlamışızdır."

Yani biz, cennette onun iki kat mükâfatından başka bir de hoşnut olacağı bir rızk ona hazırlamışızdır.

32

"Ey Peygamberin hanımları! Siz, kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz. Eğer takvayı gözetiyorsanız, erkeklere karşi yumuşak sözlü olmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, yanlış bir şüpheye düşebilir. Siz uygun tarzda konuşun."

Yani ey Peygamberin hanımları! Siz fazilet ve şerefte diğer kadınlardan her hangi bir kadınlar cemaati gibi değilsiniz. Eğer siz, Allah'ın hükmüne ve resulünün rızasına muhalefet etmekten sakınıyorsanız, yahut eğer siz, halinize lâyık olan takva vasfını gözetiyorsanız, insanlara hitap ederken, konuşmalarıyla şüphe uyandıran ve başka mânâ ihsas ettiren kadınların yumuşak konuşma edasından şiddetle sakının; sonra kalbinde şüphe ve kötülük hastalığı bulunan kimse, yanlış bir umuda kapılabilir. Siz, şüphe ve kötü umuttan son derece uzak gayet ciddi ve sert bir eda ile, yahut sert, fakat güzel konuşma üslubuyla konuşun.

33

"Evlerinizde oturun; eski cahiliyye adetinde olduğu gibi çalımlı, nazlı yürümeyin. Namazı da kılın, zekâtı, da verin. Allah'a ve Resulüne itaat edin."

A- "Evlerinizde oturun; eski cahiliyye adetinde, olduğu gibi çalımlı, nazlı yürümeyin."

Yani siz, gerekti haller dışında, lüzumsuz olarak dışarıda dolaşmayın, evlerinizde oturun ve gerekli hallerde dışarı çıktığınızda da eski cahiliyye kadınları gibi çalımlı, nazlı yürümeyin.

Eski cahiliyye, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nûh zamanları arasındaki devirdir.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Idris ile Hazret-i Nûh zamanları arasındaki dönemdir.

Bir diğer görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm'in doğduğu zamandır. Bu dönemlerde bazı kadınlar, şeffaf entariler giyip yolun ortasından yürüyerek kendilerini erkeklere, gösteriyorlardı.

Başka bir görüşe, göre ise, eski cahiliyye, Hazret-i Davud ile Hazret-i Süleyman zamanıdır.

Son cahiliyye ise, Hazret-i İsâ ile Hazret-i Muhammed arasındaki dönemdir.

Bir görüşe göre ise, eski cahiliyye, küfürdür. Son cahiliyye ise, İslam dönemindeki risktir (ahlâksızlıktır). Peygamberimizin, Ebû'd Derda'ya: "Sende bir cahiliyye var!" demesi ve onun Ebû'd Derda'nın: "Küfür cahiliyyesi mi, islam cahiliyyesi mi?" diye sorması üzerine de: "Hayır! Küfür cahiliyyesi!" Buyurması da, bu son görüşü teyit etmektedir.

B- "Namazı da kılın, zekâtı da verin.

Peygamberimizin zevcelerine, bütün ibadetler içinden özellikle namaz ile zekâtın emredilmesi, diğer ibadetlerden üstün olmaları ve bunların, bedenî ve malî ibadetlerin temeli olmalarından dolayıdır.

C- "Allah'a ve resulüne itaat edin.

Yani yapıp yapmadığınız bütün işlerinizde ve özellikle de size emredilen ve sizin men' edildiğiniz bütün işlerde, sadece. Allah'a ve resulüne itaat edin.

Ey Ehl-i Beyt! Allah, sadece o günah lekesini sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz bulundurmak istiyor.

Yani ey Peygamberin ev halkı! Allah, sadece o iffetinizi lekeleyecek günah lekesinden sizi uzak tatmak ve sizi, günahların kirinden tertemiz bulundurmak istiyor.

Bu kelâm-ı kerim, Peygamberimizin Hanımlarına, anılan şeylerin emredilmesinin ve anılan şeylerden men' edilmelerinin illetidir, işte bundan dolayıdır ki., âyetin metninde, önce hitap, başkalarına da tamim edilmekle, hüküm genelleştirilmiş; sonra da "Ey Ehl-i Beyt" denilerek bundan maksut olan, Peygamber evinin barındırdığı kimseler oldukları sarahatle belirtilmiştir.

İşte gördüğün gibi bu âyet, Peygamberimizin hanımlarının, Ehl-i Beytinden olduklarına apaçık bir delil ve hüccet olup şia'nın, Ehl-i Beyti, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali ve oğulları Hazret-i Hasen ile Hazret-i Hüseyin'e, tahsis etmeleri görüşünün bâtıl olduğuna hükmetmektedir.

Şia'nın diğer bir delili de şu hadistir: rivâyet olunuyor ki: "Bir gün Resûlüllah, sırtında, üzerinde deve semeri resminin işlendiği, kara iplikten dokunmuş bir geniş aba olduğu halde dışarı çıkıp bir yere oturdu. O sırada Hazret-i Fatıma, yanına geldi; Peygamberimiz, onu da abanın altına aldı. Sonra Hazret-i Ali de oraya geldi; Peygamberimiz, onu da abanın altına aldı. Sonra Hasen ile Hüseyin de oraya geldüer; Peygamberimiz, onları da abanın altına aldı.

Sonra: "Ey Ehl-i Beyt! Allah, sadece o günah lekesini sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz bulundurmak istiyor" âyetini okudu."

Bu hadis, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hasen ile Hazret-i Hüseyin'in de Ehl-i Beytten olduklarına delildir; Peygamberimizin hanımlarının Ehl-i Beytten olmadıklarına delil değildir. Eğer buna delâlet etmesi farz edilse bile, yine buna itibar edilmez. Çünkü rivâyet edilen hadisin karşısında âyet nassi vardır.

34

"Evlerinizde Allah’ın âyetlerinden ve hikmetinden okunanları da anlatın. Şüphe yok ki, Allah, çok lütufkârdır; o, her şeyden haberdardır."

A- Evlerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetinden okunanları da anlatın.

Yani siz Peygamberin hanımları! Evlerinizde, mucize ifadeleriyle, Peygamberin doğruluğuna apaçık delâlet eden âyetleri ve çeşitli ilimleri ve hükümleri içeren hikmetleri ihtiva eden bu cami (gayet kapsamlı) kitabı da öğüt ve uyarı olarak insanlara anlatın.

Bu âyette, Allah, Peygamberimizin hanımlarına ihsan ettiği nimetleri hatırlatmaktadır. Şöyle ki, Allah, onları, Peygamberin ev halkı, vahyin nazil olduğu mekânın sakinleri kılmış ve onlar, vahyin nüzulü sırasında, îmanlarının kuvvetlenmesini ve ibadet isteklerinin artmasını gerektiren zorluklar müşahede etmektedirler. Bütün bunlar da, kendilerine yasak edden hususlardan sakınmalarını ve emirlere uymalarını teşvik etmek içindir.

Âyetlerin nüzulü de evlerde gerçekleştiği halde ve vahyin nüzul hâdisesine daha münasip düştüğü halde, "evlerinizde nazil olan..." denilmeyip "evlerinizde... okunan..." denilmesi, bu ifâdenin, bütün âyetleri kapsaması ve bütün evlerde gerçekleşmesi ve onlara, hatırlamak ile hatırlatmak imkânını veren tekerrürün ve devamın lüzumunu bildirmek içindir. Nüzul ifâdesi ise, bunları bildirmez.

Ayetleri okuyanın tayin edilmemesi, Hazret-i Cebrâîl’in tilavetini, Peygamberimizin tilavetini de, Peygamberimizin hanımlarının okumasını ve diğerlerinin de öğrenmek ve öğretmek için okumalarını da kapsaması içindir.

B- Şüphe yok ki, Allah, çok lütufkârdır; o, her şeyden haberdardır.

Yani Allah, din için maslahatlı olanları bilir ve onları tedbir buyurur, işte bundan dolayı bu emir ve yasakları vaz' etmiştir. Yahut Allah, Peygamberlik için ehliyetli olanları ve onun Ehl-i Beytinden olmaya lâyık bulunanları gayet iyi bilmektedir.

35

"Müslüman erkekler ile müslüman kadınlar, mü'min erkekler ile mü'mine kadınlar, itaatte sebat eden erkekler ile itaatte sebat eden kadınlar, doğrucu erkekler ile doğrucu kadınlar, sabreden erkekler ile sabreden kadınlar, alçak gönüllü erkekler ile alçak gönüllü kadınlar, sadaka veren erkekler ile sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ile oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ile iffetlerini koruyan kadınlar ve Allah'ı çok anan erkekler ile Allah'ı çok anan kadınlar var ya, işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."

Yani Allah'ın hükmüne boyun eğip O'na karşi teshmiyet içine giren erkekler ile kadınlar, tasdik edilmesi gereken hususları tasdik eden erkekler ile kadınlar, itaat ve ibadetleri ifa edip onlara müdavim olanlar, sözlerinde ve işlerinde doğrucu olan erkekler ile kadınlar, itaatlerde ve günahlara karşı sabreden erkekler ile kadınlar, Allah'a karşı kalpleri ve bedenleriyle tevazu gösteren erkekler ile kadınlar, mallarında vacip olan sadakaları veren erkekler ile kadınlar, farz oruçları tutan erkekler ile kadınlar, ırzlarını haramdan koruyan erkekler ile kadınlar, kalpleri ve dilleriyle Allah'ı çok zikreden erkekler ile kadınlar var ya, Allah, anılan güzel amelleri sebebi ile bunlara, işledikleri küçük günahlar için bir mağfiret hazırlamış -çünkü onların yaptıkları sâlih ameller, onların küçük günahlarına kefaret olmaktadır- ve yaptıkları itaat ve ibadetlerden dolayı ve övgüye, lâyık hasletleri sebebiyle onlara ve benzerlerine büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları dediler ki: "Ya Resûlallah! Allah, erkekleri Kur’ân'da hayırla zikretmiş; bizim de kendisiyle anılacağımız bir hayır yok mu? Biz, itaat ve ibadetlerimizin kabul olunmamasından korkuyoruz!" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu soran Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Seleme'dir.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimizin hanımları hakkında nazil olanlar nazil olanca, mü’minlerin hanımları da dediler ki: "Bizim hakkımızda hiç bir şey nazil olmadı!" işte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Âyetin metninde kadınların, erkeklere atıf edilmesi, cinsiyetleri değişik olduğu içindir. Bu atıf zorunludur. Çiftlerin (çift, çift zikredilenlerin) birbirlerine atıf edilmesi ise, iki vasfın farklı olmasından dolayıdır. Bu itibarla bu atıf, zorunlu değildir. Nitekim Tahrîm: 5. âyetinde bu kelimeler arasında atıf yoktur. Burada bu atfın faydası, onlara hazırlanan nimetlerin sebebi, bu güzel vasıfları bir araya getirmeleri olduğunu bildirmektir.

36

"Allah ve resulü, bir işe hükmetti mi, mü'min bir erkek ve mü'mine bir kadın için, artık işlerinde muhayyerlik hakkı yoktur. Kim de Allah'a ve resulüne karşı gelirse, gerçekten apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."

A- Allah ve resulü, bir işe hükmetti mi, mü'min bir erkek ve mü'mine bir kadın için, artık işlerinde muhayyerlik hakkı yoktur.

Burada Allah'ın zikredilmesi, Resülullah'ın emrini tazim içindir. Yahut Resûlüllah'ın hükmünün, Allah'ın hükmü olduğunu bildirmek içindir. Zira bu âyet, Resülullah'ın halası Ümeyme Bınti Abdulmuttahb kızı Zeyneb Binli Cahş hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah, Zeyneb'i Zeyd b. Harise ile evlendirmek istemişti; fakat Zeyneb ile kardeşi Abdullah rıza göstermemişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, Ummü Külsüm Binti Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Anılan Ummü Külsüm, kendini Resûlüllah'a hibe etmişti (evlendirme işini Resûlüllah'a bırakmıştı); Resûlüllah da, onu Zeyd ile evlendirmişti; fakat Ummü Külsüm ile kardeşi, bu evlendirmeyi hoş karşılamamışlar ve: "Biz, Resûlüllah'ı istemiştik; o ise, bizi kölesiyle evlendirdi" demişlerdi.

Yani Resûlüllah, Allah'ın hükmüne binaen bir işe hükmetti mi, mü’min bir erkek ve mü’mine bir kadın için, artık işlerinde seçim hakkı kalmaz; fakat onlar, artık Resülullah'ın kararına uymak onun tercihini tercih etmek zorundadırlar.

Burada çoğul zamirinin (işlerinde) kullanılmasi, mü’min erkek ve mü’mine kadının genel olmasından dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Resülullah'ın emirlerinde onların muhayyerlik hakkı yoktur, demektir. Buna göre, Resûlüllah için çoğul zamirinin kullanılması, tazim içindir.

B- "Kim de Allah'a ve resulüne karşı getirse, gerçekten apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.

Yani her kim, herhangi bir işte Allah'ın ve Resûlüllah'ın emrine karşı gelir de, kendi kararıyla hareket ederse, o, gerçekten hak yoldan ve doğru çizgiden apaçık sapmış olur.

37

"Resûlüm! Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de iyilik ettiğin kimseye: "Eşini yanında tut; Allah'tan kork!" diyordun ve Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki asıl çekinmene lâyık olan Allah'tır. Nihayet Zeyd, o kadından vatar'ını yerine getirince (ilişiğini kesince), biz onu sana nikâhladık ki, evlatlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestiklerinde o kadınlarla evlenmek hususunda mü'mınlere bir güçlük olmasın. Zaten Allah'ın emri mutlaka gerçekleşir."

A- Resûlüm! Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de iyilik ettiğin kimseye: "Eşini yanında tat; Allah'tan kork!" diyordun ve Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki asıl çekinmene lâyık olan Allah'tır.

Yani Resûlüm! O vakti hatırla ki, sen, Allah'ın, kendisim İslam'a ve seni de, güzel terbiyesi ve gözetimi için muvaffak kıldığı, senin de, Allah'ın inâyetiyle çeşitli iyiliklerde bulunduğun ve ezcümle köletikten azat edip hürriyetim verdiğin Zeyd b. Harise'ye: "Eşin Zeyneb'i yanında tut; onun hakkında Allah'tan kork da, onun sana karşı kibirli davranmasını gerekçe sayarak, ona zarar vermek için kendisini boşama!" diyordun ve Allah'ın açığa vuracağı şeyi, yani kendisi boşadığı takdirde onunla evlenmeyi, yahut boşamasını istemeyi, insanların, bundan dolayı seni ayıplamalarından çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki eğer bunda çekinecek bir şey varsa, asıl çekinmene lâyık olan Allah'tır.

Zeyd'ın anılan vasıflarla (Allah'ın kendisine nimet verdiği...) zikredilmesi, şunu beyan etmek içindir: Zeyd'ın hah, Resûlüllah'tan sâdır olan şeye, yani kalbindekinin aksini göstermeye ters düşmektedir. Zira bu, Zeyd'den utanmak veYa Resûlallah'a karşı ihtişamlı bir hak olması durumunda olabilecek bir davranıştır. Halbuki bunların ikisi de, Zeyd hakkında düşünülemez.

Hâdise şöyle cereyan etmişti: Peygamberimiz, Hazret-i Zeyneb'i Zeyd ile evlendirdikten sonra bir gün Hazret-i Zeyneb'i görünce, insan cibilliyetinin kaçınılmaz bir sonucu olarak kalbine bir şey geldi. O anda: "Sübhanallah mukalkbü'l kulûb/kalpleri döndüren Allah'ım! Seni tesbih ederim!" dedi. Hazret-i Zeyneb de, bunu duydu; sonra bunu Zeyd'e de anlattı. Zeyd, bunu anladı ve Zeyneb'e karşı içine bir nefret düştü. Sonra Zeyd, Peygamberimizin huzuruna çıkıp: "Ben, eşimden ayrılmak istiyorum!" dedi. Peygamberimiz de, Zeyd'e: "Sana ne oluyor? Ondan bir şüphen mi hâsıl oldu?" dedi. Zeyd de: "Hayır! Vallahi, onda hayırdan başka bir şey görmedim; fakat şerefinden dolayı bana karşı büyüklük taslıyor!" dedi. Peygamberimiz de: "Eşini yanında tut ve onun hakkında Allah'tan kork; bu tekebbürünü gerekçe göstererek ona zarar vermek için kendisini boşama!" buyurdu.

Bu hususta Peygamberimizin dikkatinin çekilmesi, yalnız kalbındekinı gizlemesinden dolayı değil, fakat insanların dedikodusundan çekinerek gizlemesinden ve gizlediği şeyin aksini göstermesinden dolayıdır.

Zira bu gibi hallerde kendisi için münasip olan, sükût etmesi yahut işi Rabbine havale etmesi idi.

B- "Nihayet Zeyd, o kadından vatar'ini yerine getirince (ilişiğini kesince), biz onu sana nikahladık ki, evlatlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestiklerinde o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın.

Yani Zeyd'in o kadına ihtiyacı kalmayınca ve onu boş ayıp iddeti de sona erince...

Diğer bir görüşe göre ise, vatar'ın karşılanması, kinaye olarak talak (boşama) demektir. Tıpkı "sana ihtiyacım kalmadı" demek gibi.

Burada nikâhlamaktan (biz onu sana nikâhladık) murat, Resûlüllah'a, o kadını kendisine nikâhlamayi emretmektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani nikâh akdi vasıtası olmaksızın, o kadım kendisine zevce yaptı, demektir. Bu görüşü şu rivâyet de teyit ediyor: Hazret-i Zeyneb, Peygamberimizin diğer hanımlarına şöyle derdi: "Sizi velileriniz evlendirdi; benim nikâhım ise, Allah tarafından kılındı."

Bir görüşe göre, . Hazret-i Zeyneb'i Peygamberimize istemek için Hazret-i Zeyd elçilik yaptı. İşte bu, çok büyük bir imtihandır ve Hazret-i Zeyd'in îmanının ne kadar, kuvvetli olduğuna dâir âdil bir şahittir.

Peygamberimizin Hazret-i Zeyneb ile evlenmesi, bir cahiliyye geleneği olan, boşanmalarından sonra da evlatlıkların kanlarıyla evlenmenin haram olduğu geleneğini kaldırmak içindir. Zira müslümanlar için en güzel örnek Resûlüllah'tır.

Bu âyet delâlet ediyor ki, başka delil ile yapılan tahsisler dışında bu hususta, Resûlüllah ile ümmetin hükmü aynıdır.

Zaten Allah'ın emri mutlaka gerçekleşir.

Yani Allah'ın yaratmak dilediği şeyler, yahut O'nun, haklarında "kün/ol!" Emrini verdiği şeyler, mutlak olmaktadır.

Bu cümle, mâkabk için açıklayıcı bir zeyil mahiyetindedir.

38

"Allah'ın, kendisi için takdir ettiği şeyde Peygambere hiçbir vebal yoktur. Önce geçmiş Peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Zaten Allah'ın fermanı mudaka yerine gelen bir kaderdir."

A- Allah'ın, kendisi için takdir ettiği, şeyde Peygambere hiçbir vebal yoktur.

Yani Allah'ın, Peygamberimize taksim ve takdir buyurduğu şeyde, onun için bir sıkıntı ve vebal olması hikmete hiç de uygun olmaz.

B- Önce geçmiş Peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Zaten Allah'ın fermanı mutlaka yerine gelen bir kaderdir.

Yani Allah'ın takdir buyurduğu evliliklerde vebal olmaması hususunda Allah'ın, eski Peygamberler hakkındaki kanunu da böyledir. Nitekim Allah, eski Peygamberlere de nikâh ve diğer bazı konularda genişlik tammiştır. Nitekim Hazret-i Davud Peygamberin yüz karısı ve üç yüz de cariyesi vardı ve Hazret-i Süleyman Peygamberin de üç yüz karısı ve yedi yüz de cariyesi vardı.

39

"O Peygamberler ki, Allah'ın mesajlarını insanlara ulaştırırlar; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Zaten hesap görücü olarak Allah yeter."

A- O Peygamberler ki, Allah'ın mesajlarını insanlara ulaştırırlar; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar.

Yani o eski Peygamberler öyle azimli insanlardır ki, Allah'ın emir ve yasaklarını içeren mesajlarını insanlara mutlaka ulaştırırlar; yapıp yapmadıkları bütün işlerde ve özellikle de mesajların tebliği hususunda Allah'tan korkarlar. Nitekim onlar, ilâhî hakikatleri tebliğ ederken bir harf bile eksik bırakmazlar ve bu uğurda da hiçbir yadırgama ve ayıplamadan çekinmezler ve onlar, Allah'tan başka kimseden korkmazlar.

Yukarıda "ve Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun." ifadesiyle, Peygamberimizin, insanların yadırgamasından çekindiği sarahatle, belirtildikten sonra bu âyette de, eski Peygamberlerin yalnız Allah'tan korktuklarının belirtilmesi, Peygamberimizin, halkın yadırgamasından çekindiğine bir tarizdir.

B- "Zaten hesap görücü olarak Allah yeter.

Yani korkulacak hususlarda hesap görücü olarak Allah yeter. O halde başkasından hiç korkulmamalıdır. Yahut küçük günahların da, büyük günahların da muhasibi olarak Allah yeter. Şu halde yalnız O'ndan korkulmakdır.

40

"Muhammed, sizin ricalinizden (adanılarınızdan) hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Zaten Allah, ezelden her şeyi hakkıyla bilendir."

A- Muhammed, sizin ricalinizden (adamlarınızdan) hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah'ın resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur.

Yani Resûlüllah Muhammed hakikatte sizin adamlarmızdan hiçbirinin babası değildir ki, onunla adamlarınız arasında, baba ile evlat arasında sabit olan evlilik hanımlığı ile diğer hususlardaki hükümler sabit olsun. Fakat o, Allah'ın resulüdür ve her Peygamber de, ümmetinin babası sayılır; ancak gerçek baba değildir; ancak onlar için son derece şefkatli, nasihatçi ve ebedî hayatlarını kazanma sebebidir. Ve Zeyd de, Peygamber de aralarında, gerçek babalık ve evlatlık bulunmayan adamlarınızdan biridir. Bu itibarla Zeyd'in bu konudaki hükmü de, sizin hükmünüz gibidir. Evlatlık ve evlat edinme hükmü ise, yakınlık ve tahsisten ibarettir. Ve eğer Peygamberimizm, buluğa ermiş bir oğlu olsaydı, kimi insanlar, onun da Peygamber olduğunu söylerlerdi ve bunların nazarında Peygamber, son Peygamber sayılmazdı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimizin oğlu İbrâhîm, vefat ettiğinde Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Eğer İbrâhîm yaşasaydı, kimi insanlara göre Peygamber sayılırdı."

Hazret-i İsa'nın sonra nazil olması, Peygamberimizin sonuncu Peygamber olması gerçeğine bir halel getirmez. Zira Peygamberimizin sonuncu Peygamber olmasının mânâsı, Peygamberimizden sonra artık hiç kimseye Peygamberlik verilmez, demektir. Bir de, Hazret-i İsâ, indiği zaman, Peygamberimizin ümmetinden birileri gibi, onun şeriati ile amel edecek ve onun kıblesine yönelecektir.

Bu genel hüküm (hiçbirinin babası değildir), Peygamberimizin, Tahir, Kasım ve İbrâhîm adlarındaki çocuklarının babası olması ile bozulmaz; çünkü bu çocukları, ergenlik çağına (rical kelimesinin tekili olan recül sayılma) çağma erişmeden vefat etmişlerdir. Ve eğer buluğ çağma ermiş olsalar bile, muhatap olan adamlar değil, fakat Resülullah'ın adamları sayılırlardı.

B- "Zaten Allah, ezelden her şeyi hakkıyla bilendir."

Ve Allah, ezcümle bu hükümleri ve size beyan buyurup da sizin ise apaçık bir şüphe ile karşıladığınız hükmü de hakkıyla bilendir.

41

"Ey îman edenler! Allah'ı çokça zikredin."

Yani ey îman edenler! Allah'ı, bütün vakitlerde ve hallerde tehlil (lâiiahe illallah), tahmid (el-hamdu lillah), temetil (tazîm) ve takdîs etmek gibi onu yüce vasıflarıyla zikredin.

42

"Ve O'nu sabah-akşam tesbîh edin."

Yani Allah'ı, günün başında da, sonunda da, kendisine lâyık olmayan vasıflardan tenzih edin.

Burada sabah-akşam vakitlerinin zikre tahsis edilmesi, tesbîhi bu vakitlere hasredip diğer vakitlerde yapmamak anlamında değil, fakat bu iki vaktin diğer vakitlerden daha faziletli, olduklarını belirtmek içindir. Çünkü bu iki vaktin zikir ve tesbihleri meleklerce şahitlidir. Nitekim tesbîh de, zikir kapsamına dâhil olduğu halde ayrıca zikredilmesi de, zikirler içinde umde sayılmasından dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, her iki fiil (zikretmek ile tesbîh etmek) de, anılan iki vakte müteveccihtir.

Bir diğer görüşe göre ise tesbihten murat, namazdır.

43

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de sizin için mağfiret dilemektedirler. Zaten Allah, mü'minlere karşı hep çok merhametlidir."

A- "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de sizin için mağfiret dilemektedirler.

Yani Allah, sizi günahların karanlıklarından itaat aydınlığına çıkarmak için size rahmetini göndermekte ve sizin hayrınıza ve salâhınıza inayet buyurmaktadır ve melekleri de size merhamet için duâ etmektedirler.

B- "Zaten Allah, mü'minlere karşı hep çok merhametlidir.

Bu cümle, makabli için bir takrir mahiyetindedir. Yani Allah, sizin de dâhil olduğunuz mü’minler zümresine karşi son derece merhametlidir. İşte bundan dolayıdır ki, Allah, bizzat ve bilvasıta sizin ıslahınıza önem vermekte ve sizi îman ile itaate hidâyet etmektedir.

44

"O'na kavuşacakları gün, Allah'ın mü'minlere iltifatı, "selâm" dır. Ve Allah, onlara çok kıymetti bir mükâfat hazırlamıştır."

A- O'na kavuşacakları gün, Allah'ın mü'minlere iltifatı, "selam" dır.

Bundan önce ilâhî rahmetin dünyevî eserleri, yani onların işlerine önem vermek ve kendilerini itaate hidâyet etmek hususları beyan edildikten sonra burada da ilâhî rahmetin uhrevî hükümleri beyan edilmektedir.

Yani ölürken yahut mezarlarından tekrar diriltildiklerînde yahut cennete girdiklerinde Allah'a kavuşacakları gün, O'nun mü’minlere iltifatı, onları tazim için kendilerine selâm vermektir.

Yahut bu selam, kendilerine Cennet müjdesi, yahut saygı olarak melekler tarafından verilmektedir. Nitekim başka bir sûrede de şöyle denilmektedir: "Melekler de her kapıdan onların yanına varacaklar; sabretmenize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun akıbeti ne güzeldir derler." yahut meleklerin bu selamı, onların her kötülükten ve afetten selamette olduklarını haber vermek anlamındadır.

B- "Ve Allah, onlara çok kıymetli bir mükâfat hazırlamıştır.

Bundan önce, cennete girmeden evvel onlara erişen ilâhî rahmet beyan edildikten sonra burada da, onlar cennete girdikten sonra kendilerine, erişecek ilâhî rahmet beyan edilmektedir.

45

"Ey Peygamber! Muhakkak ki, biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir.

Yani Peygamberim Muhammed! Muhakkak ki, biz, seni, kendilerine gönderildiğin ümmete bir şahit, olarak göndermişizdir: sen onların hallerini murakabe ediyorsun ve amellerini müşahede ediyorsun; onlardan sâdır olan tasdik veya tekzibin ve içinde, bulundukları hidâyet veya dalâletin şahitliğini yüklenmiş oluyorsun ve bu şahitliği, kıyamet gününde onların lehinde veya aleyhinde makbul olarak ifa edeceksin.

Yine, biz, seni bir müjdeci ve uyarıcı olarak, göndermişizdir: mü’minlere cenneti müjdelersin; kâfirleri, de Cehennem ateşi ile uyarırsın.

46

"Ve Allah'ın izniyle kendisine çağıran bir dâvetçi ve nur saçan bir kandil olarak göndermişizdir."

Yani biz, seni Allah'ın izni ve müyesser kılması ile, Allah'ın varlığını, birliğini ve îman edilmesi gereken sıfatlarını ve fiillerini ikrar etmeye çağıran bir dâvetçi olarak ve cehalet ile dalâlet karanlıklarında ışık saçan, onun ışıkları ile hak ve hidâyet yolları aydınlanan bir kandil olarak göndermişizdir.

Bu davetin Allah’ın izni ile kayıtlandırılmış olması, bu hizmetin ifasının zor ve gayet çetin olup ancak ilâhî inayetle hâsıl olabildiğini bildirmek içindir. Nasıl böyle olmasın ki, bu davet, insanların yüzlerini taptıklarından çevirmek ve boyunlarına alışık olmadıkları halkaları geçirmektir.

47

"Mü'minlere, Allah'tan kendilerine büyük, bir fazilet (üstünlük) olduğunu müjdele."

Yani ey Resûlüm! Sen, insanların hallerini murakabe et ve onlardan mü’min olanlara da müjde ver ki, kendileri için, diğer ümmetlerin mü’minlerinden mertebe ve şeref üstünlüğü vardır. Yahut onlar için, amellerinin mükâfatından başka, bir de lütuf ve ihsan olarak, bir ziyade vardır.

48

"O kâfirlere ve münafıklara itaat etme (uyma). Onların eziyetlerine de aldırma ve Allah'a tevekkül et. Zaten Allah, vekil olarak yeter."

A- O kâfirlere ve münafıklara itaat etme (uyma).

Bu kelâm-ı kerim, Peygamberimizin., davet işinde kâfirlere müdara etmesini, tebliğde yumuşak davranmasını ve uyarıda müsamaha göstermesini yasaklamaktadır. Bunun kinaye yoluyla itaat olarak ifâde edilmesi, yasaklanan husus, itaate dâhil edilerek ve o suretle tasvir yapılarak bu yasağı ve tenfirı (nefret ettirmeyi) ağırlaştırmak içindir.

Bu emri, Peygamberimizin heyecanına heyecan katmak ve onun hizmet ateşini alevlendirmek kabilinden olduğunu söyleyenler, tahkikten merhalelerce uzak düşmüşlerdir.

B- "Onların eziyetlerine de aldırma ve Allah'a tevekkül et. Zaten Allah, vekil olarak yeter.

Yani senin davet ve uyarıda kararlı davranman sebebi ile, sana yapacakları eziyetlere de aldırma ve yapıp yapmadığın bütün işlerinde ve ezcümle bu işinde de Allah'a tevekkül et; o, kâfirlere karşı senin için yeter. Zaten Allah, bütün hallerde işlerin vekili, işlerin havale mercii olarak yeter.

Daha önceki âyetlerde Peygamberimiz, beş vasıf (şahit, müjdeci, uyarıcı, dâvetçi, nur saçan bir kandil) ile vasıflandırıldıktan sonra bu âyette de, o vasıfların her birine mukabil ona münasip düşen bir hitap ile hitap eddmiştir. Şu var ki, şahidin mukabili olan murakabe emri sarih olarak zikredilmemiş, çünkü müjdecinin mukabik olan müjdeleme emri, ona açık olarak delâlet etmektedir. Nitekim az önce zikredildi. Uyarıcının mukabili, kâfirlere ve münafıklara müdara yapmak ve onları uyarmada müsamaha göstermek olarak zikredildi. Nitekim tahkikini gördün. Allah'ın izniyle O'na çağıran dâveteinin mukabik de, tevekkül emri olarak zikredildi. Zira tevekkül, Allah'tan medet ve inayet talep etmekten ibarettir. Nur saçan kandilin mukabili de, Allah ile iktifa etmek olarak zikredildi. Zira Allah, kudsi kuvvetle desteklediği, Peygamber olarak seçtiği ve insanları dalâlet karanlıklarından hak nuruna hidâyet eden bir aydınlatıcı ve burhan kıldığı bir kimse, Allah ibikti fa etmeye ve O'ndan başka hiçbir şeye iltifat etmemeye lâyıktır.

49

"Ey îman edenler! Mü'mine kadınları nikâh edip sonra zifafa girmeden onları boşarsamz, artık onları sayacağınız bir iddet müddetince bekletmek hakkınız olmaz. O halde onları mal bağışıyla memnun ederek güzel bir şekilde serbest bırakın."

A- "Ey îman edenler! Mü'mine kadınları nikâh edip sonra zifafa girmeden onları boşarsamz, artık onları sayacağınız bir ıddet müddetince bekletmek hakkınız olmaz."

Iddet konusunda erkeklere hitap edilmesi ve ıddetin onlara isnat edilmesi, iddetin, kocaların hakkı olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim "hakkınız olmaz" denilmesi de bunu bildirmektedir.

Bu iddet konusunda, anılan kadınlarla muteber bir halvet (baş başa) geçirmek de, cinsel temas hükmündedir.

Bu hüküm, müslümanların evlendikleri kitap ehli kadınlar için de geçerli olduğu halde âyette bu hükmün mü’mine kadınlara tahsis edilmesi, şu noktaya dikkat çekmek içindir: mü’min erkek, kendi, dölü (nutfesi) için hayırlı olan kadını seçmeli ve yalnız mü’mine kadını nikâh etmelidir.

Âyetin metninde "sümme" sonra" kelimesinin zikredilmesinin faydası, cinsel ilişki imkânı gerçekleştikten sonra boşamanın gecikmesinin, nesepte olduğu gibi iddette de etkih olacağı vehmini bertaraf etmek içindir.

B- "O halde onları mal bağışıyla memnun ederek güzel bir şekilde serbest bırakın."

Yani eğer nikâh akdi sırasında o kadınlara belli bir mehir belirlenmemiş ise, böyle yapın. Zira mehri belirlenmiş kadın için, bu durumda o mehrin yarısı lazım gelir; yoksa Mut'a lazım gelmez. Çünkü söz konusu Müt'ayi vermek, biz hanefiilere göre bir rivâyette müstahabtir; diğer rivâyette ise müstahab da değildir.

Bu kadınları güzel bir şekilde, serbest bırakmak da, onlara bir zarar vermeden ve onların her hangi bir hakkını da engellemeden onları kendi evlerinizden çıkarmaktır. Çünkü bu kadınlar için iddet söz konusu değildir.

Güzel bir şekilde serbest bırakmayı, bu kadınları sünnî (sünnet olan) boşama şekliyle boşamak olarak açıklamak imkânı yoktur; çünkü bu sünnî talak, ancak kendisiyle cinsel ilişki gerçekleşmiş olan kadın için söz konusu olabilir.

50

"Ey Peygamber! Şüphe yok ki, biz, sana mehirlerini verdiğin zevcelerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği o elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber Medine'ye hicret eden kızlarını helal kıldık. Bir de, kendisini Peygambere mehirsiz hibe eden (bağışlayan) mü'mine bir kadını, Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, mü'minlerden ayrı, sana mahsus olarak helal kıldık. Şüphe yok ki, biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri bilimsizdir. Sence bir sıkıntı olmasın diye bunları böyle yaptık. Zaten Allah, daima gafür'dur; rahîm'dir."

A- "Ey Peygamber! Şüphe yok ki, biz, sana mehirlerini verdiğin zevcelerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği o elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber Medine'ye hicret eden kızlarını helal kıldık."

Melihlerin verilmesi, acilen vermek seklinde olur yahut nikâh akdinde belirlenmesi seklinde olur. Hangi şekilde olursa olsun, onların, Peygamberimize bu şartla helal kılınmaları, helal olmanın buna tevakkuf etmesinden dolayı değildir. Çünkü hiç mehir belirlenmeden de yapılan nikâh akdinin sahih olduğu bir gerçektir ve bu takdirde cinsel ilişki gerçekleşmişse, emsal mehir lazım gelir; eğer cinsel ilişki gerçekleşmemişse, Mut'a lazım gelir. Peygamberimiz için eşlerinin helal olmalarının bu şarta bağlanması, kendisi için en faziletk ve evlâ olanın tercih edilmesi anlamındadır. Tıpkı bu âyette, Peygamberimiz için cariyelerin helal kılınmalarının, savaş ganimeti olmaları şartına bağlanmış olması gibi. Zira satın alınan cariyeler için, ilk halleri ve onlara cari olan hükümler tahakkuk etmez. Ve yine bu âyette, Peygamberimizin akrabası olan hanımların kendisine helal kılınmalarının, onunla beraber hicret etmiş olmaları şartına bağlanmış olması gibi.

Muhtemeldir ki, anılan hükümlerin, Peygamberimiz için bu şartlara bağlanmış olması, kendisi için efzal ve evlâ olanın tercihi anlamında olmayıp fakat bu hükümlerin, Peygamberimize mahsus olduğu anlamındadır. Nitekim şu rivâyet de bu görüşü teyit etmektedir: rivâyet olunuyor ki, Ebû Talihtin kızı Ümmü Hâni' şöyle demiştir: "Resûlüllah, benimle evlenmek istedi; fakat ben ona özrümü beyan ettim, o da özrümü kabul etti. Sonra Allah, bu âyeti, indirdi. Böylece ben ona helal kılınmadım; çünkü ben, onunla beraber hicret etmedim, fakat ancak Mekke fethinde, müslümanlar arasına kamdım."

B- "Bir de, kendisim Peygambere mehirsiz hibe eden (bağışlayan) mü'mine bir kadını, Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, mü'minlerden ayrı, sana mahsus olarak helal kıldık."

Kendisini Peygambere mehirsiz olarak hibe etmek, bu mânâyı bildiren her hangi bir ifâde ile gerçekieşebitir. Bu hüküm de, mutlak olmayıp fakat Peygamberimizin mehirsiz olarak onun namusuna malik olması şartına bağkdır. Zira bu şekilde ona malik olması, teklifi kabul etmesi anlamındadır. Bu âyet, temlikin, hibe lafzıyla olması için sarih olmadığına göre, nikâh akdinin hibe lafzıyla gerçekleşip gerçekleşmemesi konusunda da ihtilaf dayanağı olamaz.

Bu kelâm-ı kerimde anlatılan nikâh akdinin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda ihtilaf edilmiştir: İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimizin hanımları içinde anılan hibe nikâhı alınmış hiçbirisi yoktu.

Diğer bir görüşe göre ise, Pey gamb erimizin şu dört hanımı hibe nikâhı ile alınmışlardı: Meymûne binti el-Haris, Zeyneb binti Huzeyne el-Ensariyye, Ümmü Şerik binti Cabir, Havle binti Hakim.

Bu kelâmda Peygamberimizin iki kez Peygamber unvanıyla zikredilmesi, ikram içindir ve bu hükmün sabit olmasının sebebinin, Peygamberlik vasfı olduğunu bildirmek içindir. Bu itibarla hüküm, Peygamberimize mahsustur. Nitekim "mü’minlerden ayrı, sana mahsus olarak" ifâdesi de bunu bildirmektedir.

Yahut "anılan nikâhları anılan kayıtlarla özellikle sana helal kıldık" demektir.

Birinci mânâya göre, anılan özel madde (kendisini mehirsiz olarak bağışlayan kadının mehirsiz olarak helal kılınması), diğer mü’minler için tahakkuk etmez; onlar için tahakkuk eden, emsal mehir ile helal kılınmasıdır. İkinci mânâya göre ise, bütün o anlatılan kadınların, mezkûr kayıtlarla helal kılınmaları, diğer mü’minler için tahakkuk etmez; onlar için tahakkuk eden, sayılanların bir kısmının malûm nikâh şartlarıyla helal kılınmasidır.

C- "Şüphe yok ki, biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri bilimsizdir."

Bu kelâm, Peygamberimize ikram ve geniştik olarak, nikâh akdinde farz kılınmamış olan şartların mü’minler için farz kılındığını beyan ederek, daha önce geçen hükümlerin Peygamberimize mahsus olup diğer mü’minler için geçerh olmadığını açıklamaktadır.

Yani şüphesiz biz, hanımları ve elleri altında bulunan cariyeleri hakkında mü’minlere nelerin farz kılınması gerektiğini ve bu hakların sınırlarının ve vasıflarının nasıl olması gerektiğini bilmişiz ve bu veçhile farz kılmışız ve ey Resûlüm! Sana bazı ayrıcalıklar tahsis etmişizdir.

D- "Sence, bir sıkıntı olmasın diye bunları böyle yaptık."

Yani bu özel hükmü sana tanıdık ki, senin için bir darlık ve sıkıntı hâsd olmasın. Yoksa bu, anılan hükmün diğer mü’minlere: sabit olmaması bunun içindir, demek değildir.

E- "Zaten Allah, daima gafûr'dur; rahîm'dir."

Yani Allah, kaçınılması zor olan günahlar için çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. İşte bundan dolayıdır ki, sıkıntı olabilecek konularda hükümleri genişletmiştir.

51

"Eşlerinden kimi dilersen, nöbetinden geri bırakabilirsin; kimi de dilersen yanına alabilirsin. Boşadığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına alabilirsin. Artık senin için bir vebal yoktur. Böyle yapman, onların mutlu olmalarına, üzülmemelerine ve kendilerine verdiğine hepsinin razı olmasına daha uygundur. Zaten Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah, ezelden, alîm'dir; halîm'dir."

A- Eşlerinden kimi dilersen, nöbetinden geri bırakabilirsin; kimi de dilersen yanma alabilirsin. Boşadığm hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına alabilirsin. Artık senin için bir vebal yoktur.

Yani ey Resûlüm! Eşlerinin içinden dilediğinin nöbetini gözetmeyip yatağına gitmeyebilirsin; nöbeti olmasa da, onlardan dilediğinin de yatağına gidebilirsin.

Yahut eşlerinden kimi dilersen, onu boşayabilirsin; kimi dilersen, onu yanında tutabilirsin.

Ve ey Resûlüm! Rica talakla (rucû etmek imkânı bulunan boşama ile) boşadığm hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına alabilirsin. Artık senin için bu zikredilenlerin hiç birinde vebal yoktur.

Bu kelâm-ı kerim, Peygamberimiz için evlilik hallerinin hepsini içeren bîr taksimattır. Zira Peygamberimiz, hanımlarından birilerini ya boşayacak yahut da yanında tutacak. Yanında tutunca da, ya yatağına gidecek yahut da girmeyecek onu da yatak nöbeti taksimatına dâhil edecek, yahut da etmeyecek. Ve eşlerinden birini bosadığı zaman da onu tamamen terk edecek yahut da onu tekrar arzu edecek.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, Hazret-i Şevde, Hazret-i Cüveyriye, Hazret-i Safiyye, Hazret-i Meymune ve Hazret-i Ummü Habibe için normal nöbetlerini gözetmeyip dilediği gibi onlar için nöbet belirtiyordu. Peygamberimiz, Hazret-i Âişe, Hazret-i Hafsa, Hazret-i Ummü Seleme ve Hazret-i Zeyneb adlarındaki eşleri için ise, erken nöbet uyguluyordu. Böylece Efendimiz Hazretleri, beş hanımı için tehirh ve dört hanımı için de erken nöbet uyguluyordu.

Diğer bir rivâyet göre ise, Peygamberimiz bu muhayyerlik verildiği halde yine eşleri arasında eşittik gözetliyordu. Yalnız Hazret-i Şevde hariç, o, gece nöbetini Hazret-i Âişe'ye bağışlamış ve: "Ya Resûllah! Beni boşama; benim muradım sadece hanımlarının zümresinde haşr olmaktır" demişti.

B- "Böyle, yapman, onların mutlu olmalarına, üzülmemelerine ve kendilerine verdiğine hepsinin razı olmasına daha uygundur."

Yani bu işin senin arzu ve dileğine bırakılması, hepsinin mutlu ve hoşnut olmalarına daha uygundur. Zira bu, hepsinin eşit oldukları bir hükümdür. Sonra, eğer onlar arasında eşittik gözetirse, onlar, bunu senin bir lutfun olarak kabul ederler; eğer bazılarını tercih edersen, bunun da Allah’ın hükmü ile olduğunu bilirler. Bu yüzden onların gönlü bununla da tatmin olur.

C- "Zaten Allah, kalplerinizde olanı bitir."

Yani Allah, kalplerinizde gizlediklerinizi ve düşündüklerinizi bilmektedir. O halde kalbinizdeki sırları da güzelleştirmeye çalışın.

D- "Allah, ezelden alîm'dir; Halîm'dir."

Yani Allah'ın ilmi sınırsız olduğundan sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de gayet iyi bilmektedir. Ve Allah, hatim olup cezaları acilen vermez. Binaenaleyh siz, cezaların ertelenmesine aldanmayın; çünkü bu, mühlet vermektir, yoksa ihmal etmek değildir.

52

"Bundan sonra başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, onların yerine başka hanımlar alman, onların güzellikleri hoşuna gitse de, sana helal olmaz. Zaten Allah, her şeyi gözetleyendir."

A- "Bundan sonra başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, onların yerine başka hanımlar alman, onların güzellikleri hoşuna gitse de, sana helal olmaz."

Yani ey Resûlüm! Yanında bulunan dokuz eşinden sonra, Peygamberimiz hakkında dokuz hanım, bizim hakkımızdaki dört hanım gibi azami sınırdır.

İbn Abbâs ve Katâde diyorlar ki: "Yani senin muhayyer bırakmana rağmen seninle beraber kalmayı tercih eden dokuz eşinden sonra demektir."

Diğer bir görüşe göre de, yani Allah'ın ve Resulünün onları tercih etmelerinden ve kendilerinin de, senin onlara tanıyacağın vuslat ve hicranına rıza göstermelerinden sonra demektir.

Keza, ey Resûlüm! Bu dokuz eşinden her hangi birini boşayip da onun yerine başka bir kadını nikâh etmen de, onların güzellikleri hoşuna gitse de, sana helal olmaz.

Allah, Peygamlerimizin bu Hanımlarına. Peygamberimizi tercih etmelerine ve ondan hoşnuduk göstermelerine karşılık olarak, ikram ve mükâfat olarak bu nimeti bahsetmiştir. Bundan sonra Peygamberimiz de, onlarin üstüne başka hanım almamıştır. Efendimizin bu eşleri, efendimiz vefat edinceye kadar nikâhında olan şu eşleridir: Âişe binti Ebi Bekir, Hafsa binti Ömer, Ummü Habibe binti Ebi Sübyan, Şevde binti Zem'a, Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye binti Huycy b. Ahtab el-Hayberiyye, Aleymune binti el-Harıs el-Hilaliyye, Zeyneb binti Cahş el-Esediyye, Cuveyriyye binti el-Haris el Mustalıkiyye.

İklime diyor ki: "Yani sana, zikredilen vasıflarla helal kıldığımız dört cins kadınlardan sonra bedevî Araplardan ve yabancılardan, yahut kitab ehlinden olan kadınlar, yahut nikâh ile alacağın cariyeler sana helal olmaz" demektir. Ancak âyetteki "onların yerine başka hanımlar alman" ifâdesi bu mânâya müsait değildir. Zira mezkûr cinslerin helal edilmesi, onların nikâhlarının helal edilmesi demektir. Şu halde bunların yerme başkasını almanın mânâsı, onların nikâhının helal kılınması yerine başkalarının nikâhının helal kılınması demek olmalıdır ki, bu, ancak hükmün neshedilemesi ile tasavvur edilebilir. Nesih ise, beşerî vazifelerden değildir. (Allah'a mahsustur.)

Bir görüşe göre ise, bu âyette işaret edilen kadın, Cafer b. Ebi Talib'in dul karısı Esma binti Umeys el-Has'amiyye'dir. Bu hanım da, Peygamberimizin, güz ektiklerini beğendiği kadınlardandı.

Bu âyetin, muhkem veya mensûh (neshedilmiş) olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bunun mensûh olduğunu söyleyenlerin kimisine göre, "eşlerinden kimi dilersen geri bırakabilirsin; kimi de dilersen, yanına alabilirsin..." âyeti ile kimilerine göre de, "ey Peygamber! Şüphe yok ki, biz, sana... helal kıldık." âyeti ile nesih edilmiştir. Âyetlerin nüzul sırası, mushaftaki (Kur’ân'daki) tertibe göre değildir, (bu itibarla bunu nesih eden âyetin, mevcut: Kur’ân tertibine göre ondan önce olmasının bir sakıncası yoktur.)

Diğer bir görüşe göre ise, bu hüküm sünnet ile nesih edilmiştir.

Hazret-i Âişe'den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Resûlüllah, vefat etmeden önce kadınların nikâhı kendisine helal kılınmıştı." Hazret-i Enes ise diyor ki: "Peygamberimiz, vefat ederken bu tahrîm (başka kadınlarla evlenmenin haram olması) hükmü baki idi."

B- "Zaten Allah, her şeyi gözetleyendir.")

Yani Allah, her şeye nigâhbandir, her şeyi gözetleyendir. O halde O'nun sınırlarını aşmaktan ve helallerini çiğneyip haramlarına tecavüz etmekten sakının.

53

"Ey iman edenler! Siz çağırılmadan Peygamberin evlerine girip yemeğin pişme zamanını beklemeyin, fakat davet edildiğiniz zaman girin; yemeği yeyince hemen dağılın; sohbete dalmayın; çünkü muhakkak kı, bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o, sizden utanmaktadır. Allah ise hakki söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından gereken bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalplerinizin için de, onların kalpleri için de daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah'ın resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâh etmeniz ebediyen caiz değildir. Çünkü bu, Allah katında gerçekten pek büyük bir şeydir."

A- "Ey îman edenler! Siz çağırılmadan Peygamberin evlerine girip yemeğin pişme zamanını beklemeyin, fakat davet edildiğiniz zaman girin; yemeği -yeyince hemen dağılırı; sohbete dalmayın; çünkü muhakkak ki, bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o, sizden utanmaktadır. Allah ise hakkı söylemekten çekinmez."

Bundan önce Peygamberimizin, gözetmesi gereken eşlerinin hakları beyan edildikten sonra burada da, insanların gözetmek zorunda oldukları Peygamberimizin eşlerinin haklarının beyanına başlanmaktadır.

Bu kelâm-ı kerim delâlet ediyor ki, yemeğe davet vaki olmadan, yemek anında izin verilse bile içeri girilmemesi gerekir.

Yani yemekten sonra hemen dağdın ve birbirinizle sohbete dalmayın. Yahut Peygamberin ev halkının konuşmalarını dinlemek için beklemeyin. Çünkü muhakkak ki, daha önce yaptığınız bu hareket, Peygamberi üzmektedir. Çünkü bu hareketinizle Peygamberin evini kendisine ve ailesine daraltmış oluyorsunuz ve Peygamberin, önemsiz şeylerle meşgul olmasını gerektirmekte ve önemli şeylerle meşgul olmaktan da kendisini alıkoymaktadır. Fakat yine o, sizden, yani sizi evinden çıkarmaktan utanmaktadır; Allah ise, hakkı söylemekten çekinmemektedir.

Pey gamb erimiz, onların nefsinden değil, kendilerini evinden çıkarmaktan utanıyordu. Zira "Allah ise, hakkı söylemekten utanmaz" ifâdesi, utandan şeyin, kendileri değil, kendileri ile ilgili bir hak olmasını gerektirmektedir. Bu ise, ancak, onları evden çıkarmaktır. Binaenaleyh bu hakkın, utanma uğruna terk edilmemesi gerekir. İşte bundan dolayıdır kı Allah, bu hakkı bırakmayıp size onları evden çıkarmayı emretmiştir.

Bu hitap, özellikle bazı kimseler ve benzerleri içindir. Bu insanlar, Peygamberimizin yemek zamanını kollayıp davetsiz olarak onun evine girip oturuyorlar ve yemeğin hazırlanmasını bekliyorlardı. Yoksa eğer bu emir genel olmuş olsa, yemek daveti olmadığı takdirde, hiç kimsenin izin ile de olsa, Peygamberimizin evine girmesinin ve yemekten sonra mühim bir iş için olsa da, beklemesinin caiz olmaması lazım gelirdi.

B- "Peygamberin hanımlarından gereken bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Ömer: "Ya Resûlallah! Senin yanma iyi insanlar da geliyor; kötü insanlar da geliyor. Mü’minlerin validelerine (peygamber hanımlarına), perde gerisine çekilmelerini emretsen!" dedi. İşte bu sırada bu âyet-ı kerime nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, bir gün Peygamberimiz, bazı ashabı ile yemek yiyordu. Bu sırada birinin eli Hazret-i Âişe’nin eline değdi. Bu, Peygamberimizin hoşuna gitmedi, işte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

C- "Bu, sizin kalplerinizin için de, onların kalpleri için de daha temiz bir davranıştır."

Yani sizin izinsiz olarak Peygamberin evine girmemeniz, evine girip yemek yedikten sonra sohbet için beklememeniz ve Peygamberin hanımlarından, bir şey isterken de, perde arkasından istemeniz, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de şeytan vesveselerinden daha temiz bir davranıştır.

Ç- "Sizin Allah'ın resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâh etmeniz ebediyen caiz değildir. Çünkü bu, Allah katında gerçekten pek büyük bir şeydir."

Yani Peygamberin hayatında onun hoşuna gitmeyecek ve kendisini rahatsız edecek bir harekette bulunmanız ve onun vefatından sonra hanımlarını nikâh etmeniz yahut ayrıldığı hanımları ile evlenmeniz ebediyen caiz değildir. Çünkü Peygambere eza etmeniz ve kendisinden sonra hanimlariyla evlenmeniz, ifâde edilemeyecek kadar pek büyük ve korkunç, bir şey olur.

Bu kelâm, pek açık bir şekilde Resülullah'ın şânını tazim etmekte ve hayatta iken de, vefat ettikten sonra da kendisine, hürmet: gösterilmesinin zorunlu olduğunu bildirmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, bundan sonraki âyette, bu insanlar için ağır bir tehdit zımnî olarak bildirilmektedir:

54

"Bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de, şüphe yok ki, Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."

Yani siz. Peygamberin vefatından sonra hanımlarıyla evlenmek gibi hayırsız şeyleri dilinizle açığa vursanız da, onları kalbinizde gizleseniz de, şüphe yok ki, Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. Sonuçta Allah, sizden sâdır olan bu açık günahlardan dolayı da, gizli günahlardan dolayı da sizi mudaka cezalandıracaktır.

Bu kelâmın ifâde ettiği tamimde (genellemede), maksudun hüccetinden başka bir de, cezanın korkunçluğu, ağırlıği ve çetinliği ziyadesiyle bildirilmektedir.

55

"Peygamberin hanımlarına, kendi babalarına, oğullarına, kardHanımlarına, kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, onların mü'mine olan karılarına ve ellerinin altında bulunanlara görünmelerinden dolayı günah yoktur. Ey Peygamber hanımları! Allah'tan korkun. Şüphe yok ki, Allah, her şeye şahittir."

A- "Peygamberin hanımlarına, kendi bablarma, oğullarına, kardHanımlarına, kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, onların mü'mine olan karılarına ve ellerinin altında bulunanlara görünmelerinden dolayı günah yoktur."

Bu âyet, Peygamberimizin hanımlarının, kendilerine karşı örtünmeleri gerekmeyen kimseleri beyan etmektedir.

Rivâyet olunuyor ki, hicap âyeti nazil olunca, onların babaları, (ilk evliliklerinden olan) oğulları ve akrabaları: "Ya Resûlallah! Biz de mi perde arkasından onlarla konuşacağız?" diye sordular, işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Âyette amca ve dayı zikredilmemiş, çünkü onlar da, babalar hükmündedir. İşte bundan dolayıdır ki, "ve babaların İbrâhîm, İsmail ve İshak'ın İlahı..." âyetinde böyle ifâde edilmiştir. Hazret-i İsmail, Hazret-i Yakub'un amcası olduğu halde babası olarak ifâde edilmiştir.) yahut da amca ve dayının zikredilmemeleri, kardeşlerin ve kardeş oğullarının zikriyle iktifa edilmesinden dolayıdır. Zira Peygamberimizin hanımları ile iki fırka (kardeşler ve kardeş oğulları) arasında örtünme lüzumunun olmamasının sebebi, kendileri iki amca ve dayıları arasındaki sebebin aynısıdır, yani halalık ve teyzeliktir. Zira Peygamberimizin eşleri, kardeşlerinin oğullarının halaları ve kız kardeşlerinin oğullarının da teyzeleridir.

Diğer bir görüşe göre ise, başka kadınların, amcalarından ve dayılarından örtünmemeleri, -belki bunlar, gördüklerini kendi oğullarına anlatırlar, endişesiyle- hoş karşılanmadığı için, âyette amca ve dayı zikredilmemiştir.

Ellerinin altında bulunanlardan murat, köleleri ile cariyeleridir, yahut yalnız cariyeleridir. Bunun izahı Nûr Sûresinde geçti.

B- "Ey Peygamber hanımları!. Allah'tan korkun. Şüphe yok ki, Allah, her şeye şahittir."

Yani ey Peygamber hanımları! Yapıp yapmadığınız bütün işlerde ve özellikle de size emredilen ve yasaklanan hususlarda Allah'tan korkun. Şüphe, yok ki, Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz ve O'nun ilmi farklı hallere göre değişmez.

56

"Şüphe yok ki, Allah ve melekleri, bu Peygambere salavât getirirler. Ey îman edenler! Siz de ona salavât getirin ve bütün kalbinizle teslimimde bulunun (selam verin)."

İslam âlimleri derler ki; salât (salavâtm tekili), Allah'tan olduğu zaman rahmet anlamında olur; meleklerden olduğu zaman ise, istiğfar (mağfiret dilemek) anlamında olur.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Yani Allah, Peygambere rahmet buyurmakta, melekler de ona duâ etmektedirler, demektir."

Yine İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Yani Allah ve melekleri Peygamberi tebrik etmektedirler, demektir."

Ebû'l Âkye diyor ki: "Allah'ın Peygambere salâtı, meleklere onu övmesi-dir. Meleklerin salâtı ise, ona duâ etmeleridir."

Şu halde âyetteki "salavât getirirler" ifâdesinden, anılan mânâların her bir ferdinin, hakikî mânâ olabilecek şekilde genel bir mecazî mânâ kastedilmelidir. O da şöyle olur: Allah ve melekleri, Peygambere hayır ve salâh getirmek için onunla ilgilenirler; onun şerefini izhar etmek ve şânını tazim etmek için onunla alakadar olurlar. İşte bu da, Allah'ın rahmet etmesi ve meleklerin ekonun için duâ ve istiğfarda bulunmaları ile olmaktadır. Ey îman edenler! Siz de buna itina gösterin; çünkü herkesten önce bu, sizin vazifenızdir. Bu " Allah’ım! Muhammed'e salat ve selam eyle!" demek veya benzerleriyle olmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki teslim, Peygamberin emirlerine boyun eğmektir.

Bu âyet, Peygamberimize salât ve selam getirmenin mutlak olarak vacib olduğuna delâlet etmektedir; tekrarının vacib olup olmadığı ise belirtilmemektedir.

Bir görüşe göre, Peygamberimizin adı anıldıkça ona salat ve selam getirmek vacibtir. Zira Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Yanında adım anıldığında bana salavât getirmeyene, yazıklar olsun!"

Yine Peygamberimiz buyuruyor ki: "Yanında adım anıldığında bana salavât getirmeyen kimse, cehenneme girdiğinde Allah, onu benim şefaatimden uzak tutar.

Yine rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah, benim için iki melek görevlendirmiş. Bir müslüman'in yanında adım anıldığında bana salavât getirirse, mutlaka o iki melek: "Allah, seni bağışlasın!" derler ve Allah ile melekleri de, o iki meleke cevap olarak: "Amîn!" derler. Ve benim adım, bir müslüman'in yanında anıldığında bana salavât getirmezse, mutlaka o iki melek ona: "Allah, seni bağışlamasın!" der ve Allah ile melekleri de, o iki meleke cevap olarak: "Âmîn!" derler."

Kimi İslam âlimlerine göre ise, Peygamberimizin adının anıldığı her mecliste, anılma tekerrür etse de, bir kere salât ve selam getirmek vacip olur. Nitekim secde âyeti ile hapşıran kimseye rahmet okumak için yine tekerrürde de bir secde ve bir kere rahmet okumak lazım gelir. Keza, başında ve sonunda Peygamberimizin adı anılan dualar için de bir kez salât ve selam lazım gelir.

Kimi İslam âlimlerine göre ise, vacip olan salât ve selam, ömürde bir keredir. Bu âlimler, şehadet: kelimelerini getirmek konusunda da vacip olan, ömürde bir kere getirmektir demişlerdir.

İhtiyatın ve Peygamberimizin yüce şânının gereği: olan, onun yüksek adı her anıldığında ona salât ve selam getirmektir.

Namazda Peygamberimıze salât ve selam ifâde eden: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrâhîm'e ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd / Allah'ım! Muhammmed'e ve Muhammed'in ailesine salât eyle. Tipkı İbrâhîm'e ve İbrâhîm'in ailesine salât eylediğin gibi. Şüphe yok ki, sen bütün övgülerin ve şan, şereflerin yegâne meretisin!" Duasını okumak, biz hanefîlerc göre, namazın cevaz şartı değildir. İbrâhîm el-Nahaî'den gelen bir rivâyete göre, sahabeler, namazda Peygamberimize salât ve selam okumak olarak, Et'tehıyyat duâsındaki "es'selamü aleyke eyyühan'nebiyyü -- sana selam olsun, ey Peygamber!" İfadesiyle iktifa ediyorlardı. İmam Şafiî ise, namazda Peygamberimize, salât getirmeyi namazın şartı saymıştır.

Peygamber olmayanlara salât getirmek ise, Peygamberlerden sonra onlar dolayısıyla olursa caizdir; müstakil olarak olursa, mekruhtur. Çünkü salât, insanların örfünde, Peygamberleri anmanın şiarıdır. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz her ne kadar azîz ve celîl ise de, ona "azîz ve cebi Muhammed" denilemez, (çünkü bu vasıflar, insanların örfünde Allah için kullanılmaktadır.)

57

"Şüphesiz Allah ve Peygamberine ezâ edenlere Allah, dünyada ve âhirette lanet etmiş ve onlar için tahkir edici bir azap hazırlamıştır."

Burada ezâ etmekten murat, mecazî olarak, Allah ve resulünün sevmediği küfür ve günah fiilleri olabilir. Çünkü Allah hakkında hakikî manâsıyla ezâ görmek, imkânsızdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'a ezâ vermek, yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin: "Allah'ın eh sıkıdır; Allah, üç ilahının üçüncüsüdür; mesîh İsâ, Allah'ın oğludur; melekler, Allah'ın kızlarıdır; putlar, Allah’ın ortaklarıdır" demeleridir. Allah, bu söylediklerinden son derece münezzehtir.

Bir diğer görüşe göre ise, Allah'a ezâ vermek, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ezâ vermeleri de, onun hakkında: "Şairdir, sihirbazdır, kâhindir, mecnûndur" demeleridir.

Başka bir görüşe göre ise, Peygamberimize ezâ etmeleri, müşriklerin Uhud Savaşında Peygamberimizin ön dişlerini kırmaları ve mübarek yüzünü yaralamalarıdır.

Bir görüşe göre de, Peygamberimizin, Hayber Fethinde esir alınan Hazret-i Safiyye ile Medine'ye dönerken yolda gerçekleşen evlenmesini eleştirmeleridir. Gerçek olan ise, Peygamberimiz hakkında vaki olan mezkûr her iki hususa da şamil olmasıdır.

Yahut gerçek manâsıyla ezâ vermeleri, Peygamberimiz hakkındadır; Allah'ın zikredilmesi ise, Peygamberimizi tazim için, Allah katındaki yüksek kadrini ve ona ezâ etmenin, Allah'a ezâ etmek sayıldığını bildirmek içindir.

İşte anılan şekillerde Allah'a ve resulüne ezâ edenleri, Allah, dünyada ve âhirette tart eder, rahmetinden uzaklaştırır; bu kimseler, dünyada da, âhirette de Allah'ın rahmetine asla erişemezler ve ayrıca Allah, onlar için âhirette uğrayacakları tahkir edici bir azap da hazırlamıştır.

58

"Erkek mü'minlere ve kadın mü'ninelere, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir bühtan ve pek büyük bir günah yüklenmiştir."

Bundan önce, Allah ile resulü hakkında ezâ vermek, mutlak olarak zikredildikten sonra burada "yapmadıkları bir şeyden dolayı" kaydıyla kayıtlandırılması, Allah ile resulüne yapılan ezanın mutlaka haksız bir ezâ olduğunu, mü’minlere yapılan ezanın ise, hakti da, haksız da olabileceğim bildirmek içindir.

Yani erkek mü’minlere ve kadın mü’minelere, onun yüzünden ezaya müstahak olacakları suçları olmaksızın, sözlü veya fiilî bir ezâ verenler, şüphesiz bir bühtan ve apaçık pek büyük bir günah yüklenmişlerdir.

Deniliyor ki, bu âyet, bazı münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu münafıklar, Hazret-i Ali'yi incitiyorlardı ve asılsız dedikoduları ona duyuruyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Âişe'ye iftira atanlar (ifk ehli) hakkında nazil olmuştur.

Dahhâk ile Kelbi'ye göre ise, bu âyet, bazı zinakâr insanlar hakkında nazil olmuştur ki, bunlar, geceleri tuvalet hacetlerini gidermek için evlerin dışına çıkan kadınları takip ediyorlardı. Bu ahlâksız insanlar, genellikle yalnız cariyeleri (köle kadınları) rahatsız ediyorlardı. Fakat bazen bilmeyerek veya bilmezlikten gelerek hür kadınları da rahatsız ediyorlardı. Zira bütün kadınların elbise ve kıyafetleri aynı idi.

Zahir olan görüşe göre ise, bu âyet, anılan hususların hepsini ve bundan sonra gelecek kötü haber yayanların fitnesini de kapsamaktadır.

59

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına de ki; ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman, cilbablarıni (dış örtülerini) üstlerine alsınlar. Bu, onların hür olarak tanınmalarına ve incitikmemelerine en elverişli bir davranıştır. Zaten Allah, daima gafur'dur, rahîm'dir."

A- "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına de ki; ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman, cilbablarinı (dış örtülerini) üstlerine alsınlar."

Bundan önce, ezâ verenlerin kötü halleri, onları bundan caydırmak için müeyyide ile beyan edildikten sonra bu âyette de, Allah, Peygamberimize, o ahlâksızlardan ezâ gören bazı hanımlara, onlarin ezalarını kısmen önleyecek olan tesettürü ve ezâ görmek yerlerinde tanınmayı sağlayacak giysiyi o kadınlara emretmesini emretmektedir.

Cilbab, Hımar'dan (başörtüsünden) daha geniş ve ridâ'dan daha küçük olup kadınların başına sarıp devamını da göğüslerinin üstüne şarlattıkları giysidir. (Ridâ, baş ile belden yukarısını örten çar, şal, futa veya aba gibi giysidir.)

Diğer bir görüşe göre ise cilbab, milhafe (yeldirme, ferace) ve kadınların bir iş için dışarı çıktıklarında yüzlerini ve bedenlerini örttükleri giysidir.

Gilbablarını üstlerine almalarından kastedilen, cilbabın bir kısmıyla örtünüp geri kalan kısmını da bedenin üstüne salıvermektir.

Süddî'den rivâyet olunduğuna göre ise, kadın, yüzünün bir tarafını gözüyle ve alniyla beraber tamamen örter; diğer tarafım da yalnız göz hariç her yanını örter.

B- "Bu, onların hür olarak tanınmalarına ve incitilmemelerine en elverîşk bir davranıştır. Zaten Allah, daima gafûr'dur, rahîm'dir."

Yani zikredilen örtünme, hür kadınların, ahlâksız adamların hedefi olan şarkıcı cariyeler ile diğer cariyelerden ayırt edilip de bu ahlâksız adamlar tarafından rahatsız edilmemelerine daha elverişli bir davranıştır. Zaten Allah, kadınların eski taksiratı için çok bağışlayıcıdır ve kulları için çok merhamet edicidir. Nitekim Allah, bu gibi meselelerde olduğu gibi her zaman kullarının maslahatlarını gözetmektedir.

60

"Yemin olsun ki, o münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kötü haber yayanlar, bu hareketlerinden vazgeçmezlerse, mutlak ve muhakkak seni onlara musallat kılacağız; sonra orada senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler."

Yani yemin olsun ki, eğer o münafıklar, içinde bulundukları nifaktan ve müslümanları incitmeyi mucip olan nifak işlerinden, kalplerinde hastalık bulunan kimseler de, içinde bulundukları istikrarsızlıktan ve bundan kaynaklanan hayırsız işlerden ve her iki gruptan da Medine şehrinde, müslümanların sırlarını ve müslümanların incinmesini mucip olan iftira ve yalan haberleri yaymak gibi hallerinden vazgeçmezlerse, biz, mutlak ve muhakkak onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürmeni, yahut Medine'yi terk etmek zorunda kalacakları bir muameleyi onlara uygulamanı emredeceğiz ve seni buna teşvik edeceğiz. Sonra onlar, Medine'de senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler, yahut az bir komşuluk sürdürebilirler ki, bu da, durumları anlaşılincaya kadar geçen süredir.

61

"Onlar, lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve gebertildikçe gebertilirler."

62

"Önce gelip geçenler hakkında Allah'ın kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişildik bulamazsın."

Yani Allah'ın geçmiş ümmetler için koyduğu kanun. Peygamberlere karşı münafıklık yapanların ve yalan ve iftiralarla Peygamberlerin hizmetlerini engellemeye çalışanların ele geçirildikleri yerde yakalanıp öldürülmeleridir. Ve sen, Allah'ın bu kanununda asla bir değişiklik bulamazsın; çünkü bu kanunda, teşri' çarkının, üzerinde döndüğü hikmet temek üzerine bina edilmiştir,

63

"İnsanlar, sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: onun bilgisi Allah katindadır. Onun vaktini sana bildiren bir şey mi var! Belki de kıyametin zamanı yakındır."

A- "İnsanlar, sana kıyametin ne zaman kopacağım soruyorlar."

Müşrikler, kıyametin bir an önce kopmasını istiyorlarmış gibi alay yoluyla bunu soruyorlardı. Yahudiler de, Peygamberimizi imtihan etmek amacıyla bunu soruyorlardı. Zira Allah, kıyametin zamanını Tevrat'ta da, diğer semavî kitaplarda da meçhul bırakmıştır.

B- "De ki: onun bilgisi Allah katindadır."

Yani kıyameti ne zaman kopacağını bilmek. Allah'a mahsustur; ne Allah'a yalan (mukarreb) melekler, ne de resul olan Peygamberler bu bilgiye sahip değildir.

C- "Onun vaktini sana bildiren bir şey mi var! Belki de kıyametin zamanı yakındır."

Bu hitap müstakil olarak Peygamberimiz için olup mezkûr emrin kapsamına dâhil değil; kıyamet zamanını Allah'tan başkası bilmemelde beraber yalan olması da muhtemel olduğunu bildirmektedir. Yani kıyametin zamanım sana hiçbir şey asla bildirmez. Belki de kıyametin kopma zamanı yakındır.

Bu kelâm, kıyametin çabuk gelmesini isteyenler için bir tehdit ve inat edenler için bir iskât ifâde etmektedir.

64

"Şüphe yok ki, Allah, kâfirlere lanet etmiş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır."

Yani Allah, mutlak olarak bütün kâfirleri, dünyada da, âhirette de rahmetinden kovmuş, uzaklaştırmış ve ayrıca âhirette uğrayacakları çok şiddetti, yanan bir ateşi onlara hazırlamıştır.

65

"Onlar orada ebedî olarak kalacaklar; hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulamayacaklardır."

Yani onlar, kıyamette kendilerini bu ateşten koruyacak hiçbir dost ve kendilerini bu ateşten kurtaracak hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.

66

"Yüzleri o gün ateşte o yana bu yana çevrilirken, "yazık bize, keşke Allah'a itaat edeydik; o peygambere de itaat edeydik!" diyecekler."

Yani o gün onlar, ateşte çevrilerek pişirilen, et gibi, yahut tencerede pişirilirken suyun kaynarnasiyia bir bu yana bir o yana, yahut bir halden bir hale dönen et gibi, Cehennem ateşinde o yana bu yana çevrilirken, yahut onlar döndürülerek, baş aşağı edilerek, cehenneme atılırken böyle diyeceklerdir.

Âyette, özellikle yüzlerinin zikredilmesi, bedenin en şerefli organı olduğu içindir. Bu itibarla durumun çok feci ve halin pek korkunç olduğu ifâde, edilmiş olur. Ancak yüzler, bedenlerin tamamı anlamında da kullanılmış olabilir.

67

"Ve dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz gerçekten ulularıroıza ve büyüklerimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan çıkardılar"

Bundan önce ki âyette gelecek fiil kipi (diyecekler) kullanıldığı, halde burada geçmiş fiil kipinin (dediler) kullanılması şunun içindir: onlar bu sözü, mezkûr sözleriyle beraber her zaman söylemezler; fakat bunu bir çeşit mazeret için söylerler. Bundan maksatları, kendilerini bu vartaya atan kimselerin azaplarının iki kat olmasıyla yüreklerinin soğumasidır. Gerçi, bu sözlerinin, kurtuluşları için bir mazeret olarak kabul edilmeyeceğim de biliyorlar.

Onların ululardan ve büyüklerden kastettikleri, kendilerine küfrü telkin eden öncüleridir. Onların, bu adamları ulu ve büyük olarak vasıflandırmaları, özürlerini kuvvetlendirmek içindir. Yoksa onların ulu ve büyük dedikleri, kimseler, hakir ve rezil bir halde bulunuyorlar.

Yani biz, bu konuda öncülük yapanların telkinlerine kapıldık da onlar da, batılı bize süslü göstererek bizi yoldan çıkardılar.

68

"Ey Rabbimiz! Onlara bu azaptan iki kat ver ve onları pek büyük bir lanete uğrat."

Yani ey Rabbimiz! Bize verdiğin azabın iki katini onlara ver ve onları pek ağır ve şiddetli bir lanete uğrat.

Her iki duanın başında da nidanın (ey) zikredilmesi, yakarışı ve icabet istidasını kuvvetlendirmek içindir.

69

"Ey iman edenler! Mûsa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Sonunda Allah onu, onların dediklerinden temize çıkardı. Zaten o, Allah katında şerefli idi."

Deniliyor ki, bu âyet, Hazret-i Zeyd ile Hazret-i Zeyneb ve onlar hakkında insanların söyledikleriyle ilgilidir.

Yani Allah, sonunda Hazret-i Mûsâ'nın, kendisine isnat edilen kabahatlerden beri olduğunu izhar buyurdu. Şöyle ki: Karun, fahişe bir kadına büyük miktarda mal vaat ederek Hazret-i Mûsa'nın, kendisiyle zina etmekle suçlamaya ikna etti. Nihayet Allah, Hazret-i Mûsâ'nın bundan münezzeh olduğunu meydana çıkardı; o fahişe kadın, kendisi ile Karun arasında cereyan eden muvazaayı ikrar etti. Ve Kasas Sûresinde belirtildiği gibi Karun'un başına gelenler geldi.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Alûsâ, Hazret-i Hânın ile beraber Tûr dağına gidip Hazret-i Harun'un orada ölmesi üzerine insanlar, Hazret-i Mûsa'yı, Hazret-i Harun'u öldürmekle suçlamışlardı. Sonunda melekler, Hazret-i Harun'u taşıyıp getirdiler ve onu, kendisini suçlayanların önünden geçirdiler. Böylece onlar, Hazret-i Harun'un öldürülmediğini gördüler.

Bir diğer görüşe göre ise, yüce Allah, Hazret-i Harun'u hayata döndürdü de, o da, Hazret-i Mûsâ'nın suçsuz olduğunu bildirdi.

Başka bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsa'nın kavmi, bedeninde alaca, hastalığı, yahut husyesinde şişkinlik olduğunu söylediler. Zira Hazret-i Mûsâ, avret yerlerinin görünmesinden çok utanıp tesettüre çok titizlik gösteriyordu, işte Allah, bunu söyleyenleri, onun bu kusurlardan uzak olduğuna muttak kıldı. Şöyle ki: Hazret-i Mûsâ, yıkanırken elbisesini üstüne koyduğu taş, elbisesiyle beraber kaçtı. Bu kıssa meşhurdur.

70

"Ey îman edenler! Allah'a karşı takva üzere olun ve doğru söz söyleyin."

Yani yapıp yapmadığınız bütün işlerde ve özellikle de, Allah'ın resulüne eziyet veren şeyler şöyle dursun, onun hoşuna gitmeyen işlerde Allah'tan korkun ve her hususta doğruyu söyleyin, her zaman amacınız hak olsun.

Bu âyetten kastedilen, müslümanları, Hazret-i Zeyneb hakkında dillerine doladıkları haksız konuşmalardan kendilerini nehy etmektir.

71

"O takdirde Allah, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim. Allah'a ve resulüne itaat ederse, şüphesiz büyük bir saadete ermiş olur."

A- "O takdirde. Allah, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar."

Yani bu ilâhî buyruğa uyduğunuz takdirde Allah, sizi sâlih amellere muvaffaklar, yahut amellerinizi kabule şayan hale getirir ve onlardan dolayı mükâfat verir ve sizi doğru söz ve fiile yönelterek amellerinizi, günahlarınıza kefaret kılar.

B- "Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse, şüphesiz büyük bir saadete ermiş olur."

Yani her kim, emirlerde ve yasaklarda ve ezcümle, bu mükellefiyetlerde yüce Allah'a ve resulüne itaat ederse, şüphesiz her iki cihanda büyük bir saadete ermiş olur; bu o kadar büyük bîr saadettir ki, takdir ve tarifi mümkün değildir.

72

"Muhakkak biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara arz (teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler; bundan korktular. Ve bunu insan yüklendi. Şüphe yok ki, insan, çok zâlim, çok câhildir."

A- Muhakkak biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara arz (teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler; bundan korktular.  

Bundan önce yüce Allah'a ve resulüne itaat etmenin ne kadar büyük bir saadet vesilesi olduğu anlatıldıktan sonra; bu itaatin dışına çıkanların, pek acıklı bir azaba duçar olacakları ve bu itaate riâyet edenlerin de, büyük bir saadete erişecekleri belirtildikten sonra onun akabinde de burada, bu saadeti gerektiren şer'î mükellefiyetlerin ağırlığı ve bu işin zorluğu temsik olarak anlatılmakta ve onlardan sâdır olan itaat ve itaatsizlik, bu mükellefiyetleri kabul ve iltizam etmelerinden sonra kendilerinden sâdır olduğu bildirilmektedir.

Mükellefiyetler, emanet olarak ifâde edilmesi, şu hakikate dikkat çekmek içindir: bu mükellefiyetler, gözetilmesi gereken haklar olup yüce Allah, onları mükelleflere emanet olarak tevdi etmiş; onlarin, bu emanetleri itaat ve inkiyat (boyun eğmek) göstererek güzel telakki etmelerini zorunlu, kılmış ve haklarından hiçbir şey ihlal etmeksizin onları hakkıyla gözetip korumalarını emretmiştir.

Âyette, göklerin, yerin ve dağların, bu mükellefiyetlere istidatlı olup olmadıklarına bakmanın, bu emanetleri onlara arz etmek olarak ifâde edilmesi, bu mükellefîyetlere fazlasıyla önem verildiğim ve göklerin, yerin ve dağların bu mükellefiyetleri kabul etmelerinin talep edildiğini belirtmek içindir. Göklerin, yerim ve dağların, o emanetleri kabul etmek istidatlarının olmamasının da, onların, bu emanetleri yüklenmekten çekinmeleri ve ürkmeleri olarak ifâde edilmesi, bu mükellefiyetlerin heybet ve azametini göstermek içindir. Bu emanetlerin kabulünün, yüklenmek olarak ifâde edilmesi de, bu emanetlerdeki zorluk mânâsını tahkik etmek içindir. Şöyle, ki, bu emanetler, yüklenmek için maddî kuvvetlerin en büyüğünün ve en çetinin kullanıldığı ağır cisimler kabilinden kılınmiştır.

Yani o emanetler, şanları o kadar muazzamdır ki, eğer kuvvet ve şiddette, en büyük misâl olan bu büyük cisimlere riâyetleri teklif edilse ve bu cisimler, şuur ve idrâk sahibi olsalar, kesinlikle bu emanetleri kabul etmekten çekinirler ve ürkerlerdi. Fakat bu kelâm, gerçek cihe tiyle vârid olmayıp farz edilen bir şey, gerçek olan bir şey suretinde tasvir edilmiştir. Bundan amaç, kastedilen mânâyı temsil ve izah ile ziyadesiyle tahkik etmektir.

B- "Ve bunu insan yüklendi."

Yani bu emanetler insana teklif edilince, insan onları yüklendi. Bu yüklenme, insanın bunlara istidadı olmasıyla itibar edilmektedir; yahut mis âk günü (kaiû belâ sürecinde insandan ahit alınırken) bu emanetlerin ona teklif edilmesiyle olmuştur.

Hulâsa,  insan, zayıf bünyesine ve gevşek kuvvetine rağmen bu emanetleri yüklendi ve kabullendi. Bu, insanın, fıtrî istidadının gereği olarak, bu emanetleri kabul etmesinden ibarettir yahut yüce Rabbin: "ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Hitabına "belâ / elbette ki!" Cevabiyla ikrarda bulunmasından ibarettir.

C- "Şüphe yok ki, insan, çok zâtim, çok cahildir."

Bu kelâmın, bir ara cümlesi olarak, insanin emaneti yüklenmesi ile gayesi arasında zikredilmesi, insanın, ahdine ve yükümlülüğüne vefa göstermeyeceğinin baştan bildirmek içindir.

Yani insanların, sağlam fıtratlarının yahut ezelde verdikleri ikrarın gereklerim yerine getirmeyen fertleri çok zâtim ve çok cahildirler; yüce Allah’ın yarattığı fıtratı değiştirmeyen insanlar ise, zâlim ve cahil değillerdir.

73

"Allah, erkek münafıklar ile kadın münafıkları ve erkek müşrikler ile kadın müşrikleri azaba uğratmak, erkek mü'minler ile kadın mü'irinlerin tevbelerini kabul etmek için böyle olmuştur. Zaten Allah, daima gafûr'dur, rahîm'dir."

A- "Allah, erkek münafıklar ile kadın münafıkları ve erkek müşrikler de kadın müşrikleri azaba uğratmak, erkek mü'minler ile kadın mü'ninlerin tevbelerini kabul etmek için böyle olmuştur."

Âyetin birinci bölümü (Allah, ... azaba uğratmak) ile anılan birinci fırkaya işaret edilmekte ve ikinci bölümü ( tevbelerini kabul etmek) ile anılan ikinci fırkaya işaret edilmektedir.

Yani insan, o emaneti yüklenmiştir ki, yüce Allah, buna riâyet etmeyen ve itaat etmeyen fertleri azabına uğratsın... zira yüce Allah'ın, azaba uğratması, bu yüklenmekten O'nun amacı olmasa da, fakat amaçların, gayeleri oldukları fiillere terettüp etmesi gibi, insanın bazı fertleri itibarıyla ona terettüp ettiği için, amaç gibi anlatılmıştır. Yani insanın, o emaneti yüklenmesinin sonucu, yüce Allah'ın, bu fertleri azabına uğratması olacaktır. Zira bu fertler, emanete hıyanet etmişler ve itaatten tamamen çıkmışlardır. Yine anılan yüklenmenin akıbeti olarak, yüce Allah, erkek mü’minlerin ve erkek kadınların tevbesini kabul edecektir. Çünkü bu insanlar, itaat ipini boyunlarından tamamen çıkarıp atmamışlar ve insanın, yaratılışı icabı az kere uzak kalabildiği taksiratları tevbe ve rücu ile telafi etmektedirler.

Bir önceki âyette geçen emaneti, itaat olarak tefsir etmek, isabetten çok uzaktır. Zira bu emanet, yüce Allah tarafındandır; itaat ise, mükelleflerin fiillerindendir ve teklife bağlıdır.

Bu kelâm-ı kerimi, "Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse, şüphesiz büyük bir saadete ermiş olur." vaadine bir açıklama olarak kabul etmek, yani itaatin şânının tazimini bunun vesilesi olarak kabul ederek, "bu gibi şânı yüce emirlerin hukukunu edâ eden ve onları hakkıyla gözeten kimse, iki cihan saadetine erişmeye lâyık olur" diye tefsir etmek görüşüne ise, insanın önce zulüm ve cehaletle vasıflandırılmışı, sonra da, insanın, bu emaneti yüklenmesini, bir fırkasını azaba uğratmak, bir fırkasının da tevbesini kabul etmek gayesine bağlamak hususları mânidir. (Zira Allah'a ve resulüne itaat edenler için, zulüm ve cehalet söz konusu olmadığı gibi, onlar için azaba uğratılmak da bahis mevzuu değildir.)

Diğer bir görüşe göre ise, burada emanetten murat, mutlak olarak boyun eğmek olup tabiî olana da, ihtiyarî olana da şamildir. Emanetin arz edilmesinden murat da, onun istidasidır ki, muhayyer olandan fiilin talebini de kapsar; başkasından fiilin sâdır olmasının iradesini de kapsar. Emanetin yüklenmesinden murat da, emanete hıyanettir ve edasından imtina etmektir. Buna göre emaneti yüklenmekten imtina etmek, hıyanetten imtina etmek ve matlup olanı yerine getirmek olur. Bu görüşe göre mânâ şöyledir: bu cisimler (gökler, yer ve dağlar), bunca azamet ve kudretlerine rağmen emanetle cine hıyanet etmekten çekindiler ve bizim emirlerimizi yerine getirdiler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye, isteyerek veya istemeyerek gelin! dedi. İkisi de, isteyerek geldik, dediler." (Fussilet: 11) İnsan ise, emanete hıyanet etti. Nitekim ona verdiğimiz emirleri yerine getirmedi. Şüphesiz insan çok zâlim, çok cahildir.

Bir diğer görüşe göre ise, yüce Allah (celle celâlühü) gökleri, yerküreyi ve dağları yarattığı zaman onlarda anlayış da yaratmıştı ve onlara buyurdu ki: "Ben bazı farzları koydum; bu farzlarda bana itaat edenler için cennet yarattım ve isyan edenler için de Cehennem yarattım." O cisimler de dediler ki: "bizi niçin yaratmışsan, biz onda sertin emrine amadeyiz; biz farz vazifeleri yüklenmek istemiyoruz; mükâfat ve azap da istemiyoruz." Hazret-i Âdem yaratılınca, bu teklif ona da yapıldı; o, bunu yüklendi ve o, kendisine zor gelecek şeyi yüklenmekle kendi nefsine zulmetti ve vahim akıbeti bilmemekle, de büyük bir cehalet sergiledi.

Başka bir görüşe göre ise, emanetten murat, akıl veya tekliftir. Emanetin onlara teklif edilmesinden murat da, onların buna istidadını itibar etmektir. Onların emaneti yüklenmekten imtina etmelerinden murat da, tabiî imtinadır kı, buna istidatları ve liyakatleri olmamasıdır. İnsanın bu emaneti yüklenmesinden murat da, o emanete kabiliyeti ve istidadı olmasıdır. İnsan çok zâlim ve çok cahildir, çünkü insana gazap ve şehvet kuvvetleri galip olmuştur. Bu izah, tahkike yakındır. Bu konuyu iyice tefekkür eyle. Hakka muvaffakiyet, yegâne yüce Allah'tandır.

B- "Zaten Allah, daima gafûr'dur, rahîm'dir."

Nitekim yüce Allah, onların tevbesini kabul buyurdu; onların taksiratlarını bağışladı ve itaatlerine karşılık onlara saadet bahşetti.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Ahzâb süresini kendisi okursa ve ailesi ile eli altında bulunanlara da öğretirse, kabir azabından emin olur." Yüce Allah, en iyi bilir.

0 ﴿