SÂFFÂT SÛRESİBu sûre, Mekke' de inmiştir; 181 veya 182 âyettir. 1Bak. Âyet 2. 2"Saf, saf duranlara, ayrıca zecir edenlere, ayrıca zikir okuyanlara yemin ederim ki, hiç şüphesiz sizin İlâhınız bir tek İlâhtır." Burada Allah, meleklerin sınıflarına yemin etmektedir. Saf saf durmaktan murat, kendi belli makamlarında durmaları da olabilir. Nitekim âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Bizim her birimiz için belli bir makam vardır. Hiç şüphesiz biz orada saf, saf dururuz." (Sâffât: 164, 165) Diğer bir görüşe göre ise, saf, saf olan, namazdaki meleklerin ayaklarıdır. Bir diğer görüşe göre ise, havadaki meleklerin kanatlarıdır. Zecir edenler de, göklerdeki ve yerdeki cisimler ile diğer varlıkları onlara uygun olan yerlerde tutmalarıdır. Kulların günahlardan engellenmeleri ile şeytanların da vesveseden, azdırmaktan ve meleklerin konuşmalarına kulak tutmaktan engellenmeleri de, bu zecir edici meleklerin vazifeleri arasındadır. Zikir okuyan melekler ise, Allah'ın âyetleri. Peygamberlere indirilmiş olan kitapları ile Tesbih, Takdis, Tahmîd (hamd) ve Temcîd (yüceltme) gibi şânı yüksek zikirlerdir. Eğer saf, saf durmak, bütün bu meleklerin sıfatı ise, âyetlerdeki bu sıralama, ya en yüksek faziletin önce, saf saf durmak, sonra zecir etmek ve sonra da zikir okumak için olduğundan dolayıdır, yahut bunların aksi olduğundan dolayıdır. Yok eğer anılan vasıfların her biri, belli melek sınıfları için ise, âyetlerdeki bu sıralama, meleklerin faziletlerinin sıralamasıdır. Yani saf saf duran melekler, fazilet sahibidirler; zecir eden melekler ise, daha faziletlidir ve zikir okuyan melek de, hepsinden daha faziletlidir. Yahut da bunun aksidir. Diğer bir görüşe göre ise, mezkûr âyetlerde zikredilen sıfatlardan murat, ilmiyle amel edip cemaatlerin saflarında duran, namazlarda ayakları sıra sıra olan, öğüt ve nasihatleriyle zecir eden, Allah'ın âyetlerini okuyan, şeriatlerıni ve hükümlerini okutan âlimlerdir. Bir diğer görüşe göre ise, saf saf duranlardan murat, kenetlenmiş bir yapı gibi, savaş meydanlarında saf saf duran gazilerdir. Yahut onları saf, saf dizen kumandanlarıdır. Zecir edenler de, savaş için atlarını sürenler ve savaş meydanlarında düşmanı kovalayanlardır. Zikir okuyanlar da, savaş sırasında Allah'ın âyetlerini ve tesbihini okuyanlardır. Başka bir görüşe göre ise, saf saf duranlardan murat kuşlardır. Nitekim diğer bir âyette de söyle denilmektedir: "Göklerde ve yerde bulunanlar ile saf, saf olan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin?" (Nur: 41) zecir edenlerden murat ise, günahlardan alıkoyan her şeydir. Zikir okuyanlar da, Allah'ın kitabını okuyan herkestir. Bir görüşe göre de, zecir edenler, Kur’ân'daki caydırıcı emirlerdir. "Hiç şüphesiz sizin ilâhınız bir tek İlâhtır" cümlesi, tevhitten ibaret olan hakkı, onların konuşmalarındaki üsluba göre, tekidi yemin ile tahkik etmektedir. Bu cümle bir de, bundan sonra gelen burhan-ı natıka hazırlıktır. 3O Kur’ân okuyanlara... 4Muhakkak ki İlâhınız birdir. 5"O, şu göklerin de, bu yerin de, aralarındakilerin de ve doğuların da Rabbidir." Zira bunların varlığı ve bu hârika nizamda düzenlenmesi, yaradan in varlığına, sınırsız ilim ve kudretine en açık delillerdendir ve birliğinin en âdil şahididir. Nitekim" eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök nizamı kesinlikle bozulurdu." (Enbiyâ: 22) âyetinin tefsirinde izahı geçti. Âyette "doğular" dan murat, güneşin doğduğu yerlerdir. Bu doğuş yerleri de, her gün değişmektedir. Zira bunlar üç yüz altmış tane olup güneş, Her gün birinden doğmaktadır. Güneşin doğuş yerlerine göre, batış yerleri de değişmekte olup her gün birinden batmaktadır. Bir âyette: "İki doğunu ve iki batinin Rabbidir." (Rahman: 17) denilmesi, yaz ile kış doğuları ve batıları demektir. 6Bak. Âyet 7. 7"Şüphesiz biz, yakın göğü hârika bir süsle, yıldızlarla bezedik ve onu itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk." Yıldızlar, kendileri, birbirlerine göre olan durumları itibarıyla pek büyük bir süstür. Yıldızların süsünden, onların ışıkları da kastedilmiş olabilir. Nitekim İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, "yıldızların süsü, onların ışıkları demektir" demiştir. Yıldızların süs olmaları, onlara bakanlara göredir. Sabit olsun, gezegenler olsun, bütün yıldızlar, bakanlara, dünya semasında, hârika ve pek mükemmel bir şekilde parlayan inciler gibi gözükmektedir. İleri sürülen görüş gerçek olsa bile, sabit yıldızların, sekizinci felekte ve ay dışındakilerin de orta felekte bulunmaları, bu hârikalığa bir halel getirmemektedir. Yıldızların, itaat dışına çıkan şeytanlardan koruma olmaları, onlardan şeytanlara parlak ateş atılmak suretiyle gerçeklesmektedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yemin olsun ki, biz, en yakın olan göğü kandillerle süsledik ve bunları şeytanlara atışlar kıldık..." (Mülk: 5) 8Bak. Âyet 9. 9"Onlar, melc-i âlâya kulak tutmazlar. Her yandan kovulup atılırlar ve onlar için süreli bir azap vardır." A- Onlar, mele-ı âlâya kulak tutmazlar. Bundan önce, göklerin şeytanlardan korunduğu beyan edildikten sonra burada da şeytanların hali beyan edilmekte ve onların nasıl kovulduklarına ve bu arada onların karşılaştıkları azaba da dikkat çekilmektedir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, mele-ı âla, kâtip meleklerdir. Yine ondan rivâyet olunduğuna göre, mele-ı âla, meleklerin eşrafıdır. Yani şeytanlar, bu meleklere kulak tutup onları dinleyemezler. B- "Her yandan kovulup atılırlar ve onlar için sürek bir azap vardır. Yani şeytanlar, göklere yükselmek istedikleri vakit, göklerin her tarafından kovulurlar ve onlar için, dünyada kendilerine ateş atılması azabından başka bir de ahirette sürekli şiddetli bir azap vardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ve onlara alevli ateş azabını hazırlamışızdır." (Mülk: 5) 10"Ancak meleklerin konuşmalarından bir şey kapan olursa, onu da hemen bir delip geçen parlak ışık kovalar." Şeytanlar, kulak tutup dinlemek için göklere yükseldiklerinde, ışıklarıyla sanki havayı delen parlak bir ışık onları kovalar ve onları öldürür, yahut onları yakar, yahut onları sersemletir. Derler ki; o şeytanlardan sağ kurtulanların yine bu işe dönmeleri, tıpkı gemi yolcuları gibi, sağ kalıp muradına ermeyi umduklarından dolayıdır. 11"O halde ey Resûlüm! Sor onlara: yaratılışça onlar mı daha çetin, yoksa diğer varlıklar mı? Şüphesiz biz, onları cıvık çamurdan yaratmışızdır." A- "O halde ey Resûlüm! Sor onlara: yaratılışça onlar mı daha çetin, yoksa diğer varlıklar mı?" Yani ey Resûlüm! Mekke müşriklerine sor: onların yaratılışı mı daha kuvvetli, onların bünyeleri mi daha metin, yaratılması daha zor ve icatları daha meşakkatk, yoksa yarattığımız melekler, gök, yer ve aralarındakiler ile doğular, yıldızlar ve delici parlak ışıklar mı? B- "Şüphesiz biz, onları cıvık çamurdan yaratmışızdır." Zira insanlarla anılan varlıklar arasındaki fark budur. Yoksa onlarla Ad ve Semûd gibi kendilerinden önceki, ümmetler arasındaki fark değil. Bir de, burada kastedilen, ahiret hayatının ispatı ve onların imkânsız görmelerinin reddidir. 12"Hayır! Sen hayret ediyorsun; Halbuki onlar alay ediyorlar." Yani ey Resûlüm! Sen, Allah'ın, bu muazzam yaratılmışlar üzerindeki kudretine ve onların yeniden dirilmeyi inkâr etmelerine hayret ediyorsun; Halbuki onlar, senin taaccübünle ve yeniden dirilmeyi açıklamanla alay ediyorlar. 13"Kendilerine öğüt verildiği zaman, öğüt almazlar." Yani onların hiç değişmeyen hali şudur: Kendilerine bir öğüt verildiği zaman, hiç öğüt almazlar ve uhrevî hayatın doğruluğuna delâlet eden bir şey kendilerine hatırlatıldığı vakit, ondan istifâde etmezler. Çünkü onlar, son derece ahmak ve kısa görüşlüdürler. 14Bak. Âyet 15. 15"Bir mucize gördükleri zaman da maskaraya alırlar. Ve: "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değil" derler." Yani onlar, uhrevî hayatın var olduğunu söyleyenin doğmluğuna delâlet eden bir mucize gördükleri zaman, onunla çok alay ederler ve onun büyü olduğunu söylerler. Yahut onu maskaraya almak için birbirlerini çağırırlar. Ve gördükleri büyük mucizenin apaçık bir büyüden başka bir şey olmadığını söylerler. 16Bak. Âyet 17. 17"Biz ölüp toprak ve kemikler olunca mı, biz hiç şüphesiz yeniden diriltileceğiz? O eski babalarımız da mı diriltilecek?" derler. Yani bizim bedenlerimizin bir kısmı toprak olduğu ve bir kısmı da kemiklerden ibaret kaldığı zaman mı? . . Burada toprak önce zikredilmiş, çünkü bedenin görünen kısımları toprak olmaktadır. 18"Ey Resûlüm! Onlara de ki: evet, hem de siz aşağılık olarak diriltileceksiniz." Yani ey Resûlüm! Onları susturmak için sen de kendilerine de ki: evet, hem de siz ve babalarınız aşağılık olarak diriltileceksiniz. 19"Çünkü o diriltme, kulakları yırtan bir tek çığlıktan ibaret olacak. İşte o zaman onlar bakacaklar." Yani siz bu diriltmeyi zor görmeyin; çünkü o diriltme, kulakları yırtan bir tek çığlıktan ibaret olacak. İşte o zaman onlar, mezarlarından canlı olarak kalkmış olacaklar ve eskisi gibi görecekler. Yahut kendilerine ne yapılacak diye bakacaklar. 20"Eyvah bize! Bu, ceza günüdür" diyecekler. "Bu, ceza günüdür" cümlesi, eyvah! demelerinin illeti ve sebebidir. Yani bu gün, amellerimizin karşılığiyla muamele edileceğimiz gündür. Onlar, bunu anlayacaklar, çünkü dünyada, yeniden diriltileceklerini, hesaba çekileceklerini ve amellerinin karşılığının verileceğini duyuyorlardı. İşte onlar, yeniden dirilmeyi görünce, ondan sonra olacaklara da kesin olarak inanacaklar. 21"İşte bu, yalanlamış olduğumuz hüküm günüdür." Bu kelâm, takbih ve azarlama olarak melekler tarafından kendilerine söylenecektir. Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm da, onların birbirlerine söyleyeceklerine dâhildir. 22Bak. Âyet 23. 23"Allah, meleklere şöyle emredecek: Şu zâlimleri, onların ezvâcını (yoldaşlarını) ve Allah'tan başka tapmakta oldukları nesneleri de toplayın da, onlara Cehennem yolunu gösterin… Bu hitap, zâlimlerin, yerlerinden mahşerdeki duruşma yerine, yahut duruşma yerinden Cehenneme sevk edilmeleri için Allah tarafından meleklere verilen emirdir; yahut meleklerin birbirlerine emridir. Ezvâc (zevçler), kendi benzerleri olan günahkârlardır. Yani putlara tapanlar, bir arada ve yıldızlara tapanlar da bir arada sevk edileceklerdir. Nitekim diğer bir âyette de: "Ve siz üç ezvâc (sınıflar) olacaksınız." (Vakıa: 7) denilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, ezvâc, şeytanlardan olan arkadaşlarıdır. Bir diğer görüşe göre ise, kendi dinlerinde olan eşleridir. Onların, kendi sınıfları içinde, yahut şeytan arkadaşlarıyla, yahut kendi dinlerinde olan eşleriyle ve Allah'tan başka taptiklarıyla sevk edilmeleri, üzüntü ve pişmanlıklarını arttırmak içindir. Diğer bir görüşe göre ise, bu sevk, genel olup hem iyiler, hem de koniler içindir, İyiler ise: "tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlar ise, Cehennemden uzak tutulurlar." (Enbiyâ: 101) âyetiyle istisna edilmektedirler. Ancak malûmun olduğu üzere, burada konu olan özellikle müşriklerdir ve bu kelâm, hükmün illetini beyan etmek için zikredilmiştir. Binaenaleyh bu haşır emri genel olup da mezkûr âyetle tahsis yapılması söz konusu değildir. "Onlara Cehennem yolunu göstermek", yani Cehennem yolunu onlara tarif etmek ve kendilerini ona yöneltmek, o kâfirlerle alay etmek mânâsını da taşımaktadır. Ve onlar, duruşma yerinde durdurulacaklardır. Öyle sanılıyor ki, melekler, kendilerine emir verilince, onları. Cehenneme sevk etmek işinde acele edecekler. İşte bunun için meleklere bu durdurma emri verilecek. Bu durdurmanın da, sorguya çekilmeleri için olacak. Bunun da önceden belirtilmesi, bu durdurmanın, af için, yahut azabın tehir edilmesiyle kısmen rahatlamaları için olmadığını, fakat sorguya çekilmeleri için olduğunu baştan bildirmek içindir. Ancak bu sorgu, kimi âlimlerin dediği gibi, itikatları ve amelleri hakkında olmayacak. Çünkü sorgu, onların Cehenneme götürülmeleri emrinden önce vaki olacak. Hayır! Bu sorgu, bundan sonra zikredileceği gibi, takbih, azarlama ve istihza yoluyla, Allah tarafından kendilerine söylenecekler içindir. 24Ve onları habsedin (tutuklayın); çünkü onlar sorguya çekilecekler.” 25"Size ne oldu ki, birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Yani size ne oldu ki, dünyada iddia ettiğiniz gibi birbirinize yardim etmiyorsunuz? Bu soru, o zamânâ kadar tehir ediliyor, çünkü azabın gerçekleşeceği, yardıma şiddetle muhtaç olacakları ve yardımdan tamamen umutları kesileceği vakit, o andır. Bu itibarla o zamanki takbih ve azarlama, daha teshil olur. 26"Hayır! Onlar, bugün zilletle boyun eğip teslim, olacaklar." Yani bugün onların acizliği ortaya çıktığı ve bütün çareler tükendiği için, onlar zilletle boyun eğecekler. Yahut bugün acizlikten dolayı birbirlerini teslim edip perişan bırakacaklar. O halde hepsi de yardımdan mahrum kalacaklardır. 27"Onların bir kısmı, diğer bir kısma yönelir, birbirlerine sorular yöneltirler." Yani o zaman tâbiler ile reisler, yahut kâfirler ile arkadaşları birbirlerine yönelıp husumet ve tartışma yoluyla İtinama sorularını yöneltirler. 28"Diyecekler ki: "Siz bize muhakkak sağdan gelirdiniz, " Yani tâbiler, reislere, yahut hepsi arkadaşlarına diyecekler ki: siz dünyada en inandırıcı ve sağlam yoldan, yahut din yolundan, yahut hayır yolundan bize yaklaşıyordunuz ve sanki fayda sağlamak için yaklaşan kimse gibi bize yaklaşıyordunuz. Biz de size uyduk da, bu yüzden helâk olduk. 29Bak. Âyet 30. 30"Ötekiler diyecekler ki: "Hayır! Siz inanmış değildiniz. Bizim ise hiçbir baskımız yoktu. Hayır! Zaten siz azgın bir güruh idiniz." Yani reisler veya arkadaşları da diyecekler ki: biz sizi îmandan alıkoymadık; siz kendi hür iradenizle îman etmediniz; siz îman etmek imkânına sahip olduğunuz halde îmandan yüz çevirip küfrü ona tercih ettiniz. Bizim sizin, hür iradenizi ortadan kaldıracak bir tahakkümümüz ve tasallutumuz üzerinizde yoktu. Hayır! Zaten siz azgınlığı tercih etmiş ve onda ısrar eden bir güruh idiniz. 31"Onun için Rabbimizin hükmü üzerimize sabit oldu. Hiç şüphesiz azabı tadacağız." Bu hükümden murat, "Yemin olsun ki, ben, sizin ve onların hepsinden Cehennemi mutlaka dolduracağım." (Sâd: 85) âyetinde anlatılan hükümdür. Onların tadacaklarını söyledikleri azap, dünyada kendilerine vaat edilen azaptır. 32"Evet, biz sizi azdırdık; çünkü biz de azmıştık." Yani evet, biz sizi azgınlığa çağırdık; ama bu çağrımız, icbar edici değildi; siz kendi ihtiyarınızla bize icabet ettiniz ve azgınlığı hakka tercih ettiniz. Çünkü biz de azmıştık. O halde sizin de azgınlıkta bizim gibi olmanız için böyle bir çağrımızdan dolayı biz kınamaya hakkınız yoktur. 33"Artık muhakkak onlar, o gün azapta ortaktırlar." Yani onlar azgınlıkta müşterek oldukları gibi azapta da ortak olacaklardır. 34"İşte biz, günahkârlara böyle yaparız." Yani biz, en aşırı günahkârlar olan müşriklere, teşriî hikmetin gereği, olan bu hârika muameleyi uygularız. 35"Çünkü şüphesiz onlara: "lâ İlahe illAllah" denildiği zaman, büyüklük taslamakta idiler." Yani davet ve telkin yoluyla kendilerine: "Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur" denildiği zaman, kibir taslayarak kabul etmezlerdi. 36"Ve onlar: "Gerçekten biz mi deli bir şâir için ilâhlarımızı mutlak ve muhakkak bırakacağız?" derlerdi." 37"Hayır! O, hakkı getirmiş ve peygamberleri de tasdik etmiştir." Bu kelâm, onlar için ret ve tekzip olup Resülullah'ın getirdiği tevhit dininin, kesin delil ile sabit olan ve bütün peygamberlerin de ittifak ettikleri hak din olduğunu beyan etmektedir. Binaenaleyh şiir ve deliliğin, bu yüce makamda ne işi var! 38"Hiç şüphesiz siz, o dayanılmaz azabı tadacaksınız." Yani siz, ortak koşmak, Resûlüllah'ı yalanlamak ve kibir taslamak yüzünden hîç şüphesiz o dayanılmaz azabı tadacaksınız. Bu kelâmda o kâfirlere doğrudan doğruya hitap edilmesi, onlara karşı sonsuz bir öfke göstermek içindir. 39"Yapmakta olduğunu, şeylerden başkasyla da cezalandırlmayacaksiz." Yani size verilecek azap, ancak islediğiniz kötülüklerin katidir. 40"Ancak Allah'ın ihlas verilmiş kullan bu azaptan müstesnadır." Yani hiç şüphesiz siz, dayanılmaz azabı tadacaksınız, ancak Allah'ın tevhit ehli halis kulları böyle değildir. Bundan önceki âyetin arada zikredilmesi, hakkın tahkiki için olup onların, azabı tatmalarının, başkasının harekeden yüzünden olmayıp sırf kendi amelleri yüzünden olduğunu beyan etmek içindir. 41Bak. Âyet 42. 42"İşte bunlar için belli bir rızık, türlü meyveler vardır. Naîm Cennetlerinde karşılıklı tahtlar üzerine kurulmuş oldukları halde kendilerine ikram edilir." A- "İşte bunlar için belli bir rızık, türlü meyveler vardır." Onlara verilecek rızkın belli olması, güzel görünümlü olması, tadının lezzetli olması ve kokusunun güzel olması gibi üstünlük vasıflarından belli özelliklerdir. Diğer bir görüşe göre ise, vaktinin belli olması demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "sabah, akşam onların rızkları vardır." (Meryem: 62) Âyette özellikle meyveler zikre tahsis edilmiş, çünkü Cennet ehlinin bütün rızkları meyvelerden ibarettir. Yani Cennetteki yiyecekler, sırf lezzet için alınmaktadır, yoksa gıda almak için değildir. Zira onların gıda almaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü Cennet ehlinin yaratılışları muhkem ve çözülmekten mahfuz olacak; gidenin yerini doldurmak gibi bir sorun olmayacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, özellikle meyvelerin zikredilmesi, meyvelerin diğer yemeklerden sonra alınmasından dolayıdır. Bu itibarla meyvelerin zikredilmesi, diğer yemeklerin zikrine hacet bırakmamaktadır. B- "Naîm Cennetlerinde karşılıklı tahtlar üzerine kurulmuş oldukları halde kendilerine ikram edilir." Yani onlar, içinde nimetlerden başka bir şey bulunmayan naîm Cennetlerinde karşılıklı tahdar üzerine kurulmuş oldukları halde Allah (celle celâlühü) katından ikram görürler; onlara asla zillet ilişmez. Bu mükâ fa darın en büyüğü ve arzuya en uygun olanıdır. Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar, kolaylıkla o nimetlere erişirler. Nitekim onlar, dünya nimetlerinin aksine, istemeden ve yorulmadan o nimetlere erişirler. 43Naîm Cennetlerinde, 44Karşılıklı tahtlar üzerinde... 45"Şarap pınarından (ırmağından) doldurulmuş kadehlerle çevrelerinde dolaşılacak." Cennetin şarabi, pınar ve ırmak şeklinde akacak ve hiç tükenmeyecektir. 46"Berraktır, içenlere lezzet verir." 47"O şarapta ne sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar." 48"Yanlarında, bakışları yalnız Hanımlarına dönük ceylan gözlü dilberler de vardır." 49"Onlar sanki gün yüzü görmemiş devekuşu yumurtası gibi beyazdır." Cennet kadınlarının renkleri, devekuşu yumurtasının rengine benzetilmiş, çünkü sarı karışımı olan bu beyazlık, bedenlerin en güzel rengidir. 50"İşte o zaman birbirlerine dönüp dünyadaki hallerini soracaklar." Yani onlar, şarap içecekler ve şarap içenlerin adeti olduğu gibi, şarap meclisinde sohbete başlayacaklar; böylece birbirlerine dönüp faziletlerden, marifetlerden ve dünyada lehlerinde ve aleyhlerinde cereyan etmiş olan şeylerden birbirlerine sorular soracaklar. 51"İçlerinden biri der ki: "Şüphesiz benim dünyada bir arkadaşım vardı." 52Bak. Âyet 53. 53"Derdi ki: Sen de gerçekten tekrar dirilmeyi kesin olarak tasdik edenlerden misin? Biz, ölüp toprak ve bir yığın kemik olunca mı, hiç şüphesiz dirilip cezalandırılacağız?" Yani onların sohbetleri sırasında içlerinden biri, diyecek ki: "Kadar benim dünyada bir arkadaşım vardı. O, benim tekrar dirilmeye inanıp bunu tasdik etmemden dolayı beni kınamak maksadıyla derdi ki: Sen de gerçekten tekrar dirilmeyi kesin olarak tasdik edenlerden misin? . ." Diğer bir görüşe göre, bir adam vardı. Mallarını Allah rızası için hayır işlerinde harcayıp tüketti. Sonra muhtaç duruma düşüp bir dostundan yardım istedi. O da kendisine: "Senin malına ne oldu?" dedi. Kendisi de: "Ben mallarımı hayır yollarında harcadım ki, Allah, âhirette onların yerine daha hayırlısını bana versin" dedi. Dostu da ona dedi ki: "Gerçekten sen de ceza gününü tasdik edenlerden misin? Yahut sen de uhrevî mükâfat talebiyle sadaka verenlerden misin? Vallahi, ben sana hiçbir şeyi vermeyeceğim!" Bu görüşe göre, âyette, onlarin ölmelerinin ve toprak ve kemik olmalarının zikredilmesi, yeniden dirilmeyi inkâr etmek üzerine bina edilen cezanın inkârına tekit içindir. 54"O zât: "Şimdi siz de gelip bakar mısınız?" der." Yani o konuşan zât, meclistekilere dünyada arkadaşının söylediklerini anlattıktan sonra der ki: "O arkadaşımı size göstermek için siz de benimle gelip Cehenneme bakar mısınız?" O zât, anlattıklarının doğru olduğunu onlara göstermek için böyle der. Diğer bir görüşe göre ise, bunu söyleyen Allah'dır. Yahut bazı meleklerdir. Bu melekler onlara derler ki: o arkadaşı size göstermek ve kendi yerinizle Cehennemdekilerin yerleri arasındaki farla anlamak için, siz de gelip Cehennem ehline bakmak ister misiniz? Bir görüşe göre, Cennette bir pencere var; Cennet ehli bu pencereden Cehennem ehline bakarlar. 55"İşte o zaman konuşan baktı da, arkadaşını Cehennemin ortasında gördü." 56"Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, az kalsın, beni de böyle felakete sürükleyecektin, " 57"Rabbimin lûtfu keremi olmasaydı, mutlaka ben de Cehenneme götürülmüşlerden olacaktım." Konuşan zât. Cehennemde gördüğü dünyadaki, arkadaşına hitaben bunu söylemektedir. Yani az kalsın sen, azdırma gayretinle beni de helâk edecektin. Rabbimin, bana nasip ettiği hidâyet ve ismet lûtfu oknasaydı, sen ve senin gibiler gibi ben de mutlaka Cehenneme götürülmüşlerden olacaktım. 58Bak. Âyet 59. 59"Nasılmış, balan! İlk ölümümüzden başka artık bir daha biz ölmeyecek ve bir daha azap görmeyecek değil miyiz?" O konuşan zât, Cehennemdeki dünya arkadaşına söyleyeceklerini tamamladıktan sonra meclisteki arkadaşlarıyla olan sohbetine dönüp Allah'ın, kendilerine ihsan buyurduğu büyük lütfc ve daimî nimetlere olan sevinç ve memnuniyetlerini ifâde etmek üzere bunu söyler. Kelamda taaccüp mânâsı da vardır. Yani biz, Cennet nimetleri içinde ebedi olarak yaşayacak da, dünyadaki ilk ölümümüzden başka artık bir daha ölmeyecek ve kâfirlerin aksine bir daha azap görmeyecek değil miyiz. C) konuşan zât, "onlar, ilk ölümden başka bir daha ölümü tatmayacaklar." (Duhan: 56) âyetinin tasdiki olarak bunu söylemektedir. Bir görüşe göre, Cennet ehli, ilk Cennete girdikleri zaman, bir daha ölmeyeceklerini bilmiyorlar. Nihayet ölüm, çok gösterişli bir koç şeklinde getirilip kesikr ve "Ey Cennet ehli! Bu hayat ebedîdir; artık ölüm yoktur ve ey Cehennem ehli.! Bu hayat ebedîdir, artık ölüm yoktur!" diye nida edilir, işte o zaman Cennet ehli de, Allah'ın, kendilerini ihsan buyurduğu nimetleri ve güzel hak minnet ve şükranla yâd etmek kabilinden bunu söylerler. 60"Hiç şüphe yok ki, bu, o büyük kurtuluşun ta kendisidir." Diğer bir görüşe göre, bu cümle, o konuşan zâtın, arkadaşlarına söylediği kelâma dâhil olmayıp onların sözlerini takrir ve tasdik için Allah'ın buyurduğu bir kelâmdır. Diğer bir kırâete göre, âyetin metnindeki, "fevz/ kurtuluş" kelimesi yerine "rızk" kelimesi okunmaktadır. Bu rızk da, onlara bahşedilen büyük saadettir. 61"Artık çalışanlar, ancak böyle bir kurtuluş için çalışsınlar." Yani çalışanlar, çabuk kesilen ve çeşitli acılarla karışık olan dünya zevkleri için değil, bu kadar değeri yüksek nimetlere erişmek için çalışmalıdırlar. Bu cümlenin de, o konuşan zâtın kelâmının hikâyesi olmayıp doğrudan doğruya Allah'ın kelâmı olması muhtemeldir. 62"Şimdi ziyafet olarak bu mu hayırlı, yoksa o zakkum ağacı mı?" Yani Cennet ehlinin ziyafeti olan ve tamamen lezzet ve neşe veren bulunan o malûm rızk mı daha hayırlıdır, yoksa Cehennem ehlinin ziyafeti olan ve tamamen acı ve keder veren o malûm zakkum ağacı mı daha hayırlıdır. Zakkum ağacı, Hicaz'ın Tihâme bölgesinde yetişen küçük yapraklı, acı ve pis kokulu bir ağaçtır, işte Cehennem ehlinin yiyeceği olan ağaca da bu ad verilmiştir. 63"Muhakkak ki, biz, onu zâlimler için bir azap ve imtihan kilmışızdır." Yani biz, bu zakkum ağacını ahirette onlar için azap ve dünyada da imtihan kilmışızdır. Zira o kâfirler, bu ağacın Cehennem ateşi içinde olacağını duyunca, dediler ki: "Bu nasıl mümkün olabilir? Ateş, ağacı yakar." Onlar, bılmediler ki, ateşte yaşayabilen ve ondan lezzet alan bir canlıyı yaratmaya Kaadir olan Allah (celle celâlühü), ateşin içinde ağaç yaratmaya ve onu yanmaktan korumaya haydi haydi Kaadirdir. 64"Çünkü o, gerçekten alevli Cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır." 65"Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir." Zakkum ağacı, Cehennemin dibinde yetişir; onun dalları ise, Cehennemin katlarına yükselir. Onun tomurcukları, şeytanların basları gibi çirkin ve korkunçtur. Diğer bir görüşe göre ise, burada şeytanlar, görünüşleri son derece çirkin, yeleleri olan korkunç yılanlardır. Bir diğer görüşe göre ise, Esten denilen sert, pis kokulu, acı ve görünümü sevimsiz bir ağaç var; onun meyvelerine "şeytanların başları" denilmektedir. 66"İşte Cehennem ehli, hiç şüphesiz ondan yerler de karınlarını ondan doldururlar." Yani Cehennem ehli çok aç kaldıklarından dolayı, yahut istemeseler de, azap olması için zoraki o ağaçtan, yahut onun tomurcuklarından yerler de, karınlarını ondan doldururlar. 67"Sonra zakkum yemeğinin üstüne onlar için kaynar sudan bir içki de vardır." Yani Cehennem ehli, doya, doya karınlarını zakkumdan doldurduktan ve uzun sûre susuz kaldıktan sonra bağırsaklarını parçalayan irin karışımı bir kaynar su içerler. 68"Sonra hiç şüphesiz onların dönüşü, çılgın Cehenneme olacaktır." Yani sonra onların dönüşü Cehennemin alt tabakalarına veya Cehennemin kendisine olacaktır. Zira zakkum ve kaynar su içecek ve bu onların Cehenneme girmelerinden önce kendilerine takdim edilen bir ziyafet olacaktır. Diğer bir görüşe göre ise, kaynar su, Cehennemden çıkmaktadır. Nitekim başka âyetlerde de şöyle denilmektedir: "iste bu, günahkârların yalanladıkları Cehennemdir. Onlar Cehennemle kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 43, 44) Cehennem ehli, Cehennemdeki yerlerinden zakkum ağacının yanma götürülürler ve tıkanmcaya kadar ondan yerler; sonra kaynar sudan onlara içırilir; sonra tekrar Cehenneme götürülürler. 69Bak. Âyet 70. 70"Çünkü onlar, babalarını dalâlette bulmuşlar da, peşlerinden itilip koşturulmuşlardır." Yani onların çeşitli azaplara müstahak olmaları, ne kendilerinin, ne de atalarının tutunacak hiçbir delili olmadan sadece dinde onlari taklit ettikleri içindir. Onlar, atalarını aynı anlayışta dalâlette bulmuşlar; onlarin elinde delil olabilecek bir şey şöyle dursun, şüphe uyandıracak bir şey bile yoktur. Onlar, atalarının hak üzere olup olmadıklarını hiç düşünmemişlerdir. Halbuki az bir tefekkürle atalarının bâtıl üzere, oldukları anlaşılır. 71"Yemin olsun ki, onlardan önce eski milletlerin çoğu dalâlete düşmüştü. " Yani senin kavmin Kureyş'ten önce eski ümmetlerden birçoğu hak yoldan sapmışlardı. 72"Yine Yemin olsun ki, Biz onlara uyarıcılar göndermişizdir." Yani Biz, o eski ümmetlere de, sânları yüce birçok peygamberler göndermişizdir. Bu peygamberler, onlara dinlerinin bâtıl olduğunu beyân edip vahim akıbetleriyle onları uyarmışlardı. Burada yeminin tekrar edilmesi, her iki cümlenin mefhumunun tahkikine son derece önem verildiğini göstermek içindir. 73"İmdi, uyarılanların akıbetinin ne olduğuna bir bak!" Yani o uyarılanlar, başlarını kaldırıp uyarıya aldırmadıkları için akıbetlerinin ne kadar korkunç ve perişan olduğuna bir bak! Bu hitap, Ya Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir, yahut onların tarihî eserlerini görebilen herkes içindir. 74"Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna" Önce âyetten, onların korkunç bir şekilde helâk edildikleri anlaşıldığı için, muhlis kullar istisna edilmişlerdir. Yani Allah'ın, imâna ve uyarıların gereklerini yapmaya muvaffak kılmakla hâlis kıldığı kulları müstesna. Âyetin metnindeki "muhlesîn" kelimesi, "muhlisîn" olarak da okunmuştur. Yani dinlerini Allah için halis Manlar demektir. 75"Yemin olsun ki, Nûh, Bize niyaz etmişti de, niyazı ne güzel kabul, ederiz!" Bu âyetten itibaren anlatılanlar, daha önce icmali olarak zikredilenler için bir nevi tafsil olup bazı peygamberlerin hallerini ve güzel akıbederini beyân etmekte ve bazı uyarılanların da kötü akıbetlerini zımnen bildirmektedir. Nitekim: "uyarılanların akıbetinin ne olduğuna bir bak" (âyet: 73) âyetiyle onlara işaret edilmişti. Bunlar, Hazret-i Nûh kavmi, firavungiller. Hazret-i Lût kavmi ve Hazret-i İlyas kavmi gibi milletlerdir. Bir de, bundan sonra zikredilecek âyetlerde, Allah'ın, imâna muvaffak kılmakla hâlis kıldığı bazı kavimlerin de güzel, akıbeti anlatılmaktadır. Nitekim mezkûr istisna (Allah'ın ihdasa erdirilmiş kullan müstesna) ile onlara işaret edilmektedir. Bunlar da Hazret-i Yûnus kavmi gibi kavimlerdir. Hazret-i Nûh kıssasının diğerlerinden önce zikredilmesinin sebebi, beyâna ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır. Yani Allah'a yemin olsun ki, Hazret-i Nûh, pek uzun zamanlar kavmini hakka davet ettikten ve onun daveti, onlara nefret ve firardan başka hiçbir fayda vermedikten sonra onlarin îmânından umudu kesilince, Bize niyaz edince, Biz de, en güzel şekilde niyazını kabul ettik. Vallaahi, niyazları en güzel şekilde kabul eden ancak Biziz. 76"Biz onu da, ailesini de o büyük dertten kurtarmıştık." Bu büyük dert, tufan suyunda boğulmaktır, yahut kavminin eziyetidir. 77"Biz, yalnız onun neslini kalıcı kıldık." Yani Biz, yalnız Hazret-i Nûh zürrîyetıni kalıcı kıldık. Nitekim "Ey Rabbimi Yeryüzünde kâfirlerden hiçbir mesken sahibi bırakma!" (Nûh: 26) duasının gereği olarak bütün kâfirleri helâk etmiştik. Rivâyet olunuyor kı, Hazret-i Nuh'un oğullarından ve eşlerinden başka, gemide onunla beraber olanların hepsi öldüler. Yahut kıyamete kadar nesii devam edenler, yalnız Hazret-i Nuh'un zürnvetidır. Katâde diyor ki: "Tufandan sonra bütün insanlar, Hazret-i Nuh'un zürriyetınden ürediler. Onun üç evladı vardı: Sâm, Hâm ve Yâfes. Sâm, Arapların, Farsların ve Rumların atasidır. Hâm da, doğudan batıya kadar bütün zencilerin arasıdır. Yâfes de, Türklerin ve Ye'cûc ile Me'cûcların atasıdır." 78"Sonradan gelenler arasında ona karşı büyük saygı bıraktık." 79"Bütün âlemlerde Nuh'a selam olsun!" Yani sonradan gelen, bütün ümmetler içinde "Bütün âlemlerde Nuh'a selâm olsun!" kelâmını bıraktık. Böylece ümmetten ümmete her zaman bütün melekler, insanlar ve cinler, Hazret-i Nuh'a selâm getirip ona duâ ederler. Diğer bir görüşe göre ise, "Bütün âlemlerde Nuh'a selâm olsun!" dedik, demektir. 80"Çünkü Biz muhakkak iyileri böyle mükâfatlandırırız." Bu, Hazret-i Nuh'un, duasını en güzel şekilde kabul etmek, zürrıyetini kalıcı kılmak, güzel hatıratını sürekli kılmak ve kıyamete kadar bütün âlemlerin ona selâm vermesi gibi yüksek, ikramların sebebini bildirerek Hazret-i Nuh'un, ihsan ile marul olup göklü bir ihsana sahip bulunanlar zümresinden olduğunu ve ona yapılan ihsanın da, "İhsanın karşılığı ihsan olur" kabilinden olduğunu beyân etmektedir. Yani Biz, ihsanda kemâle ermiş olanların hepsini böyle kâmil bir mükâfatla mükâfatlandırırız; bundan, daha aşağı bir mükâfat vermeyiz. 81"Çünkü o, şüphesiz Bizim has mü'min kullarımızdan idi." Bu cümle de, Hazret-i Nuh'un ihsan ehli olmasının, onun ibâdetinde muhlis ve îmânında kâmil olması sebebiyle olduğunu bildirmektedir. Bu âyet, ibâdette İhlasın ve îmânda kemâlin kadrinin ne kadar yüksek olduğuna açıkça delâlet etmektedir. 82"Sonra diğerlerini suda boğuverdik." Yani Hazret-i Nuh ve ehline karşı olan bütün kâfir kavmim tufan suyunda boğuverdık. 83"Hiç şüphesiz İbrâhîm de onun milletinden idi." Yani Hazret-i İbrâhîm'in şeriatinin teferruatı farklı ise de, temel kaidelerde Hazret-i Nuh'un şeriati aynısı idi. Muhtemeldir ki, her iki peygamberin şerîatleri arasında tam veya ekseriyetle uygunluk vardı. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Yani Hazret-i İbrâhîm de, Hazret-i Nuh'un dininin ehlinden idi ve onun sünneti üzerinde idi. Yahut Hazret-i İbrâhîm de, Hazret-i Nûh gibi Allah'ın hak dininde kararlı ve tavizsiz idi ve dinini yalanlayanlara karşı verdiği mücadelede büyük sabır gösteriyordu. İkisinin arasında yalnız iki peygamber var: Hazret-i Hûd ve Hazret-i Sâlih. Hazret-i İbrâhîm ile Hazret-i Nûh arasında iki bin altı yüz kırk sene vardır." 84"Çünkü o, Rabbine kalb-i selim ile gelmişti." Kalb-i selîm, kalbî afetlerden, yahut kalbi tamamıyla Allah'a yönelmekten alıkoyan alâkalardan temiz olan kalptir. Hazret-i İbrâhîm'in kalb-i selîm ile Rabbine gelmesi, Rabbine karşı son derece iblaslı olmasıdır. 85"Hani o, babasına ve kavmine. "Siz neye tapıyorsunuz?" Demişti." 86"Allah'tan başka birtakım İlahlar mı istiyorsunuz." 87"Öyle ise, âlemlerin Rabbi hakkında görüşünüz nedir?" Yani o halde âlemlerin Rabbi olduğundan dolayı ibâdete, yegâne lâyık olan Allah hakkında görüşünüz nedir ki, hassaten O'na ibâdet etmeyi bıraktınız da, mahlûklarının en değersizini mi O'na ortak koştunuz? Yahut siz âlemlerin Rabbıni nasıl bir şey zannediyorsunuz ki, putları O'na ortak koştunuz? Yahut siz, O'na ortak koştuktan sonra size ne yapacağı ve sizi nasıl cezalandıracağı konusunda O'nun hakkındaki zannmız nedir? 88Bak. Âyet 89. 89"Sonra İbrâhîm, yıldızlara bir göz attı da: "Ben muhakkak rahatsızım" dedi." 90"Onlar da arkalarını dönüp gittiler." Deniliyor ki, Hazret-i İbrâhîm'in, gecenin muayyen bazı saatlerinde gelen bir sıtma nöbeti vardı. İşte o saatin gelip gelmediğini anlamak için yıldızlara bir göz attı ve baktı ki, o saat gelmiş. Binâenaleyh Hazret-i İbrâhîm., "Ben muhakkak rahatsızım" sözünde doğru idi. Böylece Hazret-i İbrâhîm, onların bayram merasimine katılmamak için bu rahatsızlığinı mazeret olarak beyân etti. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm: "Sizin küfrünüzden dolayı benim kalbim rahatsızdır (canım sıkkındır)" demek istedi. Bir diğer görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm, yıldızların ilmine, yahut kitaplarına, yahut hükümlerine baktı. Buna mâni bir hal de yoktur; zîrâ onun bundan maksadı, kavmi, kendisini bayram yerlerine götürmek istediklerinde, kendisini bırakmaları için, yıldızlara baktığını onlara vehmettirmekti. Çünkü onun kavmi, müneccim bir toplum idi. İşte bundan dolayı Hazret-i İbrâhîm, yıldızlar ilmine göre, hemen hastalanmak üzere olduğuna dâir bir işaret bulduğunu onlara vehmettirdi. Bu hastalık da taun (veba) hastalığı idi. Onların en çok gördükleri hastalık bu idi ve onlar, bu hastalığın bulaşmasından korkuyorlardı. İşte Hazret-i İbrâhîm de, kendisinden uzaklaşsınlar diye bunu söyledi. Bunun üzerine onlar hemen kendisinden uzaklaşıp bayram yerine gittiler ve kendisini putların binasında bıraktılar. İşte "Onlar da arkalarını dönüp gittiler" âyeti, bunu anlatmaktadır. Yani hastalığının bulaşması korkusundan onlar da yanından kaçtılar. 91Bak. Âyet 92. 92"Sonra gizlice onların putlarının yanına varıp: "Size getirdikleri şu yemekleri niye yemiyorsunuz? Size ne oluyor ki, konuşmuyorsunuz?" dedi." Hazret-i İbrâhîm, bunu istihza olarak putlara söylemişti. Onların, oraya yemek getirmeleri, o yemeklerin bereketlenmesi içindi. 93"Şimdi de, olanca kuvvetiyle vurmaya başladı." Yahut Hazret-i İbrâhîm, daha önce yaptığı yeminden dolayı vurmak üzere onlara yöneldi. (Buna göre, âyetin metnindeki yemin kelimesi, sağ/kuvvet anlamında olmayıp yemin—and anlamındadır.) Bu yemini de, "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra mutlak ve muhakkak pudarınıza bir oyun oynayacağım." (Enbiyâ: 57) âyetinde zikredilen yemindir. 94"Derken putperestler, koşarak İbrâhîm'e geldiler." Onlar, bayram merasimlerinden putların binasına dönünce, putların kırıldıklarını gördüler. Bunu kimin yaptığını sordular; sonra Hazret-i İbrâhîm'in bunu yaptığına kanaat getirdiler ve onun getirilmesi emredildi. Onu getirmeye memur edilenler de, koşarak Hazret-i İbrâhîm'e geldiler. 95Bak. Âyet 96. 96"İbrâhîm: "Kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yaratmıştır" dedi." Yani onlar, Hazret-i İbrâhîm'in yanına gelip "dediler ki: Ey İbrâhîm! ilâhlarımıza, bunu sen mi yaptın?" (Enbiyâ: 62) âyetinden "Hiç şüphesiz sen de biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar." (Enbiyâ:65) âyetine kadar konu edilen tartışmalarından sonra Hazret-i İbrâhîm, onlara bunu söyledi. Âyetteki "Halbuki sizi..." cümlesi, inkâr ve kınamayı tekid etmek için zikredilmiştir. Zîrâ onların putlarının özleri ve maddeleri Allah'ın yaratrnasiyia vücut bulmuştur. Putların şekilleri de, her ne kadar zahiren onların fiillerinin ürünü ise de, o da, Allah'ın, onları buna muktedir kılmasiyla ve onların fiillerinin tevakkuf ettiği imkân, sebep ve yetenekleri yaratmasiyla hâsıl olmaktadır. Onların yapmakta olduklarından murat, ya putlardır. Buna göre, burada zamir kullanılmayıp bu açık ifâdenin kullanılması, şu gerçeği bildirmek içindir: o putların Allah'ın mahlûku olmaları, o putları yalnız yontmaları cihefiyle olmayıp fakat aynı zamanda o putları tasvir ve tezyin (süsleme) gibi diğer fiilleri de buna dâhildir. Yahut onların yapmakta olduklarından genel mânâ murattır. Buna göre putlar da öncelikle yaptıklarına dâhildir. Âyetin bu ifâdesi, aynı zamanda hakkın tahkiki olup her ne olursa olsun, onların bütün yaptıklarının Allah tarafından yaratıldığını bevân etmektedir. 97"Puta tapanlar: "Ona özel bir yapı yapın da, kendisini alevli ateşin, içine atın!" dediler." Onların bu binayı nasıl yaptıkları Enbiyâ sûresinde anlatıldı. 98"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz, onları aşağılardan kıldık." Yani Hazret-i İbrâhîm, onları hüccetle mağlup edip kendilerini susturunca, halka acizliklerini göstermemek için tuzak kurmaya yöneldiler; fakat Biz Hazret-i İbrâhîm'i yakmak için yaktıkları ateşi ona serinlik ve esenlik kılarak onu Hazret-i İbrâhîm'in yüce şânına bir hüccet kılmak suretiyle onların tuzaklarını iptal ettik ve kendilerini zekilerden kıldık. 99Bak. Âyet 100. 100"İbrâhîm de: "Ben, şüphesiz Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! bana sarihlerden bir evlat bağışla!" dedi." Yani Hazret-i İbrâhîm dedi ki: Ben, Rabbimin emrettiği Şam toprağına, yahut kendimi sırf ibâdetine vereceğim yere gidiyorum. Rabbim, dinim için hayırlı olanları, yahut maksadımı bana gösterecektir. Hazret-i İbrâhîm'in (temenni ve niyaz şeklinde değil de) böyle kesin konuşması, daha önce bunun, kendisine vaat edilmesinden, yahut ziyadesiyle tevekkül etmesinden dolayıdır, yahut Allah'ın, kendisine karşı olan âdetinden dolayıdır. Hazret-i Mûsa'nın hali ise böyle değildi. Nitekim Hazret-i Mûsâ şöyle demişti: "Umulur ki, Rabbim, beni doğru yola iletir." (Kasas: 22) görüldüğü üzere Hazret-i Mûsâ, bu konuda umut bildiren ifâde kullanmıştır. Hazret-i İbrâhîm'in, Allah'tan dilediği sâlih evlattan kastı, hakka davette ve itaatte kendisine yardım edecek ve gurbette ona can yoldaşı olacak bir evlattı. 101"Biz de, onu halim (yumuşak huylu) bir oğul ile müjdeledik." Bu ilâhî ifâdede, üç müjde var: Hazret-i İbrâhîm'e verilecek evlat, erkek çocuk olacak; halimlik (yumuşak huyluluk) çağına erişecek ve halim olacak. Zaten ona verilen oğul Hazret-i İsmail'in halimliği gibi bir halimlik var mı ki! Nitekim babası, kendisini kurban edeceğini ona söyleyince, şöyle demişti: "Ey babacığım! Emir olunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın!" (Âyet; 102) Deniliyor ki, Allah (celle celâlühü), peygamberleri kendisiyle en az vasıflandırdığı sıfat, halimlik sıfatıdır. Zîrâ bu sıfat, pek az insanda bulunur. Ancak Hazret-i İbrâhîm ile oğlu Hazret-i İsmail müstesna. Nitekim Allah, her ikisini de halim olarak vasıflandirmıştır. Zaten onların hikâye edilen halleri de, bunun en doğru kanıtıdır. 102"Nihayet çocuk, onunla çalışına çağına erince, İbrâhîm: "Ey oğulcağizım! Kadar ben, rüyada seni boğazlıyorum görüyordum. Artık sen düşün; ne diyeceksin?" dedi. Yavrucak: "Ey babacığım! Emir olunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın!" dedi." Burada da, "Kadınlar, Yûsuf’u görünce, onun büyüklüğünü anladılar." (Yûsuf: 31) ve "Tahtı, yanında yerleştirilmiş görünce..." (Neml: 40) âyetlerinde olduğu gibi, makamdan anlaşılan bazı cümleler hazfedilmiştir. Yani Biz, İbrâhîm'e bir oğul verdik. Derken o büyüdü. Nihayet işlerinde ve ihtiyaçlarında kendisiyle çalışacak çağa erişince... Bu sırada Hazret-i İsmail, on üç yaşında bulunuyordu. Yani ben, bu rüyada bu hali aynen gördüm. Yahut ifâdesi ve yorumu bu olan bir rüya gördüm. Hazret-i İsmail de, kurban olarak boğazlanmaya, yahut Allah'ın hükmüne sabredeceğini beyân etti. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İbrâhîm, terviye gecesi (Arefe Gecesinden bir önceki gece) rüyada, bir sesin kendisine. "Allah, bu oğlunu kurban etmeni emrediyor" dediğini duydu. Sabahleyin kalkınca, bu rüya Allah'tan mı, şeytandan mı? diye sabahtan akşama kadar terviye (tefekkür) etti. İşte bundan dolayı o güne terviye günü denildi. Nihayet ertesi gece de yatınca, yine aynı rüyayı gördü. İşte o zaman bu rüyanın Allah'tan olduğu marifetine erdi. Bundan dolayı da o güne Arefe günü denildi. Sonra üçüncü gece yine aynı rüyayı gördü. Bunun üzerine oğlu İsmail'i kurban etme işine, başladı. İşte bundan dolayı o güne de nahr/kurban günü denildi. Bir görüşe göre de, melekler, Hazret-i İbrâhîm'e halım bir oğul müjdesini verdiklerinde: "O takdirde oğlum, Zebihullah / Allah için kurban olacak" dedi. Sonra oğlu doğduktan ve kendisiyle çalışacak çağa gelince, kendisine: "Adağını yerine getir!" denildi. En meşhur ve zahir olan görüşe göre, Hazret-i İbrâhîm'in muhatabı Hazret-i İsmail İdi. Çünkü Hazret-i İbrâhîm'in Şam toprağına hicretinden sonra ona bağışlanan oğul Hazret-i İsmail'dir. Bir de, Hazret-i İshâk'ın ona müjdelenmesı, Hazret-i İsmail'den sonra olmuştur. Bir de, Peygamberimiz: "Ben, iki kurbanlığm oğluyum" demiştir. İşte bu iki kurbanlıktan biri, atası Hazret-i İsmail'dir; diğeri de, babası Abdullah'tır. Zîrâ Abdulmuttalib, Allah, kendisine zemzem kuyusunun kazılmasını müyesser kılarsa, yahut on oğlu olursa, bir oğlunu kurban edeceğini adamıştı. Nihayet adağının şartı gerçekleşince ve çektiği kur'a Abdullah'a çıkınca, onu fidyesi (kurtarmalığı) olarak yüz deve kurban etti. İşte bundan dolayı insan diyeti (kan bedeli) yüz deve olarak meşru kılınmıştır. Bir de, Hazret-i İbrâhîm'in bu kurban hâdisesi Mekke'de olmuştur. (Hazret-i İshâk ise, Mekke'de değildi.) ve Hazret-i İbrâhîm'in kurban ettiği koçun iki boynuzu Kâ'be'de asılı idi ve nihayet bu boynuzlar, ibni Zübeyr (Abdullah) zamanındaki yangında yanmıştır. Hazret-i İshâk ise, orada değildi. Bir de, Hazret-i İshâk müjdesi, Hazret-i Yâkûb'un ondan veladetiyle birlikte zikredilmektedir. Bu ise, delikanlı olarak kurban edilmesi emrine münasip düşmemektedir. Eğer denilse ki, rivâyet olunduğuna göre, Peygamberimize: "Hangi nesep, en şerefli neseptir?" diye sorulmuş ve o da şöyle buyurmuştur: "Yûsuf, Siddiykullah'tır (Allah'ın pek sadakatli kuludur); babası Yakûb, İsrâılullah'tır (Allahin has kuludur); babası İshâk, Zebîhullah'tır (Allah'ın kurbanlık kuludur), babası İbrâhîm, Halîlullah'tır (Allah'ın dostudur)" Deriz ki, sahih olan rivâyete göre, Peygamberimiz şöyle demiştir: "Yûsuf b. İshâk b. İbrâhîm'dir." Bunun dışındaki fazlalık ise, rivâyet edenin ilaveleridir. Hazret-i Yâkûb'un da, Hazret-i Yûsuf'a yazdığı mektupta böyle dediği rivâyeti ise, sübut bulmamıştır. Hazret-i İbrâhîm, oğlunu kurban edeceğine kesin olarak karar verdiği halde ona danışması, Allah (celle celâlühü) tarafından gelen bu imtihan hakkındaki fikrini anlayıp da şikâyeti olduğu takdirde sebatını sağlamak, teskmiyet gösterdiği takdirde de ondan emin olmak ve bir de, kendi nefsini de önceden buna hazırlayıp bu büyük imtihanın kolay geçmesini ve ilâhî takdire boyun eğip ziyadesiyle sevap kazanma imkânını elde etmek içindir. 103Bak. Âyet 104. 104"İkisi de Allah'ın buyruğuna teslim olup İbrâhîm, onu yüzü üzerine yatırınca, Biz ona şöyle seslendik: "Ey İbrâhîm! Sen gerçekten o rüyaya sadık kaldın. İşte Biz, iyileri muhakkak böyle mükâfâtlandırırız. Hiç şüphesiz bu, apaçık bir imtihanın ta kendisidir." Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmail'i yan yatırmış ve yüzünün bir tarafı yere gelmişti. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İsmail, babasının emriyle yüzüstü yere yatmıştı ki, babası yüzünü görüp de şefkati, Allah'ın emrini yerine getirmeye mâni olmasın. Bu hâdise, Mina'da malum kayanın yanında gerçekleşmişti. Diğer bir görüşe göre ise, Mina mescidine bakan yerde olmuştu. Bir diğer görüşe göre ise, bu gün kurbanların kesildiği yerde olmuştu. Hazret-i İbrâhîm'in rüyaya sadık kalması, kendisine emredilen şeye azmetmesi ve bütün ön hazırlıkları gerçekleştirmesidir. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm., bıçağı Hazret-i İsmail'in boğazına dayayıp olanca kuvvetiyle kesmeye, çalıştı ve bunu defalarca denedi; fakat bıçak kesmedi. Sonra bıçağı onun ensesine koydu; bıçak tersine döndü, işte o anda ilâhî nida erişti. "İşte Biz, iyileri..." cümlesi, Allah'ın, niçin Hazret-i İbrâhîm ile Hazret-i İsmail'e ihsanda bulunarak onlardan o musibeti kaldırdığını beyân etmektedir. Emredilen işin gerçekleşmesinden önce neshin (hükmün iptalinin) caiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti hüccet göstermektedirler. Zîrâ Hazret-i İbrâhîm, boğazlamaya memur edilmişti. Nitekim Hazret-i İsmail: "Ey babacığım! Emir olunduğun şeyi yap!" (Âyet: 102) demişti. Halbuki errur, gerçekleşmedi. Hazret-i İbrâhîm'e verilen emir, muhlis mürnini diğerlerinden ayıran bir imtihanın ta kendisi idi. Yahut apaçık pek zor bir mihnet idi. Çünkü bundan daha zor bir şey yoktur. 105Gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz, güzel amel işliyenleri işte böyle mükafatlandırırız.” 106Muhakkak ki bu, açık bir imtihandı. 107Bak. Âyet 108. 108"Biz, oğluna bedel büyük bir kurbanlık verdik; sonrakilere de İbrâhîm'e karşı büyük bir saygı bıraktık: İbrâhîm'e selâm olsun! işte Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o gerçekten Bizim mü'min kullarımızdandır." Bu bedel kurbanlığını büyük olması, cüssesinin semiz olması, yahut kadri, manevî değeri büyük olmasıdır. Zîrâ bu kurbanlık, bütün peygamberlerin efendisi olan Peygamberimizin neslinden geleceği bir peygamberin oğlu bir peygamberin fidyesi idi. Deniliyor ki, bu kurbanlık, Cennetten getirilen bir koç idi. İbn Abbâs'tan. (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu kurbanlık, Hazret-i Âdem'in oğlu Hazret-i Hâbil'in kurban edip de kabul edilen koçu idi. Bu koç, Hazret-i İsmail'in fidyesi oluncaya kadar Cennette ödüyordu. Diğer bir görüşe göre ise, bu kurbanlık, Sebir Dağından (Mekke'de, Mina'nın kuzeyinde bir dağdır) getirilen bir dağ keçisi idi. Rivâyet olunuyor ki, bu kurbanlık, Cemre'nin (şeytan taşlama mahallinin) yanında kaçtı; Hazret-i İbrâhîm, yedi taş atarak onu yakaladı. İşte bu, şeytan taşlamada sünnet (dinî bir vecibe) oldu. Yine rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm, oğlunu kurban etmeye hazırlanırken şeytan, kendisine vesvese verince, şeytana taş atmıştı. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmail'i kesmeye hazırlanırken, Hazret-i Cebrâîl : "Allahu ekber, Allahu ekber!" dedi. Hazret-i İsmail de: "Lâilahe İllAllah vallahu ekber!" dedi. Hazret-i İbrâhîm de: "Allahu ekber ve lillahi'l hamd!" dedi. İşte bundan dolayı bu kelâm, sünnet (dinî gelenek) oldu. Daha önce de işaret edildiği gibi) Hazret-i İbrâhîm'in has mü’minlerden olması, yakın ve itminan derecesinde köklü bir imâna sahip olması demektir. 109Bizden saâdet ve selâmet olsun İbrâhîm’e... 110Güzel amel işliyenleri, işte böyle mükafatlandırırız. 111Çünkü o, mü'min kullarımızdandı. 112Bak. Âyet 113. 113"Ona sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı da müjdeledik. Onu da, ishâk'ı da mübarek kıldık. Her ikisinin nesillerinden İse, ihsan sahibi (iyi kimseler) de, kendine apaçık zulmedenler de olacak." A- "Ona sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı da müjdeledik." Daha önce "Biz de onu halim bir oğul ile müjdeledik." (Âyet: 101) âyetinde geçen oğlu İshâk olarak tefsir edenler, buradaki müjdelemeden, onun peygambediğini kastetmektedirler. Ondan sonra salâhın (sâlihliğin) zikredilmesi, onun şânını tazim etmek ve peygamberliğin amacının da bu olduğuna işaret etmek içindir. Çünkü peygamberlik, bilfiil ve mutlak olarak kemâl ve tekmil (kemâle erdirmek) mânâsını içermektedir. B- "Onu da, İshâk'ı da mübarek kıldık." Yani Hazret-i İbrâhîm'in evladına da, Hazret-i İshâk'ın evladına da bereket verdik. Nitekim Biz, ishâk'ın sulbünden İsrâiloğulları peygamberleri ile Hazret-i Eyyûb ve Hazret-i Şuayb gibi peygamberleri dünyaya getirdik. Yahut Biz, onlara din ve dünya bereketlerini ihsan ettik. C- "Her ikisinin nesillerinden ise, ihsan sahibi (iyi kimseler) de, kendine apaçık zulmedenler de olacak." Yani her ikisinin nesillerinden, îmân ve itaat ile, amehnde, yahut kendi nefsine iyilik edenler de, küfür ve günahlarla kendi nefsine zulmedenler de olacak. Bu kelâm delâlet ediyor ki, nesebin, hidâyet ve dalâlette tesiri yoktur ve bir insanın sonraki nesillerindeki zulüm, kendisine bir nakısa ve kusur getirmez. 114Bak. Âyet 115. 115"Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'ya da, Harun'a da nimetler verdik; onları da, kavimlerini de o büyük sıkıntıdan kurtardık. Onlara yardım ettik de, onlar galip gelenler oldular. Her ikisine de hakkı açıklayan o kitabı (Tevrat'ı) verdik; her ikisini de dosdoğru yola ilettik; her ikisine karşı da sonrakilerde büyük bir saygı bıraktık: Mûsâ ve Hârûn'a selâm olsun!" A- "Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'ya da, Harun'a da nimetler verdik; onları da, kavimlerini de o büyük, sıkıntıdan kurtardık." Yani Biz, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn'a, peygamberlik ile dinî ve dünyevî diğer nimetler gibi birçok nimetler bahşettik, onları da, kavimleri olan îsrâiloğullarıni da, firavungillerin, hâkimiyetinden ve çeşitli zulüm ve azap ile onlara tasallut etmelerinden kurtardık. Nitekim diğer bir âyette de: "hani Biz, sizi firavungıllerden kurtarmıştık (el-Bakara: 49) denilmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, o büyük sıkıntı, denizde boğulmaktır. Ancak bu, uzak bir görüştür; çünkü denizde boğulmak sıkıntısı ve meşakkati İsrâiloğulları için söz konusu değildi. B- "Onlara yardım ettik de, onlar galip gelenler oldular" Yani Biz, düşmanlarına karşı Hazret-i Mûsâ ve Hârûn ile onların kavimlerine yardım ettik de, onlar, bu yardımımız sayesinde onlara karşı tam bir galibiyet kazandılar. Halbuki daha önce Hazret-i Mûsâ ile Harun'un kavmi, düşmanlarının esareti ve baskısı altında eziliyorlardı ve azabın en kötüsüne maruz kalıyorlardı. C- "Her ikisine de hakkı açıklayan o Kitabı (Tevrat'ı) verdik; her ikisini de dosdoğru yola ilettik; her ikisine karşı da sonrakilerde büyük bir saygı bıraktık: Mûsâ ve Harun'a selâm olsun!" Yani her ikisine de, beyân ve izahı son derece açık olan Tevrat'ı verdik ve onun içerdiği şeriatlerin tafsilatıyla ve hükümlerin teferruatıyla her ikisini de dosdoğru yola ilettik ve sonra gelen ümmetler içinde:" Mûsâ ve Harun'a selâm olsun!" (Selâmün alâ Mûsâ ve Hârûn) şeklindeki güzel hitab ve hâtırayı bıraktık, 116Onlara yardım ettik de, galib gelenler onlar oldular. 117İkisine de (helal ve haramı) açıklayan Tevrât kitabını verdik. 118Kendilerine doğru yolu gösterdik. 119Sonradan gelenler içinde onlara güzel bir yâd bıraktık. 120Bizden Mûsa’ya ve Hârûn’a saâdet ve selâmet olsun...
121Bak. Âyet 122. 122"Muhakkak Biz, iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü her İkisi de, gerçekten has mü'min kullarımızdandı. Gerçekten İlyas da peygamberlerdendi. Hani o, kavmine demişti ki: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanlar güzeli (en iyi yaratan) sizin Rabbiniz, eski atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı bırakırsınız da, ba'l'e mi taparsınız?" Hazret-i İlyas, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi Hârûn evladından Yasinin oğlu olup Hazret-i Harun'dan sonra Isrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i İlyas, Hazret-i İdris'tir. Çünkü bazı kıraetlere göre, bu isim yerine İdris, "İdrâs" biçiminde de okunmuştur. Bal, Şam bölgesinde Bekk (Ba'le, Bekk) halkının taptiğı bir put idi. Deniliyor ki, bu put, altından olup uzunluğu yirmi arşın idi ve dört yüzü vardı. Buranın halkı, bu putun fitnesine kapılıp ona büyük bir saygı gösterdiler; hatta ona dört yüz hadim (hizmetçi) tahsis etmiş ve onları peygamber saymışlardı. Şeytan, o putun içine girip o hadimlere sapıkça fikirler veriyordu; hizmetçiler o fikirleri ezberleyip insanlara öğretiyorlardı. Diğer bir görüşe göre de, bal, Yemen'lilerın dilinde ilah demektir. Yani siz, bazı bâtıl ilâhlara taparsınız, demektir. 123Şüphesiz İlyas da, gönderilen peygamberlerdendi. 124O vakit kavmine şöyle demişti: “Siz Allah’dan korkmaz mısınız? 125O en güzel yaradanı bırakıb da Ba’l isimli puta mı tapıyorsunuz? 126Allah sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir. 127Bak. Âyet 128. 128"Onlar ise, İlyas'ı yalanladılar. İşte onun için Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna, onlarin hepsi, hiç şüphesiz Cehenneme ihzar edileceklerdir." 129Bak. Âyet 130. 130"İlyas'a karşı da sonra gelenler içinde büyük bir saygı bıraktık: İlyâsîn'e selâm olsun!" İlyâsîn de, ilyas'ın diğer bir okunuş şeklidir. Diğer bir görüşe göre İse, İlyâsîn, İlyas'in çoğuludur. Diğer bir kırâete göre ise, "Âl-i Yâsîn" olarak okunmaktadır ki, buna göre, Yâsîn, İlyas'in babasıdır. 131Bak. Âyet 132. 132"Muhakkak Biz, bütün iyileri böylece mükâfatlandırırız. Çünkü o, has mü'min kullarımızdandı." 133Bak. Âyet 134. 134"Lût da, hiç şüphesiz peygamberlerdendi. Hanı onu ve geride kalanlar arasından o kocakarıdan başka ailesinin hepsini kurtarmıştık; sonra diğerlerini yerle bir etmiştik." İşte Hazret-i Lût'un bu kıssasında da, onun hâlini ve peygamberlerden olduğunu kanıtlayan açık deliller vardır. 135Ancak (imansız zevcesi) bir koca karı azap içinde kalanlar arasında oldu. 136Sonra diğerlerini helâk eyledik. 137Bak. Âyet 138. 138"Hiç şüphesiz ki, siz de sabah ve akşam onların harap yurtlarına uğruyorsunuz. Yine de akıl etmeyecek misiniz?" A- "Hiç şüphesiz ki, siz de sabah ve akşam onların harap yurtlarına uğruyorsunuz." Yani ey Mekke'liler! Hiç şüphesiz siz de, Şam'a yapmakta olduğunuz ticarî seferlerinizde sabah ve akşam onların harap yurtlarına uğrayıp onlarin helâk sonrası kalıntılarını görüyorsunuz. Zîrâ Semûd halkının yurdu, Şam yolundadır. Herhalde bu târihî kalıntılar, yolcuların sabahları hareket ettikleri ve akşamları da varmak istedikleri konaklama yerlerinin yakınlarında bulunuyordu. B- "Yine de aleti etmeyecek misiniz?" Yani siz, bunları gördüğünüz halde niçin akıl edip de, ibret akılıyorsunuz ve onların akıbetine uğramaktan korkmuyorsunuz? 139Bak. Âyet 140. 140"Hiç şüphesiz Yûnus da gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani o, yüklü gemiye binip kaçmıştı. Derken gemidekilerle karşılıklı kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden olmuşta. Yûnus, kendini kınayıp dururken onu o büyük balık yutmuştu. Fakat o, eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmış gitmişti. Biz, halsiz bir vaziyette, kendisini dışarıya çıkarmıştık ve üstüne gölge yapması için kabak türünden geniş yapraklı bir bitki bitirmiştik." A- "Hiç şüphesiz Yûnus da gönderilmiş peygamberlerdendi.. Hanı o, yüklü gemiye binip kaçmıştı. Derken gemidekilerle karşılıklı kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden olmuştu. Yûnus, kendini kınayıp dururken onu o büyük balık yutmuşta. Fakat o, eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmış gitmişti." Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Yûnus, kavmine azap vaat edince, Allah'tan emir almadan aralarından ayrılıp gitti ve sonra bir gemiye bindi. Yolda gemi durdu. Dedi ki: "Gemide efendisinden kaçmış bir köle var." Bunun üzerine kur'a çektiler; kur'a kendisine düştü. O zaman Hazret-i Yûnus: "kaçan kul benim" deyip denize atladı. Eğer Hazret-i Yûnus, hayatı boyunca, yahut balığın karnında o tesbih ile Allah'ı çokça zikretmeseydi, kıyamete kadar ölü veya diri olarak o büyük balığın karnında kalacaktı. O tesbih şudur: "lâilâhe illa ente sübhaneke innî küntü mine'zzâlimîn / senden başka hiçbir ilah yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zakimlerden oldum." (Enbiyâ: 87) Diğer bir görüşe göre ise, yani eğer Hazret-i Yûnus, çok namaz kılanlardan olmasaydı... demektir. Çünkü o, rahat zamanında çok namaz kılıyordu. Bu âyet, çokça zikretmeyi teşvik etmekte ve onun şânını tazim etmektedir ve yine delâlet ediyor ki, bir kimse, rahat zamanında Allah'a yönelirse, Allah da, sıkıntılı zamanlarında onun elinden tutar. B- "Biz, halsiz bir vaziyette kendisini dışarıya çıkarmıştık ve üstüne gölge yapması için kabak türünden geniş yapraklı bir bitki bitirmiştik." Yani Biz, o büyük balığı, Hazret-i Yûnus'u, yeni doğan bebek gibi bedeni naziklesmiş halde, kendisini örtecek ağaç ve bitki bulunmayan boş bir araziye atmaya sevk ettik. Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Yûnus'u yutmuş olan o büyük balık, gemi ile beraber yüzüyor ve başını kaldırıp suyun üstünde tutuyordu. Hazret-i Yûnus, balığın ağzından nefes alıyor ve tesbih ediyordu. Ve o balık, sahile gelinceye kadar onlardan hiç ayrılmadı. Sahile gelince de, balık, sağ-salim ve hiç bozulmamış olarak kendisini karaya attı. Bu mucizeyi görenlerin hepsi müslüman oldular. Yine rivâyet olunuyor ki, o büyük balık, Hazret-i Yûnus'u, Musul'un bir köyünün sahiline atmıştı. Hazret-i Yûnus'un ne kadar balık karnında kaldığı hususunda ihtilaf edilmiştir: kimilerine göre kırk gün kalmış; kimilerine göre yirmi gün; kimilerine göre yedi gün; kimilerine göre üç gün kalmış ve kimilerine göre de, pek az kalmış ve yutulduktan biraz sonra dışarı atılmıştır. Ata'nın rivâyetine göre, o büyük balık, Hazret-i Yûnus'u yutunca, Allah, o balığa vahiy buyurdu ki, ben, senin karnım ona zindan kıldım.; ben, onu sana yiyecek kılmadım. Alimlerin ekseriyetine göre, bu bitki kabak olup onu yapraklartyia örtüp sineklerden korumuştu. Zîrâ sinekler onun yapraklarına konmazlar. Buna şu hadis de delâlet ediyor ki, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen, kabak yemeğini seviyorsun, neden?" diye sorulunca: "Evet, o, kardeşim Yûnus'un bitkisidir" buyurmuştur. Diğer bir görüşe göre ise, o, incir ağacının yaprakları idi. Bir diğer görüşe göre ise o, muz ağacı idi; yapraklariyla örtünüp dallarıyla gölgelenmiş ve meyve siyle iftar etmişti. Bir görüşe göre, Hazret-i Yûnus, ağacın gölgesinde gölgeleniyordu ve zaman zaman yanına gelen bir dağ keçisinin sütünden içiyordu. 141(Gemiye binince gemi durdu. O zaman, gemicilerin inancına göre geminin durması, aralarında kaçak bir kölenin bulunmasından ileri gelirdi. İşte kaçağı bulmak için aralarında) Kur’a çekti de mağluplardan oldu. (Bunun üzerine kendini denize attı). 142(Kavminden kaçmış olduğundan ötürü) nefsini kınamış bir hâlde iken, hemen balık onu yuttu. 143Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı. 144Muhakkak (kabirlerden) dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. 145Hemen onu sahile attık, hasta idi. 146Üzerine (gölge vermek için) kabak cinsinden bir ağaç bitirdik. 147"Ve Biz onu, yüz bin veya daha çok insana peygamber olarak göndermiştik." Hazret-i Yûnus'un gönderildiği kavim, kendilerinden kaçtığı eski kavmi idi. Bunlar, Ninova halkı idi. Hazret-i Yûnus un bu gönderilmesinden murat, eski gönderilmesidir. Once onun, mutlak manâsıyla gönderilmiş peygamberlerden olduğu haber verildi; sonra da büyük bir ümmete gönderildiği bildirildi. Bu iki gönderme arasında Hazret-i Yûnus'un gemiye kaçması ve ondan sonraki gelişmelerin zikredilmesi, onun sebebinin hatırlatılması içindir ki, o da şudur: Hazret-i Yûnus, kavmini Allah'ın azâbiyla uyarmış ve bu azap için de bir vakit tayin etmişti. Onun kavmi ise, îmân etmemek için haksız gerekçeler ileri sürmüşler ve îmân etmelerini, o azâbın emarelerinin görülmesine bağlamışlardı. Nitekim bu kıssanın tafsilatı. Yûnus sûresinde geçti. Bu anlatım şekli, bundan sonra hikâye edilecek îmânlarının, ilk akla gelebilecek olanın aksine, Hazret-i Yûnusun gönderilmesi akabinde gerçekleşmeyip fakat birtakım gelişmelerden sonra gerçekleştiği anlaşılsın diyedir. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Yûnus'un, yüz bin kişilik veya daha fazla bir kavme gönderilmesi, ilk gönderilmesi olmayıp başka bir gönderilmedir. Bir diğer görüşe göre îse, onun bu ikinci gönderilmesi, ilk kavmi değil, başka bir kavme gönderilmesidir. Ancak bu görüş, zahir değildir. Hazret-i Yûnus'un gönderildiği kavmin yüz bin kişilik veya daha fazla olması, gözlem yapan birinin tahminine göredir. Yani gözlem yapan bir kimse: "bunlar yüz bin kişidir veya daha fazladır" der. Bundan maksat, kaiabalık bir topluluk olmalarıdır. 148"Onlar da, kendisine îmân ettiler de, Biz de, kendilerini bir müddete kadar yaşatmıştık. " Yani Hazret-i Yûnus kavmi, azâbın gelmekte olduğunun alâmetlerini gördükten sonra hâlis bir îmânla îmân ettiler. Biz de onları, dünyayı tercih etmelerinden dolayı, kendilerini takdir buyurduğumuz müddete kadar yaşatmıştık. Deniliyor ki, bu kıssa ile Hazret-i Lût kıssasının sonunda zikredilen kelâmın zikredilmemesi, bu iki peygamber ile diğer şeriat sahibi ve ülü'l azm peygamberler arasında bir ayırım yapmak için olabilir. Yahut bu sûrenin sonunda, sûrede zikredilen bütün peygamberlere şamil olan teslimiyet zikriyle iktifa edilmiştir. 149"Ey Resûlüm! O müşriklere sor: Kızlar senin Rabbinin de oğullar onların mı?" Allah (celle celâlühü), bu sûrenin başında Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), kendilerine sormak yoluyla (âyet: 11) Kureyş müşriklerini ilzam etmesini ve onların, yeniden dirilmeyi inkâr etme fikirlerim çürütmesini emir buyurdu; bunun şüphe götürmez bir gerçek olduğunu bildiren kesin deliller getirdi; onun vukuunu ve o zaman o kâfirlerin görecekleri çeşitli azapları da beyân buyurdu; onlardan ıhlask kullarını istisna kıldı; onlara verilecek ebedî nimetleri de açıkladı; sonra da, eski ümmetlerin çoğunun dalâlete gittiklerim zikretti ve onlara uyarıcılar gönderdiğini de özet olarak zikretti; sonra o uyarıcıların her birinin kıssasını da tafsilatlı olarak beyân buyurdu; her birinin kıssasında da bu uyarıcıların, kendi kullarından olduklarını açıkladı; bu uyarıcıları bazen muhlis olarak ve bazen de mü’min olarak vasıflandırdı; sonra Allah, burada da Resûlüllah'a, onlara, tamamen akıl dışı ve olmayacak bir şeyi sorması yoluyla kendilerini ilzam etmeyi emir buyurdu ki, bu da, onların bâtıl itikadına göre lazım gelen adaletsiz taksimattır. Nitekim, onlar da, Cüheyne, Seleme oğulları, Huzaa ve Melih oğullarının da içinde bulunduğu bazı Arap kabileleri gibi, meleklerin, Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Resûlüllah'a verilen bu emir, daha önce zikredilen insanların efendileri olan peygamberlerin de Allah'ın kulları oldukları gerçeğine terettüp ettirilmektedir. Zîrâ bu da, onlarin ilzamını tekit etmekte ve onların fasit görüşlerinin bâtıl olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sonra da onlar, mezkûr küfürlerini içeren hususla, yani melekleri dişi sayarak onları tahkir etmeleriyle ilzam edilmektedirler. Sonra da bu iki küfrü içeren asıl küfürleri iptal ediliyor ki, o da, Allah'a çocuk isnâd etmeleridir. Allah'a çocuk isnâd etmeleri bu ilzam konularına dâhil edilmemiş, çünkü Hıristiyanlar da bu konuda onlarla ortaktırlar. Yani o halde ey Resûlüm! Onlara sor: kendilerince iki cinsin (erkek ile kadının) en değersizi olan kızlar senin Rabbinin de, kendilerince daha değerli olan oğullar onlarin mı? İşte bunu asgari bir akla sahip olan kimse söylemez. 150"Yoksa Biz, melekleri dişi olarak yarattık da, onlar orada şahit mi idiler?" Yani yoksa yaratılmışların en şereflisi olan ve cisimlerin sıfatları ile kötü tabiatlardan uzak bulunan melekleri Biz, kendilerince canlıların en değersizi olan dişi olarak mı yarattık? "Onlar orada şahit mi idiler?" ifâdesi, tıpkı "Onların yaratılmasına şahit mi oldular?" (Zuhruf: 19) ile "Ben onları, şu göklerin ve bu yerin yaratılmasına da, kendilerinin yaratılmasına da şahit kılmadım." (Kehf: 51) âyetleri gibi onlarla istihza ve kendilerini cehaletle vasıflandırma kabilinden-dir. Zîrâ bu gibi hususlar, ancak müşahede ile bilinebilir. Çünkü akıl yoluyla bilinmelerine imkan yoktur ve bu konuda nakli bilginin olmadığı da bir gerçektir. Şu halde meleklerin dişi olduklarım söyleyen kimse, onların yaratılmasında hazır bulunmuş olması gerekir. 151Bak. Âyet 152. 152"Dikkat edin! Onlar var ya, hiç şüphesiz yalan uydurup diyorlar ki: "Allah doğurdu." Onlar hiç şüphesiz yalancılardır." Bu kelâm, onlara somları kelâma dâhil olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olup onların, fasit fikirlerinin temelini iptal etmek için sevk edilmiş olup bu filerin temelinin sarih bir yalan ve çirkin bir iftira olduğunu ve hiçbir delili ve hattâ şüpheli delili bile olmadığını beyân etmektedir. Âyetin metnindeki "velede / doğurdu." kelimesi, "veledü" olarak da okunmuştur. Buna göre, yani onlar, meleklerin Allah'ın çocukları olduklarını söylediler, demektir. 153"Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?" Bu kelâm da, onların, iftiralarının ve yalanlarının ispatı olup onların Söylediklerinin, apaçık imkânsız olan bir sonucu, yani Allah'ın, kızları, oğullara tercih etmesini mucip olduğunu beyân etmektedir. (Allah'ın, kızları oğullara tercih etmesinin imkânsız olması, kendi inançlarına göredir ki, onlara göre oğullar, kızlardan çok daha üstündür. Yoksa, gerek daha önce zikredildiği gibi, kızları Allah'a verip oğulları kendilerine bırakmalarının âdil bir taksimat olmaması ve gerek burada belirtilen, Allah'ın üstün olanı seçmemiş olmasının lazım gelmesi, müslümanların itikadına göre değildir; çünkü müslümanlara göre erkek ile kadının birbirine üstünlüğü yoktur.) 154Bak. Âyet 155. 155"Ne oluyor size? Ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz? Yoksa sizin apaçık kesin bir deliliniz mi var? Eğer doğru sözlülerden iseniz, haydi Kitabınızı getirin." A- "Ne oluyor size? Ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" Nasıl böyle hükmediyorsunuz? Halbuki akıl, bedihî olarak bunun bâtıl olduğuna hükmetmektedir. Hiç düşünüp de, bunun bâtıl olduğunu anlamaz mısınız? Zîrâ bu hakikat, zeki olan ve olmayan herkesin aklınca idrâk edilmektedir. B- "Yoksa sizin apaçık kesin bir deliliniz mi var?" O müşriklerin, zikredilen delillerle kınanmalarından ve ilzam edilmelerinden sonra burada da, onlar, gerçekleşmesi asla mümkün olmayan bir şeyin kendilerine teklif edilmesiyle ilzam edilmektedirler. Yani sizin elinizde, meleklerin Allah'ın kızları olduklarına dâir gökten inmiş açık bir hüccet mi var? Zîrâ buna hükmetmek için zorunlu olarak, hissî veya aklî bir delil lazımdır. Bunun her ikisi de olmadığına göre, o halde nakli bir delil lazımdır. C- "Eğer doğru sözlülerden iseniz, haydi Kitabınızı getirin." Bu âyetleri tetkik eden bir kimse, gayet açık olarak anlar ki, bu âyetler, müşriklerin sözlerine pek büyük bir kızgınlık, ağır bir inkâr, bâtıl inançlarına şiddetli bir nefret, kuruntularını sefihçe, akıl ve idrâklerini sakat görmek mânâlarını ifâde etmekte ve aynı zamanda onlarla istihza etmeyi ve cehaletlerinden taaccüp etmeyi de içermektedir. 156Yoksa, sizin (gökten inen) açık bir hüccetiniz, (kitabınız) mı var? 157Doğru söyliyenlerseniz, getirin kitabınızı... 158"Allah ile cinler arasında da bir nesep uydurdular. Yemin olsun ki, o cinler de, onların hiç şüphesiz hesap yerine ihzar edileceklerini bilmişlerdir." A- "Allah ile cinler arasında da bir nesep uydurdular." Burada cinlerden murat, meleklerdir. İslam âlimleri derler ki; melekler ile emler bir tek cinstir. Cinlerden habis, isyankâr ve tamamen şer olanlar var ya, işte onlar şeytandır. Onlardan temiz olup da yalnız ibâdet eden ve tamamen hayırdan ibaret olanlar da var ya, işte onlar da meleklerdir. Âyette meleklerin, bu isimle ifâde edilmeleri, onların mertebelerini aşağı ve kendilerini kusurlu göstermek ve insanlar arasında sânları pek yüce bilindiği halde, kendilerine isnâd edilen bu münasebet mertebesine erişmekten çok âciz olduklarını bildirmek içindir, işte bundan dolayı o müşriklerin: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" sözleri, bu şekilde ifâde edilmiştir. B- "Yemin olsun ki, o cinler de, onların hiç şüphesiz hesap yerine ihzar edileceklerini bilmişlerdir." Yani Allah'a yemin olsun ki, o müşriklerin tazim edip Allah ile aralarında bir nesep uydurdukları melekler de, o kâfirlerin, bu sözlerindeki yalan ve iftiralarından dolayı Cehenneme ihzar edileceklerini ve azap göreceklerini bilmişlerdir. Bu sözden murat şudur: o kâfirleri şiddetle tekzip edip onların, bu nispeti iddia ettikleri ve gerçek hali kendilerinden daha iyi bildiklerini kabul ettikleri melekler de, bu iddialarında onları yalanlamaktadırlar ve onların bu inançlarından dolayı azaba uğratılacaklarına kesin olarak hükmetmektedirler. Diğer bir görüşe göre ise, zındıklardan bir kavim diyorlardı ki: " Allah ile İblis iki kardeştir; Allah, hayır ve keremi (şerefi, izzeti, ihsanı) temsil etmektedir; İblis de, şerri ve alçaklığı temsil etmektedir, İşte "Allah ile cinler arasında da bir nesep uydurdular." âyetinin mânâsı budur." İmam el-Razî diyor ki: "Bu son görüş, bana göre hakka en yakın görüştür. Bu mecûsîlerin inancıdır ki, onlar. Yezdan ile Ehrîmân diye iki ilaha inanırlar." Mücâhid diyor ki: " Kureyş: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" dediler. Hazret-i Ebubekir de, onları ilzam etmek için: "O halde onların anneleri kimlerdir? "dedi. Onlar da: "Cinlerin eşrafıdır" dediler." Bir diğer görüşe göre ise, "Allah ile cinler arasında da bir nesep uydurdular" kelâmının mânâsı, Allah ile aralarında münasebet kurdular, demektir. Nitekim ibâdet istihkakında onları Allah'a ortak, koştular. Buna göre, anılan cümlenin mânâsı şöyledir: yani yemin olsun ki, şeytanlar, Allah'ın, kendilerini Cehenneme ihzar edip orada kendilerine azap edeceğini bilmişlerdir. Eğer onların Allah ile münasebetleri olsaydı, yahut ibâdet istihkakında ortakları olsaydı, Allah, onlara azap etmezdi. Ancak tercihe şayan olan, ilk görüştür. 159"Allah, onların yalaştırmakta oldukları şeylerden münezzehtir." Bundan önce, meleklerin, müşrikleri andan iddialarında tekzip ettikleri belirtildikten sonra burada da, meleklerin, Allah'ı, müşriklerin yakıştırdıkları vasıflardan tenzih ettikleri anlatılmaktadır. 160"Allah'ın muhlis kılınmış kulları müstesnadır." Bu kelâm da, en güzel ve kuvvetli şekilde, ihlâsk kulların, Allah'ı böyle vasıflandırmaktan uzak olduklarına dâir meleklerin şâhidiğini anlatmakta ve zımnen, meleklerin de bundan berî olduklarım bildirmektedir. Zîrâ melekler de ihlâs sahibi olanlar zümresine dâhildirler. Hulâsa olarak sanki şöyle denilmiştir: Yemin olsun ki, melekler bilmişlerdir ki, müşrikler, o sözlerinden dolayi azap edileceklerdir. Ve melekler: "Allah, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir. Ve Bizim de dâhil olduğumuz Allah'ın has kulları, bu vasıflandırmaktan beridirler" demişlerdir. 161Bak. Âyet 163. 162Bak. Âyet 163. 163"Artık şüphe yok ki, ne siz ve ne de taptıklarınız, Cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdıranlarsınız." Bu söz, muhlis kulların, zikredilen şirkten beri olduklarının izah ve tahkiki olup bu kulları azdırmaktan ve saptırmaktan âciz olduklarını beyân etmektedir. Âyetteki "taptıklarınız", onlari azdıran şeytanlardır. Bu kelâm, Bize bildiriyor ki, melekler, onlardan ve ibâdetlerinden berî olduklarını ifâde edeceklerdir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Melekler: Hayır! Onlar, cinlere tapıyorlardı." Diyeceklerdir." (Sebe': 41) Allah (celle celâlühü), ebedî ilmiyle, onların, kötü tercihleriyle küfür üzere öleceklerim ve Cehennem ehli olacaklarını kesin olarak bildiği için "Cehenneme girecek..." buyurmuştur. Yani siz, muhlis kulları ifsad etmek ve saptırmak imkânından uzaksınız. Binâenaleyh muhlis kullar, sizin yüzünüzden fitneye düşmekten ve Allah'ı yanlış olarak vasıflandırmak hususunda sizin yolunuzdan gitmekten kesinlikle berî bulunuyorlar. 164Bak. Âyet 165. 165"Melekler şöyle derler: Bizim her birimiz için mutlaka belli bir makam vardır. Ve Biz hiç şüphesiz orada sıra sıra duranların ve hiç şüphesiz Allah'ı tesbih edenlerin ta kendileriyiz." A- "Melekler şöyle derler: Bizim her birimiz için mutlaka belli bir makam vardır." Daha önce meleklerin, kâfirlerin sözlerini yalanlamaları, Allah'ı ondan tenzih etmeleri ve muhlis kulları o şirkten beri kılmaları zikredildikten sonra burada da meleklerin durumlarının belli olduğu, onların kulluk makamında bulundukları beyân edilmekte ve meleklerin sânlarının kusurlu olduğu açıklanmaktadır. Yani ibâdette ve Allah'ın emrine erişmekte bizim her birimiz için belli bir makam vardir; o makamla sinirlidir; o makamı asla geçemez ve ilâhî azamet ve celâl karşısında tevazu için ve heybetinden huşu İçin o makamdan da geri çekilemez. Nitekim rivâyet olunduğu gibi kimi melekler, rükû halinde olup hiç bellerini doğrultmazlar ve kimileri de hep secde halinde olup başlarını secdeden hiç kaldırmazlar. İbn Abbâs diyor ki: "Göklerde her bir karış kadar yerde mudaka namaz kılan veya tesbih eden bir melek vardır." Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Gökler ağır yükünden dolayı İnledi ve inlemek de. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, göklerde her dört parmak kadar yerde mutlaka bir melek vardır; alnını yere koyup Allah'a secde etmektedir. 6 6 Tirmizî/Kıtâbü'z Zühd, bab: 9. İbni Mâce, Kıtâbü'z Zühd, bab, 19. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/173 Süddî bu âyetin tefsirinde diyor ki: "Yani Biz meleklerin her bir ferdi için Allah'a yakınlık ve müşahedede mutlaka belli bir makam vardır." B- "Ve Biz hiç şüphesiz orada sıra sıra duranların ve hiç şüphesiz Allah'ı tesbih edenlerin ta kendileriyiz. Yani Biz, ibâdet ve hizmet mertebelerinde sıra, sıra duranların ve Allah'ı, Cenab-ı Kibriyasma yakışmayan her şeyden tamamıyla tenzîh edenlerin ta kendileriyiz. Meleklerin, kelâmlarını çeşitli tekidlerle ifâde etmeleri, bunları gönüllü ve büyük bir istekle yaptıklarını bildirmek içindir. Bu âyetlerin tefsirinde ifâde mükemmeliyetinin gereği olan izah budur. Bunun dışında başka tefsirler de yapılmıştır. Bu konuyu iyice tefekkür eyle! Muvaffak eden, yegâne Allah'tır. 166Ve Muhakkak ki biz, (Allah’ı şanına lâyık olmayan şeylerden) tenzih edenleriz.” 167Bak. Âyet 168. 168"O müşrikler diyorlardı ki: Bizde de öncekilere verilenlerden bir kitap olsaydı, hiç şüphesiz Allah'ın muhlis kullan olurduk." Yani Kureyş müşrikleri diyorlardı ki: Bizde de önceki ümmetlere verilen Tevrat ve İncil gibi bir kitap olsaydı, hiç şüphesiz Biz, onların muhalefet ettikleri gibi muhalefet etmezdik ve ibâdeti yalnız Allah'a tahsis ederdik. O müşriklerin bu sözleri de, şu sözleri gibidir: "Kendilerine bir peygamber gelirse, her hangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dâir olanca yeminleriyle Allah'a yemin etmişlerdi." (Fâtır: 42) 169Herhalde Allah’ın ihlas sahibi kullarından olurduk.” 170"İşte şimdi de onu inkâr ettiler. Fakat yakında bileceklerdir." Yani onlara öğüt geldi, hem de öğütlerin efendisi ve bütün semavî kitapların ve suhuflarm gözeticisi olan bir kitap (Kur’ân) geldi, fakat onlar onu inkâr ettiler. Fakat onlar, bu inkârlarının feci akıbetini yakında anlayacaklardır. 171Bak. Âyet 172. 172"Yemin olsun ki, gönderilmiş peygamber kullarımız için söz vermişizdir: Onlar hiç şüphesiz zafere ulaşacaklardır. Ve Bizim askerlerimiz hiç şüphesiz yegâne galip askerler olacaklardır." Bu askerlerden murat Peygamberimizin tâbileridir. İşte onlar, dünyada da, ahirette de düşmanlarına galip geleceklerdir. Onların bazı savaşlarda kısmî mağlubiyete uğramaları, bu ilâhî vaade halel getirmez; çünkü onların mücadeleleri sırasında biraz sıkıntı ve eziyet görülse de, sonuçları genellikle başarı ve zaferdir. Ve hüküm, her konuda galip ve ekseri haller içindir. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "İslam mücahidleri dünvada bazı hallerde zafer kazanmasalar da, yine uhrevî zafer onlarındır." 173Ve elbette bizim (mü'min) askerlerimiz; muhakkak onlar galib geleceklerdir.” 174Bak. Âyet 175. 175"Ey Resûlüm! Artık bir süreye değin onlara aldırma ve onların halini gör, onlar da göreceklerdir." Yani kısa bir süre için, yahut Bedir savaşma kadar, yahut da Mekke Fethi gününe değin onlara aldırma, sabret ve onlarin yakında öldürülmelerini ve esir alınmalarını gör. Bundan murat, sanki önündeymiş gibi gayet yakın olduğunu bildirmektir. 176"Onlar Bizim azabımızı acele mi istiyorlar?" 177"Fakat azap, onların alanlarına indiğinde, o uyarılanların sabahı ne kötü olur!" Rivâyet olunuyor ki, "onlar da göreceklerdir (âyet. 174) âyeti nâzıl olunca, müşrikler: "bu, ne zamandır?" Dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Diğer bir görüşe göre ise, burada inecek olan azap olmayıp Resülullah'ın, fetih günü inmesidir. Baskınlar, genellikle sabah vaktinde olduğu için azabın indiği vakit anlamında "uyarılanların sabahı..." denilmiştir. Rivâyet olunuyor ki, Hayber fethi seferinde Peygamberimiz Hayber önlerine geldiği sırada Hayber sakinleri, kürekleri omuzlarında olduğu halde kalelerinden çıkıp tarlalarına gidiyorlardı. Onlar, islam ordusunun görünce: "Muhammed ve ordusu! ..." deyip gerisin geri kalelerine döndüler. İşte o zaman Peygamberimiz: "Allahü ekber! Hayber, yıkıldı. Gerçekten Biz, bir kavmin alanlarına indiğimizde, artık uyarılanların sabahı ne kötü olur!" 7 7 Buhârî/Kitabü'l Cihad, bab: 130; Kitâbu's Salat, bab: 12; Kitabü'l Meğazî, bab: 38. Müslim/ Kitabü'l Cihad, hadis: 120, 121. Tirmızî/Kitâbü's Siyer, bab: 3. Nesâî/Kitabü'l Mevakit, bab. 26. Mâlik/Kitâbü'l Cihad, hadis: 48. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/102, 111, 164, 186, 206, 246, 263 178Bak. Âyet 179. 179"Ey Resûlüm! Sen yine bir zamânâ değin onlara aldırma ve onların halini gör; onlar da göreceklerdir." Bu kelâmı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için teselli üstüne teselli ve vaat edilenin vukuu için tekid üstüne tekiddir. Diğer bir görüşe göre İse, birincisinden (âyet 174, 175) murad, dünya azabıdır; ikincisinden murad ise âhiret azabıdır. 180"Senin izzet sahibi Rabbin, onların yakıştırmakta olduklarından son derece münezzehtir." Bu kelâm, Allah'ı, bu sûrede zikredilen müşriklerin Zat-ı Kibriya'ya yakışmayan vasıflandırmalarından da, bu sûrede zikredilmeyenlerden de ve ezcümle özellikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında verdiği vaadi yerine getirmemekten de tenzihtir. Nitekim terbiye, tekmil ve külli mâlikiyet ifâde eden rab unvanının burada, önce Peygamberimizin zamirine, sonra da izzet kelimesine izafe edilmiş olarak zikredilmesi de, bu hakikati, bildirmektedir. Bu itibarla sanki şöyle denilmiştir: Senin mürebbin, kemâle erdiricin olan, mutlak izzet ve galebenin mâliki olan Rabbin, müşriklerin vasıflandırdıkları sıfatlardan ve ezcümle o müşriklere karşi sana yardım etmemekten münezzehtir. Nitekim o müşriklerin, azabı acele istemeleri de, onların, bu yardımın okmayacaği kanaatinde olduklarım bildirmektedir. 181"Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!" Bu kelâm, Allah'ın tenzih edilmesinden sonra peygamberler için bir teşriftir; sânlarını tazimdir ve ayrıca, peygamberlerin her türlü kötülükten salim olduklarını ve bütün arzularına erişeceklerini bildirmektedir. 182"Âlemlerin Kabbı olan Allah'a hamd olsun!" Bundan önce Allah'ın bütün selbl (Allah'ın tenzihi vacip olan) sıfatlara sahip olduğuna dikkat çekildikten sonra burada da O'nun sübûti. (Allah hakkında sübûtu vacip olan) sifat-ı Kerimelerine işaret edilmekte ve şu gerçekler de bildirilmektedir: Allah'ın bu sıfatları, güzel fiilleri ve ezcümle Allah'ın, peygamberlere çeşitli yüksek kerametleri, dinî ve dünyevî kemâlleri ihsan ettiğini bildirdiği gibi, peygamberlere ve onlara tâbi olanlara çeşitli zahirî ve bâtinî nimetleri ihsan ettiğini ve bunların da, Allah'ın hamdini mucip olduğunu bildirmektedir. Yine bu âyet, işaret ediyor ki, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen sözler, yerine getirilmiştir. Bu âyetlerden murad, Allah'ın tesbihinin, hamdinin nasıl ifa edildiğine ve dinî ve dünyevî kemâllerin erişmesi için Allah ile mü’minler arasında vasıta olan peygamberlere nasıl selâm verildiğine mü’minlerin dikkatini çekmektir. Muhtemeldir ki, Allah'ı tesbih ve hamd etmek arasında selâmın zikredilmesi, bu sûre-i kerimeyi hamd ile bitirmek içindir. Bir de, bu sıralama, zımnen bize bildiriyor ki, Allah'ın, peygamberlere selâm vermeye muvaffak kılması da, hamdi gerektiren nimetlerdendir. Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göte, şöyle demiştir: "Kıyamet günü sevabının büyük ölçekle ölçülmesini isteyen kimse, meclisinden kalkacağı zaman son kelâmı şu olmalıdır: "Sübhane Rabbike Rabbi'l izzeti amma yesıfûn ve selâm ün ale'l murselîn ve'l hamdu İfîlafai Rabbi'l âlemin / Senin şân ve izzet sahibi Rabbinl, müşriklerin vasıflandırdıklarından tenzih ederim; peygamberlere de selâm olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah'a da hamd olsun!" Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Saffât sûresini okursa, cinlerin ve şeytanların sayısının on katı kadar kendisine sevap yazılır ve şerir şeytanlar ondan uzaklaşır ve şirkten berî olur ve iki muhafız meleği kıyamet gününde, onun peygamberlere îmân ettiğine şahitlik ederler." |
﴾ 0 ﴿