FÂTIR (MELÂİKE) SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur; 45 âyettir.

1

"Bütün gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlılar olarak elçiler kılan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediğini arttırır. Şüphesiz Allah, her şeye Kaadirdir."

A- "Bütün gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlılar olarak elçiler kılan Allah'a hamdolsun."

Yani bütün gökleri ve yeri, örnek alacağı bir misal ve yol gösteren bir kanun olmaksızın yoktan var eden, vahiy, ilham ve sâdık rüya ile kullarına mesajlarım tebliğ etmek için melekleri kendisiyle Peygamberleri ve sâlih kulları arasında vasıtalar kılan Allah'a hamd olsun.

Yahut Allah, bu melekleri kendisiyle bütün yaratılmışlar arasında da elçi ve vasıta İçilmiştir. Nitekim melekler, Allah'ın kudretinin ve icraatının eserlerini bütün yaratılmışlara ulaştırırlar.

Bu melekler, mertebelerine göre kanadarinın sayıları da değişik olup bu kanatlarla inerler ve yükselirler. Yahut kanatlarıyla sürat yaparlar. Yani meleklerden bir sınıf var ki, bunların iki kanadı var; diğer bir sınıfın ise üçer kanadı var; bir diğer sınıf var ki, dörder kanadan var.

Rivâyet olunuyor ki, meleklerden altı kanatlı bir sınıf da vardır. Bunlar, iki kanatlarıyla bedenlerini taşırlar. İki kanatlarıyla da uçarlar. Diğer iki kanadariyla da Allah'tan haya ederek yüzlerini örterler.

Resûlüllah'tan rivâyet olunduğuna göre, kendisi, miraç gecesi Hazret-i Cebrâîl’i altı yüz kanatlı olarak görmüştür.

Yine rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Cebrâîl’i gerçek suretinde görmek istediğini ona söylemiş. Cebrâîl : "Sen buna dayanamazsın" demiş. Fakat Peygamberimiz, ona: "Gerçek suretinde bana görünmeni mutlaka istiyorum" demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz, bir gece ay ışığında araziye çıkmış ve Cebrâîl (aleyhisselâm) de, gerçek suretinde ona görünmüş. Peygamberimiz, onu görünce bayılmış. Sonra ayddığmda Cebrâîl , kendine yaslanmıştı ve bir eli göğsünde, diğer eli de omzunda bulunuyordu. Peygamberimiz: "SübhanAllah! Ben şimdiye kadar hiç böyle bir mahluk görmemiştim" dedi. Cebrâîl de: "Pek iyi, sen İsrafil'i görsen, ne derdin? Onun iki kanadı vardır. Onun bir kanadı güneşin doğduğu yere kadar, bir kanadı da güneşin battığı yere kadar uzanıyor. Arş da onun omzunda olur. Ve zaman, zaman Allah'ın azameti karsısında o kadar küçülüyor ki, bir küçük serçe haline geliyor.

B- "O, yaratmada dilediğini arttırır."

Bu cümle, makablinde zikredilen meleklerin kanaüarın sayısı cihetinden hallerinin değişik olduğunu izah etmekte ve bunun, meleklerin zâdarmdan ileri gelen bir husus olmayıp ilâhî iradenin hükümlerinden olduğunu bildirmektedir. Zira bu cümle, genel bir hükmün beyanı olup bize bildiriyor ki, Allah, hangi yaratık olursa olsun, dilediği her mahlukta, iradesinin ve hikmetinin gereği olarak, ifâde edilemeyecek kadar sayısız hususları arttırır. Peygamberimızden rivâyet olunan hadislerde, güzel yüz, güzel ses ve güzel saç gibi bazı hususların zikre tahsis edilmesi, bazı malûm vasıfların temsil yoluyla beyanı kabilindendir; yoksa vasıflar bundan ibaret olduğu için değildir.’

C- "Şüphesiz Allah, her şeye Kaadirdir."

Bu kelâm, tahkik yoluyla mezkûr hükmün illetini beyan etmektedir. Zira Allah'ın kudretinin, bütün eşyaya şamil olması, O'nun dilediği her şeyi arttirabilmeyi açıkça gerektiren bir hakikattir.

2

"Allah'ın insanlara açacağı her hangi bir rahmeti hiç kimse tutup engelleyemez. O'nun tuttuğu rahmeti de O'ndan sonra hiç kimse salıveremez. Zaten o, yegâne Azîz'dir."

A- "Allah'ın insanlara açacağı her hangi bir rahmeti hiç kimse tutup engelleyemez. O'nun tuttuğu rahmeti de O'ndan sonra hiç kimse salıveremez."

İlâhî rahmet hakkında açmak fiilinin kullanılması, yarışmacıların, uğruna yarıştıkları hazinelerin en değerlisi ve erişilmesi en aziz olduğunu bildirmek içindir.

Yani Allah, rahmet hazinesinden nimet, sağlık, güvenlik, ilim, hikmet ve diğer sayısız iyiliklerden her hangi biri gibi bir şey açarsa, hiç kimse, onu tutup engelleyemez ve O'nun tuttuğu rahmeti de, o, tuttuktan sonra hiç kimse onu salıveremez.

B- "Zaten o, yegâne Azîz'dir.

Yani Allah, rahmetini açmak ile tutmanın da dâhil olduğu bütün işlerden her dilediğine galiptir. Ve o, hakîm'dir; hikmet ve maslahatın gereği olan her işi gerçekleştirmektedir.

Bu cümle, makabli için açıklayıcı bir zeyil mahiyetinde olup rahmetini açmanın da, onu tutmanın da, kâinat çarkının, üzerinde döndüğü hikmetinin gereği olduğunu bildirmektedir.

3

"Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın.

Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratan var mıdır? O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?"

A- "Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın."

Bundan önce Allah, bütün kâinatın yegâne mucidi ve mutasarrıfı olup hiçbir kimsenin kâinatta hiçbir şekilde müdahale imkânı olmadığını beyan buyurduktan sonra burada da bütün insanlara, yahut özellikle Mekke halkına, nimetlerine şükretmelerini emir buyurmaktadır.

Yani ey insanlar! Allah'ın size olan nimetlerinin hakkını bilmek, onları itiraf etmek ve ibadet ile itaatleri nimetlerin sahibine tahsis etmek suretiyle bu nimetlerin hakkını gözetin ve koruyun.

B- "Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir varatan var mıdır? O'ndan başka hiçbir İlah yoktur."

Allah'ın nimetleri, çok çeşitli olmakla beraber, hepsi icat nimeti ile bakı kılma nimetine münhasır olduğu için, cevabında "evet" demenin imkânsız olduğu inkâr istifhamı yoluyla, Allah'tan başka bu iki nimetin kaynağı olmadığı bildirilmektedir.

Yani Allah'tan başka, gökten yağmur yağdırarak ve yerde ürün meydana getirerek size rızk verecek başka bir yaratan var mıdır?

C- "O halde nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?"

Yani Allah'ın yegâne İlâh, yegâne yaratan ve yegâne rızk veren olduğu apaçık anlaşıldığına göre, o halde nasıl oluyor da tevhitten şirke döndürülüyorsunuz?

4

"Ey Resûlüm! Seni eğer yalanlıyorlarsa, üzülme; çünkü senden önce de peygamberler yalanlanmıştır. Zaten bütün işler ancak Allah'a döndürülür."

A- "Ey Resûlüm! Seni eğer yalanlıyorlarsa, üzülme; çünkü senden önce de peygamberler yalanlanmıştır."

Burada hitap değişikliği yapılarak, insanlara yapılan iki hitap arasında hitabın Peygamberimize tevcih edilmesi, önce, bu musibetin genel olduğu bildirilerek Peygamberimizin acilen teselli edilmesi, ikinci olarak da, mükâfat ve ceza vaatlerine işaret edilmesi içindir.

Yani ey Resûlüm! Sen onlara kesin delil ikame ve kendilerini ilzam, ettikten sonra da o kâfirler, kendilerine tebliğ ettiğin apaçık hakkı yalanlamaya devam ettiler. Artık sen de, kendi kavimlerinden gördükleri haksızlıklara sabır gösteren eski peygamberleri örnek al, demektir. Bunun âyette zikredilmemesi, sebebin zikriyle sebep konusunu zikrinden iktifa edildiği içindir.

Âyetin metninde "rusul — peygamberler" kelimesinin nekire (nekre / tarifsiz) olarak zikredilmesi, ziyadesiyle teselliyi ve sabrı gerektiren tazim içindir. Yani senden önce de nice sânları yüce peygamberler yalanlanmiştır.

B- "Zaten bütün işler ancak Allah'a döndürülür."

Yani bütün işler, başkasına değil, ancak Allah'a döndürülür; o, senin de ve onların da içinde bulunduğunuz hallerin ve ezcümle senin sabrının ve onların tekzibinin karşılığını verecektir.

Âyette, mükâfat ve ceza zikredilmeyıp yegâne merciin Allah olduğunun zikriyle iktifa edilmesi, mükâfat ve ceza vaatlerinin pek ağır olduklarını açıkça bildirmektedir.

5

"Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Artık dünya hayatı sakın, sizi aldatmasın. Ve o aldatkan şeytan da Allah hakkında sizi sakın, aldatmasın!"

A- "Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Artık dünya hayatı sakın, sizi aldatmasın."

Yani ey insanlar! Allah'ın (celle celâlühü) yeniden diriltme ve ceza ile mükâfat verme vaadi haktır; mutlaka gerçekleşecektir; Allah'ın bu vaadinden cayması imkânsızdır. Artık dünya hayatının nimetlerinden faydalanmak ve onun eğlenceli hayatına dalmak, sakın, sizi bu ilâhî vaadin gerçekleşeceği gün sizin için çok önemli olan o ebedî hayata hazırlık yapmaktan alıkoymasın.

Âyetteki nehy (yasak), zahiren dünya hayatına tevcih ediliyorsa da, hakikatte murat olan, insanların dünya hayatına aldanmamalarıdır. Nitekim "ey kavmim! Bana karşı düşmanlığınız, sakın, size de bir musibet getirmesin!" (Hûd: 89) âyeti bu kabildendir.

B- "Ve o aldatkan şeytan da Allah hakkında sizi sakın, aldatmasın!"

Yani o çok aldatan şeytan da, Allah'ın affına ve keremine sakın, sizi güvendirip aldatmasın; siz günahlarda ısrar ederken, şeytan, size: "siz istediğinizi yapın; çünkü şüphesiz Allah (celle celâlühü), gafûr'dur; bütün günahları bağışlar" deyip de sizi salan, Allah'ın mağfiretiyle umutlandırmasın. Zira Allah'ın, günahları bağışlaması haddi zâtında mümkün ise de, bu umutla günahları işlemek, tabiat onu önler diye zehir içmek gibi intihar kabilinden olur.

Âyette "sakın, aldatmasın" fiilinin iki kere tekrarlanması, mânâyı kuvvetle ifâde etmek (mübalağa) içindir. Bir de, iki aldatma keyfiyetleri farklı olduğu içindir. (Birincisinde aldatan dünya hayatı, ikincisinde şeytan.)

6

"Çünkü o şeytan gerçekten size bir düşmandır. Artık onu düşman tanıyın. O kendi tayfasını ancak Cehennemliklerden olmaya çağırır."

A- "Çünkü o şeytan gerçekten size bir düşmandır. Artık onu düşman tanıyın."

Yani çünkü şeytan, sizin kadim düşmaninizdır. Artık siz, itikatlarınızda, fiillerinizde ona muhalefet edin ve bütün hallerinizde ona karşı dikkatli olun.

B- "O kendi tayfasını ancak Cehennemliklerden olmaya çağırır."

Bu cümle, bir hakikate dikkat çekerek, şeytanın düşmanlığını açıklamakta ve onun itaatinden sakmdırmaktadır: Şeytanın, taraftarlarım nefsî hava ile heveslere uymaya ve dünya zevklerine dalmaya çağırması, dünyada birbirlerini sevenlerin, birbirlerinin ihtiyacına, işine koşması gibi onların dünyevî taleplerini ve menfaatlerini tahsil etmek için değil, fakat onları, hiç ummadıkları şekilde batırmak ve ebedî azaba atmak içindir.

7

"Kâfirler var ya, çetin bir azap onlar içindir. İman edip sâlih ameller de yapanlar var ya, mağfiret ve büyük bir mükâfat onlar içindir."

Yani kâfirler var ya, küfürleri, şeytanın çağrısına kulak verip onun yolundan gitmeleri sebebiyle, anlatılamayacak kadar korkunç ve sonsuz bir azap onlar içindir. İman edip sâlih ameller de yapanlar var ya, îmanları, sâlih amelleri ve ezcümle şeytanı düşman bilmeleri sebebiyle büyük bir mağfiret ve sınırsız bir mükâfat onlar içindir.

8

"Şimdi, kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, bu bahtiyarlar gibi mi? Asla! İşte Allah, şüphe yok ki, dilediğini şaşırtır, dilediğini de hidâyete erdirir. Öyleyse ey Resûlüm! Onlar için üzülerek kendini helâk etme. Muhakkak ki, Allah, onların ne yaptıklarını bilmektedir."

A- "Şimdi, kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, bu bahtiyarlar gibi mi? Asla! İşte Allah, şüphe yok ki, dilediğini şaşırtır, dilediğini de hidâyete erdirir. Öyleyse ey Resûlüm! Onlar için üzülerek kendini helâk etme."

Bu kelâm, ya geçen farklılığın, yani iki fırkanın akıbeti arasındaki apaçık farkın, İbu akıbetlere sebep olan hallerini beyan, ederek izah içindir. Yani iki fırkanın hali zikredildiği gibi olduktan sonra, küfür, şeytan tarafından kendisine cazip gösterilip de içine dalan kimse, küfrü çirkin görüp de ondan sakınan ve îman ile sâlih ameli tercih eden kimse gibi olur mu ki, akıbetleri böyle olmasın. Bu tefsire göre, "İşte Allah, şüphe yok ki, dilediğini şaşırtır..." cümlesi, hepsinin Allah'ın iradesiyle olduğunu beyan ederek, makablini açıklamakta ve hakkı tahkik etmektedir. Yani zira o, dalâleti güzel görüp sevdiği ve tercihim o yönde yaptığı için Allah da, onu saptırarak Esfel-ı Sâfıline (aşağılar aşağısına) döndürür. Ve yine Allah, tercihini hidâyet için kullanan kimseyi de hidâyete erdirerek onu da yüceler yücesine yükseltir.

Yahut bu kelâm, ondan sonra gelecek, Peygamberimizin, onlar müslüman olmadılar diye kendileri için üzülmemesi emrine bir ön hazırlık olup onların buna lâyık olmadıklarını, aksine durumlarına hiç aldırmamaya müstahak olduklarını beyan etmektedir. Yani ey Resûlüm! Onların hali böyle olduktan sonra mı onlara hayıflanıp üzüleceksin? demektir. Bunlar hazfedilmiş, çünkü "öyleyse onlar için üzülerek kendini helâk etme" cümlesi, buna açıkça delâlet etmektedir.

Yahut da bu kelâm, Peygamberimizi, müslüman olmaları için gösterdiği şiddetli hırstan ve onları İslam'a davette harcadığı aşırı gayretten vazgeçirmeye bir ön hazırlık olup küfrü gayet güzel gördükleri için, kendilerini küfürden vazgeçirmenin imkânsız olduğunu beyan etmektedir. Yani bu zikredilenlerden sonra, Şeytan tarafından küfür kendisine süslü gösterilen ve kendisi de onu güzel görüp de küfre, batan kimse, artık hidâyeti kabul eder mi ki, sen, onun müslüman olmasını umuyorsun da, onu İslam'a çağırmakta bu kadar kendini yoruyorsun? İşte burada bunlar hazfedilmiş, çünkü geçen "Allah, şüphe yok ki, dilediğini şaşırtır..." cümlesi, buna delâlet etmektedir. Zira mezkûr kimse de, Allah'ın, şaşırtmak dilediği kimselerdendir. Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim hidâyete erdirebilir! Ve onlar için hiçbir yardımcı da yoktur.

B- "Muhakkak ki, Allah, onların ne yaptıklarını bilmektedir."

Yani Allah, onların işledikleri çirkinlikleri kesinlikle bilmektedir.

Bu cümle, mezkûr her üç tefsire göre de, makablinin illetini bildirmektedir. Ayrıca bir tehdit içermektedir.

Ibnl Abbas'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Bu âyet, Ebû Cehil ile Mekke müşrikleri hakkinda nazil olmuştur."

9

"Allah O'dur ki, rüzgârları gönderir de, bulutu harekete geçirir. İşte biz onu hayatsız bir bölgeye sevk etmişizdir de, ölümünden sonra toprağı onunla diriltmişızdir. İşte ölülerin yeniden dirilmeleri de böyledir."

Burada "onunla", zamiri, yağmuru ifâde etmektedir. Yağmurun zikri geçmemiş ise de, hariçte olduğu gibi, zihinde de yağmur ile bulut arasında bir bağlantı vardır. Yahut anılan zamir, bulutu ifâde eder; çünkü bulut, sebebin sebebidir.

"Ölümünden sonra", toprağın kurumasından sonra demektir.

Âyette, Allah'a mahsus olduklarını ifâde eden fiilin azamet kipleri kullanılmış (sevk etmişizdir, diriltmişiz dir), çünkü anılan her iki fiilde de büyük bir faaliyet vardır. Bir de, "işte ölülerin yeniden dirilmeleri de böyledir" cümlesiyle ifâde edilen toprağı ihya etmek ile ölülerin yeniden diriltilme!eri arasındaki benzerliğin ikmal edilmesi için. Yani tam manâsıyla ilâhî kudrete mahsus olmak konusunda o diriltme de, bu diriltme gibidir; ölülerin diriltilmeleri de, kudret dâhilinde olmak ve gerçekleşmesinin kolay olması bakımından bu sizin gördüğünüz toprağın ihyası gibidir; aralarında hiçbir fark yoktur; sadece siz, birincisine alışıksınız; ikincisine değilsiniz demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, diriltmenin keyfiyetinde bu benzerlik vardır: Kıyamet günü Allah, arşîn altından bîr su indirecek de, o sudan, ölülerin bedenleri bitecektir.

10

"Kim izzet, şeref istiyor idiyse, bilsin ki, bütün izzet, ancak Allah'ındır. Güzel sözler ve sâlih amel mutlaka O'na yükselir. O, onu yükseltir. Kötülüklerin tuzaklarını kuranlar yok mu, çok çetin bir azap onlar içindir ve onların tuzağı mutlaka boşa çıkacaktır."

A- "Kim izzet, şeref istiyor idiyse, bilsin kı, bütün izzet, ancak. Allah'ındır."

Bunu isteyenler, putlara tapmakla izzet arayan müşriklerdi. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "onlar, kendilerine izzet vesilesi olsun diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler." ( (Meryem: 81) bir de, kâfirleri dilleriyle, dost edinen mü’minler idi. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "mü’minlerden başka kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar." (Nisa: 139)

Yani anılan müşrikler ve mü’minler gibi kim izzet sahibi olmak için uğraşıyorsa, bilsin ki, dünya ve ahiret izzeti, başkasının değil, yalnız Allah'ındır. Şu halde onlar, izzeti başkasından değil, Allah'tan istesinler.

Âyette "izzeti Allah'tan istesinler" ifâdesinin zikredilmeyip delilinin zikriyle iktifa edilmesi, izzetin Allah'a (celle celâlühü) mahsus olmasının, izzet talebinin de O'na tahsis edilmesini gerektirdiğini bildirmek içindir.

B- "Güzel sözler ve sâlih amel mutlaka O'na yükselir. O, onu yükseltir."

Bu kelâm-ı kerimde, kendisiyle izzet istenen şeyler beyan edilmektedir ki, bunlar tevhit ve sâlih ameldir. Bunların Allah'a yüksemıesi, mecazî olup Allah'ın, onları kabul buyurması demektir. Yahut amel kâtipleri meleklerin, onların yazıldığı sayfalarıyla Allah katına yükselmeleri demektir. Âyetin, hasır bildirmesi gereken ifâde, tarzı, Allah'ın buna kâmil bir önem verdiğim bildirmek içindir. Nitekim "Allah'ın, kullarının tevbelerini mutlaka kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini... hâla bilmezler mi?" (Tevbe: 104) âyeti bu kabildendir.

Yani kendileriyle izzet, talep edilen güzel sözler, yalnız, kulların amellerini yazmakla vazifeli meleklere ulaşmakla kalmayıp onlar, mutlaka Allah'a (celle celâlühü) ulaşırlar. Amellerin sahiplerine izzet veren, onların dileklerini kabul eden, yegâne Allah'tır.

"O, onu yükseltir" ifâdesindeki zamir, tevhit demek olan güzel sözleri ifâde etmektedir. Zira amellerin kabul edilmelerinin ana sebebi tevhittir.

Yahut anılan zamir, sâlih amel ifâde etmektedir. Zira îmanı tahkik ve takviye eden odur ve yüksek derecelere, ancak ameller ile erişilir.

Âyetin metnindeki yükselme anlamına gelen fiil, diğer bir kırâete göre "yus'ıd/ yükseltir" olarak okunmuştur. Buna göre yükselten, Allah'tır, yahut o sözleri söyleyendir veyahut melektir.

Diğer bir görüşe göre ise, "tayyib kelim — güzel sözler", zikir, duâ, istiğfar ve Kur’ân okumayı da kapsamaktadır.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre, şöyle buyurmuştur: "Tayyib kelim, "Sübhanallah ve'l hamdü li'llah ve lâilâhe illa'llah ve'llahü ekber / Allah'ı tesbih ederim; Allah'a hamdederim ve Allah'tan başka İlâh yoktur ve en büyüktür." Bir kul bunları söylediği zaman, melek, bunu alıp göklere yükselir ve onu Rahman Allah'ın huzuruna arz eder. Eğer bu adamın sâlih ameli yoksa, Allah (celle celâlühü) tarafından kabul olunmaz."

İbn-i Mes’ûd'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Herhangi müslüman bir kul, şu beş kelimeyi söylerse: "SübhanAllah ve'l hamdü li'llah ve lâilâhe illa'Alah va'llahü ekber ve tebareke'llah Allah, mübarektir", mutlaka bir melek bunu alıp kanatlarının altına koyar; sonra onunla yükselir. Bu yükseliş sırasında yanlarından geçtiği bütün melekler, bunları söyleyene istiğfarda bulunurlar. Nihayet melek, onları âlemlerin Rabbinin huzuruna arz eder. Bunun tasdiki de, bu âyet-i kerimedir."

C- "Kötülüklerin tuzaklarını kuranlar yok mu, çok çetin bir azap onlar içindir ve onların tuzağı mutlaka boşa çıkacaktır."

Bundan önce güzel kelimeler ile sâlih amel beyan edildikten sonra burada da kötü kelimeler ile kötü amel ve onların sahiplerinin hali beyan edilmektedir.

Bu tuzaklar, Kureyş'lilerin, Daru'nnedve'de (istişare evinde) Peygamberimiz hakkında düşündükleri tuzaklar ve Peygamberimizi hapsetmek, yahut öldürmek veyahut Mekke'den çıkarmaktan ibaret olan üç tuzaktan birinin uygulanması konusunda fikir yürütmeleridir.

İşte Peygamberimiz için bu kötü tuzakları kuran Kureyş'liler yok mu, bu tuzakları sebebiyle tarifi imkânsız çetin bir azap onlar içindir ve hakkında tuzak kurdukları Peygamberimiz değil, onların tuzakları ve kendileri yok olacaklardır. Nitekim Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardıktan sonra onları Mekke'den çıkarmış; onları gebertmiş ve leşlerini de Bedir kuyusunda hapsettirmistir. Böylece, onların bir tanesini Peygamberimiz için gerçekleştirmek istedikleri üç tuzaklarını da Allah, onlar hakkında gerçekleştirmiştir.

11

"Allah, sizi önce topraktan, sonra meniden yaratmıştır.

Sonra sizi çiftler kılmıştır. O'nun bilgisi olmadaan hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar Allah'a pek kolaydır."

A- "Allah, sizi önce topraktan, sonra meniden yaratmıştır. Sonra sizi çiftler kılmıştır. O'nun bilgisi olmadaan hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır."

Bu âyet, yeniden dirilmenin ve haşır olmanın bir gerçek olduğunun diğer bir delilidir. Yani daha önce tafsilatı defalarca anlatıldığı gibi, Allah, sizi önce, Hazret-i Âdem'in yaratılması zımnında icmali olarak yaratmış; sonra da tafsili olarak sizi meniden yaratmıştır. Sonra sizi çeşitli sınıflar, yahut erkek ve dişi kılmıştır. Yahut Katâde'nin dediği gibi, sizi birbirinizin eşi kılmıştır. Ve her dişi, mutlaka Allah'ın iradesine bağlı olarak gebe kalır ve doğurur. Ve bir canlıya uzun ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, bu kitap, levh-ı mahfuz'dur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kitap, Allah'ın ezelî ve ebedî bilgisidir.

Bir diğer görüşe göre ise, her insanın kader sayfasıdır.

Âyetin bu ifâdesi, "Allah, ancak hak ile mükâfadandırır ve cezalandırır" kabilindendir. Yoksa "ömrü uzun yazıldığı halde onu azaltması..." anlamında değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, bir insanın ömrünün uzatılması veya azaltılması, ancak levh-ı mahfuz'da tespit edilmiş çeşidi sebepler itibarıyladır, demektir. Mesela, levh-ı mahfuz'da: "Eğer filan adam, hacca giderse, ömrü altmış senedir; eğer gitmezse, kırk senedir" şeklinde yazılması gibi. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Sadaka ve sila-i rahim, ülkeleri mamur eder ve ömürleri uzatır."

Başka bir görüşe göre ise, ömrün azaltılmasından murat, ömrün geçen ve eksilen kısmıdır. Zira kader sayfasında: "Filanın ömrü şu kadar senedir" diye yazılır. Sonra onun altında: "bir günü geçti; iki günü geçti..." şeklinde ömrünün son gününe kadar yazılır.

B- "Şüphesiz bunlar Allah'a pek kolaydır."

Yani insanin yaratılması ve ondan sonra zikredilenler, akıllar ve idrâkler için hayret verici ise de, Allah için pek kolaydır. Zira Allah'ın sebeplerden müstağnidir, işte yeniden diriltilmek de böyledir.

12

"O iki deniz, birbirine eşit olmaz. Şunun suyu tatlıdır; susuzluğu giderir; içilmesi kolaydır. Şunun da tuzludur, acıdır. Böyle iken hepsinden de taze et yiyorsunuz. Takacağınız süs eşyası da çıkarıyorsunuz. Ve ey Resûlüm! Allah'ın lûtfunden nasibinizi aramanız için ve şükredesiniz diye gemilerin suyu yararak gittiğini görmektesin."

A- "O iki deniz, birbirine eşit olmaz. Şunun suyu tatlıdır; sısızluğu giderir; içilmesi kolaydır. Şunun da tuzludur, acıdır. Böyle İken hepsinden de taze et yiyorsunuz. Takacağınız süs eşyası da çıkarıyorsunuz."

Bu misal ile, mü’min ve kâfir anlatılmaktadır.

Yani her İki denizden de taze et yiyorsunuz ve özellikle tuzlu denizden, takacağınız süs eşyası çıkarıyorsunuz.

"Takacağınız süs eşyası da çıkarıyorsunuz" cümlesi, ya bir ara (istitrat) cümlesi olup iki deniz ile onlardaki nimetleri ve menfaatleri anlatan cümleler arasında zikredilmiştir, yahut mezkûr temsilin devamıdır.

Yani iki denizin bazı müşterek faydaları varsa da, sudan bizzat maksut olan hususta birbirinden farklıdırlar. Zira birine, onu ifsat eden ve fıtrî vasfının kemalini değiştiren bir şey karışmıştır. İşte tıpkı bunun gibi, mü’min ile kâfirin de, cesaret, cömertlik ve diğer bazı benzer vasıflar gibi müşterek vasıfları varsa da, kâfir, mü’mine eşit olamaz; çünkü en büyük hususiyette birbirinden farklıdırlar. Zira birinin aslî fıtratı ve kemali bakidir; diğerinin ise baki değildir.

Yahut da, anılan cümle, acı suyun bile kâfirden üstün olduğunu bildirmektedir. Zira acı su da, birçok faydalarda tatlı su ile ortaktır. Kâfir ise, bütün faydalardan tamamen uzaktır. Buna gör bu cümle, de, "bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi, yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar ve öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır; taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla yukarıdan aşağıya yuvarlanır." (Bakara: 74) âyeti kabilinden-dir.

Âyetteki süs eşyasından murat inciler ve mercanlardır.

B- "Ve ey Resûlüm! Allah'ın lûtfunden nasibinizi aramanız için ve şükredersiniz diye gemilerin suyu yararak gittiğini görmektesin.

Yani ey Resûlüm! Nakliyecilik yaparak Allah'ın lûtfunden nasibinizi aramanız için ve umulur ki, buna şükredersiniz diye, tek bir rüzgârla gemilerin, ileriye ve geriye doğru suyu yararak gittiğini görmektesin.

Şükür için "umulur ki" mânâsını ifâde eden harfin kullanılması, Allah'ın şükürden hoşnut olacağını bildirmek içindir.

13

"Allah, geceyi gündüzün içine sokuyor; gündüzü de gecenin içine sokuyor; güneşi ve ayı da emrine bağlı kılmıştır. Hepsi belirli bir vakte değin akıp gider. İşte bunları yapan Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık ancak O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildir."

A- Allah, geceyi gündüzün içine sokuyor; gündüzü de gecenin içine sokuyor; güneşi ve ayı da emrine bağlı kılmıştır.

Yani Allah, birini arttırmak, diğerini de eksiltmek ve birinin bazı kısımlarım diğerine ilâve etmek suretiyle geceyi gündüzün içine sokuyor; gündüzü de gecenin içine sokuyor ve güneş ile ayı da emrine bağlı kılmıştır.

Burada fiillerin farklı kipleri kullanılmış, çünkü gece ile gündüzün birbirinin içine sokulması, her zaman yenilenen bir hâdisedir. Güneş ile ayın, ilâhî emre bağlı kılınmaları ise, her zaman yenilenen bir hâdise değil, yenilenen teshirin sonucudur. Nitekim buna işaretle, şöyle denilmektedir:

B- "Hepsi belirli bir vakte değin akıp gider.

Yani güneş ile ay, Allah'ın takdir buyurduğu vakte değin, kıyamete kadar, senenin, günleri sayısınca müteaddit olan özel ve mecburî hareketleriyle sürekli hareket ederler. Nitekim Hasen el- Basrî'den de bu tefsir rivâyet edilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, güneş ile ayın hareketi, onların özel yörüngelerindeki harekedendir ve belirli vakit de, devirlerinin sonudur. Güneşin devir süresi bir senedir. Ayın devir süresi ise bir aydır. Bu konunun tafsilatı, Lokman Sûresinde geçti.

C- "İşte bunları yapan Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık ancak O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildir.

Yani bütün bu hârikaları gerçekleştiren, Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık ancak O'nundur...

Bu kelâm, açıkça delâlet ediyor ki, Allah'ın, bütün bu hârikaları yaratmış olması, mezkûr şekilde zorunlu olarak tespitini gerektirmektedir.

14

"Siz o taptıklarınızı çağırırsanız, sizin, çağırmanızı işitmezler. Faraza iştseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü ise, sizin ortak koşmanızı inkâr edeceklerdir. Ey Resûlüm! Bu hakikati, her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez."

A- Siz o taptıklarınızı çağırırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza iştseler bile, size cevap veremezler,

Bu âyet, makablinin mefhûmu için bir izah gibi olup putlara tapanların zavalk hallerinin pek açık olduğunu ve taptıklarının, işitmeleri mümkün olmayan, cansızlar olduklarını açıklamaktadır.

Yani ey müşrikler! Siz, o taptıklarınızı çağırıp onlara yalvarırsanız, onlar sizin seslerinizi işitmezler. Farz ve takdir edelim ki, işitseler bile, size cevap veremezler. Çünkü onlar, bütün fiillerden tamamen âcizdirler. Yoksa kimilefinin dediği gibi, onların, sizden ve sizin çağırmanızdan beri olduklarını gösterdikleri için değil. Çünkü böyle bir hal, dünyada onlar hakkinda tasavvur olunamaz.

B- "Kıyamet günü ise, sizin ortak koşmanızı inkâr edeceklerdir.

Yani sizin dünyada taptığınız bu putlar, kıyamet günü, sizin, onları ortak koştuğunuzu ve onlara taptığınızı: "Siz, bize tapmıyordunuz" (Yûnus: 28) sözleriyle inkâr edeceklerdir.

C- "Ey Resûlüm! Bu hakikati, her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.

Yani ey Resûlüm! Bu hakikatleri sana haber veren Allah gibi hiç kimse onları sana haber veremez; çünkü her şeyin hakikatini bilen yegâne Allah'tır; diğer haber verenler ise eşyanın hakikatlerini bilemezler.

Bu cümleden murat, onların ilâhlarının hali ile ilgili olarak ve onların bu ilâhlar hakkında iddia ettiklerinin gerçek dışı olduğu konusunda Allah'ın haber verdiği hususların tahkikidir.

15

"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise, yegâne müstağnidir, övgüye lâyıktır."

A- "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz."

Yani kendi nefsinizde ve sizin mühim işleriniz ile zor durumlarınızda Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Nitekim bir âyette de şöyle denilmektedir: "insan, zayıf yaratılmıştır."(Nisa: 28)

B- "Allah ise, yegâne müstağnidir, övgüye lâyıktır."

Yani Allah, mutlak olarak müstağnidir; bütün varlıklara nimetleri bahşeden ve övülmesi gereken yegâne O'dur.

16

"Allah dilerse, sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir."

Yani Allah dilerse, sizi tok eder ve yerinize, sizin sıfatlarınızda olmayan, fakat her zaman itaat ve ibadet üzere bulunan başka bir halk getirir; yahut sizin bilmediğiniz başka bir âlemi getirir.

17

"Bu, Allah'a göre hiç de zor bir şey değildir."

Yani sizi yok edip yerinize başka bir halkı veya bilmediğiniz bir âlemi getirmek, Allah'a göre imkânsız olmadığı gibi, zor bir şey de değildir.

18

"Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez, Yük günahı ağır gelen kimse, günah yükünü taşımağa birini çağırsa, çağırdığı akarabasi da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez. Ey Resûlüm! Sen ancak görmedikleri halde rablerinden korkanları ve namazı gereğince kılanları uyarabilirsin. Kim temizlenirse, ancak kendisi için temizlenmiş olur. Son varış da yalnız Allah'adır."

A- "Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez."

Yani her günahkâr, ancak kendi günahını yüklenir; başka günahkârların günahlarını yüklenmez, "yemin olsun ki onlar, kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar..." (Ankebût: 13) âyetinde ifâde edildiği gibi, başkalarını saptıranların kendi günahlarından başka günahları da taşımaları, sapmalarının günah yüklerinden başka saptırmalarının da günah yüklerini taşımaları demektir. Ve bunların her ikisi de kendi günahlarını yüküdür; başkalarının günah yüklerinden bir şey yoktur.

B- "Yük günahı ağır gelen kimse, günah yükünü taşımağa birini çağırsa, çağırdığı akarabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez."

Burada ifâde edilen yüklenme, ihtiyarî yüklenmedir. Bundan önceki ise, zorunlu yüklenmedir. Yani başkasının günahlarını ne zorunlu olarak, ne de ihtiyarî olarak yüklenmek mümkün değildir.

C- "Ey Resûlüm! Sen ancak görmedikleri halde rablerinden korkanları ve namazı gereğince kılanları uyarabilirsin."

Bu kelâm, zikredilen uyarılardan öğüt alanları beyan etmektedir. Yani ey Resûlüm! Sen ancak bu uyarılarla, azabını görmedikleri, halde, yahut insanların bulunmadığı ve kendi başlarına bulundukları zamanlarda rablerinden korkanları ve namazı gereğince kılanları uyarabilirsin; senin uyarman ve sakındırman, senin kavminden ancak bu insanlara faydası olur; temerrüt ve inat ehline ise faydası olmaz.

D- "Kim temizlenirse, ancak kendisi için temizlenmiş olur."

Zira temizlenme faydası, kendisine mahsustur. Nasıl ki, günahlarla kirlenen kimsenin kirliliği de, ancak kendi aleyhine olmuş olur.

Bu cümle, onların rablerinden korkmalarını ve namazı kılmalarını bir nevi izah etmektedir. Zira namaz, temizlenmenin en büyük unsurlarındandır.

E- "Son varış da yalnız Allah'adır."

Yani son varış ve merci de, yalnız Allah'tır; hiç kimsenin ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak bunda yeri yoktur. O zaman Allah, onların temizlenmelerinin en güzel mükâfatını verecektir.

19

"O kör ile bu gören bir olamaz."

Yani kâfir ile mü’min asla bir olamaz."

20

"O karanlıklar ile bu ışık da eşit olamaz."

Yani bâtıl ile hak da bir olmaz.

"Karanlıklar" çoğul olarak, "mir / ışık" tekil olarak zikredilmiş, çünkü bâtılın çeşitleri çoktur; hak ise, bir tanedir.

21

"O gölge ile bu sıcak da bir olmaz."

Yani mükâfat ile azap da bir olamaz.

22

"Bu diriler ile o ölüler de bir olamaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Ey Resûlüm! Sen ise, o kabırdekilere işittirecek değilsin."

A- "Bu diriler ile o ölüler de bir olamaz."

Bu, mü’minler ile kâfirleri anlatan ve birincisinden daha kuvvetli başka bir temsildir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu, âlimler ile cahiller için bir temsildir.

B- "Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir."

Yani Allah, dilediğine işittirir; dilediğini, âyetlerini anlamaya ve onların öğüderiyle öğütlenmeye muvaffak kılar.

C- "Ey Resûlüm! Sen ise, o kabirdekilere işittirecek değilsin."

Bu kelâm da, küfürde ısrar eden kâfirlerin ölülere benzetilmesin bir takviyesi mahiyetinde olup Peygamberimizin, onların îmâna gelmesinden umudunu tamamen kesmek içindir.

23

"Sen sadece bir uyarıcısın."

Yani senin vazifen uyarmaktan ibarettir. Onlara hakkı işittirip kabul ettirmek ise, senin vazifelerinden değildir ve kalpleri mühürlenmiş olanlara işittirmek, senin sıfatın da değildir.

24

"Biz muhakkak ki, seni müjdeleyici ve uyacı olarak hak ile gönderdik ve her millet için mutlaka bir uyarıcı geçmiştir."

Yani biz, muhakkak ki, seni hak vaadi müjdelemek ve hak olan azap ile uyarmak için gönderdik ve gelip geçmiş bütün milletler için mutlaka peygamberlerden veya âlimlerden bir uyarıcı geçmiştir.

25

"Seni yalanlıyorlarsa, üzülme, çünkü bunlardan öncekiler de Peygamberlerini yalanlamışlardır. Peygamberleri onlara büyük mucizeler, açık sabiteler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi."

Yani ey Resûlüm! Eğer onlar seni yalanlamakta ısrar ediyorlarsa, onlara ve yalanlamalarına aldırma; çünkü onlardan önce eski azgın ümmetler de Peygamberlerini yalanlamışlardır. Peygamberleri onlara, kendi Peygamberliğine delâlet eden apaçık mucizeler, Hazret-i İbrâhîm'in sahifeleri gibi açık sahifeler ve Tevrat, İncil ve Zebur gibi aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi.

26

"Sonra ben, o kâfirleri yakalamışımdır. İşte benim onları inkâr etmem nasilmiş, görsünler!"

Burada, zamir (onları) kullanılmayıp "o kâfirleri..." denilmesi, onları küfürle zemmetmek ve azaba uğratılmalarinin sebebinin de bu olduğunu bildirmek içindir.

Yani onların inkârına karşı benim de, onları azaba uğratmakla olan inkârım nasıl olurmuş, görsünler!

Bu ifâde, onların uğratılacakları ilâhî azabın pek korkunç ve şiddetli olacağını bildirmektedir.

27

"Görmedin mi ki, Allah, şu gökten su indirmiş de, onunla, renkleri başka, başka ürünler çıkarmışındır. Dağlardan da renkleri başka, beyaz, kırmızı ve kapkara yollar, çizgiler meydana getirmişizdir."

Bu kelâm, bitkiler, cansız ve canlı mahluklar gibi bütün yaratılmışlarda değişiklik ve farklılık hep mevcut olduğunu beyan ederek makablinde geçen insanların hallerinin değişik olmasını izah etmektedir.

Bu görme, bilmek anlamındaki kalp görmesidir.

Âyetteki "elyân'dan/ renklerden" murat, cinsleri, yahut sınıflarıdır. Zira her ürünün birçok sınıfları vardır. Yahut ondan murat, biçimleri ve şekillendir. Yahut da sarı, yeşil ve kırmızı gibi renklerdir. Mâba'dine (bundan sonra gelen cümleye) en uygun olan mânâ da budur.

28

"İnsanlardan da, yerde yürüyen hayvanlardan ve sağmal hayvanlardan da yine böyle renkleri çeşitli olanlar vardır. Allah'tan, ancak O'nun kullarından âlim olanlar hakkıyla korkar. Çünkü şüphe yok ki, Allah, azîz'dir, gafur'dur."

A- "insanlardan da, yerde yürüyen hayvanlardan ve sağmal hayvanlardan da yine böyle renkleri çeşitli olanlar vardır. Allah'tan, ancak O'nun kullarından âlim olanlar hakkıyla korkar."

Bu cümle (Allah'tan, ancak...), bundan önce geçen "sen ancak görmeden rablerinden korkanları... uyarabilirsin." (âyet: 18) âyetinin bir tamamlayıcısı mahiyetinde olup insanlardan, Allah'tan hakkıyla korkanları tayin etmektedir. Nitekim bundan önce insanların tabakalarının değişik ve mertebelerinin farklı olduğu beyan edilmişti. Manevî vasiflardaki farklılıklar, temsili olarak, şeklî vasiflardaki farklılıklar ise sarih olarak beyan edilerek her birine uygun olan beyan yapılmıştır.

Yani Allah'ı görmeden O'ndan, ancak kendisini ve O'na lâyık olan yüce sıfatlarını ve güzel fiillerini bilen âlimler hakkıyla korkar. Zira korkunun ana sebebi, korkulan zâtın ve onun sânlarının bilinmesidir. Bu itibarla Allah'ı en çok bilenler, tanıyanlar, O'ndan en çok korkanlardır. Nitekim Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur: "Ben hepinizden, Allah'tan daha çok korkar ve daha çok çekinirim." 1

1 Buharî/Kıtabü'l İmân, bâb: 13. Müslim/Kitabu's Siyam, hadis: 74; Mâlik, el-Muvatta/Kitabu's Siyam, hadis: 9, 13; Ebû Davud/Kitabu's Savm, bâb: 36; Ahmed b. Hanbel Müsnedı: 3/317, 5/434; 6/61, 67, 122, 156, 226, 245

İşte bundan dolayıdır ki, anılan cümleden sonra Allah'ın kudretinin kemaline delâlet eden fiilleri zikredilmektedir. Kâfirler ise, bu marifetten çok uzak oldukları için, onların uyarılardan öğüt almaları tamamen imkânsızdır.

B- "Çünkü şüphe yok ki, Allah, azîz'dir, gafûr'dur.

Bu kelâm, Allah'tan korkmanın neden zorunlu olduğunu beyan etmektedir. Zira bu kelâm, Allah'ın, azgınlıkta ısrar edenler için cezalandırıcı olduğunu ve günahlarından tevbe edenler için ise çok bağışlayıcı olduğunu bildirmektedir.

29

"Şüphe yok ki, Allah'ın kitabını okuyup uyanlar, namazı da gereğince kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan Allah yolunda gizli ve açık harcayanlar, hiç tükenmeyecek bir kazanç umabilirler."

Yani Kur’ân'ı devamlı okuyup emirlerine sürekli uyduklarından dolayi bu vasıfların, alamet ve adres olduğu kimseler...

Burada Allah'ın kitabından murat. Kur’ân'dır.

Diğer bir görüşe göre ise, bütün semavî kitaplardır. Bu görüşe göre, bundan önce, ilâhî kitapları yalanlayan eski ümmetlerin halleri anlatıldıktan sonra bu kelâm da, o kitapları tasdik edenler için övgü olur. Ancak bu görüş, isabetli değildir, çünkü burada amaç, İslam dinini ve kendisinden önceki semavî kitapları nesih eden Kur’ân'ıle amel etmeyi teşvik etmektir. Eski semavî kitapların, nesihten önce hak olduklarına değinmek ve onların da zikredilen büyük faydaları sağladıklarını zikretmek, onları okumayı ve onlarla amel etmeye yönelmeyi teşvik etmek sonucunu doğurur. Bu tilaveti (okumayı), eski semavî kitapların nesih edilmemiş kısımlarına tahsis etmek de, kesinlikle geçersizdir. Zira meşru olarak kalan da, ancak onların hükümleridir. Fakat bu bile, onların hükümleri olduğu için değil, Kur’ân'ın hükmü olması lıasebiyledir. Eski semavî kitapların metinlerini okumak ise, meşru olmaktan ve sevap gerektirmekten tamamen uzaktır.

Burada gizli ve açık harcamadan murat, belli bir harcama şekli gözetmeden rasgele harcamadır.

Diğer bir görüşe göre ise, gizli harcama, sünnet olan harcamalar içindir; açık harcama da farz olan harcamalar içindir.

Bu kazancın tükenmez olduğunun belirtilmiş olması, bu ticaretin, bazen kazanç, bazen de zararla sonuçlanan diğer ticaretler gibi olmadığını bildirmek içindir. Zira bu ticaret, fani olan bir şey karşılığında baki olan bir saadeti satın almaktır.

Bu ticareti gerçekleştirenlerin, bu kârlı sonucu Allah'tan umabileceklerini haber vermek, onların umduklarının kesin olarak hâsıl olacağını vaat etmek anlamındadır.

30

"Çünkü Allah, onların mükâfatını tam olarak ödeyecek ve lûtfunden onlara fazlasını da verecek. Zira şüphesiz o, gafûr'dur, şekûr'dur."

A- "Çünkü Allah, onların mükâfatını tam olarak ödeyecek ve lûtfunden onlara fazlasını da verecek."

Yani anılan ticareti gerçekleştirenlerin kazancının tükenmesi imkânsızdır; çünkü Allah, onların amellerinin mükâfatını tam olarak ödeyecek ve ilâve olarak da, rahmet hazinesinden dilediği kadar verecektir.

B- "Zira şüphesiz o, gafûr'dur, şekûr'dur."

Bu kelâm, makablinde geçen, Allah'ın (celle celâlühü), niçin onların amellerinin mükâfatını da, fazlasını da vereceğini bildirmektedir. Çünkü şüphesiz Allah, onların taksiradarı için çok bağışlayıcı ve ibadetleri için de şükrü çok kabul edendir; ibadetlerinin mükâfatını bol, bol verendir.

31

"Ey Resûlüm! Sana vahyettiğimiz kitap, kendisinden önceki semavî kitapları doğrulayıcı olarak gelen hakkın ta kendisidir. Hiç şüphe yok ki, Allah, kullarının her haline habîr'dir, basîr'dir."

A- "Ey Resûlüm! Sana vahyettiğimiz kitap, kendisinden önceki semavî kitapları doğrulayıcı olarak gelen hakkın ta kendisidir."

Bu kitap, Kur’ân'dır.

Diğer bir görüşe göre ise, Levh-ı Mahfûz'dur.

Kur’ân, kendisinden önceki kitapları tasdik eder, çünkü Kur’ân'ın hak olması, itikat konuları ile temel hükümlerde eski semavî kitaplara uygun olmasını gerektirmektedir.

B- "Hiç şüphe yok ki, Allah, kullarının her haline habîr'dir, basîr'dir."

Yani Allah'ın ilmi., kullarının zahirini de, iç yüzünü de tamamen kuşatmıştır. Binaenaleyh ey Resûlüm! Eğer senin hallerinde Peygamberliğe uygun olmayan bir şey bulunsaydı, bütün eski ilâhî kitapların da ayarı sayılan bu icâziı hak kitap sana vahiy edilmezdi.

32

"Sonra o kitaba, kullarımızdan seçtiğimiz kimseleri vâris kıldık. İste onlardan kendisine yazık eden de var; onlardan ortalama giden de var ve onlardan Allah'ın izniyle hayırlarda yarış eden de vardır, işte bu, büyük faziletin ta kendisidir."

A- "Sonra o kitaba, kullarımızdan seçtiğimiz kimseleri vâris kıldık."

Seçilen kimselerden murat, sahabe ve onlardan sonra gelip onların yolundan giden bu ümmetin âlimleridir. Yahut bu ümmetin tamamıdır. Zira Allah, bu ümmeti diğer ümmetlerden üstün ve diğer insanlara şahit olmaları için onları mutedil bir ümmet İvilmiş ve Peygamberlerin en büyüğü olan Peygamberimize ümmet olmak şerefini onlara tahsis buyurmuştur. Bu kitaba vâris kılınmaları, onların bu kitabın hakkını gözetmelerini zorunlu kılmaz. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir. "Onların ardından da şu değersiz dünya malım alıp nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek kitaba vâris olan bir takını kimseler geldi." (A'raf: 169)

B- "işte onlardan kendisine yazık eden de var; onlardan ortalama giden de var ve onlardan Allah'ın izniyle hayırlarda yarış eden de vardır. İşte bu, büyük faziletin ta kendisidir."

Yani onlardan kimi var ki, onlar ilâhî marifette taksirat sahibidir. Bunlar, Allah'ın emirlerini tehir edenlerdir. Onlardan öyleleri de var ki, çoğu zaman Allah'ın emirlerine uyuyorlar; fakat kötü hallerden de tamamen uzak kalmıyorlar. Onlardan öyleleri de var ki, Allah'ın buyruğuyla hayırlarda yarış ederler. Deniliyor ki, bunlar, Muhacir ve Ensar'dan ilk müslümanlardır.

Diğer bir görüşe göre ise bunlar, ilim, amel ve talim (başkasına da öğretmek) olarak, Allah'ın vacip emirlerini yerine gedrmeye müdavim olanlardır.

Âyette "Allah'ın izniyle", yani Allah'ın müyesser ve muvaffak kılmasıyla,

denilmesi, bu mertebeye erişmenin zor olduğuna dikkat çekmek içindir.

Diğer bir görüşe göre İse, kendisine yazık, zulüm eden, cahil kimse demektir; ortalama giden (muktesit) de, öğrenen kimse demektir; hayırlar yarışında önde giden de âlim kimse demektir.

Bir diğer görüşe göre İse, âyetteki zâlim, mücrim demektir; muktesit (ortalama giden) iyi amellere kötü amelleri de karıştıran kimse demektir; yarışta önde giden de, hayırları çok ağır basıp kötülüklerine kefaret olan kimsedir, işte Peygamberimizin şu hadisinin mânâsı da budur:

"Önde gidenler var ya, işte onlar, Cennete girecekler ve orada rızkları hesapsız olarak verilecek. Muktesit olanlar (ortalama gidenler) de var ya, işte onlar da, kolay bir hesap görecekler. Kendi nefislerine zulmedenler de var ya, işte onlar da, mahşer boyunca hapsedilecekler, sonra Allah, rahmetıyle onları karşılayacaktır." (Ahmed b. Hanbel Müsnedi: 5/198)

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Ömer, minberde dedi ki: "Resûlüllah buyurdu ki: Bizim önde gidenlerimiz, önden Cennete gidenlerdir. Bizim muktesıderimiz de, kurtulurlar. Bizim ümmetin zâlimleri (kendi nefislerine yazık edenleri) de, sonunda bağışlanacaktır."

C- "İşte bu, büyük faziletin ta kendisidir."

Yani hayırlar yarışında önde gitmek, Allah'ın büyük lûtfunün ta kendisidir; ancak Allah'ın tevfîkiyle ona erişilmektedir.

33

"Onların mükâfatları, içine girecekleri adn Cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenecekler. Orada giysileri de ipektir."

Burada yalnız, hayır yarışlarında önde gidenlerin halinin zikre tahsis edilmesi ve diğer iki fırkanın hallerinden sükût edilmesi, o iki fırkanın mutlak olarak Cennetten mahrum kalacaklarına delâlet etmemekte, fakat onları taksirattan sakındırmakta ve bu bahtiyar fırkanın mertebesine erişmek için kendilerini teşvik etmektedir.

34

"Cennette diyecekler ki: bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun! Hiç şüphesiz Rabbimiz, gafur'dur, şekûr'dur."

A- "Cennette diyecekler ki: bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun!"

Bu hüzün, kendilerini meşgul eden kötü akıbet korkusudur.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu hüzün, hâdiselerin ve afederin hüznüdür. İbn Abbâs'tan gelen diğer bir rivâyete göre ise, bu hüzün, ölüm hüznüdür.

Dahlıâk'tan rivâyet olunduğuna göre. İse, bu hüzün, İblis vesvesesinin hüznüdür.

Diğer bir görüşe göre İse, bu hüzün, geçim hüznüdür.

Başka bir görüşe göre ise, nimetlerin zevalinin hüznüdür.

Zahire göre ise, bu hüzün, dinî ve dünyevî bütün hüzünleri kapsayan her türlü hüzündür.

Resûlüllah'tan rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Lâilahe illAllah.. ehli olan mü’minlere, ne kabirlerinde, ne de mahşerde ve ne de mahşere giderlerken, üzüntü ve tasa olmayacak. Sanki ben, lâilahe İllAllah ehlini görüyorum: onlar, kabirlerinden kalkıp yüzlerinden toprakları silkiyorlar ve şöyle diyorlar: Bizden hüzün kaldıran Allah'a hamd olsun! "

B- "Hiç şüphesiz Rabbimiz, gafûr'dur, Şekûr'dur."

Yani hiç kuşku yok ki, Rabbimiz Allah, günahkârlar hakkında çok bağışlayıcıdır ve itaatliler hakkında da şükrün karşılığım bol, bol verendir.

35

"O Rabbimiz ki, ebedî ikamet yurduna bizi lûtfuyle yerleştirdi. Burada bize ne bir yorgunluk, ne de bir usanç dokunmayacaktır."

Yani o Rabbimiz ki, bizim tarafımızdan mucip bir sebep olmaksızın, sırf kendi lûtfu keremiyle bizi, ebedî ikamet yurdu olan Cennete yerleştirdi...

Yorgunluk olmaması, usanç olmamasını da içerdiği halde, onun da zikredilmesi, mübalağa içindir.

36

"Kâfirlere de Cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki, ölsünler, Cehennem azabı da onlara hafifletilmez, İşte biz, bütün kefûrlara (nankör kâfirlere) böyle ceza veririz."

A- "Kâfirlere de Cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki, ölsünler, Cehennem azabı da onlara hafifletilmez."

Yani kâfirlerin ikinci kez ölmelerine hükmedilmez ki, ölüp kurtulsunlar ve azapları da hafifletilmez; fakat Cehennem ateşi yavaşladıkça onun alevini arttırırız.

B- "İşte biz, bütün kefûrlara (nankör kâfirlere) böyle ceza veririz."

Yani biz, küfürde, yahut nankörlükte ileri giden bütün kâfirlere böyle ceza veririz; bundan daha hafif bir ceza vermeyiz.

37

"Onlar, orada: "Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, önce yaptığımız işlerden farklı sâlih ameller yapalım!" diye feryat edecekler. Size, düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Ve size uyarıcı da gelmişti. Artık tadın azabı. Çünkü zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur."

A- "Onlar, orada: "Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, önce yaptığımız işlerden farklı sâlih ameller yapalım!" diye feryat edecekler."

Onlarin bu sözleri, sâlih olmayan eski amellerine hayıflandıklarını ve bunu itiraf ettiklerini, oradan çıkarılmak istemelerinin, bunun telafisi için olduğunu, onların, eski amellerini sâlih zannettikleri, şimdi ise aksinin ortaya çıktığını bildirmektedir.

B- "Size, düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi?"

Bu kelâm, doğrudan doğruya Allah tarafından onlara verilen bir cevap olup kendilerini kınamaktadır. Yani biz, size, düşünecek kimsenin düşünebileceği, iyice tefekkür edebileceği kadar uzun bir zaman mühlet vermedik mi, sizi geciktirmedik mi, size öyle bir ömür vermedik mi?

Deniliyor ki, bu ömür kırk senedir.

İbn Abbâs'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre ise, bu ömür altmış senedir. Hazret-i Ali'den de böyle rivâyet edilmiştir.

Bu ömür, Allah'ın, âdem oğlunun, mazeretini kendisiyle kaldırdığı ömürdür. Nitekim Peygamberimiz, bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah, altmış yaşma kadar ömür verdiği kimsenin mazeretini kaldırmıştır." 2

2 Buhârî /Kitabu'r Rıkak, bab: 5

C- "Ve size uyarıcı da gelmişti."

Bu cümle, mezkûr istifham cümlesine atıftır. Zira mezkûr cümle, "size o kadar ömür vermişizdir" anlamındadır. Nitekim "ey Resûlüm! Biz, senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Ve yükünü de senden indirdik." (inşirah: 1, 2) âyetleri de bu kabildendir. Zira bu da, "biz, senin göğsünü açıp genişlettik. .." anlamındadır.

Burada uyarıcıdan murat, Resûlüllah'tır. Yahut elindeki Kur’ân'dır.

Diğer bir görüşe, göre ise, akıldır.

Bir diğer görüşe göre ise, yaşlılıktır. Başka bir rivâyete göre ise, akrabaların ölümüdür.

Burada uyarıcının zikıiyle iktifa edilmiş, çünkü bu makam, yalnız onun zikrini gerektirmektedir.

D- "Artık tadın azabı. Çünkü zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur, "

Bu kelam, mezkûr ömür verildiğini ve uyarıcı geldiğini ifâde eden cümlelere terettüp etmektedir.

38

"Şüphe yok ki, Allah, bütün göklerin ve yerin gaybını bilir. Muhakkak ki o, kalplerin içinde ne varsa, onu hakkıyla bilir."

A- Şüphe yok ki, Allah, bütün göklerin ve yerin gaybını bilir.

Yani göklerde ve yerde bulunan hiçbir şey Allah'a gizli, kalmaz. Binaenaleyh onların halleri de O'na gizli kalmaz.

B- "Muhakkak ki o, kalplerin içinde ne varsa, onu hakkıyla bilir.

Bir görüşe göre bu cümle, makabli için illet beyanı mahiyetindedir. Zira Allah, gizlilerin gizlisi olan kalplerdekinı bildiğine göre, başka gizlileri daha iyi bilir.

39

"Allah, O'dur ki, yeryüzünde sizi halifeler kılmıştır. Artık kim nankörlük ederse, onun nankörlüğü kendi aleyhinedir. O kâfirlerin küfürleri, rableri katında gazaptan başka bir şey arttırmaz ve o kâfirlerin küfrü, kendilerine hüsrandan başka bir şey arttırmaz."

A- "Allah, O'dur ki, yeryüzünde sizi halifeler kılmıştır."

Yani Allah, O'dur ki, kendi dünyasında sizi halifeler kılmış; dünyada tasarruf (kullanmak) anahtarlarını size vermiş; sizi dünyadakilere hâkim ve dünya faydalarını size mubah kılmıştır.

Yahut Allah, sizi önceki ümmetlere halef ve onların ellerindeki dünyalıklara varis kılmıştır ki, tevhit ve itaat ile O'na şükredesiniz.

B- "Artık kim nankörlük ederse, onun nankörlüğü kendi aleyhinedir."

Yani artık kim, Allah'ın bu büyük nimetini inkâr edip onu küçümserse, bu nankörlüğünün, vebali yalnız kendi aleyhine olur; başkasına hiç zararı olmaz.

C- "O kâfirlerin küfürleri, rableri katında gazaptan başka bir şey arttırmaz ve o kâfirlerin küfrü, kendilerine hüsrandan başka bir şey arttırmaz."

Bu kelâm, küfrün vebali ve sonucu olan ilahi gazabı beyan etmektedir. Yani bu küfrün sonucu, öyle bir ilâhî gazaptır ki, onun ötesinde daha büyük bir perişanlık, hakiriik, ahiret hüsranı ve şerri yoktur.

Buradaki tekrar, ziyadesiyle izah olması için ve küfrün, her iki korkunç ve çirkin sonucu da ayrı ve müstakil olarak gerektirdiğine dikkat çekmek içindir.

40

"Ey Resûlüm! Onlara de ki: Allah'tan başka tapmakta olduğunuz ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana: onlar yerdeki hangi şeyi yaratmışlardır! Yoksa onların, şu göklerde mi bir ortaklığı var? Yoksa biz, kendilerine bir kitap verdik de, onlar da o kitaptan bir hüccet üzerinde midirler? Hayır! Zâlimler, birbirlerine aldatmadan başka bir şey vaat etmiyorlar."

A- "Ey Resûlüm! Onlara de ki: Allah'tan başka tapmakta olduğunuz ortaklarınızı gördünüz mü?"

Yani ey Resûlüm! O müşrikleri susturmak için onlara de ki: Allah'tan başka tapmakta olduğunuz ilâhlarınızı gördünüz mü?

Bu bâtıl ilâhlar, onlara izafe edilmiş, çünkü bu iddianın hiçbir geçek tarafı olmaksızın, onları Allah'a ortak koşan o müşriklerdir.

Diğer bîr görüşe göre ise, o müşrikler, bu ilâhlarını kendi mallarına ortak etmişlerdi. Ancak nazmı kerimin siyak ve sibakı, bu görüşe minidir.

B- "Gösterin bana: Onlar yerdeki hangi şeyi yaratmışlardır! Yoksa onların, şu göklerde mi bir ortaklığı var? Yoksa biz, kendilerine bir kitap verdik de, onlar da o kitaptan bir hüccet üzerinde midirler?"

Yani ey müşrikler! Gösterin bana: o taptıklarınız, yerin en ufak parçalarından hangisini yaratmışlardır! Yoksa göklerin yaratılmasında Allah'a ortaklıkları mı var ki, bu sebeple, ilâhlıkta doğrudan doğruya Allah'a ortak olmaya hakları olsun? Yoksa onları ortak edindiğimizi bildiren bir kitap mı kendilerine verdik de, onlar da, kendilerinin ortaklığı olduğuna dâir açık bir hüccet üzerinde midirler?

Âyetteki zamirin (kendilerine), müşrikleri bildirmesi de caizidir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yoksa biz, o müşriklere kesin bir delil mi indirdik?" (Rûm: 35)

Bu kelâm işaret ediyor ki, şirk, pek tehlikeli bir husus olup ispatı için birbirlerini destekleyen deliller olması gerekir.

C- "Hayır! Zâlimler, birbirlerine aldatmadan başka bir şey vaat etmiyorlar."

Bundan önce şirk konusundaki delil olabilecek bütün seçenekler reddedildikten sonra burada da müşrikleri şirke sevk eden husus zikredilmektedir ki, o da, seleflerin, haleflerini ve reislerin, Allah katında şefaatçi olup tabilerini Allah'a yaklaştıracakları vaadiyle onları aldatmalarıdır.

41

"Şüphe yok ki, Allah, bütün gökleri ve yeri, nizamları bozulmaktan tutup korumaktadır. Yemin olsun ki, eğer onların nizamı bozulursa, ondan sonra hiç kimse gökleri ve yeri tutamaz."

Bu kelâm, şirkin son derece çirkin bir şey olduğunu beyan etmektedir. Yani Allah, göklerin ve yerin nizamı bozulmasın diye onları tutmakta, yahut onları, nizamlarının bozulmasından korumaktadır. Yemin olsun ki, eğer göklerin ve yerin nizamı bozulursa, Allah'ın onları tutup korumasından sonra, yahut nizamlarının bozulmasından sonra hiç kimse, gökleri ve yeri tutamaz.

42

"Onlar, en ağır yeminleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, eğer gerçekten kendilerine bir uyarıcı gelirse, mutlak ve muhakkak her hangi bir ümmetten daha çok doğru yolda olacaklar. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şey arttırmamıştir."

A- "Onlar, en ağır yeminleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, eğer gerçekten kendilerine bir uyarıcı gelirse, mutlak ve muhakkak her hangi bir ümmetten daha çok doğru yolda olacaklar."

Resûlüllah gönderilmeden önce Kureyş'liler duymuşlardı ki, kitab ehli, kendi Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunun üzerine Kureyş'liler şöyle demişlerdi: "Allah, yahudilere ve hıristiyanlara lanet eylesin; onlara Peygamberler geldiler; fakat onlar, Peygamberlerin yalanladılar. Vallahi, eğer gerçekten bize bir Peygamber gelse, mutlak ve muhakkak biz, yahudilerden de, hıristiyanlardan da ve diğer her hangi bir ümmetten de daha çok hidâyete geleceğiz."

Yahut âyetin metnindeki "ıhde'l ürnem — her hangi bir ümmet", belli bir ümmet olup hidâyet ve istikametteki faziletleri anlatılmak üzere böyle anılmaktadırlar.

B- "Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şey arttırmamıştir."

Yani fakat kendilerine bir uyarıcı, hem de nasıl bir uyarıcı, bütün Peygamberlerin eşrefi olan bir Peygamber gelince, bu Peygamber, yahut onun gelişi, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şey sağlamamıştır.

43

"Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklük taslamakta ve kötü düzenler kurmak peşindedirler. Halbuki kötü düzen, onun sahibinden başkasını alaşağı etmez. Artık onlar, ancak eskilere uygulanan azap kanununu bekliyorlar. Ey Resûlüm! Artık sen, Allah'ın kanununda bir değiştirme asla bulamayacaksın ve sen Allah'ın kanununda bir sapma da asla bulamayacaksın."

Yani bu kâfirler, ancak Allah'ın onlar hakkındaki sünnetini (âdetini), Peygamberleri yalanlayanların azaba uğratılmaları kanununun uygulanmasını bekliyorlar. Ey Resûlüm! Artık sen, Allah'ın kanununda bir değiştirme, bu azabın yerine başka bir şeyin konulması değişikliğini asla bulamayacaksın ve sen Allah'ın kanununda bir sapma, yani azabın, tekzipçilerden başkasına aktarılması şeklinde yer değiştirmesini de asla bulamayacaksın,

44

"Onlar yeryüzüne gezip de, kendilerinden öncekilerin sonları nice olmuştur, görmediler mi? Halbuki onlar, bunlardan daha güçlü idiler, Bütün göklerde de, yerde de Allah'ı âciz bırakacak hiçbir güç yoktur. O, hep Alim'dir, Kadîr'dir."

A- "Onlar yeryüzüne gezip de, kendilerinden öncekilerin sonları nice olmuştur, görmediler mı?"

Bu kelâm, makablinin kanıtı mahiyetindedir ki, Allah'ın, tekzipçileri azaba uğratma âdeti her zaman gerçekleşmiştir. Nitekim bu müşrikler de, Şam, Yemen ve Irak'a yaptıkları seferlerde eski azgın ümmetlerin yok olmaları eserlerini bizzat görmektedirler.

B- "Halbuki onlar, bunlardan daha güçlü idiler."

Yani o yok olan eski ümmetler, daha kuvvetli idiler ve ömürleri de bu müşriklerden daha uzun idi. Böyle iken ne onların uzun ömürleri, kendilerine bir fayda sağlamış; ne de onların üstün güçleri kendilerine yetmiştir.

C- "Bütün göklerde, de, yerde de Allah'ı âciz bırakacak hiçbir güç yoktur. O, hep A'lim'dir, Kadîr'dir."

Bu kelâm, bundan önce belirtilen, eski ümmetlerin tamamen yok edildikleri gerçeğini bir nevi izah etmektedir.

Yani anılan eski ümmederden hiç kimse, O'nun azabından kurtulmamıştır.

D- "O, hep alim'dir, kâdir'dir."

Yani Allah'ın ilmi ve kudreti hep sınırsızdır. İşte bundan dolayi o eski ümmetlerin bütün kötü amellerini bilmiş ve o amellerinden ötürü de kendilerini cezalandırmıştır.

45

"Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen, cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat o, belirli bir vakte değin onların cezalarım erteliyor. Nihayet vakitleri gelince, Allah, muhakkak ki, kullarını gayet iyi görendir."

A- "Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı."

Yani eğer Allah, o eski ümmetler için yaptığı gibi, işledikleri günahlar yüzünden bütün insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde insanlardan hiç canlı bırakmazdı. Yahut insanların günahlarının uğursuzluğu yüzünden başka canlılardan da hiçbir canlı bırakmazdı. İbn-i Mes’ûd ile Hazret-i Enes'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunan görüş de budur. Ancak bundan sonra gelen cümle, birinci görüşü desteklemektedir.

B- "Fakat o, belirli bir vakte değin onların cezalarını erteliyor. Nihayet vakitleri gedince, Allah, muhakkak ki, kullarım gayet iyi görendir."

Yani fakat Allah (celle celâlühü), kıyamet gününe değin onların cezalarını erteliyor. Kıyamette ise, amelleri hayır ise, hayır ile mükâfatlandıracak ve şer ise, onlari şer ile cezalandıracaktır.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Melâike (Fâtır) sûresini okursa, Cennetin sekiz kapısı da, istediğin kapıdan gir! diye kendisini çağıracak."

Allahü teâlâ, daha iyi bilir.

0 ﴿