SEBE' SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur; 54 âyettir.

Bir görüşe göre yalnız 6. Ayeti Medine'de inmiştir.

1

"Her hamd, O Allah'a mahsustur ki, şu göklerde ve bu yerde bulunanların hepsinin sahibi ancak O'dur. Ahirette de her hamd, O'na mahsustur, hakim ve ha bîr yegâne O'dur."

A- "Her hamd, O Allah'a mahsustur ki, şu göklerde ve bu yerde bulunanların hepsinin sahibi ancak O'dur."

Yani göklerin ve yerin hakikatine dâhil olan veya dâhil olmayıp da onların içinde bulunan bütün varlıkların yaratılışı, mülkiyeti, icat (var etmek), idam (yok etmek), hayat vermek ve hayata son vermek gibi bütün tasarrufları yalnız yüce Allah'a aittir. Hulâsa,  bütün yaratılmışların sahibi yegâne yüce Allah'tır. Nitekim bunun izahı, Ayetü'l Kürsî'de geçti.

Yüce Allah'ın bu şekilde vasıflandırılmasi, hamdın bütün fertlerinin yüce Allah'a mahsus olmasını beyan etmek içindir. Nitekim Fatiha sûresinin tefsirinde de belirtildiği gibi, anılan vasıflandırma, her hamdın yüce Allah'a mahsus olmasını gerektiren sıfatların yegâne yüce Allah'a (celle celâlühü) ait olduğunu ve Allah'tan başka bütün varlıkların ve ezcümle, insanın da O'nun hükümranlığı altında olduğunu bildirmektedir. Ve böyle olan varlıklar, başkaca sıfatlara sahip olma hakkı şöyle dursun, haddi zâtında ve bağımsız olarak var olma hakkı bile söz konusu değildir. Hayır! Varlıkların bütün vasıfları, yüce Allah tarafından yapılan lüturlardır. Ve böyle olan varlıklar, sebebi, ihtiyarî olarak kudret sahibinden sâdır olan güzellik olan hamde lâyık olmaktan çok uzaktır. Böylece haindin bütün fertlerinin yüce Allah'a mahsus olduğu, anılan vasıflandırma ile gayet güzel anlaşılmış olur.

B- "Ahirette de her hamd, O'na mahsustur."

Bundan önce dünyevî hamdin, yüce Allah'a mahsus olduğu beyan edildikten sonra bu kelâm ile de, uhrevî hamdin de O'na mahsus olduğu beyan edilmektedir.

Bu kelâmda hamdin mutlak olarak zikredilip hamdin neye karşılık olduğunun zikredilmemesi, bu hamdin, uhrevî olmasıyla iktifa edildiği, bundan dolayı tayine gerek kalmadığından dolayı değildir. Bundan önce zikredilen hamdin dünyevî hamd olduğunun belirtilmemesi ise, hamdin, karşılığı olduğu hususların dünyevî olmasıyla iktifa edilmiştir diye anlaşiknamalıdır, Hayır! Burada hamdin mutlak olarak zikredilmesi, "Onlar dediler ki: bize verdiği sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu Cennet yurduna vâris lalan Allah'a hamd olsun." (Zümer: 74) âyeti ile "O Rab ki, lûtfuyle bizi asıl oturulacak yurda yerleştirdi." (Fâtır: 35) âyetlerinde belirtilen uhrevî nimetleri de ve "bizi buna (yani mükâfatı bu olan îman ve sâlih amele) hidâyet eden Allah'a hamd olsun." (A'raf: 43) âyetinde belirtilen o uhrevî nimetlere erişmeye vesile olan dünyevî nimetleri de kapsaması içindir.

Dünyevî nimet de, uhrevî nimet de ilâhî lütuf oldukları halde aralarındaki fark şudur: birinci hamd, ibadet yoluyladır, ikincisi ise, lezzet almak ve gıptaya şayan olmak yoluyladır. Netice de birdir ve iç içedir.

Hadiste şöyle vârid olmuştur: "Cennet ehline nefes alıp vermek ilham edildiği gibi, onlara tesbih de ilham edilir."

C- "Hakim ve habîr yegâne O'dur.

Yani bütün dünya işlerini hikmete uygun olarak tedbir ve idare eden ve bütün eşyanın iç yüzünü ve gizliliklerinin hakkıyla bilen yegâne yüce Allah'tır.

2

"Allah, bu yer yüzünün içine gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de ve göğe yükseleni de hakkıyla bilir, rahîm ve gafur yegâne O'dur."

A- Allah, bu yer yüzünün içine gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de ve göğe yükseleni de hakkıyla bilir.

Burada, yüce Allah'ın ilminin kuşattığı insanların dinî ve dünyevî maslahatlarının bağlı bulunduğu hususlardan bazıları açıklanmaktadır.

Yani yüce Allah, yer yüzünün içine giren yağışları, madenleri, defineleri, ölüleri ve benzeri şeyleri de, ondan çıkan hayvanları, bitkileri, pınar suları ve benzeri şeyleri de, gökten melekleri, kitapları, kaderleri ve benzeri şeyleri de ve göğe yükselen melekleri, kulların ibadetlerini, buharları ve dumanları da gayet iyi bilir.

B- "Rahîm ve gafur yegâne O'dur."

Yani zikredilen nimetlerine hamdedenlere rahmet eden ve taksirat sahiplerini de lûtfu keremiyle bağışlayan yine O'dur.

3

"Kâfir olanlar: "Kıyamet bize gelmeyecek" dediler. De ki: hayır! Her gaybi bilen Rabbim hakkı için kıyamet hiç şüphesiz size gelecektir. Göklerde de, yerde de zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de kesinlikle apaçık bir kitaptadır."

A- "Kâfir olanlar: "Kıyamet bize gelmeyecek" dediler."

O kâfirlerin, "bize" zamirinden kastettikleri, yalnız kendileri veya muasırları değil, fakat bütün insanlardır. Nasıl ki, kıyametin gelmeyeceğinden kastettikleri de, kıyametin hiç olmadığıdır; yoksa aslında kıyametin var olduğunu, fakat henüz hazır olmadığını kastetmemişlerdir. Onların kıyamet için bu ifâdeyi kullanmaları, kıyametin gelmesiyle tehdit edildikleri içindir. Bir de, gelecek zamânâ ait hâdiselerin gerçekleşmesi, ancak özellikle zamanın o dilimlerinin gelmesi ve hazır olmasıyladır.

Diğer bir görüşe göre ise, o kâfirlerin bu sözleri, gelmesi vaat edilen kıyametin kopmasını, istihza yoluyla uzak görmeleri anlamındadır. Tıpkı onların: "bu vaat, ne zamandır?" demeleri gibi.

B- "De ki: hayır! Her gaybı bilen Rabbim hakkı için kıyamet hiç şüphesiz size gelecektir."

Âyetteki "De ki: hayır!" cümlesi, onların sözlerini ret etmek ve onların ret ettiklerini ispat etmek içindir. Yani gerçek olan, ancak kıyametin geleceğidir.

"Her gaybı bilen..." cümlesi de, bu hakikati eksiksiz olarak ve en mükemmel şekilde pekiştirmektedir, "gaybı bilen" ifâdesinin kullanılması da, tekidi daha da güçlendirmekte, ikinci kez bunu sağlamlaştırmakta ve onların inkârlarını tamamen kırmaktadır. Zira yeminden sonra kendisiyle yemin edilenin yüce sıfatlarının mutlak olarak zikredilmesi, yemin konusu olan şeyin şanının azametini ve sübut ile sıhhatinin kuvvetini bildirmektedir. Zira bu, o konuya delil hükmündedir. Ve hiç şüphesiz delil, ne kadar yüksek ve kuvvetli olursa, delilin ispatı da, o nispette kuvvetli olur ve hakkında delil getirilen hususun sübutu da, ona göre haklı olur. Özellikle burada olduğu gibi, zikre tahsis edilen sıfatlar, hakkında yemin edilen hususla özel bir alakası varsa, anılan sübut, daha da güçlü olur. Zira yüce Allah’ın, gayb ilmiyle vasıflandırılması ve yemin konusu olan kıyametin, gaybın em meşhuru ve en gizlisi olması, bu hükmün illetine ve bu hükmün etrafında hiç şüphe olmadığına dikkatlerini çekmektedir. Bu mertebedeki yeminin faydası, inatlı kâfirlere hiçbir özür bırakmamaktır. Zira o kâfirler, Peygamberimizin yalan yere yemin etmesi şöyle dursun, onun en ufak yalandan bile münezzeh bir emin olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Onu tasdik etmemeleri ise, tamamen kibir ve inatlarından dolayı idi.

C- "Göklerde de, yerde de zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de kesinlikle apaçık bir kitaptadır."

Zerre, en küçük karınca demektir. Apaçık kitap, levh-ı mahfuz'dur. "bundan daha küçük..." cümlesi, birinci cümlenin mefhûmunu tekit etmek içindir.

4

"Çünkü Allah, îman edip sâlih ameller de yapanlara mükâfat verecektir. İşte büyük bir mağfiret ve güzel bir rızık onlar içindir."

Bu kelâm, yukarıda geçen "kıyamet hiç şüphesiz size gelecektir" cümlesiyle bildirilen hakikatin illetini ve gelmesini gerektiren gayeyi beyan etmektedir.

Yani işte anılan güzel vasıfları taşıyan insanlar var ya, bu güzel vasıfları sebebiyle, insanın çoğu kez uzak kalamadığı bazı taksiratları için büyük bir mağfiret ve yorgunluğu, minneti olmayan güzel bir rızk onlar içindir.

5

"O kimseler ki, bizi güya âciz bırakırcasına âyetlerimiz hakkında uğraşır, dururlar, işte onlar için de (ricz'den) en kötüsünden pek acıklı bir azap vardır."

Yani o kimseler ki, bizi güya âciz bırakırcasına, âyetlerimizi eleştirmek ve insanları âyetlerimizi tasdik etmekten alıkoymak için uğraşır, dururlar, işte onlar için de en kötü azaptan pek acıklı bir azap vardır.

Katâde diyor ki: "Ricz, azabın kötüsüdür."

6

"Kendilerine ilim verilenler, rablerinden sana indirilenin, hakkın ta kendisi olduğunu ve yegâne azîz ve hamîd olan Allah'ın yoluna hidâyet ettiğini görürler."

Yani Resülullah'ın ashabından ve onların yolundan giden bu ümmetin âlimlerinden, yahut Abdullah b. Selam, Kâ'b ve benzerleri gibi Ehl-i Kitap âlimlerinden îman edenler gibi kendilerine ilim verilenler, sana indirilen Kur’ân'ın, hakkın ta kendisi olduğunu ve yegâne azîz (galib) ve hamîd (bütün övgülerin gerçek mercii) olan Allah'ın yolu olan tevhide ve takva örtüsüne bürünmeye hidâyet etliğini görürler.

7

"O kâfirler, birbirlerine şöyle dediler: "Çürüyüp param parça olduğumuz vakit, sizin, hiç şüphesiz yeniden dirileceğinizi haber veren bîr adamı gösterelim mi size?"

Yani kahrolası Kureyş kâfirleri, Peygamberimizle istihza maksadıyla kendi aralarında dediler ki: "Siz öldükten sonra, sizin bedeniniz çürüyüp param parça ve tamamen un-ufak ve toprak olduktan sonra, mutlak ve muhakkak yeniden dirileceğinizi haber veren bir adamı sağlık verelim mi size?"

8

"Acaba o adam, yalan yere Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır! Âhirete inanmayanlar, azaptadırlar ve uzak bir sapıklık içindedirler.

A- "Acaba o adam, yalan yere Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa kendisinde bir delilik mi var?"

Yani Kureyş kâfirleri şunu da söylediler: "Bu adam (Peygamberimiz) bu söylediklerinde yalan yere Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa kendisinde bir delilik var da, bu delilik mi, bunları ona vehmettiriyor ve ona bunları söyletiyor?"

Bu Terdid'ten (iki şıklı ifâdeden) (yani iftira mı, yoksa delilik mi? ), doğru ile yalan arasında bir vasıta olduğuna ve bu da, bilinçsiz anlatım olduğuna delil çıkarmak, apaçık bir yanlıştır; çünkü iftiranın, yalandan daha özel olduğu gayet açıktır.

B- "Hayır! Ahirete inanmayanlar, azaptadırlar ve uzak bir sapıklık içindedirler."

Bu kelâm, onların istifham yoluyla vârid olan tereddütlerine yüce Allah tarafından cevap olup onların kelâmının her iki şıkkına da itibar etmeyip ikisini de iptal etmekte ve üçüncü bir kısım ispat etmektedir ki, bu kısım, gerçek durumu ortaya koymakta, onların kötü hallerini ve Peygamberimiz hakkında söyledikleriyle imtihan edildiklerini teşhir etmektedir. Yani gerçek durum, onların iddia ettikleri gibi değil, aksine onların aklı son derece karışıktır; anlayış ve idrâkleri gayet sapkındır ve gerçek delilik de budur. Ve onlar, bu hallerinin sebep olduğu azap içindedirler. İşte bundan dolayı bunları söylüyorlar.

Âyette önce azabın, sonra, azabı gerektiren sapıklığın zikredilmesi, onları üzecek ve bedenlerini sarsacak olan şeyi acele zikretmek ve bir de, azabın, onlara son derece süratle terettüp edeceğini bildirmek içindir. Sanki azap, onların sapıklığiyla yarışıyor da, onun önüne geçmektedir.

Sapıklık, aslında sapığın vasfı iken, sapıklığın vasfı olarak zikredilmesi, mübalağa içindir.

Âyette, o kâfirlerin zamirle anılmayip bu şekilde (ahirete inanmayanlar) zikredilmeleri, onların irtikâp ettikleri ve cüret gösterdikleri korkunç şenaatlerin sebebinin, ahireti ve ahiretteki çeşitli azapları inkâr etmeleri olduğuna ve bu olmasa, onların, sonuçları korkusuyla bunları yapmayacaklarına dikkat çekmek içindir.

9

"Onlar, şu gökten ve bu yerden önlerinde ve arkalarında bulunanları görmediler mi? Biz dilesek, onları yere batırırız, yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Hiç şüphesiz bunda hakka yönelen her kul için açık bir ibret vardır."

A- "Onlar, şu gökten ve bu yerden önlerinde ve arkalarında bulunanları görmediler mi?"

Bu kelâm, o kâfirlerin cüret ettikleri Allah'ın âyetlerinin tekzibinin pek korkunç bir inkâr olduğunu, Peygamberimiz hakkında söylediklerinin pek ağır bir vebal olduğunu ve bunların, hiç gecikmeksizin âcil olarak en şiddetli cezayı ve en feci azabı mucip olduğunu bildirmektedir.

B- "Biz dilesek, onları yere batırırız, yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz."

Bu kelâm, göklerin ve yerin, o insanları kuşatmalarının arz ettiği muhtemel tehlikeyi beyan etmektedir. Bu kelâm, tehlikenin gerçekleşme sebeplerinden ilâhî irade dışında bir şeyin kalmadığına da dikkat çekmektedir.

Yani o kâfirler, cezayı gerektiren o korkunç inkârda bulundular da, kendilerini, kaçacak ve sığınacak hiçbir yer bırakmayacak şekilde her taraftan kuşatmış olan göklere ve yere hiç bakmadılar. Eğer biz, onların cinayetlerinin gereği olarak dilesek, Karun'a yaptığımız gibi, onları yere batırırız, yahut Eyke Yaranma yaptığımız gibi üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Zira bu kâfirler de, işledikleri cürümler sebebiyle bu cezaları hak etmişlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, Allah'ın sonsuz kudretine delâlet eden ve muhtemel tehlikeler arz eden bu kâinatın düzenini o kâfirlere hatırlatmaktadır. Bundan amaç, onların, kâinat düzenini değişmez olarak kabul eden inançlarını yıkmaktır. Nitekim onlar, yeniden dirilmeyi imkânsız görüyorlar ve hatta bu fikri iftira, alay ve boş tehdit sayıyorlardı. Yani onlar, gözlerini mi kapadılar da, kendilerini her taraftan kuşatmış olan gökleri ve yeri görmediler ve bu koca kâinatın yaratılışı mı, yoksa kendilerinin yaratılışı mı daha çetin olduğunu düşünmediler? Eğer biz dilesek, onları yere batırırız, yahut onların üzerine gökten parçalar düşürürüz. Zira belgeler apaçık meydana çıktıktan sonra onlar, âyetleri tekzip etmektedirler. Artık sen, bu konuyu iyice düşün de, apaçık hakka sarıl.

C- "Hiç şüphesiz bunda hakka yönelen her kul için açık bir ibret vardır."

Yani zikredilen gökte ve yerde, bakanları her taraftan kuşatmaları cihetiyle, yahut zikredilenleri ifâde eden bu okunan vahiyde, Rabbine yönelen her kul için açık bir ibret vardır. Zira bir kul, göklerin ve yerin düzenini, yahut mezkûr vahyi düşündüğü zaman, çirkin hareketlerde bulunmaktan kaçınır ve yüce Allah'a yönelir.

Bu kelâmda, tevbeye ve Allah'a yönelmeye büyük teşvik vardır. Bundan sonraki âyetlerde de bu teşvik tekit edilmektedir.

10

A- "Yemin olsun ki, Davud'a katımızdan bir üstünlük verdik; kuşları da emrine verdik."

Yani yüce Allah'a güzel yönelişinden ve sağlam tevbesinden dolayı katımızdan Hazret-i Davud'a, diğer Peygamberlere göre bir nevi üstünlük verdik. Bu üstünlük, bundan sonra âyette zikredilen meziyetlerdir.

Yahut Hazret-i Davud'a diğer insanlarda bulunmayan büyük bir üstünlük verdik. Bu görüşe göre bu üstünlük kapsamına Peygamberlik, kitap, hükümdarlık ve güzel ses de dâhildir.

Âyette "katımızdan" denilmesi, zâti tazim mânâsını (biz verdik) izafe tazimi ile tekit içindir. Nitekim bu kabilden olarak diğer bir âyette şöyle denilmektedir: "derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik." (Kehf: 65)

B- "Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" dedik.

Yani ey dağlar! Hazret-i Davud'a tesbihinde, yahut hatalarından dolayı feryadında eşlik edin. Bu da, Davud'a yüce Allah'ın, dağlarda onun sesi gibi bir ses yaratmasıyla olmuştur. Tıpkı (Hazret-i Mûsâ kıssasında) yüce Allah, ağaçta konuşma kudretini yarattığı gibi. Yahut da Hazret-i Davud'a (aleyhisselâm) temsil olarak böyle gösterilmiştir. Nitekim Hazret-i Davud, her defasında tesbih getirirken, onun bir mucizesi olarak, dağlardan da, tesbih sesi duyuluyordu.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Davud 859, hatalarından dolayı üzgün bir yüksek sesle feryat ediyordu ve dağlar da sedalanyla ve kuşlar da sesleriyle ona eşlik ediyorlardı.

Bu ilâhî hitapta dağlar ve kuşların, Allah'ın buyruğuna ve hükmüne boyun eğen akıl sahipleri gibi muhatap alınmaları, bize bildiriyor ki, canlı ve cansız, konuşan ve konuşmayan ne kadar varlık varsa, hepsi yüce Allah'ın iradesine boyun eğmiştir ve O'nun iradesine karşı gelmeleri imkânsızdır. Bu da, Allah'ın, azametinin ne kadar büyük ve hükümranlığının ne kadar mükemmel olduğunu aklı selim sahiplerine açıkça göstermektedir.

C- "Ona demiri de yumuşattık."

Yani ateşte kızdırma ve çekiçle dövme olmaksızın, biz demiri onun elinde mum gibi yaptık; o, dilediği gibi demire şekil veriyordu. Yahut diğer insanların kuvvetine göre mum ne kadar yumuşak ise, onun kuvveti karşısında demiri öyle yumuşak kıldık.

11

"Geniş zırhlar imal et; dokumasını da takdir et (ölçülü yap)! Ey Davud hanedanı! İyi işler yapın. Çünkü şüphesiz ben, yaptıklarınızı görmekteyim" diye emretti.

A- "Geniş zırhlar imal et; dokumasını da takdir et (ölçülü yap)!"

Her tarafı kaplayan geniş dokuma zırhları ilk yapan Hazret-i Davud'dur. Daha önce zırhlar, yassı bütün parçalar halinde idiler.

Derler ki; Hazret-i Davud (aleyhisselâm), İsrâiloğullarına hükümdar olunca, kimliğini gizleyerek halk arasına çıkıp: "Davud hakkında ne diyorsunuz?" diye soruyordu. Halk da, onu övüyordu. Sonra Allah, ona, insan suretinde bir melek gönderdi. Hazret-i Davud, âdeti olduğu üzere ona da sordu. Melek ona dedi ki: "Davud'un bir hasleti olmasa ne güzel adamdır!" dedi. Hazret-i Davud, endişelendi ve o hasletin ne olduğunu sordu. Melek de dedi ki: "Eğer Davud, ailesinin nafakasını beytülrnal'dan vermemiş olsa!.." dedi. İşte o zaman Hazret-i Davud, Beytülmal'a muhtaç kalmamak için kendisine bir imkân vermesini Rabbinden diledi. Allah da, zırh yapma sanatını ona öğretti (ilham etti).

Deniliyor ki, Hazret-i Davud (aleyhisselâm), yaptığı zırhları dört bin paraya satıyordu ve bundan hem kendisi ile ailesinin nafakasını karşılıyor, hem de yoksullara sadaka veriyordu.

Âyette Hazret-i Davud'a emredilen zırhların dokumasındaki takdir, halkalarının birbirleriyle mütenasip olması demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, zırhlarda ince ve kalın çiviler değil, normalinin kullanılmasıdır. Ancak bu görüş reddedilmiş; çünkü Hazret-i Davud'un yaptığı zırhlarda çiviler kullanılmıyordu. Nitekim demirin ona yumuşatılmasından da anlaşılmaktadır.

Bir diğer görüşe göre ise, zırhların dokumasındaki takdir, yani bütün vakitlerim bu işe harcama; fakat "Geçimini sağlayacak kadar buna zaman ayır ve diğer vakitlerini ibadetle geçir", demektir. Bundan sonra gelen cümleye münasip olan da bu mânâdır.

B- "Ey Davud hanedanı! Sâlih ameller yapın. Çünkü şüphesiz ben, yaptıklarınızı görmekteyim" diye emretti."

Bu kelâmda hitap, teklifin genel olması hasebiyle, hem kendisini, hem de ailesini kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

"Çünkü şüphesiz..." cümlesi, mezkûr emrin illetidir, yahut bu enire uymanın zorunluluğunun illetidir.

12

"Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik ki, sabah gidişi bir aylık mesafe ve akşam gidişi yine bir aylık mesafe idi. Onun için de erimiş bakırı madeninden çeşme gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı da onun önünde çalışırdı. Onlardan kini buyruğumuzdan ayrıfırsa, ona çılgın Cehennemin azabından tattırırız."

A- "Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik ki, sabah gidişi bir aylık mesafe ve akşam gidişi yine bir aylık mesafe idi."

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), sabahleyin Şam'dan rüzgârla uçuyordu ve öğleyin (İran'daki)' İstahr kentine varıyordu. Sonra oradan da uçup akşamleyin Kabil'e varıyordu.

Diğer bir görüşe göre de, Hazret-i Süleyman Suâl, öğle yemeğini (İran'daki) Rey kentinde yiyordu ve akşam yemeğini de Semerkand'ta yiyordu.

Hikâye ediliyor ki, bazı kimseler, Dicle kenarında bir konaklama yerinde bir mektup bulmuşlar. Bu mektupta, Hazret-i Süleyman'ın (aleyhisselâm) bazı maiyetleri tarafından şöyle yazılmış: "Biz, burada konakladık. Burayı biz bina etmedik; biz burayı böyle bayındır olarak bulduk. Biz sabahleyin Istahr'dan yola çıktık ve öğleyin buraya geldik. Biz öğleden sonra buradan yola çıkacağız ve akşam -Inşaallah- Şam'a varıp orada yatacağız. "

B- "Onun için de erimiş bakırı madeninden çeşme gibi akıttık."

Yani Hazret-i Davud için demiri yumuşattığımız gibi, biz Süleyman'a da erimiş baları madeninden, çeşmenin, kaynağından akması gibi akıttık. İşte bundan dolayı âyetin metninde "ayn/çeşme" kelimesi kullanılmıştır.

Hazret-i Süleyman'a (aleyhisselâm) verilen bu bakır madenleri Yemen'de idi. Deniliyor ki, bu bakır madeni ayda üç gün akıyordu.

C- "Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı da onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan ayrılırsa, ona çılgın Cehennemin azabından tattırırız."

Yani Hazret-i Süleyman'ın (aleyhisselâm) emrinde çalışmasını emrettiğimiz cinlerden kim onun emrinden çıkarsa, ona ahirette çılgın Cehennem azabından tattırırız.

Süddî'den rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Süleyman'ın yanında, elinde ateşten bir kamçı bulunan bir melek vardı. Bu melek, Hazret-i Süleyman'a isyan eden cinleri dövüyordu; o cinler, bu meleği göremiyorlardı.

13

"Onlar, Süleyman'a mihrablardan (şatolardan), heykellerden, havuzlar gibi büyük leğenlerden ve sabit kazanlardan ne dilerse, yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin. Zaten kullarımdan şekûr olan (çok şükreden) azdır."

A- "Onlar, Süleyman'a mihrablardan (şatolardan), heykellerden, havuzlar gibi büyük leğenlerden ve sabit kazanlardan ne dilerse, yaparlardı."

Yani Hazret-i Süleyman'ın emrinde çalışan o cinler, Hazret-i Süleyman'ın istediği muhkem sarayları ve pek güzel meskenleri yapıyorlardı.

Bu binalardan savunma ve muharebe yapıldığı için onlara mihrablar denilmiştir.

Yine o cinler, Hazret-i Süleyman'ın istediği meleklerin ve Peygamberlerin heykellerini yapıyorlardı. Zira o zaman âdet olduğu üzere mabetlerde bu heykeller yapılıyordu ki, insanlar bunları görüp onların ibadeti gibi ibadet etsinler. Heykellerin haram olması ise, yeni bir şer'î hükümdür.

Rivâyet olunuyor ki, bu cinler, Hazret-i Süleyman'ın (aleyhisselâm) tahtının altında iki aslan heykeli ve tahtın üstünde de iki kartal heykeli yapmışlardı. Hazret-i Süleyman, tahtına çıkmak istediği zaman bu iki aslan ön ayaklarını büküyorlardı ve tahta oturduğunda da o iki kartal kanatlarıyla kendisini örtüyorlardı.

Yine o cinler, Hazret-i Süleyman Söâl için büyük, havuzlar gibi leğenler yapıyorlardı. Deniliyor ki, bu leğenlerin her bir etrafında bin kişi toplanıyordu.

Yine onlar Hazret-i Süleyman için o kadar büyük sabit kazanlar yapıyorlardı ki, üzerine konuldukları ocak taşlarından hiç indirilmezlerdi.

B- "Ey Davud ailesi! Şükredin. Zaten kullarımdan şekûr olan (çok şükreden) azdır."

Yani kalbiyle, diliyle ve bedeniyle vakitlerinin çoğunda şükrü çokça eda edenler azdır. Bu şükrü yapanlar bile hakkıyla şükretmiş olamazlar. Çünkü bir şükre muvaffak kılınmak da, başka bir şükrü gerektiren bir nimettir. Ve bu sonsuza kadar gider. İşte bundan dolayı denilmiştir ki, şekûr, şükürden âciz olduğunu gören kimsedir.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Davud (aleyhisselâm), ibadet için gece ve gündüz saadetini ailesine taksim etmişti. Böylece gece ve gündüzün her saatinde Hazret-i Davud ailesinden mutlaka biri ayakta olup namaz kılıyordu.

14

"Sonunda biz Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak asasını yiyen bir ağaç kurdu gösterdi, işte Süleyman, yere yıkılınca, cinler, kesin olarak anladılar ki, gaybı bilselerdi, o çekilmez azapta kalmazlardı."

A- "Sonunda biz Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak asasını yiyen bir ağaç kurdu gösterdi."

Yani Hazret-i Süleyman'ın asasını yiyen ağaç kurdu ancak, emrinde çalışan cinlere, yahut Hazret-i Süleyman ailesine ölümünü bildirmiş oldu.

B- "İşte Süleyman, yere yıkılınca, cinler, kesin olarak anladılar ki, gaybı bilselerdi, o çekilmez azapta kalmazlardı."

Yani ağaç kurdunun, Hazret-i Süleyman'ın dayandığı asayı yemesi neticesinde Hazret-i Süleyman, yere yıkılınca, cinler, kesin olarak anladılar ki, iddia ettikleri gibi, eğer gaibi gerçekten bilselerdi, Hazret-i Süleyman'ın ölümü gerçekleştiğinde bunu bileceklerdi ve ondan sonra yere yıkılmcaya kadar aradan geçen bir sene müddetle onun emrinde kalıp çekilmez ağır işlerde çalışmazlardı.

Diğer bir kırâete göre, âyetin metnindeki "tebeyyenet'il cinnü" yerme "tebeyyenet'il insü" olarak okunmuştur. Buna göre, yani Hazret-i Süleyman yere yıkılınca, insanlar, cinlerin, gaibi bilmediklerini kesin olarak anladılar, demektir,

İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) kıraetine göre ise, "tebeyyenetil insü enne'l cinne lev kânû ya'lemûne'l ğaybe..." şeklindedir. Yani o zaman insanlar kesin olarak anladılar ki, eğer cinler, gaibi bilselerdi...

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Davud Beytü'l Makdis, binasının temelim Hazret-i Mûsa'nın büyük çadırı yerinde attı; fakat bina tamamlanmadan vefat etti. Vefatından önce de bu binayı tamamlamayı Hazret-i Süleyman'a (aleyhisselâm) vasiyet etti. Hazret-i Süleyman da, bu binanın inşaatında cinleri ve şeytanları çalıştırdı. Onlar da binayı yapmaya başladılar. Nihayet Hazret-i Süleyman'ın eceli yaklaşıp da öleceğini anlayınca, Hazret-i Süleyman, binayı bitirmeleri için ve gaibi bildikleri iddialarının bâtıl olduğunun anlaşılması için, ölümünün gizli kalmasını Rabbinden niyaz etti. Ve cinleri, şeytanları çağırıp kendisine kapısız bir sırça köşk yapmalarını emretti. Onlar da emrini yerine getirdiler. Hazret-i Süleyman bu sırça köşkte asasına dayanarak namaz kılıyordu. Sonra ruhu alındığında yine asasına dayanmış vaziyette idi ve öldükten sonra öylece kaldı. Cinler ve şeytanlar da, kendilerine, emredilen işlerde çalışmaya devam ettiler. Nihayet ağaç kurdu Hazret-i Süleyman'ın asasını yeyince, cansız olarak yere yıkıldı. Hazret-i Süleyman ölmeden önce o sırça köşkte namaz kılarken şeytanlar onun etrafında toplanıyorlardı. Kendisi namaz kılarken ona bakan şeytan, mutlaka yanıyordu. Bir gün bir şeytan oradan geçerken Hazret-i Süleyman'a bakınca, onun cansız olarak yere yıkıldığını gördü. İşte o zaman onun bulunduğu yeri açıp baktılar ki, ağaç kurdu onun asasını yemiş. Bunun üzerine insanlar, Hazret-i Süleymenin ne zaman öldüğünü anlamak istediler; bunun için de o ağaç kurdunu yine o asarım üzerine koydular ve onun bir gün bir gece ne kadar ağaç yediğini tespit ettiler ve buna göre hesaplayıp Hazret-i Süleyman'ın bir sene önce öldüğünü anladılar.

Hazret-i Süleyman, elli üç yaşında vefat etti. Kendisi on üç yaşında iken hükümdar oldu ve kırk sene hükümdarlık yaptı. Hazret-i Süleyman, hükümdar olduktan dört yıl sonra Beytü'l Makdis'i bina etmeye başladı.

15

"Yemin olsun ki, Sebe' kavmi için oturdukları yerlerde büyük bir delil vardı: Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı. Kendilerine denildi ki: Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin. İşte çok güzel bir belde ve çok bağışlayan bir rab!"

A- "Yemin olsun ki, Sebe' kavmi için oturdukları yerlerde büyük bir delil vardı: biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı."

Bundan önceki âyetlerde, Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine şükredenlerin ahvali beyan edildikten sonra burada da, Allah'ın nimetlerine nankörlük edenlerin halleri beyan, edilmektedir.

Yani bundan önce Hazret-i Davud ile Hazret-i Süleyman kıssalarında geçen büyük ve açık delile takviye olarak, bir de Sebe' b. Yeşceb b. Ya'rub b. Kahtan evladı olan kavim için oturdukları yerlerde, önceki ve sonraki hallerini düşünmek cihetiyle, muhtar (ihtiyarıyla hareket eden) ve dilediği bütün hârikalara Kaadir olan, iyilik sahiplerine mükâfat ve kötülük sahiplerine, de ceza veren yaradan'ın varlığına delâlet eden büyük bir delil vardı: onların beldesinin sağında ve solunda, birbirleriyle bitişik olduklarından tek bir bahçe görünümünde olan birçok bahçeler vardı. Yahut her şahsin meskeninin sağında ve solunda olmak üzere iki bahçesi vardı.

B- "Kendilerine denildi ki: Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin."

Bu kelâmda, Peygamberlerinin lisanıyla, nimeti ikmal etmek ve nimetin haklarını hatırlatmak üzere kendilerine söylenmiş olanlar, yahut hal lisanıyla söylenmiş olanlar hikâye edilmektedir. Yahut bu kelâm, onların, kendilerine böyle denilmeye lâyık olduklarını beyan etmektedir.

C- "işte çok güzel bir belde ve çok bağışlayan bir rab!"

Bu kelâm, kendilerine emredilen şükrü gerektiren büyük bir nimeti beyan etmektedir.

Yani sizin beldeniz, çok güzel bir beldedir ve bu beldedeki güzel rızkları veren ve sizden şükür talep eden Rabbıniz, kendisine şükredenlerin taksiratını çok bağışlayıcıdır.

Deniliyor ki, Sebe' memleketi, havası en güzel ve ürünleri en bol olan bir memleket idi. Öyle ki, kadınlar, ağaçlar arasında elleriyle çalışırken başlarına da bir sepet koyuyorlardı ve o sepetler, kendiliğinden düşen meyvelerle doluyordu. Yine, Sebe' illerinde eziyet veren haşarattan da hiçbir şey bulunmuyordu.

16

"Fakat onlar şükürden yüz çevirdiler. Biz de onların üzerine arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçelerini hamt (buruk) yemişli, esl'lik (ılginlık) ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harap bir bahçeye çevirdik."

A- "Fakat onlar şükürden yüz çevirdiler."

Yani şükrü gerektiren âyetler, kendilerine gösterildikten sonra da onlar şükürden yüz çevirdiler.

Deniliyor ki, Allah, Sebe' halkına on üç Peygamber gönderdi; bu Peygamberler, onları Allah'ın hak dinine çağırdılar; O'nun nimetlerini onlara hatırlattılar ve kendilerini Allah'ın azabıyla uyardılar; fakat onlar, Peygamberlerini yalanladılar.

B- "Biz de onların üzerine arim selini gönderdik."

Yani biz de onların üzerine pek çetin bir sel gönderdik. Yahut pek şiddetli bir yağmur selini gönderdik.

Diğer bir görüşe göre ise, arim, taş yığını demektir.

Bir diğer görüşe göre ise, suyun önünü kesen engellerdir.

Başka bir görüşe göre ise, arim, suyunu önüne bina edilen settir.

Bir görüşe göre de, Kraliçe Belkıs'ın, iki dağ arasında kayalar ve ziftle bina edip akar sular ile yağmur sularını baraj gölü haline getiren ve sulamaları için ihtiyaç duydukları delikleri de olan muhkem bir set idi.

Bir görüşe göre ise, arim, köstebek fareleridir ki, Allah, o fareleri onlara musallat kıldı ve bu köstebekler, o seti deldiler de, memleketleri sular altında kaldı.

Bir diğer görüşe göre ise, arim, bir vadinin adıdır.

Derler ki, bu olay, Hazret-i Isâ ile Peygamberimız arasındaki fetret döneminde olmuştur.

C- "Ve onların iki bahçelerini hamt (buruk) yemişli, esl'lik (ılginlık) ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harap bir bahçeye çevirdik."

Hamt, yenilmesi mümkün olmayacak kadar tadı acımsı olan bitkilerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, tadı ekşi ve acı olan her şeydir.

Bir diğer görüşe, göre ise, hamt, sırtlan osuruğu denilen ve haşhaşa benzeyen faydasız bir ağacın meyvesidir.

Başka bir görüşe göre ise, misvak (ereke) ağacıdır; yahut dikenli her ağaç için kullanılmaktadır.

Esi, ılgın ağacıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, esi, ılgın ağacına benzeyen, fakat ondan daha büyük olan meyvesiz bir ağaçtır.

Deniliyor ki, âyette sedir ağacı, "biraz" olarak vasıflandırılmış, çünkü onun meyvesi yenebilir. İşte ondan dolayı bu ağaç, bahçelerde yetiştirilir. Sahih olan görüşe göre ise, sedir ağacı iki çeşittir: bir çeşidinin meyvesi yenir ve yaprağı el yıkamada kullanılır. Diğer çeşidi ise, mazı türünden bir meyvesi olup asla yenmez ve yapraklarından da yararlanılmaz. Âyette kastedilen, kesinlikle ikinci çeşididir,

Katâde diyor ki: " Sebe' " halkının ağaçları en hayırlı ağaç iken, onların kötü amelleri yüzünden Allah, ağaçlarını en kötü ağaçlara çevirdi.

Onların bu kötü bahçelerine de Cennet (bahçe) denilmesi, eski Cennetleri (bahçeleri) ile bunun arasında ifâde benzerliği hâsıl olması için ve bir de istihza içindir.

17

"İşte küfürleri sebebiyle kendilerini böyle cezalandırmışızdır. Zaten biz, aşırı inkarcılardan başkasına ceza mı veririz!"

Yani onlar, nimetimize nankörlük ettikleri için, yahut Peygamberlerimizi inkâr ettikleri için ve sırf bundan ötürü onları böyle cezalandırmışız, onlardan nimetimizi alıp onun yerine onun zıddım vermişizdir. Zaten biz, nankörlükte, yahut küfürde aşırı gidenlerden başkasına ceza mı veririz!

Burada, hazar halinde yurtlarında Sebe' halkına verilen nimetler ile onların nankörlükleri ve kendilerine verilen ceza beyan edilmektedir. Bundan sonraki âyette ise, ticarî seferleri ile diğer seferlerinde kendilerine verilen nimetler ile o nimetlere gösterdikleri nankörlük ve bu yüzden başlarına gelenler hikâye edilerek kıssaları ikmal ve akıbetleri beyan edilmektedir. Bunların her ikisi birlikte zikredilmemiş, çünkü tekrarda ziyadesiyle dikkat çekme ve hatırlatma vardır.

18

"Onlarla mübarek kıldığımız kasabalar arasında birbirine yakın nice kasabalar meydana getirdik. Ve onlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. "Oralarda geceleri de, gündüzleri de güven içinde gidip gelin" dedik."

A- "Onlarla mübarek kıldığımız kasabalar arasında birbirine yakın nice kasabalar meydana getirdik."

Yani yurtlarında onlara verdiğimiz nimetlerden başka bir de, kendi memleketleri ile dünyada mübarek kıldığımız Şam kasabaları arasında, birbirlerinden görünecek kadar yakın kasabalar meydana getirdik. Bu da, ya o kasabaların sakinlerinin, birbirlerinin kasabalarını görecek kadar yakın olmaları demektir; yahut da yola çıkan kafilelerin yollarına yakın olmaları ve görünmeyecek kadar uzak olmamaları demektir.

B- "Ve onlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık."

Yani bu kasabalar arasındaki mesafeyi de yolcuların haline uygun olarak muayyen miktarda kıldık.

Deniliyor ki, bu kasabalardan birinden sabahleyin hareket eden yolcu, öğle vakti diğer bir kasabaya varıyordu ve öğleden sonra birinden hareket eden bir yolcu da, akşama diğer bir kasabaya varıyordu ve şam'a kadar böyle devam ediyordu. Bütün bunlar, hazarda ve seferde kendilerine, verilen nimetlerin mükemmel kılınması içindi.

C- "Oralarda geceleri de, gündüzleri de güven içinde gidip gelin" dedik."

Yani biz, onlara dedik kı, geceleri de, gündüzleri de istediğiniz zaman arzu etmediğiniz her türlü nahoş hallerden ve hâdiselerden emin olarak o, kasabalar arasında seferler yapın. Buralardaki güvenlik, vakitlere bağlı olarak değişmeyip her zaman ber tamamdır. Yahut seferleriniz ne kadar uzun sürerse sürsün ve günler ve gecelerce devam etse de, siz o kasabalar arasında emniyet içinde yolculuk yapın. Yahut bütün ömrünüzün günleri ve gecelen boyunca hep güven içinde yolculuk yapın; siz bu yolculuklarınızda güvenlikten başka bir durumla karşılaşmayacaksınız.

Ancak Allah (celle celâlühü) tarafından onlara bunun söylenmesi, gerçek mânâda olmayıp fakat onların mezkûr imkânlara sahip olmaları ve bu güvenin sebeplerinin ve unsurlarının mezkûr şekilde onlara verilmesi, onlara bu emrin verilmesi gibi kabul edilmiştir.

19

"Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır" dediler ve kendilerine yazık ettiler. Sonuçta biz de onları ibret kıssaları haline getirdik ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için elbette büyük ibretler vardır."

A- "Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Aralarında yolculuk yapağımız şehirlerin arasını uzaklaştır" dediler ve kendilerine yazık ettiler."

Yani onlar, sahip oldukları nimetler yüzünden şimardilar; en güzel hayattan usandılar ve rahatlıktan bıktılar da, meşakkat ve güçlük talep ettiler. Tıpkı İsrâiloğullarının, kudret helvası ile bıldırcın kuşları yerine soğan ve sarımsak istemeleri gibi. Ve anılan Sebe' halkı: "Bizim bahçelerimizin meyvelerinin toplanması zor olsa, onlara daha çok iştah duyarız" dediler ve yol azıkları edinip kafileler halinde develerinin sırtında yolculuk yaparak yolda fakirlere karşı hava atmak için kendileri ile Şam arasında çöller ve bozkırlar meydana getirmesini Allah'tan (celle celâlühü) niyaz ettiler. Allah da, onlarin duasını hemen kabul buyurup Şam ile aralarındaki kasabaları tahrip edip oraları duyan yok, ses veren yok, ıssız çöller haline getirdi. Onlar bu şekilde nimetlerle şımarmakla, yahut nimetleri hor görmekle kendilerini ilâhî gazaba ve azaba maruz bırakarak kendilerine yazık ettiler.

B- "Sonuçta biz de onları ibret kıssaları haline getirdik ve onları darmadağın ettik."

Yani sonuçta biz de onları ibret kıssaları haline getirdik; insanlar, onların hallerine taaccüp ederek onların akıbetlerini ibret olarak anlatmaktadırlar.

Burada âyetin metninde kullanılan kelimeler, açıkça ifâde ediyor ki, onların dağıtılması, o kadar korkunç ve acı olmuştur ki, bir daha birleşme mümkün olmayan sonsuz ayrılmalar için misal olarak anlatılmaktadır.

Bu dağılma neticesinde Gassân kabileleri Şam'a iltihak etmişler; Enmâr kabileleri Yesrib'e (Medine'ye), Cüzam kabileleri Tihâme bölgesine ve Ezd kabileleri de Umman'a iltihak etmişlerdi.

Kelbî'nin, Ebû Hûd'ten rivâyetine göre bu kıssanın aslı şöyledir:

Sebe' evladından olup kendisi ile Sebe' arasında on iki batın bulunan ve aynı zamanda kendisine Müzeykiya b. Maü's Semâ' da denilen Amr b. Amır'e, Kâhine Tarife, Me'rib barajının yıkılacağını ve Arim Selinin, anılan iki bahçeyi yıkacağını haber vermişti. Ebû Zeyd el-Ensarî'den rivâyet olunduğuna göre, anılan Amr, anılan su setini delmeye çalışan bir köstebek faresini görmüş ve artık bu settin ayakta kalmayacağını anlamışa.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan Amr, bir kâhin idi ve kendisi bu felaketi önceden kendi kehânetiyle anlamış ve bunun üzerine kendi emlakini satmış ve binlerce insanlardan oluşan kendi kavmiyle beraber kentten kente göçerek nihayet Mekke-i Muazzame'ye varmışlar. O zamanlar Mekke sakinleri,

Cürhümlüler idi. Cürhüm'lüler, Hazret-i İsmail oğulları ile oradaki diğer kavimlere karşı üstünlük sağlayıp Beytullah'ın (Kabe'nin) velÂyetini zorla ele geçirmişlerdi. Salebe b. Amr b. Amir, onlara elçi gönderip kendisi ile kavminin yerleşebileceği geniş bir arazi bulmak için çeşitli memleketlere gönderdiği öncü adamları dönünceye değin Mekke'de yanlarında kalmak için izin talep etti. Fakat Cürhümlüler, müsaade etmediler. Bunun üzerine iki taraf savaşmaya başladılar ve üç gün süren savaş neticesinde Cürhümlüler yenildiler ve kaçanlar dışında onlardan kurtulan kalmadı. Ve anılan Salebe, kavmi ve askerleriyle beraber Mekke ile çevresinde bir sene kaldılar. Sonra sıtma hastalığına yakalandılar ve sonunda oradan çıkmak zorunda kaldılar. Bu arada çeşitli memleketlere göndermiş olduğu adamları da geri dönmüşlerdi. İşte o zaman iki fırkaya ayrıldılar: Bir fırkası Umman tarafına yöneldi. Bunlar, Ezd, Kinde ve Hımyer kabileleri ile onlara bağlı olanlar idi. Sa'lebe'nin riyasetindeki kavimler de Şam'a doğru yöneldi. Harise b. Sa'lebe'nin, Evs ve Hazreç adlarındaki iki oğlu Medine'ye yerleştiler. İşte en sar (Medineli müslümanlar) bunların sayımdandır. Gassân kabilesi de Şam'a varıp oraya yerleştiler. Huzaa kabilesi ise Mekke'de kaldı. Bunların başında Rebia b. Harise b. Amr b. Amir bulunuyordu. İşte Luhayy kabilesi, bunların devamıdır. Sonra bunlar, Mekke ve Kabe idaresini deruhte ettiler. Sonra Hazret-i İsmail'in evladından olanlar, onlara baş vurup yanlarında ve çevrelerinde ikamet etmek için izin istediler. Onlar da, kendilerine müsaade ettiler.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Ferve b. Müsîk el-Gatifî, Sebe' hakkında Peygamberimize sual sordu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), buyurdu ki: "Sebe' ", on tane evladı olan bir adam idi. Bunlardan altısı Yemen'e yerleşti. Bunların adları da şöyledir. Mezhic, Kinde, Ezd, Eş'ariyyûn, Hımyer, Enmar, Becîle ve Has'am kavimleri bunların soyundandır. Onun evladından dördü de Şam bölgesine yerleşti. Bunların adları da şöyledir: Lahm, Cüzam, Amile, Gassân. Sebe'lilerin malları helâk olup kentleri harap olunca, bunlar, darmadağın olup etrafa dağıldılar. Bunlardan bazı taifeler de Hicaz'a yerleştiler. İşte bunlardan Huzaa'lılar, Mekke'nin etrafına yerleştiler. Evs ve Hazreç'liler de Yesrib'e (Medine'ye) yerleştiler. İşte Yesrib'in ilk sakinleri bunlardır. Sonra Yahudilerden Kaynuka oğulları, Kurayza oğulları ve Nazîr oğulları adlarındaki üç kabile de, onların yanma yerleşip Evs'liler ile Hazreç'lilerin yeminli müttefikleri oldular. Onlardan, bazı taifeler de Şam'a yerleştiler. Bunlar da, sonra Hıristiyan olan Gassân, Amile, Lahm, Cüzam, Tenvuh, Tağlib kabileleri ile diğerleridir."

İşte Sebe', bütün bu kabileleri içermektedir.

Cumhûra göre, bütün Araplar, iki kısma ayrılmaktadır: Kahtanîler, Adnanîler. Kahtanîler de iki kola ayrılmaktadır: Sebe' kolu, Hadramut kolu. Adnanîler de iki kola ayrılmaktadır: Rebia kolu, Mudar kolu. Kudaa'lılar hakkında ise ihtilaf edilmiştir: Kimileri onları Kahtan'a nispet etmekte, kimileri de onları Adnan'a nispet etmektedir. Allah, cümleden daha iyi bilir.

C- " Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için elbette büyük ibretler vardır."

Yani zikredilen onların kıssasında, nefsî şehvetlere, hava ile heveslere karşı ve itaatlerin meşakkatlerinde ziyadesiyle sabretmek ve nimetlere de fazlasıyla şükretmek şânma sahip olan herkes için elbette büyük ibretler vardır.

Âyette, çok sabredenler ile çok şükredenlerin zikre tahsis edilmeleri, bu kıssadan gerçek mânâda faydalananların bunlar olmasından dolayıdır.

20

"Yemin olsun ki, İblis, onlar hakkındaki tahminini doğru çıkardı. Çünkü îman etmiş fırkadan başka hepsi ona uydular."

A- "Yemin olsun ki, iblis, onlar hakkındaki tahminini doğru çıkardı."

Yani iblis, onlar hakkındaki tahminini gerçekleştirdi. Yahut iblis, onlar hakkındaki tahmininin doğru olduğu gördü.

Diğer bir kırâete göre, âyetteki "saddaka" fiili, "sadaka" olarak okunmaktadır, Buna göre, yani iblis, tahmininde doğru çıktı, demektir. Yani iblis, Sebe'lilerin şehvetlere daldıklarını gördüğünde onlar hakkında bu tahminde bulunmuştu. Yahut Hazret-i Âdem'in, kendi vesvesesine kulak verdiğini gördüğünde: "onun neslinin azmi, kendisinden daha zayıf olacak" demişti.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah, meleklere, dünyada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek insanları yaratacağını haber verdiği zaman, iblis: "yemin olsun ki, ben onları mutlaka saptıracağım ve azdıracağım" demişti.

B- "Çünkü îman etmiş fırkadan başka hepsi ona uydular."

Yani bütün Sebe'liler, yahut bütün insanlar İblis’e uydular; ancak îman etmiş olan fırka hariç, onlar, İblis’e uymadılar.

Burada îman etmiş olanların az olarak vasıflandırılmaları, kâfirlere göredir.

Yahut ancak mü’min fırkalarından halis olanlar, İblis’e uymadılar.

21

"Halbuki iblisin onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete îman eden kimseyi, ondan şüphe içinde bulunan kimseden ayırt edip bilelim diye böyle yaptık. Zaten senin Rab bin her şeyi gözetip koruyandır."

Yani Halbuki iblisin, vesvese ve azdırmakla onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak İblisin onlara musallat olması, bizim (ezeli ilmimizin yanı sıra bir de) cezanın terettüp ettiği halî (o andaki) ilmimizin buna taallûk etmesi içindir. Yahut mü’min olanın, şüphede olandan ayrılması içindir. Yahut îmanı takdir edilen kimsenin îman etmesi ve dalâleti takdir edilen kimsenin de şüphe etmesi içindir.

Burada ilâhî ilmin hâsıl olmasından murat, onun taallûk ettiği hususun hâsıl olmasıdır. Ancak mübalağa için böyle ifâde edilmiştir.

22

"Ey Resûlüm! De ki: Allah'tan başka ilah sandığınız şeyleri çağırın! Onlar, ne şu göklerde, ne de bu yerde zerre miktarına bile mâlik olamazlar. Her ikisinde de onların hiçbir ortaklığı yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Allah'tan başka ilah sandığınız şeyleri çağırın!"

Yani ey Resûlüm! iddialarının bâtıl olduğunu ortaya koymak ve kendilerini hüccede mağlup etmek için müşriklere de ki: menfaatlerin celbi veya zararların defi gibi sizin için en mühim olan hususlarda yardım etmeleri için, Allah'tan başka ilah sandığınız şeyleri çağırın. Eğer davanız doğru ise belki size cevap vericiler.

B- "Onlar, ne şu göklerde, ne de bu yerde zerre miktarına bile mâlik olamazlar."

Önceki emirden sonra burada onların yerine Allah'ın cevap vermesi, cevabın değişmez olduğunu ve tekebbür kabul etmediğini bildirmek içindir.

Yani onların bâtıl ilâhları, ne göklerde, ne de yerde, hayırdan, serden, faydadan ve zarardan, hiçbir hususta zerre miktarına mâlik olmazlar.

Burada göklerin ve yerin zikredilmesi, insanların örfünde genellik ifâde ettiği içindir. Yahut onların bâtıl ilâhlarının bir kısmı melekler ve yıldızlar gibi semavîdir, bir kısmı da putlar gibi yerdedir. Yahut hayır ve şerrin yalan sebepleri gökler ve yer ile alakalıdır.

C- "Her ikisinde de onların hiçbir ortaklığı yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur."

Yani onların bâtıl ilâhlarının, göklerde ve yerde, ne yaratma, ne hâkimiyet ve mülkiyet, ne de tasarruf olarak hiçbir ortaklığı yoktur. Ve Allah'ın da o bâtıl ilâhlardan, göklerin ve yerin idaresinde kendisine yardım edecek hiçbir yardımcısı yoktur.

23

"Allah'ın huzurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati de fayda vermez. Nihayet onların kalplerinden korku giderilince, kendilerine şefaat edilecek olanlar, şefaatçilere: "Rabbiniz ne buyurdu?" diyecekler. Onlar da: "Hak olanı buyurdu. Zaten Allah, yegâne yüceler yücesi ve ulular ulusudur" diyecekler."

A- "Allah'ın huzurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati de fayda vermez."

Yani Allah'ın huzurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkası asla şefaatte bulunamaz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "O'nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir?" (Bakara: 255)

Allah'ın izin vermediği kimselerin şefaati hiç vaki olmayacağı halde, burada şefaatin, fayda vermeyeceğinin ifâde edilmesi, şefaatin vaki olmasından onların amacı olan şeyin, sarih olarak nefyedilmesi içindir,

Âyette istisna edilen şefaat, Allah'ın, şefaat için izin verdiği Peygamberler, melekler ve şefaate ehil olan diğerleridir. Böylece kâfirlerin şefaatten mahrum olacakları pek açık olarak anlaşılmaktadır. Putları cihetinden mahrumiyet sabittir, çünkü onlarin şefaat izni olmayacağı gayet açıktır. Zira aklı olmayan ve konuşmayan bir cansıza şefaat için izin verilmesinin imkânsız olduğu zorunlu bir gerçektir. Keza, onlarin taptıkları melekler cihetinden de yine bu şefaat söz konusu değildir, çünkü meleklerin şefaat izni, şefaate lâyık olanlara şefaat etmekle sınırlıdır. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Rahmanin izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler." (Nebe': 38) ve gayet açıktır ki, kâfirler için yapılacak şefaat doğru değildir (bu şefaati yapacak olan, doğruyu söylememiş olur).

Yahut şefaate ehil olanların şefaati, hiçbir hal ü kârda fayda vermez, ancak şefaate lâyık olanlardan hakkında şefaat izni verilmiş olanlara fayda verir; şefaate lâyık olmayanlara ise, şefaatçilerden şefaatin vaki olması farz edilse bile, asla fayda vermez. Zira onların şefaati için şefaatçilere izin verilmemiştir; fakat başkalarının şefaati için izin verilmiştir. Bu izaha göre,

Şefaate ehil olanların şefaatinden mahrum oldukları, âyetin sarih ifadesiyle sabit olmakta; putların şefaatinden mahrum olmaları da, âyetin, delaletiyle sabit olmaktadır. Zira onların, şefaate muhtaç olan bazı kimselere şefaat etmeye muktedir olanların şefaatinden mahrum oldukları sabit olduğuna göre, şefaatten âciz olanların şefaatinden mahrum olacakları haydi, haydi sabit olmaktadır.

B- "Nihayet onların kalplerinden korku giderilince, kendilerine şefaat edilecek olanlar, şefaatçilere: "Rabbiniz ne buyurdu?" diyecekler. Onlar da: "Hak olanı buyurdu. Zaten Allah, yegâne yüceler yücesi ve ulular ulusudur" diyecekler."

Korku, şefaatçilerin ve kendilerine şefaat edilecek olan mü’minlerin kalplerinden giderilecek. Kâfirler ise, şefaat mevkiinden çok uzak ve kalplerinden korkunun giderilmesi halinden de bin derece uzak olacaklardır.

Yani şefaatçiler ile şefaat bekleyen mü’minler, izin ve istida makamında korku ve endişe içinde uzun zaman bekleyecekler. Nihayet olacaklar olduktan sonra ve icabet müjdesi kendilerine verildikten sonra kendilerine

Şefaat edilecek olanlar, şefaatçilere: "Rabbiniz ne buyurdu?" Diyecekler. Zira izne muhtaç olan ve izin meselesiyle yakından ilgilenen, haklarında şefaat edilecek olanlardı.

Ve şefaatçiler de: "Hak olanı buyurdu" diyecekler. Zira doğrudan doğruya ve bizzat izin bekleyenler ve onlarla Allah arasında şefaat ile vasıta olanlar, şefaatçilerdir.

Yani Rabbimiz, şefaate lâyık olanlar için şefaat iznini verdi, diyecekler.

Âyetteki "zaten Allah, yegâne yüceler yücesi..." cümlesi de, şefaatçilerin sözlerinin devamıdır. Onlar, Cenab-ı izzetin sınırsız azametini ve bütün mâsivânm kusurunu kabul ve ifâde etmek üzere bunu söylemişlerdir. Yani yücelik ve ululuk ancak O'nun vasfıdır; eşraftan hiç kimse, O'ndan izinsiz olarak konuşamaz.

24

"Ey Resûlüm! De ki: şu göklerden ve bu yerden size rızık veren kim? De ki: Allah!.. Şüphe yok ki, doğru yol üzere olan veya açık bir sapıklıkta bulunan muhakkak ki, ya biziz, yahut sizsiniz."

A- "Ey Resûlüm! De ki: şu göklerden ve bu yerden size rızık veren kim?"

Burada, Allah, Peygamberimize, müşrikleri iskât ederek kendilerini, kendi ilâhlarının göklerde ve yerde bir zerre miktarına mâlik olmadıklarını ve yegâne rezzak'ın Allah olduğunu ikrar etmeye sevk etmeyi emretmektedir. Zira müşrikler de Allah'ı inkâr etmemektedirler. Nitekim diğer bir âyette şöyle denilmektedir: "De ki: size şu gökten ve bu yerden kim rızk veriyor? Yahut şu kulaklara ve bu gözlere kim mâlik bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor; diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Her işi de kim idare ediyor?" Onlar da: "Allah!, ." Diyecekler." (Yunus: 31)

B- "De ki: Allah!.."

Müşrikler, iskât edilmek korkusuyla zaman, zaman cevapta tereddüt ettikleri için Peygamberimize, bunu söylemesi emredilmiştir. Zira müşrıklerce de bundan başka cevap yoktur.

C- "Şüphe yok ki, doğru yol üzere olan veya açık bir sapıklıkta bulunan muhakkak ki, ya biziz, yahut sizsiniz."

Yani rızkı ve zâti kudreti yalnız Allah'tan bilen ve ibadeti O'na tahsis eden tevhit fırkası ile ibadette, en aşağı imkân mertebesinde olan cansız varlıkları Allah'a ortak koşan şirk fırkasından birisi, muhakkak ki, ya hidâyet veya açık sapıklık üzeredir.

Kimin hidâyet ve kimim sapıklık içinde olduğunu tayin eden mezkûr izahtan sonra bu ifâdenin kullanılması, bunları sarahatle belirtmekten çok daha anlamlı ve etkilidir. Zira en şedit hasmı bile susturan insaf üslubu kullanılmıştır.

25

"Ey Resûlüm! De ki: bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmayacaksınız; biz de sizin yaptıklarınızdan sorulmayacağız."

Bu ifâde, insafta, mücadele ve tartışmadan daha anlamlı ve tesirlidir. Zira burada, suçlardan zelie (sürçme) ve en iyinin terki kastediliyorsa da, suçlar, mü’minlere isnat edilmiş; mutlak amel (yap tıkları) de, muhataplara isnat edilmiştir. Halbuki, muhatapların işledikleri, büyük günahların en büyüğüdür.

26

"Ey Resûlüm! De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak; sonra aramızda hak ile hükmedecektir. Zaten o, yegâne en âdil hükmedendir; her şeyi hakkıyla bilendir."

Yani ey Resûlüm! O müşriklere de ki: Rabbimiz, kıyamet günü haşir ve hesap için hepimizi bir araya toplayacak; sonra aramızda hak ile hükmedecek; bizim halimiz ile sizin haliniz belli olduktan sonra hakçı olanları Cennete ve bâtıla olanları da Cehenneme koyacaktır. Zaten Allah, bütün davalarda yegâne en âdil hâkimdir ve verilmesi gereken hükmü yegâne hakkıyla bilendir.

27

"Ey Resûlüm! De ki: Allah'a koştuğunuz ortakları bana göstersenize! Hayır! Bilakis yegâne galip olan ve her şeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır."

A- "Ey Resûlüm! De ki: Allah'a koştuğunuz ortakları bana göstersenize!"

Peygamberimiz, onların putlarım gördüğü halde kendisine böyle emredilmesi, onların büyük, hatalarını ortaya koymak ve görüşlerinin bâtıl olduğuna kendilerini muttali, kılmak içindir. Yani onları bana gösterin de, bakayım, misli ve benzeri olmayan Allah'a ibadet istihkakında onları hangi sıfatla ortak koşuyorsunuz!

Muhatap müşriklerin, hüccetle ilzam edilmelerinden sonra kullanılan bu hârika ifâde, onlar için ziyadesiyle susturma anlamını taşımaktadır.

B- "Hayır! Bilakis yegâne galip olan ve her şeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır."

Onlarin bâtıl ilâhlarının Allah ile mukayesesi çürütüldükten sonra bu "hayır!" ifadesi de, onları, ortak koşmaktan caydırmak içindir.

Yani kahir galibiyet vasfı ile üstün hikmet vasfı, ancak Allah'a mahsus iken, sizin ortak koştuğunuz o en değersiz ve zelil şeylerin, bu yüce makamla ne alakası olur!

28

"Ey Resûlüm! Biz seni bütün insanlara ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar."

Yani ey Resûlüm! Biz seni bütün insanlara ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; senin tebliğlerin bütün insanlar için geçerlidir. Fakat insanların çoğu bunu bilmediğinden dolayı onların bu cehaleti, kendilerini, içinde bulundukları azgınlık ve sapıklığa sevk etmektedir.

29

"Kâfirler diyorlar ki, siz eğer doğrucular iseniz, bu vaat ettiğiniz kıyamet ne zaman kopacak?"

Yani o kâfirler, büyük cehaletlerinden ve aşırı azgınlıklarından dolayı, istihza yoluyla, Resûlüllah'a ve mü’minlere hitabem diyorlar ki, eğer siz doğrucular iseniz, bu vaat ettiğiniz kıyamet, yahut "Rabbimiz, hepimizi bir araya toplayacak; sonra aramızda hak ile hükmedecektir" (âyet: 26) âyetinde vaat edilenler, ne zaman gerçekleşecek?

30

"De ki: Size vaat olunan öyle bir gündür ki, ondan ne bir saat (an) geri kalabilirsiniz, ne de ileri gidebilirsiniz."

Yani size öyle bir gün, yahut öyle bir zaman vaat olunmuştur ki, onunla aniden karşılaştığınızda ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri gidebilirsiniz.

Bu cevapta apaçık pek büyük bir tehdit vardir. Nitekim aklen imkânsız olan ileri gitmek de, geri kalmak gibi sayılmıştır. Bunun izahı daha önce defalarca geçti.

Burada, geri kalmak ve ileri gitmek için, ansızın, karşılaşma kaydının olmaması da caizdir. O takdirde ondan geri kalmamak ve ileri gitmemek, tahkik ve izah için olur.

31

"O kâfirler dediler ki: "Biz ne bu Kur’ân'a, ne de ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız." Ey Resûlüm! Sen, o zâlimler, rablerinin huzurunda mevkuf olarak birbirlerine söz atarken ve zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "siz olmasaydınız, biz mutlaka îman edenler olacaktık" derken, onları bir görsen!.."

A- "O kâfirler dediler ki: "Biz ne bu Kur’ân'a, ne de ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız."

Yani o kâfirler dediler ki, biz, ahiret hayatını bildiren ne bu Kur’ân'a, ne de eski semavî kitaplara asla inanmayacağız.

Bir görüşe göre, Mekke kâfirleri, Ehl-i Kitab'a Resülullah'ın Peygamberliği hakkında sorular sordular. Ehl-i Kitap da, onun vasıflarını kendi kitaplarında okuduklarını haber verdiler. İşte o zaman Mekke kâfirleri öfkelenip bunu söylediler.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki "ondan önceki" nden murat, kıyamettir.

B- "Ey Resûlüm! Sen, o zâlimler, rablerinin huzurunda mevkuf olarak birbirlerine söz atarken ve zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "siz olmasaydınız, biz mutlaka îman edenler olacaktık" derken, onları bir görsen!.."

Yani ey Resûlüm! Sen, o anketi inkâr edenler, rablerinin huzurunda muhasebe makamında birbirlerine söz atarken ve tâbi olanlar, dünyada büyüklük taslayıp azgınlık ve sapıklıkta başkalarını arkalarından sürükleyenlere: "Eğer sizin bizi saptırmanız ve bizi îman etmekten alıkoymanız olmasaydı, biz, Resûlüllah'a mutlaka tâbi olup îman edenler olacaktık" derken onları bir görsen!..

32

"Büyüklük taslayanlar, zayıf olanlara diyecekler ki: size hidâyet geldikten sonra sizi doğru yoldan biz mi alıkoyduk? Hayır! Suç işleyen, siz idiniz."

Yani dünyada büyüklük taslayanlar, arkalarından giden o zayıfları, kendilerinin îmandan alıkoyduklarını inkâr edecekler ve günahlara dalmış olmaları sebebiyle, onları îmandan alıkoyanın yine kendileri olduklarını ispata çalışacaklar.

33

"Zayıf olanlar da, büyüklük taslayanlara: "Hayır! Bunun sebebi, gece gündüz kurduğunuz hiledir. Hani siz, Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı bize emrediyordunuz" diyecekler. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını isrâr edecekler (gizleyecekler). Biz de, o kâfirlerin boyunlarına halkalar takarız. Onlar ancak işledikleri günahları yüzünden cezalandırılırlar."

A- "Zayıf olanlar da, büyüklük taslayanlara: "Hayır! Bunun sebebi, gece gündüz kurduğunuz hiledir. Hani siz, Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı bize emrediyordunuz" diyecekler."

Yani onların peşinden gitmiş olan zayıflar da, dünyada büyüklük taslayanların iddialarını ret ve iptal konusunda diyecekler ki, hayır! Gece gündüz kurduğunuz hile, biz îmandan alıkoydu.

Onların hilesinden murat, anılan şeyleri emretmelerinin kendisidir. Nitekim "bir zamanlar Mûsâ, kavmine şöyle demişti: ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani o, içinizden Peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı." (Mâide: 20) âyeti de bu kabildendir. Zira Peygamberlerin çıkarılması ve hükümdarlar kılınmaları, Allah'ın bir nimetidir ve hem de nasıl bir nimettir! Yahut onların hilesinden murat, onların emirleriyle beraber teşvik ve uyarı konusunda söylenen ve kendilerini emre uymaya sevk eden başka şeylerdir.

B- "Onlar azabı görünce pişmanlıklarını isrâr edecekler (gizleyecekler)."

Yani anılan iki fırka, azabı gördüklerinde, dalâletlerine ve saptırmalarına duydukları pişmanlıklarını, ayıplanmak korkusuyla birbirlerinden gizleyecekler. Yahut pişmanlıklarını açıklayacaklar, demektir. Zira isrâr kelimesi iki zıt manya gelen kelimelerdendir. Onların haline münasip olan mânâ da, bu ikinci mânâdır.

C- "Biz de, o kâfirlerin boyunlarına halkalar takarız. Onlar ancak işledikleri günahları yüzünden cezalandırılırlar."

Burada, "onların boyunlarına" denilmeyip "o kâfirlerin boyunlarına" denilmesi, onların zemmini teşhir etmek ve boyunlarına halka vurulmayı gerektiren sebebe dikkat çekmek içindir.

34

"Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık zenginleri: "Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi kesinlikle inkâr ediyoruz" demişlerdir."

Bu kelâm-ı kerim, Resûlüllah'ın, kendi kavminden gördüğü tekzipten, getirdiği hak dini inkâr etmelerinden, malların ve evladın çokluğuyla yarışmak istemelerinden, dünya varlıkları ve süsleriyle iftihar etmelerinden, bunlarla mü’minlere karşı kibirlenmelerinden, bunların mü’minlerde bulunmaması sebebiyle onları hor görmelerinden ve "iki fırkadan hangisinin mevkii ve makamı daha güzel?" (Meryem: 73) âyetinden dolayı Resûlüllah'ı teselli ederek şu gerçekleri bildirmektedir: biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık zenginleri, Mekke halkının şımarık zenginlerinin Resûlüllah hakkında söylediklerine benzer şeyler söylemişler; onların Resûlüllah için kurdukları kötü planları gibi planlar kurmuşlar; kendilerince vehmi ve farazi olan ahiret işlerini dünya işlerine kıyaslamışlar; "Allah (celle celâlühü) katinda şerefli olmasaydık, bu dünya güzelliklerini bize vermezdi ve mü’minler de, Allah katinda değersiz olmasalardı, bu dünyanın güzelliklerinden onları mahrum etmezdi" diye iddia etmişler ve davranışlarını bu fikir üzerine bina etmişlerdir.

35

"Yine demişlerdi ki: "Bizim mallarımız ve evladımız daha çoktur ve biz azaba uğratılacak değiliz."

Onların bu sözleri, ya ahiret azabı hiç yoktur, anlamındadır; yahut ahiret azabı olduğu takdirde de, Allah, dünyada kendilerine ikramda bulunduğuna göre, ahirette de kendilerine ihanet etmeyeceği inancına binaendir.

36

"Ey Resûlüm! De ki: muhakkak ki Rabbim, dilediğinin rızkını bol verir ve dilediğinin rızkını kısar. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar."

A- "Ey Resûlüm! De ki: muhakkak ki Rabbim, dilediğinin rızkını bol verir ve dilediğinin rızkını kısar."

Bu kelâm, onların iddiasını ret etmekte, onların boş umutlarını tamamen kesmekte ve kâinat çarkının, üzerinde döndüğü hakkı tahkik etmektedir.

Yani Allah, iki fırka için de, bol rızk vermesini ve rızkı kısmasını gerektirecek bir sebep olmaksızın, dilediğinin rızkını bol verir ve dilediğinin rızkım da kısar. Böylece bazen Allah, isyankârın rızkım bol verir; itaatlinin rızkını ise kısar; bazen de bunun aksini yapar; bazen de her ikisinin de rızkını bol verir; bazen de her ikisinin rızkını da kısar ve bazen de aynı şahsın rızkını zaman, zaman bol verir ve zaman, zaman da rızkını kısar. Allah, bunların hepsini, üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan yüksek iradesinin gereği olarak yapmaktadır. Binaenaleyh sebebi itaat ve itaatsizlik olan mükâfat ve azap işi, rızka kiyaslanamaz.

B- "Fakat insanların çoğu bilmiyorlar."

Yani insanların çoğu bu hakikati bilmedikleri için zannediyorlar ki, bol rızkın sebebi şeref ile üstünlüktür ve rızkın kısılmasının sebebi de önemsenmemektir. Ve insanların çoğu bilmiyorlar ki, bol rızk, çoğu kez istidrâc (bol nimet içinde bulunmakla isyanda ısrar eden kulu yavaş, yavaş ve daha büyük bir azaba yaklaştırmak) yoluyla olmakta ve az rızk da imtihan ve derecelerin yükselmesi için olmaktadır.

37

"Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan şey, mallarınız da değildir; çocuklarınız da değildir. İman eden ve sâlih ameller de yapanlar müstesna; işte onlara, yaptıklarının kat, kat fazlası mükâfat vardır ve onlar yüksek makamlarda güven içindedirler."

Başkasının kelâmını hikâye etmek olmayıp doğrudan, doğruya Allah tarafından yapılan bu değişik hitap, hakkı tahkik ve geçenleri izah içindir.

Yani mallar ve evlat, hiç kimseyi Allah'ın huzuruna yaklaştırmaz. Ancak mallarını Allah yolunda harcayan, evladına hayır öğreten, onları salâh üzere büyüten ve itaatli olmaya hazırlayan sâlih mü’min müstesna, işte bu bahtiyar mü’minlere, yaptıkları sâlih amellerin kat, kat fazlası mükâfat vardır; onların bir iyiliğine karşı on sevap ve daha da fazlası vardır ve onlar Cennetin yüksek makamlarında bütün kötülüklerden güven içindedirler.

38

"Ayetlerimiz hakkında akıllarınca âciz bırakmağa çalışanlar da var ya, işte onlar, azaba ihzar edilmektedir."

Yani âyetlerimiz hakkında ret ve eleştirilerde bulunup Peygamberlerimizi veya bizi âciz bırakmağa çalışanlar var ya, işte onlar, azaba ihzar edilecekler ve güvendiklerinin, kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.

39

"Ey Resûlüm! de ki: Şüphesiz Rabbim, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve dilediğinin rızkını daraltır. Siz Allah yolunda bir şey harcarsanız, o da, onun yerine başkasını verir. Zaten Allah, rızık verenlerin en hayırlisıdır."

Yani ey Resûlüm! De ki: Allah, dilediğinin rızkını zaman zaman genişletir ve zaman, zaman da daraltır. Bu itibarla siz, yoksulluktan korkmayın; Allah yolunda harcayın ve ilâhî esintileri bekleyin. Siz Allah yolunda bir şey harcarsanız, o da, ergeç onun yerine başkasını verir. Zaten Allah, rızk verenlerin en hayırlısıdır; başkaları, gerçek rızk veren olmayıp ancak rızkın ulaşmasında yalnız vasıtadır.

40

"O gün Allah, onların hepsini toplayacak; sonra meleklere: "Size tapanlar bunlar mıydı?" diyecek."

Yani Allah kıyamet günü, dünyada kibir taslayan ile zayıf görülenleri ve o kibir taslayanların, Allah'tan başka taptıklarını toplayacak; sonra, "Ey İsâ! Sen mi beni ve annemi iki ilah edinin! dedin?" (Mâide: 116) âyeti kabilinden müşriklerin kafasına vurmak, onları ilzam etmek ve müşriklerin boş şefaat umutlarını tamamen kesmek üzere meleklere: "size tapanlar bunlar mıydı?" diyecek.

Bu hitap, özellikle, meleklere tahsis edilmiş, çünkü melekler, onların koştukları ortakların en şereflisi ve muhatap olabilenleridir. Bir de, meleklere tapılması, sirkin başlangıcıdır. Binaenaleyh meleklerin mabutluk mertebesinden uzak olmalarının ve müşriklerin ibadetlerinden münezzeh olmalarının anlaşılmasıyla, diğer ortak koştuklarının halleri de haydi, haydi anlaşılmış olur.

41

"Melekler de: "Hâşâ! Seni tenzih ederiz Rabbimiz! Bizim dostumuz onlar değili sensin. Hayır onlar, cinlere, tapıyorlardı; çoğu onlara inanıyorlardı" diyecekler."

Bu kelâm, o zaman meleklere sorulacak sorudan çıkan bir suale cevap mahiyetindedir. Yani melekler de, kendilerini ondan tenzih etmek üzere diyecekler ki; ey Rabbbimiz! Biz, seni tenzih ederiz; bizimle onlar arasında hiçbir dostluk yoktur; bizin yegâne dostumuz sensin. Hayır! Onlar, şeytanlara tapıyorlardı. Nitekim onlar, Allah'tan başkasına tapmak noktasında şeytanlara itaat ediyorlardı.

Melekler, bu sözleriyle, müşriklerin, kendilerine tapmalarına rıza göstermediklerini belirtmek istiyorlar ve hakikatte kendilerine taptıklarım ret ediyorlar.

Bir görüşe göre, şeytanlar, müşriklere melek olduklarını hayal ettiriyorlardı. Bunun için müşrikler onlara tapıyorlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, putlara tapıiırken şeytanlar, putların içine giriyorlardı. Böylece putlara tapıiırken onlara da tapılmış oluyordu.

"Onların çoğu" zamiri, insanları ifâde etmektedir. Yahut müşrikleri ifâde etmektedir ve çoğu, hepsi anlamındadır.

42

"İşte bu gün birbirinize ne fayda, ne de zarar vermeye muktedir değilsiniz. Ve zulmedenlere de diyeceğiz ki: "Yalanlamakta olduğunuz şu ateşin tadım tadın!"

A- "İşte bu gün birbirinize ne fayda, ne de zarar vermeye muktedir değilsiniz."

Bu kelâm da, meleklerin, kendilerini, kâfirlerin onlara isnat ettiklerinden tenzih ve beri edecekleri cevabı verdiklerinde meleklere söylenecek, olanlara dâhildir. Meleklere tapanlara, taptıklarının âciz ve eksik olduklarını göstermek ve onlara tapanların umutlarını tamamen kesmek için, şahitlerin huzurunda bu şekilde meleklere hitap edilecektir.

Onların birbirlerine zarar vermeleri söz konusu değil iken, bunun da zikredilmesi, aczi genelleştirmek içindir, yahut kendileri taptıkları takdirde birbirlerine fayda vermeye ve tapmadıkları takdirde de birbirlerine zarar vermeye muktedir olmayacaklardır, demektir. Yahut da zarar vermekten murat, zararı önlemektir.

Onların birbirlerine fayda ve zararlarının olmaması, mutlak ve her zaman olduğu halde, bunun kıyamet gününe bağlanması, müşriklerin, o gün kendilerine faydaları olacağını umdukları içindir.

B- "Ve zulmedenlere de diyeceğiz ki: "yalanlamakta olduğunuz şu ateşin tadını tadın!"

Bu cümle, "o gün Allah, meleklere diyecek ki..." cümlesi üzerine atıftır, (zira anılan cümle, o gün meleklere diyeceğiz ki, anlamındadır.) Yoksa kimilerinin dediği gibi, bundan önceki cümle üzerine atıf değildir. Zira bundan önceki cümle, meleklerin hikâye edilen cevaplarına bağlı olarak, kendilerine hitaben kıyamet günü söylenecek olanlardandır. Bu cümle ise, meleklere söylenecek olanlar hikâye edildikten sonra, o gün, meleklere tapanlara söylenecek olanların, Resûlüllah'a hikâye edilmesidir. Yani onların hepsim toplayacağımız, sonra meleklere şöyle, şöyle diyeceğimiz, onlar da şöyle, şöyle diyeceği ve biz, müşriklere de: "yalanlamakta olduğunuz şu ateşin tadını tadın" diyeceğimiz kıyamet günü, sözlerle ifâde edilmesi mümkün olmayan korkunç haller olacaktır.

43

"Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, onlar demişlerdi ki: "Bu, sizi babalarınızın taptıkları ilâhlardan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir. Yine demişlerdi ki: bu Kur’ân da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir."

A- "Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, onlar demişlerdi ki: "Bu, sizi babalarınızın taptıkları ilâhlardan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir."

Bu kelâmda, o kâfirlerin diğer bazı küfür çeşitleri beyan edilmektedir. Yani tevhidin hak, şirkin ise bâtıl olduğunu ifâde eden bizim apaçık âyetlerimiz, Resûlüllahin lisanıyla onlara okunduğu zaman, onlar demişlerdi ki: "Muhammed, bizi atalarımızın taptıkları ilâhlardan alıkoymak ve kendi dinine bağlamak isteyen bir adamdan başkası değildir. Yoksa onun iddia ettiği ilâhî bir din değildir."

Bunu söyleyen kâfirlerin, babaları muhataplara izafe etmeleri (babalarınızın) ve kendi nefislerine izafe etmemeleri (babalarımızın, dememeleri), onları şirk üzere bırakmak ve tevhitten nefret ettirmek gayretiyle asabiyet damarlarını tahrik etmek içindir.

B- "Yine demişlerdi ki: bu Kur’ân da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir."

Yani o kâfirler şunu da söylemişlerdi: bu Kur’ân da, aslında doğru olduğuna dâir hiçbir delil toktur; o, uydurulmuş bir yalandan başka bir kitap değildir.

Yine kâfirler, hak kendilerine geldiğinde demişlerdi ki: "bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir."

Yani o kâfirler, Peygamberlik, yahut İslam, yahut Kur’ân - buna göre, bundan önce geçen Kur’ân'dan mânâsı, burada ise, onu mucize nazmı kastedilir- kendilerine geldiğinde hiç düşünüp tetkik etmeden demişlerdi ki:

Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.

Âyetin ifâde tarzında ve kâfirlerin sarih olarak zikredilmelerinde, o kâfirlerin iddialarına pek büyük bir inkâr ve taaccüp anlamı vardır.

44

"Halbuki biz, daha önce onlara okuyacakları kitaplar da vermemiştik ve senden önce onlara bir uyarıcı da göndermemiştik."

Yani halbuki biz daha önce, Allah'a ortak koşmalarına delil içeren kitaplar da vermemiştik. Nitekim diğer iki âyette de şöyle denilmektedir: "yoksa kendilerine bir kesin delil indirdik de, o delil, ortak koşmalarını mı söylüyor?" (Rûm: 35), ’Yoksa bundan önce kendilerine bir kitap verdik de, ona mı tu tünüyorlar?" (Zuhruf: 21)

Ve senden önce onlara, kendilerini bu şirk dinine davet eden ve şirk koşmadıkları takdirde onları azap ile korkutan bir Peygamber de göndermemiştik. Ve daha önce de, şirkin hiçbir gerekçesi olmadığı anlaşılmıştır. Şu halde onlar, nereden bu bâtıl yolu tutmuşlardır!

Bu ilâhî ifâde, o müşriklerin son derece cahil ve sefih olduklarını bildirmektedir. Bundan sonraki kelâmda ise Allah, onları tahdit etmektedir.

45

"Daha önce gelip geçen imansız milletler de Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlar ise, onlara verdiğimiz şeylerin onda birine erişmiş değillerdi. İşte onlar, Peygamberlerini inkâr ettiler. Ama benim de onları inkâr etmem, nasıl oldu!.."

A- "Daha önce gelip geçen îmansız milletler de Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlar ise, onlara verdiğimiz şeylerin onda birine erişmiş değillerdi."

Yani bu kâfirler de, daha önce gelip geçen imansız eski ümmetler gibi kendilerine gönderilmiş Peygamberi yalanladılar. Bu kâfirler ise, o eski kâfirlere verdiğimiz gücün, uzun ömrün ve çok malın onda birine bile erişmemişlerdir. Yahut o eski kâfirler, bu kâfirlere verdiğimiz mucizelerin ve hidâyet delillerinin onda biline bile erişmemişlerdi.

B- "işte onlar, Peygamberlerini inkâr ettiler. Ama benim de onları inkâr etmem, nasıl oldu!.."

Yani evet, onlar, Peygamberlerini inkâr ettiler. Ama ben de, onları yerle bir etmekle kendilerini inkâr ettim. O halde bu kâfirler, benzen bir akıbetten sakınsınlar.

46

"Ey Resûlüm! Onlara de ki: "Size bir tek öğüt veriyorum:

Allah için ikişer, ikişer ve teker teker kalkın; sonra düşünün. Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan önce sizi uyaran bir paygamberdir."

A- "Ey Resûlüm! Onlara de ki: "Size bir tek öğüt veriyorum: Allah için ikişer, ikişer ve teker teker kalkın; sonra düşünün. Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur!"

Yani ikişer, ikişer ve teker, teker Resülullah'ın meclisinden kalkın. Yahut şüphe ve taklitten yüz çevirerek halisen Allah rızası için kendiniz bu işe verin; sonra, hak ve hakikati anlamak için, Peygamberin davasını ve onun getirdiklerini iyice düşünün. Zira izdiham, kafaları, fikirleri vahimlerle karıştırır.

Âyette önce "ikişer ikişer" in zikredilmesi, bunun, itminan için daha uygun ve sağlam olduğunu bildirmek içindir.

B- "Arakadaşınizda hiçbir delilik yoktur."

Bu kelâm, başkasının sözünü hikâye etmek olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından sevk edilmekte olup şu noktayı tefekkür etmeye dikkat çekmektedir: dünya ile ahiret hayatının bağlı olduğu bu kadar büyük bir iddiaya kalkışmak, ya kendisinden kesin delil talep edilip de aczi ortaya çıktığında rezil-rüsva olmaya aldırış etmeyen bir delinin işidir, yahut Allah tarafından desteklenen, Peygamberlik için hazırlanmış bulunan ve hüccetine, kesin deliline güvenen beşer üstü bir insanın işidir. Ve siz, Muhammed'in en akıllı, en doğru sözlü, en nezih ruhlu, en yüksek bilgiye sahip, en güzel davranişli ve beşerî kemâlleri en çok kendisinde toplamış bir insan olduğunu bildiğinize göre, davasında onu tasdik etmeniz gerekir. Nasıl onu tasdik etmeyeceksiniz ki, bütün bu hârika vasıflarına bir de, karşısında sağır dağların bile secde ettiği mucizeleri de eklenmiştir.

Âyetin bu cümlesi, makabli ile bağlantılı da olabilir. Yani sonra düşünün; o zaman anlayacaksınız kı, sizin arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur.

Anılan cümlenin istifham şeklinde olması de caizdir. Yani sonra düşünün, deliliğin hangi işaret onda vardır?

C- "O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan önce sizi uyaran bir peygamberdir."

Bu azap, ahiret azabıdır. Zira hadiste belirtildiğine göre Peygamberimiz, kıyametin ne seminde (kıyamet rüzgârlarının ilk esintilerinde, yahut kıyametin ilk alametlerinin gerçekleştiği bir zamanda, yahut kıyamete yakın Allah'ın, son âdem oğulları ümmetini yarattığı dönemde) gönderilmiştir.

47

"De ki: Ben sizden ne ücret istemişsem, o, sizin olsun. Benim ücretim yalnız Allah'a aittir. Zaten o, her şeye hakkıyla şahittir."

A- "De ki: Ben sizden ne ücret: istemişsem, o, sizin olsun."

Yani ben, Peygamberliğime karşılık sizden ne ücret istemişsem, o, sizin olsun.

Bundan murat, Peygamberimizin, hakkı, tebliğ etmeye karşılık onlardan hiçbir ücret istememsidir.

Diğer bir görüşe göre ise, sizden istediğim ücret, o, sizindir, demektir ve bu ücretten şu âyetlerde istenen şey kastedilmektedir: "de ki: buna karşılık sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanızdan başka her hangi bir ücret istemiyorum." (Furkan: 57), "de ki: ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." (Şûra: 23) nitekim onların Allah'a doğru bir yol tutmaları, onların en büyük menfaatidir ve Peygamberimizin akrabaları, onların da akrabalarıdır.

B- "Benim, ücretim yalnız Allah'a aittir. Zaten o, her şeye hakkıyla şahittir."

Yani Allah, her şeye muttalidir; benim sadakatimi ve niyetimin halis olduğunu bilmektedir.

48

"De ki: şüphe yok ki, Rabbim, hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybleri hakkıyla bilendir."

Yani ey Resûlüm! Onlara de ki: benim Rabbim, hakkı, kullarından seçtiği kimseye indirir. Yahut hakkı bâtılın üstüne atar ve bâtılı yok eder. Yahut Rabbim, hakkı her tarafa atıp yayar. Bu görüşe göre, bu kelâm, İslam'ı galip kılmak ve hak kelimesini yüceltmek vaadidir.

49

"Ey Resûlüm! De ki: hak geldi. Zaten bâtıl, ne bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir."

Yani ey Resûlüm! Onlara de ki: İslam ve tevhit geldi. Artık şirk tamamen gitti; hiçbir eseri kalmadı.

Diğer bir görüşe göre ise, burada bâtıl, İblis veya puttur. Yani İblis veya put, hiçbir şeyi yaratıp meydana getiremez ve hiçbir şeyi de geri getiremez. Yahut İblis veya put, kendi taraftarlarına ne bir hayır meydana getirebilir, ne de bir hayır geri getirebilir.

50

"De ki: ben eğer sapmış isem, kendi nefsim aleyhine sapmışım demektir. Ve eğer hidâyete ermiş isem, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur’ân sayesindedir. Şüphesiz o, her şeyi işitendir ve pek yakındır."

A- "De ki: ben eğer sapmış isem, kendi nefsim aleyhine sapmışım demektir. Ve eğer hidâyete ermiş isem, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur’ân sayesindedir."

Yani ey Resûlüm! Yine onlara de ki: eğer ben hak yoldan sapmış isem,

benim dalâletimin vebali kendi nefsime aittir. Zira bu, nefsim sebebiyle olmuş olur. Çünkü bizzat cahil olan ve kötülüğü emreden nefistir. Ve eğer hidâyete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahiy etmekte olduğu Kur’ân sayesindedir. Zira hidâyet, Allah'ın yol göstermesi ve muvaffak kılma siyla mümkün olmaktadır.

B- "Şüphesiz o, her şeyi işitendir ve pek yakındır."

Binaenaleyh Rabbim, bütün hidâyete erenlerin ve dalâlette kalanların sözlerini bilmektedir.

51

"Ey Resûlüm! Korkuya düştükleri zaman, onları sen bir görsen!.. Artık kurtuluş yoktur. Ve onlar yakın bir yerden alınıp götürüleceklerdir."

A- "Ey Resûlüm! Korkuya düştükleri zaman, onları sen bir görsen!.."

Yani ölüm, yahut yeniden dirilme anında, yahut Bedir Savaşında korkuya düştükleri zaman...

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Seksen bin kişilik bir ordu, Kabe'yi yıkmak için savaşmak üzere yola çıkacaklar. Nihayet (Mekke ile Medine arasında bulunan) beydâ' denilen yere vardıklarında yerin dibine geçirilecekler."

Bu cümlede şartın cevap cümlesi hazfedilmiştir. Yani onları o zaman görsen, çok korkunç bir şey görmüş olurdun.

B- "Artık kurtuluş yoktur. Ve onlar yakın bir yerden alınıp götürüleceklerdir."

Yani o zaman artık onlar, kaçmakla veya korunaklara çekilmekle kurtulamayacaklardır. Ve onlar yeryüzünde, yahut mahşer yerinden alınıp Cehenneme götürüleceklerdir. Yahut onların cesetleri, Bedir çölünden alınıp Bedir kuyularına götürüleceklerdir. Yahut yerin dibine batırıldıkları zaman ayaklarının altından yakalanacaklardır.

52

"Ve iş işten geçtikten sonra: "Muhammed'e inandık" demişlerdir. Ama uzak bir yerden bu kolaycılık, onlar için nasıl mümkün olur!"

Yani uzak bir yerden böyle kolaycılık nasıl mümkün olur! Zira îman teklif ortamında olur. Onlar ise, bundan çok uzak bir yerde bulunuyorlar.

53

"Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutmuşlardı."

Yani onlar daha önce teklif zamanında Hazret-i Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem), yahut kendilerini uyardığı şiddetli azabı inkâr etmişlerdi ve Resûlüllah'a, şiir, büyü ve yalan gibi ondan uzak olan şeyleri nispet ederek asılsız zanlarda bulunuyorlar ve bilmedikleri konularda onu eleştiriyorlardı. Halbuki onun getirdiği Kur’ân, en çok şiirden ve büyüden ve yakın, uzak herkesçe bilindiği üzere, onun adetinden en uzak olan yalandır.

Yahut anılan azap hakkında böyle asılsızca atıp tutuyorlardı.

Diğer bir kıra ete göre âyetteki "atma" fiili, meçhul kipi olarak okunmuştur. Yani bunlar, şeytan tarafından onlara atılıp telkin ediliyordu.

54

"Artık önceleri benzerlerine yapıldığı gibi kendileriyle arzu ettikleri şey arasında engel çekilmiştir. Şüphe yok ki, onlar, kararsızlığa sevk eden bir şüphe içindeydiler."

Yani artık kendilerinden önce benzerleri olan eski kâfir ümmetlere yapıldığı gibi, kendileriyle îman ve Cehennem azabından kurtuluş gibi arzu ettikleri saadetler arasında engel çekilmiştir. Şüphe yok ki, onlar, karasızlığa düşüren, yahut kararsızlık içeren bir şüphe içindeydiler. Birinci mânâ, başkasını şüpheye düşüren içindir; ikinci mânâ da, şüphe sahibi içindir. Allahü alem / Allah celle celâlüh, herkesten iyi bilir.

Resûlüllah'tan rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Sebe' sûresini okursa, kıyamet günü bütün Resul ve Nebi Peygamberler, onun arkadaşı olup elinden tutarlar."

0 ﴿