YÂSÎN SÛRESİPeygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, bu sûre, Muhammed ismiyle da anılır. Çünkü sûre, kendisini okuyan kimseye, her iki cihanın bütün hayırlarını sağlamaktadır. Yine bu sûre, el Dafia ve el-Kadıye adlarıyla da anılır. Çünkü bu sûre, onu okuyan kimseden her fenalığı uzaklaştırır ve her ihtiyacının hâsıl olmasına vesile olur. Bu sûre, Mekke'de inmiştir; 83 âyettir. 1"Yâsîn" Bu kelâm, ya içindeki harflerin tadadı (sayımı) tarzında terkip siz bir ifâdedir, yahut bu sûrenin adıdır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, Yâsîn, Tayy Kabilesinin lehçesine göre, "Ey insan!" demektir. Derler kı; bu insandan, murat, Resûlullalı'dır. 2Bak. Âyet 3. 3"Hikmet dolu bu Kur’ân'a yemin ederim ki, hiç şüphesiz sen, gönderilmiş Peygamberlerdensin." Bu kelâm, kâfirlerin, Peygamberimiz hakkındaki "sen gönderümış bir Peygamber değilsin!" şeklindeki inkârlarının reddidir. Allah'ın bu şahitliği, o kâfirlere cevap olarak söylenmiş olan "De ki: Sîzinle benim aramda şahit olarak Allah yeter." (Ra'd: 43) âyetiyle işaret edilen şahitlik cümlesindendir. Kur’ân'ın, önce yemine tahsis edilmesi, sonra da "hakim hikmet dolu" vasfıyla vasıflandırılması, Kur’ân'ın yüce şânını teşhir etmek ve bir de şu hakikate dikkat çekmek içindir: Kur’ân, hârika hikmetleri içeren mucize nazmı hasebiyle Peygamberimizin, Allah tarafından gönderilmiş olduğuna şahitlik ettiği gibi, bu yemin cihetiyle de ona şahitlik etmektedir. Zira bir şeye yemin etmek, onu, yemin cümlesinin mefhumunun tahakkukuna şahit göstermek demek ve onun sübutunu takviye etmektir. Böylece bu yemin, ona şahit ve kesin delil olur. 4"Dosdoğru bir yol üzerindesin." Dosdoğru yol, yalnız tevhit inancından ibaret olmayıp şer'i şerifin tamamından ibarettir. Bundan amaç, Peygamberimizin, müstakil şeriatlerle gönderilmiş olan Peygamberlerden olduğu beyan edildikten sonra Peygamberimizin şeriatinin, bütün şeriatlerin en kuvvetlisi ve en adaletlisi olduğunu beyan etmektir. 5"Bu Kur’ân, azîz ve rahim olan Allah tarafından indirilmedir." Kur’ân'ın, bu şekilde vasıflandırılması, hikmet dolu olmakla vasıflandırılmasıyla zâti azameti beyan edildikten sonra Allah tarafından indirilmiş olduğu, vasfının son derece köklü olduğunu beyan etmek içindir. Yani sanki Kur’ân, indirilmenin kendisi olmuştur. Burada Allah'ın, tam galibiyet ve umumî şefkat ifâde eden iki isminin (Azîz ile rahim) zikre tahsis edilmesi, rağbet ettirerek ve korkutarak Allah'a îmanı teşvik, etmek içindir; bir de, Kur’ânin indirilmesinin, sırf ilâhî rahmetten kaynaklandığını bildirmek içindir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey Resûlüm! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak göndermişizdir." (Enbiyâ: 1.07) Yahut bu Kur’ân, azîz ve rahîm olan Allah'ın indirmesiyle indirilmiştir, demektir. Her iki tefsire göre de, bu cümle, mezkûr yemin cümlesinin mefhumunu ziyadesiyle tekit etmektedir. 6"Babaları korkutulup uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir kavmi korkutup uyarman için indirilmiştir." Yani fetret (Peygambersiz dönem) uzun sürdüğü için yakın babaları da korkutup uyarılmamış ve bu yüzden kendileri de babalan gibi gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutup uyarman için... Yahut babaları korkutulup uyarılmış, kendileri ise uyarılmayıp fetret dönemi uzun sürdüğünden dolayı gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutup uyarman için... 7"Yemin olsun ki, onların çoğuna hüküm sabit olmuştur. Artık onlar îman etmezler." A- "Yemin olsun ki, onların çoğuna hüküm sabit olmuştur." Yani vallahi, onların çoğuna hüküm sübut ve tahakkuk etmiştir. Fakat bu tahakkuk, onların tarafından, bunu gerektiren bir şey olmaksızın, cebir yoluyla değil, fakat onların küfür ve inkârda ihtiyarî ısrarları, öğüt ve uyarıdan hiç etkilenmemeleri, azgınlık ve taşkınlığa tamamen batmaları ve şeytanin yoluna tamamen girip hiçbir şeyin, kendilerini bu yoldan çevirmeyecek hale gelmeleri sebebiyle, bu hüküm sabit olmuştur. Nasıl buna hayır! Denilebilir ki, burada hükmün sabit olmasından murat, İblisin: "Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onlardan ihlasa erdirilmiş kullarından başka, hepsini mutlaka azdıracağım." (Sâd: 82, 83) Demesine karşılık Allah'ın: "Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle Cehennemi dolduracağım!" (Sâd: 85) Duyurmasıdır. Nitekim "yemin olsun ki, hem cinlerden, hem de insanlardan bir kısmıyla Cehennemi dolduracağım." (Secde: 13) âyetinden kast edilen mânâ da budur. Nitekim gördüğün gibi, mezkûr Sâd: 85. Âyetinde, Cehenneme ithal etme hükmü, İblis’e uyanlara verilmiştir. Bu da, Cehenneme sokulmalarının sebebinin, İblis’e uymak olduğunu kesin olarak ifâde etmektedir. Bu âyette (Yâsîn: 7), onların çoğu olarak ifâde edilen kimselere bu hükmün sabit olması, ebedî olarak İblisin peşinden gitmekte ısrar edenlerden oldukları içindir. B- "Artık onlar îman etmezler." Mezkûr hükmün sübut ve tahakkuk etmesinin temel sebebinin, ölüme değin küfürde ısrar etmeleri olduğu anlaşıldığına göre, bu cümle hakikatte, hükmün sübutundan değil, onlarin ebedî olarak şeytanın peşinden ayrılmamalarından kaynaklanmaktadır. 8"Onların boyunlarına halkalar takmışızdır ki, bunlar çenelerine kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır." Burada, onların küfürdeki kararlılıkları ve ondan ayrılmamaları, boyunlarina halkalar geçirilmiş kimselerin hak ile temsil edilerek durumları açıklanmaktadır. Yani halkalar, çenelerine kadar dayandıkları için, onların boyunlarını hakka doğru çevirmelerine ve başlarını hakka eğmelerine imkân vermemektedir. Onlar, başlarını yukarı kaldırmakta ve gözlerini yummaktadır. Artık onlar hakkı, göremezler veya hakka bakamazlar. 9"Onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik de, kendilerini sardık. Onlar artık göremezler." Bu kelâm, ya mezkûr temsilin devamı ve ikmalidir; hem de nasıl bir ikmal!.. Yani biz, zikredilenlerden, onların önlerinde de, arkalarında da bir set çektik de, onunla onların gözlerini kapadık. İşte onlar bundan dolayı artık hiçbir şeyi göremezler. Yahut bu kelâm, ayrı bir temsildir. Zira zikredildiği gibi, onların iki set arasında, hiçbir şeyi göremeyecek kadar gözleri kapatılmış olarak, korkunç bir şekilde mahsur kalmaları, onların hallerinin perişanlığını, azginlık ve cehalet çukurunda mahpus olduklarım ve delil ile âyetleri görmekten mahrum bulunduklarını göstermeye kâfidir. Bir görüşe göre, mezkûr iki âyet, Mahzûm oğulları hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ebû Cehil, Resûlüllah'ın namaz kıldığını görünce kafasını kıracağına yemin etmiş ve bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz kılarken Ebû Cehil, eline aldığı bir taş ile Peygamberimizin kafasına vurmak için yanına yaklaşmış; nihayet taşı atmak üzere elini kaldırınca, eli kendi boynuna dolanmış ve taş da eline yapışıp kalmış; sonra güçlükle o taşı elinden koparabilmişler. Sonra Ebû Cehil, kavminin yanına dönmüş ve olanları onlara anlatmış. Bunun üzerine Mahzûm oğullarından diğer bir şahıs: "Ben bu taşla onu öldüreceğim" demiş ve bu şahıs kalkıp gidince, Allah, onun da gözlerini kör etmişti. 10"Ey Resûlüm! Onları uyarsan da, uyarmasan da kendileri için birdir; îman etmezler." Bundan önce o kâfirlerin halleri, temsili olarak anlatıldıktan sonra burada da sarih olarak anlatılmaktadır. Yani ey Resûlüm! Senin onları uyarman da, uyarmaman da kendileri için birdir, onlar hiçbir zaman îman etmezler. Bu ifâdenin izahı, Bakara Sûresinde (Bakara: 6) geçti. 11"Sen ancak Kur’ân'a uyarı ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesine büyük bir mağfireti ve güzel bir mükâfatı müjdele." Yani ey Resûlüm! Senin uyarman, ancak Kur’ân'ı tefekkür eden, ondan öğüt alan, şeytana uymakta ısrar etmeyen ve görmediği halde Rahmanin azabından korkan, yahut gizli, hallerinde Rahman olan Allah'tan korkan ve O'nun rahmetine mağrur olmayan kimselere tesir edebilir. Zira Allah, rahîm (çok merhametli) ve gaffar (çok bağışlayıcı) olduğu gibi, müntakîm (intikam alan) ve kahhâr'dır (kahredicidir). Nitekim, bir âyette şöyle denilmektedir: "benim kullarıma bildir ki, yegâne gafur ve rahîm benim ve benim azabım gerçekten yegâne dayanılmaz azaptır." (Hicr: 49) 12"Ölüleri diriltecek olan ancak ve ancak biziz. Onların yaptıklarını da, eserlerini (geriye, bıraktıklarını) da yazmaktayız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır." A- "Ölüleri dirilecek olan ancak ve ancak biziz." Bu kelâm, icmali olarak uyarma ve müjdelemeyi içeren pek büyük bir hâdiseyi beyan etmektedir. Yani onların ölümlerinden sonra tekrar kendilerini diriltecek olan ancak ve ancak biziz. Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, onların dirıltilmeleri, şirkten imâna çıkarılmalarıdır. Bu görüşe göre bu kelâm, müjdelenen hususun tahakkukunu vaat eden büyük bir ikram vaadidir. B- "Onların yaptıklarını da, eserlerini, (geriye bıraktıklarım) da yazmaktayız." Yani biz, onların geçmişte yaptıkları sâlih amelleri ile diğer işlerini ve öğrettikleri ilim, telif ettikleri kitap, meydana getirdikleri vakıflar, bina ettikleri camiler, kervansaraylar, köprüler ve diğer kakçı hayırları ile zulüm ve haksızlık kanunlarını tesis etmek, kullar arasında şer ve fesat prensiplerini düzenlemek ve ihdas edip de kendilerinden sonra gelecek olan müfsitlere âdet haline getirdikleri diğer serler gibi kötülükleri de yazmaktayız. Diğer bir görüşe göre ise, bu eserlerden murat, yürüyerek camilere gidenlerin eserleridir, izleridir. Herhalde bundan maksat, bunun da, eserlere dâhil olmasıdır. C- "Biz, her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır." Yani her ne olursa olsun, biz her şeyi, şânı pek yüce, olmuş ve olacak her şeyi içeren levh-ı mahfuz'da yazmışızdır. 13"Ey Resûlüm! O kasaba halkını onlara darbı mesel olarak anlat (misal ver): Hani oraya o elçiler gelmişti." A- "Ey Resûlüm! O kasaba halkını onlara darbi mesel olarak anlat, (misal ver)" Darbı mesel, bazen garip bir hali kendisi gibi bir hal için tatbik edilmek üzere anlatılır. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah, kâfirler için, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını darbı mesel olarak anlatır (misal verir)" (Tabiîm: 10) bazen de benzerine tatbiki kastedilmeksizin, insanlara garip bir halin zikredilmesi şeklinde olur. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Biz, onlara darbı mesel olarak misaller anlattık." (İbrâhîm: 45) Buradaki darbı mesel, her iki anlamda da olabilir. Yani biz, onlara, gariplikte (garabette) darbı mesel gibi sıra dışı haller beyan ettik. Birinci mânâya göre, yani ey Resûlüm! Azgınlıkta, küfürde ve Peygamberleri yalanlamak ısrarında, o kasaba halkını bu kâfirlere misal ver; onların halini bunların haline tatbik et. İkinci mânâya göre de, yani ey Resûlüm! O kasaba halkına öyle bir kıssayı anlat ki, bu kıssa, gariplikte darbı mesel gibi olsun. B- "Hani oraya o elçiler gelmişti." Bu elçiler, Hazret-i İsa'nın o kasaba halkına gelen elçileri idi. 14"O zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü elçi ile bunları desteklemiştik. Onlar da: "Biz muhakkak ki, size gönderilmiş Allah'ın elçileriyiz" demişlerdi." A- "O zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü elçi ile bunları desteklemiştik." Burada o elçilerin gönderilmesinin Allah'a isnat edilmesi, temsilin ikmali ve tesellinin tamamlayıcısı olarak, bunun da Allah'ın emriyle olduğuna binaendir. Bu iki elçi Yahya (Yuhanna) ile Paulus'tur. Diğer bir görüşe göre ise, başkaları idi. Hazret-i İsa'nın elçileri, bu kasaba halkına gelip kendilerini hakka davet etmişlerdi. O kasaba halkı ise, bu elçilerin elçiliklerini yalanlamışlardı. Elçilere destek olarak, gönderilen üçüncü elçi de Şem'ûn (Petrus) idi. B- "Onlar da: "Biz muhakkak ki, size gönderilmiş Allah'ın elçileriyiz" demişlerdi." Elçiler, sözlerini (muhakkak ile) tekit etmişlerdi, çünkü o kasaba halkı, daha önce kendilerini yalanlamışlardı. Zira ilk iki elçinin yalanlanması, hepsinin yalanlanması demektir; çünkü hepsinin sözleri bir idi. Bu kıssa şöyledir: O kasaba halkı, putperest idiler. Hazret-i İsâ, onlara iki elçi gönderdi. (Bu, elçilerden birinin Paulus olduğu görüşüyle bağdaşmaz; çünkü Paulus, Hazret-i İsa'nın semavî âleme intikal etmesinden sonra Hıristiyanlığı kabul etmiştir.) Nihayet bu iki elçi şehre yaklaştıklarında koyunlarını otlatan bir şahıs gördüler. İşte Yâsîn sûresinde kendisinden bahsedilen bu kişi Habîb Neccar'dır. Bu şahıs, o iki elçiye niçin geldiklerini sordu. Onlar da, hak dini ona anlattılar. Habîb Neccar: "Pek iyi, sizin mucizeniz var mı?" diye sordu. Elçiler de: "Biz, hastalara şifa veririz; körü ve alacalıyı iyileştiririz" dediler. Habîb Neccar'ın iki yıldan beri hasta yatan bir oğlu vardı. Elçiler, onun vücuduna masaj yaptılar; hasta iyileşip ayağa kalktı. Bunun üzerine Habîb Neccar îman etti; Bu haber şehirde yayıldı; bu iki elçinin elleriyle birçok insan şifa buldu ve bunların haberi hükümdara da ulaştı. Hükümdar, iki elçiye: "Bizim ilâhlarımızdan başka ilah var mı ki?" dedi. Elçiler de: "Elbetteki var; gerçek ilah, seni de, senin ilâhlarım da yoktan var eden İlahdir" dediler. Hükümdar: "Sizin bu davetinizi bir düşüneyim!" dedi. Bu arada insanlar, onları takibata aldılar. Bir görüşe göre de, onları dövdüler. Bir diğer görüşe göre ise, bu iki elçi hapsedildiler. Sonra Hazret-i İsâ, Şem'ûn'u (Petrus'u) da oraya gönderdi. Şem'ûn, kimliğini gizleyerek şehre girdi ve hükümdarın yakınlarıyla iyi ilişkiler kurdu. Hükümdarın çevresi ona dost oldular ve kendisini hükümdara da anlattılar. Sonunda hükümdar da ona dost oldu. Nihayet bir gün Şem'ûn, hükümdara dedi ki: "Duyduğuma göre sen, iki şahsı hapsetmişsin. Sen onların ne dediklerini iyice dinledin mi?" Hükümdar da: "Hayır! Onlara kızdığım için kendilerini iyice dinlemedim" dedi. Bunun üzerine hükümdar iki elçiyi huzuruna çağırdı. Elçiler huzura gelince, Şem'ûn, onlara: "Sizi kim gönderdi?" diye sordu. Onlar da: "Eler şeyi yaratan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah, bizi gönderdi" dediler. Şem'ûn: "Haydi o Allah'ı kısaca anlatın" dedi. Elçiler de: "O, her istediğini yapar ve her dilediğine hükmeder" dediler. Şem'ûn: "Pek iyi, sizin mucizeniz nedir?" dedi. Elçiler de: "Hükümdar, ne diliyorsa!.." dediler. Bunun üzerine hükümdar, gözleri tamamen kapalı olan bir çocuğu çağırttı. Çocuk gelince, elçiler, Allah'a duâ ettiler. O anda çocuğun göz yuvaları açıldı. Elçiler, iki bilya alıp onları iki göz yuvasına yerleştirdiler; bilyalat o anda gözler olup onlarla görmeye başladı. O zaman Şem un, Hükümdara dedi ki: "Sen de ilahına söylesen de, o da bunların yaptıklarını yapsa da, yüksek şeref, senin ve onun olsa!.." Hükümdar, Şem'ûn'a dedi ki: "Senden gizli bir sırrım yok. Bizim ilahımız, görmez, işitmez, zarar ve fayda veremez. Şem'ûn, aralarında bulunduğu müddetçe o da kendileriyle beraber putların yanma girip namaz kılıyordu ve yakarışta bulunuyordu. Onlar da, Şem'ûn'un da, kendi dinlerinde olduğunu sanıyorlardı. Sonra hükümdar dedi ki: "Eğer sizin İlahınız, bir ölüyü diriltmeye muktedir olursa, O'na îman ederiz." Bunun üzerine elçiler, yedi gün önce ölmüş olan bir genci çağırdılar; genç hemen dirilip ayağa kalktı ve dedi ki: "Ben, Cehennemin yedi vadisine sokuldum. Ben, sizi., içinde bulunduğunuz dalâletten dolayı uyarıyorum. Artık îman edin!" Ve dirileri genç, şunu da söyledi: "Gök kapıları açıldı da, ben, yakışıklı bir gencin bu üç kişiye şefaat ettiğini gördüm." Hükümdar: "O üç kişi kimlerdir?" dedi. O genç de: "Onlar Şem'ûn ile bu iki kişidir" dedi. O zaman hükümdar, hayretler içinde kaldı. Şem'ûn, o gencin sözlerinin hükümdarı etkilediğini görünce, ona nasihat etmeye başladı. Bunun üzerine hükümdar ile bir topluluk îman ettiler. İman etmeyenlere de, Hazret-i Cebrâîl (aleyhisselâm), korkunç bir sesle gürleyiverdi; o anda hepsi helâk oldular. Kıssayı böyle arılatırlar. Ancak nazmı kerimin siyakı buna müsait değildir; çünkü âyetlerde yalnız, onların inatlarını sürdürdükleri ve delil göstermekte kibirlerini bırakmadıkları anlatılmakta ve Habîb Neccar'dan başka hiç kimsenin îman ettiği anlatılmamaktadır. Eğer kıssada anlatıldığı gibi, hükümdar ve çevresinden bir topluluk îman etmiş olsalardı, zahire göre, onlarin, elçilere arka çıkıp yardım etmeleri gerekirdi ve onların çabaları ya kabul görürdü, yahut şehit Habîb Neccar gibi kendileri de öldürülürlerdi. Ve bundan bir şekilde, zikredilirdı. Allah'ım! Hakikatten ayırma, şunu diyebiliriz ki, hükümdar, azgın çevresinin korkusundan îmanını gizlemiş ve bir mazeret bulup onlardan ayrılmak için fırsat kollamış olabir. 15"Onlar, elçilere demişlerdi ki: "Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da bir şey indirmiş değildir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz." Yani îman etmeyen Antakya halkı, kendilerine gelmiş olan o üç elçiye, hitaben dediler ki: "Siz de ancak bizim gibi beşersinizi; sizin, iddia ettiğiniz misyona tahsis edilmenizi gerektirecek bizden üstün bir meziyetiniz yoktur ve Rahman olan Allah, sizin iddia ettiğiniz vahiy ve elçilikle ilgili bir şey de indirmiş değildir. Siz elçilik iddiasında ancak yalan söylüyorsunuz." 16"Elçiler demişlerdi ki: "Rabbimiz bilir ki, biz size hiç şüphesiz gönderilmiş elçileriz." Burada elçiler, Allah'ın bilgisini şahit gösteriyorlar. Bu da, yemin gibi sayılır. Bir de bunda, onları, Allah'ın ilmine karşı durmaktan sakındırmak vardır. 17"Bize apaçık bir tebliğden başka bir şey de düşmez." Yani Rabbimiz tarafından bize verilen, vazife de, mesajını, doğruluğuna şahitlik eden apaçık mucizelerle açıkça tebliğ etmekten ibarettir. Ve biz, bunun uhdesinden çıktık, bunu yerine getirdik. Bundan sonra Rabbimiz tarafından bizim için bir sorumluluk kalmamıştır. Yahut risâletin mezkûr veçhile tebliğinden başka, sizin tarafınızdan da bizim üzerimizde talep edilecek bir şey yoktur ve biz, bunu yaptık. O halde söylediklerimizi tasdik etmek için daha bizden ne istiyorsunuz? 18"O kasaba halkı demişlerdi ki: " Şüphesiz biz, sizin yüzünüzden uğursuzlaştık. Eğer bu işe kesin olarak son vermezseniz, hiç kuskusuz sizi taşlayacağız ve hiç şüphesiz bizden size dayanılmaz bir azap dokunacaktır." Yani onların çareleri kalmayınca ve gerekçeleri tükenince, cahillerin âdetine başvurarak dediler ki: "Şüphesiz biz, sizin yüzünüzden uğursuzlaştık..." nitekim onlar, nefsî arzularına uygun düşen şeyler, her türlü şer ve vebali doğursa da, onları uğurlu sayarlardı ve iki cihan saadetine vesile olsa da, nefsî arzularına uygun düşmeyen şeyleri uğursuzluk sayıyorlardı. Yahut elçilerin bu daveti, îman etmedikleri takdirde kendilerine, ailelerine ve mallarına zarar gelmek vaadini içerdiği için, onları uğursuz sayıyorlar ve kendilerinden nefret ediyorlardı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, onlardan yağmur kesilince, bunu söylemişlerdi. 19"Elçiler şöyle cevap vermişlerdi: "Sizin uğursuzluğunuz, sizinle beraberdir. Size öğüt verilirse mi uğusuzluk oluyor? Hayır! Siz aşırı giden bir güruhsunuz." Yani sizin uğursuzluğunuzun sebebi, bizim tarafımızdan değil, sizinle beraberdir ki, o, kötü itikadınız ve çirkin işlerinizdir. Sizin saadetinizi temin edecek olan dinî öğütler size verilirse mi uğursuzluk oluyor da, o yüzden bizi azap ve taşlamakla tehdit ediyorsunuz? Hayır! Durum dediğiniz gibi değil, siz, âdetleri günahlarda aşırı gitmek olan bir kavimsiniz. İşte bu yüzden uğursuzluk sizin başınıza gelmiştir. Yahut zulüm ve düşmanlıkta hep aşırı giden bir kavimsiniz, işte bundan dolayı siz, ikram edilmeleri ve bereket sayılmaları gereken elçileri tehdit ediyorsunuz ve onları uğursuz sayıyorsunuz. 20"Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelip demişti ki: "Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!" Bu adam Habîb Neccar idi. Bu zât, onlara, kayaları yontup putlar yapıyordu (heykeltıraş idi). Kendisi ile bizim Peygamberimiz arasında altı yüz sene olduğu halde Peygamberimize îman edenlerdendir. Tıpkı Ekber (en büyük) Tübba' ile Varaka b. Nevfel ve diğer bazı kimseler de, Peygamberimizden önce yaşadıkları halde ona îman etmiş olmaları gibi. Peygamberimizden başka, gelmeden önce kendisine îman edilmiş olan hiçbir Peygamber yoktur. Diğer bir görüşe göre ise, Habîb Neccar, bir mağarada ibadet ediyordu. Elçilerin geldiklerini duyunca, dinini açığa vurdu. Habîb Neccar'ın, onların elçilik unvanlarını zikretmesi, kavmini onlara uymaya teşvik içindir. Nasıl ki, "Ey kavmim!.." diye hitap etmesi de, nasihatlerini dinlemeye onları alıştırmak ve meylettirmek içindir. 21"Kendileri doğru yolda oldukları halde sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyunuz!" Burada uyma emrinin tekrarı, tekit içindir ve onlara uymayı teşvik eden vasıflarını uymaya vesile kılmak içindir ki, bu, elçilerin dünyevî amaçlardan münezzeh bulunmaları ve her iki cihan hayrına ermiş olmalarıdır. 22"Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim. Halbuki hepiniz O'na döndürüleceksiniz." Bu ifâde, başkasını irşat ederken, kendi nefsine nasihat ediyormuş gibi kendisine olan ilâhî lûtfu belirtmek ve söylediklerinin öğütten ibaret olduğunu beyan etmek kabilindendır. Nitekim kendi nefsine tercih ettiğini onlara da tercih ettiğini göstermektedir. Bundan murat, gerçek yaratanlarının ibadetini bırakıp da başkasına tapmalarından dolayı onları kınamaktır. Nitekim ziyadesiyle tehdit ifâde eden "Halbuki hepiniz O'na döndürüleceksiniz" cümlesi de bunu bildirmektedir. 23"O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Rahman, bana bir zarar dilerse, onların şefaati bana hiçbir fayda veremez ve onlar beni kurtaramaz." Âyetin başındaki, cümle, Allah'tan başka ilah edinmenin, mutlak olarak inkârı ve reddidir. Ondan sonraki (Rahman, bana bir zarar dilerse...) cümle ise, bu ret ve inkârın gerekçesidir. Bazı tefsir âlimlerinin dedikleri gibi, bu cümleyi ilâhlara sıfat yapılması ise, bu vasıfta olmayan ilâhlar olduğunu vehmettirebilir. 24"İşte ben o zaman hiç şüphesiz apaçık bir sapıklıkta olurum." Zira faydası ve zararı olmayan bir şeyi, yegâne Kaadir olan ve yegâne hayır sahibi bulunan muktedir Halik'a (yaratana) ortak koşmak, asgari temyize sahip olan hiç kimseye gizli olmayan apaçık bir sapıklıktır. 25"Ben gerçekten sizin Rabbinize îman ettim; siz de beni duyun." Habîb Neccar İn bu sözleri, elçilere hitaptır. Deniliyor ki, Habîb Neccar, kendi kavmine zikredildiği şekilde öğüder verince, onu taşlamak istediler. O da, kendisini öldürmelerinden önce elçilerin yanma koştu ve bunu söyledi. Habîb Neccar'ın, îmanını tekit (gerçekten) ile ifâde etmesi, istekli ve gönüllü olarak îman ettiğini belirtmek içindir. Habîb Neccar'ın, Rabbi elçilere izafe etmesi (Rab biniz e), îmanını ziyadesiyle açıklamak, bu îmanının onların Rabbine mahsus olduğunu açıklamak ve onlara uyduğunu bildirmek içindir. Sanki şöyle demiş oluyor: ben, sizi gönderen Rabbinize, yahut bizi kendisine îman etmeye davet ettiğiniz Rabbe îman ettim. Ve ey elçiler! Siz de benim îmanımı duyun ve Allah katında bana şahit olun. Diğer bir görüşe göre ise, Habîb Neccar'ın bu hitabı, kâfirler içindir, Bunu şifahen o kâfirlere söylemesi, dindeki kesin kararlılığini göstermek ve kendisini öldürmelerine aldırmamak içindir. Bu görüşe göre, Habîb Neccar'ın, sözlerinde Rabbi kâfirlere izafe etmesi (sizin Rabbinize...), hakin tahkik için ve kavminin, putları rab (ilah) edinmelerinin bâtıl olduğuna dikkat çekmek içindir. Bir diğer görüşe göre ise, Habîb Neccar'ın, anılan hitabı, bütün insanlar içindir. 26Bak. Âyet 27. 27"Ona: "Gir şu Cennete!" denildi. O: "Keşke benim kavmim, Rabbimin, beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" dedi." Habîb Neccar'ın kavmi onu öldürdüklerinde, diğer şehitler için olduğu gibi kendisi için de Cennete girmek ikramı olarak böyle denilmişti. Diğer bir görüşe göre ise, kavmi, kendisini öldürmek istediklerinde Allah (celle celâlühü), onu Cennete kaldırdı. Hasen-ı Basrî böyle demiştir. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre, Allah, onu Cennete koydu ve o, hâlâ Cennette diri olup Cennet nimetlerinden faydalandırılmak tadır. Bir diğer görüşe göre ise, kendisine söylenen bu kelâm, Cennete girme ve Cennet ehli olduğu müjdesi anlamındadır. Habîb Neccar'ın, kavminin, kendi halini bilmesini temenni etmesi, kendisi hakkında olduğu gibi, kavminin de, küfürden tevbe edip îman ve itaate girmek suretiyle bu saadeti kazanmalarını teşvik içindir. Bu davranış biçimi, şahsî öfkesini bastırıp düşmanlarına karşı merhametli olmak yolunu seçen velilerin davranış biçimidir. Yahut anılan temennisi, kavminin, büyük bir hata içinde olduklarını, kendisi ise hak üzere olduğunu ve kavminin, kendisine olan düşmanlıklarının, ancak kendisine saadet getirdiğini bilmeleri içindir. 28"Biz, ondan sonra onun kavmi üzerine şu gökten bir ordu indirmedik. Ve indirecek de değildik." A- "Biz, ondan sonra onun kavmi üzerine şu gökten bir ordu indirmedik." Yani biz, Bedir ile Hendek savaşlarında Mekke kâfirlerine yaptığımız gibi, Habîb Neccar'ın öldürülmesinden, yahut Cennete kaldırılmasından onun kavminden intikam alıp helâk edilmeleri için onların üzerine şu gökten bir ordu indirmedik; yalnız bir meleğin korkunç sesiyle onların hakkından geldik. Bu ifâde, onları ve helaklerini tahkir anlamını taşır ve Resûlüllah'ın şanının tazimine işaret eder. B- "Ve indirecek de değildik, " Yani onun kavminin helâk edilmesi için şu gökten bir ordunun indirilmesi, bizim hikmetimize uygun değildir. Zira biz, her şey için sebep takdir etmişizdir. Nitekim biz, helâk ettiğimiz ümmetlerden kimisini gökten yağdırılan taşlarla helâk ettik; kimisini korkunç bir sesle, kimisini depremle ve kimisini de suda boğmakla helâk etmişizdir. Kavmine karşı muzaffer olman için gökten ordu indirilmesini ise, sana mahsus bir özellik kıldık. Yahut biz, Habîb Neccar'dan sonra onun kavmi üzerine, kendilerinden önceki kavimler üzerine indirdiğimiz taş, kasırga ve şiddetli yağmur gibi afetleri indirecek de değildik 29"Bir sayhadan başka bir şey değildi. İşte o zaman onlar sönüp gitmişlerdir." Bu korkunç ses (sayha), Hazret-i Cebrâîl tarafından gerçekleştirilmişti, işte o ses, duydukları anda cansız düşmüşlerdi. Onların ölümü, remiz olarak, sönen ateşe benzetilmiştir. Ancak canlı insan, hareket ve alevlenmede yanan ateş gibidir. Ölü insan ise, ateşin külü gibidir. Nitekim şâir Lebîd de şöyle demektedir: "Ve mâ'mer'u illâ ke'şşihâbi ve davihi. Yehûru remaden ba'de iz hüve sâtiun / "insan, ancak ateş alevi ve ışığı gibidir; bir süre patladıktan sonra küle dönmektedir." 30"Bu kullara yazık! Onlara hiçbir Peygamber gelmeye görsün, mutlaka onunla alay ederler." Yani aslında acınacak durumda olanlar, iki cihan saadetine vesile olan öğütçülerle alay edenlerdir. Yahut melekler ile mü’min insanlar, onların haline acımışlardır. Bu acıma, istiare yoluyla Allah tarafından olup onların kendi nefislerine karşı işledikleri cinÂyetin büyüklüğünü anlatmak için de olabilir. 31"O müşrikler görmüyorlar mı ki, kendilerinden önce nice nesiller helâk ettik; onlar bir daha kendilerine dönmeyeceklerdir." 32"Hepsi de toplanıp huzurumuza ihzar edileceklerdir." Birinci (31.) âyette, onların, dünyaya dönmeyecekleri beyan edildikten sonra burada da onların hepsinin mahşere dönecekleri beyan edilmektedir. Yani onların hepsi, hesap ve ceza ile mükâfat için mutlaka huzurumuza ihzar edileceklerdir. Yahut ihzar edilmeleri, azap edilmeleri anlamındadır. Buna göre, kâfirlerin hepsi demektir. 33"Şu ölü toprak da onlar için büyük bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan dane çıkardık, işte onlar bundan yerler." 34"Biz orada hurmalıklardan ve üzümlerden bağlar da meydana getirdik ve orada birçok pınarlar da fışkırttık." Burada, dane ve üzüme uygunluk sağlanması için "hurma meyveleri" denilmemesı, hurma ağaçlarının özel faydaları ve hârika ve fazla hususiyetleri olmasından dolayıdır. 35"Tâ ki, onların ürünlerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler. Yine de şükretmeyecekler mi?" Yani biz orada hurmalıklardan ve üzümlerden bağlar meydana getirdik ve meyvelerinin unsurlarını hazırladık ki, o bağların ve hurma ağaçlarının meyvelerinden yesinler. Diğer bir görüşe göre ise, yani ta ki, onlar, Allah'ın meyvelerinden yesinler. Bu görüşe göre, meyvenin Allah'a izafe edilmesi, Allah'ın, onu yaratmış olması münasebetiyledir. Onların elleriyle imal ettikleri de onların meyvesinden imal ettikleri sıra ve pekmez gibi şeylerdir. Diğer bir görüşe göre ise, yani ta ki, onlar ürünlerinden yesinler. Onların ürünleri, kendilerinin elleriyle imal ettikleri şeyler olmayıp fakat Allah'ın yaratma siy la meydana gelmektedir. 'Yine de şükretmeyecekler mi?" cümlesi, onların, sayılan nimetlere şükretmemelerini reddetmek ve çirkin saymak anlamındadır. Yani onlar bu nimetleri görüyorlar, yahut onlardan faydalanıyorlar da, niçin onlara şükretmiyorlar? 36"Şu yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ı takdis ve tenzili ederim." Bu kelâmda, Allah, onların, anılan nimetlere şükretmemelerinden tenzih edilmekte, burada zikredilen O'nun kudretinin hârika eserleri, hikmetinin sırları ve şükrü gerektiren, ibadetin kendisine tahsis edilmesini icap ettiren büyük nimetleri tazim edilmekte ve buna rağmen, onların bu şükrü ve ibadeti ihlal etmelerinden taaccüp ettirilmektedir. Yani Allah'ı, itikat ve amel olarak kendisine yakışmayan şeylerden, özel bir tenzih ve şanına lâyık bir takdis ile takdis ederim. İnsanların bilmedikleri çiftlerin, bildirilmemiş olmaları, bunların tafsili olarak bilinmelerinde dinî ve dünyevî maslahatlar bulunmadığından dolayıdır. Onun için Allah, bunları ancak icmali olarak bildirmiştir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "... ve Allah, sizin bilmediklerinizi yaratır." (Nahl: 8) zira Allah'ın üstün kudreti ile mülk ve saltanatının genişliğine vakıf olmaları, bunların icmali olarak bilinmesine vabestedir. 37"Gece de onlar için büyük bir delildir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız da onlar hemen karanlıklara gömülürler." 38"Güneş de, kendine mahsus karargahına (yörüngesinde) akıp seyretmektedir. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir." A- "Güneş de, kendine mahsus karargahına (yörüngesinde) akıp seyretmektedir." Yani güneş de, muayyen bir sınıra doğru akıp gitmekte ve bu sınıra vardığında onun devri tamamlanmaktadır. İşte bundan dolayı seyrinin orta sonu, yolcunun, seyrinden sonraki karargahına benzetilmiştır. Yahut güneş, semanın ortasındaki karargahında akıp gitmektedir. Zira güneşin, semanın ortasındaki hareketi daha ağır olmaktadır. Öyle ki, güneşin orada durduğu sanılmaktadır. Yahut güneş, kendine mahsus bir istikrar ile akıp gitmektedir. Yahut güneş, her gün için doğudan batıya takdir edilmiş iki son nokta arasinda akıp gitmektedir. Zira güneşin devrinde doğuda ve batıda üç yüz altmışar nokta var. Her gün birinden doğuyor ve birinden batıyor. Sonra gelecek seneye kadar bir daha o noktalara dönmüyor. Yahut güneş, kâinatın düzeni yıkılmcaya kadar seyrine devam edecektir. B- "İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir." Yani güneşin, akıl ve idrâklere hayret veren bu seyri, yegâne galip ve ilmi, her şeyi kuşatmış olan Allah'ın takdiridir. 39"Ay için de birtakım menziller takdîr etmişizdir ki, nihayet o, eğri hurma dalına döner." Ayın menzilleri yirmi sekiz olup isimleri şöyledir: Şeretan (iki Şerat), Betan, Süreyya, Debran, Hak'a, Hen'a, Zira', Nesre, Tarf, Cebhe, Zebre, Sırfe, Ava El-Sımâk, Ğafr, Zebanî, İkiîl, Kalb, Şevle, Neaım, Belde, Sa'd El-Zâbıh, Sa'd Bela', Sa'd El-Suud, Sa'd El-Ahbıye, Ferğ El-Delv El-Mukaddem, Ferğ El-Delv El-Muahhar, El-Reşa. Bu sonuncuya Batn El-Hût da denir. Ay, her gece, bu menzillerden birine, iner, ne onu geçer; ne de onun gerisinde kalır. Nihayet ay, ictimâdan önceki menziline gelince, ince bir yay şeklini alır. 40"Ne güneş, aya yetişebilir, ne de gece, gündüzü geçebilir. Hepsi de kendine mahsus bir yörüngede yüzüp giderler." Yani güneş, süratte aya yetişemez. Çünkü böyle olması, bitkilerin oluşmasını ve canlıların yaşamasını olumsuz yönde etkiler. Yahut güneş, eserlerinde ve faydalarında aya yetişemez. Yahut mekânda güneş, aya yetişemez; onun menziline inemez; ay ışığını bastırmaz. Hulâsa, güneş ile ay, Allah'ın emrine bağlı olup kendilerine takdir edilmiş olan sınırın dışına asla çıkmazlar. Diğer bir görüşe göre ise, güneş ile aydan murat, onların parlak delilleridir ve geçmekten murat da, ayın, güneşin kuvvetine erişmesi ve aksi bir durum meydana gelmesidir. 41Bak. Âyet 42. 42"Bizim, onların zürriyetini o dolu gemide taşımış ve onlara o gemi benzerlerinden binecekleri şeyler yaratmış olmamız da kendileri için büyük bir delildir." Burada zürriyetlerinden murat, ticaret için gönderdikleri evlatlarıdır. Yahut sahip bulundukları çocukları ile kadınlarıdır. Bunların zikre tahsis edilmeleri, onların gemilere yerleşmeleri daha zor ve orada tutulmaları daha garip olduğu içindir. Diğer bir görüşe göre ise, bu gemiden murat, Hazret-i Nuh'un gemisidir ve onlarin zürriyetlerinin gemide taşınmış olmaları da, onların eski atalarının o gemide taşınmış olmasıdır. Zira bu muhatap insanlar, onların sulbünde bulunuyorlardı ve onların zürrıyetleridir. Kendileri zikredilmeyip zürriyetlerinin zikre tahsis edilmesi, minnet beyanında daha anlamlı ve delil, olmasının sebebi olan taaccüpte de daha etkili olduğu içindir. Geminin benzerleri olan binekler ise, develerdir. Zira develer, kara gemileri sayılır. Yahut benzerleri, küçük gemiler ve kayıklardır. Bu gemiler, kulların eliyle yapıldığı halde, Allah'ın mahlukları olarak gösterilmesi, onların yapımlarının da, Allah'ın erdiği kudret ve ilham ile olduğundan dolayı değildir; fakat onların, aslının, Allah'ın kudretine ve hikmetine tamamıyla mahsus olmasından dolayıdır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Gözlerimizle (nezaretimizle) ve vahyimizle gemiyi yap." (Hûd: 37) Âyette, onların diğer bineklerle olan münasebetlerinin rukûb (binmek) olarak, ifâde edilmesi, bu fiilin, onlarin kendi ihtiyarlariyla olduğu içindir. Nasıl ki, onların zürriyetinın gemi ile olan münasebetlerinin hami (taşımak) olarak ifâde edilmesi, onlarin şuur ve ihtiyarıyla olmadığı içindir; rüzgârın kuvvetiyle olduğu içindir. 43"Dilesek, onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de kurtarılırlar." A- "Dilesek, onları suda boğarız." Bu da, delilin devamindandır. Zira onlar, bunun mefhumunu itiraf ediyorlar. Nitekim diğer bir âyette şöyle denilmektedir: "Dağlar gibi dalgalar onlari kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırılar." (Lokman: 32) Onların suda boğulmalarının, ilâhî iradeye bağlanması, bize bildiriyor ki, onların helâk edilmelerini gerektiren günahları tekâmül etmiş ve yalnız ilâhî iradenin taallûk etmesi kalmıştır. Yani biz, dilesek, onları, kendilerini taşıdığımız gemi ile birlikte suda boğarız. Bu izaha göre, devenin (o gemi benzerlerinden binecekleri şeyler. ..) yaratılmasından bahsedilmesi, bir ara cümlesi olarak, deve ile gemi arasında benzerlik olmasından (bir, deniz gemisi, diğeri kara gemisi...) dolayı, sanki o da bir çeşit gemi imiş gibi, zikredilmiştir. Yahut dilesek, onlari bindikleri gemiler ve kayıklarla birlikte suda boğarız. B- "O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de kurtarılırlar." Yanı biz, bunu irade buyurduğumuz takdirde, artık ne onların imdadına koşup onlar suya düşmeden önce kendilerini kurtaran olur, ne de onlar suya düştükten sonra kurtarılırlar. 44"Ancak bizden bir rahmet ve bir zamana değin dünyadan faydalandırmamız . müstesnadır." Yani hiçbir sebeple onlarin imdadına koşulmaz ve onlar kurtarılmaz; ancak onların imdadına koşmayı ve kurtarılmalarını gerektiren bizim katımızdan büyük bir rahmet ve kendilerine takdir edilmiş ecel müddetince hayattan faydalandırılmaları müstesnadır. 45"Kendilerine: "Önünüzdeki ve arkanızdaki felaketlerden sakının ki, merhamet olunasınız!" denildiğinde aldırmazlar." Burada, onların, görüp de hiç tefekkür etmedikleri kâinat delillerinden yüz çevirdikleri gibi, vahiy âyetlerinden de yüz çevirdikleri beyan edilmektedir. Yani nazil olan âyetler veya diğerler ile uyarı yapmak üzere kendilerine: "Önünüzdeki ve arkanızdaki afetlerden ve felaketlerden sakının"; zira bunlar sizi kuşatmıştır... Yahut sizin umduğunuz ve ummadığınız cihetlerden size isabet edecek kötülüklerden sakının, .. Yahut sizden önceki ümmetlere inen azaplardan ve ahirette size hazırlanmış olan azaptan sakının, .. Yahut gökten inen afetlerden ve yerde meydana gelen felaketlerden sakının. .. Yahut dünya azabı ile ahiret azabından sakının.., Yahut geçmiş günahlardan ve gelecek günahlardan sakının ki, ilâhî rahmete erişesiniz ve kurtuluşa eresiniz! denildiğinde aldırmazlar. Zira kurtuluş, ancak Allah'ın rahmetiyle mümkün olmaktadır, 46"Kendilerine rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir." Bu âyetlerden murat, ya vahiy âyetleridir. Buna göre âyetlerin gelmesi, nazil olması demektir. Yani yönelmeyi ve îmanı gerektiren Kur’ân âyetlerinden bir âyet ve ezcümle yukarıda anlatılan Allah'ın hârika işlerini ve büyük nimetlerini bildiren âyetler, nazil oldu mu, mutlaka tekzip ve istihza yoluyla onlardan yüz çevirirler. Yahut bu âyetlerden murat, genel bir mânâ olup vahiy âyetlerini de, mucizelere ve diğer hârika işlere de şamil olan kâinat âyetlerini de ve ezcümle yakında sayılan üç âyeti de kapsamaktadır. Buna göre âyetlerin gelmesinden murat, âyetlerin vahiy ile nazil olmalarını da ve kâinat âyetlerinin, onlara zahir olmasını da kapsayan genel bir mânâdır. Yani âyetlerden bir âyet ve ezcümle Allah'ın birliğini ve yegâne İlâh olduğunu bildiren bir âyet nazil oldu mu, mudaka ondan yüz çevirirler ve îman etmelerini sağlayacak doğru bir tefekkür ile yaklaşmazlar. 47"Onlara: "Allah'ın size verdiklerinden hayra harcayın!" denildiğinde, kâfirler, mü'minlere dediler ki: "Allah, dilerse, kendisini doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Siz gerçekten apaçık bir sapıldık içindesiniz." Yani onlara: "Allah'ın size lütuf ve ihsan ettiği çeşitli mallardan hayra harcayın!" denildiğinde... böyle ifâde edilmesi, hakkı tahkik ve intakı (harcamayı) teşvik içindir. Bu da, "Allah, sana ihsan ettiği gibi, sen de başkasına ihsan et." (Kasas: 77) bir de, bu ifâde ile, onların, emre uymama cinayetlerinin büyüklüğüne dikkat çekilmektedir. Yani nasihat yoluyla onlara: "Allah'ın size verdiği malların bir kısmını muhtaçlara harcayın, çünkü bu harcama, bela ve kötülükleri önler" denildiğinde, Allah'ı inkâr eden o Mekke'deki zındıklar, mü’minlere ve onların, işlerin Allah'ın iradesine bağlı olduğu inançlarıyla alay etmek üzere mü’minlere dediler ki: "Sizin bize öğüt verdiğiniz gibi, sizin iddianıza göre, Allah, dilerse, kendisini doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz; zira siz, Allah'ın iradesine aykırı bir şey bize emrediyorsunuz" dediler. Âyetin, "siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz" cümlesi, Allah tarafından onlara verilmiş cevap, yahut mü’minlerin onlara verdikleri cevabın hikâyesi de olabilir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bazı zındıklar vardı. Bunlara, yoksullara sadaka vermeleri emredıldiğinde: "Hayır vallah! Allah, onu fakir bırakmış; biz mi doyuralım?" diyorlardı. Diğer bir görüşe göre ise, mü’min fakirler, Kureyş müşriklerinden, onların Allah'ın payı olarak ayırttıklarını iddia ettikleri ekinlerden ve hayvanlardan kendilerine yedirmelerini istediklerinde, o müşrikler bunu söylemişler. O müşrikler: "Allah, Kaadir olduğu halde, onları doyurmak istemediğine göre, bizim de hiç istemememizi lazımdır" fikrini, vehmettirmek istiyorlardı. Bu ise, onlarin aşırı cehaletlerinden kaynaklanmaktadır. Zira Allah, kullarını bazı zahirî sebeplerle doyurmaktadır ve zenginleri fakirleri doyurmaya teşvik etmek ile onların buna muvaffak kılınmaları da bu sebeplerdendir. 48"Yine dediler ki: "Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu vaat ne zaman gerçekleşecektir?" Yani o kâfirler, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü’minlere hitap ederek şunu da söylediler: "Eğer sizin bize vaat ettiğiniz kıyamet doğru ise..." zira mü’minler de, kıyametin geleceğini vaat eden âyetleri o kâfirlere okuyorlardı. 49"Onlar birbirleriyle çekişip dururlarken, ancak, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlık bekliyorlar." Bu kelâm., Allah tarafından onlara verilen cevaptır. Yani onlar, ticaretlerinde ve muamelelerinde birbirleriyle çekişip dururlarken ve kıyameti hiç hayal etmezken, ancak, ansızın kendilerini yakalayıverecek Hazret-i İsrafil'in birinci sûr nefhasmı bekliyorlar. Âyetin ifâdesi, "o zaman, siz bakıp dururken, hemen sizi yıldırım çarpmıştı." (Bakara: 55) âyeti, kabiledendir. Binaenaleyh onlar, kıyametin alametlerinin zuhur etmediğine aldanmasınlar ve kıyametin kapmayacağını sanmasınlar, 50"Artık onlar, ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler." Yani Hazret-i İsrafil, birinci olarak sûr'a üflediği zaman, eğer onlar aileleri içinde iseler, onlara bir vasiyette bulunamazlar ve eğer ailelerinin yanında bulunmuyorlarsa da, onların yanma dönemezler; hayır, o çığlık, ansızın onları yakalayacak ve hepsi, bulundukları yerde ölecekler. 51"Yine sûr'a üfürülecek. Bir de bakarsın ki, onlar kabirlerinden kalkıp koşarak rablerine gidecekler." Bu sûr neması, ikincisidir. Bununla birinci nema arasında kırk sene vardır. Onların bu gidişi, ihtiyarî değil, mecburîdir. Nitekim "hepsi de toplanıp huzurumuza ihzar edileceklerdir." (Yâsîn: 32) denilmektedir. 52"Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? diyecekler. Bu, Rahman'ın vaadettiğidir; Peygamberler de gerçekten doğru söylemişlerdir. A- "Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? diyecekler." Onlar kabirlerinden ilk çıkarıldıklarında bunu söyleyecekler. Deniliyor ki, bu kelâm işaret ediyor ki, o anda akılları son derece karışık olduğu için ondan önce uykuda olduklarım sanacaklar. Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Kâfirler için bir nevi uyuklama olacak; onlar bundan uyku tadım duyarlar. Nihayet kabirdekiler, bu sayhayı duyunca, böyle diyecekler. İbn Abbâs, Übeyy b. Kâ'b ve Katâde'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Allah, iki nefha arasında kabir ehlinden azabı kaldıracak. Böylece onlar bu arada rahat uyuyacaklar. Sonra kabir ehli, ikinci nefha ile diriltilip de, kıyametin korkunç hallerini gördüklerinde bunu söyleyecekler. Diğer bir görüşe göre ise, onlar, Cehennemi ve içindeki çeşitli azapları gördüklerinde, kabir azabı onun yanında uyku gibi kalacak. İşte o zaman bunu söyleyecekler. B- "Bu, Rahman'ın vaadettiğidir; Peygamberler de gerçekten doğru söylemişlerdir." Bu kelâm, melekler veya mü’minler tarafından onlara verilmiş cevaptır. Onların sorusunun (bizi kabrimizden kim kaldırdı? ) üslubuna göre, cevap verilmeyip böyle cevap verilmesi, küfürlerini kendilerine hatırlatmak, ondan dolayı kendilerini takbih etmek ve bir de şu noktaya dikkat çekmek içindir: kendilerini ilgilendiren, kabirlerinden kaldırılmanın kendisini sormalarıdır; yoksa kaldıranı sormaları değildir. Sanki mü’minler, onlara şöyle cevap vermişler: sizi kabirlerinizden kaldıran Rahman'dır. O, size gönderdiği kitaplarda bunu size vaat etmişti; size Peygamberler de göndermiş ve onlar da, bu doğru vaadi anlatmışlardı. Gerçek, sizin vehmettiğiniz gibi değil ki, siz, sizi kabirlerinizden kaldıranı soruyorsunuz. Diğer bir görüşe göre ise bu kelâm, kâfirlerin kelâmlarmdandır. Zira onlar, o zaman, vaktiyle Peygamberlerden dinlediklerini hatırlayacaklar da, bu kelâm ile, kendi nefislerine, yahut birbirlerine cevap vereceklerdir. Yahut mânâ şöyledir: "Bizi bu kabrimizden kim kaldırdı?" diyecekler. Rahmanin vaat ettiği ve Peygamberlerin de doğru olarak bildirdikleri haktır. 53"Olan bir çığlıktan ibarettir. İşte o zaman onların hepsi huzurumuzda ihzar edilmişlerdir." Yani yukarıda anlatılan nefha, Hazret-i İsrafil'in sûr'a üfürmesinden hâsıl olan bir çığlıktan ibarettir, işte o zaman onların hepsi, bir göz kırpması kadar bile gecikme olmaksızın huzurumuzda ihzar edileceklerdir. Bu kelâm, kabirlerden kaldırılmanın ve hasrın nedenli korkunç olduğunu ve bunların gerçekleşmesi için zahirî sebeplere ihtiyaç olmadığını açıkça bildirmektedir. 54"İşte o gün hiçbir kimse, en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz de ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız." Yani o gün, iyi olsun, kötü olsun, hiçbir kimse, en ufak bir zulme uğramaz ve siz de ancak, dünyada işlediğiniz günahların karşılığını bulursunuz. Bu hitabı (siz de...), mü’minlere de teşmil etmek ise mümkün değildir; çünkü Allah, mü’minlerin mükâfatlarını verecek ve kendi lûtfunden onu kat, kat arttıracaktır. Bu kelâm, onların, kendileri için hazırlanmış olan azabı gördüklerinde, hakkı tahkik ve onları kınamak için kendilerine söylenecek olanı hikâye etmektedir. 55"Cennettekiler, o gün gerçekten sevinç ve neşe içinde sefa sürerler." Bu kelâm da, onların üzüntü ve pişmanlıklarını arttırmak için kendilerine söylenecek olanlar cümlesindendir. Zira kendi kötü halleri belirtildikten sonra düşmanlarının iyi hallerinin bildirilmesi, onların üzüntülerini daha da arttırmaktadır. Bunun hikâye edilmesi, kâfirleri, içinde bulundukları küfürden caydırmak ve mü’minlerin güzel davranışlarını benimsemeleri içindir. Âyetteki meşguliyetten murat, kafalarını tamamen meşgul edip başka şeyleri tamamen unutturan lezzetlerdir. Yahut bu meşguliyetten murat, bakire hurilerle ilişkileridir. Yahut çalgı çalıp eğlenmeleridir. Yahut ziyaretleşmeleridir. Yahut Allah'ın onları ağirlamasıdır. Yahut bu meşguliyet, onların, Cehennem ehlinden meşgul olmalarıdır. Yahut Cehennemde bulunan ailelerinden meşgul olmaları, onlar için üzülmemekti ve onların haline aldırmamalarıdır ki, içinde bulundukları nimetlerin tadı kaçmasın. Bu görüşlerin her biri, selef âlimlerinin birinden rivâyet edilmiştir. Şu halde selef âlimlerinin bu görüşlerinden muratları, meşguliyetlerinin bunlardan ibaret olduğunu belirtmek değil, fakat bunların da, onlari meşgul eden nimetlerden olduklarım beyan etmektir. 56"Onlar ve eşleri gölgelerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." Burada, Cennet ehlinin zevk ü sefa ile meşguliyetleri ve onların neşe ve sevinçlerini arttıran, eşlerinin de yanlarında olacakları anlatılmaktadır. 57"Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları da yerine getirilir." Bundan önce, Cennet ehlinin, ünsiyet verici meclisleri ve her türlü üzüntüden uzak mahfilleri anlatıldıktan sonra, onların, içinde bulundukları meşguliyet ve neşenin keyfiyetini iyice beyan etmek için, orada faydalanacakları yiyecekler, içecekler ve tadacakları cismi ve ruhî lezzetler (icmalî olarak) beyan edilmektedir. Yani Cennette Cennet yaranı için, meyve çeşitlerinin her birinden bolca meyveler vardır ve onların bütün büyük arzuları da, yahut sevinç ve neşe kaynaklarından arzu ettikleri her şey kendilerine sağlanır. Bu kelâm delâlet ediyor ki, Cennet yaranı, gıptaya şayan en büyük sevinç ve neşe içinde olacaklardır. 58"Onlara rahîm rabtan söylenen selam vardır." Yahut onların arzu ettikleri, rahîm Rabb tarafından melek vasıtasıyla veya ziyadesiyle tazimleri için vasıtasız olarak söylenen selam vardır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Melekler, Cennet ehlinin yanına girip âlemlerin Rabbinin selamım onlara iletirler." 59"Ey günahkârlar! Siz de ayrılın bugün!" Yani Cennet ehli, ifâde edilmesi mümkün olmayan sevinç ve neşelerle meşgul olacaklar; daimî nimetlere erişecekler. İşte o zaman şöyle denilecek: "Cennet ehlinin gözleri aydın! Siz günahkârlar da, onlardan ayrı olarak kendi yerlerinize gidin!" Katâde'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Yani ey günahkârlar! Siz her hayırdan uzak kalın!" Dahhâk'tan rivâyet olunduğuna göre, her kâfirin Cehennemde bir evi olacak; o, o eve kapatılacak ve ne kendisi, başkalarını görebilecek, ne de başkaları, onu görebilecek. 60Bak. Âyet 61. 61"Ey âdem oğulları! "Şeytana ibadet etmeyin (tapmayın); çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur!" diye size emir vermedim mi?" Bu kelâm da, daha önce geçen ayrılına emri ile bundan sonra gelecek Cehenneme girmeleri emri arasında, Cehennem ehline kınama, ilzam ve susturmak olarak söylenecek olanlara dâhildir. Allah'ın bu emirlerinden murat, "ve şeytanın peşine düşmeyin; çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır." (Bakara: 168, 208; En'ânı: 142), "ey âdem oğulları! Şeytan, ana-babanizı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de aklatmasın..." (A'raf: 27) âyetleri ile bu konuda vârid olan diğer âyetlerdir. Diğer bir görüşe göre ise, bu emir, insanların ruhları, Hazret-i Âdem'in belinden çıkarılıp kendi nefislerine şahit tutularak onlardan alınan sözdür. Bir diğer görüşe göre ise, insanlar için yaratılmış olan ve Allah'ın ibadetini emredip başkasına tapmayı men' eden akli ve sözlü kesin delillerdir. Şeytana ibadet etmekten murat, insanlara vesvese verdiği ve cazip gösterdiği şeylerde ona itaat etmektir. Buna ibadet denilmesi, ondan ziyadesiyle sakındırıp nefret ettirmek için ve bir de Allah'a ibadet karşılığmda vaki olduğu içindir. Burada yasak (şeytana tapmamak), emre (Allaha ibadet etmek) takdim edilmiş, çünkü boşaltıp temizlemek, süslemeden önce yapılmaktadır. Bir de, "dosdoğru yol budur" cümlesi ile bu emir arasında bağlantı sağlanması içindir. Çünkü bu cümledeki "bu" işareti, Allah'a ibadeti göstermektedir ki, o da, tevhit ve İslam'dan ibarettir. Nitekim "işte bana varan dosdoğru yol budur." (Hîcr: 41) ve: "Ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üstüne oturacağım." (A'raf: 16) âyetlerindeki dosdoğru yoldan da murat olan budur. 62"Yemin olsun ki, şeytan, sizden birçok nesilleri yoldan çıkarmıştır. Hâlâ akıl etmiyor musunuz?" A- "Yemin olsun ki, şeytan, sizden birçok nesilleri yoldan, çıkarmıştır." Bu cümle, o kâfirleri kınamayı ağırlaştırmak ve takbihi tekit etmek içindir. Zira burada, onların işledikleri cinÂyetin, sadece ahdi bozmaktan ibaret olmayıp fakat onun yanı sıra bir de, görmekte oldukları, eski ümmetlerin, şeytana uymaları sebebiyle uğratıldıkları cezalardan da ders almadıkları anlatılmaktadır. Bu itibarla âyetteki hitap, Mekke kâfirlerinin de dâhil oldukları Peygamberimizin muasırı olan kâfirler içindir. Onlara ziyadesiyle kınama ve takbih yapılması, cinayetleri kat, kat olduğu içindir. Yani Allah'a yemin olsun ki, şeytan, sizden birçok insanları veya sınıfları, üzerinde sebat etmenizi emrettiğim dosdoğru yoldan saptırmıştır, işte bundan dolayı onlara öyle korkunç cezalar isabet etmiştir ki, bunların haberleri ufukları doldurmuş ve eserleri asırlar boyu kalmıştır. B- "Hâlâ akıl etmiyor musunuz?" Yani siz, onların uğradıkları cezaların kalıntılarını gördüğünüz halde, dalâletleri yüzünden bu cezalara uğratıldıklarım akıl etmiyor musunuz? Yahut siz, hiçbir şey akıl etmiyor musunuz? Niçin onların, içinde bulundukları dalâletten vazgeçmiyorsunuz ki, sizin başınıza da felaket gelmesin. 63"İşte bu size vaat edilen Cehennemdir." Bundan önce zikredilen kınama, takbih, ilzam ve iskât tamamlandıktan sonra Cehennemin kenarına geldiklerinde onlara bu şekilde hitap edilecektir Yani şeytana uymanız karşılığında, Peygamberlerin lisanıyla size vaat edilen Cehennem, işte budur. Nitekim: "Yemin olsun ki, sen ve sana uyanların hepsiyle Cehennemi dolduracağım." (Sâd: 85), "onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki, hepinizin cezası, tam bir ceza olan Cehennemdir." (Isrâ: 63), "İblis dedi ki: öyle ise, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üstüne oturacağım." (A'raf: 16) âyetleri ile daha birçok âyette de bu husus anlatılmıştır. 64"İnkârınızdan ötürü, bugün oraya düşün.." Bu emir, aşağılama ve cezalandırma emridir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Tat bakalım. Hani sen kendince en güçlü idin." (Duban: 49) Yani sizin dünyadaki devamlı küfrünüzden dolayı bugün Cehenneme yukarıdan girin ve onun türlü azaplarını tadın. 65"Bugün ağızlarına mühür vururuz da, yaptıklarını bize elleri anlatır; ayakları da şahitlik eder. Burada gaip zamirinin kullanılması (ağızlarına), şunu bildirmek içindir: onların çirkin halleri, kendilerinden yüz çevrilmesini ve çirkin hallerinin başkalarına anlatılmasını gerektirmektedir. Bir de, böyle ifâde edilmesi, bunun, mühürlenmenin gereklerinden olduğuna işaret vardır. Zira hitap etmek, cevap almak içindir. Halbuki orada artık cevap tamamen kesilmiştir. Yani onların ağızlarına mühür vurulup konuşmaktan men' edilirler. Rivâyet olunuyor ki, kıyamet günü kâfirler, kendi küfürlerini inkâr edip tartışmaya girecekler. O zaman onların komşuları, aileleri ve yakınları, onların aleyhinde şahitlik edecekler. Bunun üzerine de müşrik olmadıklarına yemin edecekler. İşte o zaman onların ağızlarına mühür vurulur ve elleri ile ayakları konuşmaya başlar. Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kıyamet günü bazı kullar diyecekler ki: kendimden başka hiç kimsenin şahitliği beni bağlamaz" diyecekler, işte o zaman, onların ağızlarına mühür vurulacak ve onun azasına: "Siz konuşun" denilecek. Onun azası da, yaptıklarını anlatacak. Sonra konuşmasına izin verilecek. O da diyecek ki: "Öyle ise, siz, Allah'ın rahmetinden uzak olasınız! Ben sizin yüzünüzden dalâlete düştüm." 3 3 Müslim/Kitabü'z Zühd, hadis: 17 Diğer bir görüşe göre ise, azanın konuşturulması ve sahibinin yaptıklarına şahitlikleri, günah izlerinin onlarda görülmesidir. 66"Biz dilesek, muhakkak gözlerini silme kör yapardık da yolda koşuşup dururlardı; ama nasıl göreceklerdi?" Yani biz, dilesek, kesinlikle gözlerini, göz çukurları bile olmayacak şekilde dümdüz kör yapardık. O zaman onlar, her zaman gittikleri yolu bulmaya çalışırlardı; ama o yolu nasıl bulacaklardı? 67"Biz dileseydik, şüphesiz oldukları yerde onları meshederdik (şekillerini değiştirirdik) de, ileri gitmeye de, geri dönmeye de güçleri kalmazdı." Yani biz, dilesek, şüphesiz onların suretlerini değiştirmek ve kuvvetlerini iptal etmek suretiyle kendilerini başka şekillere sokardık. İbn Abbâs diyor ki:’Yani onları maymunlar ve domuzlar şekline sokardık." Diğer bir görüşe göre ise, yani onları taşlara dönüştürürdük. Katâde' den rivâyet olunduğuna göre ise, "yani onları yatalak kötürümler haline getirirdik." Bu iki şart cümlesinin zikredilmesi, sadece, Allah'ın, onların gözlerini silme kör yapmaya ve şekillerini değiştirmeye muktedir olduğunu beyan etmek için değil, fakat onlarin, küfürleri, ahitlerini bozmaları ve kendileri gibi insanların yok olma kalıntılarını görmekten ders almamaları sebebiyle, âhirette ağızlarına mühür vurma cezasına uğrayacakları gibi, dünyada da bu cezaya çarptırılmaya müstahak bulunduklarını, ancak bunun tek engeli, ilahi iradenin buna taallûk etmemesi olduğunu beyan etmektir. Yani eğer biz, onların, cinâyetleriyle hak ettikleri silme kör yapılmaları ve şekillerinin değiştirilmesi cezalarını dileseydik, bunu mutlaka yapardık; fakat biz bunu, mühlet verilmesini gerektiren rahmet ve hikmet kanunumuz gereğince dilemedik. 68"Eme uzun ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Yine de akıl etmeyecekler mi?" Yani biz, uzun ömür verdiğimiz kimsenin, bedenî ve hissi gelişmesini, önce yarattığımızın tersine çeviririz. Böylece gittikçe onun zafiyeti artar; kuvveti eksilir; bünyesi çöker; şekil ve sureti değişir; sonunda beden zafiyetinde, akıl azlığında, anlayış ve idrâkten uzaklaşmakta çocuk haline benzer bir hale gelir. Yine onlar, bunu görüp de akıl etmiyorlar mı ki, buna muktedir olan bir zât, onların gözlerini silme kör yapmaya ve şekillerini değiştirmeye de Kaadirdir ve bunların olmaması, ilâhî iradenin ona taallûk etmemesinden dolayıdır. 69"Biz, Peygamber'e şiir öğretmedik. Zaten bu ona yaraşmazdı. Bu, bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân'dır." A- "Biz, Peygamber'e şiir öğretmedik." Kâfirler, Peygamberimizin bir şâir olduğunu ve söylediklerinin de şiirden ibaret olduğunu söylüyorlardı. İşte bu kelâm, onların bu iddialarını ret ve iptal etmektedir. Yani biz, Peygamber'e Kur’ân öğretmekle sür öğretmedik, üstelik Kur’ân da, zaten şiir değildir. Zira şiir, külfede uydurulan, süslü ve sanatlı sözlerden vezin ve kafiyeli olarak, hayal ve boş evham üzere kurulan kelâmdır. Şimdi, şânı yüce, beşer kelâmına benzemekten münezzeh, çeşitli hikmetlerle ve üstün hükümlerle dolu, iki cihan saadetine eriştiren Kur’ân'ın bununla ne alakası var! Onların zihinleri nasıl karmakarışık olmuş da bunları birbirlerine karıştırmışlar! Allah, onları kahreylesin; nasıl haktan döndürülüyorlar! B- "Zaten bu ona yaraşmazdı." Şiir söylemek, Peygamberimiz'e yaraşmadığı gibi, söylemeye çalışsa da, başaramazdı. Yani hücceti daha sabit ve hakkındaki şüpheler de daha çürük olması için, biz, Resûlüllah'ı, yazı yazmayı öğrenemeyen ûmmî bir insan kıldığımız gibi, şiir söylemeye çalışsa da, onu başaramayacak bir fıtratta yarattık. Peygamberimizin şu sözlerine gelince: "Ena'nnebiyyü lâ kezib ena'bnü Abdulmuttalib / ben, Peygamberim; yalan yoktur. Ben, Abdulmuttalib'in oğluyum". "Fici enti illa ısbeun demeyti ve fî sebilillahi mâ lekayti / sen ancak kanamış bir parmaksın ve bu, Allah yolunda olmuştur." 4 4 Buharî/Kitabü'l Cihad, bab: 52, 61, 97, 167; Müslim/ Kitabü'l Cihad, hadis: 78, 80; Tirmizî/Kıtabü'l Cihad, bab: 15, Ahmed b. Hanbel Müsnedı: 4/280, 281, 289, 304 Bu iki kelâm, şiir şeklinde düzenlenmesine kasıt ve azim olmaksızın, tesadüfen böyle vârid olmuştur. Diğer bir görüşe göre ise, "bu ona yaraşmazdı" cümlesindeki zamir, Kurana râcidir. Yani Kur’ân'ın şiir olması yaraşmazdı. C- "Bu, bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân'dır." Yani Kur’ân, ancak Allah tarafından bir öğüt ve insanlar ile cinler için bir irşattır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bu Kur’ân, ancak âlemlere bir öğüttür." (Tekvîr: 27) ve yine Kur’ân, ancak semavî bir kitaptır ve böyle olduğu da apaçıktır. Yahut o, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden, mihraplarda, mabetlerde okunan ve okunması ile içindekilerle amel edilmesi, iki cihan saadetine vesile olan bir kitaptır. O halde Kur’ân'ıle kâfirlerin, hakkında söyledikleri arasında ne alaka vardır. 70"Diri olan kimseyi uy arasın ve kâfirlere o azap hükmü hak olsun diye." Yani Kur’ân, yahut Resûlüllah, akıl ve tefekkür sahibi olan kimseyi uyarsın. Zira gafil olan kimse, ölü gibi sayılır. Yahut Allah'ın ilminde mü’min olan kimseyi uyarasın. Zira ebedî hayat, îman ile hâsıl olmaktadır. Uyarma, diri kimseye tahsis edilmiş, çünkü uyarıdan faydalanan o kimselerdir. Ve küfürde ısrar edenlere de azap hükmü hak olsun diye. Bu kâfirlerin, diri karşıtı olarak zikredilmesi, bize bildiriyor ki, o kâfirler, ilâhî marifet olan hayat eserleri ile hükümlerinden yoksun olduklarında dolayı hakikatte ölüler gibidirler. 71"Görmediler mi ki, biz, kudret ellerimizin yaptığı şeylerden onlara davarlar yarattık. Böylece onlar bunlara mâlik olmuşlardır." Yani onlar, tefekkür etmediler mi, düşünmediler mi ve bizzat müşahede etmek gibi anlamadılar mı ki, biz, onların faydalanmaları için bizzat kudret ellerimizin var ettiği şeylerden davarlar yarattık. Böylece onlar, bu davarlara sahip olmuşlardır ve onları kullanmaktadırlar; bu hayvanların faydaları onlara mahsus kılınmıştır; başkaları bunlara müdahale etmemektedir. Yahut onlar, bizim, kendilerine verdiğimiz kudret ve imkân ile ve o hayvanları emirlerine teshir etmekle, bu hayvanları zaptetmeye ve kullanmaya muktedir bulunuyorlar. Nitekim bir şâir de diyor ki: "Asbahtü lâ emlikü's silaha ve lâ emlikü re'se'l beîri in neferâ / benden kaçarlarsa (Allah, müsahhar kılmasa), ne silah taşıyabilirim; ne de devenin başını zaptedebilirim." Ancak birinci görüş, daha zahirdir; çünkü ona göre bundan sonraki cümlede zikredilen nimet, kendi başına ayrı bir nimet olur ve makablinin devamı olmaz. 72"Ve o hayvanları onların emrine verdik. İşte onların bir kısmı binitleridir; bir kısmından da yemektedirler, " Yani biz, bu hayvanları onlara öyle itaatli kıldık ki, diledikleri hiçbir şeyde ve hatta boğazlanmakta bile onlara isyan etmezler. Nitekim "işte onların bir kısmı..." cümlesi, bunu bildirmektedir. 73"Ve bu hayvanlarda onlar için daha nice faydalar ve içilecek sütler vardır. Yine de mi şükretmeyecekler?" Yani bu hayvanların her iki kısmında (binit olarak kullanılan kısım ile etlerinden faydalanılan kısım), derileri ile yünlerinden faydalanmak öküzlerle çift sürmek gibi onlar için daha nice faydalar ve içilecek sütler vardır. Onlar bu nimetleri gördükleri, onlardan faydalandıkları halde yine de bu nimetleri bahşeden Allah'a şükretmeyecekler mi? 74"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka birtakım ilâhlar edindiler." Yani o kâfirler, karşılaştıkları işlerde kendileri tarafından yardım göreceklerini, yahut ahirette kendilerinden şefaat göreceklerini umarak, o üstün kudretin yegâne sahibi ve o büyük nimetleri kendilerine ihsan eden yegâne zât olduğunu bildikleri Allah'tan başka put ilâhlar edindiler ve ibadette onları Allah'a ortak koştular. 75"Halbuki o ilâhların, kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bu ilâhlar için ihzar edilmiş askerlerdir." Bu kelâm, onların görüşlerinin bâtıl olduğunu, umutlarının hüsran olacağını ve tedbirlerinin aksi sonuçlar vereceğini beyan etmektedir. Yani onların o bâtıl ilâhları, kendilerine yardım edemezler. Aksine o müşrikler, bu ilâhları için ihzar edilmiş askerler olup ilâhları Cehenneme sevk edilirken kendileri onları uğurlayacaklar. Diğer bir görüşe göre ise, yani kendileri dünyada ilâhların koruması, hizmetleri ve müdafaaları için hazırlanmış askerlerdir. Ancak Âyet-ı Kerime'nin nazmı, bu mânâya müsait değildir; çünkü bundan sonra âyetin mefhûmu buna terettüp ettiğine göre, burada ifâde edilen şey, onların, hüsrana uğramaları, boş umutlarını bağladıkları şeyden mahrum kalmaları ve durumun tersine dönüp umdukları hayır yerine şerrin terettüp etmesidir. Zira onların bu hüsranı, Peygamberimizin içinde bulunduğu ağır durumu hafifletir ve sevinmesini mucip olur. Müşriklerin, ilâhlarının hizmetine ve korumasına hazır bulunmaları ise, bundan uzaktır. 76"Ey Resûlüm! Onların sözü artık seni üzmesin! Çünkü şüphesiz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurdukların da biliyoruz." A- "Ey Resûlüm! Onların sözü artık seni üzmesin!" Bu olumsuz emir, zahire göre onların sözüne yönelik ise de, hakikatte Resûlüllah'a yönelik olup kinaye yoluyla Resûlüllah'ın, üzülmemesini en beliğ ve kuvvetli şekilde ifâde etmektedir. Zira bir şeyin sebeplerini ve unsurlarını nehy etmek, onun delilî olarak nehyetmek ve sebeplerini iptal etmek demektir. B- "Çünkü şüphesiz biz, onların gizlemekte olduklarım da, açığa vurdukların da biliyoruz." Bundan önce mezkûr olumsuz emrin illeti zımnî olarak anlatıldıktan sonra burada da illeti sarih olarak anlatılmaktadır. Zira Allah'ın, gizli ve açığı bilmesi, kesin olarak mükafat ve cezayı gerektirmektedir. Yani biz, onların, gizli olsun, açık olsun, bütün cinayetlerinin cezalarını vereceğiz; bizim ilmimizden en ufak bir şey, gizli kalmaz. Bu kelâm, Peygamberimizi fazlasıyla fes elk etmektedir. Âyette gizlinin, açıktan önce zikredilmesi, ya Allah'ın ilminin, her şeye şamil olduğunu kuvvetlice ifâde etmek içindir. Sanki Allah'ın, onların gizlediklerini bilmesi, açığa vurduklarını bilmesinden önce gelmektedir. Halbuki hakikatte Allah'ın ilmine göre ikisi de birdir. Çünkü Allah'ın, her şeyi bilmesi, onların suretlerinin hâsıl olması yoluyla değil; fakat her şeyin, kendi nefsinde var olması, Allah'a göre onun bilinmesidir. Bu mânâda ise, açık ve gizli eşya arasında hiçbir fark kalmaz. Yahut gizlinin açığa takdimi, gizlinin mertebesinin, açık mertebesinden önce olduğu içindir. Zira ne kadar gizli varsa, ya kendisi, yahut ilk unsurları, ondan önce kalpte gizlidir. Bu itibarla ilâhî ilmin, onun ilk haline taallûku, hakikatte ikinci haline taallûkundan önce olmaktadır. 77"İnsan görmedi mi ki, biz, şüphesiz kendisini meniden yaratmışız. O ise, hemen bize apaçık bir hasım (çetin bir düşman) kesilmiştir." A- "İnsan görmedi mi ki, biz, şüphesiz kendisinin meniden yaratmışız." Yani insan tefekkür edip de, kesin olarak anlamdı mı ki, biz, kendisini şüphesiz meniden yaratmışız. Yahut onlar, Allah'ın, yaşama imkân ve sebeplerini yarattığını anlamadılar mı? Ve Allah'ın, onların nefislerini de yarattığını da anlamadılar mı? Halbuki bunları anlamak, gayet açık ve çok da önemlidir. Bunların birincisi, çirkindir; ikincisi ise, daha da çirkindir. Bundan önceki kelâm, ellerinde bulunup tevhit ile İslam'ı mucip olan o büyük nimetleri gördükten sonra Allah'a ortak koşmalarının, apaçık bir bâtıl olduğu beyan edildikten sonra burada da, o kâfirler, kendi nefislerinde en açık ve adıl deliller gördükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr etmelerinin pek açık bir bâtıl olduğu beyan edilmektedir. Kimilerinin dediği gibi, bu kelâmın, Resûlüllah'a teselli olup onların söylediklerinin, haşiri inkâr etmelerine göre ehven olduğunu beyan ettiği görüşü ise, asla kabule şayan değildir. B- "O ise, hemen bize apaçık bir hasım (çetin bir düşman) kesilmiştir." Yani insan görmedi mi ki, biz, kendisini en değersiz ve önemsiz bir varlıktan yaratmışız. O ise, yaratıksın başlangıcının, pek açıkça sıhhatine ve tahakkukuna şahitlik ettiği bir hususta bize husumet ve bâtıl bir mücadele göstermektedir. Rivâyet olunuyor ki, aralarında Übeyy b. Halef, el-Cümehî, Ebû Cehil, As b. Vâil ve Velid b. Muğîre'nin de bulunduğu bir cemaat, bu konuyu kendi aralarında konuşurken, Übeyy b. Halef dedi ki: "Görüyorsunuz Muhammed ne diyor: Allah, ölüleri muhakkak tekrar diriltecekmiş." Ubeyy b. Halef, sonra şunları söyledi: "Lât ve Uzzâ'ya yemin ederim ki, ben ona gidip kendisiyle tartışacağım." Übeyy b. Halef, eline çürümüş bir kemik aldı ve onu eliyle ufalayarak şöyle dedi: "Ey Muhammed! Sana göre, bu kemik böyle çürüdükten sonra Allah, onu tekrar diriltecek mi?" Peygamberimiz de: "Evet, seni de diriltecek ve seni Cehenneme koyacaktır" buyurdu, işte o zaman bu âyet-ı kerime nazil oldu. Diğer bir görüşe göre ise, yani o ise, önemsiz bir su iken, sonra mümeyyiz, tartışmaya muktedir, içindekini fesahade anlatıp açıklayan bir adam olmuştur. 78"Yaratılışını unuttu da, bize misal getirmeğe kalkıştı. Ve: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" dedi." A- "Yaratılışını unuttu da, bize misal getirmeğe kalkıştı." Yani o kâfir, bizim, onu mezkûr şekilde yarattığımızı - ki, bu, onun getirdiği misalin bâtıl olduğuna açıkça delâlet etmektedir- unuttu da, bizim şânımız hakkında öyle garip bir misal getirdi ki, garabet ve akıldan uzak olmak bakımından masal gibi bir şeydir. O da, bizim, kemikleri diriltmemizi inkâr etmesidir. Yahut kendi iddiasına göre garip bir misâl getirdi: onu imkânsız gördü; onu masal kabilinden saydı ve onu pek şiddetli bir şekilde inkâr etti. Bu da, bizim, onu diriltmemizdir. Ve o, bizim için yaratılmışlardan misâl getirdi; bizim kudretimizi onların kudretine kıyasladı ve hepsini reddetti. B- "Ve: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" dedi." Yani çürümüş kemiklerin diriltilme sini şiddetle ve kesinlikle inkâr ederek böyle dedi. Yani kemikler, bu kadar çürümüş ve hayattan son derece uzaklaşmış iken, bunları kim diriltecek? Kemiklerde de hayat olduğunu savunan ve ölmüş çatıkların kemiklerinin necis olduğu hükmünü buna bina eden İslam âlimleri, mesnet olarak bu âyetin zahirini göstermektedirler. Bizim hanefî âlimleri ise, tıpkı lallar gibi kemiklerde de hayat olmadığını savunurlar ve derler ki; kemiklerin dıriltilmesinden murat, duyarlı bir canlı bedeninde kemiklerin taze ve nemli hale getirilmesidir. 79"Ey Resûlüm! De ki: onları lîk defa yaratmış olan zât diriltecek. Zaten o, her bir yaratışı hakkıyla bilendir." A- "Ey Resûlüm! De ki: onları ilk defa yaratmış olan zât diriltecek." Yeni ey Resûlüm! Onlara, hakikate delâlet eden o unuttukları fıtratı kendilerine hatırlatmak ve kendilerini, hakikate şahitlik edecek yola İrşat etmek üzere bunu söyle. Zira ilâhî kudret eski hali üzere bakidir. Çünkü ilâhî kudrette değişiklik olması imkânsızdır. Ve hayat konusu olan madde, de, eski hali üzeredir. B- "Zaten o, her bir yaratışı hakkıyla bilendir." Yani Allah, yaratışın, inşa (baştan yaratma) ve iade olarak icat etmenin keyfiyetlerini tafsıfatlarıyla eksiksiz olarak bilmektedir; O'nun ilmi, her şahsın çürüyüp dağılmış olan parçalarının büyüklerini de, küçüklerini de, birbirleriyle olan bitişik, ayrı, birleşme ve ayrılma vaziyetlerini de tamamıyla kuşatmıştır. Binaenaleyh Allah, onlarin hepsini, daha önceki kuvvetleriyle beraber eski durumuna iade edecektir. 80"O yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz." Bu yeşil ağaç, dişisine Afar ve erkeğine de Marh denilen bir ağaçtır, (kimilerine göre kızıl söğüt ağacıdır) ateş yakmak, için onlardan iki budak kesilir. Kesilen budaklardan su damlar. Sonra erkek budak olan Marh, dişi budak olan Afar'a sürtülünce, Allah'ın izniyle ateş yakılmış olur. İşte yemyeşil ağaçta, keyfiyet olarak ateşe zıt olan su bulunduğu halde, ondan ateş çıkarmaya Kaadır olan Allah, önceleri taze ve nemli iken sonra kuruyup çürümüş olan kemiği eski haline döndürmeye haydi, haydi muktedirdir. 81"Bütün gökleri ve yeri yaratan zât, onların benzerini yaratmaya Kaadir değil midir? Elbette Kaadirdir. Zaten yegâne hallak ve alîm O'dur." Bu kelâm, başkasının sözünü hikâye etmek olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olup Peygamberimize, müşriklere söylemesinin emredildiği cevabin mefhumunu tahkik etmek ve onları hüccetle ilzam etmek içindir. Yani başta hiçbir ana madde yok iken, onlari yoktan yaratan ve yemyeşil ağaçtan onlar için ateş çıkaran ve bunca büyüklükleriyle ve muazzam düzenleriyle bütün gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibi bu varlıklara nispetle küçük ve önemsiz olan varlıkları yaratmaya Kaadir değil midir! Elbette ki, Kaadirdir. Zira akıl pek açık olarak hükmediyor ki, gökleri ve yeri yaratmaya Kaadir olan zât, insanları yaratmaya haydi, haydi Kaadirdir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Muhakkak ki, şu gökleri ve bu yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyüktür." (Mü'min: 57) 82"O, bir şey yaratmak istediği zaman yaptığı iş, "ol!" Demekten ibarettir. O da hemen oluverir." Yani Allah, büyük, küçük herhangi bir varlığı yaratmak istediği zaman, gereken şey, kudretinin ona taallûk etmesidir. İşte o yaratılmak istenen şey, başka bir şeye asla tevakkuf etmeksizin hemen oluverir. Bu kelâm, temsil kabilinden olup, Allah'ın dilediği konularda ilâhî kudretin tesiri, başka bir şeye tevakkuf etmeksizin, süratle hâsıl olmak bakımından, emrine mutlaka itaat edilen bir âmirin, kendisine son derece itaatli olan bir memura verdiği emre benzetılmektedir. 83"İmdi, her şeyin hükümranlığı ancak kendi elinde bulunan Allah'ın şânı ne kadar yücedir! Zaten siz O'na döndürüleceksiniz." A- "İmdi, her şeyin hükümranlığı ancak kendi elinde bulunan Allah'ın şânı ne kadar yücedir!" Bu kelâm, Allah'ı, o kafirlerin vasıflandırdıkları sıfatlardan tenzih etmekte ve yüce şânı hakkında onların söylediklerinden taaccüp ettirmektedir. Âyetin metnindeki "F" (imdi) harfi, işaret ediyor ki, Allah'ın açıklanan sânları, O'nun münezzeh olduğunu ve en mükemmel şekilde tenzih edilmesini gerektirmektedir. Nasıl ki, O'nun, külk ve mutlak mânâda mâlik olarak vasıflandırılması da, bunu en mükemmel şekilde, mucip olduğunu bildirmek içindir. B- "Zaten siz O'na döndürüleceksiniz." Bu kelâm, mükâfat ve ceza vaadini açıkça ifâde etmektedir. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Ben, önceleri Yâsîn'in ve onu okumak hakkında rivâyet edilen faziletlerin sebebini, bu faziletlerin niçin bu sûreye tahsis edildiğini bilmiyordum. Meğer bu âyetten dolayı imiş!" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her şeyin kalbi vardır; Kur’ân'ın kalbi de Yâsîn süresidir. Her kim onu Allah rızası için okursa, Allah, onu bağışlar ve yirmi iki kere Kur’ân'ı hatmetmenin sevabını ona verir." 5 5. Timıizî/Kitabu Sevabi'l Kur’ân, bab: 7; Darimî/Kıtabu Fezail'il Kur’ân, bab: 21 Yine rivâyet olunuyor ki, ölüm meleği (Azrail), bir kimseye indiğinde orada Yâsîn sûresi okunursa, onun her bir harfine karşılık on melek iner. Bu melekler, onun önünde sat bağlayarak, kendisine rahmet ve mağfiret dilerler; onun cenazesinin yıkanmasında bulunurlar; defne götürülürken cenazesini izlerler; ona rahmet dilerler ve defni sırasında da orada bulunurlar. Yine, bir kimse, can vermeden önce Yâsîn sûresini okursa, ölüm meleği, hemen onun ruhunu almaz; nihayet Cennet muhafızı Rizvan, Cennet şarabından getirip yatağında ona içirir; ondan sonra kendisi suya kanmış olarak ölüm meleği, onun ruhunu alır; kabrinde de hiç susamaz ve Cennete girinceye kadar da su içmek için Peygamberlerin havuzlarına ihtiyaç duymaz. Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kur’ân'da öyle bir sûre var ki, bu sûre, okuyucusuna şefaat eder ve dinleyicisine de mağfiret diler. İşte o, Yâsîn süresidir." |
﴾ 0 ﴿